Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 20

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.635 Cevap: 211
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
11 Mayıs 2007       Mesaj #191
nünü - avatarı
Ziyaretçi
ARTHUR ASHE

Sponsorlu Bağlantılar
Efsane Wimbledon tenis oyuncusu Arthur Ashe AIDS'den ölmekteydi.
Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı.
Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu:

"Neden Tanrı böylesine kötü bir hastalık için seni seçti?"

Arthur Ashe buna şu cevabı verdi:

Tüm dünyada...
50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar,
5 milyon tenis oynamayı öğrenir,
500,000 profesyonel tenisi öğrenir,
50,000 yarışmalara girer,
5,000 büyük turnuvalara erişir,
50'si Wimbledon'a kadar gelir,
4'ü yarı finale,
2'si finale kalır.
Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya "Neden ben?" diye hiç
sormadım.
Ve bugün sancı çekerken, Tanrı'ya "Niye ben?" mi demeliyim?
Mutluluk insanı tatlı yapar
Zorluklar güçlü yapar,
Hüzün ise insan yapar,
Yenilgi mütevazi yapar,
Başarı insanı ışıldatır
Ama yalnız Tanrı yolumuza devam etmemizi sağlar.
Tanrı'ya asla "Niye ben?" diye sormayın... Ne olacaksa olacak...

O'nun kendine has usulleri vardır...
Herşey kendi iyiliğiniz için olur...
İnancınızı koruyun.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Ekim 2007       Mesaj #192
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KARA Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un KHO konuşmasından yola çıkarak iki gündür vurguladığım gibi, 1923 cumhuriyetimizin "ulus devlet-laik devlet-üniter devlet" ilkesinde ve onun genel modernite projesinde, Orgeneral’le tamamen birleşiyorum.

Sponsorlu Bağlantılar
Fakat, söz konusu ilke ve projenin yöntem sorununa gelince, Başbuğ’la ayrışıyorum.

Çünkü ben, yine dün belirttiğim gibi, aynı modernitenin "deneme-doğrulama" mantıkçılığından hareket ederek ve seksendört yıllık tecrübeyi gözlemleyerek, o cumhuriyetin "amaç"a varmak isterken "araç"ta ciddi yanılgılara düştüğü kanaatini taşıyorum.

Dolayısıyla da, yukarıdaki ilke ve projenin "öz"de mutlaka aynı kalması kaydıyla, "biçim"de değişikliğe gitmenin artık yine mutlak zorunluluk haline geldiğini düşünüyorum.





FARKINDAYIM farkındayım, burada bunu söyledim ya, sığlığı ve kofluğu illállah dedirten "statüko zaptiyeleri" şimdi yine her zamanki iftiracılık taktiğine başvuracaklardır.

"İşte gördünüz mü, cumhuriyetin altını sinsice oymak için ağızlarındaki baklayı çıkarıyorlar" diye, o çok bildik çamur at izi kalsın çirkefliğinden medet umacaklardır.

Eh, n’apim? Onlara karşı elimden fazla bir şey gelmez. Gelemez.

Ben yazdıklarımdan sorumluyum ve başkalarındaki patolojik arázlara hekim olamam.

"Ulus devlet-laik devlet-üniter devlet" ilkesini kesinkes benimsedikten ve postmodern hezeyánlara karşı da modern akılcılığı sahiplendikten sonra, hálá "müneccimbaşı faráziye"ler (!) üreten psikopat ve paranoyak ruhları ikná etmem mümkün değildir.

O halde tekrar konuya, yani Cumhuriyet’in "yöntem yanlışları"na dönelim.





FAKAT burada da en önce şunu söylemem gerekiyor: Aslını inkár eden námerttir ve bugün yanlış saptıyor olmak, 1923 cumhuriyetimizi küçümsemek anlamına gelmez. Háşá!

Kimse gökten zembille inmediği gibi, çokuluslu bir imparatorluktan geç ulus devlete dönüşümü başarmış olan; üstelik bunu İslámi aidiyetten bir toplumda muzaffer kılan o Cumhuriyet ve kurucusu Kemal Atatürk, hiç şüphe yok ki, gerçekten dev bir emsáldir.

Sırf millet tarihimizde değil, modern zamanların evrensel tarihinde de emsáldir.

Artı, seksendört yılın tecrübesi sayesinde bazı yöntemlerin "yanlış" olduğu sonucuna varmak, onları geçmişin şartlarından soyutlayarak değerlendirmek anlamına da gelmez.

Davulun sesi uzaktan hoş gelir, şimdi hatá görmek kolaydır da, otoriterliğin yükseliş sürecinde ve laik kimliğe yabancı bir dokuda cumhuriyet inşa etmek; üstelik de bunu tek bir örneğe sahip bulunmadan gerçekleştirmek tabii ki sonsuz zordur. Sonsuz da zor olmuştur.

Dolayısıyla, "amaç"ta doğru, haklı ve meşrû Cumhuriyet’imizin "araç"ta biçim, usûl ve yöntem "yanlış"ları yapmış olması yine aynı ölçüde sonsuz doğal ve sonsuz ve normaldir.





NORMAL ve doğal olmayan tek, ama tek bir şey var!

Yanlışı kabullenmemek ve geçmişin yöntem, uslûp ve usûllerinde ısrar ve inat etmek.

"Biçim"e ilişkin her eleştiriyi de "öz"etecávüzmüş gibi algılamak ve öyle sunmak.

Oysa, seksen dört yılın "deneme-doğrulama" metodu işte kesin ispatını sunuyor!

Kesin delilini ve ipucunu veriyor ki, ortada "araç"a ilişkin bir "yanlışlar dizisi" var!

O ispatın, o delilin, o ipucunun báriz göstergesini de, dün Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ’un veya bugün Genelkurmay Başkanı Büyükyanıt’ın konuşmaları oluşturuyor.

Dünyanın başka ordularında örneği görülmemiş şekilde, felsefi kavramları tanımlamak gibi sivil akademisyen bir role dahi soyunmak refleksi dahil, askeri bürokrasi seksendört yılın cumhuriyet ilkelerini "hatırlatmak", "vurgulamak", "yorumlamak" ihtiyacını hissediyor.

Ve, eğer ortada ciddi bir "yanlış" bulunmasaydı asla böyle "sıradan dışı" bir reflekse ve böyle "kural harici" bir ihtiyaca da gereksinim olmayacaktı ki, konuyu yarın işleyeceğim.


Hadi ULUENGİN tarafından yazılan bu makale, 04 Ekim 2007 Perşembe günü yayınlanan Hürriyet Gazetesindeki köşe yazısıdır.
Yunus Bozok - avatarı
Yunus Bozok
Ziyaretçi
12 Kasım 2007       Mesaj #193
Yunus Bozok - avatarı
Ziyaretçi
VATAN MİLLET SEVGİSİ
Atatürk’ün Vatan ve Millet Anlayışı
Giriş bölümünde millet kavramının genel bir tanımını yapmıştık. Söz konusu tanımlama genel olarak kabul görmekle birlikte, millet kavramı ile kastedileni tam anlamıyla açıklamakta yeterli değildir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, millet tanımı içinde yer alan özelliklerin hiçbiri tek başına bir milleti ortaya çıkarmaz. Diğer bir deyişle, yalnızca dil birliği veya yalnızca köken birliği ya da yalnızca inanç birliği aynı toprak parçası üzerinde yaşayan insanların millet olması için yeterli şart değildir. Bir milleti millet yapan temel koşul, söz konusu insan topluluğunun ortak bir geçmişe ve ortak bir gelecek hedefine sahip olmasıdır. Atatürk'ün millet tanımının özünü de işte bu anlayış oluşturmaktadır. Atatürk'e göre bir topluluğun millet sayılabilmesi için, "zengin bir hatıra mirasını elinde bulundurmak, birlikte yaşama hususunda ortak istekte samimi olmak, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilme konusunda ortak iradeye haiz olmak, gelecek için aynı programı gerçekleştirmeyi istemek ve birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmak" gereklidir. Bu temel koşulun sağlanması ile birlikte, elbette dil, din, ırk birliği de önemli destekleyici unsurlardır. Özellikle ana dil, insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan önemli bir öğe olduğu için millet olmanın da önde gelen şartlarından biridir. Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir"; öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır.
Atatürk için bütün milletlerin tarih sahnesinde ayrı bir yeri vardır ve o bütün milletlere saygı duyar, ama Türk Milleti'nin yeri apayrıdır. Atatürk bu çıkarımı, tarihi bilgilere ve belgelere dayanarak yapmıştır. Tarihe özel bir ilgisi olduğu bilinen Atatürk, Cumhuriyet'in ilanından sonra tarih çalışmalarına önem vermiş, bu çalışmaları milletimizin tarihi bilincinin geliştirilmesi ve şanlı mirasımızın herkes tarafından öğrenilmesi için kullanılmasını istemiştir. Özellikle Atatürk döneminde, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarla Türk'ün geçmişi aydınlatılmıştır.
Ayrıca Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran temel nitelikler vardır. Atatürk, Türk Milleti'nin özelliklerini çok kapsamlı olarak tespit etmiş ve millet bilinci tam olarak gelişmemiş olan kişilerin de bu özellikleri en güzel şekilde kavrayabilecekleri bir ortam hazırlamıştır. Bir sözünde Atatürk, Türk Milleti'ni şöyle tanımlamıştır:
Türk Milleti milli duyguyu, insani duyguyla yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında milli duygunun yanına insani duygunun şerefli yerini daima muhafaza etmekle iftihar eder. Çünkü Türk Milleti bilir ki, bugün uygarlığın yüce yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel olarak yürüdüğü bütün uygar milletlerle karşılıklı insani ve medeni ilişkide bulunmak elbette gelişmemizin devamı için gereklidir ve yine malumdur ki; Türk Milleti, her uygar millet gibi mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, ihtiralarıyla uygar dünyaya hizmet etmiş insanların, milletlerin değerini takdir ve hatıralarını saygı ile muhafaza eder. Türk Milleti, insaniyet aleminin samimi bir ailesidir.
Atamızın da vurguladığı gibi, Türk Milleti, millet olmanın öneminin ve gerekliliklerinin bilincindedir. Bununla birlikte Atatürk'e göre, her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkânları çerçevesinde bir yapı ortaya koyar ve bu yapıyı diğer milletlere kabul ettirmekle, diğer milletlerle birarada, huzur ve güven çerçevesinde bir yaşam oluşturmakla sorumludur. Milletin, varlığını devam ettirmek için sahip olması gereken özelliklerin savunulması ve korunması da "milliyetçilik" olarak tanımlanır. Atatürk milliyetçiliğinde ise, gerçek bir Türk milliyetçisinin temel amacı, Türk'ün her alanda yükselmesinin sağlanmasıdır. Bunun için de Türk milliyetçisi, çağdaşlaşma yolunda hiçbir engel tanımayacak, gelişmiş devletlerin seviyesine ulaşırken kendi özünden ve değerlerinden asla uzaklaşmayacak, bununla birlikte onlarla bir uyum içinde olacak ve tüm özellikleri ile insanlığa örnek teşkil edecektir. Türk milliyetçiliğinin temeli, örfünden ve adetlerinden hiçbir şey kaybetmemesi, manevi değerlerini korumasıdır. Çünkü Atatürk'e göre gerçek millet sevgisi böyle bir milliyetçilik anlayışı gerektirir ve başarıya da ancak böyle bir anlayışla ulaşılabilir.
Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının tarihi sebepleri vardır. Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Türk Milleti dünya tarihine damgasını vurmuş bir millettir. Unutulmaz zaferler kazanmış, tarihe kahramanlık destanları yazdırmış, üç kıtada köklü devletler kurmuş, asırlar boyunca dinleri, dilleri, ırkları farklı olan milletlere hükümdarlık etmiş, hepsini adalet ve hoşgörü ile yönetmiş, ayak bastığı yerlere medeniyet götürmüş, ahlakı ile dünya milletlerine örnek olmuştur. Türk'ün kahramanlıkları, kabiliyetleri ve üstün ahlakı tarihe geçmiştir. Atamızın "Türk Milleti'nin karakteri yüksektir" sözüyle de işaret ettiği gibi, Türk Milleti'nin ahlaki özellikleri ve yüksek seciyesi diğer tüm milletlerden dikkat çekici şekilde üstündür. Pek çok tarihçi ve sosyolog da bu konuda hemfikirdir.
Atatürk'ün anlayışına göre, böyle üstün meziyetlere ve hasletlere sahip bir milletin vatanı da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir ve Türk milliyetçisi gerçek bir vatanseverdir. Atatürk Türk Milleti'nin vatanını şöyle tanımlamaktadır:
Vatanımız, Türk Milleti'nin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür.
Bir insanın milli duygu bilinci içinde kendi topraklarına sahip olması kadar güzel bir duygu yoktur. Kendi toprağına sahip olma duygusu milliyetçilik ilkesinin zorunlu bir sonucudur. Mustafa Kemal de bu duyguya tüm insanlara örnek olacak bir şekilde sahip olmuş ve bunu eylemlerinin yanında şu sözleriyle de ifade etmiştir:
Milletler işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber, beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin
servetinden kendileri istifade ederler ve dolayısıyla bütün beşeriyeti de yararlandırmakla yükümlüdürler. Bu yasaya göre bundan aciz olan milletler bağımsız olarak yaşamak hakkına layık değildirler.
Avrupalıların "Hasta Adam" diye nitelediği bir milleti ayağa kaldıran Büyük Kurtarıcı Atatürk, içindeki coşkun vatan sevgisi ile her zaman Türk Milleti'nin bağımsızlığını hedefleyerek ülkeyi önce askeri, sonra da sosyal ve ekonomik alanlarda zaferden zafere taşımıştır. "Yurt toprağı, sana herşey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk Milleti'ni ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın." sözleri de Atatürk'ün örnek vatan sevgisinin belki de en güzel, en anlamlı ifadesidir.
Büyük Önder vatanın kendisi için ne anlama geldiğini ve hayatını vatanı uğrunda harcamaktan şeref duyduğunu ise şöyle belirtmektedir:
Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.
Atatürk Milliyetçiliği
Atatürk Türk Milleti'ni, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına, Türk Milleti denir" sözleri ile tanımlamıştır. Atatürk'e göre, Türk halkı birbiriyle kaynaşmış, müşterek bir geçmişe ve kültüre sahip, milli ülküler için gelecekte birlikte yaşama arzusunda olan bir topluluk olarak, Türk Milleti'ni oluşturur. Atatürk milliyetçiliğinde kendisini Türk sayan ve Türk Milleti'ne mesup olmanın şeref ve bilincine sahip herkes Türk'tür. Bu bilinç, Türk Milleti'ni milli dava için çalışmaya iten en önemli güçtür.
Türk eli büyüktür. Her yeri dolduran Türk'tür ve her yeri aydınlatan Türk'ün yüzüdür. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir milletin evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman, başka bir alem görülecek ve dünyaya hayret verecektir. Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacaktır.
Atatürk milliyetçiliği, başka milletlerin milli kültürlerine ve bağımsızlıklarına saygılıdır. Atatürk'ün, "Bize milliyetçi derler; biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle iş birliği yapan bütün milletlere saygı gösteririz" sözleri ile, milliyetçilik anlayışının nezaketini ve barışseverliğini ortaya koymuştur. Bu barışsever politika, "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri ile biçimlenmiştir. Bununla birlikte, Atatürk milliyetçiliğinde ana hedef, Türk Milleti'nin, kendine yakışır şekilde, onurlu ve şerefli bir millet olarak varlığını devam ettirmesidir. Bunun için öncelikli şart bağımsızlıktır; bundan sonra yapılması gereken ise, dünya milletleri arasında, onlarla eşit haklara sahip bir konuma gelmek ve hatta diğer milletlerin liderliğini üstlenebilmektir. Bu milliyetçilik bugünkü vatanımızın sınırlarıyla çizilen, yeni topraklara sahip olma hevesinden arınmış, fakat bağımsız ve özgür yaşamaya kesin azimli, dünya milletlerini bir aile sayan, her milletin haklarına saygılı, kendi haklarını ve haysiyetini korumakta kararlı, diğer bir deyişle "insani bir Türk milliyetçiliği"dir.
Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası ilişkilerde bütün çağdaş milletlerle aynı çizgide ve onlarla uyum içinde yürümekle birlikte, Türk toplumunun özel karakterlerini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmaktır.
Bu milliyetçilikte Türk Milleti'nin bağımsızlığı uğruna göze alınamayacak bir fedakarlık yoktur. Çünkü milliyet duygusu, bir toplumda bireylerin kendilerini bütüne bağlı ve onun bir unsuru olarak görmeleri ve o milletin bekası için varlıklarını ortaya koymaya hazır olmalarıdır. Büyük Önder hiçbir zaman ırkçılık temeline dayanan bir milliyetçiliği savunmamış, daima hars milliyetçiliğinin, yani kültür milliyetçiliğinin taraftarı olmuştur. Ortak tarih ve kültüre sahip olan insanımızı milli bir şuur altında birleştirmeye çalışmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin de ancak bu şekilde güçlenebileceğini belirterek, "Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz; Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla dolu olursa, o camiaya istinat eden Cumhuriyet de kuvvetli olur" demiştir. Atatürk, Türk milliyetçiliğinin temeline oturtmaya çalıştığı milli ahlakı ise şöyle tanımlamıştır:
Gerçekten de, ahlakiyet özel fertlerden ayrı ve bunların üstünde, ancak toplumsal, milli olabilir. Milletin toplumsal düzen ve sükunu, hal ve gelecekte refahı, mutluluğu, selameti ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerlemesi, yükselmesi için insanlardan her konuda bilgi, gayret, nefsin feragatini, gerektiği zaman seve seve nefsinin fedasını talep eden milli ahlaktır. Mükemmel bir millete milli ahlakın gerekleri o millet fertleri tarafından adeta muhakeme edilmeksizin vicdani, duygusal bir nedenle yapılır. En büyük milli duygu, milli heyecan işte budur. Millet analarının, millet babalarının, millet öğretmenlerinin ve millet büyüklerinin evde, mektepte, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her ferdine bıkmaksızın ve mütemadiyen verecekleri milli terbiyenin amacı, işte bu yüksek milli duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır. Ahlakın milli, toplumsal olduğunu söylemek ve maşeri vicdanın bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlakın kutsal sıfatını da tanımaktır.
Milli Egemenliğin Önemi
Atatürk'ün millet sevgisini gösteren önemli dellilerden birisi de milletin üzerindeki tüm baskıları ve keyfi idareleri kaldırarak, milleti kendisinin yöneticisi konumuna getirmesidir. Milli Mücadele, "milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" sözleri ile başlamıştır. "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" sözü ise, Atamızın milletine verdiği değerin göstergelerinden biridir. Egemenlik, yöneten ve düzenleyen bir güç, bölünmez bir kuvvettir. Eğer bir ülkede bu güç, o ülkede yaşayanlara ait değilse, ülkenin dışından geliyorsa, o zaman bu ülkede güçlü ve bağımsız bir devletin varlığından bahsedilemez. Bu, tam anlamı ile sömürü düzenidir. Dolayısıyla, güçlü bir devlette söz konusu iradenin muhakkak o ülkenin içinden çıkması, diğer bir deyişle milli olması şarttır. Atatürk'ün kastettiği "milli" ve "egemenlik" sözcüklerinin birleşmesinden oluşan "milli egemenlik" kavramı ise, milletin sahipliği, milletin egemenliği anlamına gelmektedir. Buna göre, bir devlet üstünde hiçbir yabancı gücün etkisi olmadığı gibi, milletin üstünde de hiçbir sınıf, zümre veya kişiye ayrıcalık tanınamaz. Milletin iradesinin üzerinde başka bir irade ve güç yoktur.
I. Dünya Savaşı'nın İtilaf Devletleri'nin yenilgisi ile sonuçlanmasının ardından, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları parçalanmaya başlanmış, ülkenin dört bir yanı düşman tarafından işgal edilmişti. Bu dönemde, düşmana karşı nasıl bir strateji izleneceği, nihai hedefin ne olması gerektiği hakkında ülkenin aydınları ve önde gelenleri arasında çeşitli tartışmalar vardı. Bir grup yabancı bir gücün mandası altına girmenin gerekli olduğunu savunurken, başta Mustafa Kemal olmak üzere bağımsızlık yanlısı bir grup da mandanın bir tür esaret anlamına geldiğini ve Türk Milleti'nin asla esareti kabul edemeyeceğini, tek çözümün bağımsızlık olduğunu savunuyordu. Manda taraftarları arasında da hangi ülkenin mandası olunacağı konusunda fikir ayrılığı vardı. Bazıları İngiliz mandasını savunurken, bazıları da Amerikan mandasının kabul edilmesi gerektiğini iddia ediyorlardı.
Atatürk ise, en başından beri bağımsızlığı Türk Milleti için tek çare olarak gördüğünü ve yeni bir Türk devletinin kurulması için yola çıktığını Nutuk'ta şöyle anlatıyordu:
Efendiler, ben bu fikirlerin hiçbirisini (mandayı kastederek) uygun bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı temeller ve mantıklar yanlıştı, esassızdı. Gerçekte o tarihte Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş ve devri sona ermişti, Osmanlı ülkesi tamamen parçalanmıştı, ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ana yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da parçalanmasını sağlamaktı. Neyin ve kimin korunması için, kimden ne yardım isteniyordu. O halde gerçek karar ne olabilirdi? Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız yeni bir Türk devleti kurmak. İşte daha İstanbul'dan çıkmadan düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar bu karar olmuştur.
Böylece daha işin başından izlenecek strateji ve varılacak amaç belirlenmiş ve ulusal egemenliğe dayalı yeni bir Türk Devleti'nin kurulmasına adım adım yürünmüş ve sonunda amaca varılmıştır. Elbette böyle bir hedefin belirlenmesinin temelinde Mustafa Kemal'in Türk Milleti'ne duyduğu güvenin büyük payı vardır, 'milli egemenlik' ilkesinin dayanağı Türk ulusudur.
Şunu da belirtmek gerekir ki, bağımsızlık ve milli egemenlik görüşü, Samsun'a çıkıldığı anda belirmiş bir fikir değil, Atatürk'ün gençlik yıllarından itibaren düşündüğü ve planladığı bir görüştür. Mustafa Kemal'in, daha 1906 yılında Selanik'te arkadaşları ile yaptığı sohbetlerde bu anlayışı gündeme getirdiği tarihi dökümanlarda yer alan bir bilgidir. 1917 yılında Suriye Cephesi'nde yazdığı notlarda ve cepheden gönderdiği mektuplarda ise, "mutlakiyetin yerini milli egemenliğin alması gerektiğinin" üzerinde durmaktadır. Yine askerlik yıllarında Selanik'te Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Pars'ın evinde yapılan bir toplantıda, "... Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir" sözleri ile izlenecek yolu belirlemiştir. Bağımsızlık olmadan, çağdaş bir devlet kurulamayacağının farkında olan Atamız, özgür olmayan bir ülkede yaşamaktansa, her türlü tehlikeye göğüs gererek, bağımsız bir millet için çalışmayı göze almıştır. Başka milletlerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarih sahnesinden silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.
Samsun'a çıktığı tarih ise, Atatürk'ün yıllardır üzerinde düşündüğü bir planın hayata geçirilmesinin ilk adımıdır. Samsun'a geçişin bir diğer anlamı da zaten, halka yönelmek, yalnızca halkın talep ettiği yönde bir yol izlemektir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ilk hedefi elbette düşmanın vatan topraklarından çıkarılması idi. Ancak bunun için öncellikle ulusal güçlerin birleştirilmesi gerekliydi. İşte bu noktada, Atamızın Türk Milleti'ne duyduğu sevgi, halkta bir kez daha Türk benliğinin canlanmasını sağlamıştır. Halkımız da içinde bulunulan işgal, yokluk ve türlü sıkıntılara rağmen bağımsızlık konusunda asla taviz verilmeyeceğini, vatanımızın korunması için topyekün savaşılacağını, bu uğurda herşeyi kaybetmeye dahi razı olduğunu bildirmiş ve Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına tam destek vermiştir. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya çıkışını takiben Amasya Genelgesi'nde milli egemenliğin temel ilke olduğu şöyle vurgulanmaktadır:
Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. İstanbul Hükümeti, yenen devletlerin etkisi altında bulunduğundan, yüklendiği sorumluluklarının gereğini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor. Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır.
Her köy, mahalle, nahiye, kasaba ve ilde, oranın halkı tarafından seçilen üyelerden oluşan "Kuvayi Milliye" örgütlerinin özünde Atamızın bağımsızlık aşkı ve ulusal egemenliğe verdiği önem yatmaktadır. TBMM'nin açılışı ise ulusal iradeye dayanan yeni Türk Devleti'nin ortaya çıkışının somut sonucudur. 23
Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM, Mustafa Kemal'in arzu ettiği "milli egemenliğin" kurumsallaşmış hali olmuştur.
Görüldüğü gibi milli egemenlik kavramı, Atatürk'ün Türk Milleti'nin aydınlık geleceği için önemle üzerinde durduğu bir kavramdır. Milli egemenlik anlayışına dayalı bir sistemin kurulabilmesi için tarihi bir mücadele verilmiştir. Atamız, "Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir" demiştir ve bu sözleri ile de açıkça ortaya koyduğu gibi tek isteği, milletinin, kendisinin çizdiği yolda yürümesi ve asla yılgınlığa kapılmadan sürekli ilerlemesidir. Bu isteği yerine getirmek tüm vatanseverlerin ve milliyetçilerin en önde gelen sorumluluklarından biridir.

Vatanın Korunması
Her karış toprağı şehit kanları ile sulanmış, asırlar boyunca şanlı tarihimize ev sahipliği yapmış olan vatanımız her Türk için kutsaldır. Türlü zorluklar ve fedakarlıklar sonucu kazanılan Kurtuluş Savaşı ile Atamız bize üzerinde özgürce yaşadığımız bir vatan bırakmıştır. Bu vatanın korunması tüm Türk Milleti'nin birinci vazifesidir. Bu nedenle iç ve dış, potansiyel düşmanlara karşı gereken önlemlerin, her türlü askeri ve güvenlik tedbirinin alınmış olması vatanımızın geleceği için son derece önemlidir. Ve Türk Ordusu bu asil görevi üstün bir başarı ile yerine getirmektedir. Ancak vatanın korunmasında askeri tedbirler kadar önemli olan bir başka alan daha vardır ve bu alanda tüm Türk Milleti sorumluluk üstlenmelidir. Bu da, vatanın birlik ve bütünlüğünün korunmasında verilecek fikri mücadeledir.
Atatürk yaşamı boyunca halkımızı, halkı çatışmaya teşvik eden, huzuru ve düzeni bozan, ülkeyi felakete sürükleyebilecek, menfaat grupları arasında kavgalara neden olacak ideolojilere karşı uyarmış, böyle tehlikeli ideolojilerle mutlaka fikri alanda mücadele edilmesi gerektiğini söylemiştir. "Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çatışan tüm yabancı öğelerle mücadele gereği telkin edilmelidir." diyerek, yeni neslin de bu mücadele için bilinçlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Atatürk'e göre komünizm ve faşizm bu tarifin içinde yer alan, milletin geleceği için son derece tehlikeli ideolojilerdir ve Atamız özellikle komünizmin "her görülen yerde mutlaka ezilmesi gerektiğini" bildirmiştir. Büyük Önder, her iki ideolojinin de gerçek yüzünü çok iyi kavramış ve halkımızı da bu konuda bilinçlendirmek için gayret etmiştir. Bir konuşmasında Atatürk, söz konusu ideolojilerin tehlikelerine şöyle dikkat çekmektedir:
Biz büyük savaşlar görmüş, büyük bir milletiz... Ama savaşçı değiliz, barışçı felsefeyi benimsemiş bir milletiz... Kendimizi dünyadan soyutlayamayız. Dünya milletlerinin emperyalist ülkeler tarafından zaman zaman pervasızca paylaşıldığını ve bu paylaşma esnasında gelişmemiş ülkelerin tarihten silindiğini hafızalardan silmek kadar gaflet olamaz. Dünyanın bugünkü durumu hiç de parlak görünmüyor. Her ülke, gençliğini bir başka ideolojiye sahip olarak yetiştirme gayreti içinde. İtalya faşizm ideolojisine dört elle sarılmış. Bu ülkenin diktatörü Mussolini ülkesinin sekiz milyon faşist gencin süngüsü üzerinde yaşadığını haykırıp duruyor... Almanya'da Hitler'in yaratarak geliştirmekte olduğu Nazilik de faşizmin bir başka, bir büyük tehlikeli benzeridir. Hitler bir ırkçıdır. Dikkat buyurunuz, milliyetçi demiyorum, ırkçıdır diyorum. Alman ırkını en üstün ırk olarak gören bir mecnundur. Tekmil Alman gençliğini peşine takmış, onlara bu ideali aşılamıştır. Moskova'da oynanan oyun ise bir başka türlüdür. Stalin yalnız kendi gençliğine değil, dünya gençliğine komünistlik ideolojisini aşılamaya çalışıyor. Komünistlik propagandasının, fukarası ve cahili çok ülkelerde ne kolay taraftar topladığı ise ortada bir gerçektir...
... Hayır, ne komünizm ne de faşizm... Bu iki ideoloji de memleketimizin, ulusumuzun gerçeklerine, karakterine asla uymaz. Şunu da ilave edeyim ki, ne faşizmin ne de Nazizm'in sonu yoktur.
Bu sözler Atamızın ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha göstermektedir. Her iki ideoloji de arkalarında milyonlarca ölü, binlerce sakat insan bırakmış, girdikleri her ülkeye acı, yıkım ve felaket götürmüştür. Bu ideolojiler, içten içe milleti kemiren ve sömüren ideolojilerdir. Gerçek vatanseverlerin bu ideolojilerle fikri alanda mücadele etmeleri, Atamızın önemli bir vasiyetidir. Türk Milleti, sağlam karakteri, yüksek seciyesi ve Atamızın bizlere kazandırdığı bilinç sayesinde bu tarz ideolojilerin etkisine hiçbir zaman girmemiştir ve Türk milliyetçilerinin fedakarane çalışmaları sayesinde de bu ideolojiler vatanımızda asla başarıya ulaşamayacaklardır. Ancak bu gerçek, tehlikenin önemini azaltmamaktadır. Üstelik ülkemiz gerek jeo-politik konumu, gerekse sahip olduğu tarihi miras nedeniyle her zaman için yıkıcı ve güçten düşürücü saldırılarla karşı karşıya kalma riski altındadır.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, faşizm ve komünizm başta olmak üzere bütün din-dışı ve materyalist ideolojiler, milli birliği, bütünlüğü, manevi değerleri hedef almaktadırlar. Materyalistler vatanlarına, bayraklarına, milletlerine değil, kendi kişisel menfaatlerine bağlıdırlar. Milliyetçi değil, enternasyonalisttirler. Milletin mutluluğu için değil, kendi mutlulukları için çalışırlar. Büyük Önderimizin bize öğrettiği ve bıraktığı vasiyet ise, milli ve manevi değerlere bağlı, vatanını, bayrağını, milletini seven, milli ahlak inancına sahip olan, mukaddesatını korumak için gerekirse canını verebilecek insanlar olmaktır. Atamız, bizim ve bizden sonra gelecek nesillerin, dindar, milliyetçi duygular taşıyan, vatanı ve bayrağı uğruna hayatını ortaya koyan, yaşamı boyunca milletinin mutluluğu için çalışan, aile kurumunun kutsiyetini savunan insanlar olmamızı istemektedir. Materyalist zihniyet ise, Atamızın bize kutsallığını öğrettiği tüm bu değerlerin karşısında yer almaktadır. Dolayısıyla milliyetçi ve vatansever insanların, yalnızca bu iki ideolojiye karşı değil, materyalist tüm sistem ve ideolojilere karşı fikri mücadele içinde olmaları, sinsi odakların kirli oyunlarına gelmemek için dikkat göstermeleri şarttır.
Atatürk ilkelerinin en yakın takipçisi ve koruyucusu olan kahraman Türk Ordusu vatanımızı her türlü tehlikeye karşı gururla korumaktadır. Bizlere düşen de, vatanımızın korunmasının temel aşamalarından biri olan, söz konusu fikri mücadeleye imkanlarımız doğrultusunda katkıda bulunmaktır. Unutmamak gerekir ki, Atatürk'ün asıl isteği, bizim, Onun "fikirlerini, duygularını anlamamız ve hissetmemiz"dir. O zaman herkes bir Mustafa Kemal olacak ve Atamızın ülküsü tam anlamı ile gerçekleştirilecektir.
İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1. Millî Tarih Bilinci
Tarih, bir milletin bütün fertlerinin bilmesi ve koruması gereken kültür hazinelerinden biridir. Tarih, milletin geçmişteki varlığı, onun mirası ve bugüne kalan hatırasıdır. Her birey milli tarihindeki üstün kişi ve olaylardan gurur duyar, ibret alınması gereken dersleri de hiçbir zaman göz ardı etmez. Milletlerin hayatında tarih, içinde bulunulan durum ve gelecekte karşılaşılabilecek olaylar birarada değerlendirildiğinde başarılı sonuçlar elde edilebilir. Millî tarihine sahip çıkmayan, bu tarihi yeni nesillere aktarmayan milletler, yaşama güçlerini kaybederler. Bu birikim, o milleti ileri taşıyacak en önemli itici güçtür.
Atatürk milli tarih bilincine çok önem vermiş, pek çok konuşmasında Türk tarihinin kendisine ilham kaynağı olduğunu belirtmiştir. Atatürk, Türk tarihini Orta Asya'dan başlayan ve bugüne kadar ulaşan bir bütün olarak değerlendirir. Türk tarihine olan merakı ise, Manastır Askeri İdadisi'nde okuduğu yıllara dayanmaktadır. Okulda milliyetçi bir Türk subayı olan Tevfik Bey'den tarih dersi alan Mustafa Kemal, bu dönemde Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış, bağımsızlığa yönelik pek çok düşüncesi ilk olarak bu yıllarda şekillenmeye başlamıştır. Tevfik Bey'den, "kendisine minnet borcum vardır, bana yeni bir ufuk açtı" diye bahseden Atatürk, Türk tarihinin zenginliğinden çok faydalanmıştır.
Milli tarih bilinci, Atatürk'ün Türk Milleti için belirlediği 'çağdaş milletler seviyesine ulaşmak' ülküsünde benimsenecek yolun nasıl olması gerektiği noktasında da ön plana çıkmaktadır. Atatürk çağdaşlaşmayı sürekli teşvik ederken, bunun kendi değerlerimizden uzaklaşmak, tarihimizi reddetmek olmadığını önemle vurgulamıştır:
Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine göre milli hususiyetleri vardır. Hiçbir millet, aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milleti içinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki acıdır.
2. Millî Kültürün Geliştirilmesi
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinin milli kültür olduğunu ifade etmiştir. Milli kültür bir millete kimlik kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı ortaya koyan, o millete ait maddî ve manevî değerlerin bütününe verilen isimdir. Bir toplumu millet yapan ve onun bütünlüğünü sağlayan, milli kültürdür. Milli kültürün, o milletin benliğinin şekillenmesinde, gelişmesinde ve güçlenmesinde büyük payı vardır. Milli kültürüne sahip çıkamayan, bu değerleri gereği gibi kavrayıp benimsememiş bir toplumun güçlü olması ve hatta varlığını devam ettirebilmesi mümkün değildir. Atatürk, "Kendi kültürel değerlerine saygılı olmayan milletleri, başka milletler de saymaz. Böyleleri, diğer milletlerin avı olmaya mahkumdur" sözleri ile bu gerçeğe işaret etmiştir.
Atatürk inkılaplarının temelinde de, "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli Türk kahramanlığı ve Türk kültürüdür" sözlerinde de görüldüğü gibi, Türk milli kültürü vardır. Çünkü Atatürk gayet iyi bilmektedir ki, inkılaplar ancak milletin değerleri ile, ihtiyaçlarıyla, düşünce yapısıyla uyumlu olduğu müddetçe kalıcı ve başarılı olabilirler. Bu sosyolojik bir gerçektir. Bu gerçeği Atamız şöyle ifade etmektedir:
Araştırmalarımıza temel olarak çok defa kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır. Lakin kendimizi bilmeyiz. Aydınlarımız "milletimizi en mesut millet yapayım" der. "Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynı öyle yapalım" der. Lakin düşünmeliyiz ki, öyle bir teori hiçbir devirde başarı kazanabilmiş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve şartlar, birini mesut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü biliminden, keşfinden faydalanalım, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmalıyız.
Bu sözler, Cumhuriyet Türkiyesi'nin millî kültüre dayalı olarak kurulduğunun ve bu kültüre dayalı olarak yükselip gelişeceğinin bir ifadesidir. Büyük Önder için milli kültür, milli birliğin ve vatanın bölünmezliğinin en önemli unsurlarındandır. Atatürk'ün anlayışında milli kültür ve milli birlik, birbirini tamamlayan, birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki önemli değerdir.
Atatürk, millî kültür konusunda hedeflerin neler olduğunu da şöyle belirtmiştir:
Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti'nin tarihî bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, yaratıcı zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini ve millî birlik duygusunu sürekli ve her türlü incelemelerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür.
3. Türk Toplumunun Çağdaş Uygarlık
Düzeyinin Üstüne Çıkarılması
Atatürk hayatı boyunca yalnızca milletini düşünmüş, kendi menfaati ve kişisel geleceği için hiçbir çalışması olmamıştır. Aldığı tüm kararlarda, attığı tüm adımlarda bu açıkça görülür. Atatürk'ün hayattaki en büyük ideali, bağımsız vatan toprakları üzerinde milli birlik duygusuyla kenetlenmiş çağdaş bir toplum oluşturmaktı. Vatanı kurtaran, hür ve bağımsız Türkiye idealini gerçekleştiren Mustafa Kemal, yeni Türkiye'yi modernleştirmek amacı ile çağdaş medeniyet idealine yöneltmiştir. Atatürk Türk Milleti'nin çağdaşlaşmasını hayati dava olarak görmüş ve bunu asla vazgeçilmemesi gereken bir mücadele olarak kabul etmiştir. "Büyük davamız en medeni ve en üst refah seviyesinde bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir" sözleri ile bunu dile getirmiştir. Bir başka sözünde ise, bu hedefi şöyle vurgulamıştır:
Milletimizin hedefi, milletimizin ideali bütün dünyada tam manasıyla medeni bir toplum olmaktır. Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar.
Atatürk'ün hayatını genel olarak iki döneme ayırmak mümkündür: Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet'in ilanının ardından başlayan Çağdaşlaşma dönemi. Atatürk, çağdaşlaşmanın gereği olarak bilim ve teknolojiden yararlanma ve eğitim sahasını genişletme konuları üzerinde önemle durmuştur. Bunun yanı sıra ekonomi alanında ve sosyal hayatın çeşitli alanlarında yapılan atılımlarla, milletin önüne yeni ufuklar açılmış, çok kısa süre içerisinde büyük gelişmeler yaşanmıştır.
Pek çok kurum Batı ile özdeşeleşecek şekilde yeniden yapılandırılmış, böylece modernleşmenin temeli atılmıştır. Atatürk çağdaşlaşmanın ne kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu ve bunun için izlenmesi gereken yolu ise şöyle tarif etmiştir:
Ülkemiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ileriliklerin zaman kaybetmeden yayılması ve gelişmesi zorunludur. Öğretmenlerimiz, ozanlarımız, yazarlarımız ulusa geçmiş yıkılış günlerini, bunların gerçek nedenlerini anlatacaklardır. Bu kara günlerin geri dönmemesi için yeryüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye'nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklardır. Görülüyor ki, en önemli ve en verimli ödevlerimiz, öğretim ve eğitim işleridir. Bu işlerde ne yapıp yapıp başarıya ulaşmamız gerekir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yoldadır. Bu zaferin sağlanması için hepimizin bir vücut gibi belirli bir program üzerinde çalışmamız gerek.
Çağdaş uygarlığa ulaşmak için gösterilen çabanın sürekli olması gerektiğini ise, 29 Ekim 1933'de Cumhuriyet'in ilanının 10. yıl dönümü nedeniyle yaptığı konuşmasında şu şekilde anlatmıştır:
Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız.
Çağdaşlaşma ülküsünün önemini anlayacak, anlatacak, kendisinden sonraki nesillerin de bunu yaşamasını sağlayacak kişi ve kurumları meydana getirmek, Atatürk için son derece önemliydi. Çağdaşlaşmanın gerçekleştirilebilmesi için bilim ve teknolojideki gelişmelerin yakından takip edilmesi ve genç neslin çok iyi yetiştirilmesi Atatürk'e göre temel koşullardır. Atatürk, en büyük arzularından biri olan Türk toplumunun medeniyet yolunda ilerlemesi hedefinin gençler tarafından gerçekleştirileceğine inanan bir liderdi. Bu nedenle de bu önemli görevi gençlere vermiş, Cumhuriyet'i korumak ve yükseltmekten gençleri sorumlu kılmıştı. Çağdaş ve her yönü ile uygar bir toplumun ortaya çıkarılabilmesi için bilgili, kültürlü, yüksek karakterli kişilerin yetiştirilmesi şarttır. Atatürk bu düşüncesini şöyle ifade etmektedir:
Gençliği kesinlikle ideal sahibi ve ülkeyle ilgili olarak yetiştirmek herkesin, hepimizin, her devlet adamının başta gelen görevidir. Gençliği yetiştiriniz. Onlara bilim ve kültürün pozitif düşüncelerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulamaya konulduğu vakit, Türk Milleti yükselecektir.
4. Türk Milleti'ne İnanmak
ve Güvenmek
Atatürk, gençlik yıllarından itibaren Türk Milleti'nin büyüklüğünü kavramış ve Türk'ün ruhuna, cesaretine, karakterine çok güvenmiştir. Türk Milleti'nin ahlakını, yapısını, kültürünü, tarihi birikimini çeşitli konuşmalarında öven ve tüm başarısının asıl sahibinin Türk Milleti olduğunu bilen Atatürk, Türk Milleti'ne inanmayı ve güvenmeyi ilkelerinin de temel dayanaklarından biri olarak görmüştür. Milli Mücadele'ye Türk Milleti'ne güvenerek başlamış ve "Hazinemiz, istiklal ve vatanperverliğin kıymetini takdir etmeyi öğrenmiş olan milletimizdir" sözleri ile Türk Milleti'ne duyduğu inancı vurgulamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurarken, Türk Milleti'ne olan sonsuz inanç ve güvenini hiç yitirmemiş, ilke ve inkılâplarının en güzel şekilde uygulanacağına inanmıştır. Samsun'a ayak bastığı ilk günden itibaren kendisine umut veren asıl gücün milleti olduğunu ifade etmiştir.
Ben 1919 senesi Mayısı içinde Samsun'a çıktığım gün elimde maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız Türk Milleti'nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk Milleti'ne güvenerek işe başladım.
1919 yılında yaşanan ve Atatürk'ün Türk Milleti'ne inancını pekiştiren bir olay ise şöyledir:
3 Temmuz 1919 günü Atatürk Erzurum'a gelir. Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkun bir şekilde karşılandığı zaman, Çukurova'da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen Mevlüt Ağa'yı görür ve ona sorar:
- Çukurova gibi verimli memleketten niye döndün, yoksa geçinemedin mi?
- Hayır Paşam. Geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki, İstanbul'daki ırzı kırıklar bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar.
Tunç çehreli, beyaz sakallı, gün görmüş Mevlüt Ağa'nın iman dolu göğsünden gelen bu ses yine onun gibi tunç çehreli askerin gözlerini yaşartır. Bu cevabın üzerine gözü yaşlı Mustafa Kemal Paşa etrafındakilere döner ve şöyle der:
- Bu milletle neler yapılmaz ki...
Büyük Önder'in anlayışında, Milli Mücadele'yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir. Bu nedenle de millet sevgisi üzerinde çok durmuştur. Gerçekten milletini seven kişinin, millet tarafından da çok sevileceğini bildirmiştir. "Millet sevgisi kadar büyük bir mükafat yoktur" sözü Atatürk'ün konuya verdiği önemi göstermektedir.
Atatürk, vatan için yola çıkanların ve tevazuyla, mertçe, dürüstçe çalışanların mutlaka milletimizden büyük destek göreceğine inanmıştır. "Türk Milleti, arzu ve istidatının yönelmiş olduğu istikametleri görmeye çalışan ve görebilen evladını, daima takdir ve himaye etmiştir" sözleri, bu inancın ifadesidir. Bu özellikleri ve çok daha fazlasını üzerinde taşıyan Atamıza milletimizin gösterdiği teveccüh, bu inancın doğruluğunu göstermektedir. Atatürk Türk Milleti'ne duyduğu sevgiyi, hayranlığı ve güveni defalarca vurgulamıştır. Türk Milleti'nin, diğer dünya milletlerine örnek olan yönlerini pek çok konuşmasında dile getiren Büyük Önder bir sözünde de şöyle demektedir:
Batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları... şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur. Ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek, size temin ederim ki, bizim milletimizin manevi kuvveti bütün milletlerin manevi kuvvetinin üstündedir.
Atatürk'ün millet sevgisini en güzel ifade eden örneklerden birisi de Sayın İsmet İnönü'nün Atamızın vefatının ardından Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmadır:
En büyük zaferleri kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü yalnız Türk Milleti'nin halarını, insaniyete ezeli hizmetlerini ve tarihe hak ettiği meziyetlerini ispat etmekle geçirmiştir. Milletimizin büyüklüğüne, kudretine, faziletine, medeniyet istidadına ve mükellef olduğu insaniyet vazifelerine sarsılmaz itikadı vardı. "Ne mutlu Türküm diyene" dediği zaman, kendi engin ruhunun, hiç sönmeyen aşkını ve manalı bir surette hülasa etmiştir.
5. Millî Birlik ve Beraberlik
Milli birlik ve beraberlik anlayışı Atatürk ilkelerinin ve Atatürk milliyetçiliğinin ana öğesidir. Milletlerin doğuşunu, yaşamasını ve ilerlemesini sağlayan en önemli unsurdur. Atatürk ilkelerine göre, millet aynı ideale bağlı insanların oluşturduğu bir birliktir, milleti millet yapan, bu milletin mensuplarının birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmalarıdır. Kişisel başarılar da ancak milli ve manevi ittifak ile kuvvet bulur. Atatürk'ün de çeşitli sözlerinde görüldüğü üzere, birlik ve beraberlik içinde hareket etmeyen, karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma içinde olmayan toplumların hiçbir zaman çağdaş ve dünya ulusları içinde yer alamayacağı ve bir millet olarak var olamayacağı kesindir. Bu nedenle de milli birlik ve beraberlik, tüm Türk Milleti tarafından özenle korunması gereken bir ilkedir.
Atatürk de bu hususa önemle dikkat çekmiştir. Atatürk, Milli Mücadele'yi ilk başlattığı andan itibaren, başarının ancak milli birlik ve beraberliğin tesis edilmesi ile sağlanabileceğini bilmekteydi. Zaferin kazanılmasından sonra da, bu tarihi başarının milli birlik ve dayanışma ile elde edildiğini defalarca gündeme getirmişti. Atatürk, Türk Milleti'nin milli birlik içinde hareket ettiği zaman aşamayacağı hiçbir zorluk olmadığını çok iyi biliyordu.
Bu nedenledir ki Atatürk, Türk Milleti bir bütün haline gelmeden Kurtuluş Savaşı'nı başlatmamış, bölücü akımları ve ayaklanmaları bastırdıktan sonra ana hedefe yönelmiştir. Sivas Kongresi ise, bağımsızlık kararının alındığı Erzurum Kongresi'nden sonra, milli birlik ve beraberliğin köklerinin güçlendiği yer olmuş ve bütün yurttan temsilcilerin katılmasıyla yapılan kongrede ulusal bütünlük ön plana çıkmıştır. Milli birlik ve beraberlik duygusundan kaynaklanan milli şuur, o zorlu dönemde olduğu gibi günümüzde de Türk vatanının bölünmez bütünlüğünün teminatıdır.
Türk Milleti, Kurtuluş Savaşı boyunca milli birlik ve beraberliğin, tarihteki en güzel, en şerefli örneklerinden birini sergilemiştir. Bu hareket Türk Milleti'nin esarete karşı istiklalini korumak yolunda bir tepkinin, isyanın ve milli bilinçlenmenin bir örneğidir. Gücü yeten tüm vatan evlatları cephede bağımsızlık için çarpışırken, cephe gerisinde de milletimiz tüm imkanlarını seferber etmiştir. Örneğin, Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde yayınlanan kararnamenin emrine uyarak her Türk ailesi birer çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp ordusuna giydirmiş, milletçe ellerindeki yün, tiftik, bez, kumaş, deri ne varsa silahlı güçlerin emrine vermiştir.
Unutmamak gerekir ki, yaşadığı hayat Atatürk'e, vatana ve millete karşı yöneltilen en büyük tehlikenin, milli birlik ve beraberliğimizi bozarak devletimizi yıkmak isteyenler olduğunu göstermiştir. Bu yüzden Atamız "Milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür" diyerek milli ülkünün önemini ifade etmiştir.
Atatürk yaşamı boyunca her bakımdan birleştirici bir insan olmuştur. Çeşitli görüşlere sahip insanları ortak bir amaç uğrunda birleştirmiştir. O'nun bu yeteneği Türk Milleti'nin birlik sevgisinden kaynaklanmaktadır. "Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kesin olarak söyleyeyim ki, bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için herşeye girişir ve bu amaç uğruna her fedakarlığı yaparsa, başarılı olmaması mümkün değildir. Elbette başarır. Başaramazsa o millet ölmüş demektir" diyerek, milli birliği güçlü olan ulusların her zaman kuvvetli olacağını belirtmiştir:
Bir insan kendisini milletle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli olur bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür. Eğer ben, izahata izhar-ı acz eylersem, beni mazur görünüz.
Büyük Önder milli dayanışmaya verdiği önemi şu satırlarda açıkça dile getirmektedir; "Türkiye Cumhuriyeti halkını; ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat içinde iş bölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir." Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere amaç her zaman için toplumdaki bireyler arasında dayanışmayı sağlamak olmuştur. Atatürk'ün Türk Milleti ile ilgili olan şu görüşleri, Onun ne kadar birleştirici ve ırkçılıktan uzak olduğunun bir göstergesidir:
... Bugünkü Türk Milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti, gerici beyinsizden başaka hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir tesir doğurmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de, tüm Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.
Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk Milleti'ne vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı nazarıyla bakmak, medeni Türk Milleti'nin asil ahlakından beklenebilir mi?
Atamızın milli birlik ve beraberliğin önemini dile getirdiği bir diğer özdeyişi ise şöyledir:
Cenab-ı Hak birleşik ve birlikte çalışan, şerefini, namusunu koruyan milletleri mutlu eder. Biz de bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da birleşik olarak ve birlikte çalışarak Allah'tan böyle bir saadeti haklı olarak bekleyebiliriz.
6. Vatanın Bölünmezliği
Milli birliğin en önemli neticelerinden birisi ve Atatürk ilkelerinin ana öğesi, vatanın bölünmez bütünlüğüdür. Vatanın bütünlüğü, devletin fiziki yapısını meydana getiren ulusun birliğini, bütünlüğünü ve bölünmezliğini ifade eder. Atatürk hiçbir zaman vatanı milletten ayrı düşünmemiştir. Milletin üzerinde yaşadığı vatan, bir bütündür, kutsaldır. Atatürk'ün vatanın bağımsızlığı ve bölünmezliği ilkesi, Amasya Genelgesi'nde "ya istiklal ya ölüm", Erzurum Kongresi'nde, "milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür" şeklinde ifade edilmiştir. Sivas Kongresi'nde de aynen kabul edilerek, Misak-ı Milli ile milletçe uygulanan bir politika halini almıştır. Misak-ı Milli ve Kuva-yi Milliye ruhu ile Atatürk'ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, hem siyasi yapılanma hem de insan unsuru bakımından (üniter) devlet temel niteliğiyle oluşturulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti üniter bir devlettir, diğer bir deyişle, kendi bünyesinde farklı kanunların geçerli olduğu, farklı yönetim bölgeleri yoktur. Federatif yapılar yoktur. TBMM'nin yetkisi tüm Türkiye topraklarını kapsar ve her Türk vatandaşı bu topraklar üzerinde eşit muamele görür. Söz konusu üniter devlet yapısı, Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünün ve iç huzurunun teminatıdır. Üniter devlet yapımızın temelinde ise, Atatürk'ün bizlere öğrettiği milliyetçilik anlayışı ve Misak-ı Milli ile çizilen vatan sınırları vardır.
Yüzlerce yıldır birlikte yaşayarak, uğrunda birlikte ölerek vatan haline getirdiğimiz aziz yurdumuz ise, milletimizin her bireyi için canından daha değerlidir. "Türk Milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatlerinin aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, vatansız ve milliyetsiz beyinlerin saçmalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak bir millet değildir" diyen Atatürk, Türk Milleti'nin vatanının bölünmez bütünlüğünü koruma hususundaki hassasiyet ve kararlılığını vurgulamıştır.
Ayrıca Atamız iç ve dış düşmanların her zaman olabileceğine, bu art niyetli kişilerin vatanımızın bölünmez bütünlüğünü hedef alabileceklerine dikkat çekmiş ve bizlerden bu tehlikelere karşı hep uyanık olmamızı istemiştir. Türkiye, uluslararası siyaset alanında sahip olduğu jeo-politik durumu ve üstlendiği önemli rol nedeniyle, tarih boyunca şiddetli düşmanlıklara, zalim ve hain tertiplere, çeşitli saldırılara hedef olmuştur. Türk Milleti, tarih boyunca hem bölgesel hem de evrensel tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Ama milletimiz düşmanın dışarıdan gelen saldırılarına karşı koymayı daima başarmıştır.
Buraya kadar ele aldığımız Atatürk ilkelerine temel oluşturan unsurlar sayesinde bugün Atatürkçülük, tarihe en önemli ulusal modernleşme hareketi olarak geçmiştir. Bu hareket, Türkiye'nin dışında daha pek çok millete bağımsızlık yolunda ışık olmuş, yol göstermiştir. Parçalanan, paylaşılan ve yıkılan bir devletten, yepyeni bir Cumhuriyet'in kurulması, hiç şüphe yok ki Atatürk'ün üstün liderlik vasfının bir sonucudur. Dağılmış ve işgale uğramış, milli benliğini kaybetmiş bir milletin yeniden oluşumunun ve öz benliğini kazanma sürecinin temelinde Atatürk ilkeleri vardır ve bu ilkelerin korunup yaşatılması hepimizin sorumluluğudur.
Atamızın Türk Milleti’ne vasiyeti niteliğinde olan
10. YIL NUTKU
Türk Milleti!
Kurtuluş Şavaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!
Şu anda, büyük Türk Milleti'nin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk Milleti'nin ve Onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz, çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.
Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü Türk Milleti'nin karakteri yüksektir; Türk Milleti çalışkandır; Türk Milleti zekidir. Çünkü Türk Milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk Milleti'nin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebaruz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti'nin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk Milleti'ne çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk Milleti!
On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk Milleti'nin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk Milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

VATAN SEVER VE
MİLLİYETÇİ
İNSANLARIN ÖZELLİKLERİ

Vatansever ve gerçek Türk milliyetçilerinin önündeki en önemli örnek Mustafa Kemal Atatürk'tür. Bu nedenle, ideal vatansever ve milliyetçi insanın nasıl olması gerektiğini belirlerken, Atatürk'ün üstün ahlakı ve kahramanlıklarla dolu yaşamı bize yol gösterecektir. Atamızın bize vasiyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Atatürk ilke ve inkılaplarını rehber edinen; Türk Milleti'nin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan; Türk olmanın şerefini hisseden; milletinin menfaatini kendi çıkarlarından üstün tutan; aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu; Devletimize karşı sorumluluklarının bilincinde olan; hür ve bilimsel düşünceyi savunan; tarihini çok iyi bilen, ancak yüzü her zaman ileriye dönük insanlar olmamızdır. Atatürk, kendi gösterdiği yolda ilerlerken bazı engellerle karşılaşabileceğimizi, ancak vatan sevgisiyle, dürüstlükle, çalışkanlıkla tüm bu zorlukların üstesinden gelebileceğimizi söylemiştir. Gerçek vatanseverlerin ve Atatürk milliyetçilerinin üstlendiği sorumluluk büyük, izlediği yol ise çeşitli zorluklarla doludur. Ancak Atatürk ilke ve inkılaplarını rehber edinen kişilerin yolu her zaman bu ilkelerle aydınlanacak, vatan ve millet sevgisi cesaretlerini pekiştirecektir.
Bizim de gelecek kuşaklara bırakacağımız en önemli miras, Atamızın izinde yücelttiğimiz Cumhuriyetimiz ve Cumhuriyet'in temel taşı olan değerler olacaktır. Gelecek nesilleri Türk Milleti'nin varlığının temeli olan Atatürkçülükte bütünleştirmek, gençlere Atatürkçülüğe bağlı milli ahlakı aşılamak ve Atatürkçülüğü bir bütün olarak, en doğru ve saf hali ile öğretmek Türk milliyetçilerinin üstlendiği büyük görevdir. Bu görevi yerine getirebilmek için, öncelikle gerçek bir vatanseverin ve Türk milliyetçisinin sahip olması gereken özellikleri kazanmak gereklidir.

Manevi Değerlere Sahip Çıkmak
Atatürk dine ve manevi inançlara bağlı ve saygılı bir liderdi. O, İslam ahlakını daha küçük bir çocukken öğrenmiş, tahsil yaşamı boyunca da bilgilerini pekiştirerek geliştirmiştir. Atatürk, Türk Milleti'ni dindar olmaya ve dini değerlerini muhafaza etmeye teşvik etmiştir. "Din lüzumlu bir müessesdir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur."40 sözü Atamızın, manevi değerleri milletimiz için ne kadar önemli gördüğünü göstermektedir. Mustafa Kemal Atatürk, İslam dininin özüne uygun olarak ve tam anlamıyla yaşanmasını istemiştir.
Atamızın da dikkat çektiği gibi, bir milleti birarada tutan en güçlü bağ olan din, aile, ahlak ve devlet müesseselerinin de devamını sağlayan en önemli unsurdur. Dini değerlerin olmadığı veya göz ardı edildiği bir toplumda, aile, ahlak, devlet kavramları da değerini yitirmeye başlar ve bunun ardından hızlı bir toplumsal çöküş yaşanır. Böyle bir gelişme ayrıca, tarihi ve kültürü ne kadar eskiye dayanırsa dayansın, bir milleti birbirine bağlayan milli ve manevi tüm bağların parçalanmasını, anarşinin başlamasını ve toplumun bölünmesini kaçınılmaz hale getirecektir. Atatürk bir sözünde şöyle demiştir:
Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.
Görüldüğü gibi, Atatürk tüm yönleriyle olduğu gibi dindarlığıyla ve manevi değerlere verdiği önemle de milletine mükemmel bir örnek olmuştur. Nitekim Atamızın, vefatından çok kısa süre önce halkına ilettiği sözleri de vatansever insanların dinlerine bağlı olmaları gerektiğini bir kez daha vurgulamaktadır:
Bütün dünyanın Müslümanları Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed (sav)'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed (sav)'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.

Devlete İtaatli Olmak
Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü paylaşan toplumda, bu toplumu düzenleme, bu topluma refah ve huzur sağlama amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama, yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur. Tarihin bilinen en eski devirlerinden beri var olan devlet, toplumlar için vazgeçilmez bir kurumdur. Bir toplumda asayiş ve güvenliği sağlayacak, zararlı davranışları kanunla yasaklayacak ve bu kanunların uygulanmasını sağlayacak yegane güç devlettir. Bunun yanı sıra toplumların temel ihtiyaçları olan sağlık, milli eğitim, kültür, alt yapı gibi hizmetler de çoğunlukla devlet tarafından karşılanır. Devlet tarafından sağlanan bu düzenin kalıcı olması ise, toplumun bireylerinin devlete saygısı ve itaati ile doğru orantılıdır.
Türk tarihinde devlet kurumu her zaman kutsal olmuştur. Türkler tarihe, kurdukları güçlü devletlerle adını yazdırmış bir millettir. Bilge Kağan'ın "Ey Türk, üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini, töreni kim bozabilir?" sözü ile ifade ettiği gibi, Türk devlet anlayışında süreklilik esastır. Aynı şekilde Mustafa Kemal de "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır." özdeyişi ile bunu vurgulamıştır.
Atatürk devlete bağlılığın üzerinde önemle durmuştur. Çünkü bir milletin varlığı ve bekası için, güçlü bir devlete sahip olması zorunludur. Ve Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti'nin yararını gözeten, milletin refahının, güvenliğinin ve geleceğinin yegane temeli olan bir devlettir. Devletimizin korunması, her Türk vatandaşının birinci görevidir. Vatansever ve milliyetçi insanlar, devletin kurumlarına zarar verecek, bu kurumların işleyişini aksatacak ya da devletin değerlerini yıpratacak bir faaliyet içine kesinlikle girmeyecekleri gibi, buna yeltenenlerin de her zaman karşısında olacaktır.
Efendiler, biz bize benzeriz. Büyük devletler kuran atalarımız büyük ve kapsamlı medeniyetlere de sahip olmuşlardı. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
İyi bir yönetici, milletinin huzur ve saadetini sağlamak için çalışır. Mustafa Kemal Atatürk, bütün hayatı boyunca bunu yapmaya çalıştı. Milleti için çalışmayı bir görev saydı. "Millete efendilik yoktur. Hadimlik vardır. Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur." sözü ile yöneticilerde bulunması gereken özelliği belirtmiştir. Mustafa Kemal, hayatı boyunca Türk Devleti'nin ve Milleti'nin çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde tutan ender devlet adamlarından birisidir. Savaştaki kahramanlığı kadar, devlet kurup yönetmedeki ustalığı, ileri görüşlülüğü ve barışseverliği ile Atatürk, tarihte eşine az rastlanan bir yöneticidir.

Not:yahu tiras ede ede nerdeyse yok olacakti ya kotayi biraz yükseltinde sizlerle daha iyi ve güzel günün kosullarina uygun konular paylasalim konu parcalaninca degeri eksiliyor ve anlasilmasida zorlasiyor,

Bu Bir Alintidir Sizinle paylasmak istedim
Yunus
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ocak 2008       Mesaj #194
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Komşular aşure bekler
1085 60x60
sp
AHMET ÖRS
sp

sp
İçinde 41 çeşit malzeme olması gereken, hemen her evde pişirilip din ayrımı gözetmeksizin bütün komşuların birbirine ikram ettiği aşureyi sevmeyen yoktur..
sp
Laik mahalle baskısı yüzünden evde dua okutmaktan çekinenlerle böyle bir baskının olmadığını öne sürenler arasında hararetli tartışmaların geçtiği günlerde yaşıyoruz. Bugün Hicri takvimle Muharrem ayının dördü. Haftaya cumartesi gününden, yani Muharrem'in 10'undan itibaren bu ülkede en şık semtlerden köylere kadar, yoksul-zengin ayrımı olmaksızın evlerde aşure tencereleri kaynayacak, komşulara tabak tabak dağıtılacak. Kimse "Bu aşure de nereden çıktı?" diye sormayacak, kimse bu güzel gelenekten rahatsız olmayacak ve ister laik, ister dinsiz, isterse Sünni, Alevi ya da Şii, hatta Musevi ya da Hıristiyan olalım, toplumumuz bu güzel geleneği, hep birlikte bir kez daha yaşatacak. Geleneksel yemeklerin ilk kez ne zaman ve ne amaçla yapıldıklarını saptayabilmek çok zordur. Aşure de böyle bir yiyecek. Adı bile çok eskilere dayanıyor. İslam Ansiklopedisi'nde, "Aşure kelimesinin İbranice aşur'dan geldiği ve o günde Arapların oruç tuttuğu dikkate alınırsa, kelimenin bütün Sami diller arasında ortak bir kelime olduğu anlaşılır," deniyor. Ancak aşure gününün ve aşure tatlısının daha da eskilere gittiği sanılıyor. Tarihçilere bakılırsa, aşurenin izlerini eski Mezopotamya uluslarında bile bulabilmek mümkün. Hatta aşure adının Asur'dan geldiğini öne sürenler bile var. Müslümanlar, aşure günü de denen Hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem'in 10. gününde, bir dizi olayın meydana geldiği görüşünü benimserler. Her ne kadar Kuran'da belirtilmese de Adem Peygamber'in cennette yasak elmayı yedikten sonra ettiği tövbenin kabulü, Nuh Peygamber'in gemisinin tufandan kurtulması, Yunus Peygamber'in bir balığın karnından çıkması, İbrahim Peygamber'in ateşte yanması, İdris Peygamber'in diri olarak göğe çıkarılması, Yakup Peygamber'in oğlu Yusuf Peygamber'e kavuşması, Eyüp Peygamber'in hastalıklarının geçip iyileşmesi, Musa Peygamber'in Kızıldeniz'den geçip İsrailoğulları'nı Firavun'dan kurtarması, İsa Peygamber'in doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe çıkarılması gibi mucizelerin hep bu günde gerçekleştiğine inanılır. Bu mucizelerin bir bölümünü Musevi ve Hıristiyanlar da kabul ederler. Yani din ayrımı gözetmeksizin, birçok efsanenin buluştuğu bir gün, 'Aşure günü.' Aşurenin din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin evlerde pişirilip konu komşuya dağıtılması da çok eskilere kadar giden bir gelenek. Aşurenin malzemesi tahıl, baklagiller, meyve ve tohumlar. İçinde 41 çeşit malzeme olması gerekiyor. Kuşkusuz en önemli malzemesi buğday. Beyaz fasulye, nohut, kuru bakla ve kuru börülce de konuyor. Kimi bölgelerde kurban etinden bir parça saklanıp aşure yapılırken içine atılıyor. Bazıları buğday yerine pirinç, şeker yerine pekmez kullanıyor, içine sakız, anason katanlar bile var.

BÖLGEDEN BÖLGEYE DEĞİŞİR
Üzeri kavrulmuş susam, badem, fındık, ceviz, kuşüzümü, nar taneleriyle süslenen bu nefis tatlı, pek çok geleneksel yemekte olduğu gibi bölgeden bölgeye, hatta aileden aileye az çok farklılık gösteriyor. Koyu bir çorba kıvamında aşure sevenler de iyice pelteleşmiş olanını tercih edenler de var. Kimi kesinlikle portakal, mısır katmazken, kimileri üzerine kuşüzümü serpmekten titizlikle kaçınıyor. 41 çeşit malzemenin teminindeki zorluk nedeniyle aşure daha az malzemeyle de yapılıyor. Bu durumda içine katılan bir tutam tuz, biraz bal ve azıcık sütün bütün eksikleri tamamladığına, zira bu üç malzemenin tüm besinlerin özü olduğuna inanılıyor. Bazı kişiler aşurede ağızlarına fasulye, nohut gibi baklagillerin gelmesinden hoşlanmazlar. Osmanlı sarayında da damak zevki herhalde bu yönde olmalı ki, 'saray usulü süzme aşure' denen daha farklı bir tarz geliştirilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere, bu aşurede malzemeler bir süzgeçten geçiriliyor ve ağza taneler gelmiyor. Günümüzde bazı evlerde bu iki aşure biçiminin sentezi uygulanıyor. Bazı malzemeler, örneğin baklagiller iyice ezilip süzgeçten geçirilirken, diğerleri taneli olarak bırakılıyor. Ancak içeriği nasıl olursa olsun, iyi bir aşure geleneksel Türk yemek pişirme tarzı olarak gördüğüm yöntemle hazırlanmalı; yani kısık ateşte yavaş yavaş pişirilmeli, içindeki malzemesi helmelenmeli ama bıçakla kesilecek kadar katılaşmamalı.

KÂSELERDE SUNULUR
Aşure günü ve onu izleyen 10 gün içinde, hızlı bir tabak trafiği yaşanır. Geleneksel yöntem, aşurenin porselen tabak ya da kâselerde komşulara gönderilmesidir. Bırakılan tabağın hemen boşaltılıp geri verilmesi istenmez; ayıptır. O tabak alınır komşuya mutlaka içi dolu olarak geri gönderilir. Son zamanlarda konu komşu arasındaki bu aşure trafiğini ortadan kaldırmak için plastik tabaklar kullanıldığını görüyorum. Bunun gelenekleri yozlaştırıldığını düşünüyor ve hoş bulmuyorum. Hele bugün hâlâ bazı ailelerin evinde bulunan, ama Topkapı Sarayı'nda en güzel örnekleri sergilenen 'aşurelik' adı verilen ağız kısmı geniş, özel şık porselen ibrikler ve onlara uygun özel aşure takımlarını görecek olsalar, bu gibilerin komşularına plastik tabaklar içinde aşure göndermeye kalkmayacaklarını düşünüyorum. Yazar Buket Uzuner, Şiirin Kızkardeşi Öykü isimli kitabında aşureyi "Dünyanın en eski erotik tatlısı," olarak niteliyor. Uzuner'e göre, "Tatlıyla tuzlunun en aykırı biçimde yan yana geldiği dünyanın en karmaşık, en karşıt, en sofistike tatlısı, aşure," aynı zamanda afrodizyak bir yiyecek. İçindeki her maddenin tek tek sinir uçlarına dokunmasını, tatlıyla tuzlunun zıtlığında yatan gerilimi kadınla erkek bedenine taşımasını, bu görüşüne gerekçe olarak gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında aşure tüketiminde bir patlama gerçekleşir mi, orasını bilemiyorum ama bana kalırsa bu olağanüstü yiyeceğin erotizmden daha da önemli bir etkisi var. Din, mezhep, ırk ve siyasal görüşleri ne olursa olsun, bu topraklarda yaşayan insanları birkaç günlüğüne de olsa, o bir tabak dolusu bereketin etrafında birleştiriyor. Hiç tanımadığı komşusundan gelen aşureyi yiyen kişi, kendisini düşünen başkalarının da olduğunu fark ediyor. Aşure bize yol gösteriyor aslında. Uzlaşmaz, bir araya gelmez gibi görünen 41 çeşit malzeme aşure tenceresinin içinde eriyip, her biri lezzetini yanındakine aktararak ortaya mükemmel bir sentez çıkardığı gibi, zıtlıkları hoşgörü tenceresinde eritip kusursuz bir toplum yaratmak da bizim boynumuzun borcu olmalı. Aşure günümüz bu bağlamda kutlu olsun!..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ocak 2008       Mesaj #195
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
VATAN HAİNİ KİME DENİR?

Hep derler; ‘vatan haini kime denir.’ diye. Bunu hep vatan hainleri sorar,
nedense. Olsun biz cevap verelim yine.

Bir: Vatan haini, vatanını satana denir. İki: Vatan haini, vatanının
satılmasına göz yumana denir. Üç: Vatan haini, vatanı satılırken, vatanı
satanların yanında olana denir. Dört: Vatan haini, ormanlarını yakanlara
denir. Beş: Vatan haini, vatanın ordusuna dil uzatanlara denir. Altı: Vatan
haini, Mustafa Kemal e küfredenlere denir.( küfürleri iade edilerek.) Yedi:
Vatan haini, vatanı alehine yazanlara denir. Sekiz: Vatan haini, kısaca,
vatan mevzuu bahis olunca, arkasını dönüp gidenlere denir…Son olarak, vatan
haini, bu yazılanları üzerine alınana denir. Biz buna argoda, bu da sana
kapak olsun, deriz. Çünkü biz halkız ve kazanacağız. Şayet biri üzerine
alınırsa, inanın vatan hainidir…

Konuşma sus dediler. Sus ki aydınlığa giden yol
Uzak ara kalsın.
Bilinmesin doğrular,eğrilerde hükümdardılar.
Ne sabahın şafağında yürüdüler.
Ne gecenin sessiz muhabbetlerini dinlediler.
Es geçerlerken geçmişi geleceği
Orta oyunlarında,
Peşkeş çektiler memleketi.

Sorsan müslümandılar.
Atilla İlhan ın dediği gibi; ‘azıcık dokunsan’
Piskopos kılıklı bezirgandılar.
Azdılar!
Git gide çoğaldılar.

Ne korkusu Allah ın, ne sevgisi
Büyük şeytanın dostuydular.
Haçların gölgesinde pazarlıklar ucuz
Musa nın çocukları
İsa nın beslemeleriydiler.

Sorsan müslümandılar,
Beş köşeli yıldızlarla karşılandılar.
Çanlar kimin için çalıyor derken,
Bağdat kan gölü,
Tikrit de acı bir ağıt,
Kuzeyde işbirlikci,
Sorsan, özgürlük savaşçılarıydılar.
Azıcık dokunsan geçmişlerine
Bin yıllık haindiler

Dilleriniz sizin olsun
Mezopotamya da biziz, Hattusaş da
Musul da bizim, Kerkük de

Puşularınız sizin olsun
Batman da bizim, Şırnak da
Zılgıtlarınız daim olsun
Türküler de bizim, marşlar da
Büyük şeytanla dostluğunuz baki
Kaderiniz ortak olsun.
Gerilla da biziz, Che Guevera da.

Sonunuz hayır olsun.
Şeref de bizim, şanlı tarih de.
Çadır bile kuramazken asırlardır,
On altı devlet kuran da biziz,
Yıkan da…

İnsanı severiz, insan olduğumuz için.
Kılına zarar gelse bir serçenin,
İçimiz titrer, daralır yüreğimiz.
Her şeyi affederiz, biri hariç
İhanet!

Aşk bile ihaneti affetmez.
Vatan eder mi? A cahil!

internetten alıntıdır
mustafax5 - avatarı
mustafax5
Ziyaretçi
11 Mayıs 2008       Mesaj #196
mustafax5 - avatarı
Ziyaretçi
Ellerine saglık arkadasım kardesım Msn Grin
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
11 Mayıs 2008       Mesaj #197
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
Irak’ta kaybolan silahların akibeti belli olmaya başladı.

Irak’ın Yeniden Yapılandırılması Özel Denetim Müfettişliği Ofisi Baş Müfettişi Stuart W. Bowen’in Pentagon’a sunduğu 30 sayfalık rapor, büyük soygunu gözler önüne serdi.
Kuzey Irak’ta Osman Öcalan’ın şoförlüğünü yapan ve 3 ay önce Habur Sınır Kapısı’nda güvenlik güçlerine teslim olan “Hacı” kod adlı İbrahim Polat’ın, Kürt grupların PKK’ya silah ve patlayıcı madde temin ettiğini ve ABD’li askeri yetkililerin her ay Murat Karayılan’la görüştüklerini ileri sürmesinin ardından, ABD’nin Irak’a verdiği ve kaybolan silahlar yeniden gündeme geldi.
Irak’ın Yeniden Yapılandırılması Özel Denetim Müfettişliği Ofisi Baş Müfettişi Stuart W. Bowen, ABD Savunma Bakanlığı’nca Irak’a verilen 370 bin silahtan 360 bininin nerede olduğunun bilinmediğini tespit ederek, kayıp silahların envanterini de çıkarmış.
“Hacı” kod adlı İbrahim Polat’ın, Irak’taki Kürt grupların terör örgütü PKK’ya silah ve patlayıcı temin ettiğine ilişkin itiraflarının ardından gözler ABD’nin kayıp silahlarına çevrildi. Bowen’in Pentagon’a sunduğu 30 sayfalık raporda kayıp silahlar gerçeğine işaret ederek, silahların nerede olduğunun bir an önce tespit edilerek Irak Savunma ve İçişleri Bakanlığı’na kaydedilmesi gerekliliğine vurgu yaptı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda gerçekleştirdiği Lübnan gezisinde, “PKK’nın elinde ABD menşeli silahlar var” açıklamasında bulunmuştu. Başbakan Erdoğan’ın bu tezini ABD Savunma Bakanlığı’na sunulan rapor da doğruladı. Rapora göre ABD’nin Irak’ın yeniden yapılandırılması amacıyla 2003 yılından bu yana gönderdiği silahların kimlerin eline geçtiği bilinmiyor.
ABD’nin Irak güvenlik güçlerine verdiği silahların başta terör örgütü PKK’nın eline geçtiği iddiaları üzerine Pentagon, Irak’ta silah soruşturması başlattı. Soruşturmanın önemli bir bölümünü ise Başmüfettiş Bowen yürüttü. 28 Ekim 2006′da tamamlan rapor ABD Savunma Bakanlığı’na sunuldu. Raporda, ABD’nin Irak Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’na bağlı Irak Güvenlik Güçleri’ne (ISF) sağladığı 370 bin silahtan sadece 10 bininin kayıt altına alınabildiği ifade edildi. Raporda, Aralık 2006′ya kadar Irak’a yaklaşık 325 bin ekipmanın sağlanacağı, bunlardan 277 bin 600′ünün Ağustos 2006′da gönderildiği belirtildi. Raporda, “Senato Silahlı Hizmetler Komitesi’nin sağlanacak silahların kalitesi, tipi ve miktarını tespit ettiği yardım Irak Yeniden Yapılandırma ve Yardım Fonu (IRRF) çerçevesinde Irak’a gönderildi” denildi.
Bowen, raporda 370 bin 251 silaha yaklaşık 133 milyon dolar harcandığını ifade etti. Raporda 19 anlaşma ve 142 teslim belgesi yoluyla Irak’a ulaştırılan silahlar arasında özellikle PKK’nın kullandığı Kalaşnikof marka silah ile son yıllarda Türkiye’de birçok olayda kullanılan Glock marka tabancaların Irak’a en çok sağlanan silah olduğu bilgisine de yer verildi. Bowen, Irak Savunma Bakanlığı tarafından kayıt altına alınan silahların ABD tarafından gönderilen silahların seri numarası ile uyuşmadığına dikkat çekip, silahların bir an önce Irak’ın Savunma ve İçişleri Bakanlığı’na kaydedilmesini istedi.
Rapora göre ABD’nin Irak’a yaptığı silah yardımının dağılımı şöyle: 138 bin 813 9mm Glock, 165 bin 409 Kaleşnikof AK- 47, 38 bin 53 Glock 9 mm generic, 14 bin 983 makineli tüfek RPK, 384 shotgun, 60 keskin nişancı tüfeği Siper Rifle, bin 528 Luncher RPG- 7 roketatar, 3 bin 900 el bombası
drzombie - avatarı
drzombie
Ziyaretçi
30 Haziran 2008       Mesaj #198
drzombie - avatarı
Ziyaretçi
İşte Dağlıca Tedbirleri

PKK’nın 21 Ekim 2007 gecesi üç koldan başlattığı saldırı üç saat sürdü. Baskında 13 er yaşamını yitirirken, sekiz er ise PKK tarafından esir alınarak Kuzey Irak’a götürüldü. Serbest kaldıklarında önce tutuklanan erler, halen Van Jandarma Asayiş Komutanlığı Mahkemesi’nde tutuksuz yargılanıyor.
30trfs12tarC4B1k
Taraf, 21 Ekim 2007’de 13 erin şehit düşmesi, sekiz erin de PKK tarafından kaçırılmasıyla sonuçlanan Dağlıca baskınındaki ihmaller zincirine ilişkin bugüne dek birçok haber yaptı. Son olarak 25 Haziran 2008 günkü sayımızda, Dağlıca baskınından dokuz gün önce başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere tüm ilgili askeri birimlere gönderilen bir iç yazışmayı belgesiyle yayımladık.

Bu yazışmada, baskının nereden, nasıl, kim tarafından yapılacağına ilişkin ayrıntılı bilgiler vardı. Genelkurmay Başkanlığı önceki gece internet sitesinde yayımladığı açıklamada, Taraf’taki belgeye ilişkin olarak, “Yayımlanan mesaj gerçek bir belge olup, tehdide maruz tüm birimleri uyarma amacı taşımaktadır. Alınan duyumların değerlendirilerek istihbarat haline getirilmesi ve eylem ikazı olarak yayımlanması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde kullanılan standart bir uygulamadır” dedi.

Aynı açıklamada Genelkurmay, Dağlıca baskınına ilişkin mevcut uyarının nasıl değerlendirildiğini de şöyle tarif etti: “Söz konusu ikazla birlikte, bölgedeki birliklerde emniyet tedbirleri artırılmış ve Dağlıca’da konuşlu unsurlarımız gerekli tepkiyi göstererek, hain saldırının amacına ulaşmasını engellemişlerdir.”

Ancak bu baskın öncesinde ve sırasında yaşananlar, 13 erin şehit, sekizinin de esir düştüğü saldırıyı etkisiz kılmak için gerekli önlemlerin eksiksiz biçimde alındığı konusunda kuşku uyandırıyor. Taraf, Dağlıca tedbirsizliklerini okurların dikkatine sunuyor.

Bölükteki asker sayısı 250’den 80’e indi


Dağlıca baskınından önce taburun emniyetini sağlayan bölükteki asker sayısı 250’den 80’e düşürüldü. Bu bölükteki askerlerin bir kısmı taburun emniyetini sağlamak için Keri Tepesi’ni tutuyordu.

Başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Jandarma, 2. Ordu Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na Van’dan gönderilen ve önceki gün yayımlanan Genelkurmay Başkanlığı açıklamasıyla belgesi doğrulanan istihbarat raporunda, PKK’lıların Keri Tepesi’nden saldırı yapacağı baskından dokuz gün önce bildirilmişti.
Nöbetçi erlerin sayısı azaltıldı

Baskının yapıldığı ve taburu korumakla görevli tepedeki nöbetçi erlerin sayısı 100’den 26’ya indirildi. Dağlıca baskınında yaralı olarak kurtulan Piyade Ufuk Çelik baskın sonrasında bölükteki asker sayısının azaltılmasıyla ilgili olarak şu bilgileri verdi; “Taburun emniyetini sağlamak için Keri Tepesi’ni bizim bölük tutuyordu.

Bölüğün mevcudu yaklaşık 250 kişi idi. Ancak 20 Ekim 2007 tarihine kadar 1986/3 tertip erler terhis olup gidince, tabur komutanının emriyle her bölükten yaklaşık otuzar kişi seçilip alınarak Buğra Bölük Timi oluşturuldu. Bu tim tabur karargahının olduğu bölgede operasyon için hazır tutuluyordu. Bölük mevcudumuz 80 kişiye düştü. 26 kişi de Keri mevzilerinde 10 gün görevde kalmak durumunda oldu.”

Mevziler boş bırakıldı

Yeterli sayıda asker olmaması nedeniyle, hakim tepeler boş bırakıldı. Her mevzide üç asker bulunması gerektiği halde, bu sayı 1’e düşürüldü. Her iki uçtaki mevzilerin orta noktasındaki bir mevzi de, yine asker sayısının yetersizliği nedeniyle boş bırakıldı. Hakim tepeler olan Geper, Gerçek Keri ve 2522 rakımlı Oramar Tepesi, asker yetersizliğinden boş kalan mevzilerdendi.

Bu mevziler PKK’lıların geliş yolu üzerindeydi ve korunmasız oldukları için PKK’lılar bu bölgeleri herhangi bir direnişle karşılaşmadan ele geçirdi, daha sonra da baskın düzenlendi. Hava soğuk olduğu için çadırda ısınan erlerin bir kısmı baskın anında panikten tabura doğru kaçtı.
Tim bir mermi bile atmadı
Bir görevi de nöbet tutan erleri korumak olan yeni oluşturulmuş Buğra Bölük Timi, baskın anında taburda bekletilmesine rağmen çatışmaya girmedi, taciz ateşi bile açmadı. Asker sayısının yetersizliği nedeniyle iki ağır makineli silah mevzisinin boş olduğu da ortaya çıktı. MK19 bombaatar mevzi de boş bırakılmıştı.

Top atışları kısa düştü
Bunun üzerine PKK’lıların görüldüğü bölgeye ateş açıldı. Ancak tüm mermiler ve toplar kısa düştü. Dağlıca’da görevli Piyade Çavuş Ufuk Çelik, bu olayı ifadesinde şöyle anlattı: “Telsizle durumu tabura ilettik. Bu bölgeye taburdan havan ve topçu ateşi açıldı, ama mermiler hep kısa düştü. Havan ve topçu menzili dışında kaldılar.”

Komutan düğündeydi
Dağlıca baskınından altı saat önce, PKK’lılar bölgede yine görüldü. Tabur Komutanı Yarbay Onur Dirik’in düğünde olduğu ortaya çıktı. Çelik ifadesinde “Tabur komutanı o sırada köydeki düğünde olduğundan üsteğmenimize telsizden herhangi bir emir verilmedi. Bu yüzden bölük komutanımız gece uyumamamız ve dikkatli olmamız gerektiğini söyledi” diyerek yaşananları ve komutanın düğünde olduğunu açıkladı.

Tabur Komutanı Onur Dirik baskından sonra Hakkari Asliye Ceza Mahkemesi tarafından alınan ifadesinde “Baskın günü bölgenin gözetlendiği ve teröristlerin görüntüsü bana telsizle bildirildi” diyerek görüntü alındığını kabul etti. Van Cumhuriyet Başsavcılığı da önceki hafta tamamladığı iddianamesinde, PKK’lıların baskına gelirken “Düğün” kodunu kullandıkları ortaya çıktı.

Projektörlerle aydınlatma yapıldı
Dağlıca baskını sırasında, yüksek noktalardaki bölgeler projektörlerle aydınlatıldığı için nöbet tutan erler çok rahat görülüyordu. Çelik, ifadesinde bu olaya da yer verdi: “Herkes önemli bir olayın olabileceğinden endişe duyarak gerilmişti. Hepimiz diken üstündeydik. O gün sis vardı ve ortalık projektörlerle aydınlatılıyordu. Bu nedenle bulunduğumuz tepede personel, yakın mesafeden rahatça görülüyordu.”
Erler nöbete el bombasız gönderildi
Dağlıca baskını sonrası ifadeleri alınan tüm erler bölgeye el bombasız gönderildiklerini açıkladı. Erlerin tümü “Son 10 günde, göreve gelirken her askerin üzerinde bulunan taarruz el bombaları savunma bombalarıyla değiştirilmek üzere tabur komutanının emriyle toplatıldı.

Biz yeni el bombalarını almadan, yani el bombasız Keri Tepesi’ne gelmiştik. Sadece mevzilerde 30 kadar el bombası vardı. Üç saat çatıştıktan sonra bu bombalar da bitti” şeklinde ifade verdi.
El bombasız nöbet itirafı ve gerekçesi
Tabur Komutanı Onur Dirik, Van Askeri Mahkemesi’ne verdiği ifadede erlerin nöbete el bombasız gönderildiklerini kabul etti ve şöyle dedi; “Olaydan önce bir el bombasının pimi çekilirken kaza yaşandı. El bombalarının sakıncalı olacağı düşünüldü. Bu nedenle olaydan önce, arızalı olabileceği gerekçesiyle el bombaları toplatıldı.”
Üç saatlik çatışmaya yardım gelmedi
Ramazan Yüce’nin baskın anında erleri teslim olmaya ikna ettiği iddia edilmesine rağmen, çatışmanın başladığı saat 00:20’den, teslim olunan 03:20’ye kadar çatışmanın sürdüğü, bombaların ve mermilerin bitmesi üzerine teslim oldukları ortaya çıktı. Yüce’nin başına saplanmış olan şarapnel parçaları ve PKK’lılarla çatıştığı da erlerin ifadelerine yansıdı.
Erlerin kaçırıldığı kamuoyundan gizlendi
Baskın sonrası esir alınan sekiz er, bayrak direği yanında toplu halde bir saat bekletildi. Ardından yaya olarak iki gün süren K. Irak’a intikalleri yapıldı. Bu süre boyunca baskını yapanlar helikopterlerle takip edilmedi. Erler’in kaçırıldığı gerçeği, iki gün boyunca kamuoyundan gizlendi.

Silahlar tutukluk yaptı
Başta Keri Tepesi olmak üzere baskının yapıldığı tepelerde askerlerin kullandıkları silah ve uzun menzilli bombaatarların tutukluk yaptığı ortaya çıktı. Tabur Komutanı Dirik mahkemeye gönderdiği tutanakta silahların tutukluk yapmasının mümkün olmadığını belirtirken, tutukluk yapmayan silahların listesini rapor olarak sundu. Ancak daha sonra yapılan incelemelerde silahların tutukluk yaptığı ortaya çıktı.

DOĞRULANAN BELGE

Genelkurmay Başkanlığı tarafından kabul edilen “İvedi” damgalı, 12 Ekim 2007 tarihli, Van Bölge Komutanlığı’ndan gönderilen “3590-2292-07/İDAM (63939) mesaj no’lu istihbarat raporunda, Dağlıca Taburu’na yapılacak saldırı istihbaratı, Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere tüm birimlere baskından dokuz gün önce şu ifadelerle bildirildi:

“Hakkari-Yüksekova İkiyaka Bölgesi’nde faaliyet gösteren Zindan sorumluluğundaki TÖ. (Terörist Örgüt) grubunun işbirlikçileri aracılığıyla, Dağlıca 3. Motorize Tabur Komutanlığı’nın faaliyetleri hakkında bilgi almaya çalıştığı, önümüzdeki günlerde Dağlıca bölgesinde bulunan Keri Tepe üs bölgesi ile Geper olarak adlandırılan bölgede icra edilecek faaliyet esnasında askeri birliklere yönelik eylem yapmayı planladıkları...”

Baskın günü üç komutan izinliydi
Baskın günü taburda bulunan üç komutanın da izinde olduğu ortaya çıktı. Tabur, baskın anında komutansız kalmıştı. Dirik bu durumu şu sözlerle açıkladı: “Bölgede bölük komutanı bulunmamasının sebebi, birinin izinde olması, diğerinin ertesi gün icra edilecek izin konvoyunun yol emniyet görevini sevk ve idare edecek olması ve birinin de birkaç gün sonra yapılacak operasyonun komutanı olarak görevlendirildiği için dinlendiriliyor olmasıdır. Bölgedeki iki bölük komutanı izinli olduğu için lider personelin tecrübe ve yetenek durumu dikkate alınarak gerekli düzenleme yapılmaktadır.”

Helikopter isteği karşılanmadı

Dağlıca baskınından iki gün önce PKK’lıların bölgede dokuz katırla görüldükleri tabura üç kez rapor edildi. PKK’lıların bölgede görülmesi üzerine taburdan helikopter talebi yapıldı. Ancak taburun helikopter isteği uygun görülmedi. Piyade Er Recep Can, helikopter isteğinin reddedilmesini ifadesinde şöyle belirtti; “Olay gecesinden iki gün önce öğlen saatlerinde dokuz on katırla üç kişilik görüntü tespit ettik. Bu görüntü Çağdaş Üsteğmen tarafından tabur komutanına bildirildi. Akabinde kobra helikopter talebinde bulunuldu, ancak talep uygun görülmedi.”





( Taraf/MEHMET BARANSU ) - 29.06.2008
drzombie - avatarı
drzombie
Ziyaretçi
30 Haziran 2008       Mesaj #199
drzombie - avatarı
Ziyaretçi
İşte Dağlıca Tedbirleri

PKK’nın 21 Ekim 2007 gecesi üç koldan başlattığı saldırı üç saat sürdü. Baskında 13 er yaşamını yitirirken, sekiz er ise PKK tarafından esir alınarak Kuzey Irak’a götürüldü. Serbest kaldıklarında önce tutuklanan erler, halen Van Jandarma Asayiş Komutanlığı Mahkemesi’nde tutuksuz yargılanıyor.
30trfs12tarC4B1k
Taraf, 21 Ekim 2007’de 13 erin şehit düşmesi, sekiz erin de PKK tarafından kaçırılmasıyla sonuçlanan Dağlıca baskınındaki ihmaller zincirine ilişkin bugüne dek birçok haber yaptı. Son olarak 25 Haziran 2008 günkü sayımızda, Dağlıca baskınından dokuz gün önce başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere tüm ilgili askeri birimlere gönderilen bir iç yazışmayı belgesiyle yayımladık.

Bu yazışmada, baskının nereden, nasıl, kim tarafından yapılacağına ilişkin ayrıntılı bilgiler vardı. Genelkurmay Başkanlığı önceki gece internet sitesinde yayımladığı açıklamada, Taraf’taki belgeye ilişkin olarak, “Yayımlanan mesaj gerçek bir belge olup, tehdide maruz tüm birimleri uyarma amacı taşımaktadır. Alınan duyumların değerlendirilerek istihbarat haline getirilmesi ve eylem ikazı olarak yayımlanması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde kullanılan standart bir uygulamadır” dedi.

Aynı açıklamada Genelkurmay, Dağlıca baskınına ilişkin mevcut uyarının nasıl değerlendirildiğini de şöyle tarif etti: “Söz konusu ikazla birlikte, bölgedeki birliklerde emniyet tedbirleri artırılmış ve Dağlıca’da konuşlu unsurlarımız gerekli tepkiyi göstererek, hain saldırının amacına ulaşmasını engellemişlerdir.”

Ancak bu baskın öncesinde ve sırasında yaşananlar, 13 erin şehit, sekizinin de esir düştüğü saldırıyı etkisiz kılmak için gerekli önlemlerin eksiksiz biçimde alındığı konusunda kuşku uyandırıyor. Taraf, Dağlıca tedbirsizliklerini okurların dikkatine sunuyor.

Bölükteki asker sayısı 250’den 80’e indi


Dağlıca baskınından önce taburun emniyetini sağlayan bölükteki asker sayısı 250’den 80’e düşürüldü. Bu bölükteki askerlerin bir kısmı taburun emniyetini sağlamak için Keri Tepesi’ni tutuyordu.

Başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Jandarma, 2. Ordu Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na Van’dan gönderilen ve önceki gün yayımlanan Genelkurmay Başkanlığı açıklamasıyla belgesi doğrulanan istihbarat raporunda, PKK’lıların Keri Tepesi’nden saldırı yapacağı baskından dokuz gün önce bildirilmişti.
Nöbetçi erlerin sayısı azaltıldı

Baskının yapıldığı ve taburu korumakla görevli tepedeki nöbetçi erlerin sayısı 100’den 26’ya indirildi. Dağlıca baskınında yaralı olarak kurtulan Piyade Ufuk Çelik baskın sonrasında bölükteki asker sayısının azaltılmasıyla ilgili olarak şu bilgileri verdi; “Taburun emniyetini sağlamak için Keri Tepesi’ni bizim bölük tutuyordu.

Bölüğün mevcudu yaklaşık 250 kişi idi. Ancak 20 Ekim 2007 tarihine kadar 1986/3 tertip erler terhis olup gidince, tabur komutanının emriyle her bölükten yaklaşık otuzar kişi seçilip alınarak Buğra Bölük Timi oluşturuldu. Bu tim tabur karargahının olduğu bölgede operasyon için hazır tutuluyordu. Bölük mevcudumuz 80 kişiye düştü. 26 kişi de Keri mevzilerinde 10 gün görevde kalmak durumunda oldu.”

Mevziler boş bırakıldı

Yeterli sayıda asker olmaması nedeniyle, hakim tepeler boş bırakıldı. Her mevzide üç asker bulunması gerektiği halde, bu sayı 1’e düşürüldü. Her iki uçtaki mevzilerin orta noktasındaki bir mevzi de, yine asker sayısının yetersizliği nedeniyle boş bırakıldı. Hakim tepeler olan Geper, Gerçek Keri ve 2522 rakımlı Oramar Tepesi, asker yetersizliğinden boş kalan mevzilerdendi.

Bu mevziler PKK’lıların geliş yolu üzerindeydi ve korunmasız oldukları için PKK’lılar bu bölgeleri herhangi bir direnişle karşılaşmadan ele geçirdi, daha sonra da baskın düzenlendi. Hava soğuk olduğu için çadırda ısınan erlerin bir kısmı baskın anında panikten tabura doğru kaçtı.
Tim bir mermi bile atmadı
Bir görevi de nöbet tutan erleri korumak olan yeni oluşturulmuş Buğra Bölük Timi, baskın anında taburda bekletilmesine rağmen çatışmaya girmedi, taciz ateşi bile açmadı. Asker sayısının yetersizliği nedeniyle iki ağır makineli silah mevzisinin boş olduğu da ortaya çıktı. MK19 bombaatar mevzi de boş bırakılmıştı.

Top atışları kısa düştü
Bunun üzerine PKK’lıların görüldüğü bölgeye ateş açıldı. Ancak tüm mermiler ve toplar kısa düştü. Dağlıca’da görevli Piyade Çavuş Ufuk Çelik, bu olayı ifadesinde şöyle anlattı: “Telsizle durumu tabura ilettik. Bu bölgeye taburdan havan ve topçu ateşi açıldı, ama mermiler hep kısa düştü. Havan ve topçu menzili dışında kaldılar.”

Komutan düğündeydi
Dağlıca baskınından altı saat önce, PKK’lılar bölgede yine görüldü. Tabur Komutanı Yarbay Onur Dirik’in düğünde olduğu ortaya çıktı. Çelik ifadesinde “Tabur komutanı o sırada köydeki düğünde olduğundan üsteğmenimize telsizden herhangi bir emir verilmedi. Bu yüzden bölük komutanımız gece uyumamamız ve dikkatli olmamız gerektiğini söyledi” diyerek yaşananları ve komutanın düğünde olduğunu açıkladı.

Tabur Komutanı Onur Dirik baskından sonra Hakkari Asliye Ceza Mahkemesi tarafından alınan ifadesinde “Baskın günü bölgenin gözetlendiği ve teröristlerin görüntüsü bana telsizle bildirildi” diyerek görüntü alındığını kabul etti. Van Cumhuriyet Başsavcılığı da önceki hafta tamamladığı iddianamesinde, PKK’lıların baskına gelirken “Düğün” kodunu kullandıkları ortaya çıktı.

Projektörlerle aydınlatma yapıldı
Dağlıca baskını sırasında, yüksek noktalardaki bölgeler projektörlerle aydınlatıldığı için nöbet tutan erler çok rahat görülüyordu. Çelik, ifadesinde bu olaya da yer verdi: “Herkes önemli bir olayın olabileceğinden endişe duyarak gerilmişti. Hepimiz diken üstündeydik. O gün sis vardı ve ortalık projektörlerle aydınlatılıyordu. Bu nedenle bulunduğumuz tepede personel, yakın mesafeden rahatça görülüyordu.”
Erler nöbete el bombasız gönderildi
Dağlıca baskını sonrası ifadeleri alınan tüm erler bölgeye el bombasız gönderildiklerini açıkladı. Erlerin tümü “Son 10 günde, göreve gelirken her askerin üzerinde bulunan taarruz el bombaları savunma bombalarıyla değiştirilmek üzere tabur komutanının emriyle toplatıldı.

Biz yeni el bombalarını almadan, yani el bombasız Keri Tepesi’ne gelmiştik. Sadece mevzilerde 30 kadar el bombası vardı. Üç saat çatıştıktan sonra bu bombalar da bitti” şeklinde ifade verdi.
El bombasız nöbet itirafı ve gerekçesi
Tabur Komutanı Onur Dirik, Van Askeri Mahkemesi’ne verdiği ifadede erlerin nöbete el bombasız gönderildiklerini kabul etti ve şöyle dedi; “Olaydan önce bir el bombasının pimi çekilirken kaza yaşandı. El bombalarının sakıncalı olacağı düşünüldü. Bu nedenle olaydan önce, arızalı olabileceği gerekçesiyle el bombaları toplatıldı.”
Üç saatlik çatışmaya yardım gelmedi
Ramazan Yüce’nin baskın anında erleri teslim olmaya ikna ettiği iddia edilmesine rağmen, çatışmanın başladığı saat 00:20’den, teslim olunan 03:20’ye kadar çatışmanın sürdüğü, bombaların ve mermilerin bitmesi üzerine teslim oldukları ortaya çıktı. Yüce’nin başına saplanmış olan şarapnel parçaları ve PKK’lılarla çatıştığı da erlerin ifadelerine yansıdı.
Erlerin kaçırıldığı kamuoyundan gizlendi
Baskın sonrası esir alınan sekiz er, bayrak direği yanında toplu halde bir saat bekletildi. Ardından yaya olarak iki gün süren K. Irak’a intikalleri yapıldı. Bu süre boyunca baskını yapanlar helikopterlerle takip edilmedi. Erler’in kaçırıldığı gerçeği, iki gün boyunca kamuoyundan gizlendi.

Silahlar tutukluk yaptı
Başta Keri Tepesi olmak üzere baskının yapıldığı tepelerde askerlerin kullandıkları silah ve uzun menzilli bombaatarların tutukluk yaptığı ortaya çıktı. Tabur Komutanı Dirik mahkemeye gönderdiği tutanakta silahların tutukluk yapmasının mümkün olmadığını belirtirken, tutukluk yapmayan silahların listesini rapor olarak sundu. Ancak daha sonra yapılan incelemelerde silahların tutukluk yaptığı ortaya çıktı.

DOĞRULANAN BELGE

Genelkurmay Başkanlığı tarafından kabul edilen “İvedi” damgalı, 12 Ekim 2007 tarihli, Van Bölge Komutanlığı’ndan gönderilen “3590-2292-07/İDAM (63939) mesaj no’lu istihbarat raporunda, Dağlıca Taburu’na yapılacak saldırı istihbaratı, Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere tüm birimlere baskından dokuz gün önce şu ifadelerle bildirildi:

“Hakkari-Yüksekova İkiyaka Bölgesi’nde faaliyet gösteren Zindan sorumluluğundaki TÖ. (Terörist Örgüt) grubunun işbirlikçileri aracılığıyla, Dağlıca 3. Motorize Tabur Komutanlığı’nın faaliyetleri hakkında bilgi almaya çalıştığı, önümüzdeki günlerde Dağlıca bölgesinde bulunan Keri Tepe üs bölgesi ile Geper olarak adlandırılan bölgede icra edilecek faaliyet esnasında askeri birliklere yönelik eylem yapmayı planladıkları...”

Baskın günü üç komutan izinliydi
Baskın günü taburda bulunan üç komutanın da izinde olduğu ortaya çıktı. Tabur, baskın anında komutansız kalmıştı. Dirik bu durumu şu sözlerle açıkladı: “Bölgede bölük komutanı bulunmamasının sebebi, birinin izinde olması, diğerinin ertesi gün icra edilecek izin konvoyunun yol emniyet görevini sevk ve idare edecek olması ve birinin de birkaç gün sonra yapılacak operasyonun komutanı olarak görevlendirildiği için dinlendiriliyor olmasıdır. Bölgedeki iki bölük komutanı izinli olduğu için lider personelin tecrübe ve yetenek durumu dikkate alınarak gerekli düzenleme yapılmaktadır.”

Helikopter isteği karşılanmadı

Dağlıca baskınından iki gün önce PKK’lıların bölgede dokuz katırla görüldükleri tabura üç kez rapor edildi. PKK’lıların bölgede görülmesi üzerine taburdan helikopter talebi yapıldı. Ancak taburun helikopter isteği uygun görülmedi. Piyade Er Recep Can, helikopter isteğinin reddedilmesini ifadesinde şöyle belirtti; “Olay gecesinden iki gün önce öğlen saatlerinde dokuz on katırla üç kişilik görüntü tespit ettik. Bu görüntü Çağdaş Üsteğmen tarafından tabur komutanına bildirildi. Akabinde kobra helikopter talebinde bulunuldu, ancak talep uygun görülmedi.”





( Taraf/MEHMET BARANSU ) - 29.06.2008
gökkuşağı - avatarı
gökkuşağı
Ziyaretçi
9 Temmuz 2008       Mesaj #200
gökkuşağı - avatarı
Ziyaretçi
STRAZBURG
Avrupa Konsayı Assamblesi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını değil, eski bir arkadaşlarını kucaklar gibiydiler. Kolay değil, yıllarca birlikte çalıştıkları bir arkadaşlarının Cumhurbaşkanı olması, mahalleliyi besbelli ki çok sevindirmiş.


Dün Avrupa Konseyi Assamblesinin toplantısına katılabilmiş olsaydınız, büyük keyif duyardınız. Hele benim gibi, 1972’den bu yana Konsey çalışmalarını izleyen ve bu toplantılarda sadece eleştiri, sadece kötü söz dinleyen, Türkiye’nin sürekli şekilde yerden yere vurulduğunu gören bir gazeteci olup, dünkü manzarayı seyretseydiniz, sizde duygulanırdınız.

30 yıl süreyle bu çatı altında sadece, askeri darbelerin sorgulandığı, sadece işkence iddialarının tartışıldığı, sadece insan hakları ihlallerinden dolayı kınanan bir Türkiye vardı.

12 Mart darbesi (1972), ardından Kıbrıs, o bitmeden 12 Eylül darbesi ve işkenceler, idamlar. Tam “azalıyor artık” derken Kürt sorunu...

Türkiye, ilk defa Özal’lı yıllarda, ardından da 2000’li yıllarda rahatladı.

İşte benim için adeta bir cehennem fırınına benzeyen Avrupa Konseyinde Cumhurbaşkanı’nın ayakta alkışlanması müthiş zevk veren bir olaydı.

Dün Konsey’de, Türkiye coşkusu vardı.

İnsana “ne mutlu Türküm diyene” dedirten bir manzara yaşandı.

Kim olursa olsun, hangi iktidar yönetirse yönetsin, Türkiye için dün Strazgurg’da harika bir gün yaşandı.

DÜNDE ÇOCUKLAR GİBİ ŞENDİK

Cumhurbaşkanı olarak Gül için de son derece duygusal, sembolik ve nostaljik bir gündü.

Gül, 1980’lerde 10 yıl süreyle Suudi Arabistan’da İslam Kalkınma Bankasında uzman olarak çalıştı, ardından 1991 yılında parlamenter olarak 10 yıl konsey çalışmalarına katıldı. İslam alemi ile Avrupa sentezini burada benimsedi. Avrupa’daki fikir ve söylem özgürlüğünden çok etkilendi. Çok arkadaş edindi ve başka bir insan olarak 2002 seçimlerine katıldı.

2003’te aynı parlamentoya Başbakan sıfatıyla geldi. Sıra arkadaşları tarafından yine ayakta alkışlarla karşılandı.

Burası Avrupanın vicdanıdır... Burası İnsan Hakları ve Özgürlüklerin okuludur ve bende bu okuldan mezun oldum” diye başladığı konuşma müthiş bir alkış almıştı.

Hırslıydı, Türkiye’yi nasıl değiştireceğini, İnsan Hakları ve Özgürlükleri konusunda ne reformlar yapacağını anlatmıştı.

Ben de oradaydım.

Aynı şekilde heyecanlanmıştım.

Hatta ertesi günkü Posta yazımda “Dün çocuklar gibi şendik”başlığı atmıştım.

Bu defa da, aynı Gül Cumhurbaşkanı olarak Strazburg’a geldi. Bu defa ise, 2003’te Başbakan olarak verdiği sözlerin ne kadarını yerine getirebildiğini, ne kadarını getiremediğini anlattı.

Başka bir deyişle, kendi karne notlarını eski arkadaşlarıyla paylaştı. “Tabii ki eksiklerimiz var. Ancak Türkiye, hiç geri gitmiyor. Hep ileri gidiyor” dedi.

Anlayış istedi. Belki vicdanında hala 301 acısını taşıyor idiyse dahi, bunu göstermedi.

Assamble’de bütün gün Türkiye konuşuldu. Kıbrıs’a yaptığı ilk dış gezisinden sonra, ilk yabancı dış gezisini Avrupa Konseyine yapması, gerçekten hem çok anlamlı, hem de çok çarpıcıydı.





“YENİ VE DENGELİ ADAYLAR GÖSTERİN”

Cumhurbaşkanı Gül’ün Avrupa Konseyi Assamble’sindeki gövde gösterisi, bir ölçüde Avrupa İnsan Hakları Mahkamesine gösterilecek olan üç yargıç adayı ile ilgili tatsız gelişmeyle aynı ana rastladı.

Kısa bir hatırlatma yapayım.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde (AİHM) uzun yıllar Türkiye’nin adayı olarak seçilip görev yapmış olan Rıza Türmen’in süresi dolmuş ve (yaş haddinden dolayı) iki yıllık yeni bir dönem için tekrar aday gösterilmesi kararlaştırılmıştı. Ancak Türmen’in, AİHM’nin türban kararına olumlu oy kullanması dinci basını ayaklandırınca AKP iktidarı Türmen’in adaylığından son dakikada vazgeçti ve alel acele, yerine üç yeni aday gösterdi.

Prof. Ruşen Ergeç (Brüksel Üniversitesi)
Prof. Mustafa Erdoğan (Hacette Üniversitesi)
Prof. Arzu Oğuz (Ankara Üniversitesi)

Bu üç aday, tüm adaylara yapıldığı gibi, Komisyon tarafından sözlü söyleşiye alındı. Alt Komisyon, üçünden birini seçip Parlamenter Assamble’ye onay için tavsiye edecekti.

Şok işte bu aşamada yaşandı.

Alt Komisyon, Türk adayları reddetti.

Buraya gelmişken durumu araştırdım.

Meğer, Prof. Ruşen Ergeç ile diğer iki aday arasında, konuyu yakından bilenlerin deyimiyle “dağlar kadar fark” bulunmuş.

Bizim için önemli olan, her üye ülkenin üç aday göstermesi ve bunlardan birinin bizim tarafımızdan seçilmesine olanak sağlanmasıdır” diyen yetkili, Prof. Ergeç ile diğerleri arasındaki büyük fark nedeniyle reddedildiğine dikkat çekti. “Sanki Prof. Ergeç isteniyormuş ve diğer iki kişi yanına sembolik olarak konmuş gibiydi” diyen ilgililer, örnek olarak Prof. Oğuz’un hemen hemen hiç dil bilmediğini, Prof. Erdoğan’ın da Uluslararası hukukta ezik kaldığını söylediler.

Prof. Ergeç için ise, “50’ye yakın adayın arasında en parlak olanıydı” deniyor.

Anlayacağınız, acele ve beceriksizlik yüzünden gereksiz şekilde iki öğretim üyemiz küçük düşmüş oldu. Şimdi Ankara’nın yeniden bir liste yapması gerekiyor...




Bu makale hakkında

Mehmet Ali BİRAND tarafından yazılan bu makale, 05 Ekim 2007 Cuma günü yayınlanan Hürriyet Gazetesindeki köşe yazısıdır.DİĞER MAKALELER
69b
Mehmet Ali BİRAND

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap