Arama

Sanat Eleştirisi

Güncelleme: 24 Aralık 2007 Gösterim: 20.510 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Kasım 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
“Eleştirinin işlevi yapıtın ne anlama geldiğini göstermek değil, nasıl o şey olduğunu , hatta onun o şey olduğunu , göstermek olmalıdır”; 1 Susan Sontag böyle söylüyor. Peki, sanat eleştirisi bir işlevsellik kazanmak adına mı yola çıkar? Yoksa sanat eleştirisi, hayata karşı genel bir tutumun özellikli ve öznel bir odaklaşması mıdır? Ya da sanat eleştirisini, bilimselliğe köprülenen bir disiplin olarak mı görmeliyiz?

Sponsorlu Bağlantılar
Sontag'ın tümcesinde belki, bir sanat yapıtını kendi içinde, kendi ögeleriyle değerlendirme anlayışına dayanan “Yeni Eleştiri Akımı”nın izini görmek olanaklı ama, yapıtın nasıl o şey olduğu sözcükleri de bir yapıtın zamansal ve mekânsal damarlarına göndermede bulunmaktadır. Sanırım Habermas'ın bir tümcesi, konuya bakışımızı biraz daha rahatlatacaktır: “En meşru anlamıyla eleştiri, bir sıralama düzeni kuran, şeyleri tartan ve güçleri ölçen bir değer yargısıdır.Ve tüm yorumlama değerlendirmedir”. 2 Bu tümcenin bizde bıraktıkları, hiyerarşik ulamlayışlar ve bunları etkileyen güç ilişkileri ile, bu uzamda biçimlenen değer yargıları üzerinden beğeniye ve estetik kategorilere uzanıştır.Ki,bunlar bize eleştirel tutum ve estetik algılamadaki ideolojik arka-planları; dahası, tarihsel ve güncel, ya da zamansal ve mekânsal tüm veriler arasındaki diyalektik etkileşimleri düşündürtür. Yanısıra, “Sanat eleştirisi nedir?”, “Eleştiri neden yapılır?”, gibi sorulara, “Neye göre, hangi ölçülere göre eleştiri?” sorusu da ekleniverir. Ama, yanıt bekleyen pek çok soru daha bulunmaktadır. Sözgelimi yapıt-estetik bağlamında, eleştiri-estetik ilişkileri nasıl belirir? Beğeni, estetik ve anlam arasındaki ilişkiler nelerdir ve bu ilişkiler nasıl kurulurlar? Bir yapıtın eleştirisi, o yapıtın okur ya da izleyicide yeniden kurulması anlamını taşır mı? Bir sanat yapıtı, varolanlara karşı kendinde bir eleştiri ise, bu aynı zamanda kendisine yönelen eleştirileri reddetmeyi de barındırır mı? Genelde modernizmin, özelde marksizmin sanat eleştirisine bakışları nerelerde buluşur, nerelerde ayrılır?,vb. Çoğaltılabilir bu tür soruların yanında, güncel anlamda yakıcılık taşıyan sorular da var kuşkusuz. Günümüzde sanatın kültür, reklam ve eğlence endüstrilerinin malzemesi haline getirilişinden, sanat eleştirisi nasıl etkilenmektedir? Ve, günümüz Türkiye'sinde neden dehşete düşüp, “eleştirmen aranıyor” duyurularında bulunuyoruz?
Konuya yaklaşım biçimimi biraz açmak için anımsattığım bu sorular çerçevesinde bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyorum.
Eleştirinin işi, sanat yapıtının bizim ile kendisi arasında bıraktığı mesafeyi kapatmak değildir. Sanat eleştirisi o mesafeyi bizim nasıl kapatabileceğimizi sezinletebilmeli ve değişik görme, algılama yolları için farklı farklı açılar kurarak işaretlemelerde bulunabilmeli, donatı malzemesi sunabilmelidir. Bu tutum, yapıtın taşıdığı gizeme, bir eserin ancak okuruyla/izleriyle paylaşabileceği mahremine saygısızlık etmeden; aynı zamanda, yapıtın taşıyabileceği çoğul anlamlandırma olanaklarını tahrip etmeden ve eleştirmenin kendi anlamlandırma çerçevesine indirgemeden o yapıtın, alımlayıcısının imgeleminde yeniden üretilebilmesinin yolunu açık tutacaktır. Ancak, bu tutumun sağlanabilmesinde önemli güçlükler vardır:
-Açıkça söylemeliyim ki, eleştirmenlik çok büyük bir donanım gerektirmektedir. Bir eleştirmen, her şeyden önce çok farklı alanlarda, çok kapsamlı bilgiyi, pek çok yoğun süreç içinde didişerek, boğuşarak ve her yeni bilgiyi başkaca yeni bilgilerle ve kendi eski bilgileriyle çarpıştırarak, dönüştürerek içselleştirmiş bulunmalı ve bu tutumunu bıkmadan sürdürmekte olmalıdır;
-İkinci güçlük, ideolojinin bariyerlerinde ve içinde devinilen genel paradigmadadır. Diğer insanlar gibi bir eleştirmenin de hayatı okuyuşu; nesne, olgu ve ilişkilere dair yorum ve edimsel tutumları biçimlenirken, kendi ideolojik prizması da öncü ve artçı birer alt-proses olarak bu biçimlenişe katılır.Bunun yarattığı risk, bir yapıta dair eleştirinin, ancak eleştirmenin taşıdığı ideolojik dünya görüşünün kurduğu bariyerler arasından geçerek belirmesidir.Bu riskin anlamını görmeyi deneyebiliriz; bir yapıt, nesnel gerçeklerle çelişkili ilişkiler bütünüdür. Sanatçının nesnel gerçekleri parçalayarak genel ve evrensel olanı öznelin içinden yeniden kurabilmesi, bu ilişkiler ağı içinden, bu gerilimli alandan geçilerek sağlanır. Yapıtın öz-biçim diyalektiği bu süreçte kurulur ve estetiği, bu süreçte belirir. Eleştirinin ideolojiye yaslanması ise yapıtın nesnelerle olan öznel ilişkilerinin, eleştirmenin kendi içinde uyumlu bir bütünlük olarak taşıdığı ideolojik örüntüsü ile ilişkiler alanına taşınması demektir. Bu da yorumsal eleştirilerin, ideolojinin diline tercüme edilerek yapılabilmesidir. Bir sanat yapıtının kendi kurmacasında taşıdığı biriciklik ise, eleştirmenin ideolojik sabitelerinin direnci yüzünden sıradanlaştırılma ve genelin üzerine onun bir tekrarı olarak eklenme tehdidine maruz kalır. 3 Diğer taraftan bir sanat yapının eleştirisine, sanatçının, eleştirmenin ve okurun içinde yeraldıkları genel paradigmaya eleştirel aralık konulmaksızın girişilmesi, o paradigmanın ve yaslandırıldığı düzenin örtük de olsa, teyit edilmesi demektir. Geçerlilikleri belirleyen paradigma, kitlelere dayatılmış bulunan ve onların çıkarlarıyla çelişen verilerin hayatın akışı içinde normalleştirilmesini, doğalmış gibi kanıksatılmasını ve sıradanlaştırılmasını sağlar. Paradigma ile eleştirel bir mesafenin bulunmayışı meydanı, imal edilmiş arzuların, o arzuları yanıtlamak üzere ortalığa sürülmüş haz paketlerinin ve toplumsal beğeni mühendisliği ile, sistemin kendi çıkarlarına göre kurulmuş değerler matrisi üzerinden akacak anlamlandırma faaliyetlerinin olumlanmasına bırakır. Bu aynı zamanda, düzenin sunduğu estetik kategori ne ise, yapıtın da o estetik kategori içinden okunacağının itirafıdır.
Şunlar sorulabilir : “Bir sanatçı ve bir yapıtın okuyucusu/izleyicisi kendi ideolojileri içinden akarken, sanat eleştirmeni neden kendi ideolojisini terkederek eleştiride bulunsun ki?” Ya da, “Bir insan, hayata bakışındaki ideolojisini bir lahzada nasıl değiştirebilir ki?”. Benim, bu tür sorular karşısında açıklamam şudur: Eleştirmen, az önce altını çizdiğim üzere yalnızca kapsamlı bir donanım ile yetinemez. Aynı zamanda genel geçerlilikleri ve ilişkilenim biçimlerini belirleyen paradigma ile;sanatçının ideolojik olanla ayrışıp-buluşmaları ile; okuyucu ve izleyicinin taşıdığı ideolojik, olası ön-kabullerle, ama en çok kendi ideolojisi ile de yüzleşmeyi, hesaplaşmayı;yapıtta ele aldığı herhangi bir noktaya düşen kendi ideolojisinin gölgesini bile eleştirebilmeyi başarabilmelidir. Yani, yapıtın dışında bunlarla da sorgulayıcı, eleştirel bir mesafe içinde bulunmayı göze alabilmelidir.Aksi taktirde eleştirmen, sanatın ideolojik yanılsamaları sarsan ve onlardan kurtulmamızı kolaylaştıran yanının önünü kesmiş ve kendi varlık nedeninin payandalarından birisini de kendi altından çekmiş olur. Terry Eagleton'un, Althusser ve Macherey'e ilişkin değerlendirmeleri içinde yeralan şu tümce, söylemek istediğimi biraz daha netleştirebilir: “Bilimsel bir eleştiri edebiyat yapıtını, parçası olduğu, ancak sanat yoluyla dönüştürdüğü ideolojik yapıya dayandırarak açıklamaya çalışacaktır: yapıtı ideolojiye hem bağlayan hem de ondan uzak tutan ilkeyi arayıp bulacaktır”. 4,5 Eleştirmen, bir yapıtı,kendi estetik kavrayışına göre eleştirdiğinde bile o yapıtın ait bulunduğu estetik kategori ile alış-verişini gösterebilmeli ve o estetik kategori içinde konumlandırabilmelidir.Ancak bu çaba içindedir ki, yaygın biçimde “tarafsızlık” zırhı kuşanmış pek çok sanatçının yapıtlarına gömülü bulunan ve okurun zihninde ideolojik bir kulis kurarak okuru verili düzene yeniden bağlayan ideolojik damarları gösterebilir. Bu tutum aynı zamanda, sanatçı için özeleştiri yollarının açılmasını sağlayabilir;sanatçıya görme ve üretme açılarından hem estetik, hem de konumlanış anlamında ilham verebilir.
-Üçüncü güçlük, eleştirmenin kendisini sanat eleştirisi platformunda konumlandırış biçimi ile ilgilidir. Özellikle, eleştirmenin kendisini belirli bir eleştiri okulunun ya da eleştiri kuramının içinde sınırlaması, bu güçlüğü yaratabilir. Eleştiri, genelleştirilirken kategorize edilmiş ve dolayısıyla sınırlandırılmış bir alanla, sınırsızca çeşitlenebilen öznellikler arasında salınmaya bırakıldığında zorlanır ve eksiklenir. Çünkü önceden belirlenmiş bakış biçimleri, eleştiri normları, irdeleme teknikleri, hayatın tarihsel ve toplumsal anlamda taşıdığı veri zenginliğini kucaklayamaz. Öznellikleri ve biriciklikleri elinden kaçırır.Belirli bir eleştiri okulunda konumlanarak belirlenmiş koridorlar içinden eleştiriyi geliştirmek, bununla yetinmek, eleştirisi yapılan yapıtı yaşamdan kopartıp, kendi üzerine kapatmakla sonuçlanabilir. Ya da, kuramdan çok bir yöntem ve çözümleme teknikleri olarak görmeye yatkın bulunduğum 6 yapısalcılığa dayalı ekolleşmeler içinde dilsel bir arkeolojik kazıya girişebilir, “yapı” yı söküp-yeniden kurabiliriz. Gelin-görün ki, yazınsal dile atfedilecek anlamlar, anlamlandırma matrislerinin zamansal ve mekânsal olarak sürekli biçimde farklılaşarak kurulabilmeleri nedeniyle üretildikleri anın anlamıyla çakışamazlar. O an 'ın anlamı, yapısalcı eleştirinin ona atfettiği ve bunu da kanıtlamaya koyulduğu anlama karşı direnir, kendisini ele vermez genellikle.Diğer yandan yazılı dilin, hattâ sözel dilin üretildiği anda taşıyabildiği anlamlar da, yaşamda sahibolduğumuz mimik, gestus, kültürel ikonografi, renk ve giysi temsiliyetleri, semboller, vb. gibi anlam uyaranlarının taşıdıkları anlamlandırma bütününün ancak belirli bir bölümünü oluştururlar. 7 Sonuçta eleştiri yerine araştırma öne çıkar ve yorumlama, yerini eleştirmenin kendi hipotezlerini kanıtlama uğraşına dönüşebilir. 8 Psikanalizle, ruhbilimiyle kendisini kuşatan bir eleştiri de, kendi öngörüleri ve varsayımları üzerinden, yapıtın asla taşımadığı kökler keşfeder ve eleştirisinin fantazileri arasında kendisini, yapıtı yeniden yazıyorken yakalayabilir. Sanat eleştirisini, sanat sosyolojisi içinden görmek de, eleştiriyi kendi formatına taşıyarak yayar, ama aynı zamanda indirger; sanat eleştirisi, sanat sosyolojisinden her zaman daha geniş ve zenginleştiricidir.
Kısa yoldan söylemek gerekirse, eleştirinin bir okulun, bir kuramın formatı içinde konumlandırılışı, aynı devenin farklı farklı tanımlamalarına yolaçabilir. “(...) Kafka'nın yapıtları en azından üç yorumcu ordusu tarafından kitle talanına uğramıştır. Kafka'da toplumsal alegori bulanlar, yapıtlarında çağdaş bürokrasinin yarattığı sıkıntıların ve çılgınlıkların örneklerini, bunların sonucunda doğan buyurgan devleti görürler. Ruh-çözümleme alegorisi bulanlarsa Kafka'nın, babasına karşı duyduğu umarsız korkunun, hadım edilme endişelerinin, iktidarsızlık duygusunun, düşlere sığınmasının örneklerini görürler. Kafka'nın yapıtlarını dinsel alegori olarak görenler de Şato 'daki K.'yı cennete girmeye çalışan biri, Duruşma 'daki Joseph K.'yıysa Tanrı'nın amansız, gizemli adaletiyle yargılanan biri olarak kabul ederler...”. 9 Kuşkusuz, Kafka'ya dair başka değerlendirmeler de vardır. Ama bu tür eleştirel yaklaşımların hiç birisi tek başına, bir Kafka yapıtının biricikliğini yakalayamaz. Bakışını yapıta geçiremeyen, onda içselleşemeyen eleştirmen, yapıtı kendi eleştiri perspektifine taşımaya ve kendi eleştiri tutumunu, yapıtın üzerinden doğrulamaya girişir. “Sanatta keyfi olanın ve gerekçelendirilemez olanın rolü, hiçbir zaman yeterince kabul edilmemiştir. Aristoteles'in Poetika 'sıyla eleştiri girişiminin başlamasından buyana, eleştirmenler sanatta gerekli olanı vurgulama yanılgısına düşmüşlerdir”. 10
Bu noktada, Mehmet Ergüven'in aydınlatıcı olacağını düşündüğüm bir tümcesine yer vereceğim : “Kuram, esneklik adına ödün verdiği sürece asli niteliğinden uzaklaştığı için sonuna kadar direnir, oysa has sanat yapıtı her zaman istisnai olup, kuramın öngördüğü ölçütlere ters düştüğü ölçüde sahici olmaya hak kazanmıştır”. 11 Kısaca, sanat eleştirisini bir bilim dalı olarak görmek ısrarını sağlıklı, verimli bir eleştirinin önündeki güçlük, ya da risklerden birisi olarak gördüğümü belirtebilirim.Bilim kavramlaştırmalara, sanat ise imgelere yaslanır. Bilim, kabullerden yola çıkarak bunları kanıtlamaya gereksinir; sanat eseri ise zihinlerde belirmeye ve her farklı imgelemde, farklı farklı serüvenlere..Bilim ölçü sistematikleri kurucusu, sanat yapıtı ise ölçüt yıkıcısıdır. Bana göre sanat eleştirisi bir bilim dalı değil, bilimsel alan ile sanatsal alan arasında ve sanat adına, yani sanatın toplumsallığı adına yapılan bir salınım, bir eylemliliktir. Selahattin Hilav “Evrensel değerler taşıyan eserler vermek isteyen kimse, içinde bulunduğumuz köhne düşünsel belirlenimleri aşarak, insan bilincinin ve duyarlığının ucunda yer almak ve oradan başlamak zorundadır. Edebiyatın bilgiye indirgenemeyen bir nitelik taşıdığını ama yine de bilginin tikel bir biçimi olduğunu unutmamak gerekir.”,diyor. 12 Eleştirmen, bir akademisyen de olabilir. Ama sanat eleştirmenliği tutumunda, bir bilim insanı olarak değil, sanatsal yaratı sürecinin başlangıcından, yapıtın toplumsaldaki dolanımı boyunca sanat alanının bir parçası olarak konumlanmalıdır. Ama eleştirmen, aynı zamanda bilim insanı olsun ya da olmasın, donanımını yalnızca sanatın kendisinden değil, büyük çapta, sosyal bilimlerden, felsefeden, hattâ fiziğin pek çok alt dalı gibi, diğer bilim alanlarından da derlemeli ve beslemelidir. Eleştiri kuram ve okulları konusunda da böyledir; bütün disiplinlerin ve tüm teorilerin birbirlerinden öğrenecekleri birşeyler vardır. Demem o ki, eleştirmen belirli bir konumlanışta kendisini sabitleyerek değil, her seferinde farklı farklı perspektiflerin zik-zaklarından geçen, devingen bir konumlanış içinde bulunabilmeli ve kendisini bir sanatçı kadar özgürleştirmeyi deneyebilmelidir. Yoksa, “Ama iyi sanatın yaptığı işlerden biri de şu değil mi: Kendisini sorgulayan farklı eleştiri anlayışlarını kendi içinde boğmak, sırf kendi fazlalığıyla bütün bu soruları askıya almak” 13 , tümcesi karşısında yenik düşmek, kaçınılmazlaşır.
-Dördüncü güçlük, eleştirel bir tutumun, yöneldiği eleştiri nesnesi tarafından içine alınması ve işlevsel olarak tersine çevrilmesi riskinden doğan güçlüktür.
Bir toplumda başat hale gelen bir kültür, ekonomik-finansal güçlere yaslı bulundukça, tüm toplumun üzerinde kültürel hegemonyasını da kurmaya yönelir. 14 Hegemonik kültür belirli bir süreçte, toplumdaki değer ulamlarını çözüp, kendi değerler matrisi içinde yeniden kurar. Değer değişimleri, beğeni formlarındaki değişmelerle içiçe gelişir. Bu aynı zamanda anlamlandırma faaliyetlerimizi, referanslarımızı da değiştirdiğinden, derinden etkiler. Sonuçta, hegemonik bir estetik bağlam da oluşur. Bu estetik bağlam, sınıfların ve sosyal katmanların izini taşıyan estetik kategorileri de yedekler, kendi potasında deforme eder ve onları, uzattığı giysileri kuşanmaya zorlar. 15 “Öteki” nin, “ben”im bakışımı biçimlendirişi örneğindeki gibi, eleştirinin bakışı da, eleştiren dizgenin referansları kullanıla kullanıla, eleştiri nesnesi tarafından biçimlenmeye başlayabilir. 16 “En azından, eleştiri her zaman için bir sistemin eleştirisi olması bakımından, eleştirisi içinde sistematik hale gelme ve böylece tam eleştirmekte olduğu şey tarafından ‘ele geçirilme' (...) ya da ona yakalanma riski taşır.” 17 Şöyle de söyleyebiliriz; eleştirilen “sistem” den kastedilen toplumsal, kurumsal, “kuramsal”, ya da her ne olursa olsun, o sistem kendisine karşı eleştirel tutumunu dik tutan sanatçıyı da, eleştirmeni de evcilleştirme yollarını yaratır. Evcilleştiremediklerini ise tecrit eder ve görünmezleştirir.


Bugün temel soru şudur: Geçerlilik 'lerin, gerçeklerin önüne geçirildiği; irdeleyici, sorgulayıcı bakışın önemli ölçüde iptal edildiği günümüz toplumunda “has eleştiri” olanaklı mıdır?
Sanatın yanısıra diğer alanlarda da genel bir tutum olarak modern eleştiri, moderniteye içkinse, bu sorunun yanıtı için genel çerçeve de öncelikle burada aranabilir. Modern eleştiri herşeyden önce, aydınlanmacı geleneğin birikiminden hareket ederek burjuva devrimini hem beslemiş, hem de onun içinde konumlanmıştır. Bu konumlanış, modern eleştirinin modernite projesi ile sorunlu oluşunun kaynaklarını da belirler. Çünkü modernite projesinin yaslandığı, karşılıklı etkileşim kurduğu zemin kapitalist dizgedir. Üretici güçlerin önünü açan burjuva devrimi, sağladığı devrimci dönüşümü kapitalizmin çıkarları içinde hapsedip-dondurmakla ve onun muhafazakârı olmakla, üretken güçlerin her anlamdaki gelişmelerinin önünü tıkamaya başlar. Yabancılaşma, şizofreni, insanlık değerlerindeki aşınma, geniş kitlelerdeki yoksullaşma; güç ilişkilerinin ve tahakkümün bedenlerin dışından, insanın içine de taşınması gibi sonuçlar, modernite projesinin kul'dan bireye geçiş; eşitlik, kardeşlik, özgürlük, adalet ve yaratıcı düşüncenin sınırsızlaştırılması gibi amaçlarına ters düşer. Modern eleştiri ikinci olarak, modernite projesinin kendi içindeki dayanakları ile de sorunludur. Bu sorunlar da, pozitivizmin, rasyonalizmin olumsuz yan ürünleriyle; hayatın her alanına yayılan dikotomilerle, hiyerarşik kodlamalarla ve olgusallaştırmalarla; insan-nesnel dünya çelişkili birlikteliğinin, insan-nesnel dünya parçalanmışlığına sürüklenmesiyle beliren sorunlardır. Yani modernitede birey ve özellikle sanatçı, sürekli bir gerilimi ve huzursuzluğu yaşar. Bu nedenle, içinde marksist eleştirinin de çok önemli bir yer tuttuğu modern eleştiri, modernite projesi içinde, olumlama-olumsuzlama hatları boyunca yolalır. Çünkü eleştiri, nesnesi ile mesafesini kaybettiğinde açık ya da örtük kabul ve teyitlerde bulunmuş olur ve nesnesi ile özdeşleşmeye başlar. Toplumsal, kültürel, düşünsel ve sanatsal akışlardaki sorunlar krizlere yöneldikçe en verimli ve radikal eleştirilerini kurabilen modern eleştiri, verili olan ile özdeşleşimlere, verili olanın içinden konuşmaya başladıkça, solgunlaşır ve gücünü kaybeder. Kuşkusuz kriz 'lerin kapitalizmin globalizmi içinde bugün sürekli ve yerküresel hale gelmesi ve bunun da normalizasyona uğratılarak gözlerden kaybedilmesi, eleştirel refleksin zayıflamasını büsbütün kolaylaştırmaktadır: “Modernliğin ikili yapılarını mahkûm etmeyi amaçlayan uzun bir modern eleştiri geleneği vardır. Ama bu eleştirel gelenek bizatihi modernliğin paradigmatik uzamı içinde, hem ‘içeride' hem ‘dışarıda', 18 krizin eşiğinde ya da kriz noktasında konumlanmıştır. Ne var ki, emperyal dünyaya geçişte artık bu sınır çizgileri kalkmıştır ve böylelikle modern eleştirel strateji artık etkisini yitirmeye yüz tutmuştur”. 19 Gelinen yer, elbette global güç ağları ve tüketim toplumu modelinden geçilerek kurulmakta bulunan küresel zihin ile doğrudan ilişkilidir. Bugün modern eleştiri, üç kola ayrılmış ve bunlardan ikisini kaybetmiştir. Bunlardan ilk grubu, özellikle Batı üniversitelerinde hocalık yaparken, iktidarlara “içeriden muhalefet” adına, besleyici bilgi üretip-sunanlar ile, iletişim ağlarında “kanaat önderi” olarak görev alanlar ve kültür endüstrisinin ücretli tanıtıcıları ve sanat ajanlarıdır. İkinci grup, bir “kültürel çalışmalar” takımadası kurarak, oraya sığınanlardır: “Toplumsal tahayyül ufku artık bize kapitalizmin en sonunda çökeceği fikrini besleme izni vermediği için – başka bir ifadeyle, kapitalizmin kalıcı olduğunu herkes sessizce kabullendiği için – eleştirel enerji, kapitalist dünya sisteminin temeldeki homojenliğine dokunamayınca, kültürel farklılıklar adına savaşmayı ikame, bir çıkış yolu olarak görülmüştür adeta. Böylece kapitalizm zafer yürüyüşünü devam ettirirken, bizler etnik azınlıkların, gay ve lezbiyenlerin, farklı hayat tarzlarının, vs. hakları adına politik doğrucu savaşlar vermekteyizdir. ‘Kültürel Çalışmalar' kılıfına bürünmüş günümüz eleştirel teorisi, kapitalizmin ağır mevcudiyetini görünmezleştirmeye yönelik ideolojik çabaya aktif bir biçimde katılarak, kapitalizmin sınırsız gelişimine nihai hizmeti sunmaktadır.(...)”. 20 Modern eleştirinin kendi klasiğinde koruyabildiği alan ise, kendilerini kapitalist sistemin çıkar ilişkilerinden bağımsız , ama insanı savunmak adına taraflı konumda tutmak inadını sürdüren bir eleştirinin alanıdır. Kendi kayalıklarında direnen bu eleştiri kendisini, sınıfsal bir iktidar, veya total kurtuluş ütopyaları, ya da bireye dönük çözüm reçeteleri vaadetmekten uzak tutar. Onun özgün amacı, hayatın her boyutuna taşırılarak hayatın kendisiymiş gibi dolaşımda tutulan yanılsamalar örüntüsünde yarıklar açmak; ters-yüz edilerek sıradanlık ve geçerlilik kazandırılan yalanlar sistematiğini deşifre etmek; tüketim toplumu modeli üzerinden kitleleri, kendi çıkarlarının tam da tersine, kapitalizmin kara deliklerine doğru kaydıran rafine tuzakları göstermektir. Bu çaba, gerek bireysel, gerekse kitlesel anlamda sorgulayıcı dikkatin 21 ve eleştirel bakışın diri tutulması ve kendisini gürbüzleştirme yollarının açık bulundurulması içindir. Çünkü bugünün insanlığı için insani bir gelecek varsa, bu gelecek kirlenmemiş bilgiden beslenen, donanımlı, dölleyici, bu nedenle yaygınlaşabilir bir eleştirel tutuma gereksinmektedir. Geleceği kitlelerin kendisi kurabilir. Ve kitlelerin kapitalizmin labirentlerinde kaybolmamaları için, eleştirel tutumun yaydığı ışık, elzemdir. Diğer yandan, giderek anlaşılmıştır ki, bu yolda modern eleştirinin son silahları da,marksist eleştirinin ve marksist estetiğin barındırdığı olanaklardan devşirilebilmektedir.
İşte, sanat eleştirisinin bugünkü durumu, modern eleştiriye dair ana hatlarını göstermeye çalıştığım bu çerçevenin içinde biçimlenmiştir.


Bilindiği gibi “güzel”i ve onun ne 'liğini sorgulayan estetik, zamansal ve mekânsal anlamda görecelilik gösterir. Bu göreceliklerin sınıfsal temellerinin yanısıra tarihsel, yerel ve bireysel kaynakları vardır; ki bunlara, teknoloji, ergonomi,vb. başkaca ögeleri eklemek de olanaklıdır. Ancak tüm bu kaynakların kendileri de, sürekli olarak diyalektik bir akış içinde salınırlar. Bu nedenle “güzel”olanın ve estetik açıdan ele alınanın “Ne?” oldukları, belirli bir momentte, bu kaynaklarla alış-veriş içindeki paradigmal bir yapılaşmaya yaslanılarak irdelenmeye ve “Neye göre?” sorusunun çerçevesinde yanıtlanmaya çalışılır. Genel olarak paradigmal yapılar yalnızca olgu ve kurumlaşmaları değil, aynı zamanda zihinsellikleri de kendi güç akışlarına uyumlandırıcı etkiler sağlar. Kümesel de olsa benzeşen bir zihinsellikten sözettiğimizde ise, ortak bir bellek, ortak imgeler, ortak zihinsel kodlamalar ve ortak bir ikonografiden sözediyor olabiliriz.Yani “ortak” zihinsellikler, belirli ayrışmalara karşın, benzeşen imgelemleri de taşırlar. İmgelem, nesneler, olgular ve ilişkiler kadar; usa, duyusallığa ve belleğe bağlanan hatların da harman yeridir. Bu, imgelemin aynı zamanda, eleştirel tutumun ve estetik duyumun da kesişme ve ayrışma yeri olduğunu ifade eder.
İlkel sanatta girift bir içiçelik taşıyan estetik ve eleştiri, Antik Dönem'e gelindiğinde eleştiri “mutlak,evrensel doğru”; estetik “tanrısal/ülküsel güzel” idea 'larına yaslanılarak geliştirilmeye çalışıldığından, hızla birbirlerinden ayrıştılar. “Böylece geçmişin estetikçisi tam anlamında gizemci bir tutumla o görünmez güzeli, o tanrısal güzeli araştırırken yapıttan yani gerçek güzelden uzaklaştı”. “(...) Sanat eleştirmecisiyle estetikçi arasındaki o uzaklık zamanla enaza indi. Soyut ya da aşkın bir güzel yoktu, kendinde güzel fikri saçmaydı, güzeli yapıtın kendinde aramak gerekiyordu, buna göre estetikçinin işi de, eleştirmecininki gibi somut güzelle olacaktı”. 22 Ama tüm Ortaçağ boyunca eleştiri ve estetik (doğrudan tanrısal güzel ve mutlak doğruya ilişkin felsefi idea'lardan uzaklaşıp, toprağın temsil ettiklerine doğru çekilirken) kilise-feodal bey iktidarı alanlarında sıkışmış; baskın güce itaat üretebilmiş, semavinin yanısıra “yüce”nin insan bedenine indirgenmiş temsiliyet ve yansımalarına göre yolalabilmiştir. Özgürlüğünü koruyan bir doğanın içinde, fakat şiddete ve feodal sömürüye maruz kalan halk ise, ironinin ve karnaval ruhunun yollarından, ama bedensel çarpılma, parçalanma ve irinleşmelerin de dahil edildiği bir karşı-estetik içinde eleştirilerini geliştirmeye çalışmıştır. Yeniçağ ise, nesnenin sanatsal imgesinin, nesnenin kendisiyle yarıştırıldığı dönemlerin geride bırakılışıdır. Bu, modern estetiğe ve eleştiriye geçişte çok önemli bir kırılmadır. Çünkü bu zihinsel tutum, nesnenin “mükemmel” bir yansısını değil, nesnenin gizlediğini yakalamayı öne çıkartır. Nesnenin ilk çarpışmada ele vermediği gizleri ise, sanatsal anlamda ancak, nesneye ait olmayan, onda bulunmayan, ama insanın imgeleminde belirebilen şeyler üzerinden kurulan bir imgesel dil yoluyla ele geçirilebilmektedir. Sanatçının, nesnenin kendi suretinden ibaret imgesi yerine kendi varettiği imgeyi geçirmesi, nesnenin imgesi ile olan özdeşleşmesinin parçalanıp-ayrıştırılması demektir. Böylece sanatçının doğan boşluğu eleştirel bir mesafe olarak kullanabilmesi olanağı doğar. “Güzel”, ülküsel ve bildik olanların aynı düzlemde çeşitlendirilip-yinelenmesi ekseninden; bilinmezlerin bilinir, mevcut bulunmayanlara dair tahayyüllerin paylaşılır kılınmasındaki yaratıcılık eksenine kaydırılmaktadır. Sanat, estetik ve eleştiri, nesnelerin zihinlerde değişmezlik halinde kurduğu egemenliğin karşısına, tomurcuklanan bir imgelemin özgürleştirici vadisini koymaya girişmektedir. Bu süreçte yeni beğeniler üzerinden yeni değer setleri, verili olanlarla çatışmalar içinden geçilerek kurulur. Nesnenin görünüşü ile çakışmış durumdaki “saf” ve sabitlenmiş bakış, aynı nesnenin on'larca farklı bakıştan görülebileceği, sanat yapıtı tarafından belli edildikçe,çöküşe yönelir. İnsanı, nesnenin tam karşısına konumlandıran Modernite de, kendi proje amaçları çerçevesinde toplumsalın dönüştürülmesine yönelirken hem üretime, hem de ütopyalara yaslanabilen bir zihinsellik ve imgelem geliştirmiştir. Tüm bunlar, anlamlandırma faaliyetlerinin yanısıra, estetik algının ve eleştirel bakışın örgütlenmelerinde farklılaşma demektir. 23 Ancak sürecin gelişmesiyle birlikte, kapitalizmin “tüketim toplumu” modellemesi içinde özneye, nesnenin üstünde bir konum atfedilmiştir. Bugün yaşanılan gerçek ise, nesnelerin özneyi altına çekerek, biçimlemeye koyulmuş bulunmasıdır.. Artık zihinsellik, ütopyalarla beslenen geçmiş-şimdi-gelecek birliktelikleri yerine an'sal olana ve üretim yerine tüketim ekseninin baskınlığına yaslanmaktadır. Konumuz açısından ilk sonuç, daha geniş bir çerçevede meta-estetiğinin, daha spesifik bir belirlenim olarak da post-modern estetiğin kategorik olarak kurumsallaşmayı denemesidir. Bu görünümü, kültür ve sanatın kapitalist bir endüstri sektörüne dönüştürülmesiyle ve bu sektörün de reklam ve gösteri sektörleriyle bütünleşerek, tümünün dev bir eğlence sektörünün potasına doğru akıyor bulunmalarıyla tamamlayabiliriz.


1.Nesne ile imgesi arasındaki mesafe ve perspektif çoğullaştırması, kaybedilmiştir. İmge, nesnesini içine almıştır; bu nedenle de imgelemde ateşleyici olarak değil, simgesel bir raptedicilik olarak varolabilmektedir;
2.Kültür endüstrisine göre sanat, paraya tahvil edilebildiği ve kapitali, kâr maksimizasyonuna doğru taşıyabildiği takdirde sanattır. Bu nedenle hem edinim ve tüketim güdülemelerine uygun bir estetik kategori içinde belirmeli, hem de biricik 'lik yerine, benzeşime ve seri üretime uygun bulunmalıdır;
3.“Metalar estetik dillerini insanların elde etme isteğinden ödünç alırlar;fakat sonra bu ilişki tersine döner ve insanlar metalar dünyasının estetik ifadesini ödünç almaya başlarlar”. 24 Diğer yandan, “kitle kültürü ikonolojiktir ve özdeşleşmeye dayanır”. 25 Özdeşleşim, eleştirel mesafenin yokolması, ve eleştiriye olan gereksinimin de artık duyulmayacak olmasıdır;
4.Kültür endüstrisinin mekanizmaları, bağımsız sanatçı – sanat yapıtı – eleştirmen –yapıtın alımlayıcısı biçimindeki hattı söküp-atmıştır. Onun kurduğu hat, firmaya angaje sanatçı- sanatsal meta- promosyon- müşteri hattıdır. Bu hatta ise, eleştirmene yer yoktur.Çünkü endüstri eleştirmene değil, satış artırıcı sanat ajanlarına ve reklamcılara gereksinir; bu ücretli elemanların eleştiri uzamının giysi ve dilini yağmalıyor bulunmaları bizleri aldatmamalıdır. Meta-estetiği ise, tasarımcı, imaj-maker, bilgisayar programcısı, animatör, reklamcı,vb. gibi teknisyen kadrolarını kullanır. Müşteriye gelince, o, ürün karşısında sanatsal eleştiri değil, tanıtımı ve reklamı üzerinden popülerleştirilen bir metaı edinme arzusunun, kafasında yaratılmasını beklemektedir;
5.Estetik ve eleştiri çok büyük oranda kültür endüstrisinin profesyonelleştirdiği alana aktarıldığında, geriye estetik algısı, bilgi birikimi, düşünce sistematiği ve sanatın özgürleştiriciliğine inancı çerçevesinde kendisine aykırı düşemeyen; dolayısı ile ayartılamayan eleştirmenler kalır. Onlar, seslerini duyurma olanakları hızla daralırken, yanılsama kırıcı ve yol açıcı düşüncelerini paranın güdümüne teslim etmemekte direnenlerdir;
6.Bağımsız konumlanışında direnen eleştiri, doğaldır ki, yaşanılmakta bulunan hayat ile de yoğun ilişki içindedir. Bu nedenle, söylediklerini kendi okuyan bir kapanışta sıkışmamak için tüketim toplumunun ve sanal kuşak çocuklarının dilini de kullanmak zorundadır. Öylesi bir zihinselliğin değer ve anlamlandırma setlerine göndermede bulunmadan, ilişkiler kurmadan, derdini anlatamaz. Bu ise, eleştiri nesnesinin eleştiriyi kendi içine çekip, onu ehlileştirmek riskini taşıdığından bugün has eleştiri, eleştirinin de eleştirisi anlamında, ayrı bir dikkatin varlığını gerektirmektedir;
7.Zihinselliğimiz ve imgelemimiz manipüle edildiği içindir ki, estetik algı eşiğimiz çöküntüye uğramaktadır. Estetik algı çöküşü,eleştirinin yolalabileceği mesafenin yitirilmesidir. “Neye göre?”, sorusunun yanıtı, “meta-estetiğine göre” ye dönüşür. Bu nedenle bugün has eleştiri, her zamankinden daha çok, sanatsal estetiğin o çok katmanlı ve üçyüz altmış yöne genişleyebilen zenginliğini duyumsatmayı öndelemelidir. Çünkü bu tutum, eleştirideki neye göre? 'nin yanıtını estetiğin içinden geçirmeyi dener; sanatsal estetik, bir “üst-eleştiri” 26 olarak ağırlığını koyabilir;
8.Bugün, yine has eleştiri, yalnızca tek tek yapıtların-performansların-yerleştirmelerin,vb. eleştirisi olarak değil, aynı zamanda tutumların ve o tutumları besleyip gürbüzleştiren dizgelerin eleştirisi içinden yürütülebilir;
9.Eleştiri ve estetik alanlarında taraflı , ama bağımsız direnmeyi güçlendirecek en verimli olanaklar, marksist eleştiri ve marksist estetiğin içindedir. Bu olanakları görüp- kullanacakların mutlaka marksist olmaları da gerekmez; bunun için sahici bir entelektüel sorumluluğunun ve Modernite'nin has aydınına özgü damarların varlığı ile de yolalabiliriz;
10.Bugün gereksinilen eleştiri, meta-estetiğinin karşısında, zihinsel kamaşmayı kuran bir estetiğin çarpıcılığını genç kuşaklara gösterebilmeli; o doğurgan ve kaosun ta içinden geçilerek duyumsanan bir sıçratıcı doyum ile onları tanıştırabilmeli; meta-estetiğinin yavanlaştırıcılığına karşı, imgelemimizi zenginleştirici sanatsal çabalara katılabilmelidir.

Yazar İsmail Mert Başat

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
arrjin - avatarı
arrjin
Ziyaretçi
15 Eylül 2007       Mesaj #2
arrjin - avatarı
Ziyaretçi
Sanatın anlamı kültürden kültüre değişebilir. Buna bağlı olarak felsefe, mantık ve estetik değerler de değişebilir. Bütün dünyanın kabul ettiği sanat ölçülerini, bazıları kabul etmeyebilir.

Sponsorlu Bağlantılar
Eleştiri yapmak bir sanattır. Eleştiri denilince millet olarak hep olumsuz eleştiriyi algılarız. Oysa eleştiri, neresinden bakılırsa bakılsın, olumlu ve olumsuz, her iki ögeyi de içinde barındırır.

Eleştiri sanatı; sanat eğitiminin en vazgeçilmez ögesidir. Ancak ülkemizde sanat eleştirisi üzerine ne yazık ki yeterli sayıda kaynak yaratılmamış, araştırmacılar tarafından da eğilinmemiştir. Oysa; sanat eğitimini yükseltecek yegane çalışmalar, sanat ürünlerinin eleştirileriyle daha mükemmele ulaşması sağlanarak elde edilecektir.

Sanat üzerine en çok eleştiri yapanlar; edebiyatçılardır. Kitap, şiir, roman, deneme, öykü, söyleşi, üzerine yazılan çok sayıda eleştiri kitabı, edebiyatçılar tarafından kaleme alınmış ve alınmaktadır. Sinema, tiyatro, müzik, heykel ve resim gibi diğer sanat dallarında sıklıkla eleştirilerin yer almadığını, basılıp yayımlanmadığını da görüyoruz.

Dikkat edilirse, yüzlerce radyo ve TV kanalı ve yine yüzlerce ulusal ve yerel gazete, dergi bulunan ülkemizde, doğruya ulaşmak için siyaset ve spor dışındaki konularda eleştirilerin yapılmadığını görürüz. Haber, spor, sanat, magazin, ekonomi, yayıncılık ve bütün konular üzerinde yapılacak eleştiriler, ülkemizdeki yanlışları ve eksikleri azaltarak yok edebilir. Yapılan doğruları ve güzellikleri de yüreklendirip çoğaltabilir. Ülke geneline yayılan yazılı basına baktığımızda ise (Milliyet Sanat Dergisi dışında) yalnızca o sanat dalını izleyenlerin takip ettiği dergilerde yayımlanan yazılar vardır. Oysa bu tür yazılar halka inmeli. Amatörleri de etkilemeli ve Türkiye’nin geneline yayılmalı. Çok kişi tarafından okunmalı. Unutulmamalı ki her yazı, okuyucunun sanat felsefesini, sanat kavramlarını, sanat duygusunu geliştirecek, sanata bakışında ve anlayışında önemli değişiklikler ve ilerlemeler yaratacaktır. Üstelik sıkça yapılan ve duyulan eleştiriler, insanları eleştiriye ve hoşgörüye alıştırabilir.

Tarih yazarı gerçekte olmuş olayları, edebiyat yazarı hem olmuş olayları, hem olabilirleri hem de olabilecekleri yazar, herhangi bir hayali veya olayı senaryolaştırabilir. Herkesin göremediği ayrıntıları görme yeteneğine sahip olan müzik yazarı ise yalnızca notalara bağımlı olanları değil, her konuyu yazabilir.

70’li yıllarda magazin dergilerinin köşelerinde müzikseverlerin yorum ve eleştirileri ile birlikte, konser ve plak eleştirileri vardır. Oysa günümüzde, ulusal gazete ve dergilerimizde popüler müziklerin eleştirisini bile çok az görüyoruz.

Eleştirinin, eleştiri yapmanın ve eleştirilmenin elbette çeşitli zorlukları olacaktır. Örneğin; 25 Haziran 1989 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin 9. yüzleminde “Sanat Dünyasından” köşesinde yazan Doğan Hızlan:

“Kendimizi eleştirmekten korkuyoruz. Başkalarının eleştiri hakkı da bu korkaklığımızdan doğuyor.”diyor.

9 Eylül 1998 ve 25 Temmuz 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Allegro” köşesindeki yazılarında Evin İlyasoğlu, az övdüğü veya olumsuz eleştirilerde bulunduğu dostlarının kendisine sitemde bulunduklarını söylüyor.

Her konuda yazan, Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir Nadi ve İlhan Selçuk da zamanın hükümetlerini eleştirirken, bazen müzikten örneklerle eleştirmeyi tercih etmişler. Örneğin; 28 Temmuz 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 2. yüzleminde İlhan Selçuk, Nadir Nadi’nin geçmişteki bir yazısında hükümete karşı yazdığı bir eleştirinin, hükümeti destekleyen bir meslektaşı tarafından:

“Seni iktidar koltuğuna oturtalım da ne yapacağını görelim” demesi üzerine:

“Peki arkadaş, sen şefin yerine geç, değneği eline al, marifetini görelim demek, ne denli mantıksızsa, hükümeti eleştiren bir yazara: Seni başbakan yapalım da görelim demek o kadar saçma bir yaklaşımdır” dediğini anlatıyor.

Geçmişteki gazete ve dergi köşelerinde Türkiye’deki Rock çalışmaları ile ilgili bilgi ve eleştiriler de görebiliriz. Örneğin: 24 Şubat 1996 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin 2. yüzleminde: “Türkiye’de etrafında olup biteni sorgulayan rock’ın seyri hiç de iç açıcı değil. Sayıları onu aşmayan rockçılar dışında suya sabuna dokunmayan rock albümleri üretiliyor ve bunlar giyim, kuşam, saç biçimi gibi plastik ambalajla tüketiciye sunuluyor, rock’ın pasifize olmasına ve ısırmamasına dikkat ediliyor.”deniyor.

Yazıda rock gruplarının isimlerinden söz edilmemiş. Hangilerinin yukarıdaki sözleri hak ettiği belli değil. Yazının kendisi suya sabuna dokunmadığı için, rockçıların suya sabuna dokunmaması son derece doğal. Rock’ın önemli özelliklerinden biri protest oluşudur. Ancak tek özelliği bu değildir. O nedenle her rock şarkıda suya sabuna dokunulmasını beklemek ne kadar doğrudur? Suya-sabuna değmeyen sözler de eleştiri olarak değerlendirilemez. Eleştiri, hem suya değmeli, hem sabuna. Köpürmeli bile...

1969’dan 1980 yılına değin araştırılan dergilerde, müzik, tiyatro, sinema alanlarında okuyucuyu bilgilendirmeye yönelik sanatsal haber, yorum ve eleştirilerin yoğun bir şekilde bulunduğu görülür. Ancak 80’den sonra günümüze değin sanat dallarıyla uğraşan insanların tamamen özel yaşamını gündeme getirmeyi amaçlayan önemsiz haberler, basının artık sanata değer vermediğini veya sanattan anlamadığını gösteriyor. Gündeme getirilmek veya gündemde tutulmak istenen kişilerin meslekleriyle ilgili olayları değil, sosyal yaşamlarıyla ilgili alışkanlıkları, hobileri gibi hiç kimseye bir yarar sağlamayacak olayları önemlendirip haber yapan basın, insanların ilgisini çekip, günlük malzeme yaratmak ve bunu satmak için her yolu deniyor. Oysaki kişilerin özel yaşamlarını değil, mesleksel yaşamlarını ve varsa başarılarını ön plana çıkaran bir basın ülkemize ve insanlığa daha yararlı olacaktır.

Konserleri ve operaları aksatmadan izleyen Avrupalıların önemli bir bölümü, yaratıların şef partiturlarını alarak izlemeye gidiyor. Yaratının sahneye konuşunu ve seslendirilişini izlerken, notasından da takip ediyor. Konser bitiminde dostlarıyla; şefin yönetiminden, seslendirenlerin yorumuna kadar, yakalayabildikleri ve diğer sunumlarla kıyaslayabildikleri her konuyu konuşup, paylaşıyorlar. Kendilerine sorarsanız, yalnızca iyi bir dinleyici olduklarını söylerler. Oysa bir eleştirmenin öncelikle yapması gerekenlerdir bunlar. Uluslararası Sanat Müziği eleştirilerimizi yapabilmemiz için, o dinleyicilerden bile çok üst düzeyde ayrıntıları görebilmemiz ve konuşabilmemiz, teknik özelliklerini bilimsel bir birikimle tartabilmemiz gerekir.

SANAT ELEŞTİRİSİNDE ARAÇLAR

Sanat eleştirisinde kullanılabilecek araçları şöyle sıralayabiliriz:

Dikkat Çekme:
Öncelikle, vurgulanması gereken olayın doğru kelimelerinin bulunması gerekir. Bu, farklı yapıdaki kelimeler kullanılarak da yapılabilir, düşündüren esprilerle de… Ya da tamamen ilgisiz başlıklar kullanarak merak ettirerek de…

İfadeyi güçlendirme;
Kulakta es-pas yapan zıt anlamlı kelimelerin ard arda kullanılması, hem kişinin dilini iyi kullandığını, hem de zekasını göstermesi açısından oldukça etkileyicidir.

Örneğin:
“Etkisizleştirme harekatının etkisizleştirilmesi gerekir.”
“Yazarlar, güçsüzlerin gücü olmalıdırlar.”

Kıyaslama:
Kıyaslamanın yapılabilmesi için benzer sanat olayları kaçırılmadan izlenmelidir. Uğraşısı sanat olan kişi, yalnızca kendi sanat dalındaki gelişmeleri değil, diğer sanat dallarındaki gelişmeleri de izlemek zorundadır. Bu gelişmeleri izlerken, yalnızca o gün ortaya konan ürünü değil, ürünün ve onu sunanların geçmişteki yaptıklarını da iyi bilmesi gerekir.

Benzetme Veya Benzersiz Görme:
Ortaya konan sanatsal bir ifadenin öncelikle sanatsal boyutu, daha sonra diğer sanat olaylarıyla benzerlikleri veya ayrılıkları, daha sonra da aynı sanat dalı içindeki benzer veya benzersiz yönleri dökülmelidir.

İzleyici Tepkilerinin Önemi:
Eleştirmen, izleyici tepkilerini de almalıdır. Bu tepkiler beğeni gücünü yansıtır. O toplumun gerek kültür birikiminde, gerekse sanat anlayışındaki varsa gelişmeler, sanat olaylarını izleyenlerin davranışlarına yansıyacaktır.

Sanatçının yaratmadaki özgürlüğü, yaşadığı dünyada yapamadıklarını, ürünü üzerinde yapabileceği duygusu, onu sonsuz bir haz derinliğine sürükler. Kafasında parçaladığı veya bütünleştirdiği anlatımları ve anlatmak istediklerini, sanatında ve ürününde gösterir.

Edebiyat, sinema, tiyatro ve müzik iç içedir. Müziksiz film ve tiyatro düşünülemeyeceği gibi, senaryosu yazılmadan film ve tiyatro[1] gerçekleşemez.

Genelde yerli-yabancı eleştiri kitaplarının çoğunluğu, yazarların kendi görüşleri doğrultusunda yazılmış. Zaman zaman estetik, felsefe ve düşün alanındaki önemli isimlerin sözlerini destekleyen açıklamalara yer verilmiş. Türkiye’de sanat eleştirisinin yerleşmemesi, basın ve yayın organlarında destek bulmaması ve tekniklerinin bulunmamasının nedeni; çoğu eleştirilerin, duygusal olarak kişisel görüşlere göre yönlenmesidir.

Her düşüncenin bir felsefesi vardır. O halde estetiğin de bir felsefesi vardır. Estetik değerler, kişiye, zamana veya kültürlere göre değişebilir mi? Değişirse sanatta evrensellikten söz edilebilir mi? Mozart’ın 40. Senfonisi dünyanın her yerinde aynı şekilde seslendirilir. Hızı ve nüansları küçük farklılıklar gösterebilir. Ancak notalarını kimse değiştiremez. Picasso’nun Kübizm’inden etkilenen bir ressam onun resmini taklit edemez. Fakat resminin kendisine ait olmasına rağmen, Picasso kübizminden etkilendiği söylenebilir. Sinema ve tiyatrodaki durum da müzikteki gibidir. Senaryoyu ve sözleri kimse değiştiremez. Ancak yorum farklılıklarından söz edilebilir.

ELEŞTİRİDE HEDEF

Eleştirideki hedef; olay, konu, ürün; yer, ortam, zaman, kişi açısından irdelenebilir. Bunlardan biri, birkaçı veya hepsi de ele alınabilir. Önemli olan; hedefi ortaya koyabilmektir.

Eleştiride hedef: yanlışların olduğu kadar doğruların da söylenmesi olmalıdır. Bunu yaparken de önemli olan noktalar belirlenmeli, kişisel anlayış doğrularının yanında genel anlayış doğruları da vurgulanmalı, beğenilenlerin ve beğenilmeyenlerin üzerinde ayrıntıları ile durulmalı, yanlışlar önerilerle desteklenmeli, anlatım; dolambaçlı yollara sapmadan, net ve anlaşılabilir bir dille ifadelendirilmeli, yalnızca uzmanların anlayabileceği terimlerden olabildiğince uzak durulmalıdır.

ELEŞTİRİDE SINIR

Yapılacak eleştiride oluşturulacak sınırlar, öncelikle kendi sınırlarımız olmalıdır. Buna bir çeşit “Haddini Bilme” denilebilir. Sonra eleştirinin sınırları çizilmelidir. Kelime ve cümlelerin vurgusu doğru saptanmalıdır.

Uzmanlık alanımız dışındaki bir konuda eleştiriler yapmamız, bize hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, uzmanlık alanımızda sahip olduğumuz itibarın da zedelenmesine neden olur.

Spor eleştirmenleri edebi sanatlara hiç meraklı değillerdir. Söyleyeceklerini dümdüz söylerler. Eleştirecekleri spor dalının özelliklerini, oyuncularını, hakemlerini ve diğer bütün etkenleri en ince ayrıntıları ile ele alırlar. Ülkemizdeki en yoğun eleştiri yapılan spor dalı futboldur. Bu alanda en etkin eleştirmenler ise gazetecilerin yanında emekli hakemlerdir. Futbol eleştirileri; sahanın ve stadın durumundan, oyunculardan, hakemlerden, oynanan oyundan, antrenörlerden, gözlemcilerden, seyirciden, yayınlayan radyo ve TV kanalına kadar geniş bir yelpazeye dayanır.

Futbolun dışında, ülkemizdeki edebiyat ve sinema eleştirileri sıkça görülür. Müzik eleştirileri ise çok az kişi tarafından okunan gazete köşelerinde kalır ve genellikle konser eleştirilerinden öteye gitmez.

Geçmişteki gazeteler kurcalanırsa, özel TV’de futbol eleştirileri yapan eski hakemlere yapılan saldırılar okunabilir. Bu olaylar, insanımızın eleştiriyi hazmedemediğinin bir göstergesidir.

Her olumsuz eleştiriyi kaldıramadığımızda eleştiriyi yapanlara saldıracak olursak, ileriye varmamız olanaksız hale gelebilir. Bu tür eylemleri yapanların cesareti bir yana bırakılırsa, akla üç soru geliyor :

1. Eleştiriyi niçin kaldıramıyoruz?
2. Yapılan eleştirilerden pay çıkarabiliyor muyuz?
3. Eleştirmeyi biliyor muyuz?

Zaten eleştiren bir toplum olmadığımıza göre, “Bu sanat eleştirisi de nereden çıktı?” denilebilir. Hatta “Her şeyi eleştirdik de sıra sanata mı geldi?” denilebilir. Toplumumuzda karı-koca kavgalarının temelinde bile, eleştirmeyi bilememek, düşünülen ve anlatılmak istenen sözleri doğru seçip ifadelendirememek yatar. Tartışmadan sonra genelde eşler pişmanlık duyarlar, ancak iş işten geçmiştir. Kavgaların veya cinayetlerin belki de önemli bir bölümü, kişiler birbirine yönelttikleri eleştirilerde olumsuz eleştiri sınırlarını zorladıkları için çıkmaktadır. Oysa eleştiren kişi, neyi, ne kadar, nasıl eleştireceğini, olayları olumlu ve olumsuz bütün yönleriyle irdeleyerek eleştiri sınırlarını da bilerek eleştirilerini yöneltse, eleştirilen kişi de soğukkanlı ve hoşgörüyle bakarak Cevap Hakkı’nı kullanarak savunsa ve gerekçelerini anlatsa, hem eleştiriler kimseyi incitmez, hem de eleştirilerle daha iyiye ve daha doğruya ulaşılması kolaylaşır.

Toplum olarak olumlu eleştirileri güzel sözlerle süslemeyi bilmediğimiz gibi, olumsuz eleştirilerimizin dozunu ayarlamayı da bilmemekteyiz. Sözlerimizde sınırlarımızın olmayışı, özgürlüğümüzü değil, bilgisizliğimizi ve okumaya, öğrenmeye karşı duyduğumuz ilgisizliğimizi göstermektedir. Aynı ilgisizlik; çevremizde olup bitenlere karşı olan duyarsızlığımızın da simgesi olmuştur.

ELEŞTİRİNİN YAN ETKİLERİ

Eleştirilerin, olumlu ya da olumsuz yan etkilerini de gözardı etmemek gerekir.

Eleştiriler:
1. Eleştirilen şeyi gündemde tutar.
2. Eleştirilen şeyin, istense de istenmese de reklamı yapılmış olur.
3. Eleştirilen şeyin taraf bulmasını sağlar.
4. Olumsuz eleştiri alanlar kabul etmese bile, eleştirilen şeyi bazen güçlendirir.

Eleştirisiz bir sanatın varlığından söz edilemez. Güzellikleri övmek, çirkinlikleri önemseyerek üzerinde durmak ve mükemmele ulaşmak gerekir. Ülkemizde eleştiri mekanizmasını en güzel çalıştıranlar; edebiyatçılar, tiyatrocular ve son zamanlardaki ataklarıyla sinema sanatı ile uğraşanlardır. Edebiyatla tiyatro, diğer sanat dallarına göre daha çok iç içedir. Öyküden romana, şiirden denemeye kadar, çok geniş bir alanda edebiyat üzerine eleştiri kitapları bulabilirsiniz.

Müzik eleştirisi yapacak kişinin, hatırı sayılır bir müzik birikimine ve öğrenme isteği ile araştırma gücünü kaybetmemiş olması, işini sevmesi, sanat dallarını ve ne dediğini bilmesi, sanat dallarını kıyaslayabilmesi, aralarındaki benzer ve ayrık ilişkileri saptayabilmesi, cesur olması, kendine ve birikimine güvenmesi, kafasındakileri doğru, temiz ve arı bir dille, doğru ifadelendirebilmesi gerekir. Eleştiri sanatında da kullanabileceğimiz çok kişi tarafından bilinen, güzel sözler vardır:

“Ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anlayabildiği kadar anlatırsın.”
“Bilgilerini ne kadar bildiğin değil, nasıl anlattığın önemlidir.”

ELEŞTİRMEN TİPLERİ

Sanat eleştirisinde eleştirmen tiplerini şöyle tanımlayabiliriz:
Bilgisiz-Deneyimsiz-Taraflı-Ön yargılı;
Bilgili-Deneyimsiz-Taraflı-Ön yargılı;
Bilgili-Deneyimli-Taraflı-Ön yargılı;
Bilgili-Deneyimli-Tarafsız-Ön yargılı;
Bilgili-Deneyimli-Tarafsız-Ön yargısız eleştirmen gibi...

İdeal eleştirmen tipi: Bilgili-deneyimli-tarafsız ve ön yargısız eleştirmendir. Ancak bu tip eleştirmenler hem az bulunur, hem de meslektaşları tarafından genellikle kıskanılır. En tehlikeli tip ise: Bilgisiz-Deneyimsiz-Taraflı-Ön yargılı eleştirmendir. Onun bilmediği de yoktur (!) Eleştirileri eleştirilirse ne kadar cesur ve korkusuz olduğunu da gösterir (!)

ELEŞTİRİNİN GÜCÜ

“Eleştirinin gücü nelere bağlıdır?” diye bir soru akla gelebilir. Eleştirinin gücü: eleştiriye ve eleştirene şöyle bağlıdır?
Eleştirinin:
1. Anlaşılabilirliğine;
2. Genel anlayış doğrularına;
3. Aynı dalın uzmanları tarafından kabul edilebilirliğine;
4. Yanlışlarının ve olması gereken doğrularının inandırıcılığına;
5. Evrensel boyutlarda ele alınıp alınmadığına;
6. Sağlayacağı yarara;
7. Etki alanına,

Eleştirenin:
1. Birikimine;
2. Farklı bakış açılarını görebilmesine;
3. Bilgilerinin doğruluğuna;
4. Daha önceki eleştirilerinin doğruluğuna;
5. Kişisel ve duygusal yaklaşımlarını aşabilmesine;
6. Teknik ayrıntılara özen göstermesine;
7. Yanlışları doğru açıklayabilme gücüne;
8. Kıyaslama gücüne;
9. Okuyucuyu ikna etme yeteneğine;
10. Deneyiminin sağlamlığına;
11. Eleştirisinin eleştirilebileceğini hesaplama gücüne.

MÜZİK ELEŞTİRİSİ

Müzik Eleştirmenliği hiçbir zaman bir hobi olmamıştır. Bir meslektir. Müzikolojiyi iyi bilmeyi gerektirir. Müzik eleştirmeni; estetik, felsefe, sosyoloji, mantık, psikoloji ile birlikte diğer sanat dallarına da meraklı olmalıdır. Yalnızca eleştirmeyi değil, çok dinlemeyi, çok seyretmeyi, çok okumayı, çok sunum takip etmeyi, çok yazmayı, çok bilgi üretmeyi ve çok yayım yapmayı da sevmelidir. Faruk Güvenç, Evin İlyasoğlu, Önder Kütahyalı, Filiz Ali, Selmi Andak gibi, tirajı az da olsa ülke geneline yayılabilen Cumhuriyet gazetesinde düzenli yazılarıyla eleştirilerini yayımlayabilen eleştirmenlerimiz, düşüncelerini ve yorumlarını yazabilmekteler. Müzik yazılarını yayımlayan bir gazete olduğu için de hepimiz şanslı sayılırız. Çünkü diğer çoğu gazetelerimiz, magazin ve günlük siyaset arenalarının kısır olaylarını sermekle ve çıkarları doğrultusunda halkı istedikleri yöne doğru sürüklemekle günü kurtarmaktalar. Bilinmeli ki; eleştiriden yoksun müzik çalışmaları yapılması, müzik dünyamızın sanatsal niteliklerden ve kaliteden uzaklaşmasına neden olacaktır. Hukuk öğrenimi yapan Doğan Hızlan ve İlhan Selçuk; Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Nadir Nadi, Üner Birkan ve Şefik Kahramankaptan gibi, kökeni müzikoloji olmayan gazeteci-araştırmacıların müzik alanımızdaki olaylara karşı (bazılarının vefat etmesine rağmen) duydukları hassasiyeti ve yazılarıyla müzik eleştirisi alanında önemli bir boşluğu doldurduklarını söylememiz ve saygıyla karşılamamız gerek. Müzik sanatındaki eleştirilerin, Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarında, bir-iki gün önceki konserin eleştirisi yapılarak yol almaktadır. Birkaç yüz kişinin izlediği, ertesi günde ise az sayıda kişinin ancak okuduğu ve müzik mesleğinden az sayıda insanın bilinçli olarak izleyebildiği konser ve gazetedeki eleştirisi, ülke geneline yayılamamaktadır.

Her müzikolog müzik eleştirmeni midir? Evet her müzikolog müzik eleştirmeni olabilir, üzerinde araştırma yaptığı alanda söz sahibi olabilir, konuşabilir, yazabilir ve bilgi üreterek ülkesindeki müzik olaylarına katkıda bulunabilir.

Ülkemizde, sayısı zaten çok az olan müzikologlarımızın çoğunluğu da eleştiri yapmıyor.

Eleştirinin amacı, yalnızca eleştirenin düşüncelerini, birikimini veya deneyimini yansıtmak değildir. Eleştirilen şeyin kusursuzluğa ulaşmasını sağlamaktır. Eğer eleştirenin söylediklerinde, yalnızca durum tespiti değil, olması gerekenler de varsa hedef ortaya konmuş; olması gerekenler de söylendikten sonra dikkate alınmışsa, eleştiri başarıya ulaşmış demektir.

MÜZİK ELEŞTİRİSİNDE ÖNERİLER

Ülkemizde sanat eleştirisinden önce, sanat sevgisini artırma yollarını aramamız gerekir. Sanat sevgisini artırabilmek için öncelikle ilköğretimde ve lisede, müzik derslerinin saatleri artırılmalıdır.

Olumsuz eleştirilere de saygı duyan bir toplum olmak zorundayız. Olumsuz eleştiriyi kaldıramayan bir toplum olduğumuz sürece, iyiyi, doğruyu ve güzeli bilmemiz hayalde kalacaktır.

Eleştiri, sanat eğitiminin önemli bir ögesi olarak görülmeli ve sanatın hangi dalında eğitim verilirse verilsin, o sanat dalı ile ilgili temel anlayış ve kuramlar yerleştirildikten sonra, eleştirisine de geçilmelidir.

Eleştiriyi ve eleştiri yapmayı sanat olarak kabul ettiğimize göre, eleştiriyi bir sanatçı yaklaşımı ile ele almalıyız.

Sanatla uzaktan-yakından ilgili olan bütün eğitim kurumlarında sanat felsefesi ve eleştirisi ders olarak okutulmalıdır.

Sanat dallarına ve bakış açılarındaki farklılıklara seçenekler getirmek ve bazı standart yapılar oluşturarak sanat eğitiminde ve öğretiminde de bu yapıları kullanmak gerekir.

Müzik eleştirilerinin yapıları, tipleri, planları ve teknikleri olmalıdır.

Aslında televizyonlarımızdaki bütün programların eleştirildiği programlar da düzenlenmelidir. Eleştirileri konu uzmanlarının yapmaları sağlanmalıdır. Programlar hem kültürel, hem eğitsel, hem ulusal, hem uluslararası boyutları ile ele alınmalı ve günahları ile sevapları ortaya dökülmelidir. Ancak her şeyden önce, bunları dinleyebilecek yüreğe de sahip olmamız gerekmektedir.

Eleştirilen şey ne olursa olsun, olumsuz yönlerinin içinde olumlu yön de aranmalı, farklı bakış açıları ortaya konulmalı. Yanlışlar söylenecekse, doğruların ne olması gerektiği de söylenmelidir. Durum saptamasıyla sözler geçiştirilmemeli, öneriler de sunulmalıdır. Eleştirilerin genellemelerle yapılması hem eleştiriyi anlaşılmaz kılar, hem de okuyucuya katkısı olmaz. Ancak seslendirilen yaratıların teknikleri üzerine söylenecek sözler, seslendirenlerin davranışlarıyla ilgili sözlerden, her zaman daha fazla olmalıdır.

TV kanallarında nadiren de olsa birikimli gazetecilerimizin eleştirdiği müzik programları var. Aslında bu programları, yeterli müzik birikimi ve deneyimi olanlar yapmalıdır. Programlar; sanatsal, bilimsel, kültürel, eğitsel, ulusal ve uluslararası boyutları ile ele alınmalı, günahları ile sevapları ortaya dökülmelidir. Ancak program yapımcıları ve eleştirilenler, bunları okuyabilecek veya dinleyebilecek yüreğe sahip olmalıdırlar.

Hangi türe eğilirse eğilsin, bütün gazetelerde müzik eleştirisi köşesi, bütün TV kanallarında müzik eleştirisi programları bulunmalı. Nedense TV program yapımcıları, müzik eleştirisi yapacak birikimdeki insanları çağırmamaktalar. Program yapımcılarının, müzik eleştirmenlerini hiçbir zaman programlarına çağırmama nedenleri, konuk ettikleri kişilerin yaptıklarının sanat olduğuna kendilerinin de inanmamaları olsa gerek.

Emekli hakemlerin ve gazetecilerin yaptığı spor eleştirileri, her tür müzikte de yapılabilmeli. Bunun için;

1. Televizyon kanalları müzik uzmanlarına teklif götürerek eleştiri programları yapmalı. Piyasaya sürülen bütün kaset, CD ve klipler her yönüyle teknik olarak eleştirilmeli. Hatta eleştirilecek şarkıcı ve sanatçılar programa konuk edilmelidir. (TRT 2’de Atilla Dorsay ile Alin Taşçıyan’ın film eleştirileri gibi, müzik alanında da eleştiri programları yapılabilmeli)

2. Eleştiri yapacak müzik uzmanları, eleştirmekten korkmamalı, çekinmeden eleştirilerini yapabilmeli ve eleştirileri ile ülkemizdeki müzik çalışmalarına yön vermelidirler.

Ülkemizde müzik eleştirileri yeterli değildir. Müzik eleştirmenliği yapabilecek kudrette müzikologlarımız, eğitimcilerimiz ve yazarlarımız olmasına rağmen, çoğunun yazılarını göremiyoruz. Oysa canlı sunum (performans) eleştirileri ile gündemi yakalayabilirler. Nabzı ellerinde tutabilirler, okuyucuya gerçek değerleri ve güzellikleri öğretebilirler. Varsayalım konserlere yetişemedikleri için canlı sunum eleştirilerini yapamıyorlar. O halde TV ve radyo programlarını, gazetelerde yer alan müzik haberlerini ve yorumlarını eleştirebilirler. Devlet opera ve balesi, senfoni orkestrası ve diğer etkinlikleri sık sık sergilenen illerde bulunan müzikologlar, müzik eğitimcileri, sanat eleştirmenleri ve eleştiri gönüllüleri, bulundukları ilin sanat hayatındaki güncel performansları, dilleri döndüğünce, birikimleri yettiğince eleştirmelidirler.

Diğer dallarda olduğu gibi; bizler sanatımızla ilgili eleştirileri yapmadığımız zaman, mesleğimizden olmayan ve her konuyu bilen (!) insanlar müzik eleştirilerini de bilirler (!) ve yaparlar. Müzik ve müziğimiz üzerine birikimleri olanlar yazmazlarsa, konuşmazlarsa o insanları hiçbir zaman suçlayamayız. Onlar müziği de bilirler (!)



KAYNAKLAR


AYDIN Mukadder Çakır “Sanatta Eleştirellik” Beta Basım A.Ş. İSTANBUL 2002, 302 y.
BOORSTIN Daniel J. “Yaratıcı Ruhun Evrimi” Çeviren: Gülden Şen, Sabah Kitapları, İSTANBUL 1992, 742 y.
BOURDİAU Pierre “Sanatın Kuralları” Çeviren: Necmettin Kamil Sevil, Yapı Kredi Yayınları, İSTANBUL 1999, 531 y.
BOYDAŞ Nihat “Sanat Eleştirisine Giriş” Gündüz Eğitim ve Yayıncılık,
CUMHURİYET GAZETESİ Mayıs 1998-1 Ocak 2006
DİLÇİN Cem “Türk Şiir Bilgisi” Türk Dil Kurumu Yayınları ANKARA 1997, 530 y.
DISCOVERING ART HISTORY, Third Edition, Davis Publications, Inc. Worcester Massachusetts.
FELDMAN E. Burke “Variaties of Visual Experience” New York 1987.
EAGLETON Terry “Estetiğin Eleştirisi”, Doruk Yayınları, ANKARA
GROLMAN Adolf von “Musiki ve İnsan Ruhu” Çeviren: Selahattin Batu, Remzi Kitabevi, İSTANBUL, 292 y.
İPŞİROĞLU Nazan, Resimde Müziğin Etkisi, Remzi Kitabevi, İSTANBUL, 128 y.
JERRY P. King “Matematik Sanatı” Tübitak Yayınları, 10. Basım, Çeviren: Nermin Arık.
LARRY Shiner “Sanatın İcadı” Çeviren: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İSTANBUL 2001, 496 y.
MİLLİYET SANAT DERGİSİ Milliyet Gazetecilik A.Ş. 1977-2005
MORAN Berna “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri”, Cem Yayınevi, İSTANBUL 1988,296 y.
OSKAY Ünsal “Müzik ve Yabancılaşma”, Der yayınları, İSTANBUL 2001, 166 y.
SAY Fazıl “Uçak Notları”, Müzik Ansiklopedisi Yayınları”, ANKARA 1999, 170 y.
ŞAHİNEL Semih “Eleştirel Düşünme”, Pegema Yayıncılık, ANKARA 2002, 112 y.
YILDIRIM Vural-KOÇ Tarkan “Müzik Felsefesine Giriş”, Bağlam Yayıncılık, İSTANBUL 2004, 104.y.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Aralık 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
hazalsucu adlı kullanıcıdan alıntı

mrb. ösevlerin içinde boğulacam e olur çok ail bilgiye ihtiyacım var. olumlayıcı görsel ideoloji ve eleştirel görsel ideolojiyi rönesans resminden örnek vererek açıklayabilrmisiniz.

İşinize yarayabileceğini umarım...

Zeki Faik İzer'in 'İnkılap Yolunda'sı ve bir 'Görsel İdeoloji' okuması
Cumhuriyet dönemi resim tarihinde ayrıcalıklı bir konumu olduğu öne sürülen 'd Grubu' ressamlarının eserlerinden oluşan bir sergide, Zeki Faik İzer'in 1933'te, Cumhuriyet'in 10. yılında yaptığı büyük ebatta (176,5 X 237 cm.) bir tablo sergileniyor. Tuval üzerine yağlıboya bu tablo İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu'ndadır;– ve sergi münasebetiyle Yapı Kredi Bankası Sanat Galerisi'nde görülebilir. Tablonun adı, 'İnkılap Yolunda'. Kemalist ideolojinin temelkoyucu unsurlarını görselleştiren bir tablo;– ve ne yazık ki, estetik işlevinin siyasal işlevinin gerisinde kalmasına neredeyse özen gösterilmiş olduğu her halinden belli olan bir tablo...
Burada Nicos Hadjinikolau'nun, 'Resim tarihi, görsel ideolojiler tarihinden başka bir şey değildir', sözünü anmanın tam sırasıdır. Gerçekten de, Zeki Faik İzer'in 'İnkılap Yolunda' adlı bu tablosunun Cumhuriyet dönemi Türk resim tarihi bağlamında okunması, onun 'görsel ideolojisi'nin çözümlenmesi ile mümkündür. Dolayısıyla, önce (ve elbette Hadjinikolau'dan yola çıkarak) 'görsel ideoloji'den neyin anlaşılması gerektiğini ortaya koymakta fayda vardır.
Önce şu: Bir resmin 'görsel ideoloji'si, o resmi yapan ressamın siyasal ideolojisi ile bir ve aynı şey değildir. Balzac'ın, aşırı bir royaliste ('kıralcı') ve feodal düzenin savunucusu olmasına rağmen, romanlarında burjuva değerlerinin öne çıkışı gibi! Dolayısıyla, 'görsel ideoloji', ressama değil, resme aittir ve 'görsel ideoloji'yi çözümlemeye dayalı bir okuma, o nedenle, 'metin merkezli' bir okuma olacaktır;– ya da metnin niyeti'nin ortaya konulması...
Şimdi 'görsel ideoloji'yi (Hadjinikolau'ya göre) tanımlayabiliriz artık: 'Görsel ideoloji, bir tablonun formel ve tematik unsurlarının özgül (spécifique) bir birleşkesidir (combinaison). Bu birleşke, toplumsal bir sınıfın global ideolojisinin tikel formlarından birini teşkil eder.' 'Görsel ideoloji', 'olumlayıcı' (positive) olduğu gibi, 'eleştirel' (critique) de olabilir.
Zeki Faik İzer'in 'İnkılap Yolunda'sına baktığımızda, ilk görülen, resmin 'formel ve tematik unsurlarının' doğrudan doğruya Delacroix'nın 'Devrime Öncülük Eden Özgürlük' adlı tablosundan alıntılandığıdır. Bu 'alıntılama'nın ilk farkına varanlardan biri olan Prof. Hilmi Ziya Ülken, 1942 yılında yayımlanan 'Resim ve Cemiyet' adlı risalesinde, isim vermeden bu benzerliğe değinir ve 'Garp resminin büyük kompozisyonlarını taklid etmek çıraklık için faydalı bir yoldur[...] [h]er kompozisyon içtimai (toplumsal H.Y.) bir heyecanın ve kendi devrinin mahsulüdür (ürünüdür H.Y.). Onun kaba taslak adapte edilmesi sahte eserler meydana çıkarabilir. 'Kurtulmuş Kudüs'ü adapte ederek nasıl İstiklal destanını yazmak mümkün değilse, Delacroix veya Turner'i adapte ederek de tarihimizi veya inkılabımızı tasvir etmeye imkan yoktur. Her terkip ruhunu kendi dünyasının hakikatlerinden ve inançlarından alacaktır,' der. Zeki Faik İzer'in, Hilmi Ziya Ülken'in deyişiyle, Delacroix'i 'kaba taslak adapte' edişi (dolayısıyla, 'İnkılap Yolunda'yı, Türk Devrimi'ni 'tasvir etme'sine imkan olmayan 'sahte eser' sayması), onun aşırı 'Batı hayranlığı'nın sonucu olarak açıklanagelmiştir. Nitekim, Nahid Sırrı Örik de 1943 yılında açılan 5. Devlet Resim ve Heykel Sergisi dolayısıyla yazdığı bir yazıda (bu yazı, Örik'in 'Hayat ile Kitaplar' adlı kitabındadır) Zeki Faik İzer'in bu sergideki resimlerinden söz ederken şöyle der: 'Bir de küçük bir 'Çıplak Kadın'ı var ki, eski zaman resimlerini hatırlatmakta ve mahalli hiçbir hatıra taşımamaktadır. Zeki Faik'in frenkliğini ve Frengistanı daima hatırlattığını yıllarca evvel de söylemiştim.'
Zeki Faik İzer'in 1933 yılında, Cumhuriyet'in 10. yıldönümü dolayısıyla yaptığı 'İnkılap Yolunda' adlı tablosunun, Delacroix'nın 'İnkılaba Rehberlik Eden Hürriyet' tablosuyla, 'formel ve tematik unsurları' bağlamında birbiriyle tamamen benzeştiğini, geçen haftaki yazımda belirtmiştim.
'Formel ve tematik unsurlar', Nicos Hadjinicolau'nun Türkçe'ye 'Sanat Tarihi ve Sınıf Mücadelesi' adıyla çevrilen kitabında ayrıntılı olarak ele alınan 'görsel.ideoloji' kavramının temelkoyucu yapıtaşları. Zira, Hadjinicolau, 'görsel ideoloji'yi, 'formel ve tematik unsurların özgül bir birleşkesi (combinaison)' olarak tanımlıyor.
'İnkılap Yolunda'nın 'görsel ideoloji'si, 'formel ve tematik unsurların' 'İnkılaba Rehberlik Eden Hürriyet'in 'formel ve ideolojik unsurları'nın bir çoğaltması (ya da, bir kopyası, taklidi) olmak itibariyle Delacroix'nın resminin 'görsel ideoloji'sini tekrarlamaktan ötede bir anlam taşımıyor. 1789 Büyük Fransız Devrimi Delacroix için ne anlam taşıyorsa, Kemalist devrim de, Zeki Faik İzer için tastamam o anlama geliyor...
Böyle bir şey olabilir mi? 1789 Büyük Fransız Devrimi, her şeyden önce, Burjuvazi'yi, soylu sınıflara karşı iktidara taşıyan bir Burjuva devrimi idi;- kendine özgü tarihsel ve toplumsal koşullarda gerçekleşmiş, özgül (spécifique) bir devrim! Delacroix'nın resminde işçiler, burjuvalar ve üniversitelileri temsil eden tiplerin, 1789 Devrimi bağlamında öne çıkıyor olmalarının anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Ama Kemalist Devrim'in apayrı bileşenleri var. Söylemesi bile fazla: Kemalist Devrim'in gerçekleşme koşulları ise, çok farklıdır! Biri 18. yüzyılda, öteki 20. yüzyılda yapılmış iki devrimden birinin, ötekinin kopyası gibi sunulması! Bu, Zeki Faik İzer'in, tarih bilincinden ne kertede yoksun olduğunu gösterir.
Meselenin bir başka yanı daha var. Elbette, edebiyat alanında olduğu gibi, sanatın öteki alanlarında da, 'metinler arası ilişkiler' geçerlidir. Julia Kristeva'nın deyişiyle, 'bir metin, öteki [daha önceki H.Y.] metnin özümsenmesinden ve dönüşmesinden başka bir şey değildir.' Kristeva, 'Semeiotike'de, 'metinler arasındaki olumlayıcı ve olumsuzlayıcı ilişkiler modern şiirsel üretimin temel yasası[nı]' oluşturduğunu da söyler. Görüldüğü gibi, metinler arasında ilişki kurulmasına, sakıncalı gözüyle bakmak ya da 'çalıntı' ('intihal') ithamında bulunmak şöyle dursun, tam tersine, sanatsal üretimin temel yasası olarak bakmak gerekiyor.
Evet ama, Zeki Faik İzer'in resmi ile Delacroix'nın resmi arasındaki ilişki, 'metinler arası' bir ilişki sayılarak meşru, hatta makbul mü sayılmalıdır? Elbette değil! Çünkü, Zeki Faik İzer'in yaptığı, bir metni (Delacroix'nın resmini) 'formel ve tematik unsurları'nı olduğu gibi kopya etmekten öte bir şey değildir. Dolayısıyla bu ilişkiyi, metinler arası bir ilişki olarak değil, doğrudan 'çalıntı' ('intihal') saymak gerekir.
Zeki Faik İzer'in Delacroix'la olan ilişkisi, bana Borges'in 'Don Quixote Yazarı Pierre Menard' öyküsünü hatırlattı. Borges, Pierre Menard'ı şöyle tanıtır: 'O başka bir Don Quixote yazmak değil- bunu yapmak kolaydı. Don Quixote kitabının kendisini yazmak istiyordu. Söylemeye gerek yok, özgün eseri kelimesi kelimesine yeniden yazmayı aklından bile geçirmiyordu. Onun akıllara durgunluk veren amacı, Miguel de Cervantes'inkilerle -kelime kelime, satır satır- örtüşecek birkaç sayfa yazabilmekti.'
Zeki Faik, gerçek bir Pierre Menard! Zira, Delacroix'nın resminin 'formel ve tematik unsurları'nı olduğu gibi yeniden çizmeyi aklından bile geçirmiyor;- onun amacı, Delacroix'nın resmiyle 'formel ve tematik unsurları' açısından birebir örtüşecek bir resim yapabilmek!!!
'İnkılap Yolunda'yı Borges'in görmesini isterdim...
Hilmi Yavuz
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
24 Aralık 2007       Mesaj #4
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Sanat Eleştirisinin İşlevi Konusunda

Salah Birsel, günlüğününün bir yerinde, kuralları yıkan kurallar olmasa uygarlık dediğimiz şeyin hiç mi hiç ileri gitmeyeceğini öne sürer. Gerçekten de birbirini törpüleyen, yok eden geçersiz kılan kurallar bütünüdür uygarlık bir bakıma. Hele sanat ve kültür alanında sürgit geçerli olan kurallara rastlama olanağı yok. Değişen ve başkalaşan toplumla, gelişen insan kavramıyla birlikte dün bağlanılan doğruluğuna yüzde yüz inanılan ilkeler, kurallar da yerini yenilerine bırakıyorlar. Doğanın ve diyalektiğin değişmeyen yasası bu.

Ne var ki doğruluğu ve geçerliği her zaman su götürür nice yapay kurallar, yoz inanç, sanki bu genelleşmenin dışındaymış gibi işlem görüyor, ya da gördüğü sanılıyor. Aslında bu tür kurallara, sözlük anlamında kurallar gözüyle bakmak da yanlış, Çünkü onları biçimlendiren nedenler, çok zaman üzerinde yeterince düşünülmeden onaylanmış kanılara dayanır. Her dönemde ve her ortamda her tür yapay kanılarla karşılaşılmıştır. Daha da karşılanacağından başka...

Sanat eleştirisinin günümüzdeki konumu üzerine öne sürülmesi bir gelenek haline getirilen kanılar da böyle... Düşüncelerini daha çok sanatçı görüşlerine ve yorumlarına dayandıran bir yazar, son kitabinda bu konuya ilişkin bir not düşmeden edememişti : Yazara göre, eleştirmen değerlendirmeleri, sanatçılar ve kimi düşünürlerce genellikle olumsuz karşılanmaktadır. O halde ne gereği var sanat eleştirisinin ? Onu bir çırpıda silip atmak, yok saymak varken, üzerinde uzun uzun kafa yormak, eleştirmenin değerlendirme ölçülerine, görüşlerine "itibar" göstermek gereksiz... Geçenlerde buna benzer bir yargıyı, Ömer Uluç'un sergisi nedeniyle yapılan bir söyleşide bir ressam da ulu orta dile getirmekten çekinmedi. O da eleştirinin gereksizliğine inanmıştı. Eleştirmen de kim oluyordu ? Sanatçi ile izleyici arasına giren bu kişinin kanılarını, yorumlarını paylaşmanın ne anlamı olabilirdi ?

Dikkat edilirse, sanat eleştirisinden yakınan ya da bu konuda ulu orta konuşanlar, genellikle sanatçılardır... Bunu, bir bakıma doğal karşılamak gerekir. Tanıtmanın ötesinde işleve dönük, yoruma geniş yer veren sanat eleştirisinin, sanatçılar yönünde tepkiyle karşılanması, biraz da eşyanın tabiatı gereğidir. Nesnel davranmayı kendine ilke edinen bir eleştirmenin, yapıtları üzerinde yorumda bulunduğu, eleştirdiği her sanatçının övgüsünü, desteğini kazanması elbette düşünülemez. Hele hele, bizde geleneği yeni kurulmakta olan sanat eleştirisinin kısa geçmisi, kültür yaşamımızdaki katkısı göz önüne alınırsa, bu olumsuz davranışları anlamak, sanırım biraz daha kolaylaşır. Bizde yakın tarihlere kadar sanat eleştirisi adına gazete ve dergilerde yer alan yazılar, daha çok es-dost yakınlaşmasının örnekleridir. Sergi açan ressamların, edebiyat çevresindeki yakınları, eş-dost ve tanıdıkları -eğer varsa- sergi üzerine birşeyler çiziktirmekle yükümlü ve zorunlu saymışlardır kendilerini. Böylece de ortaya, resim ortamının dışından resme bakan, genel niteliği övgü çizgisinde belirlenen birtakım "resim yazıları" çıkmıştır. Bugün de bu olumsuzluğun bütünüyle aşılmış olduğu söylenemez. Edebiyat adamları arasında, görsel sanatlara sıcak bir yürekle yaklaşan, konunun kültür boyutlarını içeren kişiler olmamış mıdır ? Elbette olmuştur. Söz gelişi bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Fikret Adil bu genellemenin dışında kalabilmiş, sanat ortamına yazılarıyla etkinlik katmış kültür adamlarıdır. Açin Tanpınar'ın Avrupa gezileri sırasında yazdığı mektupları, bunların tümü müzelerle, sanat yapıtları ile "haşır neşir" olmuş, sevdiği bir tablo karşısında heyecanını yazıya başarıyla dökebilmiş usta bir gözlemcinin ürünleridir. Tanpınar'ın 1940'larda sahip çıktığı sanatçıların, bugün de çağdaş resmimizin bilinçli ustaları olmaları, herhalde bir raslantı değildir.

Gene de sanat eleştirmenliği, başka bir şeydir diyorum. Yaşamının önemli bir bölümünde sanat üzerine, sanat sorunları yazıları yazmış olmak, eleştirmenliğin yeterli bir koşulu değildir. Belki gerekli bir koşul ama, yeterli bir koşul değil. Sanat eleştirmeni, sanat çevreleriyle içli-dışlı olan, sergileri ve sanat olaylarını izlemeyi görev bilen, düşüncelerini sürekli olarak yazıya döken, gününün sanat sorunları karşısında duyarlı bir kişi olarak kalmasını bilen, sanatın dünü ve bugünü üzerine ayrıntılı bilgilerle donanmış, yayınların içinde pişmiş bir kişi olmalıdır. Nesnelliği ve yan tutmamayı ilke edinmelidir. Burada, bir sanatçıya sahip çıkmanın, onu yüreklendirmenin, yan tutmayla bir ilgisi bulunmadığını belirtmek gerekir. Yeter ki eleştirmenin sahip çıktığı sanatçı ya da sanatçılar, geleceğin kültür ve sanat ortamına damgalarını basacak, kişilikleri yönünden saygı uyandıracak nitelikleri içersinler. Bu gerçeği herkesten önce görmüş, görebilmiş olmak, eleştirel yargının tutarlılığı için de bir kanıttır.

Sanatçı sayısının giderek arttığı, sergilerin çoğaldığı günümüzde iyiyi kötüden, başarılıyı başarısızdan ayıracak nesnel, bilimsel eleştirmen yargılarına gereksinme vardır. Sanatını oluşturmakla yükümlü sanatçıyı değerlendirme ve yargılama konusunda da görevli saymak, aslında bir çelişkidir. Çelişkinin farkında olmayanlara, bunu anlatmak zorundayız.

Öte yandan çağdaş eleştirinin, bir sonuçlar dizisi ya da yargılar bütünü olmadığını da bilmeliyiz. Bu görüşü savunan "yeni eleştiri" akımının öncülerinde Roland Barthes, eleştiriyi kısaca bir "çaba" olarak adlandırıyor. Yüzde yüz doğru ilkeler adına konuşmaktan başka bir şeydir eleştiri Barthes'e göre; bir "ussal edimler dizisi"dir. Göreviyse gerçekler bulmak değil, geçerlikler bulmaktır.

Barthes'in genel anlamda öne sürdüğü bu düşünceleri, sanat eleştirisine uygulamak zor değildir. Geleneksel eleştiri kalıplarının zorlandığı günümüzde, çağdaş bir yapıtı bu kalıplar aracılığıyla yorumlamanın yanlış ve eksik sonuçlar doğuracağı göz önüne alınmalıdır. Sanat yapıtı herşeyden önce bir "tek"liktir, yaratım mekanizmasına ilişkin, çözümü ve yorumu özel çabayı gerektiren bir olgular bütünüdür. Eleştirinin görevi, onu bu bütünsellik açısından ele almak, çağdaş değerler dizgesindeki yerine oturtmak ve çözümüne aracılık edecek "geçerlikler" bulmaktır. Bu geçerliklerin yapıntı olmaması, eleştirmenle yaratım olgusu arasında dolaysız ilişkiler kurulmasına, eleştirmenle bu olgunun özdeşleşmesine bağlydır. Sanatçıyla yapıtı arasındaki özdesleşmeden ayrı bir şeydir bu; ama büsbütün de farklı değildir.

Sanat eleştirisi, "tanıtma"nın ve "salt yorum"un ötesinde birtakım çağdaş sorumluluk ölçüleriyle bağımlı olduğu, duyarlık çizgisinin berisine düşmediği sürece işlevi yaygınlaşacaktır.


(Özsezgin, Kaya; Sesimiz 107, Haziran 1978)


Benzer Konular

26 Aralık 2012 / Misafir Sanat
15 Eylül 2007 / Misafir Sanat
28 Ekim 2009 / ThinkerBeLL Sanat
16 Kasım 2006 / Misafir Felsefe