İçtihadın sözlük anlamı; meşakkatli, külfetli, zor bir işi meydana getirmek için bütün gücünü sarf ederek ceht ve gayret göstermektir.
Terim anlamı ise; kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları şer'î delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır. Yani, Kur'an, hadis ve icma ile sabit olan şer'î delillerden hüküm çıkarmaktır.
Kur'an-ı Kerim, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir denizdir; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O'nun hikmet ve esrarı nihayetsizdir. Her asrın âlimleri anlayışları oranında ondan hisselerini almışlardır ve kıyamete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (asm.) onun bereketine mazhar olmuşlar, maddeten ve manen Kur'an 'dan istifadeler etmişlerdir ve edeceklerdir.
Kur'an-ı Kerim, özet hâlinde ve ince nüktelerle doludur; bir çok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.
Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübindedir."
Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder: "Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur'andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor."
Bu İlâhî hazinede beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün meseleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur'an'ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi.
İmam-ı Şa'rânî'nin buyurduğu gibi. "Eğer Peygamber Efendimiz (asm.) Kur'ân-ı Kerimdeki icmalleri toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri açıklamasaydı, Kurân-ı Kerîm’in özet hâlindeki ifadeleri üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, Sünnette bulanan icmalleri açıklamasalardı, sünnet kendi özet hâliyle kalırdı."
Malumdur ki, Cenâb-ı Hakk nazarında en makbul olan amel güç olanıdır. (İbadetlerin en faziletlisi zahmetli olanıdır) hadisi-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir görevdir. İnsanların bütün hal ve hareketleriyle alakası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (asm.) tam anlamıyla vâris olmakla mümkündür.
İçtihadın önemi nedir?
İçtihat, Cenâb-ı Hakk'ın bu ümmete en büyük lütuf ve ihsanıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'an-ı Kerim'de yoruma açık olan hakikatleri, işaret ve remizleri ümmetin alimlerine bırakmasının birçok hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hakk yoruma açık hükümleri eğer kesin bir şekilde bildirseydi, ayrıntıya ait bütün meseleler, farz ve vacip olurlar ve onlara muhalefet edenler felâkete düşerlerdi.
Diğer bir hikmet: Cenâb-ı Hakk içtihat kurumunu açmakla âyet ve hadislerden şer'i hükümlerin çıkarılmasında akla da bir hisse vermiş, böylece ümmet-i Muhammedi ve ulemasını şereflendirmiştir.
İlahî hediyelerin en kıymetlisi akıldır. Akıl, varlıkların gerçeğini, kainatın sırlarını keşfeden İlahî bir nurdur, lâtif ve şerefli bir cevherdir. Kur'an-ı Kerimin en derin mana ve hakikatleri o cevherle halledilir. Evet, akıl insana Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve inayetinin, fazl ve kereminin son mertebesidir. Bununla beraber insanlar akıl ve ilim noktasında aynı seviyede değildirler.
İlmin mahiyeti bir olsa bile anlaşılması başka başkadır. Binlerce insan bir alimden aynı dersi aldıkları halde her birinin aldığı feyz ve irfan farklıdır. Kabiliyetler farklı olduğu için her biri kendi kabiliyeti oranında feyiz ve bilgiye mazhar olur.
Aklı zayıf, fikri sınırlı insanlar en açık şeylerden bile bir şey anlamazlar. Perdeli sırlara ve hakikatlere akıl erdirmek olgun akıl sahiplerinin görevidir. Bu sırları akıl ve şuurla keşfedemeyen insanın kazandığı bilgiler yeterli derecede bir ilim olmaz; görüşlerinde, tefekkür ettiği şeylerde noksanlık olur. Evet, ümmet-i Muhammed içinde her ilim dalında bir çok alimler, nice bilgin, düşünür ve mutasavvıf yetiştiği halde içtihat mertebesine ulaşanların sayısı çok azdır. İçtihada ait marifet ve ilmin sahası ve muhiti pek geniş ve pek derindir. O, her dalgıcın dalamayacağı bir denizdir. Her göz ve ileri görüş sahibinin idrak edemeyeceği bir çok hakikati içeren bir denizdir. Onun gerçek mahiyetini her akıl keşfedemez.
İçtihat, zor bir konu ve derin bir sırdır. Her kabiliyetin, her akıl ve zekânın, gezebileceği bir saha değildir.
O denizlerin derinliklerinden inci gibi kıymettar pırlantaları ve cevherleri çıkarmak ancak ve ancak müçtehit imamlara ve bilhassa dört imama mahsustur.
İslâm dini en mükemmel bir dindir. Nitekim Cenâb-ı Hakk da;
"Bugün sizin için dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım" buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'de, gerek inanış, gerek ibadet ve davranışa dair açık hükümler bulunduğu gibi, kıyamete kadar ortaya çıkabilecek yeni hâdiseleri çözmeğe yeterli kanun ve prensipler de mevcuttur. Bunlardan hüküm çıkarmak ise ancak içtihat ile mümkündür.
Evet, İslâm dininde İçtihadın konumu çok önemlidir. Müslümanların birçok ihtiyaçları bu kurum sayesinde karşılanmıştır. Malumdur ki, zamanın değişmesiyle yeni yeni hâdiseler ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara cevap verebilecek temel kurallar, ulvî esaslar Kur' an ve hadislerde mevcuttur. Ama bu derin ve perdeli anlamları herkesin anlaması mümkün değildir. İşte müçtehitler, Kur'an'dan ve onun birinci tefsiri olan hadislerden bu gibi ikinci derece hükümleri çıkarıp insanların zorluklarını halletmişlerdir.
Evet insan, ancak Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviy-yenin tayin ettiği yolu izlemekle hatadan kurtulabilir. Çünkübu iki kaynak, insanların kurtuluşu için Allah tarafından konulmuş ve tespit edilmiş bir hidâyet meşalesidir.
Esasen şer'i hükümlerin çoğunluğu, Kur'an ve hadislerin kesin kısmıyla tespit edilmiştir. Bu kısım Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle; "Kur'an ve Kur'an'ın tefsiri olan sünnetin malıdır. İçtihada ait meseleler altın ise bunlar birer elmas sütundur."
İşte müçtehitler, bu iki hazineden azami derecede istifade,etmekle, "Allah, hikmeti istediğine verir" âyet-i kerimesine hakkıyla layık olmuşlardır. Peygamber Efendimiz de (asm.) İçtihadın önemini ve müçtehitlerin kıymet ve derecelerini şu hadis-i şerifleri ile en güzel bir şekilde ortaya koymuşlardır:
"İçtihat eden kimse isabet ederse iki sevap, etmezse bir sevap alır." Hadis-i Şerifteki hatadan yani isabet etmemekten murat, daha doğru olanı bulamamaktır. Muhammed bin Hazm bu konuda, "Buradaki hatadan kasıt, delilin isabet etmemesidir. Sahibini şerîatten çıkaran hata değildir. Zira onunla şerîatten çıkmış olsaydı, onunla kendisine sevap verilmezdi. " demektedir.Ancak şu hususu önemle belirtelim ki içtihada ehil olmayan bir kimse verdiği hükümde hata ettiği taktirde mazur olmaz, günahkâr olur.
Bedir Gazasında alınan esirlere ne gibi bir muamele yapılacağına dair henüz bir vahiy nazil olmamıştı. Fahr-i Kainat Efendimiz (asm.), kendisine bildirilmeyen her hususu ashabıyla istişare ettiği gibi bu meseleyi de istişare etti. Hazret-i Ebu Bekr esirlerin bedeline fidye alınması ve serbest bırakılması görüşündeydi. Hazret-i Ömer Efendimiz ise esirlerin hemen öldürülmeleri fikrindeydi. Ashab-ı Kiramın bir kısmı Hazret-i Ömer'in, bir kısmı da Hazret-i Ebu Bekir'in İçtihadından yana oldular. Aralarında ihtilaf çıkınca Hazret-i Resûlullah (asm.), Hazret-i Ebu Bekr'in İçtihadını tercih etti ve onun görüşü doğrultusunda davranıldı.
Lakin bu hususta İlahî ikaza sebep olan şu âyet-i kerime nazil oldu:
"Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için ebedi olan) âhireti istiyor."
Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ebu Bekr'in İçtihadını bozmamakla beraber, Hazret-i Faruk'un fikrinin daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki, birbirine zıt iki fikir de tasvip edilmiştir. İşte bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, her içtihat ehli görüşünde isabet etmektedir. Eğer, Hazret-i Ebu Bekr Efendimizin fikri hata olsaydı; hüküm icra olunmadan evvelâyet indirilirdi. Demek ki, bu hususta nazil olan ilahî ikaz daha iyisiyle amel etmenin zıddını tercihten dolayıdır.
Hazret-i Ebu Bekr'in maksadı, esirlerden alınacak fidyeyle Müslüman askerini düşmana karşı silahandırıp kuvvet kazandırmaktı. Hazret-i Ömer'in maksadı ise, bunlarda ıslah emaresi olmadığından vücutlarını ortadan kaldırmakla yeryüzündeki fesadı önlemekti.
Sponsorlu Bağlantılar
Kur'an-ı Kerim, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir denizdir; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O'nun hikmet ve esrarı nihayetsizdir. Her asrın âlimleri anlayışları oranında ondan hisselerini almışlardır ve kıyamete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (asm.) onun bereketine mazhar olmuşlar, maddeten ve manen Kur'an 'dan istifadeler etmişlerdir ve edeceklerdir.
Kur'an-ı Kerim, özet hâlinde ve ince nüktelerle doludur; bir çok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.
Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübindedir."
Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder: "Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur'andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor."
Bu İlâhî hazinede beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün meseleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur'an'ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi.
İmam-ı Şa'rânî'nin buyurduğu gibi. "Eğer Peygamber Efendimiz (asm.) Kur'ân-ı Kerimdeki icmalleri toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri açıklamasaydı, Kurân-ı Kerîm’in özet hâlindeki ifadeleri üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, Sünnette bulanan icmalleri açıklamasalardı, sünnet kendi özet hâliyle kalırdı."
Malumdur ki, Cenâb-ı Hakk nazarında en makbul olan amel güç olanıdır. (İbadetlerin en faziletlisi zahmetli olanıdır) hadisi-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir görevdir. İnsanların bütün hal ve hareketleriyle alakası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (asm.) tam anlamıyla vâris olmakla mümkündür.
İçtihadın önemi nedir?
İçtihat, Cenâb-ı Hakk'ın bu ümmete en büyük lütuf ve ihsanıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'an-ı Kerim'de yoruma açık olan hakikatleri, işaret ve remizleri ümmetin alimlerine bırakmasının birçok hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hakk yoruma açık hükümleri eğer kesin bir şekilde bildirseydi, ayrıntıya ait bütün meseleler, farz ve vacip olurlar ve onlara muhalefet edenler felâkete düşerlerdi.
Diğer bir hikmet: Cenâb-ı Hakk içtihat kurumunu açmakla âyet ve hadislerden şer'i hükümlerin çıkarılmasında akla da bir hisse vermiş, böylece ümmet-i Muhammedi ve ulemasını şereflendirmiştir.
İlahî hediyelerin en kıymetlisi akıldır. Akıl, varlıkların gerçeğini, kainatın sırlarını keşfeden İlahî bir nurdur, lâtif ve şerefli bir cevherdir. Kur'an-ı Kerimin en derin mana ve hakikatleri o cevherle halledilir. Evet, akıl insana Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve inayetinin, fazl ve kereminin son mertebesidir. Bununla beraber insanlar akıl ve ilim noktasında aynı seviyede değildirler.
İlmin mahiyeti bir olsa bile anlaşılması başka başkadır. Binlerce insan bir alimden aynı dersi aldıkları halde her birinin aldığı feyz ve irfan farklıdır. Kabiliyetler farklı olduğu için her biri kendi kabiliyeti oranında feyiz ve bilgiye mazhar olur.
Aklı zayıf, fikri sınırlı insanlar en açık şeylerden bile bir şey anlamazlar. Perdeli sırlara ve hakikatlere akıl erdirmek olgun akıl sahiplerinin görevidir. Bu sırları akıl ve şuurla keşfedemeyen insanın kazandığı bilgiler yeterli derecede bir ilim olmaz; görüşlerinde, tefekkür ettiği şeylerde noksanlık olur. Evet, ümmet-i Muhammed içinde her ilim dalında bir çok alimler, nice bilgin, düşünür ve mutasavvıf yetiştiği halde içtihat mertebesine ulaşanların sayısı çok azdır. İçtihada ait marifet ve ilmin sahası ve muhiti pek geniş ve pek derindir. O, her dalgıcın dalamayacağı bir denizdir. Her göz ve ileri görüş sahibinin idrak edemeyeceği bir çok hakikati içeren bir denizdir. Onun gerçek mahiyetini her akıl keşfedemez.
İçtihat, zor bir konu ve derin bir sırdır. Her kabiliyetin, her akıl ve zekânın, gezebileceği bir saha değildir.
O denizlerin derinliklerinden inci gibi kıymettar pırlantaları ve cevherleri çıkarmak ancak ve ancak müçtehit imamlara ve bilhassa dört imama mahsustur.
İslâm dini en mükemmel bir dindir. Nitekim Cenâb-ı Hakk da;
"Bugün sizin için dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım" buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'de, gerek inanış, gerek ibadet ve davranışa dair açık hükümler bulunduğu gibi, kıyamete kadar ortaya çıkabilecek yeni hâdiseleri çözmeğe yeterli kanun ve prensipler de mevcuttur. Bunlardan hüküm çıkarmak ise ancak içtihat ile mümkündür.
Evet, İslâm dininde İçtihadın konumu çok önemlidir. Müslümanların birçok ihtiyaçları bu kurum sayesinde karşılanmıştır. Malumdur ki, zamanın değişmesiyle yeni yeni hâdiseler ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara cevap verebilecek temel kurallar, ulvî esaslar Kur' an ve hadislerde mevcuttur. Ama bu derin ve perdeli anlamları herkesin anlaması mümkün değildir. İşte müçtehitler, Kur'an'dan ve onun birinci tefsiri olan hadislerden bu gibi ikinci derece hükümleri çıkarıp insanların zorluklarını halletmişlerdir.
Evet insan, ancak Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviy-yenin tayin ettiği yolu izlemekle hatadan kurtulabilir. Çünkübu iki kaynak, insanların kurtuluşu için Allah tarafından konulmuş ve tespit edilmiş bir hidâyet meşalesidir.
Esasen şer'i hükümlerin çoğunluğu, Kur'an ve hadislerin kesin kısmıyla tespit edilmiştir. Bu kısım Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle; "Kur'an ve Kur'an'ın tefsiri olan sünnetin malıdır. İçtihada ait meseleler altın ise bunlar birer elmas sütundur."
İşte müçtehitler, bu iki hazineden azami derecede istifade,etmekle, "Allah, hikmeti istediğine verir" âyet-i kerimesine hakkıyla layık olmuşlardır. Peygamber Efendimiz de (asm.) İçtihadın önemini ve müçtehitlerin kıymet ve derecelerini şu hadis-i şerifleri ile en güzel bir şekilde ortaya koymuşlardır:
"İçtihat eden kimse isabet ederse iki sevap, etmezse bir sevap alır." Hadis-i Şerifteki hatadan yani isabet etmemekten murat, daha doğru olanı bulamamaktır. Muhammed bin Hazm bu konuda, "Buradaki hatadan kasıt, delilin isabet etmemesidir. Sahibini şerîatten çıkaran hata değildir. Zira onunla şerîatten çıkmış olsaydı, onunla kendisine sevap verilmezdi. " demektedir.Ancak şu hususu önemle belirtelim ki içtihada ehil olmayan bir kimse verdiği hükümde hata ettiği taktirde mazur olmaz, günahkâr olur.
Bedir Gazasında alınan esirlere ne gibi bir muamele yapılacağına dair henüz bir vahiy nazil olmamıştı. Fahr-i Kainat Efendimiz (asm.), kendisine bildirilmeyen her hususu ashabıyla istişare ettiği gibi bu meseleyi de istişare etti. Hazret-i Ebu Bekr esirlerin bedeline fidye alınması ve serbest bırakılması görüşündeydi. Hazret-i Ömer Efendimiz ise esirlerin hemen öldürülmeleri fikrindeydi. Ashab-ı Kiramın bir kısmı Hazret-i Ömer'in, bir kısmı da Hazret-i Ebu Bekir'in İçtihadından yana oldular. Aralarında ihtilaf çıkınca Hazret-i Resûlullah (asm.), Hazret-i Ebu Bekr'in İçtihadını tercih etti ve onun görüşü doğrultusunda davranıldı.
Lakin bu hususta İlahî ikaza sebep olan şu âyet-i kerime nazil oldu:
"Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için ebedi olan) âhireti istiyor."
Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ebu Bekr'in İçtihadını bozmamakla beraber, Hazret-i Faruk'un fikrinin daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki, birbirine zıt iki fikir de tasvip edilmiştir. İşte bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, her içtihat ehli görüşünde isabet etmektedir. Eğer, Hazret-i Ebu Bekr Efendimizin fikri hata olsaydı; hüküm icra olunmadan evvelâyet indirilirdi. Demek ki, bu hususta nazil olan ilahî ikaz daha iyisiyle amel etmenin zıddını tercihten dolayıdır.
Hazret-i Ebu Bekr'in maksadı, esirlerden alınacak fidyeyle Müslüman askerini düşmana karşı silahandırıp kuvvet kazandırmaktı. Hazret-i Ömer'in maksadı ise, bunlarda ıslah emaresi olmadığından vücutlarını ortadan kaldırmakla yeryüzündeki fesadı önlemekti.
Kaynak:İslamiyet
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....