Arama

İslam Dininde Ölüm - Sayfa 2

Güncelleme: 11 Nisan 2012 Gösterim: 48.051 Cevap: 13
kayıtlı1mod - avatarı
kayıtlı1mod
Ziyaretçi
21 Kasım 2011       Mesaj #11
kayıtlı1mod - avatarı
Ziyaretçi
Beğavi tevsirin de İbni Abbas (r.a) dan anlatıldığına göre bir insanoğlunun iki nefesi vardır, birine can denir bu ölüm anında gider ve yaşanılan hayat son bulur. Diğerine de temiz nefes denir. Bu nefes de uyku halinde iken gider, ancak hayat nefesi ile teneffüs eder. Diğer bazılarına göre, insanın bir nefes bir de ruhu vardır. Uyuduğu vakit her ikisi de gider. Hz.Ali’den rivayet edildiğine göre insanoğlu uyuduğu vakitte de ruh gidermiş fakat belliği yerinde kalır, bunun için rüya görür ve uyandığı vakitte ruh bedene geri döner. Ebul-Leys tefsirinde anlattığına göre, Resulullah (s.a.v) Efendimiz : İnsanoğlu uyuduğu vakit ruhu hareketsiz kalır.. İnsan yere düşer, bunun yanında ruhun şua’ı göklere çekilir diye buyurmuşlardır. Bunlara benzer birçok rivayetler vardır, doğrusunu sadece ALLAH bilir. Allah (c.c) Hz. leri “her nefis ölümü tadacaktır” demişlerdir. İmami Gazali : Ölümün hakikatinde ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre, “Ölen biri artık yok olmuştur. Ona haşr neşir diye birşey yoktur.” demişlerdir ki, bunu diyen ve düşünenler Allah’a inanmayan kafirlerdir. Bazılarına göre de “Ölenler tamamen yok olmuşlardır. Artık hiç bir şekilde dirilip haşir yerine gelinceye kadar mezarda onlara azab yoktur” derler. İşte bu da zayıf bir görüştür. Diğer bazı kısımlar da, “Ruh ölmez, mükafat ve cezalandırmalarbedene değil ruhadır. Beden bir daha geri dönmez” derler ki, bu da boş temelsiz yanlış şeylerdir ki, küfüre girer. Doğru gerçek olan şudur ki, ölüm demek, ruhun bedenden ayrılması demektir. Beden ölür ancak ruh ölmez, mahşer günü gelene kadar mükafat yada cezayı görür. Mahşerde meydana gelecek aynı cesede girer ve de hesabını verir. Bunlar kesin hükümlerdir. hayatı bilemiyen ölümü zaten bilemez. Yaşamı bilmek, ruhu da bilmekledir. Halbuki Allah (c.c) Hz. leri Resulullah (s.a.v) Efendimize ruh hakkında konuşma yetkisi vermemiş ve soranlara da : “De ki ruh Rabbimin emrindedir” buyurmuştur. Bu nedenle din alimleri de ruhdan bahsetmemişlerdir.

Sponsorlu Bağlantılar
kayıtlı1mod Msn Happy


---------- Mesaj tarihi 19:19 ---------- Önceki mesaj tarihi 19:16 ----------

Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü bir arkadaştır o ! Nisa, 38 (Bu münafıklar) müminlerle karşılaştıkları vakit "(Biz de) iman ettik" derler
(Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz,
biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler Bakara, 14 Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin,
şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır Bakara, 168 Şeytan, sizi fakirlikle korkutur ve hayasızlığa teşvik eder Allah ise katından
bağışlanma ve lütuf vaat ediyor Allah her şeyi kuşatır ve bilir Bakara,268 Şeytan sizin düşmanınızdır O halde sizde onu düşman bilin, doğrusu o, taraftarlarını
cehennemlik olmaya çağırır Fatır, 6 De ki, sığınırım ben, insanların Rabbine, insanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi
vesvesenin şerrindenO ki insanların kalplerine kötü düşünceler fısıldar Gerek
cinlerdense gerekse insanlardan olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allaha sığınırım
(Nas Süresi) Allah hakkında bilmeden tartışan ve her azılı şeytana uyan insanlar vardır
O kendisini dost edinen kimseyi saptırır ve alevli azaba götürür Hacc, 3-4 İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak
için senin doğru yolunun üstüne oturacağım (Araf,16) Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve
sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi (Araf,17) Ey Âdem oğulları! şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın
Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler Şüphesiz biz
şeytanları, inanmayanların dostları kıldık Araf, 27 Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası
nâmına bir şey ödeyemeyeceği, günden çekinin Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir
Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi
kandırmasın Lokman, 33 Şüphesiz ki, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vesvese verirler
Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki, Allah'a ortak koşanlar olursunuz En'**, 121 İblis: "Senin kudretine and olsun ki, onlardan sana içten bağlı olan kulların bir yana,
hepsini azdıracağım" dedi Allah: "Doğrudur; işte Ben hakikati Söylüyorum, sen ve
sana uyanların hepsi ile cehennemi dolduracağım" Sad, 82-85
De ki "Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım Mü'minün, 97-98

kayıtlı1mod Msn Happy

Son düzenleyen kayıtlı1mod; 21 Kasım 2011 19:16 Sebep: yanlış yazı
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
6 Ocak 2012       Mesaj #12
Avatarı yok
Yasaklı

Ölümü Hatırlamada Metod
Sponsorlu Bağlantılar

Ölümü hatırlamada en etkili metod, insanın kendi akranının ölümünü düşünmesidir. Daha dün beraber gezip oynadığı, beraber çalıştığı, yol arkadaşlığı yaptığı, küçüklüğünü beraber yaşadığı, aynı okulu, aynı mahalleyi paylaştığı arkadaşının şimdi ölmüş olması insanda derin izler bırakır. Hem dünyadan soğutur, hem de öbür tarafa bir özlem oluşturur, arzu uyandırır.

Bir diğer mesele, meşhurların, zenginlerin ölümünü düşünmektir. Daha dün yanından geçilmeyen, herkesin imrendiği bir konumda bulunan, şöhretinin zirvesinde yaşayan insanlar, bugün toprak altındalar. Nasıl yaşamışlarsa öyle muamele görmekteler. Bunu düşünen insan, nefsinin iştahla istediği şöhretten de, mal mülk sevgisinden de soğur ve bunların doğuracağı akıbetten kurtulur.

Ölümü hatırlamada bir diğer yol, kabir ve hastane ve yaşlı insanları ziyarettir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de kabir ziyaretini ölümü hatırlattığından dolayı tavsiye eder.

Bir diğer metod, ölümü hatırlatan kitaplar okumak, vaazler dinlemek.

Başvurulacak diğer bir metod da, görüldüğünde Allah’ı hatırlatan, nasihatçi bir arkadaş edinmek.

Ölümü Unutturan Sebeplerden Biri: Uzun Emel

İnsan, uzun emellerle ölümü unutur. Yarının hesabını yaptığı gibi elli yıl sonrasının da hesabını yapar. Bunu yaparken de sırf dünya için yapar. Allah, yeteri kadar rızkı garanti etmişken o, çoluk çocuğuna ne bırakacağını düşünür. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışır. Zamanla ölümü istemez hale gelir. Hatta keşke şu kadar sene yaşasam der, ömrüne ömür katılmasını ister.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem(s.a.v); Hz. Ömer’in(r.a) oğlu Abdullah’a der ki: “Sabaha çıktığında akşamı bekleme, akşam olduğunda da sabahtan dem vurma. Hayatından ölümün için, sağlığından da hasta zamanların için bir şeyler ayır. Yarın isminin ne olacağını bilemezsin.”

Bir defasında da Hazreti Ali’ye (r.a) der ki: “Hakkınızda iki şeyden endişeleniyorum. Nefsin hevasına uymanız ve uzun emellere saplanmanız.”

Hadis: “Yaşlandıkça, iki şey devam eder: Hırs, uzun emel.''

Efendimiz, bir dikdörtgen çizerek ortasına müstakil bir çizgi çeker. O müstakil çizgiden dikdörtgenin kenarlarına doğru bağlantılar kurar. Sonra da dikdörtgenin dışına müstakil bir çizgi çizerek sorar: Bunlar nedir biliyor musunuz? (Dikdörtgenin içindeki) şu çizgi insanın hayatıdır. Şu (dikdörtgen), insanın ecelidir. Çekilen hatlar ise, insanı hayatında rahatsız eden ısıran olaylardır. Biri ısırmazsa diğeri ısırır. Dışardaki çizgi ise insanın emelleridir.

Allah Resulü(s.a.v) bir gün ashabını ikaz ederek; “Yiyemeyeceğiniz şeyler biriktiriyor, içinde oturamayacağınız binalar yapıyor, ulaşamayacağınız şeyleri düşlüyorsunuz.” buyurur.

Süfyan Sevri der ki, “Zühd, kepekli ekmek yemek, yamalı elbise giymek demek değildir. O, uzun emellere girmemektir.”

Ölümü Hatırlamanın Faydaları

Ölümü hatırlamak insanı salih amel işlemeye, ibadet yapmaya zorlar, zorlamalıdır da. Hazreti Ömer(r.a) der ki; “Her işte teenni (sırasıyla, sabırla, aheste aheste yapmak) iyidir. Fakat, Ahiret işinde acele edin!”

Hasan Basri bir vaazında şöyle diyordu: “ Acele edin! Acele edin! Bu hayat nefeslerden ibarettir.” Sonra da Meryem Suresi 84. Ayeti okuyordu: “ Biz ancak onların günlerini ve nefeslerini sayıyoruz.”

Ölüm insanı hayattan koparmaz, koparmamalı. Bilakis, daha da çalışmaya zorlar. Her işinde Ahiretini kazanması için insanı teyakkuzda tutar. Çünkü insan ne yaparsa yapsın, hesap vereceği endişesiyle yaşar.

Ancak insanı hayatın içinde ve dinamik tutacak ölümü hatırlama şekli, Bediüzzaman Hazretlerinin dediği şekilde olmalı. Yani, şu an öldüm, şimdi yıkanıyorum, şimdi kabire konuyorum.. şeklinde değil de, “ben bir faniyim ve er geç öleceğim. Ufukta, beni her şeyden koparacak bir ölüm görünüyor. o geldiğinde alakadar olduğum her şeyden alakamı kesip gideceğim. Ben şimdi adım adım ona doğru ilerliyorum. O ölüm ya ayağımın altında veya az ilerde her an beni bekliyor..”şeklinde olmalı.

Efendimiz (s.a.v) buyuruyorlar ki; “Sabah akşam düşman orduları üzerinize gelecekmiş gibi ölüme hazır olun!” şimdi böyle bir ruh haline sahip insan hiç boş durur mu?

Özellikle gençler açısından düşünüldüğünde mesele daha bir ehemmiyet kazanır. Zira, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü onlar oluşturdukları gibi, dünyanın önemli bir iş bölümü de onlar üzerinde yürür. Ölümü hatırlayan genç, işine daha iyi konsantre olur, daha verimli çalışır. Haksızlıklardan, yolsuzluklardan uzak bulunur. Serkeşlik yaparak kimsenin hakkına tecavüz etmez.


Alıntı

proot - avatarı
proot
Ziyaretçi
1 Mart 2012       Mesaj #13
proot - avatarı
Ziyaretçi
Ölülerin Ardından Yapılan Ameller
M. Akif AKAY

Her insan, kendisi için takdir buyrulan ömür bittiğinde, içinde bulunduğu şu geçici dünya hayatından asıl yurdu olan Âhiret’e göç edecektir. Bu takdir, peygamberler de dahil olmak üzere bütün varlıklar için geçerlidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de, “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 3/185) âyeti ve daha başka bazı âyetlerle (Cuma, 62/8); (Nisa, 4/78) bu gerçeği ifade etmektedir.
Hakikat bu olduğu halde insanlar, çoğu zaman ölümü unutarak hiç ölmeyecekmişçesine bu dünyaya sarılmaktadırlar. Halbuki ölümü sıkça hatırlamak gerekmektedir. Zira ölümü hatırlama, dünya zevklerinden kaçınmayı ve Ahiret’e yönelmeyi getirir.
Her Müslüman'ın fırsat elde iken vakit kaybetmeden gelecek ebedî dünya yolculuğunda kendisine lâzım olacak azığını bu dünyada hazırlaması gerekmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: “...Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı takva (Allah korkusu)dır. Ey kâmil akıl sahipleri! Ben'den korkun!..” (Bakara, 2/197).
İnsan, Âhiret’te dünya tarlasına ektiğini biçecektir. Burada nefislerine uyup keyiflerince yaşayan ve hazırlıklarını yapmayanların halini Kur’ân-ı Kerim şöyle tasvir etmektedir: “Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca (tekrar tekrar) şöyle diyeceklerdir: 'Rabbim, beni (dünyaya) geri gönder, tâ ki ben zâyi ettiğim (ömrüm) mukabilinde iyi amel (ve hareket)de bulunayım.' Hayır hayır, onun söylediği bu söz (hakikatte) boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltip kaldırılacakları güne kadar bir ara hayat (berzah) vardır.” (Mü'minûn, 29/99–100).
Hiç kimsenin ne zaman öleceği belli değildir. Hayatlarını şuurlu ve her an ölüme hazırlıklı yaşayanların yanı sıra yer yer gaflete düşenler olabileceği gibi, yapacakları amellerle ölmüş yakınlarına ve diğer mü'minlere sevap kazandırmak isteyenler de olabilir. İşte biz, bu çalışmamızda, bu dünyadan ebedî âleme göç etmiş insanların yararlanması amacıyla yapılan, yapılabilecek amelleri itikadî ve fıkhî açıdan değerlendirmeye çalışacağız.
Öldükten sonra fayda sağlayan ameller
Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadis-i şeriflerinde ölüyü (mezara kadar) ailesi, malı ve ameli olmak üzere üç şeyin takip edeceğini; bunlardan ailesiyle malı geri dönerken, amelinin ise baki kalacağını buyurmuştur (Buharî, “Rikak”, 42, Müslim, “Zühd”, 5). İnsan, kabirde sadece bu dünyada yaptığı amellerle başbaşa kalır. Ancak kabrinde amelleriyle başbaşa kalan mü'min, dünyada iken yaptığı bazı işlerden dolayı ölümünden sonra da sevap kazanacak ve onlardan istifade edecektir. Allah Resulü (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “Mü'mine ölümünden sonra amel ve hasenatından (iyiliklerinden) gerekecek olanlar (faydası olanlar) şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı salih evlât, (yazıp) miras bıraktığı mushaf (kitap), yaptığı mescit, yolcular için yaptırdığı konaklama yeri (ev, misafirhane) ve sağlığında, sıhhatli zamanında malından ayırdığı (verdiği) sadaka. İşte bunların hepsi ölümünden sonra ona lâzım olur.” (İ. Mace, “Mukaddime”, 1/88-89).
Konuyla ilgili diğer bir hadis-i şerifte ise ölümden sonra kişinin istifade edeceği yedi amelden söz edilir ki, bunların dördü önceki hadiste de geçmektedir: “Kulun, vefatından sonra kendisine sevap yazılmasına sebep olan yedi şey vardır (Yani bu yedi şeyi sağlığında yapana, yaptığı bu amelleri sebebiyle ölümünden sonra da sevap verilir). Hurma (ağaç) diken, kuyu açan, su yolu açıp su getiren, bir mescit yapan, mushaf (Kur’ân-ı Kerim) yazan, geriye faydalı ilim bırakan ve kendisi için vefatından sonra istiğfar edecek salih evlat bırakan.” (Aynu’l Mûbud, 8: 62; Taberani, Kebir; Bezzar).
Zikredilen rivayetlerden de anlaşılacağı üzere, insan, dünyada iken kendisinin yaptığı veya başkalarının yapmasına vesile olduğu amellerden istifade edecektir. Zaten bu konuda Ehl-i Sünnet alimleri de ittifak etmişlerdir (İ. Kayyım el-Cevziyye, 157).

İbn Abbas'ın (r.a) rivayet ettiği hadis-i şerifte ise, şöyle buyurulmaktadır: “Bir adam gelerek: 'Ey Allah'ın Resûlü! Annem vefat etti. Ben onun için tasaddukta bulunsam ona faydası olur mu?' diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: 'Evet' deyince, adam, 'Benim bir meyveliğim var. Şâhid olun, onu annem için tasadduk ediyorum' dedi” (Buharî, “Vesaya”, 15, 20).
Bu konuda delil olan hadis-i şeriflerde hep evlâdın anne ve babası için vereceği sadakanın söz konusu edildiğini söyleyen, ayrıca “İnsan için kendi çalışmasından başkası yoktur.” (Necm, 53/39) âyetiyle delil getirip, ancak evlâdın yaptıklarının, ölünün kendi çalışması cinsinden olacağını belirten bazı âlimler, evlât dışındaki kişilerin sadakalarının ölüye faydalı olacağına dair delil bulunmadığını söylemişlerse de İmam Nevevî, ister evlât isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğunu bildirmektedir. Ancak bu sadakanın mezar başında dağıtılması doğru değildir. Cenazeyle beraber götürülüp, cenazeyi defnedince dağıtmak da mekruhtur (Sabık, 1: 568).
Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin erkek ve kadın bütün Müslümanlar adına niyet etmesi daha faziletlidir. Zira bunun sevabı onların hepsine ulaşır ve kendisinin sevabından da herhangi bir şey eksilmez (Zuhaylî, 3:9).
Geriye Kalan Namaz, Oruç, Hac Gibi İbadetleri
Ölünün Yerine İfa Etmek
Namaz ve Oruç: Namaz bedenî bir ibadettir. Dinin aslı ile farz olmuştur. Gerek hayatta, gerekse öldükten sonra bunda vekalet ve niyabet caiz değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kimse başka bir kimse adına namaz kılamaz, oruç tutamaz. Fakat onun adına her güne karşılık bir müd (1 müd, yaklaşık 18 kg.) yiyecek fakirlere yedirir.” (ez-Zeyleî, 2: 463). Dolayısıyla hiç kimse ölmüş bir kişinin hayatta iken kılmadığı namazlarını onun yerine kılamaz. Yalnız, Şafiî mezhebinde bu caizdir. Bununla birlikte, nafile olarak namaz kılınıp sevabı ölüye bağışlanabilir.

Şunu unutmamak gerekir ki, ölmüş olan kişinin yerine bir başkasının yapacağı ibadetler, bunu caiz kabul edenlere göre bile ölüyü aynen kendisi yapmış gibi yüzde yüz mes'uliyetten kurtarmaz. Bu yapılan ibadetlerin fâili, şüphesiz sağ olan kişidir ve yaptığı ibadet kendisinindir. Sadece bu ibadetten elde edeceği sevabı bir başkasına bağışlamaktadır. Bu, ölünün üzerindeki asıl borcun düşmesi değil, yapılan hayırlı ameli yapıp da bağışlayanın sevabından istifade etmesidir. Umulur ki Cenab-ı Hakk, bu sevap nedeniyle onun bir kısım azabını hafifletir veya derecesini yükseltir.
Hacc: Bir kimse, ölmüş birisinin yerine hac yapıp sevabını ona bağışlayabilir. Nitekim zikredilen bir hadis-i şerifte, hayatta iken hiç hac yapmamış olan annesinin yerine hac yapıp yapamayacağını soran bir kadına, Hz. Peygamber (s.a.s): “Evet, ona bedel haccet.” (Müslim, “Sıyam”, 27) buyurarak ölmüş annesinin yerine haccetmesine izin vermiştir.
Yine Resûlullah (s.a.s), Müslim'deki bir diğer hadis-i şerifte, sağlığında hacca gitmemiş olan bir kadının yerine bir yakınının haccetmesini emretmiştir (a.y.).
Tabii ki, bu rivayetlerde zikredilen manâ, sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmasının cevazına delâlet eder. Cenab-ı Hakk'ın o engin rahmetinden ümit edilir ki, o sevap nedeniyle, huzuruna ibadet borcuyla gelen kullarını affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti terk eden ve bu halleri üzere ölenlerin hesapları elbette Allah'a kalmıştır.
Her ne kadar İslâm alimlerinin çoğunluğu, bedenî ibadetlerin vekaleten başkası tarafından ifa edilemeyeceğini söylemenin yanında, acz şartıyla, sadece hac farizasının bir başkası tarafından ifasını caiz görmüşlerdir. Aczden maksat, kişinin ölmüş olması veya iyileşme ümidinin kesilmesidir, kötürüm bir kimse de âcizdir. Bazı âlimler, ölü adına nafile hac yapılabileceğini de söylemişlerdir (Canan, 5: 75-80).
Kur’ân okuyup sevabını ölüye bağışlamak: Hanefîlere göre, insan namaz, oruç, sadaka ve Kur’ân okumak gibi kendi yaptığı amellerin sevabını ölülere bağışlayabilir. Aynı zamanda bunların sevabını bağışlamak, kişinin kendi sevabından da bir şey eksiltmez.
Mâlikîlerden bir kısmı, öldükten sonra kişi üzerine yahut kabri üzerine Kur’ân okumayı mekruh kabul ederken, bir kısmı Kur’ân okuyup zikir yapmakta ve bunların sevabını ölüye bağışlamakta herhangi bir sakınca olmadığını, ölü için de Allah'ın izniyle sevap olacağını söylemişlerdir.
Şafiîlerde meşhur olan görüşe göre, ölüye kendi amelinden başkası fayda vermez. Ancak Şafiîlerin son dönem fakihleri, Kur’ân okumanın sevabının ölüye ulaşacağı yolunda açıklamalarda bulunmuşlardır.
Bu şekilde Şafiîlerin sonraki fakihlerinin görüşü de diğer üç mezhebin görüşü gibi olmaktadır. Buna göre, Kur’ân okumanın sevabı ölüye ulaşır.

Bazı Bid'at ve Hurafeler
Buraya kadar meşru dairede olmak ve bid'at ve hurafelere girmemek şartıyla ölülerin arkasından yapılabilecek, onların bazısının azaplarının hafiflemesine bazısının da derecelerinin yükselmesine vesile olabilecek işleri izah etmeye çalıştık. Şimdi de bu konuyla alakalı bazı bid'at ve hurafelere dikkat çekmek istiyoruz. Bu bid'at ve hurafelerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Kurbanı ölü adına kesmek.
2. Kabir yanında sevabını ölüye bağışlamak için veya başka gayelerle namaz kılmak.
3. Ölülerin kabir ve türbelerini ziyaret ederek onlardan yardım ummaktır. Burada şunu da ifade etmek gerekir: Ziyaret edilen şahsı şefaatçi yaparak Allah’ın engin rahmetinden yardım istemenin hiç bir mahzuru yoktur.
4. Ölülere yapılacak hayır ve hasenât için, “kırkıncı ve elliikinci gece” gibi zaman tahsisi yapmak, bu zamanlarda özel merasimler tertip etmek ve ölüm yıldönümleri düzenlemek (Gönenç, 213).
5. Mezar yanında sesli olarak zikir yapmak.
6. Kabir etrafında Kâbe'yi tavaf eder gibi dönmek, uğur getireceği ve fayda sağlayacağı inancıyla mezarlar üzerine elbise veya mendil bırakmak, bez bağlamak.
7. Namaz, oruç, kurban, adak, kefaret gibi ibadet ve borçları ifa etmeden vefat etmiş bir kimseyi bu borçlardan kurtarmak için, fukaraya nakdî bedellerini vermek demek olan ıskat ve devir, ki bu, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. Bunun için bkn: Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla c: 1, s: 393-394.
8. Allah dostlarının kabirlerinden getirilen toprağı şifa niyetiyle dağıtmak. Bazı türbelerin bazı hastalıklara şifa olduğuna inanmak.
9. Şikayet dilekçesini ölüye takdim etmek ve kabirde bulunanın bunu çözeceğine inanarak onu kabre koymak.

KAYNAK:http://www.ilimbahcesi.com/diger_yazilar/olulerin_ardindan_yapilan_ameller.htm
Son düzenleyen proot; 1 Mart 2012 13:54 Sebep: KAYNAK LİNKİ
halukgta - avatarı
halukgta
Kayıtlı Üye
11 Nisan 2012       Mesaj #14
halukgta - avatarı
Kayıtlı Üye
ÖLÜMLE YÜZLEŞEBİLİYOR MUYUZ?


Gerçektende bizler ölümden bahsederken, korku ile karışık bir ürperti duyarız. Onun içinde aklımıza bile getirmek istemeyiz ölümü. Bu korkumuzun nedeni nedir diye hiç düşündük mü?


Ölümden neden korkarız? Neden ölen bir kişinin ardından ağıtlar yakarız? Bazen de adeta isyana varan davranışlarımızla yakınlarımızın, sevdiklerimizin ölümünü kabullenemeyiz. Tüm bu aşırı davranışlarımızın ardındaki duygunun özünü, önce tespit etmeliyiz ki, yaptıklarımızın sınırını daha doğru belirleye bilelim.


Dünyaya ağlayarak geliriz. Yakınlarımız bu ağlamamızdan memnun olur, çünkü sağlıklı olduğumuzun işaretidir. Ya bu Dünyadan göçtüğümüzde durum nasıldır? Tam tersi bu sefer ölenin yakınları üzülürler, ağlarlar. Ya ölen kişinin duyguları, nasıldır diye hiç düşündük mü?



İnsanoğlu bilmediği, emin olmadığı her şeyden korkar. Bildiği konularda ise hiç tedirgin olmaz ve korkmaz. Örneğin uçağı hiç görmeyen, bilgisi olmayan, ilkel bir insanı uçak yolculuğuna ikna edemezsiniz. Ama bugün günümüzde, uçak konusunda büyük bir çoğunluğunun korkusu yoktur. Çünkü emniyetli ve rahat bir yolculuk yapılacağını bilir.


İşte bizlerin ölümden korkması, aşırı tepkiler göstermesi, ölen bir yakınımızın ardından adeta yas tutarak, isyan derecesine gelmemizin nedeni de, ölüm konusunda doğru bilgilerimizin olmadığı, kulaktan dolma bilgiler olmasından kaynaklanmaktadır. Tabi bir başka neden de, gerçek yuvamıza dönüş için hiç bir hazırlık yapmadığımızdır. Bu hazırlıksız oluşumuz, üzüntümüzü artırdığı gibi, davranışlarımızı da etkiliyor.


Şöyle düşünelim, peygamberimizin evlatları öldüğünde, sizce bizlerin gösterdiği aşırı tepkiyi göstermiş midir? Eğer ölen bir yakınımızı, sonsuzluk mekânına, huzur ve mutluluğa gönderdiğimizi bilmiş olsaydık, acaba bu kadar üzülür müydük?


Bizler ölümü, kelime anlamı ile nasıl algılıyoruz? Yok, olmak mıdır ölüm? Yoksa tam tersine, sonsuzluğun başlangıcımıdır? İşte tüm bu bilgileri doğru öğrenebilmemiz için, doğum, ölüm ve sonrası neler olacağını öğrenmek için, doğru bir kaynaktan bilgiler edinmeliyiz. Bu kaynakta, Rabbin rehberi Kur’an dan başka ne olabilir? Kur’an ı yeterli görmeyen bizler, edindiğimiz velilerin rehberliğinde öğrendiğimiz yanlış bilgilerle İslam ı yaşarsak, elbette ölümden de korkarız.


Bizler elimizdeki yaşam rehberine, kullanma kılavuzuna bakmak yerine, onu herkesin anlayamayacağı bir rehber ilan etmemiz, bizlerin yaşam gerçeğini doğru kavrayabilmemizi de engellemiştir.


Allah ın yemin ederek kolaylaştırdığını söylediği Kur’an ı, bizlerin Allah ın rehberiyle arasına girenler, öyle zorlaştırmış ve dine öyle korku salmışlar ki, bırakın ölümden korkmayı, yaşarken bile dini zorlaştırarak, toplumu korkutarak, hayatı zindan etmişlerdir.


Allah sizleri imtihan için bu Dünya ya, geçici olarak gönderdim der Kur’an da. Buradan da anlıyoruz ki, asıl evimiz, yuvamız bizlerin bu Dünya değil. Şöyle bir örnek verelim. Uzak bir yerde, bir yakınımızı ziyarete gittik. Belirli bir zaman geçtikten sonra, evimize dönmek isteriz, evimizi özleriz. Çünkü herkes kendi evinde, daha rahattırhuzurludur.


O halde bizler bu Dünyaya geçici olarak geldiysek, neden asıl mekânımıza, yuvamıza vakti gelip göç eden yakınlarımızın ardından, sınırları zorlarcasına, aşırı üzülüyoruz, ağlıyoruz ve kederleniyoruz, bunu hiç düşündük mü? Eğer gerçek mekânımızın Allah ın mekânı olduğuna iman ediyorsak, dönüş vakti gelenlerin ardından takındığımız tavır, davranış biraz aşırı değil mi sizce?


Örneğin suç işlemiş bir çocuğu düşünün. Anne ve babasının korkusundan eve bile gitmekten korkar. Çünkü cezalandırılacağını bilir. İşte ne yazık ki bizlerde bu yaşamımızda, imtihanımızı genelde unutup, nefsimizin esiri olup, kendimize bile yapılmasını istemediklerimizi başkasına yaptığımızdan olsa gerek, öldüğümüzde yani geri dönüşte ne ile karşılaşacağımızı hesap edemiyoruz ve bu korku bizleri aşırı tedirgin ediyor.



İşte bunun içindir ki ölümden hepimiz korkuyoruz. Yoksa ölüm eve, yuvaya, Rabbimize dönüştür. Kim eve, Yaradan a dönmek istemez. Bizler sonsuz mekânda, bizleri bekleyen çetin bir sorgunun tedirginliğini yaşıyoruz. Bizi tedirgin eden geri dönüş değil, hazır olmadığımız gerçeğidir. Korkumuz ölüme değil yaptıklarımıza, yapmak istediğimiz halde yapamadıklarımıza.



Bizler bu Dünyanın malına, mülküne, şanına, şöhretine öyle alışıyoruz ki, bırakın yarını, yıllar sonrasına planlar yapıyoruz. Kiminle yaptık bu anlaşmayı? Geri dönüş için, hiç mi planımız yok? Hani bir gün, er ya da geç dönecektik? Bu Dünyanın zevkine, geçici heveslerine öyle kapılıyoruz ki, döneceğimiz gerçeğini bizlere unutturuyor.


Allah sizleri malla, mülkle, evlatlarınızla imtihan ederim diyor. Bizler tapusunda ismimiz yazan evleri, arsaları, ya da evlatlarımızın asıl sahipleri bizler olduğumuzu sanıyoruz. Hayır, hiç biriside bizlerin değildir. Bizlere Allah ın emanetidir. İstediği zamanda geri alır.


Ama bizler emaneti teslim günü geldiğinde, verdiğini geri almak isteyen gerçek mülkün sahibine, davranışlarımızla, hareketlerimizle neredeyse isyan ediyoruz. Sizce buna hakkımız var mı?


Bu emanetleri Yaradan dan teslim alırken, böylemi davranmıştık? Aldığımız evler, arabalar, doğan evlatlarımızı sevinçle teslim almıştık. Emanetini geri almak istediğinde, Yaradan a teslim ederken, bu davranışımızdaki takındığımız tavır niye?


Allah sizleri evlatlarınızla imtihan ederim diyor da, elçisini bile evlatları ile imtihan ediyorsa, nasıl olurda bizler, genç yaşta kaybettiğimiz evlatlarımızın, kardeşlerimizin, anne ve babalarımızın acısına yenik düşerek, nefsimizin isyanını dizginleyemeyiz?


Elbette sevdiklerimizi, hepimizin döneceği asıl mekâna yolcu ederken, onları uğurlamak, onlardan geçicide olsa ayrılmanın etkisiyle, bizlere üzüntü vermesi çok doğaldır. Uzaktan evimize misafir olarak gelen anne ve babalarımız, bir müddet sonra kendi evlerine bile dönerken üzülürüz, hatta ağlarız. Ama onların, yaşadıkları kendi mekânlarında mutlu olduklarını bilmemiz, üzüntümüzün geçici olmasını sağlar. Peki, en yakınlarımızın ölümleri, gerçek evine dönüşleri yani Rahmana kavuşmaları, sonsuzluğa intikal etmelerine, bizlerin aşırı tepki göstermemiz, isyana varan davranışlarımız, bu durumda yanlış olmaz mı?



Bizler yaşarken ne yazık ki, hayatın gerçeklerini aklımıza bile getirmek istemeyiz. Yaşadığımız o şaşalı ortama, çok çabuk alışırız. Bundan dolayıdır ki, yaşamın gerçeği olan ÖLÜMLE YÜZLEŞMEK HİÇ İSTEMEYİZ.


Gerçeklerden uzak yaşamamızdan dolayı, ölüm bizlere ağır gelir. Ölümün her an bizlerle olduğu gerçeğine, kendimizi hazırlamadığımız sürece, ölüm bizlere her zaman ağır gelecektir. Ölüm gerçeğini, yaşantımızda bir sürpriz olarak değil, her an karşı karşıya gelebileceğimiz, Allah ın mekânına daveti olarak görmemiz, bizlerin ölümle yüzleşmemizi sağlayacaktır. Ölüm asla bir son değil, sonsuz mekâna açılan aydınlık bir kapıdır.


Dilerim cümlemiz, yaşantımızdaki ölüm gerçeğiyle yüzleşebilen, onun yükünü hafifletmek için, nefsini FURKAN ile eğiten, Rabbin halis kullarından oluruz.

Saygılarımla Haluk GÜMÜŞTABAK

Benzer Konular

22 Kasım 2010 / Daisy-BT Müslümanlık/İslamiyet
17 Ocak 2013 / nötrino Müslümanlık/İslamiyet
27 Temmuz 2011 / _Yağmur_ Müslümanlık/İslamiyet
15 Temmuz 2011 / _Yağmur_ Müslümanlık/İslamiyet
6 Aralık 2010 / _Yağmur_ Taslak Konular