Arama

Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler) - Sayfa 11

Güncelleme: 16 Mayıs 2014 Gösterim: 391.074 Cevap: 177
_ajan_rap_ - avatarı
_ajan_rap_
Ziyaretçi
29 Ekim 2007       Mesaj #101
_ajan_rap_ - avatarı
Ziyaretçi
Msn HappyALLAH'BİLMEYE 100 DELİL

Sponsorlu Bağlantılar
Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?
Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,

- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:

- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.

Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:

- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?

- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.

- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?

- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...

- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,

- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:


- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:

- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...

* * *

İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...

Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...

ALLAHÜ TEÂLÂYI BİLİR MİSİN?

Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:

-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.

Çocuk:

-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.

-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?

-Bu koyunlarımla.

-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?

-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim

-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

-Böyle olduğunu nasıl bildin?

-Yine bu koyunlardan.

-Nasıl?

-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:

-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.

Çocuk:

-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.

-Peki başka ne öğrenmişsin?

-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.

-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:

-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.

-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.
Son düzenleyen evo; 29 Ekim 2007 12:59 Sebep: ilgili konu altına taşınmıştır..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Ekim 2007       Mesaj #102
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Öyle Bir Tevbe Yaptı ki...

Sponsorlu Bağlantılar
Hz. Büreyde (r.a.) anlatıyor:

Resûlullah (s.a.s.)'a, Mâiz İbnu Mâlik el-Eslemî (ra) gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, ben nefsime zulmettim, zinâ fazihasını işledim, beni temizlemeni istiyorum" dedi. Resûlullah (sav) onu reddetti , geri çevirip meselenin üzerine gitmedi..

Ancak Mâiz ertesi gün tekrar geldi. Yine:
- Ey Allah'ın Resûlü, ben zinâ fazihasını irtikab ettim!" diye ikinci sefer itirafta bulundu. Adamı ikinci sefer geri çeviren Resûlullah (sav) adamın kavmine birisini yollayarak:
-Onun aklında bir noksanlık biliyor musunuz, normal bulmadığınız bir davranışına rastladınız mı?, diye tahkik ettirdi.
Ancak hep beraber:
-Biz onu gördüğümüz kadarıyla, aramızdaki sâlih kişilere denk akıl sahibi biliyoruz" dediler.

Mâiz üçüncü sefer müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (sav) onlara yine birini göndererek adam hakkında sordurdu. Yine ne kendinde, ne aklında bir kusur olmadığını söylediler.
Adam dördüncü sefer müracaat edince, ona bir çukur kazdırdı. Taşlanmasını emretti ve taşlandı.
Gâmidiye adında bir kadın da gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, beni niye reddediyorsun. Görüyorum ki, beni de Mâiz gibi geri çevirmek istiyorsun. Allah'a kasem olsun ben hamileyim de!, dedi.
Hz. Peygamber (sav) :
-Öyle ise hayır. Sen git ve çocuğu doğurunca gel,dedi.

Kadın gitti çocuğu doğurunca, bir beze sarılmış olarak çocukla geldi.
-İşte çocuk, doğurdum!,dedi.
Resûlullah (sav) :
-Git, sütten kesinceye kadar emdir, sonra gel!" buyurdu.

Kadın gitti, o çocuğu sütten kesince çocukla birlikte geldi. Çocuğun elinde bir ekmek parçası vardı.
-Ey Allah'ın Resûlü, işte çocuk, sütten kestim, yemek de yedi" dedi.

Resûlullah (sav) çocuğu alıp, Müslümanlardan birine teslim etti. Sonra bir çukur kazılmasını emir buyurdu. Göğsüne kadar derinlikte bir çukur kazıldı. Bundan sonra halka taşlamalarını emretti. Herkes taşladı. Hâlid İbnu Velid (ra) elinde bir taş ilerledi, başına attı. Kan yüzüne fışkırmıştı, kadına küfretti. Resûlullah (sav) Hâlid'in kadına küfrettiğini işitince:
-Ey Hâlid ağır ol!, dedi ve ilâve etti:
- Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e kasem olsun, bu kadın öyle bir tevbe yaptı ki, şâyet alış-verişte sahtekârlık yapanlar aynı tevbe ile tevbe yapsalardı, onların bile mağfiretine yeterdi !

Sonra Resûlullah (tekfın) emretti. Kadının üzerine namaz kıldırdı ve defnedildi.
Demir YumruK - avatarı
Demir YumruK
Ziyaretçi
30 Ekim 2007       Mesaj #103
Demir YumruK - avatarı
Ziyaretçi
Bir Ölüm Rüyası

Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü’mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah’a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, “Bunda bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.

Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.

Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur’an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.

O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.

Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.

Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.

Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?

Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...

Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...

Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü.

Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..

Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:

“Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?

Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’ diyor.

Lokantanın garsonu bile hesap isterken...

Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...

Hesap sormazsın?..

İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et.”

Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır.” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?

Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem...

Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..

Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.

Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...

Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:

- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?

Kabirdeki şöyle cevap verdi:

- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.

- Anladım...

Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.

İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..

- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.

- İmandır kardeş, iman.

- Nasıl yani?

- Ben dünyadayken “La ilahe illALLAH (c.c.) Muhammedürresullah” lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.

Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah’ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.

Bizim ALLAH (c.c.) dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:

- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.

Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: “Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din olarak İslam’a, Peygamber olarak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir.” dedi...

Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.

Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:

- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.

- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..

İmam tebessüm ederek:

- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.

- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...

- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.

İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...

İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.

Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..

İlahi!.. Affet...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Ekim 2007       Mesaj #104
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Fukara Kalbi

“Fukara kalbine her kim dokuna
Dokuna sinesi Allah okuna.” Şahidi


Rüzgarlı havanın kuytusu, yağmurlu havanın uykusu sözünü günün ilkesi haline getirecek bir hava hüküm sürüyor dışarda. Bir kaç “serseri aşık” Lodosa meydan okurcasına vapurun yan tarafında sigarasını tüttürüyor. Ne vakittir görmediğim artık denizde değil de çöplüklerde uçtuklarını duyduğum martılar kendilerine kurumuş ekmek atan meczup görünüşlü adamla adeta şakalaşıyor.

Vapurun içi bir yudum oksijen diye inleyen yolcularla tıklım tıklım dolu. Dilencilerin biri girip biri çıkıyor. Hep aynı “nını nını” diye tek düze bir sesle ifade edilen çocuğunun ameliyat parası, eşinin trafik kazasında öldüğü hikayesi. İstanbullu olup da, bu tür hikayeleri dinlemeden bir gün geçirmiş olan insanlar özel arabalarıyla şehrin fazla içine bulaşmadan evinden iş yerine gidip gelenlerdir. Zaten onların site, plaza, kulüp arasında sürdürdükleri İstanbul hayatı başka bir İstanbul’a aittir. Kazara TEM oto yolunun dışında bir yol kullanmak zorunda kalırlarsa arabalı vapur ya da trafiğin sıkıştığı bir noktada böyle bir hikayeyi dinlememe hürriyetini her an kaybedebilirler.

Üçüncü bir kadın giriyor yolcu salonuna. Evladının elinden tutup, tek tek yolcuların gözlerinin içine bakıyor. Bakışlarında “Sizin çocuğunuzun başına da gelebilirdi” diyen bir manâ var. Sesi daha öncekiler gibi her gün tekrarlana tekrarlana inandırıcılığını yitirmiş “hep aynı nakarat” havasından çok başka. Kadın, yolculardan para isterken yüreğini koyuyor ortaya:

- Allah’tan gelene razıyız. Beni bir dilenci diye hor görmeyin kardeşlerim. Yavrun lösemi Çapa’da tedavi görüyor…

Karşımda oturan kadınlardan biri daha önceki seslerle bu yürekten kopup gelen sesi tefrik ederek cüzdanından para çıkarıyor. Yanlarında oturan 45-50 yaşlarında pembe rujlu, leğen şapkalı kadın açılan kendi cüzdanıymışçasına tepki gösteriyor:

- Bunların sizden benden çok parası vardır. Her gün bu işi yapıyor..

- Bu işi yapanlar var ama, gerçekten ihtiyacı olanlar da var. Devlet sosyal devlet değil. Sigorta bakmıyor. Bir emar çektirme kaça maloluyor hanımefendi? Fakir insanlar ne yapsın?

- Yok öyle şey. Siz işin kolayına kaçıyorsunuz. Gerçek fakirler dilenmez. Onlar utanır. Bak ne kadar rahat dileniyor.

- Evlâdı için dilenir. Siz hiç evlât acısı yaşadınız mı?

- ……..

- Söyler misiniz ne yapsın. Ya da siz ne yapıyorsunuz? Eleştirdiğinize göre sizin altenatif yöntemleriniz olmalı.

- Bir defa gidip mahallesinde bulacaksınız…

- Yapmayın hanımefendi karşımıza gelen insanın gözlerine bakmaya üşeniyoruz da gidip mahalle mahalle dolaşacağız ha?!..

Yaşlı koket kadın karşısındaki kadından hiç böyle bir tepki beklemediği için bir ara boş bulunup:

- Dernekler var…diyecek oluyor.

35-40 yaşlarındaki solgun yüzlü kadın dernek lafını duyar duymaz celalleniyor:

- Bana dernek demeyin. Bana dernek demeyin. Çaylar içilip pastalar yenilecek. Bir iki el konken partisi. Eh zaman kalırsa bir iki medya şov.

İki kadının tartışmasını sessizce izleyen diğer yolcular kadının dernek eleştirisini homurdanmalar şeklinde takdir ediyor.

Pembe rujlu kadın son defa:

- İyi dernekler de var arayıp bulacaksınız. Ben şimdi bir dernek kuru…

- Hanımefendi kuracağınız derneğin reklamını yapmak adına bir fakirin eline geçecek üç kuruşa ne diye mani oluyorsunuz? Sizinle çene yapacağım derken kadıncağız çoktan gitmiş. Ne hikmetse sizin gibi kalbi nasırlaşmış insanlar pek meraklı oluyor dernek kurmaya.

Elinde kalan paraları hışımla çantasına atıyor. Başını iki yana sallayarak uzaklaşıyor.

Hakikaten yardıma ihtiyacı olanlarla olmayanları ayırabilecek bir miyarımız neden yok? Gerçek miyar vicdanlarımız olduğu için mi? Gerisini söylemeye dilim varmıyor.


Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Otobüsname
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
4 Kasım 2007       Mesaj #105
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
Kabirden Mektup


Canım Anneciğim

Hani basucumda toplanmis, telas icinde feryadu figan ile gozyasi dokuyordunuzya iste o anda dunyada iken hic gormedigim, tanimadigim varliklar geldi yanima. Meger onlar Meleklermis. Azrail ve diger gorevli melekler... o esnada bir sey daha oldu. Bana Ahirette ebedi kalacagim yer gosterildi. Alevler vardi orada.

Ceza yeriymis orasi. Her seyi anladim. Ihmalimi de hatalarimi da. Ve cok korktum anne. Bir urperti sardi bedenimi. Oyle bir sIkIntiya girdim ki sizleri de taniyamaz oldum. Azraile baktikca korkumun siddeti artti. Cok heybetliydi. Pisman olmustum dunyadaki gafletime. O sirada Allahu Teala dan salih ameller isleyebilmek icin olumu geciktirmesini ve beni tekrar geri dunaya gondermesini istedim. Ama vakit cok gecti. Istedigim kabul olunmadi. Tabi bunlardan sizin haberiniz olmadi. Nasil aci cektigimi hissedemediniz. Oyle ya ne bilecektiniz. Benim gibi Azraili butun dehsetiyle gormediniz ki. Hani dunyada iken Sekerati Mevt diyorlardiya ne kadar zormus. O anki aciyi anlatmak mumkun degil. O gun gelipte Azraille karsilasanlar bilir ancak. Yani tadinca bilir ana tadinca bilir.

Gercekten Peygamberimiz (sav) in "Allahim sekerati mevtte olum zahmeti ve bayginligimda bana yardim et." diye dua ettigini soylerdi hocalar da sanki kulagimin birinden girer nefsime hic etki yapmadan digerinden cikardi. Ne kadar dogru imis. Yani anlayacagin anacigim o olum ani kasabin elinde derisi soyulan koyunun dustugu an gibi bir hal. Izdirap dolu bir an. Cok ama cok zor. Ve cok korkutucu. Bu korkunc manzara karsisinda biliyor musun ruhum bedenimden cikmak istemedi ana, parcalara ayrildi kacisip duruyordu bedenimde. Ruhum cikmamakta direndikce melekler de bana azap ettiler. Iste boylece daha ruhum cikmadan kabir azabi baslamisti. Nihayet ruhum bedenimi terk etti de bende bu azaptan kurtuldum. Hep dusundum durdum anne. Acaba bu kadar cezayi hak edecek ne yaptim? Fakat sonradan anladim bu cezanin sebebini. Meger bunlar dunyada isledigim kotu amellerin sonucuymus. Azrailin yaninda iki melek daha vardi biri rahmet diyeride azap melegiymis. Olen iyi kimse ise azrail aldigi ruhu rahmet melegine kotu kimse ise azap melegine verirmis. Allahin emri boyle imis. Bir yigin azaptan sonra azrail ruhumu aldi.... ve.... azap melegine teslim etti. O zaman daha once gosterilen ahiretteki yerimin ne kadar kotu oldugunu daha iyi anladim. Zaten ruhum alinacagi sirada bir kus gibi gogsumun en ust tarafina, koprucuk kemigime firlamisti. O zaman meleklerin konusmalarinda her sey belli olmustu. Cunku, "bunu kim tedavi edecek?" diye birbirini soruyorlardi. O ani ve sIkIntilarini anlatmak imkansiz anacigim. Ayaklarim birbirine dolasti melekleri gorunce. Belki sizde fark ettiniz ayaklarimdan kanin cekildigini ve bembeyaz buz gibi oldugunu. Iste boyle anne.

Benim dunyadan getirdigim kotu amellerim dolayisiyla melekler ruhumu bedenimden zorla almak durumunda kalmislardi. Bunlar naziat melekleri imis. Eger amellerim iyi olsaydi, yani salih amel sahibi olsaydim o zaman neseli ve kolaylastirici Nasitat melekleri ruhumu alacakmis. Ve bana Allahin selamini sunup selam sana ey Allahin Veli kulu, muhakkak ki Allahu Teala sana selam gonderiyor diyecekmis. Nerdeee! Gafletimin acisini cektim iste boylece anne. Ve sayet Azrail geldiginde abdestli olsaydim birileride yanimda Kuran okusaydi ve salih amellerimde cok olsaydi, o kadar aciyi cekmeyecektim biliyor musun. Olumum daha kolay olacakti. Yahut orada bulunanlardan Allahin sevdigi bir dostun benim icin azraile "Ey Azrail, arkadasima aci. Ona yumusak davran cunku o muminlerdendir " dese ve boylece dua etseydi yine o kadar aci cekmeyecektim biliyor musun. Dogrusu Azrail gelirken zaten heybetinden korkmustum. Zira daha ruhumu almadan onu korkunc sekliyle gordum. Keske
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
11 Kasım 2007       Mesaj #106
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
BESMELE
Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor...

Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah'ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.

O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi.

Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Kasım 2007       Mesaj #107
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Allah Sevgisi

Şehvetinin esiri olmuş her bir nefis
dizginlerinden boşanmış bir at gibidir
Bu atı kırbaçlayıp şÃ¢hâ kaldıran
sinsi şeytanın ta kendisidir
Dizginleri ele alıp atı durduracak kişi
yalnızca atın seyisidir
Bunu da her zaman için yaptıracak olan
yÜrekten gelen ALLAH sevgisidir


Timur İlikan
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
11 Kasım 2007       Mesaj #108
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
ESAS HASTA BENMİŞİM

Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî'nin gözlerinde ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene edip;

"Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz." dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî;

"Su değdirmesem nasıl abdest alırım?" deyince, tabib;

"Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz." dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda duyduğu ses;

"Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık." diyordu.

Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki gözleri tamâmen iyi olmuş. Hayret edip;

"Nasıl yaptın da iyi oldu?" dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öpüp îmân etti ve;

"Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremiyen ben imişim" dedi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Kasım 2007       Mesaj #109
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"ALLAH’TAN KORK, MÜHRÜMÜ BOZMA!"

Geçmiş ümmetlerde gurbete çalışmaya giden üç arkadaş, bir ara yoğun bir yağmura mâruz kalınca yol kenarındaki bir mağaraya sığınırlar. Ne var ki, karşı dağdan, düşen yıldırım sebebiyle kopup yuvarlanan bir taş gelir, içinde bulundukları mağaranın kapısına sıkışıp kalır.
İçeride bulunan üç arkadaş korkup düşünmeye başlarlar. Nasıl çıkacaklar kapanmış olan mağaradan? Biri der ki: Bu belâdan kurtulmamızın bir çâresi olabilir. O da, Rabbimizin rızâsı için yapmış olduğumuz iyilikler. Gelin bunları şefaatçı yapıp buradan kurtulmayı Rabbimizden dileyelim.
Bu sebeple biri der ki:
– Ey Rabbim! Ben yanında işçi çalıştıran biriydim. Bir gün, çalışan işçim akşam yevmiyesini almaya gelmedi. Ben de onun parasını onun adına ayırıp çalıştırdım. Seneler sonra gelince parasını kazancıyla birlikte verdim. Şaşırdı, almak istemedi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca yevmiyesini kazancıyla alıp sevinerek gitti. Bunu sadece senin rızân için yaptım. Eğer senin yanında makbul oldu ise, bunun hürmetine şu kayayı, çıkacağımız yerden uzaklaştır!
Bu dua üzerine kaya yerinden kımıldar, ama çıkılacak kadar yer açılmaz.
İkincisi de şöyle der
– Ey Rabbim! Ben annesine çok hizmet eden biriyim. Bir gece annem su istemiş, ben de koşup dışarıdan su getirmiştim, baktım annem uyumaktadır. Karşısında uyanıncaya kadar bekledim. Gece yarısı uyandığında beni karşısında bekler halde görünce çok memnun olup duâ etmişti. Bunun hürmetine bu belâdan bizi kurtar.
Kaya biraz daha kımıldar, ama yine kurtulmaya yeterli değildir.
Üçüncü olarak da son arkadaşları şöyle duâ eder:
– Ey Rabbim! Memleketimizde kıtlık olmuş, bir çok âile açlık belâsına mâruz kalmıştı. Benim durumum ise iyi idi. Bir gün komşum kızı yanıma gelip açlıktan ölüm tehlikesi geçirmekte olan âilesi için benden yiyecek birşeyler istemiş, ben de ona kendisini bana teslim etmesi halinde istediğini verebileceğimi söylemiştim. Başka çâresinin kalmadığını anlayan kızcağız, nihayet isteğime râzı olmuş, birlikte tenha yere gittiğimizde birden şu ikazda bulunmuştu:
– Ey elinde imkân olan adam! Allah’dan kork, benim iffet mührümü nikâhsız bozmaktan hicap duy! Bu mühür, ancak nikâhla bozulur, başka değil!
Bu beklenmedik ikazdan korkup titremeye başladım. Kendimi mâsum bir kızın namus mührünü bozan iffetsiz durumuna düşürmekten utandım ve dedim ki:
– Haydi gel, istediğin kadar yiyecek al, mührünü muhafaza ederek iffetinle yaşa.
Böylece ona istediğini verdim ve mührünü bozmadım. Bunu senin rızân için yaptım. Eğer kabul edildi ise, şu kayayı kapımızdan uzaklaştır da çıkıp kurtulalım.
Bir de baktılar ki, sıkışmış kaya paldır küldür yuvarlanıp gitti, kurtulup dışarı çıktılar.
Evet, işte iffetsizlerin yersizliğini söylemek istedikleri kızlık işaretinin hadisteki adı mühürdür.
Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
14 Kasım 2007       Mesaj #110
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
Yakup a.s, oğlu Yusuf’u yitireli 40 yıl olmuş. Bedeni bu ıstıraba dayanamamış da gözleri kör olmuş. Ama hala ümit içinde evladını bekliyor. Kardeşler Mısır’dan kervanla dönünce: “Kervanda Yusuf kokusu alıyorum” demiş Yakup.

Oğulları acı acı gülerek: “Baba, 40 yıl geçti, hala mı ümit, hala mı Yusuf? . Geç bunları geç” demişler. Yakup’un cevabı ümit dolu: “ALLAH ın rahmetinden ümit kesmeyiniz"..

İçinde bulunduğunuz çukurdan çıkamayacak gibi hissediyorsanuz kendinizi. İşte hem teselli hem ümit size:

“Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! ALLAH’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ALLAH bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Zümer-53)

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
2 Ekim 2006 / Misafir Din/İlahiyat
26 Ocak 2007 / Misafir Din/İlahiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar