Arama

Atatürkçülük (Kemalizm) - Sayfa 3

Güncelleme: 1 Ocak 2012 Gösterim: 44.418 Cevap: 21
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #21
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
KEMALİST İDEOLOJİ

Sponsorlu Bağlantılar
BİR TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ PROJESİ:


Mustafa Kemal’in yaptıklarını incelerken, kullandığı yöntemi de anlamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında görülecektir ki Mustafa Kemal daha gençlik yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmakta olduğunu ve bu coğrafyada Türk Milletine hayat hakkı verilmeyeceğini anlamıştı. Yani problemi belirlenmişti. Elde olan, savaşlarda yok olmuş bir milletin kalıntıları ve inançlı bir avuç aydın ve subaydı. İşte bu, problemi çözmek için eldeki başlangıç koşullarıydı. Savunulabilir ve yaşatılabilir bir devlet ulusal olmalıydı ve sınırları da Anadolu’ydu. İşte bu da sınır koşullardı. Mustafa Kemal önereceği modelin sınırlarını daha başından belirliyordu. Türklerin varlıklarını sürdürebilmelerinin ön koşulunun da Anadolu’da Türk çoğunluğa dayanan bir ulusal - devlet kurmak olduğunu görüyordu. Mustafa Kemal buradan hareketle Misak-ı Milli’yi daha 1907’de belirlemişti, devletin yönetim şeklinin Cumhuriyet olması gerektiğini de farkındaydı. İşte Milli Misak sınırlarında kurulacak ulusal devlet ve Cumhuriyet rejimi Mustafa Kemal’in modeliydi. Artık adım adım sınamalarla problemi çözmeye başlayabilirdi. Bu süreç dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki Mustafa Kemal’in yöntemi bir mühendisin karşılaştığı bir problemi çözerken kullandığı yönteme çok benzemektedir. Bir mühendis problemini çözerken şu süreçlerden geçer.

1- Önce problem belirlenir.
2- Problemin başlangıç ve sınır koşulları belirlenir.
3- Problemin çözümünü kolaylaştıracak bir matematiksel modelleme yapılır.
4- Bu model kullanılarak adım adım sınamalarla problemin çözümüne yaklaşılır.


Buradaki ikinci madde çok önemlidir. Bir kuramın ya da modelin başlangıç ve sınır koşullarını belirlemek. Mühendisliğin olduğu gibi bilimsel yöntemin de bir ön koşuludur. Nitekim bir kuramın bilimsel olup olmaması baştan geçerli olduğu sınırların belirlenmesine bağlıdır. İşte bu yüzden evrensel olduğu iddiasındaki ideolojiler daha en baştan bilimsellik özelliklerini kaybetmişlerdir. Şimdi Kemalist İdeolojiyi 5 ana başlık altında tanımlayarak, Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek bu tek sistemi anlamaya çalışacağız.


1- ULUSAL İDEOLOJİ:


Bir kuramın bilimsel ve uygulanabilir olması için sınırlarını baştan belirlemesi gerektiğini daha önce belirtmiştik. İşte Kemalizm; evrensel oldukları iddiasındaki kapitalizm ve sosyalizmden farklı olarak kendi sınırlarını ilk adımda Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti ile yani Misak-ı Milli ile, ikinci adımda ise Avrasya coğrafyası ile belirlemiştir. Bir kuramın sınanabilmesi için geçerli olacağı iddia edilen sınırların önceden belirlenmesi gerekir. Kemalizm bu sınırları başından çizdiği için bilimsel anlamda sınanması ve eğer varsa yanlışlarından arındırıması da olanaklı olacaktır. Oysa evrensellik iddiasındaki ideolojiler bir çıkmazla karşılaştıklarında kendi ideolojilerini bu yeni durumu da kapsayacak şekilde genişletmek eğilimindedirler. Bu şekilde ideolojilerini bir inanç şekline dönüştürür hatta ideolojileri ile çelişen durumları görmemezden gelme kendilerine göre yorumlama çabasında olurlar.


Evrensellik iddiasındaki ideolojiler kuramlarının her yerde ve her koşulda geçerli olacağı yanılgısı içinde bulunduklarından toplumların tarihsel, coğrafi, kültürel, ekonomik özelliklerini göz ardı ederler. Kapitalizm de sosyalizm de Avrupa merkezli (sözde) evrensel ideolojiler olarak azgelişmiş ülkelerin sorunlarını çözememişler hatta açıkça bunların sömürülmesine yol açmış ya da desteklemişlerdir. İki örnek verelim. Emperyalizmin ideologlarından Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezini göz önüne alalım Fukuyama, insanlık tarihinin belirli aşamalardan geçerek, kapitalizm de son bulduğunu kapitalizmin evrensel bir düşünce olarak tüm insanlığın sorunlarını çözeceğini iddia etmektedir. Fukuyama’ya göre artık insanlık tarihi, son aşamasına gelmiştir. Son iki yılda dünyada meydana gelen krizler, yoksulların giderek daha da yoksullaştığı bir dünya Fukuyama’nın bu tezini yanlışlıyor. Fukuyama eğer kapitalizm Batı Dünyasının sorunlarını çözecek deseydi belki haklı olabilirdi ama kapitalizmin evrensel bir sorun çözücü olduğunu iddia etmekle büyük bir yanlış yapıyor. Çünkü kapitalizm 15. yüzyıldan beri sömürgeci ve 18. yüzyıldan beri de emperyalisttir. Yani kapitalizm teknik gelişmelerden ve girişim ruhundan çok, öncelikle sömürüye, az gelişmişlerin sömürülmesine dayanır. İngiltere’nin sanayi devriminin öncülüğünü yapmasında dönemin buhar gücüne dayanan bilimsel teknolojik gelişmelerinin yanında, başta Hindistan milyonlarca doğulu insanın sömürülmesinden elde edilen artı değer vardı. Emperyalizmin kapitalist ekonomik sistemin doğal bir özelliği olduğunu belirlediğimizde azgelişmiş daha doğrusu geri bıraktırılmış ülkelerin kapitalist yoldan kalkınamayacağını da görürüz. Çünkü kapitalist sistem bu ülkelerde kendine bağımlı hastalıklı yapılar oluşturur ve bu ülkelerin başta doğal kaynaklarını, tüm zenginliğini sömürür. Bu azgelişmiş ülkeler hiç bir zaman batılı anlamda kapitalist bir gelişmeyi yaşayamazlar, çünkü onların sömürecekleri başka toplumlar yoktur. Bütün bunlar kapitalizmin evrensel bir kurtuluş olamayacağını gösteriyor.


Başka bir sözde evrensel ideoloji olan sosyalizme geldiğimizde de benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Marksist kuram bütün toplumların önce köleci ardından da sırasıyla feodal - kapitalist - sosyalist evreleri geçirerek sonunda komünizme ulaşacağını iddia eder. Burada da aynı kapitalizmin ideologlarınınkine benzer evrenselci ve determinist bir bakış açısı vardır. Madem ki tüm toplumlar aynı evreleri geçirecekler ve sonunda mutluluğa ulaşacaklar o zaman her toplumun kapitalizmi yaşaması gereklidir. Gerçekten de Marx’ın yazdıkları incelendiğinde tüm kuramın kapitalizmin yaşandığı hatta en ileri aşamasına geldiği toplumlara göre oluşturulduğu görülür. İşte bu hastalıklı bakış açısı azgelişmiş ülkelerin sömürülmesini desteklemiştir. Marx ABD işçi sınıfının gelişmesi için Meksika halkının sömürülmesini açıkça savunmuştur. Nasıl olsa eninde sonunda Meksikalılar da kapitalizmin sonrasında sosyalizmi yaşayacaklardı. İşte burada emperyalizmi doğru tanımlayamama ve evrensel olma iddiasının bilimsellikten uzaklığı görülmektedir. Marx ve diğer Avrupa merkezci sosyalistler kapitalizmi yaşayan toplumların sosyalizme ve daha sonra da komünizme kendiliğinden evirileceğini yani toplumsal gelişmenin yasasını bulduklarını iddia etmişlerdir. Oysa şu basit gerçeği görememişledir. Kapitalizm 15. yüzyıldan beri sömürgecilik ile birlikte gelişmiştir ve kapitalizmin sömürdüğü, pazarını, hammaddesini, işgücünü kullandığı kendine bağlı bir azınlık yarattığı bu ülkelerde gerçek anlamda ulusal bir kapitalizm gelişmediği için doğal olarak bunun sonucunda sosyalizme doğru bir evirilme de olmayacaktır. Bu ülkeler de ancak milliyetçi - halkçı, anti emperyalist hareketler başarılı olabilecektir. Yani Marx ve Fukuyama amaçları farklı bile olsa aynı çizgiye düşmüş tüm dünyanın aynı aşamaları izleyerek gelişeceği yanılgısıyla azgelişmişlerin sömürülmesini desteklemişlerdir.


Sosyal demokrasiyi ele aldığımızda da farklı bir tablo ile karşılaşmayız. Avrupa merkezli sosyal demokrasi hiçbir zaman azgelişmişlerin sömürülmesine karşı çıkmamıştır. Bernstein gibi Bernard Shaw, gibi pek çok sosyal demokrat sömürüyü desteklemişlerdir. Çünkü sosyal demokrasi bir paylaşım ideolojisidir. İşçi sınıfının kazanılandan daha çok pay alması için çalışır bu yüzden de azgelişmişlerin sömürülmesiyle elde edilen artı değerin kapitalist sınıfla paylaşılmasına karşı çıkmaz bunu destekler. Kuramsal temelde sosyal demokrasi ile Kemalizm arasında hiçbir benzerlik yoktur.


Oysa Kemalizm öncelikle emperyalizmi doğru olarak tanımlamıştır. Temel kriter olarak ulusal bağımsızlığı almıştır. Kemalizm azgelişmiş geri bıraktırılmış bir toplumun kapitalist ya da sosyalist yoldan kalkınamayacağını görmüştür. Karma ekonomik sistem ve Kemalist devletçilik işte bu anlayışın bir ürünüdür. Kemalizm sözde evrensel ideolojilerin karşısında ulusal bir seçenektir. Kemalizm ulusal bir ideoloji olmanın sonucu olarak temel yapı birimini de ulus devlet olarak belirlemiştir. Ulus devlet bir yandan da bu coğrafyada bağımsız ve barış içinde yaşayabilecek devlet ölçeğidir. Bu coğrafyada imparatorluklar, federasyonlar, ya da küçük devletçikler varlıklarını sürdüremez, emperyalist baskılara dayanamazlar.


Kemalizmin ulusal bir ideoloji; bir model olduğu yönünde Suna Kili şunları söylüyor. “Atatürk Devrim modeli anamalcı ya da Marksist gelişme modellerinin kopyası değildir. Kuşkusuz bu modellerden esinlenmiş, bunların toplum ve ülke koşullarına uyan, toplumun değişmesini sağlayacak olan yönlerini benimsemiştir. Devrimi oluşturan, devrim sürecinde alınan her karar, her uygulama her düşünce ulusal boyutlarda ele alınmış, ulusal çözümler olarak düşünülmüştür. Bu niteliği ile Atatürkçü gelişme yöntemi kendine özgü ulusal bir model olmuştur... Atatürk Devrimi her yönüyle ulusal bir devrimdir. Sınıfa dayalı devrim değildir. Atatürk bütün sınıfları, tüm ulusu içine alan, kavrayan bir kurtuluş, bağımsızlık eylemi oluşturmuştur. Gelişmekte olan ülkeler ekonomik nedenlerin en önemli olduğunu kabul etmelerine karşın, Marksist belirlenimciliği (determinizm) benimsememektedirler. Ulusçu görüşe göre siyasal güçler ekonomik denetlemeye yeterlidir ve devlet yok olup gitmeyecektir. Dadası yaşamın tinsel yönleri olduğu varsayımıyla marksist özdekçilik (materyalizm) reddedilmektedir. Marx’ın sınıf incelemesi yetersiz bulunmaktadır. Tarih proleter ve burjuva savaşımından daha çok konuyu içerir. Bir toplumda kırsal bölgede yaşayanlar, aydınlar, askerler de önemlidir....


Kemalizm evrensel ideolojileri reddederken onların temel argümanlarının da yanlışlığını ortaya koymuştur. Dünyadaki temel çelişkinin sınıflar arasında değil sömüren ve sömürülen ülkeler arasında olduğunu savunmuştur. Merkez - çevre kuramı olarak adlandırılan ve daha sonraki yıllarda azgelişmiş ülkelerin kalkınması için geliştirilen bu kuramı ilk sistemleştirenlerin de Kemalist Kadro hareketi olması önemlidir. Kemalizm ile merkez - çevre kuramı arasında bağlantıyı Emre Kongar; şöyle kuruyor. ”Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır. ve bunu nihayet getirinceye kadar Türkiye kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir. Bu satırlar gerek merkez - çevre kuramının gerekse karşı emperyalist devrimi modelinin uygulayıcısı olan bir liderin bilincini eylem sırasındaki düşüncelerini göstermektedir. Yine Atatürk savaştan sonra 1933’te şunları söylemiştir. Şark’tan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vukuu bulacaktır. Bu milletler bütün güçlükler ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı egemen olacaktır. Bu sözler Türk Devrimi’nin liderinin merkez çevre kuramının devrim modelinin uygulaması sonundaki durumu paylaştığını gösteriyor. Gerçekten de Atatürk, Batı emperyalizmine karşı ilk başarılı sıcak savaşı vermiş bir lider olarak yukarıdaki sözlerine candan inanıyordu.” Yine Attila İlhan’da bu noktaya değiniyor. “Mustafa Kemal, ana çelişkiyi Türkiye’nin mazlum halkı ile emperyalizm arasında görüyordu. Böylece mazlum uluslarla emperyalizmler arasındaki çelişkiyi ön plana alıyordu.”


2- JEOPOLİTİK İDEOLOJİ:


Kemalizmin jeopolitik yönü çok güçlü bir ideoloji olması Mustafa Kemal’in büyük bir stratej olmasından kaynaklanır. Mustafa Kemal; emperyalizmin yani dünya ticaret oligarşisinin ulusal yapılanmaların kurulmasına engel olduğu bir coğrafyada ulusal ordu - ulusal ekonomi - ulusal kültür üçlüsüne dayalı bir ulusal devlet kurmayı başarmıştır. Mustafa Kemal; Bu coğrafyada emperyalizmin sömürüsüne karşı koyabilecek ve Osmanlı içinde hep ezilmiş Türk Milletini mutluluğa ulaştırabilecek tek sistemin bu olduğunu biliyordu.


İngiltere’nin bu bölge için planı, bölgeyi küçük küçük devletçiklere ayırıp sonra bu devletçikleri federasyonlar altında birleştirmek bu federasyonları da bir dörtlü konfederasyon altında toplamaktı. Bu amaçla İngiltere Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve Ön Asya’da (Anadolu) federasyonlar kurmak bunları da Sultan Halife altında bir dörtlü konfederasyon altında toplamaya çalışıyordu. Emperyalistlere göre bu yapı kesinlikle anti ulusal olmalı, ekonomik liberalizmi dışa bağımlılığı benimsemeli ve rejimi asla Cumhuriyet olmamalıydı. İngiltere’nin ve dünya ticaret oligarşisinin bu planı Sevr Antlaşması ile hayata geçmek üzereydi Anadolu’da bir Kürt, bir Ermeni, bir Pontus devleti kurulması yine Anadolu’dan Yunanistan, Fransa, İngiltere ve İtalya’ya topraklar verilmesi söz konusuydu.


İşte Mustafa Kemal bu büyük jeopolitik planı parçalamış ve Anadolu’da bir ulusal devlet kurmuştur. Çünkü başka bir modelle bu coğrafyada Türk Milleti’nin yaşaması mümkün değildi. Diğer iki önemli adım ise Türklerin uluslaşması ve Cumhuriyet rejiminin kabulüydü işte bunları sağlamanın ön koşulu Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti’ni kurmaktı.


Mustafa Kemal bölgenin jeopolitiğini çok iyi analiz etmişti. Bu bölgede ulusal yapıların işbirliği ile emperyalizme karşı konulabileceğini biliyordu. İşte bu yüzden Balkan ve Sadabat Paktlarını kurmuştu. Emperyalizmin bölgeye girmesine birlikte engel olabileceği Rusya’yı stratejik bir ortak olarak değerlendiriyordu. Ama öte yandan Rusya’nın Akdeniz’e inmek isteğinin ve Anadolu’yu sömürme isteğinin SSCB zamanında devam edeceğini de çok iyi biliyordu. Üstelik SSCB imparatorluğu bölgede ulus devlet aşamasına geçilmesine engel oluyordu. Yine Mustafa Kemal çok farklı dinsel ve etnik yapıların var olduğu bu bölgede antiemperyalist bir işbirliğinin ancak ulusal ve laik devletlerin bir araya gelmesi ile sağlanabileceğini de görüyordu. Bütün bunlardan Kemalist ideolojinin oluşumunda bölgenin ve dünyanın jeopolitiğinin etkili olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikası şu unsurlara dayanıyordu. Büyük komşu SSCB ile çatışmama politikasını uyguluyor ama bununla birlikte Orta Asya Türk ulusları ile ilişkileri geliştirme ve dahası SSCB’yi bir anlamda Türkiye ile iyi geçinmeye mecbur eden bir yaklaşımla İran ve Afganistan’la işbirliği yapıyordu. İran ve Afganistan Rusya’nın güneye inmesi önünde iki önemli engeldir. Bunun yanında Balkan Paktı ve Saadabat Paktı ile hem ülke savunmasını ülke toprakları dışında başlatmayı hem tarihsel olarak yakın ilişkilerimiz bulunan bu coğrafyada etkin olarak, kalıcı bir barış ortamı sağlamayı ve en önemlisi emperyalist dış güçleri bu bölgelerden uzak tutmayı amaçlıyordu. Bununla birlikte geniş anlamda dünya dengelerini iyi analiz ederek gerekli stratejik adımları atıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığını anlayan Mustafa Kemal dengeleri iyi kullanarak Hatay’ı Anavatan’a bağlamış yine Boğazlar üzerinde Türk Hakimiyetini kurmuştur.


Atatürk’ün ülke ve bölge jeopolitiğini göz önüne aldığı belirten Baki Öz şöyle devam ediyor. “Atatürk, çağı ve ulusların gelişmelerini özenle izliyor ve değerlendiriyordu. Artık uluslararası düzeyde İngiltere’yle Fransa’nın yerini Sovyetlerle Amerika alıyordu. İkisi de Önasya’yla yakından ilgileniyorlardı. İkisinin de Doğu Akdeniz ve Çevresi’ne yakın ilgileri vardı. Sıcak denizlere açılmak ikisinin de tarihsel misyonuydu. Gelişen iki süper devletin yarış alanı böylece Türkiye ve çevresi idi. Bu koşulları çok iyi değerlendiren Atatürk, Sovyetlerle 1925 dostluk antlaşmasını, Montrö Boğazlar sözleşmesini yaptı. ve Birleşmiş Milletlere girerek ülkesini güvence altına almaya çalıştı. Balkanlarda olsun Ortadoğu’da olsun güçlü dirençli, uluslararası gelişmeleri herhangi bir yana dayanmadan göğüsleyebilecek, gelişen savaş olasılıklarını bölgenin dışında tutabilecek güçte ve anlayışta bir devlet yoktu. Balkan ve Sadabad paktlarının yapılmasının nedeni buydu. Doğumuz ve batımızdaki devletleri bir pakt içerisinde toplamak, onları barış doğrultusunda yönlendirmek, bölgeyi savaş olasılığından korumak, bölgeye zarar vermeyecek bir dış siyasa yürütmelerini sağlamak.”


Aynı konuda Anıl Çeçen’in yorumu ise şöyle “Mustafa Kemal askerlikten gelme bir önder olduğu için askeri eğitimin temeli olan jeopolitik bilimin verilerini çok iyi biliyor ve bu bilinçle Türkiye’nin dünya haritasında bulunduğu konumu etkin biçimde değerlendiriyordu. Batı ile doğu, Avrupa ile Asya, Hıristiyan dünyası ile İslam dünyası arasında sıkışmış bir konumda bulunan Türkiye’nin gelecekte bağımsız bir ülke olarak varolabilmesi için hiçbir politika ya da ideolojinin izleyicisi olmaması gerektiğini biliyor, Türkiye’nin konumuna ve gerçeklerine göre yeni bir sentezci yaklaşım deniyordu. İşte onun bu özgün çıkışı daha sonraları Kemalizm kavramı ile tanımlanacaktı.”


Mustafa Kemal’in Misak-ı Milli sınırlarının çevresinde de bir barış bölgesi yaratmak istediğini ve bu coğrafyadan emperyalist batılı güçleri uzak tutmak istediğini biliyoruz. Attila İlhan bu konuda şunları söylüyor. “Mustafa Kemal, Balkan Paktıyla batısını Saadabat Paktı’yla güneyini ve doğusunu güvence altına almış böylece hissettirmeden Osmanlı’nın eski toprakları üzerinde söz sahibi olmuştur”. Anıl Çeçen de şu yorumu yapıyor. “Her bölgenin Türk ve müslüman halkının bağımsızlığını elde etmesinden sonra oluşturulacak bir uluslararası birliğin Avrasya uluslarının bağımsız geleceği açısından zorunlu bulunduğuna inanmıştır. Bu doğrultuda eski Osmanlı ülkelerini bağımsızlık savaşı vermeye çağırmıştır. Arnavutları, Boşnakları Batı Trakyalıları kurtuluş savaşlarında desteklemiştir”


Bilal Şimşir de Mustafa Kemal’in Türkiye’de ortaya çıkmış olmasına vurgu yapıyor. “Bu bir raslantı değildir. Jeopolitik bakımdan Türkiye doğu ile batının Asya ile Avrupa’nın kesiştiği nokta demektir. Aynı zamanda Türkiye artık tarihe karışmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun metropolüydü ve bu özelliği dolayısıyla Batı’nın sömürgeleştirme stratejisinde merkezi bir yer tutuyordu. 1920’lerde Doğu - Batı çatışması Türkiye’de veya Anadolu’da düğümleniyordu artık. Batı stratejisinde Türkiye, Doğu’yu sömürgeleştirme yolunda aşılması gereken son engeldi. Tarihsel arenaydı 1920’ler Türkiye’si. Bu arenada tüm ezilen ulusların da geleceği az çok belirlenecekti. Böyle bir yerde böyle bir zamanda ortaya çıkan Mustafa Kemal Atatürk’ün, tüm ezilen uluslar için de bir umut ışığı olması doğaldı”.


Kemalizmin jeopolitik açıdan da değerlendirilmesi Türkiye’nin bugün karşı karşı olduğu sorunlara çözüm getirilmesinde önemli bir rol oynayacaktır.


3- LAİK - ELEŞTİREL AKILCI İDEOLOJİ:

Laiklik basit olarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanır. Oysa laikliğin gerçek tanımı şudur. “Dünya ile ilgili olgulara, sorunlara, başta din, her türlü dogmadan bağımsız bakabilmek.” Bu tanımla laik devlet olur laik insan olmaz savı da çürütülmüş olur. Laik insan dünyevi olaylarda inandığı dini ön plana çıkarmadan aklın ve bilimin gereklerine göre hareket eden, inancını ancak belki bir moral değer olarak bu alana taşıyan insandır. Laikliği bu şekilde tanımladığımızda laik ve özgür düşüncenin, sorgulayıcı yaklaşımın; ilerlemenin, bilim ve teknoloji üretmenin de ön koşulu olduğunu görüyoruz.

Kemalizm bu alanda da kendisinden önceki iki büyük devrimden çok daha ileridedir. Fransız ihtilalinden sonra tam anlamıyla laik bir düzen kurulmamıştı. Pozitivizm yeni bir din olarak topluma benimsetilmeye çalışılmıştı. Yine Rusya’daki devrimden sonra SSCB’de yaşananlar çok ilginçtir. 1930’larda SSCB’de Darwin’in “Evrim Teorisi” ve Einstein’ın “Görelilik Teoremi” diyalektik materyalizme aykırı oldukları için suçlanmış hatta yasaklanmıştır. Yani sosyalist devrimciler tamamen doğa olayları ile ilgili üstelik gözlem ve hatta deneylere dayanan bu kuramları kendi (marksizm) dinlerine uygun olmadığı için reddetmişlerdir. Marksizm de aslında bir dindir ve buna körü körüne bağlı insanların ve toplulukların laik olduğunu söylemek mümkün değildir.

Oysa 1930’larda Kemalist Türkiye’de Darwin’in teorisi ders kitaplarında okutulmuş Reichenbach gibi felsefeciler Einstein’ın teorisiyle ilgili seminerler vermişlerdir. Kemalizm; dini ve her türlü dogmayı toplumsal hayatın dışına çıkarıp bunları bireysel alana çekmiştir. Yani İslamın yada başka bir dinin yerine laiklik dini getirmemiş ama insanların dünya ile ilgili olgulara akıl ve bilimle bakmalarını sağlamaya çalışmıştır. Kemalist eğitim sistemi, Köy Enstitüleri hep bunu sağlamaya çalışmıştır.

Laikliğin yanı sıra Mustafa Kemal’in düşünce yöntemi ve düşünce sistemine baktığımızda da günümüzün bilimsel anlayışı ile büyük paralellikler gösterdiğini görüyoruz. Doğa bilimlerini referans alarak baktığımızda bugün artık diyalektik materyalizmin ya da tarihsel determinizmin bilimsel olduğunu savunmak mümkün değildir. Bu düşünce yapılarının bilim karşıtı ya da tamamıyla anlamsız oldukları bugün bilim çevrelerince kabul görmektedir. Oysa Mustafa Kemal’in eleştirel akılcı düşünce sistemi bugün bilimsel olarak kabul edilen tek normdur. Kemalizm Türkiye’de pek çok yazarın doğa bilimlerine uzak salt sosyal bilimci mantığı ile ortaya attıkları iddianın aksine pozitivist değil eleştirel akılcıdır. Pozitivizm temelde doğrulamacı bir mantığa dayanırken eleştirel akılcılık doğa bilimlerinde kullanılan bir yöntem olarak yanlışlamaya dayanır. Düşünce alanındaki en ilerici ideoloji olan Kemalizmin eleştirel akılcı yönünü. Celal Şengör şöyle anlatıyor. “Atatürk’ün Nutuk adlı önemli eserinin incelenmesi göstermektedir ki, O, karşısında bulduğu büyüklü küçüklü problemlere bir doğa bilimcisinin yaklaşma tarzıyla yaklaşmış, önce problemi tanımaya ve tanımlamaya çalışmış, sonra onu çözmek için o ana kadar yapılan teklifleri eleştirel bir gözle elden geçirmiş, bu bilgi üzerine kendisi bir çözüm önermiş, bu öneriyi tatbik sahasına koymuş, dolayısıyla sınamış, bu tatbikattan elde edilen veriler çözüm önerisiyle çelişiyorsa, o çözümü kesinlikle ve hızla terk ederek yeni bir çözüm önerisi geliştirmiş ve bu sefer onu denemeye başlamıştır. Bu bilimden de günlük hayattan da bildiğimiz deneme yanılma yöntemidir ve 20. yüzyılda modern bilim felsefesi ve bilim tarihi, bilimin bundan başka herhangi bir metodunun bu güne kadar olmadığını ve bundan sonra olabilmesi için de şimdilik görünürde hiçbir işaret olmadığını göstermiştir. Mustafa Kemal’in kafasında yalnız askerlik bilimi değil tüm yaşam problem teşhisi ve problem çözümü halkalarından oluşan sürekli bir zincirdi. Bu zinciri herhangi bir yerde kesmeyi öngören her türlü doktrin O’nun düşüncesine tamamen yabancıydı. Mustafa Kemal, modern fen bilimlerinin genel bilim anlayışına ve felsefesine büyük ölçüde yirminci yüzyılda açık olarak soktuğu varsayım üretme - varsayımı gözlemle sınama - sınav ışığında eski varsayımı yanlışlayarak terk etme ve yeni varsayım üretme - yeni varsayım üretme - yeni varsayımı gözlemle sınama yöntemini hem kuramsal düşünceleriyle hem de bizzat icraatıyla sosyal bilimlere taşımıştı. Bu yüzden, modern fen bilimi öncesi son gerçeğin bulunabileceğini ve bulunduğunun farkına varılabileceğini zanneden tüm dogmatik görüşlere - ki bunlara her türlü dinsel inançla beraber Marksizm ve nasyonel sosyalizm gibi yirminci yüzyılda çok etkin olmuş, hatta denilebilir ki bu yüzyıla damgasını vurmuş doktrinler de dahildir - sırtını çevirmişti. Atatürk’ün bilim hatta yaşam felsefesi Einstein’den Jacques Monod’ya kadar uzanan yüzyılımızın bir sıra büyük fen bilimcisinin kendilerine yakıştırdıkları ve bütün zamanların en büyük bilim felsefecisi diye bilinen Sir Karl R. Popper’in tanımladığı şekliyle eleştirel akılcılıktı”.

4- HALKÇI - DEVLETÇİ İDEOLOJİ:

Kemalizmin çok önemli bir özelliği de halkçı olmasıdır. İdeolojiler toplum içinde kimden yana olduklarına göre de ayrılabilirler. Nitekim Kemalizm dışındaki iki önemli ideoloji kapitalizm ve sosyalizm sınıfsal ideolojilerdir. Kemalizm ise sınıfsal değil ulusal bir ideolojidir ve mesleki örgütlenmeye, toplumsal dayanışmaya önem vermiştir.

Kemalizm ulusal bir ideolojidir çünkü emperyalizm karşısında sömürülmüş bir ulusun kurtuluşunu hedeflemektedir. Mazlum, proleter bir milletin ideolojisidir. Bu yüzden ulusaldır. Ama öte yandan bu ulus tanımı içine yalnızca çalışanlar, üretenler girmiştir. Mustafa Kemal açıkça çalışmayanların rantçıların bizim cemiyetimizde işi yoktur demiştir. Kemalizm ulusal bir ideoloji olmakla birlikte toplum içinde önceliği, çalışan, emekçi kesimlere vermiştir. Köylü, işçi hep önemli bir yer tutmuş, dengeli kalkınma adaletli gelir bölüşümü hedeflenmiştir. İşte Kemalist devletçilik anlayışı, eğitim, sağlık, sosyal güvence gibi alanlardaki Kemalist politikalar, bunların devletin temel görevleri olarak belirlenmesi hep Kemalizmin halkçı yanını gösterir. Kemalizmin ekonomi modeli karma bir yapıdaydı, mülkiyetin özel ya da devlette olması ideolojik bir tercih değildi. Ama bunun yanında devletin ekonomik hayattaki etkinliği ulusal çıkarları ve geniş halk kesimlerinin yararını gözeten bir etkendi. Kemalizm ekonomiyi ideolojik değil teknik bir konu olarak değerlendiriyordu. Ulaşılmak istenen toplum modeline giden yolda bu teknik etkinliğin önemi ise tartışılmaz. Kemalist devletçilik, özel mülkiyeti yasaklamaz ama tekelciliğe, özel sermayenin toplum üzerinde baskı kurmasına özellikle de özel sermayenin yabancı sermaye ile işbirliği halinde ülke insanını sömürmesine kesinlikle izin vermez. Kemalist devletçilik, küçük özel sermayenin kolektif üretimle daha verimli olması için de kooperatifçilik gibi merkez köyler gibi sistemler geliştirmiş, feodalizmi yıkmak için Köy Enstitülerine ayrı bir önem vermiş, toprak reformunu hedeflemiştir. Bütün bunlar Kemalizmin halkçı bir ideoloji olduğunu gösterir.

Kemalist ekonomi modelinin diğer modellerden farkını Yaşar Aksoy Atatürk’e dayanarak şöyle koyuyor. “Atatürk 1936’da yaptığı açıklamada devletçilik konusunda en belirgin görüşlerini ileri sürmektedir. Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm nazariyelerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkiye vatanında asırlardan beri ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılmış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi; ve görüldüğü gibi kısa bir zaman da yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz yol görüldüğü gibi liberalizmden de başka bir sistemdir. Atatürk’ün geliştirdiği, Atatürkçü kalkınma modelindeki plan ve planda devletin yeri başlı başına, azgelişmiş ülkelere model olabilecek bulguları kapsamaktadır. Atatürk’ün hızlı planlı kalkınma stratejisi ve sanayileşme yöntemi, bu açıdan orijinaldir ve ilgi çekicidir”

Mustafa Kemal’in ekonomi görüşünde kooperatifçilik olarak ortaya çıkan düşüncenin temelinde küçük sermaye ve toprak sahibinin örgütlenerek ekonomik hayata katılması yatıyordu. Devletin bütün mülkiyete sahip olduğu bir sistemin verimli olmasının mümkün olmadığı böyle bir sistemin insanın üretme, yaratma gücünü ve isteğini örseleyeceği açıktı. Bununla birlikte dengeli ve halkçı bir kalkınma için sermayenin büyük ellerde tekel olarak birikmesi ülke içinde ulusal dayanışmaya zarar verebilir, büyük halk kesimlerinin sömürülmesine yol açabilirdi. Herkesin kendi çıkarlarını düşünmesi ve bu yolda çalışmasıyla toplumsal yararın artacağına ilişkin düşüncenin tutarsızlığı ise açıktı. Özel mülkiyetin kolektif üretimi sistemi ve bunun uygulaması olan kooperatifçilik siyasal ve düşünsel anlamda bir üçüncü yol olan Kemalist ideolojinin ekonomi alanındaki temel yaklaşımını belirler. Kemalizm ve kooperatifçilik ile ilgili Ziya Gökalp Mülayim; şunları söylüyor. “Atatürk döneminde devlet yönetiminin felsefe ve ilkelerini en açık biçimde yansıtan o zamanki tek partinin 1935 programında da kooperatifçilik, ekonomik yaşam içinde önem taşıyan bir unsur olarak ele alınmıştır. 1935 yılında İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebinde ders kitabı olarak okutulan bir kitapta. Ne liberal ne de komünist olan Kamalizmin en tabii ve makul ekonomik rejimi yalnız ve yalnız kooperatifçiliktir denilmesi, o yıllarda kuram ve uygulamalarda Atatürkçülüğün önemli ilkelerinden birisi olarak kooperatifçiliğin kabul edildiğini göstermektedir.”

Mustafa Kemal’in halkçılık anlayışı ile ilgili olarak Orhan Türkdoğan’nın düşüncelerine bakabiliriz. Atatürk’ün sözlerini ele alarak şöyle yorumluyor. “İlmi içtimai noktalarından bizim hükümeti ifade etmek gerekirse halk hükümeti deriz. Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbabı sayiz (emekçi), zavallı bir halkız. Mahiyetimizi bilelim. Kurtulmak ve yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Binaenaleyh her birimizin hakkı vardır. Salâhiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde bu hakkı iktisab ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını sayden muarra geçirmek isteyen insanların bizim heyeti içtimaiyemiz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur. O halde ifade ediniz efendiler! Halkçılık, nizami içtimaisini sayine, hukukuna istinat ettirmek isteyen bir mektebi içtimaidir. Efendiler! Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimizi emin bulundurabilmek için bütünlüğümüzce, milli kültürümüzce, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yıkmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız.... Hükümetimizin istinat ettiği esasın ilmi içtimaiye müstenit bir esas olduğunu bariz bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz.

Görülüyor ki Kemalizmin fert devlet ilişkisi ne Batı ne Doğu modeline dayanmayan sadece sosyal bilim gerçeğinden hareket eden “biz bize benzeme” ilkelerini kapsamaktadır. Bu yüzden sistemi baştan sona kadar tutarlı ve dışındaki gerçekle bağlantılıdır. Zaten Mustafa Kemal hayatla ilişkisini kesen, göstermelik her türlü sistemden nefret ediyordu. Kemalizm, köklerini Türk tarihi ve Türk toplumunun gerçeklerinden alan ve milliyetçi bir hareket içinde oluşan Türke özgü bir kalkınma modelidir. Hayalci ve fanteziye dayanmadığı için devletçilik, inkılapçılık, milliyetçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik ve laiklik görüşlerinden bugün için hiçbir şey kaybetmemiştir. Bağımsızlığını kazanmış birçok ülkelerde Kemalist model ve bu modelin kurucusunun önderlik ettiği bir dönemde bizim ithal malı öğretiler peşinde enerjimizi tüketmemiz sisteme olan yabancılaşmanın tipik bir örneğini teşkil eder. Devleti bir kenara iten ve bütün hakları ferde veren liberal ekonomik sistem ile, devleti ferdin üstünde tutan sosyalizm ideolojisi elbette ki Mustafa Kemal tarafından benimsenemezdi. O Türk toplumunun gerçeklerine ve tarihsel gelişimine en uygun modelin fert devlet arasındaki bütünleşme olacağına çoktan inanmıştı.”

Kemalizm sınıfların varlığını reddetmemekle birlikte onların uyum içinde bir arada varolabileceği ulusal bir sistemi hedeflemiştir. Bu sistemi kurarken de sosyal devlet uygulaması ile oluşabilecek eşitsizlikleri azaltmayı hedeflemiştir.

5- ÜÇÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİ İÇİN MODEL

Kemalizmin neden ulusal bir ideoloji olduğunu ve evrensel oldukları iddiasındaki emperyalist ideolojilerden farkını ortaya koyduk. Kemalizm bu ulusal yapısına rağmen diğer azgelişmiş sömürülen ülkeler için de bir yol gösterici olmuştur. Bu yol göstericiliği öncelikle ulusal kurtuluş savaşlarının verilmesi alanında tüm doğulu sömürülen ülkelere bir umut ışığı olmuş, Doğulu pek çok halk batılı güçlü emperyalist orduları yenebileceklerine inanmışlardır. Kemalizmin bu ülkelerdeki daha önemli etkisi ise onlara kendi kaynaklarına dayalı, ulusal bir kalkınma yolunu önermiş olması ve doğru bir ulusçuluk\milliyetçilik tanımı ile birlikte bu ülkelerin kendi koşullarına uyabilecek ve gelişmenin aydınlanmanın ön koşulu olan laik devlet ve düşünce modelini ortaya koymasıdır. İşte üçüncü dünya ülkelerine model olması Kemalizmin bir anlamda evrensel (ki aslında bu söz yanlış ve yerine dünyasalı kullanmak daha doğru olur) yönünü teşkil eder. Kemalizmin diğer azgelişmiş ülkelere bir model önermesi tüm dünyanın Kemalist olması gibi bir iddiayı taşımaz. Hatta Kemalizm gerçekçiliği ve ütopik düşüncelerden uzak yapısı ile geleceğin dünyasının da nasıl olacağı konusunda bilimsellikten uzak vaazlar vermez. Ama tüm bütün bunlara rağmen Atatürk’ün sözlerinde ifadesini bulduğu gibi mazlum devlerin emperyalistleri yenecekleri ve dünyanın bağımsız ulusal devletlerin karşılıklı saygıya dayanan bir düzene ulaşacağı öngörüsü ve temennisini açıkça ortaya koyar. Diğer ülkelere Kemalizm ihraç etmek gibi bilimsellikten uzak bir düşünceye hiç rağbet etmeden o ülkelerinde kendi ulusal bağımsızlıkçı ve laik yollarını, modellerini yani bir anlamda kendi koşullarına uygun Kemalizmlerini oluşturmalarını diler.

Kemalizmin evrensel boyutu ile ilgili François Georgeon şunları söylüyor. “1929 buhranından birkaç yıl sonra Kadro hareketine bağlı bir grup aydın, Türkiye’nin dışarıdaki misyonunu farklı biçimde yorumladı. Enternasyonalizm ruhu ile yoğrulmuş bu eski komünistler, Türk devriminin dünya çapında bir önem taşıdığını, yayılmasının bizatihi Türkiye için bir zorunluluk olduğunu devletçiliğe dayandığı için komünizm ile kapitalizm arasında bir üçüncü yol olabileceğini ve kuruluş yolundaki ülkeler için bir model oluşturduğunu söylüyorlardı. Bununla birlikte Kadro hareketi 1934’de resmen gözden düştü ve önerdiği propaganda çabasına hiçbir zaman girişilmedi. Kemalist enternasyonal olmayacaktı.”

Atatürk’ün merkez çevreci bakış açısına daha önce değinmiştik şimdi onun sömürülen üçüncü dünya ülkelerine yönelik düşüncelerini Cavit Orhan Tütengil’in yorumuyla inceleyelim. “Atatürk’ün konuşmalarında mazlum milletler sözünü ilk defa kullanışı 3 Ocak 1922’dedir. Atatürk’ün mazlum milletler sözüyle dile getirdiği tarihsel gerçek günümüzde yaygınlıkla azgelişmiş ülkeler veya üçüncü dünya gibi terimlerle anlatılmağa çalışılan büyük dünya sorununun göbek adıdır. Böylece Atatürk eylemde olduğu kadar düşüncede de bir çığır açıcı olarak dünya sahnesine çıkmaktadır. Türk Devrimini, Fransız Devrimi kadar önemli ve etkili sayanlar vardır. Gerçekten başta Müslüman ülkeler olmak üzere Asya ve Afrika ulusları siyasal bağımsızlıklarını elde edebilmek için savaşmak ve toplumu yenileştirmek zorunluluğunu büyük ölçüde Türklerden öğrenmişlerdir.”

ÜÇÜNCÜ YOL KEMALİZM:

Bütün bu anlattıklarımıza bakıldığında her şeyden önce Kemalizmin; azgelişmiş ülkelerin sömürülmesini destekleyen kapitalizm ve sosyalizmin dışında ve bunların karşısında bir üçüncü yol olduğunu söyleyebiliriz. Kemalizm, azgelişmiş bir ülkede ulusal bağımsızlığı ve dengeli kalkınmayı bir arada gerçekleştirmeyi hedeflemiş ulusal - halkçı bir ideolojidir. Düşünce sistemi ve kullandığı yöntem de diğerlerinden çok ileridedir. Kemalizm bir ideolojinin taşıması gereken özellikleri sağlamanın yanında ideolojilerin kötü yanları olan dogmatizm ve ütopizmden de uzaktır. Emperyalist kapitalist sistemin yeryüzündeki gerçek alternatifi Kemalist üçüncü yoldur. Her ulus kapitalist ve sosyalist baskılardan kurtulup kendi üçüncü yolunu geliştirmelidir. Bunu yaparken bakacakları model de Kemalist İdeolojidir.

Kemalizmin Anadolu’ya ve Türk ulusuna özgün yönleri olduğu da göz önünde tutulmalıdır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk inançları Anadolu Müslümanlığının oluşumunu da derinden etkilemiş böylece laik bir sistemin halk tarafından benimsenmesi de kolay olmuştur. Şimdi son olarak Kemalizmin kendi doğduğu koşullara özgün farklı bir ideoloji olduğuna dair görüşlere bakalım. Erol Mütercimler konuyu şöyle ele alıyor. “Kemalizm bazı çevreler tarafından ideoloji olarak kabul edilmediği gibi, küçümsenir de. İdeolojilerin belli kalıpları yoktur; devrimlerin de yoktur. Her ülke ya da ülke gruplarında gerçekleştirilen devrimler birbirlerinden farklı, özgün koşullar taşırlar. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde Kemalizmin Anadolu gibi kozmopolit, çok farklı tarihi, kültürel ve sosyal nitelikler taşıyan bir coğrafi bölgede, klasik tanımlamalı ideolojilerden ayrılan yanlarının olması da doğaldır”. Ahmet Taner Kışlalı ise Kemalizmin kalkınma uğruna demokrasiyi ertelemediğini ortaya koyuyor. “Atatürk’ün bir devrimci olarak üstünlüğü hiçbir zaman demokrasiyi ertelememiş olmasıdır. İdeolojisi demokrasi ile bütünleşmiş, kalkınma hakça toplum ve demokrasiyi bir bütün olarak düşünmüştür. Kemalizm üçüncü bir ideolojidir. Yani ekonomik kalkınmayı toplumsal kalkınmayı siyasal dönüşümü değişimi birbirinden ayrı parçalar olarak düşünmeyen üçüncü bir ideoloji olarak ortaya çıkıyor.” İsmet Giritli ise Kemalizmin farklı bir ideoloji olduğunu dile getiriyor. “Kemalizmi reddedenlerden bir bölümü ideolojilerin dogmatik olmasının gerekmediğini ya farkında değiller ya da bunu açıklamak istemiyorlar. Çünkü bir yaşam biçimi olarak düşünülebilecek pragmatik ve demokratik ideolojiler bulunmaktadır. Bunların arasında Kemalizm’in belirgin bir yeri vardır. Kemalizm bir modernleşme ideolojisi olarak kabul edilmelidir. Gerçekten de bazı tanınmış siyasal bilimciler bunun milliyetçiliğin modernleştirilmesinde ilk örnek olduğunu savunurlar. Şu anda gelişmekte olan ülkelerde bu en yaygın ideolojidir. Günümüzde ulusal gelişim ve sanayileşme üzerinde odaklanmış olan milliyetçiliğin modernleşmesi anlayışı, Marksizm, Marksizm-Leninizm ve nasyonal sosyalizm gibi katı ideolojilerin tam karşıtı olarak durmaktadır. Bu anlayış laiklik gerçekçilik, deneysel rasyonalizm ve milliyetçilik arasında yer alan esnek bir yaklaşımdır.” Daha önce de belirttiğimiz gibi Kemalizmin diğer ideolojilerden en büyük farkı onlar 19. yüzyılın spekülatif felsefi düşüncesini temel alırken Kemalizmin 20. yüzyılın doğa bilimlerini referans almasıdır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Ocak 2012       Mesaj #22
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atatürkçülüğün Tanımı ve Önemi

Sponsorlu Bağlantılar
Türk Milletinin tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde Türk Kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacı ile;
Temel esasları Atatürk tarafından belirlenen devlet hayatına, fikir hayatına, ekonomik hayata ve toplumun temel müesseselerine ilişkin fikirlere ve ilkelere Atatürkçülük denir.

Atatürkçülüğün kişi ve millet olarak benimsenmesi,tanıtılması, sevdirilmesi mevcut ve gelecekteki saptırıcı ve tutucu cereyanlara karşı korunması; Türk Devletinin Gelişmesinin, Güçlenmesinin ve Parlak geleceğinin güvencesidir.

Atatürkçülük bir bütündür. Atatürk ilke ve inkılâpları ayrı ayrı değerlendirilemez. Onları, bir bütünü oluşturan unsurlar olarak anlamak ve değerlendirmek gerekir. Atatürk ilkelerinin ve inkılâplarının, Atatürkçülükte birbirinden daha az önemli olması diye bir şey düşünülemez.

Atatürkçülük Türk halkının ve Türk yurdunun tabiatından, tarihinden ve ihtiyaçlarından doğmuştur. Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmayı amaçlar.

ATATÜRK İLKELERİNİ iki bölümde incelemek gerekir.

1. Türk Devletinin Dayandığı Esaslar (Atatürk İlkelerini Bütünleyen İlkeler):

Tam Bağımsızlık, Millî Egemenlik, Millî Birlik ve Beraberlik, Yurtta Barış Dünyada Barış, Çağdaş Uygarlık Seviyesinin Üstüne Çıkmak, Pozitif Bilimin Rehberliği ve Akılcılık.

2. Atatürkçülüğün Temel İlkeleri:

Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik, İnkılâpçılık.

Tam Bağımsızlık:

Atatürk milliyetçiliğinin temelinde yatan bir kavram, “Tam Bağımsızlık” düşüncesidir.

Atatürk “Türk Devletinin dayandığı esaslar” “tam bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız Millî Egemenlik”ten ibarettir. demiştir.

Bu iki temel esas Erzurum ve Sivas kongrelerinde ve ilk Büyük millet meclisinde şekillenmiştir.

Atatürkçülükte Devletin bağımsızlığı, her yönden tam bağımsız olmayı öngörmektedir. Bu hususu Atatürk, “Tam bağımsızlık, bizim bu gün üzerimize aldığımız vazifenin asıl ruhudur. Biz yaşamak isteyen, onur ve şerefi ile yaşamak isteyen bir milletiz.... Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir.”

“Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” diyerek açıklamış ve tam bağımsızlığın hangi koşulların sağlanması ile gerçekleştirilebileceğini belirtmiştir.

Tam Bağımsızlığın koşulları:
Tam bağımsızlık, milletin, varlığı ve hukuku için bütün kuvveti ile bizzat kendisinin meşgul olmasını öngörür. “Bir millet varlığı ve hakları için bütün kuvveti ile bütün maddî ve fikrî kuvvetiyle ilgili olmazsa..... kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz”
Tam bağımsızlık varlığın ve hayatın esasıdır. Millî ve ekonomik gelişme imkânı elde etmek ve daha çağdaş ve düzenli bir yönetim şeklinde işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi, bizim de gelişme sebeplerimizin sağlanmasında tam bir hürriyet ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve hayatımızın esasıdır.
Devlet, içişleri bakımından dışa karşı bağımsız olmalıdır. Bağımsızlık hiç bir dış tesirle zümrelere ayrıcalık tanımaz. Türk Devleti içinde yaşayanların,Türk vatandaşlarının hukuku birdir. Diğer devletlerin tesiri ile veya dinen hiç kimseye ayrıcalık tanınamaz.Atatürk bu konuda “...İçimizde yaşayan ve Müslüman olmayan vatandaşlarımıza bizim siyasi egemenliğimizi ve sosyal dengemizi bozacak fazla bir takım ayrıcalıklar veremeyiz” demiştir.
Adaletin dış müdahalelere karşı bağımsız olması esastır.
Atatürk, “Milletlerin yargı hakkı, bağımsızlığın birinci şartıdır. Adalet kuvveti bağımsız olmayan bir milletin devlet olarak varlığı kabul edilemez.” demek suretiyle Adaletin bağımsızlığını, Devletin bağımsızlığı için şart olarak öngörmüştür.
Tam bağımsızlık, hiçbir devletin himaye ve nüfuz sahasını kabul etmez. “yabancı devletlerin güdümü ve himayesi kabul edilemez”
Tam bağımsızlık, anlaşmalara ve devletlerle karşılıklı yardımlaşmaya karşı değildir.
Tam bağımsızlık, milletlerarası güvenlik antlaşmalarına ve kuruluşlarına karşı değildir.
Tam bağımsızlık ve millî egemenliğin gerçekleşmesi, ekonomik güce bağlıdır: Atatürk bu hususu;
“Tam bağımsızlık için şu genel kural vardır. Millî Egemenlik için bir kanun vardır diyoruz. Bu günde büyük zaferin etkenleri ve yapıcıları olduğumuzu ifade ediyoruz.Bu noktada, çok kesin olan bir gerçeği hep beraber tekrar etmek zorundayız.Bu kadar büyük, bu kadar kutsal ve ulu hedefler, yalnız kağıt üzerinde prensiplerle ve kanun maddeleri ile ve sadece hırslarla, arzularla elde edilemez.Tam olarak gerçekleştirebilmek için tek kuvvet, hakiki en kuvvetli temel ekonomidir.” şeklinde ifade etmiştir.

Millî Egemenlik (Millî İradeye Dayanma):

Millî Egemenlik, dışa karşı özgür ve bağımsız yaşamayı, içeride ise milletin kendi kendini yönetme esasına dayanır. Millet, kendisini oluşturan kişilerin toplamından farklı ve ayrı olarak onların bir sentezinden ortaya çıkmış bağımsız bir kişiliktir. Egemenlik ise milletin toplumun genel idaresidir. Bu idare iktidar ve güç olarak millete aittir. Egemenlik millî iradeye dayanmaktadır. Bu itibarla millî egemenlik, milletin bölünmez iradesidir.

Millî Egemenlik ilkesinin oluşmasını sağlayan ve Erzurum Kongresinin bir ürünü olan Millî kuvvetleri amil ve Millî iradeyi egemen kılmak esası, Sivas Kongresinde millet temsilcilerinin oy birliği ile kuvvetlendirilmiş 20 Ocak 1921 tarihli Anayasada “Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir. İdare usulü halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır” şekli ile Büyük Millet Meclisi tarafından benimsenmiştir.

Atatürk “Kayıtsız şartsız tabiriyle açıkça ifade edilen egemenliği, milletin sorumluluğunda tutmak demek, bu egemenliğin en küçük bir parçasını; sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir.” şeklinde ifade ederek, Devlet yönetiminde milletin egemenliğinin temel prensip olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Millî Birlik ve Beraberlik:

Millî Birlik ve Beraberlik, Türk milletini oluşturan insanların birbirlerini seven, birbirlerine inanan ve güvenen vatandaşlar olarak; yurdun ve milletin yükselmesi amacı etrafında toplanması demektir.

Kurtuluş Savaşının başından itibaren Atatürk’ün üzerinde durduğu konulardan en önemlisi millî birlik ilkesidir.

Atatürk, “Biz esasen millî varlığın temelini millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz.” diyerek millî birlik ve beraberliğin önemini en açık şekilde belirtmiştir.

Türk milletini bir bütün halinde birleştirmek; amaçta, kaderde, tasada ve kıvançta ortak değer yargılarına sahip kılmak, millî birlik ve beraberliğimizin en temel öğesidir.

Bağımsızlığımızı devam ettirmemiz de millî birlik ve beraberliğimizin sağlanmasına bağlıdır.

Atatürkçülüğün en önemli unsurlarından biri de ilmin ve aklın rehberliği altında sürekli çağdaşlaşma ilkesidir. Çağın ilim ve teknolojisinin rehberliği ve getirdiği yeniliklerin ışığı altında toplumun çağdaşlaşmasını sürdürmesidir.

Çağdaşlaşma, Türk Milletini geri bırakmış olan kurumları, boş inançları yıkarak, yerlerine milleti ilerletecek çağa uygun kurumları koymak suretiyle gerçekleştirilebilecektir. Atatürkçülük bu dinamik davranışlara bağlılığı gerektirir.

ATATÜRKÇÜLÜKTE DEVLETİN DİNAMİK İDEALİ

Türk Devleti kişileri ile milleti ile kurumları ile dinamik hedeflere doğru yürüyen dinamik bir varlıktır. Türk Devleti; geleceğe doğru akıp giden ömründe bütün faaliyetlerini dinamik hedefleri gerçekleştirmeye yöneltmiştir.
Türk Devletinin dinamik ideali, Türk milletinin refahını, zenginliğini, mutluluğunu ve varlığını yükseltmeyi sağlayacak hedefleri kapsamaktadır. İç ve dış politikası aynı hedefe yöneliktir.
Dinamik ideal genel olarak Türk milletinin en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığını yükseltmesidir. Dinamik ideal devlet hayatının, fikir hayatının ve ekonomik hayatın uyumlu olarak çalışmasını sağlayacak dinamik amaçları kapsar. Bu amaçlar üç bölümde toplanır;
1)Millî Birlik ve Millî Duyguyu Güçlendiren Millî Amaçlar ile Temel Maddî Amaçlar,
2) Kişi İle İlgili Amaçlar,
3) Millî Kültüre İlişkin Amaçlar.

1) Millî birlik ve millî duyguyu güçlendiren millî amaçlar ile temel maddî amaçlar şunlardır.

a) “Milletimizin yüksek karakterini, yaratılıştan sahip olduğu zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, en değerli varlığımız olan millî birlik, iyi geçinmek ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerindeki olgunluğu, ulus varlığını ve yurt erginliğini korumak, azim ve kararını devamlı olarak ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek”
b) “Türkiye’yi hür, bağımsız, daima daha kuvvetli daima daha refahlı” olmasını sağlayacak ekonomik güce sahip kılmak.
c) Pozitif bilimin temeline dayanan, güzel sanatları seven, fikir eğitiminde olduğu kadar beden eğitiminde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek.
d) “Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en medeni memleketleri seviyesine çıkarmak.”
e) “Türkiye’nin emniyetini amaçlayan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikametini prensip kabul etmek”
f) Yurtta barış cihanda barış için çalışmak.

2) Kişi ile ilgili amaçlar şunlardır.

a) İnsanca yaşamak,
b) Ellerinde örnekleriyle tarımın, ticaretin, sanatın, çalışma hayatının temsilcisi olmak,
c) Kültürlü insan olmak,

3) Millî kültürümüze ilişkin amaçlar: Millî ve kişisel amaçlara ulaşmak için “millî birlik ve millî duyguyu” millet olarak varlığımızı yükseltecek, koruyacak niteliklere sahip olacak biçimde millî kültürümüzü;

a)“Yüksek ve inkılâpçı bir seviyeye ulaştırmak.”
b) “Çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaktır.”

Sonuç olarak; Atatürk’ün Türk milleti için söylediklerini, fikirlerini yapmak istediklerini, yaptıklarını ve başarmaya çalıştıklarını, özet olarak dinamik ideali merkez olarak almak esastır.

Milletimizi gerçek mutluluğa ulaştıracak bizlere ve gelecek nesillere Atatürkçülüğü öğretecek ve uygulatacak araç eğitimdir. Eğitimin başarısı ise irfan ordusunun başarısıdır. İrfan ordusunun özü ise öğretmenlerdir.

Atatürkçü eğitim sisteminde dikkate alınacak temel nitelik Atatürkçülüğü anlamak ve öğretmektir. Atatürkçülük, dinamik ideal yolunda gerçek ve ciddi hedeflerin tespit edilmesini ister. Atatürkçülük, Türk Milleti için doğaldır, sosyaldir, insancıldır.

Her eğitimcinin öncelikle bu hususları benimseyerek geleceğimizin teminatı çocuklarımıza anlatması ve benimsetmesi esas görevi olmalıdır.

TÜRK DEVLETİNİN ANA NİTELİKLERİ

(ATATÜRK İLKELERİ)

a) Atatürkçülükte Devletin Tanımı :

“Devlet dediğimiz zaman her şeyden önce bir insan topluluğu bir millet varlığı anlaşılır. Bundan sonra, bu insan topluluğunun coğrafi sınırlarla belirlenmiş bir arazide yerleşmiş olduğu görülür.

Bir milleti meydana getiren kişilerin, o millet içindeki her çeşit hürriyeti; yaşamak hürriyeti, çalışmak hürriyeti, fikir ve vicdan hürriyetinin, güven altında bulundurulması lazımdır. Keza bir milletin tümünün, her çeşit hürriyeti, yani kendi topraklarında dıştan hiçbir müdahale ve sınırlama olmaksızın, hür ve bağımsız yaşaması ve çalışması lazımdır.

İşte, devlet gerek kişilerin hürriyetini sağlamak için millet üzerinde bir nüfuza ve gerek millet ve memleketin bağımsızlığını koruyabilmek için de kendine özgü bir nüfuz ve kuvvete sahip olmalıdır. (Egemenlik yani meclis ve millî ordu)

O halde devlet, belirli bir toprak üzerinde yerleşmiş ve kendine özgü bir kuvvete sahip kişiler bütününden oluşan bir varlıktır.” şeklinde açıklanmıştır.

b) Türk Devletinin Yapısı ve Dayandığı Esaslar:

Türk Devleti, Türk Milleti ve ülkesinin birlik ve bütünlüğüne, millî egemenliğine ve tam bağımsızlığa dayanır.

Türk Devletinin güçlü olması, uygulanan kuvvetler birliği prensibine dayanır. Kuvvetler birliği prensibi Türkiye’nin koşullarına uyan bir esastır. Bu esas yasama, yürütme ve yargı organlarının kendi usullerinin, esaslarını, ilkelerini millî ve meslekî ahlâka uygun olarak bütünleşecek biçimde teşkilâtlanmalarını ve çalışmalarını gerektirir.

Atatürkçülükte Türk Devletinin iç ve dış güvenliğini Yurtta Barış –Dünyada Barış prensibine bağlı kalınarak sağlanacağına inanılmaktadır. Genel güvenlik ile iç güvenlik, güvenlik kuvvetleri ile yargı mensuplarının iş birliğinde sağlanır.

Atatürk, Yeni Türk devletinin yapısını yabancı bir devletin yapısını taklit ederek düzenlememiştir. Atatürkçü devlet anlayışında millî iradenin mutlak üstünlüğü, Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu esasına dayanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle, hiçbir kimseye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse ve organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.

c) Türk Devletinin Ana Nitelikleri (Atatürk İlkeleri)

Türk Devleti, “Türk Milletinin maddî ve manevi huzuruna her şeyden fazla önem vermektedir.” Millî varlığın temelini millî şuurda ve millî birlikte gören Türk devleti “Millî ideal sonuçlarını halkın güvenle çalışmasında, ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde” daha belirgin hale gelebileceğine inanmaktadır.

Türk Devletinin nitelikleri ve bu niteliklerin dayandığı ilkeler, Türkiye’yi dinamik idealine ulaştıracak esaslardır.

Atatürk, Türk bağımsızlığını sağladıktan sonra Türk’ün bir daha felaketlere ve tehlikelere düşmemesini sağlayacak bir devlet sistemi kurmuş ve devletin dayanıp uygulayacağı ilkeleri belirlemiştir.

Bu ilkeler milletin bütün ihtiyaçlarına uygun olarak seçilmiş ve Atatürkçülükte devlet sistemi, bu ilkeler üzerine kurulmuştur. Bu ilkeler çeşitli toplum sorunlarının çözülmesinde anahtar ve araç görevini de yapacaktır. Devlet sistemini oluşturan, devletin niteliklerini belirleyen Atatürk ilkeleri, Cumhuriyetçilik, Millîyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılıktır.

Diğer bir deyişle Türk Devleti (Cumhuriyetçi, Millîyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik ve İnkılapçıdır.”

1- Cumhuriyetçilik: Cumhuriyet, millî egemenlik idealini, milletin irade ve egemenliğini, vatandaşın devlete, devletin vatandaşa karşı hak ve vazifelerini en iyi olarak düzenleyen yönetim şeklidir. Cumhuriyetçiliğin en başta gelen niteliği, Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” İlkesinde yansır. Çünkü; Çağdaş Türk devletinin dayandığı temel prensiplerden biri olan bu ilkenin en iyi korunduğu ve gözetildiği yönetim şekli Cumhuriyettir. Atatürk’ün sözleri ile “Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.”

Cumhuriyet yönetiminde millete dayanan meclis, meclise dayanan....... hükümet vardır.

Cumhuriyet yönetiminde düşünce serbestliği önemli yer teşkil eder.

2- Millîyetçilik: Milletler topluluğu içerisinde, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Atatürkçülüğün birlik ve beraberlik meydana getirme hususundaki ilk temel ilkesi Millîyetçiliktir.

Türk milleti dil, kültür ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu doğal, toplumsal, ekonomik ve siyasi bir bütündür. Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak Türk milletinin görevidir.

Türk milleti birdir ve bütündür. Türkiye’de ben Türk’üm diyen herkes Türk’tür. “Her Türk hür doğar, hür yaşar” Türk milleti Türk devletinin egemenliğinin kaynağı ve kayıtsız şartsız sahibidir. Siyasi kuvvet, millî irade ve egemenlik milletin bir bütün halinde ortak kişiliğine aittir; birdir, bölünemez, ayrılamaz ve devredilemez.

Atatürk’ün tanımladığı Türk millîyetçiliği millî olmayan akımların ülkeye girmesini önlemekle birlikte, dünyada yaşayan bütün Türkleri sever. Onlarla olan doğal ilişkileri kabul eder. Kardeş sayar, onların uygar ve zengin olmasını onların gelişmelerini diler.

Atatürk, “Türkiye dışında kalmış Türkler önce kültür meseleleri ile ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle uygun bir ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz,” diyerek millî sınırlar dışındaki Türklerle olan ilişkilerimizin esaslarını göstermiştir.

Atatürk milliyetçiliği millî birlik ve beraberliği öngörür, insancıldır, diğer milletlerin de iyiliğini göz önünde bulundurur.

Atatürk, Millîyetçiliği büyük sorunların çözülmesinde bir güç kaynağı olarak görür. Türk milletine mensup olmakla övünmeyi, millete inanmayı, güvenmeyi esas alarak bu hususu “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” vecibesi ile açıklamış ve bu fikri “Türk Öğün! Çalış, Güven” düsturu ile harekete dönüştürmüştür.

3- Halkçılık : Atatürkçülükte halkçılık, yurdu ayrıcalık iddialarından ve sınıf kavgalarından koruyan bir ilkedir. Halkçılığın birinci unsuru demokratlıktır. Atatürkçülükte Halkçılık demokrasi ile eş anlamlıdır. Halkçılıkta sosyal düzen halkın idaresine ve çalışmasına dayalıdır ve eşitliği öngörür. Kanunlar önünde herkes eşittir.

“Türk milleti en eski tarihlerinde, ünlü kurultayları ile bu kurultaylarda devlet başkanlarını seçmeleri ile demokrasi fikrine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Ancak, Türk devletlerinin bu yöntemden vazgeçerek hükümdarlar tarafından despotça yönetilmeleri onların çökmelerine sebep olmuştur.

Atatürkçülük, çağdaş uygarlık seviyesine erişmek için sadece siyasal düzeyde ve üst yapıda kalmayarak, sosyal ve ekonomik alt yapıya yönelme ve bu yapıda halkı, halk için, halkın gücü ile kalkındırmayı amaçlar. Halkçılık iç barışı öngörür sınıf mücadelelerini reddeder. Millî gelirin dağılımını çeşitli usullerle dengeler.

4- Devletçilik : Atatürk Devletçiliği, kişisel çalışma ve faaliyeti esas alır bununla birlikte mümkün olduğu kadar az zaman içinde dinamik ideale kavuşmak için milletin genel çıkarlarının gereğine göre, bütün işlerde özellikle ekonomik alanda devletin fiilen ilgilenmesini benimser. Devletin ilgilenmesi, yapma, yaptırma, yönlendirme, teşvik, yardım etme, yapılanları düzenleme ve kontrol anlamına gelir. Devlet kendini daha güçlü kılmak için vatandaşların eğitimi, güvenliği ve sağlığı ile ilgili işleri yapar veya yaptırır. Aynı zamanda memleket içinde güvenliği ve adaleti sağlamak, vatandaşların hürriyetini güven altında bulundurmak, dış siyaset ve diğer milletlerle olan ilişkileri iyi idare etmek, savunma kuvvetlerini daima hazır tutmak ve milletin bağımsızlığını sağlamak, devletin öncelikli görevleridir.

Devletçilik ilkesi, bireysel ekonomik teşebbüs veya faaliyete imkân verir, devletin rehberliğini öngörür.

Devlet ekonomik işlerde özel teşebbüsü teşvik eder, bu faaliyetleri düzenleme ve kontrol etme görevini üstlenir.

Toplum yararına hizmet eden kuruluşların artırılmasına önem verir.

5- Lâiklik : Lâiklik, terim olarak, din ile dünya, özellikle din ile devlet işlerinin ayrılması anlamını taşır. Fakat, Atatürk lâikliğinin daha geniş ve kendine özgü bir anlamı vardır. Türkiye Cumhuriyetinde lâiklik ilkesi, kişilerin vicdan ve ibadet hürriyetlerini sağlamak ve korumak, dinî faaliyetlerin iman ve ibadete inhisar ettirilmesini, dünyevi kurumları ve faaliyetleri bilimsel ve en ileri teknolojiyi yol gösterici olarak yürütmeyi sağlamak, dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete vermek amaçları ile uygulanan, dini devletten ayıran bir ilkedir. Lâiklik ilkesi devletin diğer ilke ve esaslarını bütünleyerek güçlendirir. Dinin, dinî olmayan hususlardan ayrılmasını tespit edecek esasların uygulanmasını gerçekleştirerek, dinin özüne dönmesini bu suretle kişilerin bütün sadeliği ile dindar olmalarını sağlar.

Atatürk, devlet idaresinde, bütün kanunların nizamların ve usullerin din kurallarına değil bilimsel esaslara ve en ileri teknolojiye, yurt ile dünya ihtiyaçlarına göre düzenlenmesini ve uygulanmasını öngörür. Böylelikle bilimsel eserler ve modern teknoloji yaygın ve etkili bir şekilde uygulanarak bütün kurumların çağın gereklerine uygun bir biçimde değişip gelişmesini sağlar.

Atatürk’ün şu sözleri lâikliğin dayandığı temelleri açıklamaktadır. “Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletlerin tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”

Bu açıklamalardan ortaya çıkan gerçek şudur; Atatürkçülükte ifade edilen lâikliği dinsizlik manasına almak çok yanlıştır. Atatürkçülükte lâiklik, dinin hakkını dine, devletin hakkını devlete verir ve böylece din ile devleti kesin olarak birbirinden ayırır. Şu esaslı noktayı da belirtmek gerekir ki, çağımızda bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler olmakla birlikte, dinin karşıladığı ihtiyaç, ortadan kalkmamaktadır. Vicdan ve din hürriyeti Atatürkçülüğün temelindeki hürriyetlerdir. Her kişi istediği dinin gereklerini yapmakta özgürdür.

Laiklik sayesinde vicdanlar özgür olmuştur. Atatürk “...........İbadetler güvenlik ve genel adaba aykırı olamaz; siyasî gösteri şeklinde de yapılamaz.” demek suretiyle dinî baskının yapılamayacağını da ifade etmiştir.

6- İnkılapçılık : Atatürkçülüğün inkılapçılık anlayışı, zamanına göre geri kalmış kurumların ortadan kaldırılması ve yerine ilerlemeyi, gelişmeyi kolaylaştıracak, geliştirecek kurumların konması esasını getirir. Bu inkılâpçılık anlayışı iyiye, doğruya, faydalıya yöneliktir.

Türkiye’yi dinamik idealine ulaştırmak için en güçlü araç olarak “yüksek ve inkılâpçı bir kültür seviyesine varmayı” amaçlayan Atatürkçü inkılâpçılık anlayışı, akıl, bilim ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde sürekli gelişmektir. Bu nedenle Atatürk “büyük davamız, en medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi beraber yürütmek zorundayız. Bu teşebbüste başarı, ancak, türeli bir planla ve en akılcı bir şekilde çalışmakla olur.” demek suretiyle fikirlerin uygun hareketlerle ve tedbirlerle zaman kaybetmeden hemen uygulanmasını belirtmiştir.

EĞİTİMDE UYGULANACAK ESASLAR

Eğitim, bireye kendi yaşantısı yoluyla amaçlı olarak davranışlar kazandırma ve davranışlarında belirli değişiklikler oluşturma işidir. Eğitim bir kültürleme ve yeni bilgiler edinme işidir.

Türk Millî Eğitimi; Türk milletinin daha güçlü, daha refahlı olmasında ve kişilerin mutluluğunda Atatürkçülüğün bir bütün olarak anlaşılıp uygulanmasında, Türk Devletinin millî davalarının, ideolojisinin anlaşılıp anlatılmasında, kuşaktan kuşağa iletilmesinde, temel faaliyetleri kapsayan bir sistemdir. Bu bakımdan eğitimin siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik fonksiyonları vardır. Bütün faaliyetlerde ve temel kurumlarda olduğu gibi, millî kültür düzeyinin çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarılmasında, başlıca amaç, Millî Eğitim Sisteminin her yönüyle millî niteliklere sahip olmasıdır.. Millî eğitim sistemimiz “Türk milletine gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemesinden istifade” ile bunları benimseyip kullanmalı, ancak, kendine özgü bir eğitim sistemi oluşturmalıdır.

Atatürk’e göre eğitim bir ülkenin insanlarının kafalarını, gönüllerini ve bedenlerini biçimlendiren Devletin temel direğidir. Bu araç insanların kişiliklerini oluşturmakta ve kendinden bekleneni veremezse ulusun ve devletin geleceği tehlikede demektir. Zincire vurulmak ve esir olmak ihtimali vardır. Atatürk devletin istiklâlini, milletin uygarlık düzeyini ve memleketin refahını millî eğitime bağlı gördüğünden kurtuluş savaşının başından itibaren eğitim meselesine el koymuş ve Sakarya Muharebesinin öncesinde Ankara’da toplanan maarif kongresinde öğretmenlere “...... Ben bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin boş inançlarından ve yaradılışımıza uygun olmayan yabancı fikirlerden ister doğudan ve ister batıdan gelen bütün etkilerden tamamen uzak millî karakterimizle ve tarihimizle mütenasip bir kültür kastediyorum.” diyerek millî eğitim ilkelerini ortaya koymuştur.

1922 yılında TBMM’de söylediği Nutuk’ta “eğitim işlerinde muvaffak olabilmek için öyle bir program takip etmeye mecburuz ki o program milletimizin bu günkü haliyle sosyal ve hayatî ihtiyacı ile çevrenin şartları ile ve asrın şartları ile tamamen uygun ve uyumlu olmalıdır.”

“Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” kültür ordusu, kültürü Türk Milletine yaymalıdır.

Bu bakımdan Atatürkçülüğün Türk Milletini başarıya götürecek güçte ve nitelikte olmasını öngördüğü eğitim sistemi millî olmalıdır. Çünkü “Türkiye’nin eğitim ve öğretim politikalarının her derecesini, tam bir netlik ve hiçbir tereddüde yer vermeyen açıklık ile ifade etmek ve uygulamak lazımdır. Bu politika tam anlamıyla millî bir nitelikte görülebilir.”

Eğitim sisteminin millî nitelikte olması; Türk Devletinin dayandığı tam bağımsızlık ve millî egemenlik esaslarına, Türk millî benliğine ve Türk devletinin devlet hayatı, fikir hayatı ve ekonomik hayattaki bütün kurumları ile uyacağı ve uygulayacağı Cumhuriyetçilik, millîyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık ilkelerini benimseyip uygulanması anlamına gelir.

Eğitimin millîyetçi niteliği, millî ahlakın, her yerde özellikle ailede, okullarda, kışlada, fabrikada bıkmadan devamlı olarak yaşatılmasını öngörmektedir. Çünkü “Bir milleti ya hür bağımsız, şanlı, yüce bir sosyal topluluk halinde yaşatan veya bir milleti esaret ve sefalete terk eden terbiyedir.” Bundan dolayı, yeni nesillere verilecek terbiyenin millî olması gerekir. Kültürlü insan yetiştirmeyi amaç edinen Türkiye Cumhuriyetinde eğitim sisteminin dili ile usulleri ile/ve vasıtaları ile millî olan millî terbiyeye de dayanması zorunludur.

Bu amaçla “çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile hakkı ile birliği ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumunu ve millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakârlıkla savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün manevi gücüne bu özellik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Sürekli ve müthiş bir mücadele şeklinde beliren milletlerin hayat felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu özelliği büyük bir şiddetle istemektedir.”

Millî ahlâkın istekleri; doğru olmak, çok çalışmak, Türk milletini saymak ve sevmek, ülkesini, milletini her şeyin üstünde tutmak yükselmek, ileri gitmek, millî birlik duygusunu olgunlaştırmak, Türk milletinin varlığını ve yurt bütünlüğünü korumak için azimli ve kararlı olmak, varlığını Türk varlığına armağan etmeye hazır olmaktır.

Millî eğitim işleri devletin geleceğini, dinamik ideallere ulaşmasını sağlayacak faaliyetlerdir. Bu sebeple devlet vatandaşların eğitim ve öğretimiyle alakadar olmak zorundadır.

Bu bakımdan, Türkiye’de millî eğitim faaliyetlerinin planlanması, teşkilatlanması yönlendirilmesi, düzenlenmesi ve kontrolü devlet tarafından yapılmaktadır.

Türk millî Eğitim sistemi; fikri hür irfanı hür, vicdani hür nesiller yetiştirmekle görevlidir. Vicdanı hür nesiller lâikliği gerektirir. Eğitimde lâiklik ilkesi, Türk dilinin millî usulleri ve millî vasıtaları kullanacak devlet hayatı, fikir hayatı ve ekonomik hayatın faaliyetlerini dini faaliyetlerden ve kurallardan ayıracak bir eğitim sisteminin geliştirilip uygulanmasını öngörür.

Atatürk bunu “En önemli nokta terbiye meselesidir. Terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendine göre bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girilirse terbiye hedefleri, amaçları çeşitlenir. Mesela dini terbiye, millî terbiye, milletler arası terbiye, bütün bu terbiyelerin hedef ve maksatları başka başkadır. Millî terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık bir karışıklık ve yanlış anlama olmamalıdır. Bir de millî terbiye esas olduktan sonra onun dilini, usulünü, ve vasıtalarını da millî yapmak zorunluluğunu tartışmak gereksizdir.” sözleriyle vurgulamıştır.

Millî ahlâkın millî terbiyenin esas olması yanında, hayatta en hakiki yol gösterici olarak bilimi kabul eden Atatürkçülük, dünya işlerini bilime göre düzenlemeyi gerçekleştirecek millî eğitim sistemini öngörmektedir.

Öğretim birliğinin sağlanması : Atatürkçülük, benimsediği eğitimin millî niteliklere sahip ve başarılı olması için her şeyden evvel, öğretimde birlik esasına dayanmaktadır. Atatürk, toplumda öğretim birliği kurulmadan, sosyal bütünleşme ve çağdaşlaşmanın mümkün olmayacağını sıkça ifâde etmiştir.

Osmanlı döneminde Türk toplumu mektepli ve medreseli olarak ikiye bölünmüştü. Memleket çocuklarının bir kısmı dünyevi vazifeleri ile ilgili bilgiyi dini eğitim yapan müesseselerde almaya çalışıyordu. Eğitimdeki bu bölünme farklılaşmaya sebep olmuştu. Kiminin nerede ne amaçla öğrenim gördüğü farklı kurumlar tarafından tespit edilmekte idi. Bunun içindir ki Atatürk; fikri hür irfanı hür, vicdani hür nesiller yetiştirmek amacıyla “Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı şekilde oradan çıkmalıdır.” diyerek, 3 Mart 1924’te hilâfetin, Şer’i ye ve Evkaf Bakanlıklarının kaldırılmasını, medreselerin kapatılarak öğretim birliğinin kurulmasını, eğitimin tümüyle devletin sorumluluğunda; devletin denetim ve gözetimi altına alınmasını gerçekleştirmiştir.

Bu kararlar alınırken ülkenin bütün eğitimcilerinin katıldığı ilmi heyetleri toplamış ve eğitim birliği kararı heyet-i ilmiye kararları olarak hayata geçirilmiştir.

Böylece;

Eğitimde erkek ve kız çocuklarının eşitliği sağlanmıştır.
Eğitimin yaygınlaştırılması kolaylaştırılmıştır.
Eğitim programları hayata hazırlayıcı ve bilimsel esaslara dayandırılmıştır.
Eğitim demokratlaşmıştır.
İlköğretim mecburi olmuştur.
Yüksek öğretim bağımsız bir hale gelmiştir.
Güzel Sanatlar; Türk Milletinin dinamik idealine ulaşmasında, besleyici, güçlendirici vasıtalardan olan güzel sanatlar uygar olmanın işareti ve kültürlü insan yetiştirmenin aracıdır.

Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade, söz, müzik, resim, şekil ve yapı ile olur. Sanat ve sanatkâr insanlığın ortak değeridir.

Sanat insana özgür olarak karar vermesini ve becerisini sergilemesini sağlar. Sanat eserleri en yüksek insanî ürünlerdir.

Bir milletin yaratıcı gücünün en güzel meyvelerinden sağlanan sanat eserleri milletlerin kültür varlıklarının tanığı ve ulaştıkları uygarlık düzeyinin bir ölçüsüdür.

Atatürk “Yüksek bir insan toplumu olan Türk Milletinin tarihî bir özelliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki milletimizin yüksek karakterini, çalışkanlığını, zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini ve millî birlik duygusunu devamlı olarak ve her türlü vasıta ve önlemlerle besleyerek geliştirmek millî idealimizdir.” diyerek millî kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmada güzel sanatlar alanında benimsenmesi gereken davranışı açıkça vurgulamıştır.

Atatürk “Hayat müziktir... Müzikle ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler.” diyerek müziğin insan ruhunun temel ihtiyaçlarından biri olduğunu belirtmiştir. Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir.

KAYNAKÇA :

1) Atatürkçülük (1, 2, 3) Atatürkçü Düşünce Sistemi, Genel Kurmay Başkanlığınca hazırlanmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları: 326 İstanbul-1998.
2) Angı Hacı, Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi. Angı Yayınları: Ankara 1985
İlk olarak belirli bir konu üzerinde ATATÜRK'ÜN SÖZLERI verilmiş, bunlara sonra AÇIKLAMALAR eklenmiştir. SÖZLER'in ve AÇIKLAMALAR'ın birleştirilmesi ile, ortaya şimdiye kadar hiç böyle derinlemesine incelenmemiş olan ATATÜRK'ÜN FELSEFESI ve ATATÜRK'ÜN ÜLKÜSÜ ortaya çıkacaktır.

Bu sitede tartışılan pek çok konuyu bulacaksınız. 6 OK'la sınırlanmış, güdükleştirilmiş "ilke" kırıntılarını değil; gözlerden saklanmış 9 UMDE'yi, GERÇEK ATATÜRK İLKELERİ'ni görecek ve bunları neden şimdiye kadar dile getiren olmadığına hayret edeceksiniz!

Bu sitedeki her türlü bilgiyi kullanmak serbesttir. İstediğiniz bölümünü, hatta tümünü alıp çoğaltabilir, istiyorsanız yayınlayabilirsiniz.

Bizi hep ziyaret edin!.. Çünkü sitemiz her an sayfa sayfa yenilenmektedir. Elinizdeki belge ve bilgileri, resimleri gönderin. Beğenmediğiniz,itiraz ettiğiniz, yanlış bulduğunuz noktaları mutlaka bildirin! Sitede çıkan reklâmlara da aldırış etmeyin!

Çünkü biz ATATÜRK'ü keyfimize göre allayıp pullayıp yutturmak değil; onun TÜRK MİLLETİ'ne yön çizen çehresini tanıtmak istiyoruz. Bizim anlattığımız ATATÜRK, o heykellerdeki ATATÜRK değil!..Onu adeta düşüncelerinizde, kalbinizde hissedeceksiniz
Atatürkçülük,en kısa tanımla,Türk ulusunun çağdaşlaşma ideolojisidir.

Türk Devrim sürecinde izlenen yöntemler ve gerçekleştirilen eylemler; uygulamayla doğruluğu kanıtlanan kurallar olarak ortaya çıktı. Devrimin içinden süzülüp gelen bu kurallar Kemalizm’i oluşturdu. Devrim sürecinde ve devrimin önderi tarafından ortaya konulan bu kurallar Kemalizm’in ilkeleridir. İlkelere bir bütün olarak Kemalizm (Atatürkçülük) adı verilmektedir.

Bir başka tanımla Kemalizm, Türk Kurtuluş Savaşında ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda temel olan fikir ve ilkelerin tümüdür.

-“Kemalizm, kapitalist ve sosyalist sistemlerin analiz ve sentezinden doğmuş, anti-emperyalist bir yöntemdir” (ideolojidir) (K.Odabaşı)

-“Kemalizm (Atatürkçülük) , kaynağını Türk Ulusal Kurtuluş Savaşından alır. Amaçladığı toplum ve devlet yapısı, batının usa, bilime dayalı çoğulcu, özgürlükçü demokrasi anlayışıdır.”(Suna KİLİ)

Kemalizm, altı ana ilke ve bütünleyici ilkelerden oluşur :
Ana ilkeler;

1-Ulusalcılık (ulusçuluk, milliyetçilik),

2-Halkçılık,

3-Cumhuriyetçilik,

4-Laiklik,

5-Devletçilik,

6-Devrimciliktir (inkılâpçılık) .

Bütünleyici ilkeler anayasaya girmediği için , kesin sayılarını belirtmek zordur. Ayrıca Kemalizm, kuramcıların oturup yazdıkları ve sonra toplum yaşamına uygulanan bir sistem değildir.Yaşamın ve savaşımın içinden doğmuş, sonra sistemleştirilmeye çalışılmıştır.Bu nedenle bütünleyici ilkeler, değişik kaynaklarda, değişik sayılar ve adlarla belirtilmektedir. Bu durum, bütünleyici ilkelerin önemini azaltmaz. Çünkü, bütünleyici ilkeler göz ardı edilirse Kemalizm anlaşılamaz. Çoğu kez bu yanlışa düşülmüştür. Bu yüzden Kemalizmi sadece altı ilkeden ibaret sanan, onları da yeterince kavramamış insanlar çoktur. Aydınlar arasında bile..!

Bütünleyici ilkeleri şöylece sıralayabiliriz :

1-Tam bağımsızlık

2-Ulusal Egemenlik

3-Akılcılık ve bilimcilik

4-Gerçekçilik

5-Çağdaşlık

6- Barışçılık

7- İnsancıllık

8- Evrensellik

9- Emperyalizm karşıtlığı

10- Eşitlikçilik

11-Ulusal birlik

12- Ülke bütünlüğü...

Önemli bir uyarı; Kemalizm’in bütün ilkelerini kafamıza göre değil, içeriğini doldurarak kavramalı ve yorumlamalıyız.İşte bu yüzden, önce iyi okumalı ve anlamalıyız. İlkelerin adlarına ve sözcük anlamlarına göre kestirmeden varacağımız yargılar bizi yanıltır. Yanlışa düşeriz. Türkiyede siyasi çevreler de bu yanlışa düşmekte, bir çok sorun, sırf bu yüzden çözümsüz kalmaktadır.

Kaynak: Atatürkçülük (Kemalizm)


Görkem SEZEN 5/B 855 Pınarbaşı İ.Ö.O

Benzer Konular

5 Mayıs 2011 / Misafir Soru-Cevap
3 Nisan 2011 / Misafir Soru-Cevap