YALNIZLIK ÜZERİNE BİR YAZI
Gittiğim yerlere mutsuzluk götürdüğümden olsa gerek, uzun kalmıyorum oralarda. Haber özetleri gibi kısa geçiyorum hayatı. Hakkım yok umutsuzluğumu dışa saçmaya. Ya da bencil mi davranıyorum nedir…
Öylesine yaşayan insanlara baktıkça şaşırıyorum. Sıradan yaşıyorlar veya ben öyle zannediyorum. Sürekli dişlerini göstere göstere gülüyorlar. Ben yanaklarıma bakıyorum kasılmıyorlar. En büyük dertleri bir yerlerden para gelecek olması ve o gelecek olan nesnenin gecikmesi, ben öyle hissediyorum. Aşkla ilgili sohbetlerine tanık olmadım, duymadım. Aşkın acısını yaşayan insanları aramadım değil. En büyük acıları sevişme sonrası sigara yakmayı unuttukları sanki. Öylesine mutlu görünüyorlar ki beni aralarına almadıklarını fark ediyorum. Çünkü biliyorlar ilk fırsatta aşkın, acının ve ayrılığın yükünü oturdukları masalara bırakacağımı. İçinde bulunduğum çıkmaz sokaklara girmek istemiyorlar. Haklılar belki de.
İğrendiğimi hissediyorum. Ve her seferinde şehrin ortasına kusuyorum gözyaşlarımı. Tek başıma oturuyorum bütün her yerde. Keder katarı geçiyor. Avucumun içini kederle dolduruyorum. Ellerime sığmıyor tutup ceplerime dolduruyorum. O da yetmiyor karnımı yarıp içini tıka basa dolduruyorum.
Çevremde kimse kalmadı. Üzülmediğim düşüncesiyle boğuşuyorum. Evet üzülmüyorum. Hayatımdaki kadınların beni bir bir terk etmesi beni rahatsız etmiyor. Ve her defasında “bana göre değilsin” mesajları yolladıklarında evimin duvarlarına “ama aşk var ya varsın olmayıversin kadınlar” diye geçiriyorum içimden. Sanırım hayatımdaki kadınlarla anlaşamadığımız tek konu “aşkın paylaşılamayacağı” konusu oldu. Onlar aşkın paylaşılması gerektiği konusunda ısrar ederken, ben aşkın kendini paylaştıracak kadar aciz olmadığını söylüyorum. Ve aşkın yürüdüğünü, bizimse sadece onun paçalarından tutup bizi nereye gideceğimizi bilemeden sürüklediğini savunuyorum. Ve her kadına, yazarın söylediği “aşkın rotasını çizemeyiz, aşk bizi kendine layık görürse o bizim rotamızı çizer” sözü fısıldıyorum. Kadınlar, ne çok kadındırlar…
Yalnızım evet bu aralar kendime tekrarladığım sözcük bu. Yalnızım… Üstelik kendi kendime konuşmaya başladım. Çok fazla konuşuyorum. Ve her yerde… Yanımdan geçenlerin bana uzaylı bir varlığa bakar gibi şaşkınlıkla baktığını gördükçe daha fazla konuşuyorum. Kendi aralarında konuştukları saçma sapan, küflü bir yaşamı gördükçe daha bir sarılıyorum kendime. Hayatımdaki üç şey: sigara, uyku ve sözcüklerimin nefes aldığı klavye. Daha ne olsun ki
Zorunlu seyahatlere çıkıyorum. Çıkarıyorum beynimi. Heybeme kimsesiz bir hayatı koyup çıkıyorum uzun yolculuklara. Ben kendime iyi gelmiyorum bunun farkındayım. Ama seviyorum kendimin kederini. Seviyorum yorgun bir bedene sahip kalp evimi. Nereye gitsem peşimden sürüklediğim bu sanrılı yaşamın bundan rahatsızlık duymadığını ve ne kadar kötülük yaparsam yapayım ona, yine de beni terk etmeyeceğini biliyorum. Bilmek rahatlatıyor beni. Bilmek…
Ne kadar çok karşılaştım ki bilmediğini söyleyen insanlarla… Ki çoğu defa kadınlarla. Ne istediğini bilmeyen kadınlarla… Hep bir savaş halinde olduk onlarla… Var olmanın ve kazanmanın savaşı… Oysa ben yenilgiyi her defasında kabul etmiştim. Yeter ki aşkla bir kavga içinde olmasınlar diye o kadar çok uğraştım ki… Büyüsü bozulmasın diye o kadar uğraştım ki… Başardım mı bilmiyorum. Ya da onlar aşkla kavgalarından sonra daha güçlü çıktıklarını zannederken bu savaştan, içimde hiç yenilgi kıpırtısı oldu mu onu da bilmiyorum…
Daha bir dolu giriyorum yeni bir hayata. Hep yeni bir şeyler ekleyerek giriyorum başka hayatlara. Kendimden çok şey veriyorum. Hiçbir şey almıyorum onlardan. İhtiyacım mı yok. Korkuyor muyum? Kim bilebilir ki ben bilmedikten sonra… Aşk var ya daha ne olsun. Ama hep yalnızım yanlarında. Onlar ruj lekeleri bırakırken defterlerime ben ayrılık konulu bir hayattan ödünç sayfalar alıyorum. Bileklerimin kemerini çoğu defa sonsuza dek koparma telaşıyla yükümü alıp kaçıyorum aşk öznelerinden. (onların benden kaçtıklarına bakmayın siz.) Değişmeye direniyorum… Değişirsem aşk/ayrılıktan uzak düşeceğim endişesiyle boğuşuyorum.
Evet, gittiğim yerlerden çabuk dönüyorum. Acelem varmış gibi, beni çağıran birileri varmış gibi dönüyorum işte. Acımdan isteyenlere sırtımı dönüyorum. Acısını istediklerim tereddüt etmeden veriyorlar acılarını. Acılarını alıp yetişiyorum son arabasına hüzün mağarasının. Sonra… “Aşk sana karşı boynum kıldan ince işte, anla bunu.”
Okyanusun en dibinde, en ortasında oturuyorum. Bu aralar mesken tuttuğum yer orası. Ne istediğimi bilmiyorum kuşkusuz. Oturuyorum. Yanımda yüzüme bakan köpek balıkları, yeme endişesi yok hiç birinin dişlerinde. Benim dişlerim oysa kanlı ve hüzünlü… Yem olacak kadar değerli değilim demek ki onlara göre. Kum tanelerini avuçluyorum. Boşalıyor avucumun hiç deliklerinden. Terli ellerim, ıslak ellerim… Titrek ellerim.
Köşeme çekiliyorum. Evimdeyim, mabedimde. Günah köşelerimde… Girdiğim hayatlardan kaçarcasına uzaklaşıyorum. Kendime gömülüyorum. Kısa kısa geçiyorum hayatı…
Sabahın ilk ışığı vururken sırtıma ben hala yazıyorum. Hala yazı-yorum. Yalnızım hala. Şikâyet etmiyorum… Ben böyle güzelim. Umutsuzluğu kendime yakıştırıyorum.