Arama

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında - Sayfa 4

Güncelleme: 25 Eylül 2013 Gösterim: 252.362 Cevap: 158
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
18 Mart 2006       Mesaj #31
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
b289al

Sponsorlu Bağlantılar
cimbom1 - avatarı
cimbom1
Ziyaretçi
18 Mart 2006       Mesaj #32
cimbom1 - avatarı
Ziyaretçi
Ve hikayemizin kaldığı yerden devam edelim.Demiştim ya güvercin mağraya yuva yapmıştı.O zamanda istilacılar da mağranın önüne gelmişti.İstilacılardan birisi içindedirler dedi, ama başlarıda dediki nasıl girerler baksana mağranın kapısı yani deliği örümcek ağı ile çevrili güvercinler yuva yapmışlar içeri nasıl girerler girseler bile örümcek yuvası bozulurdu dedi.Ama Cenabı ALLAH(c.c) onu oraya sevgili Peygamberimizi korumak için oraya örümceği ve güvercini kendi koyuştu yerleştirmişti.Bu sadece günümüze kadar gelen bir hikayedi.Ama içinde ne olduğunu kimse bilmiyodu???Açıklıyım mağrada baya kalmışlaardı...Peygamber efendimizin uykusu gelmişti.Hz. Ebubekir'in ayağına uzanmıştı yatmıştı.Biraz zaman geçtiğinde bir yılan görünü verdi.Hz. Ebubekir ses çıkaramadı, kımıldatamadı ayanı Sevgili Peygamberimiz uyanmasın diye...Ve yılan oraya Peygamber efendimizi görmeye gelmişti.Böyle bir olayla karşılaşacağını bilmiyordu.Yılan Hz. Ebubekir'i sokar ama ses çıkramaz ve kımıldayamaz Peygamber efendimiz uyanmasın diye...Peygamber efendimiz uyanır ve yola çıkarlar biraz gittikten sonra Hz. Ebubekir topallamaya başlar.Peygamber efendimiz sorar niye topallıyosun diye Hz. Ebubekir cevap verir.Sevgili Peygamberim siz uyurken bir yılan geldi.Yaklaştı ve beni ıstırdı der.Neden uyandırmadın der.Siz uyanmayın diye rahatsız uykusuz olmayın diye der.Sonra Peygamber Efendimiz ıstırılan yeri aç der.HZ. Ebubekir açar ve eline tükmük alır ve yaranın üstüne sürer ve o yara geçer . Bir güzel hikayenin ve Peygamber Efendimizin güzelliklerinden bir tanesini okuyosunuz inşallah bunu seversiniz ben hayretler içinde kaldım....
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Mart 2006       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ


بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ







ilâ âhir...
(Risâlet-i Ahmediye'ye (A.S.M.) dair Ondokuzuncu Söz'le Otuzbirinci Söz, Nübüvvet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) delail-i kat'iye ile isbat ettiklerinden, isbat cihetini onlara havale edip, yalnız onlara bir tetimme olarak ''Ondokuz Nükteli İşaretler''le, o büyük hakikatın bazı lem'alarını göstereceğizMsn Happy



BİRİNCİ NÜKTELİ İŞARET: Şu kâinatın sahib ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şey'i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Mâdem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem'iyetli ve şuuru küllî olan insan nev'i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev'-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve nev'-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı Arz onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair nev'-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.
İKİNCİ NÜKTELİ İŞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş; Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu'cizat-ı bâhireyi göstermiştir. O mu'cizat, heyet-i mecmuasıyla, dava-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat'îdir. Kur'an-ı Hakîm'in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu'cizatın vücudlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etba'larını kandırmak için, -hâşâ- sihir demişler.
Evet, mu'cizat-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat'iyeti vardır. Mu'cize ise; Hâlık-ı Kâinat tarafından onun davasına bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer. Nasılki sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: "Padişah beni filân işe memur etmiş." Senden o davaya bir delil istenilse; padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; "Evet" sözünden daha kat'î daha sağlam, senin davanı tasdik eder. Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dava etmiş ki: "Ben, şu kâinat Hâlıkının meb'usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamer'e bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız; beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız; iki-üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte ikiyüz-üçyüz adamı tok ediyor." Ve hakeza.. yüzer mu'cizatı böyle göstermiştir.
Şimdi, şu zâtın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti yalnız mu'cizatına münhasır değildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Hattâ meşhur Ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sîmasını görmekle, "Şu sîmada yalan yok, şu yüzde hile olamaz!" diyerek îmana gelmişler.
Çendan muhakkikîn-i ülema, delail-i nübüvveti ve mu'cizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüzbinler delail-i nübüvvet vardır. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur'an-ı Hakîm'de kırk vech-i i'cazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanını gösteriyor.
Hem mâdem nev'-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu'cize gösterenler, gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat'iyet ile, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünki Îsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'da daha ekmel, daha câmi' bir surette mevcuddur. Mâdem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-ı Ahmedî'de (A.S.M.) daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir kat'iyet ile ona sabittir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mu'cizatı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser enva'-ı kâinattan birer mu'cizeye mazhardır. Güya nasılki bir padişah-ı zîşanın bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanıyla ona "hoş-âmedî" eder, onu alkışlar. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed'in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev'-i beşere meb'us olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikına karşı alâkadar olan envar-ı hakikat ve hedâyâ-yı maneviyeyi getirdiği zaman; taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay'dan, Güneş'ten, yıldızlara kadar her taife, kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mu'cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoş-âmedî demiş.
Şimdi o mu'cizatın umumunu bahsetmek için, cildlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i Asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilâtına dair çok cildler yazmışlar. Biz yalnız icmalî işaretler nev'inden, o mu'cizatın kat'î ve manevî mütevatir olan küllî enva'ına işaret ederiz.
İşte nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) delaili, evvelâ iki kısımdır:
Birisi: "İrhasat" denilen nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden hârikulâde hallerdir.
İkinci kısım: Sair delail-i nübüvvettir. İkinci kısım da iki kısımdır. Biri: Nübüvvetinden sonra, fakat nübüvvetini tasdikan zuhura gelen hârikalardır. İkincisi: Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu hârikalardır.
Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri: Zâtında, sîretinde, suretinde, ahlâkında, kemalinde zâhir olan delail-i nübüvvettir. İkincisi âfâkî, haricî şeylerde mazhar olduğu mu'cizattır. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri: Manevî ve Kur'anîdir. Diğeri: Maddî ve ekvanîdir. Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır. Biri: Dava-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i îmanın kuvvet-i îmanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen hârikulâde mu'cizattır. Şakk-ı Kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nev' ve herbir nev'i manevî tevatür derecesinde ve herbir nev'in de çok mükerrer efradı vardır. İkinci kısım: İstikbalde ihbar ettiği hâdiselerdir ki; Cenâb-ı Hakk'ın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. İşte biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmalî bir fihriste göstereceğiz. (Haşiye)
DÖRDÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Allâmülguyûbun talimiyle haber verdiği umûr-u gaybiye, hadd ü hesaba gelmez. İ'caz-ı Kur'ana dair olan Yirmibeşinci Söz'de enva'ına işaret ve bir derece izah ve isbat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sâbıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyelerini Yirmibeşinci Söz'e havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beyt'in başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisata dair pek çok ihbarat-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, altı esas mukaddime olarak beyan edeceğiz:
Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahid olabilir; fakat her hali, her tavrı hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünki Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a'mal ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu'cizat-ı kudret-i İlahiye olan âdiyat içindeki hârikulâde olan san'at-ı Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef'alinde beşeriyetten çıkıp hârikulâde olsaydı, bizzât imam olamazdı; ef'aliyle, ahvaliyle, etvârıyla ders veremezdi. Fakat yalnız nübüvvetini muannidlere karşı isbat etmek için hârikulâde işlere mazhar olur ve indelhace arasıra mu'cizatı gösterirdi. Fakat sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu'cize olmazdı. Çünki sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.
Cây-ı hayrettir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mübalağasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mu'cizesiyle veya bir delil-i nübüvvet ile veya bir kelâmı ile veya yüzünü görmesiyle ve hakeza birer alâmetiyle îman getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik mütefekkirleri îmana getiren bütün o binler delail-i nübüvveti, nakl-i sahih ile ve âsâr-ı kat'iye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar.
İkinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenâb-ı Hakk'ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:
Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi...
İkinci Kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.
İşte her hadîste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın belîğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.
Üçüncü Esas: Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa, kat'îdir. Tevatür iki kısımdır.(Haşiye) Biri "sarih tevatür", biri "manevî tevatür"dür. Manevî tevatür de iki kısımdır: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delalet eder. İkinci kısım tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş" denilse; fakat onu haber verenler, ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder.. fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bil-mânadır, kat'îdir. İhtilaf-ı suret ise, zarar vermez. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid, bazı şerait dâhilinde tevatür gibi kat'iyeti ifade eder. Hem bazan olur ki; haber-i vâhid haricî emarelerle kat'iyeti ifade eder.
İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan bize naklolunan mu'cizatı ve delail-i nübüvveti, kısm-ı azamı tevatür iledir; ya sarihî, ya manevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı çendan haber-i vâhid iledir. Fakat öyle şerait dâhilinde, nekkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi kat'iyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet muhaddisînin muhakkikîninden "El-Hâfız" tabir ettikleri zâtlar, lâakal yüzbin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işa abdestiyle kılan müttaki muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri olan ilm-i hadîs dâhîleri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vâhid, tevatür kat'iyetinden geri kalmaz. Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadları o derece hadîs ile hususiyet peyda etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmişler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu'u görse, "Mevzu'dur" der. "Bu, hadîs olmaz ve Peygamber'in sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler tenkidde ifrat edip, bazı ehadîs-i sahihaya da mevzu' demişler. Fakat her mevzu' şey'in manası yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadîs değildir" demektir.
Sual: An'aneli senedin faidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada "an filân, an filân, an filân" derler?
Elcevap: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmaını irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senedde, o an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.
Sual: Neden hâdisat-ı i'caziye sair zarurî ahkâm-ı şer'iye gibi tevatür suretinde, pek çok tarîklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?
Elcevap: Çünki ekser ahkâm-ı şer'iyeye, ekser nâs, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu'cizat ise; herkesin herbir mu'cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kâfi gelir. Âdeta farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse, yeter.
İşte bunun içindir ki; bazı olur, bir mu'cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat'î olduğu halde, onun râvisi bir-iki olur; hükmün râvisi on-yirmi olur.
Dördüncü Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i îmanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i îmanı manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdi'nin çok evsafına câmi' bir Mehdi bulmuş.
İşte Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefa-yı Mehdiyyîn ve Aktab-ı Mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş.
Beşinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ sırrınca kendi kendine gaybı bilmezdi; belki Cenâb-ı Hak ona bildirirdi, o da bildirirdi. Cenâb-Hak hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasını istiyor. Çünki şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir.
İşte bu sır içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmış. İşte hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlâhiye böyle iktiza ettiği için Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedid şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevî'den sonra, âl ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müdhiş hâdisatı, umumiyetle ve tafsilatıyla göstermemek (Haşiye) mukteza-yı hikmet ve rahmettir. Fakat yine bazı hikmetler için mühim hâdisatı, -fakat dehşetli bir surette değil- ona talim etmiş. O da ihbar etmiş. Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsil ile bildirmiş. O da haber vermiş. Onun haberlerini de en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkta çalışan ve وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّاْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadîsindeki tehdidden şiddetle korkan ve فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّهِ âyetindeki şiddetli tehdidden şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn, bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.
Altıncı Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca: Her gün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.
Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz.
İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:
Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa "Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım." ve "Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır." dese, tekzib ve inkâra sapacak.
İşte bunun gibi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beşeriyeti; o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, Şecere-i Tuba gibi ve Cennet'in Tayr-ı Hümâyûnu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zâtı düşündüğü vakit; Refref'e binip, Cebrâil'i arkada bırakıp, Kâb-ı Kavseyn'e koşup giden Zât-ı Nuranîsine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.
BEŞİNCİ NÜKTELİ İŞARET: Umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir derecede bize vâsıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı Sahabe içinde ferman etmiş ki:

اِبْنِى حَسَنٌ هذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ
İşte kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhü, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu'cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.
İkincisi: Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali'ye demiş:

سَتُقَاتِلُ النَّاكِثِينَ وَالْقَاسِطِينَ وَالْمَارِقِينَ
Hem Vak'a-i Cemel, hem Vak'a-i Sıffin, hem Vak'a-i Havâriç hâdiselerini haber vermiş.
Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman dedi: "Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır."
Hem Ezvâc-ı Tâhiratına demiş: "İçinizde birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek."

وَتَنْبَحُ عَلَيْهَا كِلاَبُ الْحَوْئَبِ
İşte şu sahih, kat'î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali'nin Hazret-i Âişe ve Zübeyr ve Talha'ya karşı Vak'a-i Cemel'de.. ve Muaviye'ye karşı Sıffin'de.. ve Havâric'e karşı Harevra'da ve Nehrüvan'da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.
Hem Hazret-i Ali'ye: "Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı" ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman İbn-i Mülcem-ül Haricî'dir.
Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adamı, garib bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki; Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermiş. Hem mu'cize-i Nebeviyeyi ilân etmiş.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Ümm-ü Seleme'nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihi ile haber vermiş ki: Hazret-i Hüseyin, Taff yani Kerbelâ'da katledilecektir." Elli sene sonra, aynı vak'a-i ciğersûz vukua gelip, o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.
Hem mükerreren ihbar etmiş ki: "Benim Âl-i Beytim, benden sonra
يَلْقَوْنَ قَتْلاً وَتَشْرِيدًا yani; katle ve belaya ve nefye maruz kalacaklar." Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır.
Şu makamda bir mühim sual vardır ki; denilir ki: "Hazret-i Ali, o derece hilafete liyakatı olduğu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karabeti ve hârikulâde cesaret ve ilmi ile beraber, neden hilafette tekaddüm ettirilmedi ve neden onun hilafeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?.."
Elcevap: Âl-i Beyt'ten bir kutb-u azam demiş ki: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali'nin (R.A.) hilafetini arzu etmiş, fakat gaibden ona bildirilmiş ki: Murad-ı İlâhî başkadır. O da, arzusunu bırakıp, murad-ı İlâhîye tâbi' olmuş." Murad-ı İlâhînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:
Vefat-ı Nebevî'den sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler; eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali'nin hilafeti zamanında zuhura gelen hâdisatın şehadetiyle ve Hazret-i Ali'nin mümâşatsız, pervasız, zâhidane, kahramanane, müstağniyane tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaatı itibariyle, çok zâtlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip, tefrikaya sebeb olmak kaviyyen muhtemeldi. Hem Hazret-i Ali'nin hilafetinin teehhür etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın haber verdiği gibi, sonra inkişaf eden yetmişüç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı... Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın haber verdiği gibi: "Ben Kur'anın tenzili için harbettim, sen de tevili için harbedeceksin!" Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt'i gördükleri için, onlara karşı müvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beyt'in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.
Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî'de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?"
Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebî gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Râşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır'da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika'da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran'da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur'ana hizmet etmişler.
İşte bak! Hazret-i Hasan'ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Câfer-i Sâdık ki, herbiri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp, envar-ı Kur'aniyeyi ve hakaik-i îmaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.
Eğer denilse: ''Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saâdetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?''
Elcevap: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i îmaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur'anın muhafazasına çalıştı ve hakeza.. Herbir taife bir hizmete girdi.
Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Gûya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'anın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı... Şimdi sadede geliyoruz.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, umûr-u gaybiyeden haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüz'î birkaç misaline işaret edeceğiz:
İşte başta Buharî ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahibleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu manen mütevatir ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kat'î denilebilir.
İşte -nakl-i sahih-i kat'î ile- ashabına haber vermiş ki: "Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz; hem Feth-i Mekke, hem Feth-i Hayber, hem Feth-i Şam, hem Feth-i Irak, hem Feth-i İran, hem Feth-i Beyt-ül Makdis'e muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz!.." Haber vermiş, hem "Tahminim böyle veya zannederim" dememiş. Belki görür gibi kat'î ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş. Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- çok defa ferman etmiş:
عَلَيْكُم بِسِيرَةِ الَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِى اَبِى بَكْرٍ وَ عُمَرَ deyip, Ebu Bekir ve Ömer kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rıza-i İlahî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak.
Hem ferman etmiş ki:
زُوِيَتْ لِىَ اْلاَرْضُ فَاُرِيتُ مَشَارِقَهَا وَمَغَارِبَهَا وَسَيَبْلُغُ مُلْكُ اُمَّتِى مَا زُوِىَ لِى مِنْهَا deyip: "Şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiç bir ümmet, o kadar mülk zabtetmemiş." Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Gaza-i Bedir'den evvel ferman etmiş:
هذَا مَصْرَعُ اَبِى جَهْلٍ هذَا مَصرَعُ عُتْبَةَ هذَا مَصرَعُ اُمَيَّةَ هذَا مَصرَعُ فُلاَنٍ وَ فُلاَنٍ deyip, müşrik Kureyş reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: "Ben kendi elimle Übeyy İbn-i Halef'i öldüreceğim." Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- bir ay uzak mesafede Şam etrafında, Mûte nam mevkideki gazve-i meşhurede muharebe eden sahabelerini görür gibi ferman etmiş:
اَخَذَ الرَّايَةَ زَيْدٌ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَااِبْنُ رَوَاحَة فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا جَعْفَرُ فَاُصِيبَ ثُمَّ اَخَذَهَا سَيْفٌ مِنْ سُيُوفِ اللّهِ deyip, birer birer hâdisatı ashabına haber vermiş. İki-üç hafta sonra Ya'lâ İbn-i Münebbih meydan-ı harbden geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sâdık (A.S.M.) harbin tafsilâtını beyan etti. Ya'lâ kasem etti: "Dediğin gibi aynen öyle oldu."
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiş:
اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُودًا وَاِنَّ هذَا اْلاَمْرَ بَدَأَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً






ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُودًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوّاً وَ جَبَرُوتًا

deyip, Hazret-i Hasan'ın altı ay hilafetiyle; Cihar-ı Yâr-ı Güzin'in (Hulefa-yı Raşidîn'in) zaman-ı hilafetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiş:
يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَأُ ا لْمُصْحَفَ وَاِنَّ اللّهَ عَسَى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ deyip, Hazret-i Osman halîfe olacağını ve hal'i istenileceğini ve mazlum olarak Kur'an okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- hacamat edip mübarek kanını Abdullah İbn-i Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş:
وَيْلٌ لِلنَّاسِ مِنْكَ وَوَيْلٌ لَكَ مِنَ النَّاسِ deyip, hârika bir şecaatle ümmetin başına geçeceğini ve müdhiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hâdiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah İbn-i Zübeyr, Emevîler zamanında hilafeti Mekke'de ilân ederek kahramanane çok müsademe etmiş; nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir ordu ile üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Emeviye Devleti'nin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ fermanıyla, rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviye'den sonra
يَخْرُجُ وَلَدُ الْعَبَّاسِ بِالرَّايَاتِ السّوُدِ وَيَمْلِكُونَ اَضْعَافَ مَا مَلَكُوا deyip, Devlet-i Abbasiye'nin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiş: وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِن شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ deyip, Cengiz ve Hülâgû'nun dehşetli fitnelerini ve Arab Devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Sa'd İbn-i Ebî Vakkas gayet ağır hasta iken ona ferman etmiş:
لَعَلَّكَ تُخَلَّفُ حَتّىَ يَنْتَفِعَ بِكَ اَقْوَامٌ وَيَسْتَضِرَّ بِكَ آخَرُونَ deyip, ileride büyük bir kumandan olacağını, çok fütuhat yapacağını, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani İslâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harab olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Hazret-i Sa'd ordu-yu İslâm başına geçti, Devlet-i İraniye'yi zîr ü zeber etti; çok kavimlerin daire-i İslâma ve hidayete girmelerine sebeb oldu.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- îmana gelen Habeş Meliki olan Necaşî, Hicretin yedinci senesinde vefat ettiği gün ashabına haber vermiş, hattâ cenaze namazını kılmış. Bir hafta sonra cevab geldi ki, aynı günde vefat etmiş.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Cihar-ı Yâr-ı Güzin ile beraber Uhud veya Hira Dağı'nın başında iken dağ titredi, zelzelelendi. Dağa ferman etti ki:
اُثْبُتْ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ نَبِىّ ٌوَصِدِّيقٌ وَشَهِيدٌ deyip, Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali'nin şehid olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Şimdi ey bedbaht, kalbsiz, bîçare adam! Muhammed-i Arabî akıllı bir adam idi diye o Şems-i Hakikat'a karşı gözünü yuman bîçare insan! Onbeş enva'-ı külliye-i mu'cizatından birtek nev'i olan umûr-u gaybiyeden onbeş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Manevî tevatür derecesinde kat'î bir kısmını duydun. Şu ihbar-ı gayb kısmının yüzden birisini akıl gözüyle gören bir zâta "dâhî-i azam" denilir ki, ferasetiyle istikbali keşfediyor. Binaenaleyh senin gibi haydi deha desek; yüz dâhî-i azam derecesinde bir deha-yı kudsiyeyi taşıyan bir adam yanlış görür mü? Yanlış haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir deha-yı âzam sahibinin saadet-i dâreyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneliğin alâmetidir.
ALTINCI NÜKTELİ İŞARET: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Hazret-i Fatıma'ya (R.A.) ferman etmiş ki: اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتِى لُحُوقًا بِى deyip, "Âl-i Beytimden herkesten evvel vefat edip, bana iltihak edeceksin." diye söylemiş. Altı ay sonra haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.
Hem Eba Zer'e ferman etmiş: سَتَخْرُجُ مِنْ هُنَا وَتَعِيشُ وَحْدَكَ وَتَمُوتُ وَحْدَكَ deyip, Medine'den nefyedilip, yalnız hayat geçirip yalnız bir sahrada vefat edeceğini haber vermiş. Yirmi sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.
Hem Enes İbn-i Mâlik'in halası olan Ümm-ü Haram'ın hanesinde uykudan kalkmış, tebessüm edip ferman etmiş: رَأَيْتُ اُمَّتِى يَغْزُونَ فِى الْبَحْرِ كَالْمُلُوكِ عَلَى اْلاَسِرَّةِ Ümm-ü Haram niyaz etmiş: "Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım." Ferman etmiş: "Beraber olacaksın." Kırk sene sonra, zevci olan Ubâde İbn-i Sâmit refakatıyla Kıbrıs'ın fethine gitmiş; Kıbrıs'ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiş ki: يَخْرُجُ مِنْ ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ yani: "Sakif Kabilesinden biri davâ-yı nübüvvet edecek; ve biri, hunhar zalim zuhur edecek." deyip, nübüvvet dava eden meşhur Muhtar'ı ve yüzbin adam öldüren Haccac-ı Zâlim'i haber vermiş.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile-
سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطِنِيَّةُ فَنِعْمَ اْلاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا deyip, İstanbul'un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fâtih'in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiş ki:
اِنَّ الدِّينَ لَوْ كَانَ مَنُوطًا بِالثُّرَيَّا لَنَا لَهُ رِجَالٌ مِنْ اَبْنَاءِ فَارِسَ deyip, başta Ebu Hanife olarak İran'ın emsalsiz bir sûrette yetiştirdiği ulema ve evliyaya işaret ediyor, haber veriyor.
Hem ferman etmiş ki: عَالِمُ قُرَيْشٍ يَمْلَءُ طِبَاقَ اْلاَرْضِ عِلْمًا deyip, İmam-ı Şâfiî'ye işaret edip haber veriyor.
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- ferman etmiş ki:
سَتَفْتَرِقُ اُمَّتِى ثَلاَثًا وَسَبْعِينَ فِرْقَةً اَلنَّاجِيَةُ وَاحِدَةٌ مِنْهَا. قِيلَ مَنْهُمْ? قَالَ مَا اَنَا عَلَيْهِ وَاَصْحَابِى deyip, ümmeti yetmişüç fırkaya inkısam edeceğini ve içinde fırka-i naciye-i kâmile, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduğunu haber veriyor.
Hem ferman etmiş ki: اَلْقَدَرِيَّةُ مَجُوسُ هذِهِ اْلاُمَّةِ deyip, çok şubelere inkısam eden ve kaderi inkâr eden Kaderiye taifesini haber vermiş. Hem çok şubelere inkısam eden Râfızîleri haber vermiş...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Mart 2006       Mesaj #34
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YEDİNCİ NÜKTELİ İŞARET: Mu'cizat-ı Nebeviyyenin bereket-i taam hususunda olan kısmından birkaç kat'î ve manen mütevatir misâline işaret edeceğiz. Bahisten evvel bir mukaddime zikri münasipdir.
Mukaddime: Şu gelecek bereketli mu'cizat misalleri, herbiri müteaddid tarîkle, hattâ bâzıları onaltı tarîkle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi, bir cemaat-ı kesîre huzurunda vukubulmuş; o cemaat içinde mu'teber ve sadık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler. Meselâ: "Sa' denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar" naklediyor. O yetmiş adam, onun sözünü işitiyor, tekzib etmiyor. Demek sükût ile tasdik ediyorlar. Halbuki o asr-ı sıdk ve hakikatta ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzib ederler. Halbuki bahsedeceğimiz vakıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükût ile tasdik etmişler. Demek herbir hâdise manen mütevatir gibi kat'îdir. Hem sahabeler, Kur'anın ve âyetlerin hıfzından sonra en ziyade, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ef'al ve akvâlinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve mu'cizata dair ahvaline bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine pek çok dikkat ettiklerini, Tarih ve Siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, kütüb-ü ehâdîsiye şehadet ediyor. Hem Asr-ı Saadette, mu'cizatı ve medâr-ı ahkâm ehâdîsi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i Seb'a, kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-il Âs, bahusus otuz-kırk sene sonra, Tâbiînin binler muhakkikleri, ehâdîsi ve mu'cizatı yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler; yazı ile muhafaza ettiler. Daha Hicretten ikiyüz sene sonra başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbûle vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdânların karıştırdıkları mevzu ehâdîsi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip, yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdîs-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler. İşte bahsedeceğimiz hâdiseler, mu'cizeler böyle elden ele -kuvvetli, emin, müteaddid ve çok, belki hadsiz ellerden- sağlam olarak bize gelmiş.
اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
İşte buna binaen; "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasıl bileceğiz ki karışmamış ve sâfidir" hatıra gelmemelidir.
Berekete dair mu'cizat-ı kat'iyyenin birinci misâli: Başta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha müttefikan haber veriyorlar ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Hazret-i Zeyneb ile tezevvücü velîmesinde, Hazret-i Enes'in validesi Ümm-ü Süleym, bir-iki avuç hurmayı yağ ile kavurarak bir kaba koyup Hazret-i Enes'le Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a gönderdi. Enes'e ferman etti ki: "Filân, filânı çağır. Hem kime tesadüf etsen davet et." Enes de kime rast geldiyse çağırdı. Üçyüz kadar Sahâbe gelip, Suffe ve Hücre-i Saadeti doldurdular. Ferman etti:
تَحَلَّقُوا عَشَرَةً عَشَرَةً Yani: "Onlar onar halka olunuz!" Sonra mübarek elini o az taam üzerine koydu, dua etti, buyurun dedi. Bütün o üçyüz adam yediler, tok olup kalktılar. Enes'e ferman etmiş: "Kaldır!" Enes demiş ki: "Bilmedim, taam kabını koyduğum vakit mi taam çoktu, yoksa kaldırdığım vakit mi çoktu farkedemedim."
İkinci Misâl: Mihmandar-ı Nebevî Ebu Eyyûb-il Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî hengâmında Ebu Eyyûb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekir-i Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti: اُدْعُ ثَلَثِينَ مِنْ اَشْرَافِ اْلاَنْصَارِ Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سِتِّينَ Altmış daha davet ettim; geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سَبْعِينَ Yetmiş daha davet ettim; geldiler, yediler. Kablarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu'cize karşısında İslâmiyete girip, biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüzseksen adam yediler.
Üçüncü Misâl: Hazret-i Ömer İbn-il Hattab ve Ebu Hüreyre ve Seleme İbn-il Ekvâ' ve Ebu Amrat-el Ensârî gibi, müteaddid tariklerle diyorlar ki: Bir gazvede ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a müracaat ettiler. Ferman etti ki: "Heybelerinizde kalan bâkiye-i erzâkı toplayınız!" Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular. Seleme der ki: "Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı." Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle dua edip, ferman etti: "Herkes kabını getirsin!" Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kab kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı. Sahâbeden bir râvi demiş: "O bereketin gidişatından anladım; eğer ehl-i Arz gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti."
Dördüncü Misâl: Başta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sahiha beyan ediyorlar ki: Abdurrahman İbn-i Ebî Bekir-i Sıddîk der: Biz yüzotuz Sahâbe, bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Dört avuç mikdarı olan bir sa' ekmek için, hamur yapıldı. Bir keçi dahi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve böbrekleri kebab yapıldı. Kasem ederim, o kebabdan yüzotuz Sahâbeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı; ben fazlasını deveye yükledim.
Beşinci Misâl: Kütüb-ü Sahiha kat'iyyetle beyan ediyorlar ki: Gazve-i Garra-i Ahzab'da, meşhur Yevm-ül Hendek'te, Hazret-i Câbir-ül Ensarî kasem ile ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sa' arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı. Hazret-i Câbir der ki: "O gün yemek, hanemde pişirildi; bütün bin adam o sa'dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup, bereketle duâ etmişti.
İşte şu mu'cize-i bereketi, bin zâtın huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasemle ilân ediyor. Demek şu hâdise, bin adam rivayet etmiş gibi kat'î denilebilir.
Altıncı Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes'in amucası meşhur Ebu Talha der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; yetmiş seksen adamı, Enes'in koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya kadar yedirdi.
"O az ekmekleri parça parça ediniz!" emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler.

Yedinci Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Şifâ-i Şerîf ve Müslim gibi kütüb-ü sahiha beyan ederler ki: Hazret-i Câbir-ül Ensârî diyor: Bir zât, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan iyali için taam istedi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, yarım yük arpa verdi. Çok zaman o adam iyali ile ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bakıyorlar, bitmiyor. Noksaniyetini anlamak için ölçtüler. Sonra bereket dahi kalktı, noksan olmağa başladı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a geldi, vak'ayı beyan etti. Ona cevaben ferman etti:
لَوْ لَمْ تَكِلْهُ َلاَكَلْتُمْ مِنْهُ وَلَقَامَ بِكُمْ Yâni: "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz, hayatınızca size yeterdi."
Sekizinci Misâl: Tirmizî ve Nesaî ve Beyhakî ve Şifâ-i Şerîf gibi kütüb-ü sahiha beyan ediyorlar ki: Hazret-i Semuretebn-i Cündüb der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bir kâse et geldi. Sabahtan akşama kadar fevc fevc adamlar geldiler, yediler.
İşte mukaddimede beyan ettiğimiz sırra binaen; şu vakıa-i bereket, yalnız Semure'nin rivayeti değil, belki Semure, o yemeği yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onların namına ve tasdiklerine binaen ilân ediyor.
Dokuzuncu Misâl: Şifâ-i Şerîf sahibi ve meşhur İbn-i Ebî Şeybe ve Taberânî gibi mevsuk ve sahih muhakkikler rivayetiyle, Hazret-i Ebû Hüreyre der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bana emretti: "Mescid-i Şerif'in suffesini mesken ittihaz eden yüzden ziyade fukara-yı muhâcirîni davet et!" Ben dahi onları aradım, topladım. Umumumuza bir tabla taam konuldu. Biz, istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasıl idi, yine öyle dolu kaldı; yalnız parmakların izi taamda görünüyordu.
İşte Hazret-i Ebu Hüreyre, umum kâmilîn-i ehl-i Suffe tasdikine istinaden, onlar namına haber verir. Demek, manen umum Ehl-i Suffe rivayet etmiş gibi kat'îdir. Hem hiç mümkün müdür ki, o haber hak ve doğru olmasa, o sadık ve kâmil zâtlar sükût edip, tekzib etmesinler.
Onuncu Misâl: -Nakl-i sahih-i kat'î ile- Hazret-i İmam-ı Ali der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib'i cem'etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki umum onlara, bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yeyip tok oldular. Yemek eskisi gibi kaldı. Sonra üç-dört adama ancak kâfi gelir ağaçtan bir kab içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular. İçilmemiş gibi bâki kaldı.
İşte Hazret-i Ali'nin şecâatı ve sadâkatı kat'iyyetinde bir mu'cize-i bereket!..

Onbirinci Misâl: -Nakl-i sahih ile- Hazret-i Ali ve Fatımat-üz Zehra velîmesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Bilâl-i Habeşî'ye emretti: "Dört-beş avuç un ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin." Hazret-i Bilâl der: Ben taamı getirdim, mübarek elini üstüne vurdu; sonra taife taife Sahâbeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten bâki kalan miktara yine bereketle dua etti, bütün Ezvâc-ı Tâhirat'a herbirine birer kâse gönderildi. Emretti ki: "Hem yesinler, hem yanlarına gelenlere yedirsinler."
Evet böyle mübarek bir izdivacda, elbette böyle bir bereket lâzımdır ve vukuu kat'îdir!..
Onikinci Misâl: Hazret-i İmam-ı Câfer-i Sâdık, pederleri İmam-ı Muhammed-ül Bâkır'dan, o da pederi İmam-ı Zeynel'âbidîn'den, o dahi İmam-ı Ali'den nakleder ki: Fâtımat-üz Zehrâ, yalnız ikisine kâfi gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali'yi gönderdi; tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrif etti ve emretti ki: O yemekten her bir ezvacına birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali'ye, hem Fâtıma ve evlâdlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fâtıma der: "Tenceremizi kaldırdık, daha dolu olup taşıyordu. Meşîet-i İlahiye ile, hayli zaman o yemekten yedik."
Acaba niçin bu nurânî, yüksek silsile-i rivâyetten gelen şu mu'cize-i berekete, gözün ile görmüş gibi inanmıyorsun? Evet buna karşı şeytan dahi bahane bulamaz.
Onüçüncü Misâl: Ebu Dâvud ve Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Beyhakî gibi sadûk imamlar, Dükeyn-ül Ahmesî İbn-i Said-il Müzenî'den, hem altı kardeş ile beraber sohbete müşerref ve Sahabelerden olan Nu'man İbn-i Mukarrin-il Ahmesiyy-il Müzenî'den, hem Cerir'den naklederek, müteaddid tarîklerle Hazret-i Ömer İbn-il Hattab'dan naklediyorlar ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ömer'e emretti: "Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zâd ü zahîre ver!" Hazret-i Ömer dedi: "Yâ Resulallah! Mevcud zahîre, birkaç sa'dır. Kümesi, oturmuş bir deve yavrusu kadardır." Ferman etti: "Git ver!" O da gitti, yarım yük hurmadan, dört yüz süvariye kifayet derecesinde zâd ü zahîre verdi. Ve dedi: Hiç noksan olmamış gibi eski halinde kaldı.
İşte şu mu'cize-i bereket, dört yüz adamla ve bahusus Hazret-i Ömer ile münasebetdar bir surette vukua gelmiştir. Rivayetlerin arkasında bunlar var. Bunların sükûtu, tasdiktir. İki-üç haber-i vâhid deyip geçme! Böyle hâdiseler haber-i vâhid dahi olsa, tevatür-ü mânevî hükmünde kanaat verir.
Ondördüncü Misâl: Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Hazret-i Câbir'in pederi vefat eder; borcu çok, ziyade medyun. Borç sahibleri de Yahudiler. Câbir, pederinin asıl malını guremâya verdi, kabul etmediler. Halbuki bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi gelmeyecek. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz!" Öyle yaptılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir harmandan pederinin bütün guremâsının borçlarını verdikten sonra, yine bir senede bağdan gelen mahsulat kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremâya verdiği kadar kaldı. O hâdiseden borç sahibleri olan Yahudiler, çok taaccüb edip hayrette kaldılar.
İşte şu mu'cize-i bâhire-i bereket, yalnız Hazret-i Câbir gibi birkaç râvilerin haberi değil, belki mânevî tevatür hükmünde, o hâdise ile münasebetdar, hadd-i tevatür derecesinde çok adamları temsil ederek rivayet etmişler.

Onbeşinci Misâl: Başta Tirmizî ve İmam-ı Beyhakî gibi muhakkikler, Hazret-i Ebu Hüreyre'den nakl-i sahih ile beraber haber veriyorlar ki: Ebu Hüreyre demiş ki: Bir gazvede -başka bir rivayette Gazve-i Tebük'te- ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: هَلْ مِن شَيْءٍ "Bir şey var mı?" diye emretti. Ben dedim: "Heybede bir parça hurma var." (Bir rivayette, onbeş tane imiş.) Dedi: "Getir!" Getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çıkardı, bir kaba bıraktı; bereketle dua buyurdular. Sonra onar onar askeri çağırdı, umumen yediler. Sonra ferman etti:
خُذْ مَا جِئْتَ بِهِ وَاقْبِضْ عَلَيْهِ وَلاَ تَكُبَّهُ Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Evvel getirdiğim kadar elime geçti. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatında, Ebu Bekir ve Ömer ve Osman hayatında, o hurmalardan yedim. Başka bir tarîkte rivayet edilmiş ki: O hurmalardan kaç yük, fîsebîlillâh sarfettim. Sonra Hazret-i Osman'ın katlinde, o hurma kabı ile nehb ü gârât edildi, gitti.
İşte Hoca-i Kâinat olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın kudsî medresesi ve tekyesi olan Suffe'nin demirbaş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hâfızanın ziyadesi için duâ-yı Nebeviyeye mazhar olan Hazret-i Ebu Hüreyre, Gazve-i Tebük gibi bir mecma-i nâsta vukuunu haber verdiği şu mu'cize-i bereket; manen bir ordu sözü kadar kat'î ve kuvvetli olmak gerektir.
Onaltıncı Misâl: Başta Buharî, kütüb-ü sahiha -nakl-i kat'î ile- beyan ediyorlar ki: Hazret-i Ebu Hüreyre aç olmuş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın arkasından gidip, menzil-i saâdete gitmişler. Bakarlar ki bir kadeh süt, oraya hediye getirilmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: "Ehl-i Suffe'yi çağır!" Ben kalbimden dedim ki: "Bu sütün bütününü ben içebilirim. Ben daha ziyade muhtacım." Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: "Onlara içir!" Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Her birisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek, bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki: بَقِىَ اَنَا وَاَنْتَ فَاشْرَبْ Ben içtim. "İçtikçe, iç!" ferman eder; tâ ben dedim: "Seni hak ile irsal eden Zât-ı Zülcelâl'e kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim." Sonra kendisi aldı. Bismillah deyip hamdederek bâkiyesini içti. Yüzbin âfiyet olsun.
İşte şu sâfi, hâlis, süt gibi lâtif, şüphesiz mu'cize-i bâhire-i bereket, beşyüzbin hadîsi hıfzına alan Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar kat'î olmakla beraber, Medrese-i Kudsiye-i Ahmediye (A.S.M.) olan Suffe'nin namdar, sâdık, hâfız bir şakirdi olan Ebu Hüreyre'nin, umum Ehl-i Suffe'yi mânen işhad ederek, âdeta umumunu temsil edip şu ihbarı, tevatür derecesinde kat'î telakki etmeyenin ya kalbi bozuk veya aklı yok. Acaba Hazret-i Ebu Hüreyre gibi sâdık ve bütün hayatını hadîse ve dine vakfeden,
وَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ hadîsini işiten ve nakleden; hiç mümkün müdür ki, hıfzındaki ehadîs-i Nebeviyenin kıymetini ve sıhhatini şüpheye düşürüp, Ehl-i Suffe'nin tekzibine hedef edecek muhalif bir söz ve asılsız bir vak'a söylesin? Hâşâ...
Yâ Rab! Şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve manevî rızkımıza bereket ihsân et!..
Bir Nükte-i Mühimme: Malûmdur ki: zaîf şeyler içtima' ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte onbeş enva'-ı mu'cizattan yalnız bereket kısmındaki mu'cizatı ve o kısmın onbeş kısmından ancak bir kısmını, onbeş misal ile gösterdik. Herbir misal, tek başıyla, nübüvveti isbat eder bir derecede kuvvetli idi. Farz-ı muhal olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da, yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünki kavî ile ittifak eden kavîleşir.
Hem şu onbeş misalin içtimaı; kat'î şübhesiz bir tevatür-ü manevî ile, kuvvetli bir mu'cize-i kübrayı gösterir. Şimdi şu mecmu'daki mu'cize-i kübra, bereket mu'cizelerinden zikredilmemiş olan ondört kısm-ı âhere mezcedilse; kuvvetli halatları topak yapmak gibi, koparılması mümkün olmayan bir mu'cize-i ekber, içinde görünür. Sonra şu mu'cize-i ekberi, sair ondört nevi mu'cizatın mecmuuna ilâve et, gör ki: Ne derece kuvvetli, sarsılmaz, kat'î bir bürhan-ı nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) gösterir. İşte nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) direği, şu mecmu'dan teşekkül eden dağ gibi kuvvetli bir direktir. Şimdi cüz'iyatta ve misallerde, sû'-i fehimden gelen şübhelerle, o metin sakf-ı muallâyı sebatsız ve kabil-i sukut görmek ne derece akılsızlık olduğunu anladın. Evet berekete dair o mu'cizeler gösteriyorlar ki: Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, umuma rızık veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerim'in sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki; rızkın enva'ında, hilaf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyafetler gönderiyor. Malûmdur ki: Ceziret-ül Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için ahalisi, hususan bidayet-i İslâmdaki Sahabeler, dıyk-ı maîşete mâruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte bu hikmete binaen, mu'cizat-ı bâhire-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu hârikalar dava-yı nübüvvete delil ve mu'cize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a bir ikram-ı İlahî, bir ihsan-ı Rabbanî, bir ziyafet-i Rahmaniye hükmündedir. Çünki o mu'cizatı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mu'cize zuhur ettikçe, iman ziyadeleşir, nûrun alâ nûr olur.
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
23 Mart 2006       Mesaj #35
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
Msn Rose Msn Rose Msn Rose Msn Rose

17iy
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Mart 2006       Mesaj #36
arwen - avatarı
Ziyaretçi
PEYGAMBER EFENDİMİZİN YÜRÜYÜŞ ŞEKLİ
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:
"Ben Resulullah Efendimizden daha güzel birisini görmedim; sanki güneş, onun mübarek yüzünde devrediyor gibiydi. Peygamber Efendimizden daha hızlı yürüyen birisini de görmedim; yürürken adeta yeryüzü ayakları altında dürülürdü. Bizler, arkalarından giderken, geri kalmamak için büyük çaba harcardık."110
Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra), "Dedem Hz. Ali, Resulullah Efendimizi tanıtırken şöyle derdi: "Resulullah Efendimiz, yürürken, adeta yokuş aşağı inercesine, ayaklarını sertçe kaldırırlardı"111 diyerek, Peygamberimiz (sav)'in rahat bir yürüyüşü olduğunu belirtmiştir.
Hz. Yezid İbni Mirsad (ra) ise şöyle demiştir:
"Yürüdüğü zaman vakarlı fakat hızlı giderdi. Yanındakiler ona yetişemezdi."112
Hz. Ebu Atabe (ra)'den:
"Yürürken kuvvetli adımlarla yürürdü."113
"… Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte sukunet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücudları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selam verirdi."114
"Hep harekatı mutedil idi. Bir yere azimetinde (Yola çıkmak, gitmek) acele ve sağ ve sola meyletmeyip, kemal-i vekar (ağırbaşlılığın olgunluğu) ile doğru yoluna gider ve fakat sür'at (hızlı) ve sühulet (kolaylıkla) ile yürür idi. Şöyle ki; adeta yürür gibi görünür, lakin yanında gidenler, sür'at ile yürüdükleri halde geri kalırlar idi."115
venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
23 Mart 2006       Mesaj #37
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
56kicon print
besmele2

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
Âl-i İmrân,3/59

Muhterem Müslümanlar!
Cenâb-ı Allâh tarafından insanlara rehberlik yapmak üzere pek çok peygamber gönderilmiştir. İlk Peygamber Hz. Âdem, son peygamber de Hz. Muhammet’tir. Hz. Muhammet’ten sonra artık peygamber gelmeyecek ve O’nun getirdiği din kıyamete kadar bakî olacaktır.
Allah tarafından gönderilen peygamberlerden biri de Hz. İsa’dır. Hz. İsa Kudüs'e yakın bir beldede Hz. Meryem'den babasız olarak doğdu. Bu doğum, Cenâb-ı Allâh’ın bir mücizesidir. Nitekim Yüce Mevlâ şöyle buyurur: (Meryem), “onlarla kendi arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem, “Senden, Rahman’a sığınırım. Eğer Allah'tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)”dedi. Cebrail, Melek, ” Ben ancak Rabbimin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim” dedi. Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım halde, benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. Cebrail, “Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir”dedi. Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi.”(1) (Meryem), “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah, “Öyle ama, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir” dedi.(2)
Kur'an-ı Kerim’de: Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi. O da hemen oluverdi.(3) buyurularak Hz. İsâ’nın babasız yaratılması, Hz. Âdem’in babasız yaratılmasına benzetilerek Allâh’a göre bunun kolay bir iş olduğu açıklanmıştır.
Hz. İsa, beşikte mucizevî olarak konuşmuştur. Kurân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılır: Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın! ”Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” Bunun üzerine “Meryem, çocukla konuşun diye” ona işaret etti. "Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?” dediler. Bebek şöyle konuştu: " Şüphesiz Ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitab'ı (İncil’i) verdi ve beni bir peygamber yaptı." "Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekatı emretti." "Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı." "Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selam (esenlik verilmiştir).” Hakkında şüpheye düştükleri hak söze göre Meryem oğlu İsa işte budur. (4)
Aziz Mü’minler!
Hz. İsa’nın bu şekilde toplum huzurunda konuşması, Allâh’ın kulu olduğunu söylemesi büyüdükten sonra kendisine “Allah'ın oğlu” olduğu şeklindeki bir isnadın reddedilmesi hikmetine dayanmaktadır.
Hz. İsa (a.s), hak dine davet görevini İsrailoğulları içerisinde yürüttü. İsrailoğullarının içine düştüğü dînî ve ahlâkî çöküntüden kurtarmak, Tevrat'ın terkedilmiş hükümlerini hatırlatmak ve görülen aksaklıkları düzeltmek için İncil ile bu görevini sürdürüyordu. Hz. İsa (a.s) İsrailoğullarını sürekli olarak Tevrat'a uymaya çağırıyor ve: “Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmam için gönderildim ve Rabbiniz tarafından size bir mucize de getirdim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” (5) diyordu.
Öncelikle, Hz. İsa(a) tevhide (tek Allah’a inanmaya) cağırıyor ve Kur’an-ı Kerîm’in ifadesiyle şöyle diyordu:
Ey kitap ehli! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah katında ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda varettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “(Allah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah ancak bir tek ilahtır. O çocuk sahibi olmaktan uzaktır. Göklerdeki herşey, yerdeki her şey O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Msn Demon
İkinci olarak da Hz. İsa(a), Yüce Allah'a ibadet etmeye da’vet ediyordu. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, bunu şöyle naklediyor: “Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.(7) Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahid (ve örnek) idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.)Msn Note Değerli Müslümanlar! Hutbemi, Hz. İsâ’nın ömrünün son günlerini anlatan şu ayetlerle bitirmek istiyorum: Hani Allah şöyle buyurmuştu: "Ey İsa! Şüphesiz, senin hayatına ben son vereceğim. Seni kendime yükselteceğim. Seni inkar edenlerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar küfre sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim."(9) "Biz Allah'ın peygamberi Meryemoğlu İsa Mesih'i öldürdük” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiç bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.(10)
Son düzenleyen Blue Blood; 29 Eylül 2006 11:45
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Mart 2006       Mesaj #38
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
gulİslam Avrupa başta olmak üzere dünyanın en önemli, en dinamik ve en çok yayılan dini olma özelliğini koruyor. Bütün gelişmişliğine rağmen manevi buhranlar yaşayan Batı insanı huzuru giderek daha da artan oranda İslam’da buluyor.
Son dönemde İslamiyet her vesileyle tartışma gündemine geliyor. Kur’an-ı Kerim ve İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed’le (sas) ilgili kitaplar en çok satanlar listesinin başını çekiyor. Hayatı sorgulayan ve niçin var olduğunun mantıklı izahını arayan yüz binlerce insan sorularının cevabını İslam’da bularak Müslüman oluyor. Çoğu iyi bir eğitimden geçmiş bu insanlar Batı Avrupa başta olmak üzere, Rusya, güney ve kuzey Amerika’da ve Afrika ülkelerinde İslam’ı seçiyor.
Özellikle, ABD’nin 11 Eylül’den sonra Müslümanlara yönelik rahatsızlık verici uygulamalarına rağmen, ülkede Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sas) olan ilgi ve merak her geçen gün artıyor. Buna delil olarak da Kur’an-ı Kerim’in ABD’de en çok satan kitap haline gelmesi gösteriliyor. Karikatür kriziyle dünyanın gündemine oturan Danimarka’da ise 200 bin Müslüman yaşıyor. “Ötekini” yok sayıcı anlayışa rağmen Danimarka ve İsveç başta olmak üzere Kuzey Avrupa ülkelerinde de İslamiyet hızla gönülden gönüle ulaşıyor. İslamiyet, medya ağıyla kötü gösterilmeye çalışılsa, bin yıllık iftiralar çekinmeden yeniden dile getirilse de İslamiyet’in temiz yüzü, okuyan ve araştıran Avrupalıların gayretleriyle bir anda ortaya çıkıveriyor. Yeni Müslüman olmuş Avrupalılara Efendimiz’le (sas) ilgili eski ve yeni kanaatlerini sorduk. Yine Hz. Meryem (r.anha) ve Hz. İsa (as) ile ilgili kanaatlerinde Müslüman olduktan sonra ne gibi bir değişme olduğunu merak ettik. Çocukluklarından beri kendilerine empoze edilenle, daha sonraki tecrübeleri ne gibi bir sonuç ortaya koymuştu
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
25 Mart 2006       Mesaj #39
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Peygambere Sevgi ve Saygı




Allah'a giden yolların rehberi, dünyada ve âhirette mutluluk yollarının göstericisi Peygamberimiz Hz.Muhammed'i (s.a.) sevmek, her mümine farzdır. Peygamberimiz'e sevgi ve saygı duymak, onu önder ve örnek alıp bağlanmak, Müslümanların dinî ahlâkının bir gereğidir. Bu sevgi ve saygı, diğer peygamberler için de geçerlidir. Peygamberimiz'i sevmek için sebep çoktur. Ama her şeyden önce, peygamber sevgisinin ilk kaynağı, yüklenmiş olduğu ilâhî görevden kaynaklanmaktadır.
Allah'ın Sevgili Peygamberini Sevmek ve Saymak

Hz.Peygamber (s.a.), Allah'ın sevgili (habîbullah) kuludur. Bunun için Müslümanlar, Peygamberimiz'i andıklarında, onun pekçok niteliği arasında bu durumundan esinle Habîb-i Ekrem (en sevgili kul) sanını da kullanırlar. Kur'an-ı Kerim'in âyetlerinde, Yüce Allah'ın doğrudan Peygamber'e seslendiği, özellikle âyet başı bölümlerinde, "Habîbim" hitabını kullanarak çeviri/meal yaparlar. Ona duyulan sevgiyi, en sevilen çiçeklerden olan gül ile simgeleştirirler. Böylece, Yüce Allah'ın sevdiğini sevmiş oluruz. Çünkü, Allah'ın sevdiğini sevmek, doğrudan Allah'a sevginin bir uzantısıdır. Peygamberimiz, o mükemmel sevgi duasında, şöyle derdi: "Allahım! Sana duyduğum sevgiyi, kendi canımdan, aile bireylerimden ve serin sudan daha sevimli yap." (Tirmizî, daavât, 72)
Yüce Allah'ı seven, Hz.Muhammed'i (s.a.) de sever: "De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir." (Ali İmran, 3/31. Ayet mealleri için bk.
Peygamber'e duyulan sevgi, her şeyden ve her türlü sevgiden çok olmalıdır. Bu, her şeyden önce Yüce Allah'ın bir emridir: "Müminlerin, Peygamber'i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir." (Ahzâb, 33/6) Bu durumu, Sevgili Peygamberimiz de şöyle belirtiyor: "Sizden biriniz, beni atasından babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla iman etmiş olmazsınız." (Buharî, iman, 8; Müslim, iman, 70) Yine Hz.Peygamber'in (s.a.) belirttiğine göre, Allah'ı ve Peygamberini her şeyden çok sevmedikçe tam mü'min olunmaz. (Buharî, iman, 9, 14, edeb, 42; Müslim, iman, 67) "Canımız sana feda olsun Ya Rasûlallah" ifadesi, işte bu anlayışın bir yansımasıdır.
Alemlere Rahmet

Hz.Muhammed'i (s.a.) sevme sebeplerinden birisi de, âlemlere rahmet oluşudur: "Doğrusu bu Kur'an'da, kulluk eden kimselere bildiri vardır. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/106-7); "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez." (Sebe, 34/28); "De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız." (A'râf, 7/158) O, bu niteliklerinin bir gereği olarak, insanlara Yüce Allah'ın buyruklarını ve yasaklarını iletti, hak dini öğretti, ebedî kurtuluş yolunu gösterdi. Bütün bu iyiliklere, ancak şükran, minnet ve sevgi duyulabilir.
Yüce Ahlâk Sahibi ve Güzel Örnek

Hz.Muhammed'i (s.a.) sevme sebeplerinden bir başkası, onun üstün ahlâk sahibi ve uyulacak güzel örnek oluşudur: "Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsindir." (Kalem, 68/4) "Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlullah (Allah'ın Elçisi) en güzel örnektir."(Ahzâb, 33/21) Bu yönüyle Peygamberimiz, bütün Müslümanlar için "gaye insan, ufuk Peygamber"dir. Süleyman Çelebi, bunu şöyle belirtir:
Zâtıma mir'ât edindim zâtını,
Bileyazdım âdım ile âdını. (mir'ât: ayna, örnek)
Ümmetine Düşkünlüğü

Hz.Muhammed (s.a.) ümmetine çok düşkündür, çok şefkatli ve merhametlidir: "Ey inananlar! And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128) Bu sevgi, şefkat ve merhametin karşılığı da, ancak Peygamber'i sevmek ve saymak olabilir


(vecdi akyüz)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Mart 2006       Mesaj #40
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
daniel2Daniel Stridsman; 29 yaşında yeni Müslüman olmuş bir İsveçli. 1977 doğumlu. Ekonomi bölümünde okumuş. Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Arapça biliyor. Araştıran, okuyan ve hizmet olacağına inandığı eserleri İsveççeye kazandırmayı kendisine görev edinmiş biri. Iraklı bir Müslüman’la evli ve Stockholm’de yaşıyorlar. İslam’la ilgili önyargının Batı’daki bilinçaltını soruyoruz: “Bilmemekten, tanımamaktan.” diyor. Bunun üzerine, “Hz. Muhammed’le (sas) ilgili Müslümanlık öncesi düşüncelerini” soruyoruz: “Bir peygamber olarak Hz. İsa (as) modeli vardı önümüzde sadece. O’nda ruhsal, metafizik bir hâl vardı. Hz. Muhammed’i (sas) ise sadece dünyevî yönleriyle biliyorduk; evlilik ve savaş yönleri gibi.” Sonra, içinde bulunduğu toplumun genel kanaatlerine değiniyor; Hz. Muhammed’in, Kur’ân’ı kendisinin yazdığına ve (hâşâ) sahte bir peygamber olduğuna inanıyorlarmış. İslâm’ın ise sadece kılıç zoruyla yayıldığını zannediyorlarmış. “Gerçekleri öğrenince” diyor Daniel, “Aslında Hıristiyanlık öyle yayılmış. İslâm’ı ise, dünyayı dolaşan tüccarlar yaymış. Bir de, İslâm son yüz senede daha çok yayılmış durumda; yani güçlerinin, silahlarının olmadığı şu son dönemlerde.”
Stridsman, Danimarka merkezli karikatür krizini değerlendiriyor: “Bu, Danimarka’dakilerin nezdinde, bir zihniyetin ne kadar kalıplaşmış önyargılarının, kin ve öfkelerinin olduğunu gösteriyor. (Şekspir’in Hamlet isimli eserini çıkarıp, bir cümle gösteriyor) ‘Something is rotten in the state of Denmark.’ ‘Danimarka’da bazı şeyler kokuşmuş, çürümüş.”
Peki, Hz. Muhammed’i (sas) bütün yönleriyle ve doğru bir şekilde tanımış olsalardı ne olurdu? Stridsman bu soruya, “Millet olarak en azından resimlere karşı büyük üzüntü duyarlardı. Bu zamana kadar bilgisiz kaldıklarına da esef ederlerdi.” diyor:
“Mesela ben Hz. Muhammed’in (sas) bizler için çektiği sıkıntıları öğrendikçe, O’na (sas) karşı duyduğum sevgi, saygı ve hayranlık kat be kat artıyor! Diğer insanlar da bilselerdi her şey çok farklı olurdu. Ama tarihi bir bilinçaltı var.” diyor.

İslam’la, şirksiz imana kavuştum

Daniel’e, Avrupa ve Hıristiyan dünyası İslâm’ı ve Kur’ân’ı derinliğiyle bilse ve tanısaydı, kendi değerleri açısından ne gibi kazanımları olacağını soruyoruz. Bu soruya bütün içtenliği ile şöyle cevapladı:
“Kendim için söyleyeyim; İslâm’ı, Kur’ân’ı okudukça - tanıdıkça, fıtratımın, aklımın ve vicdanımın sesini buldum, yani fıtratıma uyanı buldum. Her şeyi var eden büyük kudret sahibi Allah’a oğul vb. ortaklar koşmadan tanıma imkanı buldum. İslâm’da tek ve nezih bir Yaratıcı düşüncesi var, ne güzel! Bir de; İslâm’ın, Kur’ân’ın çizdiği Hz. Meryem ve Hz. İsa portesini görünce, değerlerimin yerli yerine oturduğunu gördüm. Mantığım dediklerinin İslâm’da karşılığını bulmuş oldum. Yani aslında Müslüman olmakla ben değişmedim, sadece dinî kimliğim değişmiş oldu!”
“Önyargı”, “tepki” derken, son bağlamda Daniel’e; “Müslüman olduktan sonra ailesinin tepkisini” soruyoruz:
Baştan çok korkmuşlar: “Oğlumuz artık bizden kopacak gidecek!” diye. Sonradan böyle olmadığını görünce bu kaygıları gitmiş. Eski sevgi ve saygısının fazlasıyla devam ettiğini görünce çok rahatlamışlar ve onun dinî tercihini saygıyla karşılamışlar.
Ailesinden gördüğü bu korku ve önyargının temellerini; medyanın menfî propagandaları ile açıklıyor. Kitapların ve gazetelerin olmadığı eski dönemlerde ise insanlar İslâm’ı Hz. İsa’ya karşı vahşi bir saldırının kaynağı olarak görüyorlarmış. Bu saldırının merkezinde de Osmanlı’nın olduğunu sanıyorlarmış. “Halbuki” diyor: “İsveç’in kurucularından olan Kral 12. Şarl Osmanlı’da uzun süre saygın bir misafir olarak kalmış. Ama bu dönemin güzelliklerini ve vefa gereğini o devrin din adamları örtbas etmişler. Arada yakınlaşmaya bir zemin oluşmasın diye uğraşılmış sanıyorum.”
Daniel de gençliğinde bu olumsuz propagandalardan etkilenmiş:
“Sonradan araştırmalarım ve okumalarım sonunda gördüm ki, yüzyıllar boyunca Osmanlı hilafetin ve İslâm’ın merkeziydi. İslâm’ın bütün güzelliklerini, kutsal değerlerini ve Mekke-Medine gibi mübarek beldelerini içinde barındırıyordu. Bütün bunları koruyor ve müdafaa ediyordu. Şimdi düşünüyorum da, Osmanlı olmasaydı bu kutsal yerler de olmayacaktı, belki de İslâm alemi de olmayacaktı.” Sonra Osmanlı’ya duyduğu hayranlığını şöyle ifade ediyor: “Osmanlı sultanlarının tavus kuşunun tüyleriyle Kâbe’yi süpürüp, o tüyleri başlarına sorguç yapmaları beni çok etkiledi. İslâm’ın kutsal değerlerine bu kadar saygı ve hürmet göstermeleri çok takdire şayan!”

Benzer Konular

9 Nisan 2009 / ayşe nur Soru-Cevap
15 Ekim 2018 / Şeb-i Yelda Hz. Muhammed
3 Haziran 2014 / Ziyaretç Soru-Cevap
8 Haziran 2014 / Misafir Cevaplanmış
30 Ağustos 2009 / Misafir Soru-Cevap