Arama

Milliyetçilik, Müslümanlık ve İnsanlık

Güncelleme: 23 Kasım 2007 Gösterim: 9.904 Cevap: 15
M.S.T - avatarı
M.S.T
Ziyaretçi
15 Ocak 2006       Mesaj #1
M.S.T - avatarı
Ziyaretçi
Ben aslında Milliyetçiyim...
Yüreğimde ülkemin sevgisi var.
Sponsorlu Bağlantılar
Bayrağımızı her gördüğümde bir koşu sarılıp öpesim gelir... Askerler marşlar söyleyerek yürüdüğünde gözlerim yanar.
Ama... "Milliyetçiler" milliyetçilik adına bu güzel ülkeyi babalarının çiftliğine çevirdiler. Siyasi partiler kurup iktidarın nimetlerini üleşirken, çeteler kurup bizi soydular.
"Milliyetçilik" çıkar gruplarına dönüştü.
Kaba kuvvetleri ve hoşgörüsüzlükleri ile kendilerini 'kanun' saydılar.
Ellerinde silah ve kan vardı.
Onlarla aynı kefede olmamak için "milliyetçilikten" söz edemez oldum.
"Milliyetçiliğimizi" elimizden aldılar.
***
Ben aslında Müslümanım.
Yüreğimde Allah sevgisi var.
Bir sabahın alacakaranlığında, ya da akşamın hüzünlü griliğinde ezan sesi duyduğumda içimde kıyametler kopar.
Sığınışım, yakarışım, dualarım vardır.
Ama... "Dinciler" din adına uygarlığa ve çağdaşlığa karşı çıkıp ülkemizi her fırsatta karanlığa boğdular.
"Dindarlık" çıkar gruplarına dönüştü.
Şirketler kurup safları, tarikatlar kurup aptalları, siyasi partiler kurup toplumu kandırdılar.
Onlarla aynı kefede olmamak için dinimden söz edemez oldum.
"Dinimizi" elimizden aldılar.
*
Ben aslında insanım...
Kimliğimde sevgi ve barış var.
İnsan olmanın gururunu da, sorumluluğunu da unutmam.
Her insan gibi özlemlerim, tepkim, eleştirim, arayışım olmalı.
Ama...
"İnsanlar" bu ülkedeki "insani değerleri" silip, yerine ikiyüzlülüğü, yalakalığı, çıkarcılığı, avantacılığı koydular.
Hukuk dahi buralarda suçsuzdan-haklıdan yana değil.
Bu akşam televizyon haberlerine bir bakın; hukuksuzluk içinde yok olan, güçlünün ezdiği, mazlumun tükendiği bir toplum göreceksiniz.
Böyle mi olur insan?
"İnsanlıktan" söz edemez olduk.
"İnsanlığımızı" elimizden aldılar.



Turkiye Turkiye Turkiye

" Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. "
Son düzenleyen M.S.T; 15 Ocak 2006 13:08
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Nisan 2006       Mesaj #2
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
MİLLİYETÇİLİK VE İSLAM

Sponsorlu Bağlantılar
Türk siyasi hayatında bu iki akımla ilgili 4 argüman ileri sürülmüştür.

· Gerek Türk Milliyetçiliğinin, gerekse Türk İslâmcılığının evriminde en başından beri İslâm ve Türklük öğeleri iç içe geçirilmiştir.

· Türçüler arasında İslâm’ı reddedenler ve İslâmcılar arasında milliyetçiliği reddedenler “ana akımı” temsil etmezler. O akım içerisinde daima marjinal kalmışlardır.

· Modern Türk siyasi hayatında Türkçülerle İslâmcıların birbirlerine yakın durdukları dönemler birbirlerine uzak durdukları dönemlerden daha çoktur.

· Günümüz İslâmcıları ve Türkleri 1950’lerden 70’lere kadar olan dönemde aynı kaynaklardan etkilenmişlerdir. Dolayısıyla bugünün Türkiye’sinde İslâm ve milliyetçiliğin, iç içe geçmişliği şaşırtıcı değildir.(10 )


Türkçülüğün ana temsilcilerinin din ve milliyetçilik arasında bir karşıtlığı yaratmaktan özenle kaçındıklarını ve kendilerince bir “sentez”i kabul ettiklerini görüyoruz. İki gurup arasındaki temel fark öncelikler meselesiydi, yani Türkçüler için Türklük birinci, İslâm ikinci sırada, İslâmcılar içinse tam tersiydi.

İslamcılara baktığımızda modernist İslâmcıların milliyetçiliğe(Türk milliyetçiliğine) bakışlarında üç farklı aşamadan söz edebiliriz. 1908-1912, 1912-1918 ve 1918 sonrası.

1. Dünya savaşından sonra İslâmcılık fikri zeminini tamamen yitirmiş ve “İslâm’la takviye edilmiş bir milliyetçilik” fikrine dönüşmüştür.

Dönüşüm sadece İslamcılara özgü değildir. Mütareke dönemi iki akımın birbiriyle bütünleştiği ilginç dönem olmuştur. 1918 sonrasında İslamcılar Türkçülere yaklaşırken, Türk milliyetçileri de İslam’a daha çok önem vermeye başlamışlardır. Türkçüler açısından Türk-İslam sentezinin en veciz ifadelerinin bu dönemde kaleme alındığını görüyoruz. Yahya Kemal Beyatlı, Halide Edip Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bu dönem yazıları hayli ilginçtir.

ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Nisan 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kızılelma Koalisyonu, Ulusalcılık, Milliyetçilik ve Merkezcilik
Doğan Gürpınar
Son yıllarda en son Lozan’da yine bir araya gelen ve kamuoyunda “Kızılelma koalisyonu” olarak adlandırılan sağ ve solun çeşitli unsurlarının aynı refleks ve duyarlılıklardan hareketle sadece birbirine yakınlaşması değil ama tekleşmesi, birbirlerine entegre olması gözlemleniyor. Ortak yaklaşım ise “milliyetçilik” veya en başta “sağcı faşist milliyetçilerden” kendilerini ayırmak isteyen solcuların icat ettikleri ve kendi ayrıksılarını ifade etmeye çalıştıkları neolojizm iken zaman içinde kelimenin mana değiştiren “ulusalcılık” kavramları bu ittifakın tanımlayıcı üstçatısı oldu. Ulusalcılığın milliyetçiliğinden farkı özünde aslında milliyetçilerin duygusal ve hamasi saiklerle milletlerini öne koyarlarken, ulusalcılığın rasyonel olarak milli çıkarları gözeten ekonomist bir sağduyuculuk olmasıyken; zaman içinde ulusalcılığın bu rasyoneli tamamen söndü ve milliyetçiliğin farklı bir isimlendirmesinden öte bir şey ifade etmez oldu. Tek nüansı ulus kelimesinin cumhuriyette yeniden canlandırılan bir kelime olması ve Türkçe (Moğolca) olması sebebiyle daha “laik” bir imgeye sahip olması kaldı. Bundan öte bir de hegemonanyaya yönelik manipülatif bir içerik taşımakta. Şöyle ki; sol ve laik çağrışımlı ulusalcılık kendini milliyetçi tanımlayan ve addedenleri kendi üstünlüğünde bir araya getirince bu şekilde ulusalcılık kendini daha güçlü bir şekilde sunabiliyor ve kabul gördürtebiliyor. Ulusalcılık içi milliyetçiliğe göre daha iyi ve daha akılcı doldurulduğundan ve pazarlamasında kendi pozisyonunu daha ikna edici, daha kucaklayıcı, daha rasyonel ve daha sempatik sunabildiğinden kaba milliyetçilere inceden inceye bir gol atmayı mümkün kıldı.
Bu ittifakın mümkün olması için öncelikle dünyanın tek kutuplu olması ilk gerekli şarttı. Bu tekkutupluluğu sağlayan Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber aynı zamanda dünyada (marjinal Küba ve Kuzey Kore dışında) sosyalizmin yaşayan ve ciddi bir alternatif oluşturan siyasal-iktisadi bir model olmasının sona ermesini getirdi ki; bu da bu koalisyon için başka bir gerekli şarttı. Bu sayede solun en azından bir kısmı için sosyalizm bu ideolojinin sonul neticesi ve canlı bir ideali olmaktan çıktı. En azından bu yönde umutlar oldukça zayıfladı. Sosyalizm hakiki manada bir alternatif olmaktan çıkınca sol varoluş nedenini pozitif değil negatif olarak yeniden kurmaya başladı ki küreselleşme karşıtlığı da benzer bir dinamiğin göstergesi olarak gelişti. Sol artık kendini projesinin ne olduğu değil, neye karşı olduğu ifade ediyordu. Aslında karşı olunanlar büyük ölçüde aynı kalsa da, sonuçta bu negatif muhteviyatı solu milliyetçiliğin kucağına düşmeye mahkum kıldı. Zira sol artık somut ve cidden inanılan (ve gerçekleştirmesinden korkulan) bir programa sahip olmadığından sağ-milliyetçi kesimce kendisi bizzati bir tehdit olarak algılanmadı; bu sebeple sağ-milliyetçilik için faydanılanabilecek ve yanında taşınabilecek bir “yol arkadaşı” olarak görülebildi. Zira solun karşıt oldukları solun dünyagörüşünü ve muhteviyatını eksiksiz bir şekilde tanımlamaktan çok uzaktı.
Buradan hareketle şu soruları sormak istiyorum; söylemsel düzeyde bu Kızılelma koalisyonu sürecinde yaşanan söylemsel etkileşimde iki kamp arasında ne tür transferler, benimsemeler ve ricatlar (capitulation) oldu. Yani bu “tuhaf ittifak”ta kim ne kazandı, kim ne kaybetti ?
Öncelikle toplumsal temsiliyeti çok sınırlı olan, hatta olmayan sol kendine belli bir temsiliyet veya meşruiyet zemini sağladı. Yani sol bir kimlik altında mesajını ulaştıramayacak bir çok isim kendi mesajlarını kitlelerle sözleri dinlenir bir ortamda ekspoze edebildiler. Bu bakımdan sol bir Türk toplumunun bir kısmını kucaklama, onlarla özdeşleşme imkanı buldu. Bundan başta, sol jargon ve terminoloji belli bir miktarda bu ittifak vasıtası ve imkanıyla sağ kesime yayıldı. Bu jargonun anahtar kelimesi kuşkusuz “anti-emperyalizm”di. 1960’ların üçüncü dünyacı anti-emperyalist teorileri bu sayede milliyetçi kesimde kullanılmaya başlandı. Milliyetçilik konvansiyonel olarak bu tür emperyalist teorilere ihtiyaç duymaz ve uluslararası siyaseti Darwinist bir anlayışta milletlerin diğer milletlerle mücadelesi şeklinde görürken Türk milliyetçiliğin aslında bir tarafta ABD, bir tarafta Avrupa olmak üzere emperyalizme karşı mücadele verdiği diskuru belli ve tamamen kapsayıcı bir teorik çerçeve içinde teorize edildi. Türk milliyetçiliği böylece sadece Türklüğün çabası bir mücadele olmaktan terfi ederek küresel bağlamda kritik bir anlam ve önem kazanmış oldu. Ancak öte yandan antiemperyalist teori bu şekilde bir “milletler mücadelesi” içinde eritilerek manasını tamamen kaybetti. Anti-emperyalizm kendi bir dinamik olmaktan çıkarak bir yanparça haline geldi. Bu yaklaşım aynı zamanda emperyalizmin zaten 1960’ların üçüncü dünyacı anti-emperyalizm teorilerinde de var olan şekilde iktisadi tanımından tamamen çıkartılarak siyasal bağlama çekildi. Yani emperyalizm ancak ülkelerin ülkelerle mücadelsinde gözlemlenebiliyordu. Uluslararası şirketler ise aslında emperyalist merkez devletlerin güdümünde olmaktan öteye gitmiyorlardı. Bu şekilde, emperyalizmin siyasallaştırılması ve siyasallaştırılmasının doğal neticesi olarak devletleştirilmesiyle yine bu mücadelede ana eksen Türk devletiyle, Türk devleti-olmayan zıtlığına (dikotomisine) indirgenmiş oldu. Böylece Türk devletinin kayıtsız şartsız savunuculuğu pozisyonuyla yeniden icat edilen (her yeniden tanımlama aslında icattır) Kemalizm kızılelma koalisyonunun iki birbirieyle aslen çelişik olması gerektiği varsayılan bu iki kutbu birbirine zamkladı. İlginç olanın her iki kampın da Kemalizm’den anladıklarının oldukça farklı olmasına karşın bu ittifak bir konstrüksiyon olarak değil, bir karşıtlık üzerinden kurulduğundan bu kaçınılmaz uzlaşmazlık hem samimi olarak her iki kesimce farkedilmedi, hem de “büyük şeytan”a karşı mücadele içinde ikincil boyutta kalan ve kalması gereken minör bir uzlaşmazlık olarak görüldü. İşin tuhafı bu ittifakın yine destekçisi ve müttefiki olan İslamcılar da bu yeniden icat edilen Kemalizm tanımından rahatsızlık duymadılar. Hatta bu manada en Kemalist onlar kaldılar. Zira bu yeniden formule eilmiş Kemalizm yine ancak bir karşıtlığa indirgenmişti. Atatürk’ün ne dediğinden çok nelere karşı olduğu keyfi ve selektif bir şekilde imal edilirken Kemalizm’in laik duyarlılığı fazla meydana çıkarılmadı zira göreceğimiz gibi Atatürk ve Milli Mücadele Batı haçlı emperyalizmine karşı verilmiş bir savaşa dönüştürülmüştü . Çünkü burada bu bağlama çok ilginç üçüncü bir boyut eklenmişti; bu solcu üçüncü dünyacılık aynı zamanda İslamcılık öğesini de içermekteydi. Bu İslamcılık inanç manasında kayıtsızlığı hatta bireysel olarak dinsizliği öngörenlerin milliyetçiliklerini ve Türklüğü müslümanlık üzerinden tahayyül ettikleri ve Batı emperyalizminin Türkiye devlerine karşıtlığını ekonomik temelli ve hatta siyasal temelli açıklamalar yerine ezelileştiren ve ebedileştiren anti-emperyalist teorizasyon İslam’a inançsal olarak değil ama siyasi olarak stratejik bir mana yüklemekteydi. Ancak söylenmeli ki; burada İslam bir stratejik yol arkadaşlığından çok öte, bu milliyetçi enti-emperyalist teorizasyonun can damarını oluşturdu.
Sonuç olarak kızılelma ittifakı büyük ölçüde sosyalist teorizasyon ve jargonun milliyetçi damara enjekte edilmesiyle şekillenirken; metodoloji sosyalist, mantıksal netice milliyetçi oldu. Sosyalist komponentler devletçiliğin ve milliyetçiliğinin hizmetine sunuldu. Böylece milliyetçiliğin temel paradoksu olan herkesin kendi milliyetinin diğer milliyetlere göre meşruiyet üstünlüğünün nereden kaynaklandığı sorunsalı İskender’in Gordion darbesiyle çözülmüş oldu. Her milliyetçilik bir haklılık argümanı kurar. Türk milliyetçiliği ise Soğuk Savaş’ın ardından uzun süre hala “komünistler Moskova”ya diye bağırdıktan sonra sol kökenli teorik çerçevesi tamamen kuşatıcı ve kapsayıcı bir argümanı hazır buldular. Buna her iki kesimi orta noktada buluşturan Türk devleti yücelticiliğinin Türk devletinin daimi haklılığını kırılmaz bir teorik bütünlük içinde açıklar kılmasıyla tuhaf bir şekilde aslında anaakım merkezciliği temsil ve sembolize eden Kemalizm ve devletçilik mobilize edici unsurlar olarak atın önüne koşuldu. Merkez radikal olurken, radikalizm merkez oldu. Sol sağ oldu. Belki de Türk solu aslına rücu etti ?
smoke_wins - avatarı
smoke_wins
Ziyaretçi
3 Mayıs 2006       Mesaj #4
smoke_wins - avatarı
Ziyaretçi
sevgili arkadaşım,milliyetçilik,müslümanlık ve insanlık adına bazı şeyler yazmışsınız ülkemizin insanları böyle düşünseydi müslümanlıkla ilgili bu düşünce ghözlemlerinizi bizlerle paylaşamazdınız ama bu düşüncelerinizi her platformda dile getirin ve savaşın çünkü her siper bir duruştur açığa çıkarmaktır.maskelerin düşmesi için bir uyarıdır.
kan105 - avatarı
kan105
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #5
kan105 - avatarı
Ziyaretçi
Milliyetçiyim ben çünkü gereksiz lamba yakmıyorum gereksiz su akıtmıyorum gereksiz konuşmuyorum en önemliside devletimi devlet olduğu için değil kanımın ondan aktığını bildiğimden ben Milliyetçiyim ... Rüşvetçi hayin çalan değilim ... DEVLET VE MİLLET İÇİN ELİNDEN GELENİŞ DEĞİL YAPILMASI GEREKENİ YAP...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #6
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Milliyetçilik, Müslümanlık ve İnsanlık...

Alemlere rahmet Hz MUHAMMED bir hadisi şerifinde büyü ve sihir yoluyla insanlara zarar verenlerin zararlarından emin olmak için felak ve nas surelerini okuyunuz.

"Ey Muhammed! De ki: ‘Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım." (Felak Suresi,ayet 1-5 )

Nas Suresi’nde de şu var: "Ey Muhammed! De ki: ‘İnsanların kalplerine vesvese sokan, ( insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin vw şeytanın şerrinden insanların Rabbi’ne... sığınırım." (Nas Suresi, ayet 1-6.)
Son düzenleyen M.S.T; 7 Mayıs 2006 22:12
g.m - avatarı
g.m
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #7
g.m - avatarı
Ziyaretçi
Selamun aleykum.Msn Happy
Sevgili kardeşlerim islamiyeti anlamak için ilk olarak yaşamak lazım ki hakeza islamiyette milliyetçilik gibi ayrıcı bi kavram yıktur.
Tarihte tekerrürleride incelediğiniz zaman fesat çıkarmak için ortaya konulan bid'atlarlarla karşılaşmanız mümkün.Msn Sad
Çünkü öyle bi ibare olmuş olsa idi islamiyette evrensellik ve bütünlük olmazdı.kuranı ve sünnetleri iyi bir sekilde incelediğiniz zaman açık ve seçik olarak karşınıza parçalanmaz bi bütünlük çıkacaktır.
selam ve dua ile......Msn Wink
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
17 Mayıs 2006       Mesaj #8
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
İslam Ve Milliyetçilik::...
* İSLAM 'DA KAN BAĞININ DİNİ BİR ÖNEMİ YOKTUR. HZ. RESUL ; KIZI FATIMA'YA :" EY FATIMA , PEYGAMBER KIZIYIM DİYE GÜVENME KIYAMET GÜNÜ BEN BİLE SENİ KURTARAMAM " BUYURMUŞLARDIR. * İSLAM'A GÖRE İNSANLAR KAN BAĞI BULUNMASA BİLE KARDEŞTİR.( HUCURAT :10 )
* İSLAM İMANI OLMAYAN AKRABA,OĞUL'U ... AİLEDEN KABUL ETMEZ.( HUUD :46, TEVBE :23 , MÜCADELE:22 )
* İSLAM IRKI KABUL EDER AMA SADECE " TANIŞMAK " İÇİNMsn SadHUCURAT :13)
* İSLAM'A GÖRE ÜSTÜNLÜK SADECE TAKVA'DADIR.( HUCURAT :13)
* HZ. RESUL BUYURURKİ :" İNSANLAR DEDELERİ VE BABALARI İLE ÖVÜNMEKTEN VAZGEÇSİNLER " , (TİRMİZİ) , " IRKÇILIK DAVASINA KALKAN BİZDEN DEĞİLDİR , IRKÇILIK ÜZERE SAVAŞAN BİZDEN DEĞİLDİR , IRKÇILIK İÇİN ÖLEN BİZDEN DEĞİLDİR ." ( MÜSLİM,İMARE:53-57)
- MİLLİYETÇİLİK :" KALBİNDE BAŞKA IRKIN GURURUNU TAŞIMAYAN , KENDİNİ TÜRKLÜĞE ADAYAN.." : ( TÜRKEŞ :9 IŞIK , 1975)
- " HER ŞEY TÜRK İÇİN , TÜRKE GÖRE , TÜRKÜN BEKASI İÇİN..." : ( 9 IŞIK , SAYFA :100)
- "BİR BOZKURT GİBİ DAVRAN" Msn Sad TÜRKEŞ : KAHRAMANLIK RUHU ,S : 29 )
- " TÜRK MİLLETİ:ÇÜNKÜ ONUN EN KÖTÜSÜ ,TÜRK OLMAYANIN EN İYİSİNDEN İYİDİR " (BOZKURT DERGİSİ , 1973 )
I . DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA FİLİSTİN DEVLETİ BİZİ DESTEKLEMİŞTİ...AMA HİÇ BİR TÜRK DEVLETİ HALA DAHA KKTC.'İNİ TANIMIYOR.EVET , ARAPLAR BİZİ ARKADAN VURDULAR , AMA BİZDE CEZAYİR'İ BM. OYLAMASINDA VE IRAK HALKINI ( SADDAM'I DEĞİL...) KÖRFEZ SAVAŞINDA ARKADAN VURDUK, HEM BUNLAR O ZAMANIN SİYASİ OLAYLARI İDİ AMA BİZ MÜSLÜMAN HALK BİLİYORUZ Kİ " MÜSLÜMANLAR ANCAK KARDEŞTİR."
" SİZ İNSANLAR İÇİN ÇIKARILMIŞ HAYIRLI BİR ÜMMETSİNİZ "( AL-İ İMRAN :110 )
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #9
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Otoriter milliyetçilik ve Siyasi İslam: Neye karşı kimin muhalefeti?



Yaşadığımız coğrafyada Siyasi İslam ve otoriter-milliyetçilik “muhalif ideolojiler” olarak öne çıkıyor.

Sömürgeleştirme politikalarına karşı direnişlerde Siyasi İslam özel bir yere sahip. Siyasi İslam şemsiyesi altındaki çeşitli örgütler, ABD (veya Batı) emperyalizminin müdahalelerine karşı “İslami direniş odakları” oluşturuyor. Bu oluşumlara, bir dönem ABD emperyalizminin ve siyonizmin karşı-devrimci maşalar olarak kullandığı örgütler ve siyasi kadrolar önderlik ediyor.
El Kaide gibi platformlar aracılığıyla oluşan uluslararası Siyasal İslam ağları, iktidarda yer tutan otoriter-milliyetçi siyasi elitler arasındaki dayanışmalar, bu siyasi akımları bölgesel güçler haline getiriyor.

Rusya Federasyonu’nun yönetici seçkinlerinin, uzun süren bir kaos dönemi sonrasında otoriter-milliyetçi bir çizgiyle, ABD emperyalizminin hegemonyasını kısmen frenlemeyi başardıkları görüldü.

Bu nesnellik, “ulusal devlet”in ve “din”in, emperyalizme karşı mücadelenin dayanaklarından birisi olduğu kanısını yaratıyor. Türkiye sosyalist hareketinin birçok grubu da açık veya örtük bir biçimde bu kanıda.

Ne İslami Direniş ağı, ne de Rusya ve İran, emperyalizm ile girdikleri çatışmada, “nesnel olarak” da olsa, “ilerici güçler” sayılamaz. Bu güçlerin kimler olduğu ve ne için savaştığına bakmadan, yalnızca kiminle savaştığına bakarak oluşturulan bu kanı yanlış.

1- Siyasi İslam’ın ana güç merkezleri, El Kaide, Taliban, Müslüman Kardeşler, Hamas, Hizbullah ve İran mollaları iktidar elitleri. İran mollaları dışındaki bütün örgütler ABD ve İsrail’in devrimci demokratik güçlere karşı oluşturduğu karşı-devrimci örgütler. Bu örgütler, “şeriat” için savaşıyor. Bu adı verdikleri somut politik-toplumsal programınsa, yıkıcılık, sömürü ve baskı potansiyeli açısından sömürgecilikten fazlası var eksiği yok. Şeriat için savaş ne “ulusal bağımsızlık”, ne “siyasi demokrasi” ne de “toplumsal eşitlik ve refah” amacını içeriyor. Ana çizgilerini, yayılmacı bir cemaatçilik, otokratik bir seçkincilik ve yoksullaştırıcı bir kast düzeni oluşturuyor. Bu güçlerin emperyalizmle çatışması ekseninde gelişen toplumsal saflaşmaların ilerici politik sonuçlar doğurması olanaksız.

Bu güçleri emperyalizme karşı mücadelenin güçlü bir aktörü haline getiren nedenlerden birisi de, devrimci güçlerin, bu gerici örgütler tarafından yok edilmiş olması. Yani Siyasi İslam’ın ABD’ye karşı direnişte yarattığı toplumsal saflaşma ilerici güçleri biriktirmiyor, aksine emperyalizmle halk arasındaki çelişkiden devrimci toplumsal güçlerin çıkmasının önünü kesiyor.

2- Rusya artık kapitalist bir ülke ve emperyalist bir güce dönüşme sürecini tamamlamak üzere. Rusya’nın ABD emperyalizmine karşı gösterdiği direncin temel amacı, bölgede kendisinin de söz sahibi olduğu bir güç dengesi oluşturmak. Ağırlıklı bölümü eski Komünist Partisi bürokrasisinden gelen yeni burjuvazi, geçmişin ikinci büyük “süper gücü” Sovyetler Birliği’nden devraldığı devasa sermaye birikimine dayanarak, Rusya’yı emperyalist bir güç olarak yeniden örgütlemekte ciddi bir mesafe aldı. Yani Rusya siyasi elitinin diğer emperyalist güçlere karşı “direnişi”, Rusya emekçileri veya halkı adına bir direniş değil, Rus kapitalizmi ve emperyalizmi adına bir direniş. Bu direniş Rusya’nın kendi içinde ilerici bir toplumsal sürecin parçası değil Tam tersine, Rusya’daki karşı devrimin stabilizasyonu sürecinin bir parçası. Rusya’nın bu “denge kurma” çabası, bölgesel düzeyde “ilerici” bir nitelik taşımıyor. Rusya’nın şimdiki nüfuz politikalarıyla eski SSCB’nin “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” ve “bağlantısızlaştırma” politikaları arasında benzerlik bulunmuyor. Rusya’nın bölge ülkeleri üzerindeki nüfuz artırma projeleri, bu ülkelerde bir “işbirlikçi sermaye” oluşturmayı hedefliyor.

“İslami Direniş” ve Rusya’nın otoriter milliyetçiliği, ABD ve AB emperyalizmine karşı “direnen” iki karşı devrimci güçten daha fazlasını temsil etmiyor. Gericilik kampındaki bu çatışma, ancak, devrimci güçlerin hareket alanını genişleten iç çelişkiler olarak değerlendirilebilir. Bu çelişkinin uluslararası merkezleriyle veya “yerli izdüşümleri”yle devrimci güçler arasında işbirliği ya da karşılıklı etkileşim zeminleri oluşturmaya girişmek, egemenler arasındaki çatışmaların kuyruğuna takılmaktır.

Dinsel ve milliyetçi direniş ideolojileri, dış müdahaleyle sömürgeleştirilmek istenen halkın geniş cepheli bir direniş için gereksinim duyduğu kolektif kimliğin üretilmesinde iş görebilmektedir. Yeni sömürgecilik politikalarıyla, egemen sınıfları emperyalizme göbeğinden bağlanmış olan toplumlarda dincilik ve milliyetçilik, işbirlikçiliği gizleyen, halkın sömürge kapitalizminden kaynaklanan tepkilerinin emilmesine hizmet eden ideolojik bir tuzak. Türkiye’de devlet iktidarı için birbirlerine giren dincilerle militaristlerin “özgürlükçü” ve “bağımsızlıkçı” kisvesi altında, toplumu kendi arkalarında saflaştırmaya çalışmaları karşısında sosyalistlerin tutumu, bu sahte demokratların ve bağımsızlıkçıların gerçek yüzünü bütün halka sergilemek olmalıdır.

Ülkemizde dincilik ve milliyetçilik son derece köklü düşünce kalıplarına sahiptir. Siyasal İslam temel düşünce çerçevesini “İslam/İslam olmayan çatışması” üzerine; milliyetçilik ise “Türk/Kürt çatışması” üzerine oturtmuştur. Bu düşünce çerçeveleri, bir bütün olarak gericidir. Dinsel ve ulusal duyarlılıkların halkçı-demokratik politikalara güç veren özellikler kazanabilmesi için bu alanda sınıfsal bir parçalanmanın yaşanması bir ön şarttır. Böylesi bir parçalanma ise, ancak güçlü bir toplumsal devrim sürecinde sözkonusu olabilir; dinci ve milliyetçi siyasi kümelerin kendi iç dinamizmlerinden gelişemez.
gecube - avatarı
gecube
Ziyaretçi
31 Ekim 2007       Mesaj #10
gecube - avatarı
Ziyaretçi
İslâm dinini kabul eden, Allah'a teslim olmuş kişi.
"Es.le.me" fiilinin ism-i faili olup "İslâm" ile aynı kökten gelir. İslâm lügatta itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, kendini Allah'a vermek, ihlaslı davranmak, samimiyetle ve içten gelerek yönelmek, müslüman olmak, İslâm'a girmek; Yüce Allah'a itaat etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini benimsemek, şer'î hükümlere bağlılık göstermek, İslâmiyeti bir din olarak kabul etmektir (Bkz. el-Bakara: 2/112, 131-133; Âlu İmrân: 3/20, 83; en-Nisa: 4/125; el-Mâide, 5/44; el-En'âm: 6/14; en-Nahl: 16/81-83; el-Hacc: 22/34; en-Neml: 27/44; Lokman: 31/22, es-Sâffât: 37/103; ez-Zümer: 39/54; el-Fetih: 48/16; el-Cinn: 72/14).
"İslâm" ile "müslim" veya "müsliman" kelimeleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu sebeple, "İslâm" kelimesinin Iüğat ve ıstılah manasında zikredilen özellikleri taşıyan kimseye de müslim veya müsliman denilmiştir. Müsliman, Farsça "müslim''in çoğuludur. Halk dilinde bu kelime müslüman şeklinde kullanılmaktadır ve bu şekilde şöhret bulmuştur.
Kur-'ân-ı Kerim'de iman ile İslâm, bazan aynı manada kullanılmış, bazan da farklı kavramlar olarak ele alınmıştır. İman ile İslâm, aynı manâda kullanılırsa; bu durumda İslâm deyince, İslam'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manâsı anlaşılır.
İslâm çok geniş bir kavramdır ve kısaca "İhlâs, inkıyad ve teslimiyet" demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur: Ya kalben olur ki; bu kat'î inanç demektir. Veya dil ile olur ki; bu da ikrardır. Ya da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu üç şeklin en üstünü kalb ile olanıdır. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyet ve bağlılığına iman denilir. Matüridîler bu anlayıştan hareketle, imanla İslâm'ı bir telakki etmişlerdir (bk. Matüridî, Kitabü't-Tevhîd, s. 398).
İslâm inançları açısından da iman ile İslâm bir kabul edilmiştir. Zira İslâm, şer'î hükümleri kabul etmek manâsında boyun eğmektir. Bu da tasdikin hakikatıdır. Aynı şekilde İslâm'ın bir zâhirî, bir de bâtınî yönü vardır. Bâtınî yönden inkıyad ve boyun eğmek tasdikın kendisidir. Zâhirî yönden boyun eğmekse ikrar etmektir. Şu halde bir kimse hakkında "mü'mindir, fakat müslüman değildir"; yahut "müslümandır, fakat mü'min değildir" şeklinde bir hüküm doğru olmaz. Çünkü insanlar Hz. Peygamber zamanında üç fırka üzerinde toplanmaktaydı: "Mü'min, münafık, kâfir. Bunlar arasında bir dördüncüsü yoktur" (İmam A'zam, Fıkh-ı Ekber Aliyyü'l-Kari Şerhi, trc. Yunus V. Yavuz, s. 361-362).
Hz. Peygamber'in tebliğ etmiş olduğu dine İslâm, o dinin mensuplarına "müslüman" adının bizzat Yüce Allah tarafından verilmiş olması da mü'min ile müslüman arasında bir ayırım yapılmadığını göstermektedir (Alû İmrân, 3/85; el-Mâide, 5/3, el-Hacc, 22/78; ez-Zâriyat: 51/35). İman ile İslâm'ın aynı mefhumlar olduğu Kur'ân'ın da ifade ettiği bir husustur (Yunus, 10/84; en-Neml: 27/81; ez-Zâriyât: 51/35 vd). Şu halde "iman kalben tasdik etmek olup bâtınî bağlılıktan ibarettir. İslâm ise, bu bâtınî bağlılığı dil ile ikrar ederek açıklamak ve İslâm'a âit hükümleri kabul etmektir. Bu sebeple namaz kılmak ve zekât vermeyi İslâm'ın manâsı içine sokmakta bir sakınca yoktur... (İmam A'zam, a.g.e., s. 363). Bu gerçek şu âyette açık bir şekilde dile getirilmiştir: "... Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamber'in size şahid olması, sizin de insanlara Şahid olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'ın emirlerine sarılın. O sizin sâhibinizdir. Ne güzel sahib ve ne güzel yardımcıdır!" (el-Hacc, 22/78).
Buna göre, "iman-İslâm" veya "mü'min-müslim" kelimeleri arasında netice itibariyle bir fark yoktur. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'in bir yerinde "İslâm", "dış görünüş itibariyle müslüman olmak" anlamında gelmektedir. Şöyle ki: "Habibim! Bedevîler, "inandık" dediler. De ki: "İnanmadınız ama İslâm olduk deyin (çünkü iman gönülden olur... İslâm ise itaat ederek barışa girmek, savaşı "bırakmaktır. Savaşı bırakmakla İslâm olup güvene girdiniz). Fakat henüz iman gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez..." (el-Hucurât, 49/14).
Müslim sözcüğü tekil olarak yalnız iki âyet-i kerimede geçer. "Îbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyandı. Fakat o, doğruya yönelmiş bir müslim(müslüman)dı. Müşriklerden de değildi" (Âlû İmrân, 3/67). Başka bir âyette, Yûsuf(a.s.)'ın Mısır'da büyük mülk ve nimetlere kavuştuktan sonra şöyle dua ettiği bildirilir: "Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünya ve âhirette dostum Sen'sin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat" (Yusuf, 12/101).
Hz. İbrahim ve İsmail (a.s.) Kâ'be-i Muazzama'nın temelini yükseltirken şöyle dua etmişlerdi: "Rabbimiz! İkimizi de Sana teslim olan (müslimeyn) kıl. Soyumuzdan da, Sana teslim olan bir ümmet meydana getir" (el-Bakara, 2/128).
Müslim kelimesi pek çok âyette çoğul olarak geçer. Bu arada Kur'ân-ı Kerim'de erkek müslümanlardan çokça söz edildiği halde, kadınlardan söz edilmemesi bazı sahabe hanımlarının dikkatini çekmiş ve Allah'ın Rasûlüne bu konuda başvuranlar olmuştur. bunun üzerine şu âyet inmiştir: "Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara, ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam eden kadınlara, sadık erkeklerle sadık kadınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'tan hakkıyla korkan erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allah'ı çok zikreden erkeklerle, Allah'ı çok zikreden kadınlara, şüphesiz ki Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/35).
Râgıb el-Isfahanî'ye göre İslâm iki kısma ayrılır: Birincisi, iman'ın daha aşağısındadır ki bu, dil ile itiraftır. Yukarıda geçen âyette bu kasdedilir. İkincisi ise, imanın üzerindedir ki, bu da dil ile itirafın yanında kalb ile itikad, fiil ile yerine getirme ve Allah'ın tüm kaza ve kaderinde O'na teslimiyet göstermektir. Nitekim İbrahim (a.s.)'a "Rabbi: "Teslim ol" buyurduğunda, "Âlemlerin Rabb'ine teslim oldum" demişti..." (el-Bakara, 2/131). Yine "Allah katında din İslâm'dır..." (Âl-u İmrân, 3/19): "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır" (Âl-u İmrân, 3/85) âyetleri İslâm'ın ikinci türünü belirtir (Râgıb el-İsfahanî, el-Müfredat, s. 351-352).
Sa'd b.Ebi Vakkas'ın, babası Sa'd'tan naklen haber verdiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s.), (Sa'd da aralarında oturmakta iken bir kaç kişiye dünyalık vermiş) Sa'd hâdiseyi şöyle anlatmıştır: "Rasûlüllah (s.a.s.) onlardan birine bir şey vermedi. Halbuki en çok beğendiğim o idi. Bunun üzerine ben:
- Ya Rasûlüllah! Filanı niçin kenara bıraktın? Vallahi ben onu iyi bir mü'nıin görüyorum, dedim. Rasûlüllah (s.a.s.): "Yahud müslim" dedi. Biraz sustum. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çalarak;
-Ya Rasulallah! Filanı niçin kenara bıraktın? Vallahi ben onu iyi bir mü'min görüyorum, dedim. Rasulüllah (sas): "Yahud müslim" buyurdu. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çaldı. Ve; ya Rasûlüllah! Filanı niçin bıraktın? Vallahi ben onu iyi mü'min görüyorum, dedim. Rasûlüllah (s.a.s.) tekrar:
"Yahud müslim" buyurdu ve ilave ederek: "Ey Sa'd! Ben -başkası benim için daha makbul olduğu halde- bazan sırf bir adam yüz üstü Cehenneme atılır endişesiyle ona bir şeyler veriyorum" buyurdular (Buhârî, İman: 19; Müslim, İman, 236, 237). Hadisin zahiri: "... De ki: Siz iman etmediniz, bâri müslüman olduk deyin" (el-Hucurât, 49/14) ayetine uymaktadır. Hadiste Rasulullah (s.a.s.), imanın İslâm'a nazaran daha özel olduğuna işaret etmiştir. Ayrıca, o şahsın münafık olmadığını, müslüman olduğunu da belirtmiştir. Ona vermeyişinin sebebi ise, onun müslüman olduğunu bilmiş olmasıdır. Rasûlüllah'ın esas gayesi, daha çok müellefe-i kulûb durumunda olan kimselere bir şeyler vermek suretiyle onların kalblerini İslâm'a kazanmaktı. Aynı zamanda "yahud müslim" sözü ile bir gerçeğe de işaret etmek istiyordu. O da imanın bir kalb işi olduğu ve kalbde olana kolay kolay vakıf olunamayacağı, onun için de "müslim" demenin daha uygun olacağı gerçeği idi. Aynı şekilde, bir kimseyi överken onun bâtınî (iç) durumunu söylemekten sakınmak gerekir. Çünkü insanın iç dünyasını yalnız Allah Teâlâ bileceğinden, insanın zâhirî durumuna bakarak "müslim" demenin daha uygun olduğu dile getirilmek istenmiştir (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, IV, 219; Tecrîd-i Sarih tercemesi, I, 40).
Genel olarak Hz. Peygamber de "iman" ile "İslam" veya "mü'min" ile "müslim" arasında ayırım yapmamıştır. Hattâ aynı şeyi ifade etmek üzere söylenen hadislerde bazan "müslim", bazan da "mü'min" kelimeleri kullanılmıştır (bkz. Buhârî, İman: 20, 36; Nesâî, İman: 3, 4; Ebu Davud, Edeb, 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 89, 90, 162).
Müslümanın tanımı, karakteristik özellikleri ve birbirlerine karşı nasıl olmaları gerektiği özetle şöyle belirtilmiştir:
"Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir" (Buhârî, İman: 4; Müslim, İman: 64, 65, 66; Ebu Davud, Cihad: 2; Tirmizi, Kiyame: 52; Nesâî, İman, 8, 8);
"Kim bizim kıldığımız namazı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimiz kurbanın etinden yerse, işte o müslümandır" (Nesaî, İman: 9);
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve başkalarının zulmetmesine de razı olmaz..." (Buhârî, Mezâlim, 3); "Bir müslümana küfretmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür"(Buhârî, İman: 36; Müslim, İman: 116).
"İslâm'a gir, kurtulursun" (Buhârî, Bed'ul Vahy, 6, Cihâd, 102, Tefsîru Sûre 3, 4; Müslim, Cihâd: 74; İbn Mâce, Mukaddime, 10); "Müslümanın müslümana kanı, malı ve ırzı haramdır" (Müslim, Birr: 32; Ahmed b. Hanbel, III, 491); "Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmını almak, davetine icabet etmek, cenazesinde hazır bulunmak, hastalandığı zaman ziyaret etmek ve aksırdığı zaman Allah'a hamdederse "yerhamüke'llahü (Allah sana rahmet etsin)" demek" (Buhârî, Cenâiz: 2; Müslim, Selâm, 4-6; Tirmizî, Edeb: 1; İbn Mâce, Cenâiz: 1; Ahmed b. Hanbel, II, 332, 372, 412, 540).
İman kalb işi olduğu halde, İslâm daha çok imanın amel olarak dışarıya yansımasını ifade eder. Nitekim Cibril hadisinde, iman tarif edilirken; "Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyamet gününe, hayır ve şerrin Allahû Teâlâ'dan olduğuna inanmandır" buyurulurken; İslâm'ın tarifinde, topluma ilân edilen ve amel olarak yapılması gereken prensipler, yani İslâm'ın beş şartı sayılır: "İslâm, Allah'tan başka hiç bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa hac farizasını yerine getirmendir" (Buhârî, İmân, 34, 37, Şehâdat: 26, Tefsîru Sûre: 31/2; Müslim, İmân: 5, 7, 8; Ebû Dâvud, Sünne: 16; Tirmizî, İmân: 4).
"Müslüman, sevdiğini Allah için seven, Allah'ı ve Rasûlü'nü her Şeyden çok seven ve Allah kendisine imanı nasip ettikten sonra tekrar küfre dönmeyi, cehenneme yüz üstü atılmaktan daha tehlikeli gören kimsedir" (Nesâî, İmân: 3, 4);
"Müslüman, diğer müslümanların canına, malına ve namusuna saygı duyan kimsedir" (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., II, 491);
"Bir müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz" (Buhârî, Edeb: 57; Müslim, Birr: 23, 25; Ebu Davud, Edeb: 47; Tirmizi, Birr: 21, 24; İbn Mace, Mukaddime: 7; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 176).
Hangi müslümanlık daha hayırlıdır diyen birine Rasûlüllah (s.a.s.); "Tanıdığın ve tanımadığın herkese yemek ikram eder ve selam verirsin " cevabını vermiştir (Buhârî, İman: 6, 20; Müslim, İman: 63; Nesaî, İman: 12). Şu halde cömertlik ve Allah'ın selâmının yayılması da İslâm'ın prensiplerinden ve müslümanların örnek vasıflarındandır.
Kalbinde imanı olan her insan aynı zamanda müslümandır. Fakat her müslüman mü'min olmayabilir. İslam'da asıl olan iman ve amelin birlikte bulunmasıdır. İbadetler, insanlar arası münasebetleri düzenleyen hükümler ve bunlara uymayanlar için öngörülen dünyevî ve uhrevî müeyyideler bir bütün olarak alınır, birbirini tâmamlayacak şekilde kişi ve toplum hayatında uygulamaya konulursa "İslâm'a gir, kurtulmuş olursun" hadisinin haber verdiği gerçek ortaya çıkar.
İbadet ve muamelelerden soyutlanmış, kalbteki bir imanın korunması güçtür. Aylarca veya yıllarca namaz, oruç, zekât ibadetini tanımamış, günlük işlerinde İslâmî bir endişesi olmayan bir kimsenin kalbi kararabilir ve İlâhî duygulara karşı duyarlılığını kaybedebilir. Özellikle kendilerini amelden müstağnî görerek başkalarını irşad etmeye çalışmanın çirkinliği Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilir: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söyleyip duruyorsunuz?" (es-Saff, 61/2). "İnsanlara iyiliği emrediyor da, kendi nefsinizi unutuyor musunuz? Oysa siz, kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44).
Sonuç olarak müslüman; özü, sözü ve işleriyle en doğru hareket eden, haksızlık yapmayan, daima her işin iyi yanını görmeye ve almaya çalışan, dünyada her davranışının yazıcı melekler tarafından tespit edildiğine inanan kimsedir (Ayrıntı için bk. "İslâm" mad.).
Ahmed GÜÇ

Benzer Konular

19 Aralık 2007 / yüksel2 X-Sözlük
22 Mayıs 2014 / opş Soru-Cevap
9 Mart 2010 / _KleopatrA_ X-Sözlük
5 Mart 2009 / prozac02 Genel Mesajlar