Arama

Tiyatro Severlere - Sayfa 3

Güncelleme: 28 Mayıs 2013 Gösterim: 167.638 Cevap: 163
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Ekim 2005       Mesaj #21
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kavuklu- Hay Allah!.. Şeref duyarım. (Safinaz ile Ilyas Efendi yan yana gelirler. Kavuklu tam konuşacağı sırada kapı çalınır.) Kapı...

Sponsorlu Bağlantılar
Gülbeyaz- (Kapıyı açar.) Anne!

Ilyas Efendi- Eyvah, basıldık!

Anne- (Üzgün, mahcup ve durulmuş vaziyette) Girebilir miyim? (Girer.) Ben özür dilemeye geldim. Hepinizden yaptıklarım için af diliyorum!

Kavuklu- Hangi dağda kurt öldü?

Anne- Haklısınız Hamdi bey! Bencilliğim kurbanı oldum. Kendi isteklerimi her şeyin üstünde tuttum. Bunun için de insanları kırmaktan çekinmedim. Ta ki Safinaz!ım beni terk edene kadar. Onun hep yanımda kalacağını, bana bakacağını düşündüm. O yüzden evlenmesini ne pahasına olursa olsun engellemeye çalıştım. Şimdi önce ondan, sonra da sizlerden beni bağışlamanızı istiyorum. (Ağlayarak Safinaz'ın ayaklarına kapanır.)

Safinaz- Gülbeyaz- Anne!

Hacı Ağa- Aman, valide hanım! Biz yaşlılar, yalnız kalma korkumuzu yenemediğimiz sürece bencilliklerimizin kurbanı oluyoruz. Lütfen kalkın! (Kaldırır.) Eminim, gençler sizi anlayacaktır. Gelin, şöyle oturun.

Safinaz- Anneciğim! (Elini öper. Gülbeyaz ile Pişekar'da öperler.)

Anne- Bağışladınız mı beni?

Gülbeyaz- O nasıl söz anne! Elbette!

Kavuklu- Eh, o zaman kaldığımız yerden devam edelim. Bu nişanı bitirelim.

Anne- Ne nişanı?

Ilyas Efendi- Efendim, Safinaz hanım benimle evlenmeyi kabul etti de. Siz de müsaade ederseniz...

Anne- (Hışımla) Ulan!... (Sakin) Şakaydı, şaka...

(Herkes güler.)

Hacı Ağa- Efendim, bundan güzel fırsat olmaz. Ben de yeri gelmişken Allah'ın emri, peygamberin kavliyle sizi kendime eş olarak istiyorum.

Ilyas Efendi- Ah, ne mesut bir gün!

Anne- Ay, ne desem bilmem ki? (Safinaz'a bakar. Safinaz başıyla onaylar.) Eh, peki öyleyse!

Hacı Ağa- Oh be! Oldu bu iş! Biz de yüzükleri hemen takalım, öyleyse.

Pişekar- Sen de mi cebinde gezdiriyordun yoksa?

Hacı Ağa- Hem de makasla beraber! N'aber? (Kurdeleye sarılı bir çift yüzükle makas çıkarır.)

Pişekar- Pes vallahi!

Kavuklu- Gelin bakalım öyleyse.(Iki çift yan yana gelir. Safinaz ile Ilyas Efendi'nin yüzüklerini takarken) Allah, bir yastıkta kocatsın. (Hacı Ağa ile Anne'nin yüzüklerini takarken) Hayırlı, uğurlu olsun. Allah, sizi tayların çiftesinden korusun.






BITIŞ




Pişekar- (Kurdeleleri keser.) Uğurlu, kademli olsun. Allah hayırlı etsin. (Herkes birbirini
kutlarken Pişekar öne çıkar.) Efendim, bu çiftlerin düğününü haftaya yine burada icra edeceğimizi vaat ederek oyunumuza burada son veriyoruz.

Hepsi- Hepinizi düğünümüze bekliyoruz.

(Zurna neşeli bir hava çalarken perde kapanır.)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Kasım 2005       Mesaj #22
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
sozluk

Sponsorlu Bağlantılar
Tiyatro ile ilgili ne tür çalışma içine girilirse girilsin, karşımıza anlamını bilmediğimiz yada doğruluğundan kuşku duyduğumuz bir yığın kelime çıkar. Çünkü tiyatro; bir çok alanda da olduğu gibi kendine ait bir terminolojiye sahiptir. Bu bölümde sizin için seçtiğimiz tiyatro terimlerine ve bu terimlerin anlamları hakkında açıklamalara yer vereceğiz. Zamanla kapsamlı bir sözlük niteliğide kazanacak.
( Prof. Dr. Özdemir Nutku - İzmir)

KaynakMsn Tonguerof. Dr. Özdemir Nutku'nun "Gösterim Terimleri Sözlügü" kitabından alınmıştır. Burada yayınlamamıza müsade ettiği için kendisine teşekkür ediyoruz...
Detaylar için harflerin üstüne tıklayınız...

A--->
Alegori
Agon

B--->
Belgesel Tiyatro
Biyomekanik Oyunculuk

C-Ç--->
Çerçeve sahne
Çifte kavuklu

D--->
Drama
Dramaturg

E-F--->
Fars
Fuaye

G--->
Gazete Tiyatrosu
Grotesk

H-->
Halk Tiyatrosu
Hipokritos

I- İ--->
İzlenimci Tiyatro
İç Monolog


J--->
Japon Tiyatrosu
Jön Prömiye

K--->
Karakter Komedyası
Kolbaşı

L--->
Lazzi
LaL

M--->
Mim
Muhavere

N--->
Nekre
Nümayiş

O-Ö--->
Oda Tiyatrosu
Ödenekli Tiyatro

P-R--->
Replik
Repertuar

S- Ş--->
Sofita
Soytarı

T--->
Tragedya
Tablo

U-Ü--->
Uyarlama
Üst Sahne

V--->
Varyete
Virtüöz

Y--->
Yüksek Komedya
Yabacılaştırma Etmeni


srht_d - avatarı
srht_d
Ziyaretçi
1 Kasım 2005       Mesaj #23
srht_d - avatarı
Ziyaretçi
arkadaşlar Türk insanı niye tiyatroya gitmez bir kaç cümlede ben ekleyeyim
insanlarımız tiyatroyu çok seviyor ama evde tembel tembel otumak varken şimdi kim tiyatro salonuna gidecek mantığı var
birazda asıl tiyatro seyircisi büyük şehirlerde değil aksine küçük şehirlerdeler benim gözlemim bunun üzerine bulunduğum ilden örnek vereyim
boluda tiyatro etkinliği sıfır (profesyonel anlamda) üniversite öğrencileri kendi imkanları dahilinde birşeyler yapmaya çalışıyorlar onda da görüyoruzki salon tıklım tıklım dolup taşıyor bazen yer bulamıyoruz
nilmiyorum anlatabildim mi
herkese ii çalışmalar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Kasım 2005       Mesaj #24
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yurtdışında büyük ilgi gören Oidipus Sürgünde, sadece üç oyunla İstanbul'da..

Yurtdışında sahnelendiği her yerde ayakta alkışlanan ve son olarak Slovenya'daki EX PONTO 2005 Festivali'nde seyirci oylarıyla "En İyi Oyun" seçilen Stüdyo Oyuncuları'nın "Oidipus Sürgünde" adlı yapıtı, Moskova ve Hamburg turnelerine çıkmadan önce, 23-24-25 Kasım 2005 tarihlerinde İTÜ Mustafa Kemal Amfisi'nde saat 20.30'da İstanbul seyircisiyle buluşuyor.
İstanbullu tiyatro izleyicisinin karşısına ilk kez 2004 yılında 14. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde çıkan "Oidipus Sürgünde" festivalden sonra Yunanistan'da Delfi'de düzenlenen "Antik Tiyatrolar Buluşması" kapsamında antik stadyumda sahnelendi.

oidipussurgunde 2

2005 yılında, Brüksel'de düzenlenen Türkiye Festivali'nde Bozar Theatre'da ve Slovenya temsillerinde, "Oidipus Sürgünde" sahnelenişi ve icrası ile "dahice", "dehanın ışıklarla dansı", "22. yüzyıl sanatına atılmış bir adım", "muhteşem bir çağdaş sanat şöleni" gibi çok olumlu eleştiriler aldı.

"Oidipus Sürgünde"nin biletleri Biletix satış kanalları, www.biletix.com ve Biletix çağrı merkezi (216 556 98 00) üzerinden satışa sunuldu. Bilet fiyatları,
tam 15 YTL ve indirimli 7.50 YTL.
İstanbul Kültür Sanat Dostları (İKSD) Lale Kartı üyelerine ise "Oidipus Sürgünde" biletlerinde özel indirim uygulanıyor. İKSD üyeleri tam biletleri 12 YTL, indirimli biletleri 6 YTL'den alabilirler.
Şahika Tekand tarafından sahneye konan "Oidipus Sürgünde"; İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Avrupa Kültür Merkezi-Delphi ve Stüdyo Oyuncuları'nın ortak yapımı.

*Yabancı basından "Oidipus Sürgünde" yorumları.

".Çığlığın ve fısıltının tiyatrosu. Zulmün ve şüphenin tiyatrosu. Son derece bedensel, fiziksel, oyunun kurallarına sıkı sıkıya bağlı bir tiyatro. Bir deneyim, ama sadece kafa için değil, kalbi ve tüm vücudu sarsan bir deneyim."
Prof. Freddy Decreus / La Libre Belgique / Belçika

"Oyuncuların seyirciyi koltuğa çivileyen ışık değişimleriyle güçlendirilmiş adeta napalm füzeleri hızındaki mükemmel konuşmalarıyla icra edilen bir gösteri."
Tomaz Toporisic / Finance / Slovenya

Ayrıntılı bilgi için: www.studiooyunculari.com
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Kasım 2005       Mesaj #25
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
“Kavganın içinde” olmak mı, yoksa “kavganın dışında” kalmak mı? Hangisi ölümcüldür?
Mehmet Ulusoy’ un Fransa’ da olay yaratan uyarlaması, yeni yüzyılda yeniden “okunuyor”.

Michel Launay’ in eşsiz tasarımı ve Kudsi Ergüner’ in özgün müziği ile Aziz Nesin Sahnesi'nde.

Yazan: Nazım Hikmet
Uyarlama ve Reji: Mehmet Ulusoy
Tasarım: Michel Launay
Müzik: Kudsi Ergüner
Işık Tasarımı: Yakup Çartık

Oyuncular: Celal Kadri Kınoğlu
Hakkı Ergök
Kürşat Alnıaçık
Hülya Kalebayır
Tansel Öngel

Tarih/Saat:
15 Kasım Salı Benerci Kendini Niçin Öldürdü 20:00
16 Kasım Çarşamba Benerci Kendini Niçin Öldürdü 20:00
17 Kasım Perşembe Benerci Kendini Niçin Öldürdü 20:00
18 Kasım Cuma Benerci Kendini Niçin Öldürdü 20:00
19 Kasım Cumartesi Benerci Kendini Niçin Öldürdü 20:00
20 Kasım Pazar Benerci Kendini Niçin Öldürdü 15:00

Tarih : 15-16-17-18-19-20 Kasım 20.00
Yer : Aziz Nesin Sahnesi
Adres : Atatürk Kültür Merkezi
Taksim İstanbul
Tel : 0 212 293 31 09
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Aralık 2005       Mesaj #26
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
EPİK TİYATRONUN TÜRK TİYATROSUNDA YORUMLANIŞI

Batı tiyatrosunun bu gelişimi çok kısa bir geçmişi olan Türk tiyatrosunu
nasıl etkiliyor? 60’lı yıllarda politik tiyatroya duyulan ilgiyle birlikte
tiyatro dünyamıza giren B. Brecht’in tiyatromuza etkisi nedir? Brecht’in
oyunları ülkemizde nasıl sahnelenip oynanmıştır? Yabancılaştırma tiyatrosu
anlama ve doğru yorumlama açısından karşılaşılan başlıca güçlükler nelerdir?
Bunlar ne derecede aşılabilmiştir? Bu soruları yanıtlamadan önce
tiyatromuzun geçmişine kısaca göz atalım.

Batı anlamında tiyatronun ilk adımı Tanzimat döneminde atılmıştı. Fransız
tiyatrosunu örnek alan bu tiyatro, benzetmeci tiyatro anlayışının içinde
kalan dramatik tiyatroyu benimsiyordu. Bu anlayış Cumhuriyet dönemi
reformlarıyla iyice kök salar. Tiyatro bu dönemde belli bir ağırlığı, önemi
olan bir kurum olarak kabul ettirir kendini. Türkiye’de benzetmeci tiyatro
anlayışının yerleşmesi için yapılan savaşım, 18. yy. Aydınlanma dönemi Alman
tiyatrosunun kuruluşunu anımsatır. Bu dönemin ünlü tiyatrocularından J.C.
Gottsched klasik Fransız tiyatrosunu örnek alarak ulusal Alman tiyatrosunun
kurulmasında öncülük yapmıştı. O zamana değin gezginci grupların elinde halk
tiyatrosu geleneğini sürdüren Alman tiyatrosu, Gottsched’in çabaları sonucu
ciddiye alınması gereken bir kurum olarak benimsenmişti. Böylece halk
güldürülerinin yerini dramatik tiyatro kurallarına göre yazılan ve ahlaksal
bir bildirisi olan klasik oyunlar almıştı. Cumhuriyet dönemi tiyatrosunun
kurucusu Muhsin Ertuğrul’u bu bakımdan Gottsched’e benzetebiliriz. O da
tiyatronun önemini halka öğretmek istiyor, tiyatronun önemsenmesini sağlamak
için halk tiyatrosu geleneğine, tuluata yer vermiyor ve belli kuralları
benimsemeye çalışıyordu. Bu dönemde oyun yazarından yönetmene ve oyuncuya
değin tümünün tiyatro anlayışı dramatik tiyatro anlayışı doğrultusunda bir
gelişim gösteriyor.

Türk tiyatrosu, Alman tiyatrosuyla karşılaştırıldığında iki yüzyıl
geridedir. Batı’daki tarihsel gelişim sürecinin incelendiği bölümde
gördüğümüz gibi Aydınlanma’yı izleyen Klasik, Romantik, Gerçekçilik gibi
akımlar, tiyatro anlayışına, diline, anlatımına yeni yeni boyutlar
kazandırmışlardır. 20 yüzyılın başında Dışavurumcularla bu gelişimin son
aşamasına varıldıktan sonra, benzetmeci tiyatro geleneği tükenmiş, yerini
yeni arayışlara, yeni denemelere bırakmıştı. Türk tiyatrosuysa Batı’da
dramatik tiyatro geleneğinin çözülmeye başladığı bir dönemde bu geleneği
özümsemeye çalışıyordu. Muhsin Ertuğrul 1920’lerde çıkan “Tiyatro Adabı”
yazısında tiyatronun belli kurallar doğrultusunda nasıl izlenilmesi
gerektiğini bir bir açıklarken (1), B. Brecht, aynı yıllarda tüm kurallara
karşı çıkarak yeni bir izleyici-sahne diyaloğundan söz ediyordu (2). Bu
gelişim çağdaş tiyatro anlayışına uzun yıllar kapalı kalmamıza neden oluyor.
Gerçi Batı tiyatrolarında yeni bir yazarın, yeni bir oyunu sahnelendiğinde,
çoğu kez bizim tiyatrolarımızda da gösteriliyor, ancak bu hiçbir temele
oturtulamadığından, kopyacılık düzeyini aşamıyor.

Dramatik tiyatronun sınırlarının duyulmaya başlaması ancak 1960’larda
politik tiyatroya duyulan ilgiyle başlıyor. Bu dönemde bizi yakından
ilgilendiren toplumsal sorunlarla tiyatro aracılığıyla hesaplaşan bir
anlayışın doğmasıyla, çağdaş tiyatronun ilk adımı atılmıştır. Brecht’in
yapıtlarının bir bölümünün Türkçe’ye çevrilmesi bu yıllara rastlar.
Oyunlarından ilk kez “Carrar Ana’nın Silahları” (Die Gewehre der Frau
Carrar) 1960’da amatör bir grup tarafından sahnelenir. Bunu gene amatör
gruplarca oynanan “Kural ve Kuraldışı” (Die Ausnahme und die Regel), “Küçük
Burjuva Düğünü” gibi kısa oyunlar izler. 1962’de ilk kez profesyonel bir
tiyatronun, Şehir Tiyatrosu’nun “Sezuan’ın İyi İnsanı”nı sahnelemesiyle
Brecht tiyatro dünyamıza girer.

1960’lardan bu yana politik tiyatro yavaş yavaş eski önemini yitirmiş,
toplumsal sorunları ele alan yerli yabancı bir çok oyunun unutulmuş olmasına
karşın, Brecht’e duyulan ilgi azalmıyor. Çünkü Brecht onca yıldır
benimsemeye çalıştığımız dramatik tiyatro anlayışının sarsılmasına yol
açmıştır. Brecht bir kez bulgulandıktan sonra, o zamana değin geri plana
itilmiş, önemsenmemiş olan Türk halk tiyatrosu geleneğine de yeni bir gözle
bakılmaya başlanıyor.

Bu bölümde yabancılaştırma tiyatrosunun Türkiye’de nasıl alımlandığını üç
temel nokta üzerinde durarak irdelemeye çalışıyorum: l- Brecht’in
oyunlarının sahneye koyma açısından değerlendirilmesi, 2- Çeviri ve uyarlama
çalışmaları açısından değerlendirilmesi, 3- Özgün yapıtlarda Brecht’in
etkisi: Çağdaş tiyatro anlayışını ilk olarak benimsemeye çalışan iki yerli
yazarımızın Haldun Taner’in ve Vasıf Öngören’in yapıtlarından birer örnek
veriliyor.


1- SAHNELEME
Benzetmeci tiyatro geleneğinin bizde yaklaşık 150 yıllık bir geçmişi vardır.
Böyle olduğu halde, bu gelenek öylesine kök salmış ki, dünden bugüne ondan
kopmak kolay olmuyor. Gerçi politik tiyatroya duyulan ilgi tiyatroya yeni
bir soluk getiriyor, ne var ki kökünden bir değişikliğe yol açamıyor.

Bu nedenle Brecht’in yapıtlarının çoğu çevrilmiş, sahnelenmiş, Brecht
üzerine oldukça çok yazılıp çizilmiş olunmasına karşın, onun tiyatrosunun
benzetmecilik geleneğinden arınmış bir düşünce tiyatrosu olduğunun
özümsendiği söylenemez. Bu nedenle Brecht’in çok yönlülüğü, yapıtlarının
öğretici, eğlendirici, deneysel özellikleri, iletmek istediği düşüncenin
hizmetinde birbirini tamamlayan bir bütün olarak algılanamıyor, bu da
Brecht’in yorumlayanın dünya görüşüne göre kolaylıkla tek bir yöne
çekilmesine yol açıyor. Aşağıda son yıllarda izlediğim Brecht oyunlarından
Brecht’in tiyatro anlayışına yakın olan ya da uzak düşen çeşitli örnekler
sunarak, oyunların sahnelenişi üzerinde durmak istiyorum.

Brecht’in oyunlarının dramatik bir anlayışla sahnelenmesi yapılan
yanlışların başında gelir. Özellikle tek bir kişinin çevresinde odaklaşan
oyunlarında bu durumla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda Brecht’in düşünsel yanını
vurgulayarak dramatik anlayışın sınırlarını aşmayı başaran ve başaramayan
iki değişik “Galilei” yorumunu örnek olarak verebiliriz.

Oyun 1983’te Dostlar Tiyatrosu (Yönetmen: Genco Erkal) ve Ankara Sanat
Tiyatrosu (Yönetmen: Rutkay Aziz) tarafından sahnelenmişti. Her iki
topluluğun da “Galilei”i seçmelerinin başlıca nedeni, yaşadığımız dönemin en
önemli, en can alıcı sorununa parmak basmasıydı: Düşünce özgürlüğüne.

Dostlar Tiyatrosu’nda oyunun sosyal boyutu vurgulanarak, aydın sorumluluğu
sorunu ön plana alınmıştı. Bu nedenle Galilei’le egemen güçler arasındaki
çatışma çok belirgin çizgilerle gösteriliyordu. Galilei’in çevresindekilerle
olan ilişkisi, bu ilişkilerin zaman süresi içinde gösterdiği değişim,
yobazlar, çıkarcılar ve din adamlarıyla olan savaşımı en ufak ayrıntılarına
değin belirtilmişti. Öyle ki izleyici Galilei’i her an, kendisini ona en
yakın duyduğu anlarda bile, içinde bulunduğu ortam ve koşullara göre
değerlendirme olanağını buluyordu.
Buna karşılık Ankara Sanat Tiyatrosu, tüm dikkatleri Galilei’in olağanüstü
kişiliğinde odaklaştırarak dramatik bir yoruma kaymıştı. Amaç çarpıcı bir
Galilei tipi canlandırmaktı. Ne var ki Brecht bu oyunu tarihsel bir
kişiliğin yaşamından dramatik bir kesiti canlandırmak için değil, onun
aracılığıyla yaşadığı dönemle hesaplaşmak için yazmıştı. Bu hesaplaşmayı
çıkartabilmek, yani oyunun düşünsel yanını vurgulayabilmek için,
oyunculuktan müziğe, dekordan maskelere değin oyunda kullanılan her öğenin
düşünsel işlevini belirtmek gerekiyordu. Bunlar bu yorumda hesaba
katılmadığından, bu oyunda Brecht, Brecht olmaktan çıkmıştı.

Brecht’in sahnelenişinde yapılan başka önemli bir yanlış, öğretici yanının
aşırı derecede vurgulanmasıdır. 1960’larda Brecht tiyatro yaşamımıza
girdiğinde, devrimci tiyatro anlayışı modaydı. Böyle olduğu için oyunların
öğretici işlevi üzerinde önemle duruluyordu. Brecht’i yer yer slogan
tiyatrosuna dönüştüren bu tür çalışmaların içinde sözü edilmeye değer Ankara
Sanat Tiyatrosu’nun 1976’da sergilediği “Ana” verir (Yönetmen: Rutkay Aziz).
“Ana”da o dönemin bunalımlı ortamında her an coşmaya hazır bir izleyiciye
akıl düzeyinde sesleniliyordu. Ana’nın kişiliğinin yorumlanışında epik
tiyatro anlayışı doğrultusunda oyun oynama işlevini vurgulayan, altını
çizerek oynayan bilinçli bir oyun sunuluyordu. Ancak bilinçli oynama
yetersiz kalıyordu, çünkü Ana’nın yaşadığı çelişki ve geçirdiği değişim
belirlenmemişti. Bir başka önemli nokta da Brecht’in tüm oyunlarında egemen
olan ince güldürü anlayışının bütünüyle gözardı edilmiş olunmasıydı. Sonuçta
bu oyunla, çelişkileri, incelikleri çıkaramayan Brecht’in yalnızca öğretici
yanını tekdüze bir biçimde vurgulayan asık yüzlü bir Brecht çıkmıştı ortaya.

Bu yorumun tam tersine, Brecht’in politik yanını yan çizerek güldürüye
ağırlık veren, sulandırılmış bir Brecht’le karşılaştığımız olmuyor değil.
Buna örnek olarak 1984’te “Sade Vatandaş Şvayk”. adı altında sahnelenen
“Schweyk II. Dünya Savaşı”nda oyununu vermek istiyorum (Yönetmen: Başar
Sabuncu). Bazı kısaltmalar ve Hasek’den alınmış bazı eklemelerin dışında
belkemiğini Brecht’in yapıtının oluşturduğu bu oyunda, faşizm eleştirisi
hafif bir müzakile dönüşmüştü. Müziğin yanlış biçimde kullanılması, atmosfer
yaratmaya yönelik bir sahne düzenine gidilmesi, oyunun sosyal boyutunu veren
ara oyunlarıyla ana oyun arasındaki ilişkinin belirlenmemiş olması ve
sonunda Hasek’in mutlu son finaline bağlı kalınması bunun başlıca
nedenleriydi.

Brecht’in oyununda Çek ve Alman halk şarkılarından esinlenerek Hanns
Eissler’in bestelediği songlar, olayların akışını yer yer keserek,
izleyiciyi gösterilenler üzerinde düşündürmenin ötesinde oyuna şiirsel bir
bütünlük de kazandırır. Burada bu müzik, şarkıların içeriğini anlaşılmazlığa
boğan playbacklerle duygusal bir hafif müziğe dönüştürülmüştü. Brecht’in
tiyatro anlayışına ters düşen başka bir nokta da atmosfer yaratılmış
olunmasıydı, özellikle oyunun ikinci yarısında Rus topraklarında yol alan
askerler kar yağışı, silah sesleri gibi türlü görsel ve işitsel etkilerle
canlandırılıyordu. Oyunun bu bölümünde düş ve gerçek birbirine
karıştığından, bu tür etkilerden belki yararlanılabilirdi, ama bunları oyuna
sindirmek, bütünün bir parçası haline getirmek gerekiyordu. Oysa tıpkı
izleyicinin kulaklarında çınlayan şarkılar gibi teknik etkiler de ekleme
olarak kalmıştı. Gene Brecht’de Schweyk’ın başından geçenlerin anlatıldığı
ana oyunla, grotesk kuklaları andıran Hitler ve yandaşlarının küçük adamın
savaştaki işlevi üzerinde tartıştığı ara oyunlar arasında yakın bir bağlantı
vardır. Bu yorumda bu bağlantı da sağlanamamıştı. Ara oyunları oyunun bütünü
içinde hiçbir işlevselliği olmayan güldürü sahnelerine dönüşmüştü. Hasek’in
mutlu sonu da bu sulandırılmış Brecht yorumunu pekiştirmişti. Hasek’te
Schweyk ülkesine döner, sevdiklerine kavuşur, böylece acılar biter herkes
mutluluğa erer. Oysa Brecht’in Schweyk tipinin direniş düşüncesini
simgeleyen kurmaca bir figür olduğunu vurgulayan açık finali, oyunun en
önemli özelliklerinden biridir. Sonuçta oyundan geriye yalnızca bir askerin
başından geçen müzikli, danslı bir dizi ilginç serüven kalmıştı.

Brecht’in özellikle sahneleme alanında getirdiği yenilik Batı tiyatrolarında
bir çığır açmıştır. Bugün klasik oyunların sahnelenmesinde bile, yönetmenden
dramatik tiyatro anlayışının sınırlarını aşan yeni bir yorum, yeni bir bakış
bekleniyor. Bizde daha çok konuya önem verildiğinden, konunun nasıl
biçimlendirileceği üzerinde pek durulmamıştır. Bu eğilime tepki olarak kimi
yönetmenlerimiz biçimsel denemelere girişmişler, ancak pek başarılı
olamamışlardır. İstanbul Deneme Sahnesi’nde 1977’de sahnelenen “Cesaret Ana
ve Çocukları” (Yönetmen: Beklan Algan) buna tipik bir örnek verir. Bu
yorumun en belirgin özelliği izleyiciyle bir diyalog kuramamasıydı. Atmosfer
yaratmaya yönelik çarpıcı bir sahne düzeni ve playbacklerle işlevini yitiren
ucuz bir müzik, oyunu anlaşılmaz kılıyordu.

Yaratıcı, özgün bir sahne yorumuna en çarpıcı örneği 1980’de Dostlar
Tiyatrosu’nda sahnelenen “Kafkas Tebeşir Dairesi” verir (Yönetmen: Mehmet
Ulusoy). Türlü sahne buluşlarıyla görsel bir düzeye aktarılan oyunun ilk
bölümünü, metrelerce uzun bir örtünün içinde, altında, üstünde, kenarında
geçiyordu. Sırası geldikçe örtünün içinden çıkan, sonra gene görünmez olan
oyuncuların kimi kez yalnızca bir yüz, bir kol, bir bacak gibi bedenlerinin
bir kısmını seçebiliyorduk. Örtü sahneye sürekli bir devinim getirmişti, her
şey kıpır kıpırdı. Kucağında bebeğiyle örtünün kâh içinde, kâh dışında
beliren Grusche’in askerlerden kaçışı, gerginliği, coşkusu hep bu dekorun
içinde belirginleşiyordu. Sırasına göre bir ev ya da kapalı bir kapı
oluyordu örtü, bir tepe, bir dağ ya da bir dere... Kimi kez de belli bir
atmosfer yaratılmasını sağlıyordu: Valinin evi basıldığında, delice
dalgalanan örtünün çırpınan insanların çaresizliğini, şaşkınlığını dile
getirmesi ya da savaş sonrasında Grusche ile Simon karşılaştıklarında,
aralarında çalkalanan örtünün hem ikisi arasındaki dereyi, hem de
içlerindeki coşkuyu ve kaynaşmayı anlatması gibi.

Bu yorumda dikkati çeken önemli bir nokta, tip çiziminde belli bir
kalıplaşmaya kaçınılmamış olunmasıdır. Örneğin sömürenlerin sözcüsü olan
vali, yüzündeki o bön, şaşkın ifadeyle astığı astık kestiği kestik bir
canavardan çok, zavallı bir yaratıktı. Çelimsiz bedenini saran şişkin araba
lastiklerinin içinde zavallılığı büsbütün vurgulanmıştı. Valinin bu bön yüzü
oyun boyu zavallılığı ve üçkâğıtçılığı temsil eden başka rollerde de
karşımıza çıktı. Grusche’ya kazık atmak isteyen sütçü rolünde, birden
dirilen koca rolünde vb. Açlığı simgeleyen çatal bıçaklı maskelerle valinin
çevresinde dolaşan uşakların efendileri için didinmeleriyse lastik
pompalamayla belirtilmişti.

Önemli bir nokta da maskelerin oyundaki işlevidir. Tek tek kişiler değil de
gruplar gösterildiğinde, kullanılan teneke maskeler bozuk bir düzenin
insanlarının ilkelliğini vurguluyordu. Sahnede ilk bakışta hurda yığını
izlenimi uyandıran askıya dizilmiş bir dizi maske, oyunun ikinci yarısında
sahnenin ön kısmına getirildiğinde asılmış olan kişileri dile getiriyordu.
Maskenin dışında bir de kaplumbağa kabuğu biçiminde zırh taşıyan askerler,
askerlerin dansı sahnesinde kabukları önlü arkalı kullanarak, hayvanımsı,
tuhaf yaratıklara dönüşüyorlardı. Dikkatlerimiz tek tek kişiler üzerinde
odaklaştığında, maske kullanılmıyor, ancak donuk bir yüz, belli bir
davranışı simgeleyen bir devinim ya da bir gösterge bu tip en somut biçimde
bize anlatıyordu: Valinin hastalıklı yüzü; valinin karısının boynundaki
tasmanın üstünden tepeden bakan donuk bakışları ve elindeki çatal (yiyici
maskesi; tembelliği), uyuşukluğu dile getiren katı yürekli yengenin araba
lastiğinin içine gömülmüş hantal bedeni; at bakıcısını baştan çıkaran kızın
Breugel’in tiplerini anımsatan karikatürümsü görünümü gibi.

Görselliğin böylesine ağır bastığı bu oyunun görsel olmayan ne varsa ikinci
plana itmiş olması eleştirilebilir. Bu nedenle müzik belli belirsiz kaldığı
gibi, anlatıcı da işlevini yitirmişti. Brecht’de iki bölümü birbirine
bağlayarak bütünlük sağlayan anlatıcı, burada sadece ilk bölümde oyuna
katılmıştı. Oyunun kâh içinde, kâh dışında sürekli bir devinim içinde
dansederek, şaklabanlık yaparak, kimi kez şarkı söyleyerek olayları dile
getiriyordu, tam örtünün bir köşesinden çıkıveren yüzünü görüyor ya da
sesini duyuyorduk ki, gözden yitiveriyordu. İkinci bölümde anlatıcı büsbütün
ortadan kalkmış, bu kez anlatıcının görevini tüm oyuncular üstlenmişti.

Mehmet Ulusoy’un kısaca açıklamaya çalıştığım bu yorumu, Türkiye’de
izlediğimiz Brecht oyunlarının içinde kuşkusuz en ilgincidir. Ulusoy’un
“Kafkas Tebeşir Dairesi”ni dil duvarlarının ötesinde bir dile, görsel bir
dile aktarması, oyunu tanıdık, bildik bir yapıt olarak değil de,
yaratıcılığa olanak sağlayan esnek bir düşünce modeli olarak
değerlendirdiğini gösteriyor. Bu bakımdan anlatıcının işlevini yitirmesi
örmeği oyunun bütünlüğünü bozan bazı aksamalara karşın, bu yorumun gene de
Brecht’in düşüncesi doğrultusunda, Brecht’e özgü bir yorum olduğunu
söyleyebiliriz.


2- ÇEVİRİLER
Brecht oyunlarının yanlış yorumlanmasında çevirilerin payı büyüktür. Brecht
çevirilerini incelemeye başladığımızda, dikkati ilk çeken hemen tümünün
aşırı bağımsız oluşudur.

Bunun nedenleri üç noktada toplanabilir:
1- Çevirilerde sahne dilinin gözönünde tutulması, başka deyişle Türk
izleyicisinin kolaylıkla anlayabileceği bir dilin benimsenmesi.
2- Türk yazınına damgasını vurmuş kimi yazarlarımız ya da şairlerimiz
tarafından yapılan çevirilerde, yazarların kendi dil ve anlatım biçemlerini
zorlamaları.
3- Çevirilerin büyük çoğunluğunun aslından yapılmayıp İngilizce ya da
Fransızca’dan yapılmış olması.

1- Brecht’in dili ilk bakışta kolaymış izlenimi uyandıran açık seçik,
aydınlık bir dildir. Ancak bu açık seçikliğin ardındaki incelikleri tam
olarak kavrayabilmek için, Batı kültür tarihini iyi bilmek gerekir. Çünkü
Brecht geçmişe eleştirel açıdan yaklaşır, bunu yaparken de İncil’den, klasik
Batı yazınından alıntılar kullanır. Alışıldık kalıplar, deyimler,
sözcüklerle sürekli oynar, yerlerini değiştirir, tersyüz eder, yeni bir
anlam katar vb. Kısaca dil, yer yer parodiye dönüşerek sahnede
gösterilenleri yabancılaştıran bir işlev kazanır. Bizde özellikle sahne için
hazırlanan çevirilerde, Batı kültüründen yoksun olan izleyicinin
anlayamayacağı kaygısı ağır bastığından, dilin bu incelikleri üzerinde pek
durulmamıştır.

Serbest çevirilerin içinde aslına en yakın olma açısından en nitelikli
örnekleri, B. Brecht’in Türkiye’de tanıtılmasında büyük katkısı olan Adalet
Cimcoz’un çevirileri verir. 60’larda Almanca aslından yayınlanan ilk Brecht
çevirileri “Puntila ve Uşağı Matti” (Herr Puntila und sein Knecht Matti),
“Galilei” ve “Sezuan’ın İyi İnsanı” Adalet Cimcoz’undur. Daha ilk anda sahne
diline yakınlığıyla dikkati çeken bu çevirilerin en belirgin özelliği,
Brecht’in uzun tümcelerini kısa tümcelere bölerek, kısaltmalar ya da
eklemelerle replikler üzerinde oynayarak ya da yerlerini değiştirerek, kolay
anlaşılırlığa ağırlık vermesidir. “Galilei”de 14. sahnede Galilei’nin
özeleştirisi içeren uzun konuşma buna tipik bir örnek vermektedir (1).
Adalet Cimcoz’un çevirilerinde aslına bağlı, sözcüğü sözcüğüne bir çeviriden
çok, Brecht’in dünyasını Türkçe’nin olanakları içinde dilimize kazandırma
çabası ağır basar.

2- Yazarlarımız tarafından yapılan çevirilerin içinde en dikkat çekeni Can
Yücel’in kidir. Bu çeviriler için, çeviriden çok yeniden yazma sözcüğünü
kullanma yerinde olur sanırım. Çünkü serbest çeviri yaptığı halde Brecht’in
dünyasına sadık kalan Adalet Cimcoz’un tersine burada Brecht’den bütünüyle
bir kopuş söz konusudur. Özellikle “Schweyk” çevirisi buna tipik bir örnek
verir. Önceki bölümlerde açıklamaya çalıştığım gibi Brecht’in oyunlarında
halk güldürüsü azımsanamayacak bir yer tutar. Küçük adamın Hitler yönetimine
direnişini içeren “Schweyk II. Dünya Savaşı”nda güldürüye dayanan bir
oyundur. Ancak Brecht güldürü öğelerinden oyunun düşünsel dengesini
bozmayacak bir biçimde yararlanmıştır. Amacı izleyiciyi kahkahalara boğmak
ya da içini gıcıklamak değil, onun direniş düşüncesi üzerine güldürü
aracılığıyla düşünmesini sağlamaktır. Kısaca Brecht bu oyunda güldürüye
ağırlık vermesine, yerel motifleri kullanmasına ve tarihin belli bir
dönemini canlandırmasına karşın, izleyiciyi düşünsel bir etkinliğe yönelten
bir soyutlama ve genellemeye gitmiştir. Bu bağlamda Schweyk direnişi
simgeleyen kurmaca bir figürdür, kullandığı dil de her ne denli yerel
motiflerle bezenmişse de, gene de stilize bir dildir.

Oysa Can Yücel’in çevirisinde dikkati ilk çeken Schweyk’ın bir Tophane
serserisi gibi konuşmasıdır. “Ağzına s............. vb.” gibi metinde
olmayan sövgüler Schweyk’ın ağzından her nedense hiç düşmez (2). Kimi kez
çevirmen “Heitler”in “Hay itler”e dönüşmesi. örneği metinde olmayan bir
deyiş türetir, sonra türlü sözcük oyunları, kaba saba deyişler, sövgülerle
bu sözcükle uzun uzun oynar. Gene metinde olmayan sözcüklerle günümüz
Türkiyesi’ne yapılan göndermeler de Brecht’den uzaklaşmanın başka
örnekleridir. Oyun boyu yinelenen it motifi ve Hitler’in yer yer Başbuğ’a
dönüşmesi gibi. Sonuçta Brecht’in incelmiş güldürü anlayışı bol bol argo
sözcükler, belden aşağı sövgüler ya da göndermelerle dolu kaba saba bir halk
güldürüsüne dönüşmüştür. 3- İkinci dilden yapılan çevirilere gelince, bunun
sakıncaları çok açık olduğundan üzerinde ayrıntılı durmak istemiyorum.
Özellikle yazınsal metin bir dilden ötekine aktarılırken, aslına ne denli
sadık kalınırsa kalınsın, gene de çok şey yitirir. Araya ikinci bir dil
girdiği anda, ana metinden doğal olarak büsbütün uzaklaşılmış olunacaktır.
Bunun en ilginç örneklerinden birini “Küçük Burjuva Düğünü” çevirisi verir
(3). Çevirinin Fransızca’dan yapılmış olduğu daha ilk anda, özel adlarda
yapılan değişikliklerden belli olmaktadır. Çevirmenin metnin aslına bakmadan
bu değişiklikleri olduğu gibi Türkçe’ye aktarmış olması dikkat çekicidir.


UYARLAMALAR
Brecht tiyatro dünyamıza girdikten sonra Tanzimat’tan bu yana benimsemeye
çalıştığımız tiyatro geleneğinin bize çok yabancı olduğu, buna karşılık
Brecht’in tiyatro anlayışıyla halk tiyatrosunun özünü oluşturan göstermelik
tiyatro arasında bazı ortak noktalar olduğu savı ortaya atılmıştır. Bu
alanda özellikle Metin And’ın bir çalışmasında bizim tiyatromuzun daha üstün
olduğu sonucuna varıyor (4). Ne var ki halk tiyatrosundaki soyutlama eğilimi
epik tiyatrodaki soyutlamadan apayrıdır. Bu ayrılık kaynağını çağ farkı ve
dünya görüşünde bulur. Bunu yadsıyarak tarihsel değerlerin üstünlüğünü
onaylarsak, sığ bir öykünmeciliğin sınırlarını aşamayız. Bizim geleneksel
tiyatromuz Commedia dell arte gibi bir Ortaçağ tiyatrosudur. Çağ farkının
olduğu yerde bir benzerlik olsa bile, kıyaslamadan söz edilemez. Biz
geleneksel tiyatrodan ancak kaynak olarak yararlanabilirsek yaratıcı
olabiliriz. B. Brecht’in yapıtları bize bu alanda en güzel örnekleri
veriyor. Kendi kültür birikimimize, çağdaş bir anlayışla yaklaşan oyunların
içinde doğrudan Brecht’in yapıtlarına yönelen oyunlara da rastlıyoruz.
Mehmet Akan “Kafkas Tebeşir Dairesi”nden uyarladığı “Analık Davası”nda
oyunun konusunu Osmanlı tarihinde bir döneme yerleştirerek, çeşitli halk
motiflerinden, sünnet töreni, köy düğünü gibi yerel motiflerden, halk
danslarından, köy oyunlarından, çalgılı sazlı bir müzikten esinlenen, ama
temelinde oyunun içeriğine ve kurgusuna oldukça bağlı kalan bir oyun
yazmıştır.

Daha serbest bir uyarı örneğini Ferhan Şensoy Brecht’in bir bale oyunundan
uyarladığı “Anna’nın Yedi Ölümcül Günahı”nda verir. Kadının sömürülmesi
temasının ele alındığı bu bale oyunu, köyden kente göç eden iki kız kardeşin
(Anna’lar) yaşamından çeşitli aşamaları sergileyen özetimsi bir koreografi
metninden, oluşur. F. Şensoy bu şarkılardan esinlenerek müzikli danslı bir
oyunu yazmıştır. Brecht’in balesindeki kız kardeşler, bu oyunda
sömürme-sömürülme, akılcılık-duygusallık gibi karşıt davranışların çatıştığı
tek bir insana dönüşür. Oyundaki en ilginç motif oyunun bütününü sağlayan ve
Brecht’in oyunlarındaki anlatıcıyı anımsatan Parantez tipidir. Ancak
Brecht’de anlatıcının işlevi yazarın görüşlerini dile getirmektir.
Parantez’in oyundaki konumuysa farklıdır, türlü söz oyunları,
şaklabanlıklar, cambazlıklarla yazarın elinden fırlayıp başına buyruk
hareket eden bir çocuk gibidir. Olaylara açıklık kazandıran ya da daha
değişik açılardan bakmamızı sağlayan bir anlatıcıdan çok, halk tiyatrosu
geleneğini sürdüren kurmaca bir figürdür. Halk güldürüsünün etkisi yalnız
Parantez figüründe değil, yazarın dili kullanışında, söz oyunlarında,
tekerlemelerde, ters deyişlerde vb. belirginleşir. Ortaoyununda olduğu gibi
burada da sözcüklerle sürekli olarak oynanır, denenir, yeni sözcükler
türetilir. Brecht’de anlatıcısından dekora dilinden oynayış biçimine değin
oyundaki her öğenin belli bir düşünceyi aydınlatmaya yarayan bir işlevi
vardır. F Şensoy’un oyunundaysa bu işlevsellik zaman zaman yiter, oyun kendi
başına bir güldürüye dönüşür.

Verdiğimiz iki uyarlama örneği, iki ayrı görüşü içeriyor. Mehmet Akan
geleneksel motifleri Brecht’in tiyatro anlayışının doğrultusunda ve konunun
hizmetinde bir illüstrasyon gibi kullanıyor. Başka bir deyişle geleneklerden
yararlanarak, Brecht’i izleyicinin kolayca benimseyebileceği “Doğulu” bir
kılıfa sokuyor. F. Şensoy ise tersine Brecht aracılığıyla bir halk güldürüsü
yazıyor: Her iki uyarlamanın da ilginç olduğu ve tiyatro yaşamımıza renk
kattığı tartışma götürmez. Ancak yol açıcı bir niteliği olduğu da
söylenemez. Çünkü her iki yazarın da geleneklere yaklaşımları, geleneksel
tiyatromuza yeni boyutlar kazandıracak bir hesaplaşma değildir. Gelenekleri
olduğu gibi ele alarak onlardan yararlanmışlardır.


3- YABANCILAŞTIRMA TİYATROSU’NUN YERLİ YAZARLAR ÜZERİNE ETKİSİ

VASIF ÖNGÖREN - HALDUN TANER
1960’lardan bu yana yerli oyun yazarlarımızın da dramatik tiyatro
anlayışının dar sınırlarını aşan yeni yeni arayışlara yöneldiklerini
görüyoruz. Bu bağlamda ülkemizde gösterilen ilk epik tiyatro denemeleri
olarak Vasıf Öngören’in 60’lı yıllarda büyük bir başarıya ulaşan “Asiye
Nasıl Kurtulur”u ve Haldun Taner’in yurt içinde ve dışında defalarca
sahnelenen “Keşanlı Ali Destanı” üzerinde durmak istiyorum.

“Asiye Nasıl Kurtulur?”da kadının sömürülmesi sorunu koşullar gereği ******
olan genç bir kızın yaşamından alınan kesitlerle irdelenir. Asiye’nin
çocukluğu, öğrenciliği, fabrikadaki yaşamı, işten çıkarılışı, sokağa düşüşü
vb. türü olaylar bir zincirin halkaları gibi ufak ufak sahnelerle
verilmiştir. Her sahne üzerinde ayrıntılı bir tartışmayı içeren ara
sahnelerinde anlatıcıya “Fuhuşla Mücadele Derneği”nden bir kadının
konuşmalarını izleriz. Kadının Asiye’yi kurtarmak için getirdiği her öneri
bir sonraki sahnede denenir, ne var ki hiçbiri Asiye’ye yardımcı olmaz,
tersine onun giderek daha büyük bir çıkmaza düşmesine neden olur. Gerçi
oyunun sonunda Asiye kurtulur, kurtulur ama pahalıya mal olan bir
kurtuluştur bu. Çünkü insana insanca yaşama hakkının tanınmadığı bir
düzende, iki seçenek kalmıştır; ya sömürmek ya da sömürülmek. Asiye de
kurtuluşunun bedelini yeni Asiyeler yetiştirerek ödeyecektir.

Oyunun kuşkusuz en ilginç tipi, Asiye’nin kurtuluşu için çeşitli öneriler
getiren dernekçi kadındır. Denenen öneriler Asiye’nin okuması, nişanlanıp
evlenmesi, kendisini seven ona sahip çıkacak birini bulması, doğru dürüst
bir iş tutması vb. aslında izleyicinin de düşünebileceği mantıksal çözüm
yollarıdır. Ne var ki hiçbirinin başarıya ulaşamaması, olayları bir dış
gözlemci olarak kadınla birlikte düşünüp değerlendiren izleyiciyi giderek
bir özeleştiriye yöneltir. Böylece izleyici önerilen çözüm yollarının sınıf
savaşımı bilincinden yoksun olan bir kişinin getirdiği yüzeysel öneriler
olduğunu yavaş yavaş algılayarak, tek kurtuluşun insanın insanı
sömürmeyeceği yeni bir düzenin kurulmasına bağlı olduğunun bilincine varır.

Konunun ele alınışında, yoğruluşunda ve kurgusunda Brecht’in etkisinin
yoğunlukta duyulduğu bu oyunun çağdaş tiyatro anlayışına katkıda bulunan
özgün bir yapıt olduğu söylenebilir mi? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, üç
temel nokta üzerinde durmak gerekiyor: l. Temel olay örgüsüyle tartışma
sahnelerinden oluşan oyunun kurgusu, 2. Oyun kişilerinin işlenişi, 3. Oyun
dilinin kullanımı.

l. Asiye’nin yaşamının çeşitli aşamalarını gösteren tek tek sahnelere
tartışma sahnelerinden bağımsız olarak baktığımızda, oyunun benzetmeciliğe
dayanan dramatik tiyatro geleneğini sürdürdüğünü görürüz. O kadar ki
tartışma sahnelerini oyundan çıkardığımızda, geriye rastlantısal olaylardan
doğalcı düzeyde gelişen diyaloglara değin basit bir Yeşilçam senaryosu
kalmaktadır. Bu bakımdan tartışma sahnelerinin temel olay örgüsüyle
bütünleşemeyen eklenti sahneler olarak kaldığı söylenebilir. Başka bir
deyişle denenen çözüm yollarının Asiye’yi giderek daha büyük bir çıkmaza
sokmasının nedeni, toplumsal ortam ve koşullara değil, art arda sıralanmış
yapay bir olaylar dizisine bağlıdır. Bunlar piyasa edebiyatından tanıdığımız
bildik olaylardır: Asiye evlenemez, çünkü bir rastlantı sonucu bir sokak
kadının kızı olduğu öğrenilir, sevdiği adam Asiye’yi kurtaramaz, çünkü
kaderin ya da rastlantının cilvesine bakın ki evlidir. Asiye fabrikada
tutunamaz, çünkü orada çalışanlardan biri ona sarkıntılık eder vb. Asiye’nin
kurtuluşu gene rastlantıya bağlıdır, beklenilmedik bir olay sonucu eline
büyük bir para geçer. Olay örgüsünün bu denli çok rastlantılarla dokunmuş
olması, oyunun sosyal eleştirel boyutunu doğal olarak kısıtlamaktadır.
Öngören, belki de oyundaki bu temel aksaklığı bir dereceye kadar
giderebilmek için oyunun öğretici yanını vurgulamak gereksinimi duymuştur.
Bu bağlamda ara sahnelerinde kadınla birlikte tartışmayı sürdüren, sorular
soran anlatıcıya büyük bir görev düşer. Anlatıcı olayları dışardan
değerlendiren bir kişi olarak yazarın görüşlerini dile getirir.

2. Oyun kişileri sömüren sömürülen çerçevesi içinde gelişen tek boyutlu
kalıplaşmış tiplerden oluşurlar. Örneğin Asiye’nin annesi kızını ortada
bırakır, fabrika müdürü Asiye’yi gözünü kırpmadan işinden kovar, mezeci
Asiye’nin kötü yola düşmesine neden olur, vb. Bu tipleri belirleyen tek
ölçüt çıkar ve kârdır, bu nedenle hiçbir çelişki yaşamazlar. Aynı şekilde
oyunun baş kişisi Asiye’nin de çelişkisiz düz bir kişiliği vardır. Koşullar
ya da rastlantılar sonucu kötü yola düşer, gene rastlantılar sonucu
kurtulur. Olaylar onu bir kişilik çatışmasına sürüklemez. Sömürülmeme
yolunda verdiği savaşım (denenen önerileri savaşım olarak
nitelendirebilirsek) başarısızlıkla sonuçlandığına göre tek çözüm yolu
kalmıştır: Sömürme. Böylece oyunun sonunda Asiye’nin sömürülen rolünden
sömüren rolüne geçişine tanık oluruz.

Öngören’in hiçbir esnekliği olmayan, donmuş, tek düze kişilerini Brecht’in
oyun kişileriyle, örneğin “Sezuan’ın İyi İnsanı”ndaki tiplerle
karşılaştırdığımızda, aradaki ayırım somut biçimde ortaya çıkmaktadır. İyi
İnsan Shente sömürüye dayanan bir düzende yok olmamak için, zaman zaman kötü
olmak, başka bir deyişle düzenin kurallarına göre oynamak zorundadır.
Shente’nin içine düştüğü bu ikilem ve kişilik bölünmesiyle insanın böyle bir
düzende sömürülmesinin kaçınılmaz olduğunu gösterir Brecht. Aynı şekilde
oyundaki öteki tipler de Asiye gibi tek boyutlu değildir. Örneğin Shente’nin
nişanlısı uçucu Sun kötü değildir, yoksulluğu ve işsiz kalması onu
ikiyüzlülüğe zorlar vb.

3. Brecht’in oyunlarında dil iletilmek istenen düşüncenin hizmetinde gelişen
bir yabancılaştırma etkisi işlevi taşır. Yaratıcılığa türlü olanaklar
tanıyan bir malzemedir dil. “Sezuan’ın İyi İnsanı’’nda oyuncular yer yer
rollerinin gerektirdiği anlatım ve konuşma üslûbunun dışına çıkarak doğrudan
izleyiciye seslenirler, gösterilenler üzerinde görüşlerini belirtir,
yorumlar yaparlar. Konuşmalar kimi kez sahnede gördüklerimizle çelişerek
izleyiciyi uyarıcı bir düzeyde gelişir. Örneğin 8. sahnede Bayan Wang oğlunu
övüp onun bilgeliğinden söz ederken, sahnede Wang’ın sinsice ve bencil
davranışını izleriz.

Öngören’de ise oyun kişileri nasıl benzetmeci tiyatro geleneğinin içinde
tekdüze bir biçimde belirlenmişlerse, türlü yerel motifler, sövgüler,
kabadayı ağzıyla vb. doğacı bir düzeyde gelişen diyaloglar da aynı derecede
sınırlandırılmıştır. Kıssadan hisse doğrultusunda bir genellemeye giderek,
oyunu düşünsel boyutu kazandırmaya çalışılan şarkılarda bile hiçbir anlatım
değişikliği yoktur. Doğacı anlayış burada da sürdürür etkisini. Sömürü
düzenin korkunçluğunu kışkırtıcı bir dille vurgulayan final şarkısı buna
tipik bir örnek verir.

“... Asiye: Ben de kurtuldum işte
ben de öğrendim artık
insanların neden birbirlerini yediklerini
düşenlere neden tekme vurmak gerektiğini
acımanın neden aptallık olduğunu
ve yığınların
neden süründüklerini - kimlerin süründüklerini
biliyorum artık.
Bu düzende yaşamanın sırrı: Yoksulları
kader deyin uyutun
Uy***** para verin susturun
Susmayanı zora koyun çektirin
Böyle gelmiş böyle gitsin sürdürün
Davr***** yokedin-direneni gebertin
Ezin, vurun öldürün
Devam etsin bu hayat “ ( 1 ).


Sonuçta bu oyunda tiplerin işlenişinden oyunun diline değin, benzetmeci
tiyatro anlayışının tüm özelliklerini görürüz. Tartışma sahneleri ve
şarkılar bu bağlamda gereksiz bir eklenti gibi kalmakta, başka bir deyişle
oyunu düşünsel bir boyuta oturtamamaktadır.

Vasıf Öngören’in Brecht’in tiyatrosuna özgü bazı biçimsel özellikleri olduğu
gibi alıp benzetmeci tiyatro geleneğiyle bütünleştirmeye çalıştığını
görüyoruz. Buna karşılık Haldun Taner benzetmecilik geleneğinden uzaklaşarak
bize özgü bir yabancılaştırma tiyatrosu kurmanın yollarını arıyor. Bu
bağlamda halk tiyatrosu geleneğinden uzak, Doğu tiyatrosuna değin çeşitli
kültür ve geleneklerden kaynak olarak yararlanan B. Brecht’i yol gösterici
olarak görüyor. 1965’te kaleme aldığı “Keşanlı Ali Destanı” kendi tiyatro
geleneğimizle verimli bir hesaplaşmanın ürünüdür.

Geleneklerden kaynak olarak yararlanma, onları çağdaş bir anlayışla yoğurma,
biçimlendirme anlamına geliyor: Taner de bu yapıtında halk tiyatrosunun
göstermeci özelliklerinden özellikle gülmece, taşlama ve türlü söz
oyunlarından oluşan geniş kapsamlı bir güldürü anlayışından yola çıkarak,
çok güncel, çok çarpıcı bir sorunu gündeme getiriyor: Otoriteye bağımlılık.
Bir gecekondu ortamının kapalılığı içinde kendilerine bir kahraman miti
yaratan insanlar bizim halkımızı simgeler. Gerçekleri göremeyen ya da görmek
istemeyen kurtuluşu boş düşlerde arayan halkımızı. Oyundaki yan temalar,
Yusuf ile Zilha’nın aşkı, gecekondu ortamıyla zengin kesimin
karşılaştırılması, bürokrasi, rüşvet, hile, dolandırıcılık temeli üzerine
kurulmuş çarpık bir politik çarkın gösterilmesi, bireysellik bilincinin
gelişmemiş olduğu bu kurak ortamın göstergeleridir

Oyunun başında Ortaoyununda olduğu gibi kendilerini müzik eşliğinde
izleyicilere tanıtan oyun kişileri, karikatürleştirilmiş, kurmaca
figürlerdir. Değişik sosyal kesimlerden gelen kişilerin aralarındaki
iletişim kopukluğu gene Ortaoyunundan alınmış türlü tekerlemeler ve söz
oyunlarıyla verilir. Halk tiyatrosuna özgü olan bu özellikler çağdaş
tiyatroyu belirleyen türlü yabancılaştırma etkileriyle, örneğin bir sonraki
sahnenin özetini veren ve yazarın bu sahneye ilişkin yorumunu içeren
düşüncelerini içeren koro ve oyun oynama olgusunu vurgulayan bir dekorla
bütünleştirilmiştir.

Haldun Taner’in bu yapıtının çağdaş tiyatro anlayışı doğrultusunda özgün bir
örnek verdiği tartışma götürmemekle birlikte oldukça dağınık bir oyun olduğu
da yadsınamaz. Çünkü oyuna temelini veren ana tema, kahramanlık miti bütün
içinde dağılmaktadır. Bunun da nedeni Taner’in göstermeci tiyatro
geleneğinden, özellikle halk gülmecesinden yararlanırken, yer yer ana
temadan kopması ve ayrıntıya saplanmasıdır. Başka bir deyişle Taner
gülmeceyi iletmek istediği düşünceyi, yani burada kahramanlık mitini
aydınlatmaya yarayan bir yabancılaştırma etkisinden çok, tıpkı Ortaoyununda
olduğu gibi değişik sosyal kesintilerden gelen insanların yaşamlarını
canlandıran bir atmosfer yaratmak amacıyla kullanılıyor. Böylece kahramanlık
teması düşünsel düzeye tam olarak aktarılamadığından çarpıcılığını yitiriyor
ve oyunun bütünü içinde bir ayrıntı olarak kalıyor. Bu bakımdan Taner’in
geleneğe yaklaşımının eksik kaldığını ve “Keşanlı Ali Destanı”nın tüm
çarpıcılığına karşın bitmemiş bir oyun izlenimini uyandırdığını
söyleyebiliriz.

Verdiğim örnekler yabancılaştırma tiyatrosunun bizde tam anlaşılamamış
olduğunu gösteriyor. Benzetmeci tiyatro anlayışının getirdiği
koşullandırmadan kurtulamama ya da geleneklerle hesaplaşmanın yetersiz
kalması bunun başlıca nedenleri. Ne var ki Öngören’in yapıtı öykünmecilik
düzeyini aşamazken, Haldun Taner’in geleneklerden yararlanma doğrultusunda
attığı adım yol gösterici bir nitelik taşıyor. Bu yolda atılan her yeni
adımın oyun yazarlarımızı üretkenliğe yönlendirebileceğine inanıyorum.



NOTLAR
1. Vasıf Öngören, Asiye Nasıl Kurtulur, Ankara 1970, s.113, v. d.

Zehra İpşiroğlu'nun "Tiyatroda Devrim" adlı çalışmasından alınmıştır. Çağdaş
Yay., 2. Basım 1995, İstanbul
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Aralık 2005       Mesaj #27
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Devlet Tiyatrosu emekli sanatçılarından Nihat Aybars (89) dün

İstanbul'da vefat etti. Uzun süredir rahatsız olan Aybars'ın cenazesi Atatürk Kültür Merkezi (AKM) önünde düzenlenecek törenin ardından yarın toprağa verilecek. 1919'da İstanbul doğumlu Aybars, 1943 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Bölümü'nü bitirdi. Öğrencilik yıllarından itibaren Tatbikat Sahnesi'nde rol alan Aybars, 1948 yılında Hollywood'a giderek film teknikleri öğrenimi gördü. Daha sonra da bir bölümü Hollywood'da, bir bölümü ise Türkiye'de geçen “Hollywood Rüyası” isimli filmi çekerek, bu konuda bir ilki gerçekleştirdi. Devlet Tiyatroları'nda 1949 yılından itibaren sanatçı ve rejisör olarak çalışan Aybars, görev yaptığı yıllar boyunca “Kibarlık Budalası”, “Miras”, “Gelin”, “Kıl Payı”, “Cadı Kazanı” ve “Vanya Dayı” gibi oyunlarda rol aldı. Ayrıca “Yanlış Üstüne Yanlış”, “Ayrı Masalar” ve “Yatık Emine” gibi oyunları yönetti. Emekliye ayrılarak İstanbul'a yerleşen Aybars, Kenter Tiyatrosu'nda “Vanya Dayı”yı oynadı; Taksim Sahnesi'nde “Mariana Pinada” ve Oda Tiyatrosu'nda “Yanlış Üstüne Yanlış” isimli oyunları sahneye koydu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Ocak 2006       Mesaj #28
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
"Grotowski ve Yoksul Tiyatro" SEMiNER

JERZY GROTOWSKi
Özgeçmişi ve Oyunları


(1933 Rzeszow-1999): Polonyalı tiyatro adamı: tiyatro yönetmeni, oyuncu, eğitmen ve yönetici; günümüz avangard deneme tiyatrosunun önde gelen temsilcilerinden. Krakau, Moskova ve Çin’de öğrenim gördü; ilk sahne çalışmasını 1957’de gerçekleştirdi (Sandalyeler, ionesco); 1959’da Opole’de Ludwik Plaszen’le birlikte Yoksul Tiyatro kuramını geliştirecegi 13 Rzedows (13 Sıra) Laboratuar Tiyatrosu’nu kurdu; 1959’dan 1964’e kadar, klasiklerden metne karşı uygulamalar yaptı:
1960’ta Cam (Byron), Faust (Goethe), Mystere Bouffe (Mayakovski), Sakuntala (Kalidasa); 1961’de Hıristiyan tapınıyı grotesklestiren “Ataların Gecesi” (Mickiewicz), kahramanın tinsel söylencesini yeniden kurarak, kahramanın kendini ülkesi için feda etmesi hayallerini deliler evinde bir delinin karabasanları olarak veren Kordian (Slowacki), olayların Avrupa’nın mezarlığı Auschwitz’e aktarıldığı Akropolis (Wyspianki, 1962), 1963’te The Tragicai History of Doctor Faustus; 1965-73 arasında, bu uygulamaları çeşitlendi: Acropolis‘in daha başka çeşitlemeleri, işkenceyle öldürülen ermişi veren “Değişmez Prens” (Calderon/Slowacki), ve incil’ den, Kilise şarkılarından, Dostoyevski, Eliot ve S. Weil’den alıntılardan yararlanan ortak sahne eylemi, Apocalypsis cum figuris (1971).
Apocalypsis cum figuris’le birlikte, topluluğun İran, Lübnan ve Latin Amerika’da gezici etkinliklere çıktığı “parateatral arayış” dönemi başlar (1970- 71). 1975’ten sonra, Grotowski, (sanat, felsefe, sosyoloji, antropoloji, ökoloji, ve psikoloji gibi) çesitli bilimlerin ara sınırlarında yer alan “post-teatral” eylemler gerçekleştirmeye yönelmiş; buysa tiyatro laboratuarı çalışmalarının çok yönlü etkinliklere bölünmesine yol açmıştır: “Teori ve Grup Analizi Laboratuarı” (yön. Flazsen), “Olaylar Metodiği Laboratuan” (yön. Z. Cynkutıs), “Çalışma Bulusması Laboratuarı” (S. Scierski), “Uluslararası Stüdyo” (Yön. Z. Spychalski); bu bağlamda, en önemli “projeler” arasında sunlar yer almaktadır: “Arı Kovanı” (Uluslar Deneysel Tiyatro Üniversitesi, Wroclaw, 1975), “Girışim Yığını” (1975).
1984'te, 25. yılında Tiyatro Laboratuarı kapanmıştır.

Grotowski, "Yoksul Bir Tiyatroya Doğru" başlıklı manifestosunu 1965 yılında yayınlamıştır. Sahneleme ve oyunculuk teknikleri konusunda Grotowski'nin çalışmaları, çağdas tiyatronun evriminde oldukça belirleyici bir rol üstlenmiştir. Fiazsen, Cieslak ve Cygutis’in yer aldığı Grotowski atölye çalışmalarının günümüzde Batı’ da oyunculuk eğitimi üstünde etkisi gittikçe artmaktadır.

YOKSUL TiYATRO Kavramı ve OYUNCU


Grotowski için, 1959 yılında kurduğu Tiyatro Laboratuarı; fikirlerini uygulamaya dönüştürdüğü,deneysel çalışmalarına pratiklik kazandırdığı bir alan olmustur. Burada yeni bir tiyatro estetiğinin çalışmaları yapmış ve "Yoksul Tiyatro" kavramını ortaya koyarak şu ilkeleri açıklamıştır:

1-Oyuncunun başarıya ulaşması ancak seyirciyle karşılaşmasıyla , onunla içten , görünür biçimde ,herhangi bir yardımcının (Makyaj,Kostüm,Kamera,Dekor) ardına gizlenmeden doğrudan yüzleşmesiyle, bir başka deyişle onun yerine geçmesiyle olur.

2-Tiyatro, bir kışkırtma alanı ve dolayısıyla , oyuncu için de kendine ve başkalarına meydan okunan bir yerdir.

3-Oyuncu, yaratıcı, model ve yaratımdır. Oyuncu teşhirciliğe varacak kadar utanmaz olmamalı, "ruhun edimini" "resmetme" yoluyla değil, kendi organizması aracılığıyla yerine getirmelidir.

4-Oyuncuya yaratım süresi boyunca , buna inanmış, tüm benliği ile bağlanmış bir yönetmen yol gösterir. Özerkliğe saygı, disiplin şarttır.

5-Yaratıcı edimin oluşumunda en temel öğe,düzen ve uyumdur. Bunlar olmadan yaratıcı edimden söz edilemez.

6- Oyuncu, hammaddesini, vücudunu , yaratım süreci boyunca esnek olmaya, isteneni anında yapmaya ve dış uyaranlardan etkilenmemeye alıştırmalıdır.

7-Oyuncunun anlaması gereken şey, hiç kimsenin ona bir şey vermeyeceğidir. Tam tersine ondan birçok şey almayı , sıkı sıkıya bağlı olduğu şeyi, direncini, maskelerinin ardına saklanma eğilimini, vücudunun yaratıcı sanatının önüne koyduğu engelleri ve her zamanki iyi terbiyesini isteyeceğidir.

Doğu Tiyatrosu (Pekin,Japon No,Hint Kathakali) eğitim teknikleri, Dullin'in ritm alıştırmaları, Delsartre'ın dışa dönük ve içe dönük tepkiler üzerine incelemeleri, Stanislavski'nin bedensel eylemler çalışması, Meyerhold' un biyomekanik eğitimi ve Vakhtanghov'un sentezleri Tiyatro Laboratuarı'nın oyunculuk eğitim çalışmalarının belirlenmesinde etkili olmuştur.
Çalışmalarda varılmak istenen amaç kesinlikle diğerlerinden farklıdır. Oyuncuya bir dizi marifet ögretmek ya da içi numara dolu bir torba vermek istenmemektedir. Herşey, oyuncunun uç noktaya yönelen bir gerilimle, eksiksiz bir ******şla , kendi mahremiyetini çırılçıplak sergilemesiyle dışa vurulan "olgunlaşması" üzerine yoğunlaşmıştır.
Ögretmek amaç değildir, ruhsal sürece karsı oyuncunun gösterdiği organizmal direncin yok edilmesi hedeflenir. Sonuç, iç dürtü ve dış tepki arası zaman farkından öylesine kurtulmaktır ki, dürtü çoktan dış tepkiye dönüşür. Beden ortadan kaybolur. Seyirciyse bir dizi dürtü dışa vurumu ile karşılaşır. Yöntem, hünerler koleksiyonu değil, engellerin ortadan kaldırılmasıdır , via negativa'dır.(negatif yöntem)
Oyuncu, kendine "nasıl yaparım?" sorusunu değil, "neyi yapmam?" sorusunu sormalıdır. Tüm çalışmalar oyuncunun kendi olanaklarını keşfi içindir, oyuncu iyi bir araştirmacı olmalıdır. Vücudunun tüm anlatım dillerine hakim olmalıdır oyuncu; yalnız, hakimiyet bilinçdışıdır.
"Yoksul Tiyatro" kavramı oyuncu ve seyirciden ibaret oldugu için "yoksul" diye isimlendirilmiştir. Gösteri 'de oyuncu merkezdir. Oyuncudan ona ait en içsel olanı estetik biçimde dışa yansılaması beklenir. Rol, oyuncunun kendini sahnede gerçeklestirmesinde yalnızca araçtır. Aslolan insandır, yani yaşayan, oyuncudur. Oyuncunun yakalaması gereken, erimidir, rol bu erime aracılık eder. dışa yansılama oyuncunun kendinde keşfettiği gerçek ve net işaretlerle olur.
Temas, oyunda çok önemli yer tutar. Temas oyuncunun rol arkadaşını izlemesidir. Oyuncu rol arkadaşına bakmak zorunda değildir; izleme, rol arkadaşını hissetmeyle, algılamayla gerçekleşir.
Oyuncunun rol kişisini yaratırken mimikleriyle sabit bir maske oluşturması gerekir. Bu maske oyun boyunca oyuncunun yüzünde kalır. Aynı buruşuklukta yüz ile vücut jestleri ile çelişkiler olusturur. Çelişki, Grotowski'nin oyunculuk temrinlerinin de temel ögelerindendir. Oyun içinde de çelişkilere çoğu kez başvurulur. (Mesela;ayağın onayladığını kol reddeder.) Oyuncu yalnızca tek ses perdesinden konuşmaz, sesi oyun içinde çok kez değişir.
Oyuncu için gösteri bir tören, arınma ayini, kutsal bir görevdir. Oyuncu, seyirci karsısında kendisiyle yüzlesir. Seyirci de kendisini oyuncu aracılığı ile sorgulama fırsatı yakalar. Bu o an gerçeklesen tam bir paylaşımdır.
Bir oyuncu kesinlikle seyirciye oynamamalıdır,seyirciyle yüzleşme içinde olduğu mevcut durumda oynamalıdır. Seyirciye oynadığında gerçek dışavurum ortadan kalkacak, kalan yalnızca şov olacaktır.

SAHNELEME ANLAYIŞI


"Önceden bildiklerimi başkalarına öğretmek amacıyla bir oyunu sahneye koymam.Daha önce değil, oyun tamamlandıktan sonra daha bilge olurum.

"Bilinmeyene ulaşmayan bir yöntem kötü bir yöntemdir."

demiştir Grotowski. Aslında bu sözleri sahneleme anlayışına ışık tutmaktadır. Oyun, onun için de yeni bir deneyimdir; çünkü ,oyun çalışmalarında oyuncu, gösteride kendini gerçeklestirmeye hazırlanmaktadır. Erim, gösteride gerçeklesir.
Sahne araçları olabildiğince aza indirgenmiştir ; oyuncu ve seyirci en etkin konumdadırlar. Diğer araçlar çok nadiren dahil edilmişlerdir, hepsi oyuncu üzerinden şekillenir.

-Oyun Metni

Tiyatro Laboratuvarı' nın ilk 5 yılı klasikler üzerinde çalışan Grotowski, sonraki yıllarda klasiklerle birlikte ulusal mitlere yöneldi. Mitlere ve geleneklere saldırılması gerektiğini, ancak bu sekilde özde olanın kavranabileceğini ve sorgulanabileceğini savunmuştur. En içte yer alan, koşulsuz kabul edilmiş olanla yüzleşme ile gerçek gelişime ulaşılabileceğini belirtmiştir. Ona göre her bir gösterim bir tedavidir. Toplu bir gelişimdir.
Tüm bu nedenlerden dolayı seçtiği metinler tabulardır, yıkılması gereken, yeniden yapılması gereken.
Oyun metnini aynen oynamanın, kolaj yapılmasının ya da yeniden uyarlanmasının edebiyatın sorunu olduğunu belirtir. Kendi önemsediğinin işe varolan sözcüklere anlamı sahnede vermek olduğunu söyler. "Bizim onlara ne anlam kattığımızdır önemli olan" der.

-Sahne,Mekan, Dekor ve Aksesuar

Bildiğimiz sekliyle sahne yoktur, oyunlar seyirciler ile oyuncuların iç içe geçtiği mekanlarda oynanmaktadır. (Örneğin: yemek odası olarak tasarlanmış bir mekan, uzunca 3 masa ,konuklar seyirciler.*Faustus) Özel bir dekor yoktur, sahnede var olan her şey (aksesuar) oyuncunun yaratıcılığına hizmet etmektedir. (Akropolis adlı oyunda soba boruları çok farklı şekillerde kullanılmış, bir sahnede bir oyuncunun evlendiği kişi olmuştur.)
Oyuncudan mekanı ve atmosferi tüm beden olanaklarıyla yaratması beklenir.

-Müzik

Oyuncular , sahnede kendi müziklerini yaratırlar. Ortaya çıkan her ses müziği oluşturmaktadır. inlemeler, işkence çekenlerin çığlıkları, vs. müziğin yerini almıştır.

-Makyaj

Oyunlar makyajsız oynanmaktadır, oyuncu mimik kullanımı ile gerekli ifadeleri verebilmelidir. Büyük ve net mimik kullanımları makyaj açığını kapatabilmektedir. Nadiren oyuncunun kendi olanakları ile ifade edemediği ya da yetersiz kaldığı durumlarda makyaj ile destek sağlanmaktadır.

-Işık

Özel bir aydınlatma söz konusu değildir, normal aydınlatma yapılır. Oyuncunun sabit ısık kaynakları altında ve gölgelerdeki serbest hareketi oyunculara yeni anlatım olanakları sağlamıştır.Oyuncuların kişisel teknikleri aracılığıyla, "aydınlık yayabildiği" , "tinsel bir ışık" kaynağına dönüştüğü ortaya çıkmaktadır.
Bir diğer önemli konu işe seyircinin aydınlatılmasıdır. Böylelikle seyirci de gösteride rol üstlenmiştir.

-Seyirci

Oyunlar belli bir seyirci kesimine hitap etmektedir. Bu ne parasal , ne de entellektüel duruma göre bir sınıflamadır. Bu kesim, kendini sorgulamaya, kendiyle yüzlesmeye hazır kesimdir.
Seyirci sayısı her oyun için oldukça kısıtlıdır, çünkü seyircinin konumlandırılması gereği belli miktarda seyirci oyuna dahil edilebilmektedir.
Sahne ve seyir alanı ayrımı ortadan kaldırıldığı için, her yeni yapımda oyuncular ve seyirciler farklı konumlandırılmıştır. Seyirciye her seferinde oyun içinde farklı edilgen roller verilmiştir. Oyuncular -aynı mekanda karma bulundukları halde- seyirciler yokmus gibi de oynamışlardir, seyircilerin oyun dışı bırakıldığı da olmuştur.( Değişmez Prens- Seyirciler tahta duvarla çevrili oyun alanını gizlice izliyor konumunda bırakılmıştır. Ahlak kurallarını çiğner durumdadırlar.)
Grtowski, seyirci ile araya büyük mesafe koymanın ruhsal yakınlığı ve özdeslesmeyi arttırdığını, mesafenin yok olması ile işe ruhsal olarak araya uçurumların girdiğini tespit etmiştir.

SON SÖZ
Grotowski ile Grotesk kavramı arasında düşünüldüğü gibi bir ilişki yoktur. Karşılaştırma yapılabilmesi ve Grotesk kavramının da daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla geniş bir açıklaması eklenmiştir.

-Grotesk, Tanımı

(Alm. Grotesk. Fr. grotesque, ing. grotesque, it. grotesco; grotta, grotte: antik saray mahzenlerinde rastlanan duvar resimleri): Tiyatro ve edebiyatta, gülünç olan ile acıklı olanın yan yana yer aldığı, tuhaflık ve çarpıcılık kertesinde zorlanmış bağdaşmaz komik hal; özel olan ile genel olanın uyuşmazlığından, paradokstan komik olanın çıkarılması; gerçekle ve mantıkla bağdaşmaz görünümü uyandıran tuhaf, çarpıcı, abartmalı ve şaşırtıcı durumlardan alışagelmedık gülünçlükler yaratan, daha çok duyumlara seslenen güldürü biçimi, bu biçime uygun oyun, oynayış ve oyuncu tipi. “Abartılmıs gerçekçilik” olarak Grotesk’te, çelişmelerde yatan komik vurgulanmakla birlikte, uyum olanağı dışarıda bırakılır. Bu nedenle, Grotesk, yaşanan gerçekle uzlaşmazlık, bağdaşmazlık gösteren oyunlarda kullanılır. Bu bağlamda, Grotesk, önce romantik bireyin toplum düzeniyle uzlaşmazlık içinde olduğu romantik tiyatroda görülür (Hugo: “ Grotesk, bütünün insanla artık uyuşmadığı yerde başlar”). 19. yüzyıl farsında (Nestroy, Gogol, Courteline) ele alınmış olan Grotesk, özellikle dışavurumcu tiyatroda (Wedekind, Sternheim, Kaiser, Brecht) özel bir anlatım aracı olarak kullanılmış, italyan grotesk tiyatrosunda başlı başına işlenmiş (Pirandello, Chiarelli) gerçeküstücü ve avangard tiyatronun (Jarry, Apollinaire, Ghelderode) başlıca öğelerinden biri haline gelmiş, saçma tiyatrosunda anlamlı bir biçimde ele alınmış (ionesco), paradokslar kuramının özü olmustur (Dürrenmatt). Bütün bu çesitli algılanış ve uygulanış biçimleri altında Grotesk’in
Ortak paydaşı, yabancılaşmış modern birey ile bireyin insani varlığına aykırı toplumsal düzen arasındaki uyuşmazlık, bağdaşmaz çelişkili varoluş halidir.


KAYNAKLAR:

Yoksul Tiyatroya Doğru -Jerzy Grotowski
Oyuncunun Gizli Sanatı -Eugenio Barba,Nicola Savarese
Mimesis 4 (Grotowski Özel Sayısı)
Mimesis 5
"Gölge Tiyatro" (Dergi)

www.gölgetiyatro.com
Adonis - avatarı
Adonis
Ziyaretçi
17 Ocak 2006       Mesaj #29
Adonis - avatarı
Ziyaretçi
forumda dolaşırken tiyatro severlerle karşılaşmak ilginç oldu. geleneksel hakkında bilgi istenmiş bir ara. hazırladığım bir ödev vardı onu ekleyeyim müsadenizle. daha kapsamlı bir şeyler yazarım isteyen olursa.

Karagöz


Karagöz Geleneksel Halk Tiyatrosu başlığı altında incelememiz gereken en önemli türlerden birisidir. Beyaz bir perdenin arkasına konulan bir ışıkla ve bu ışığın önünden geçirilerek perdeye aksettirilen şekillerle oynanır. Şekilleri hareket ettiren ve onlara ses veren “Hayali” adı verilen kişilerdir. Karagöz oyununun Türk Geleneksel Tiyatrosundaki yerini ve önemini belirtmeden önce bu oyunun ilk çıkış noktası hakkında ileri sürülen görüşleri incelemek yerinde olacaktır.

Gölge oyunun Ortaya Çıkışı
Gölge oyununun ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır.
Bir rivayete göre Çin hükümdarı Wu (M.Ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. Şav Wong adlı bir Çinli, hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar. Bir başka rivayete göre ise Hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda Java’ya geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmıştır.[1]
Bu ve bunlara benzer rivayetler Osmanlı’da da bulunmaktadır. Bunların en yaygını ise;
Sultan Orhan devrinde (1324-1362) Ulucami’nin inşaatı sırasında Bursa’da geçmiştir. Cami inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz (Hacivat) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır,bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş.(Bir rivayete göre ise Karagöz idam edilmiş, Hacivat ise hacca giderken yolda ölmüştür). Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacivat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir.[2]
Şeklinde ki rivayettir. İki rivayet arasında ki benzerlik daha sonra olanın öncekinden etkilendiğinin bir kanıtı gibi gözükmektedir.
Tabi ki rivayetler bununla sınırlı değildir. Yukarıdaki örnekler gölge oyunun batı doğu kökenli bir oyun olduğuna sonradan doğudan batıya doğru yayıldığına işaret etmektedir. Oysa oyunun batı kaynaklı olup sonradan doğuya doğru yayıldığını savunan görüşlerde vardır. Reich İ.Ö V.yy’dan beri kukla oyununun batıda çok yaygın olduğunu, bir çok eserde bu kukla oyunundan bahsedildiğini kanıt göstererek, oyunun batı kaynaklı olduğunu iddia etmektedir.
Prof. Dr. Metin AND, gölge oyununun Hindistan, Cava veya Çin’den çıkmış olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu Geleneksel Türk Tarihi adlı eserinde Asya’nın zengin gölge oyunu geleneğini kanıt olarak göstererek Reich’in bu görüşüne karşı olduğunu belirtmiştir. [3]
Karagöz oyununun doğuşundan sonra ele alınması gereken ikinci soru ise oyunun Türkiye’ye ne zaman ve hangi ülkeden gelmiş olduğudur. Tıpkı oyunun kaynağında olduğu gibi bu konuda da çeşitli görüşler ileri sürülmektedir.
Prof.Dr. Metin AND bu konuda üç görüşe yer vermektedir. Bunlardan zayıf olan olasılıklar ; Karagöz oyununun çingeneler vasıtası ile ülkeye girdiği ve Hindistan’dan Yahudiler eliyle İspanya’ya getirilmiş olan Bommalattams denilen oyunun XVI. yüzyılda ülkeye girmiş olduğudur. Birinci görüş Prof. Dr. AND tarafından sadece bir yakıştırma olarak görülmekte, ikinci ise kaynak yetersizliği yüzünden askıda kalmaktadır. [4]
Üçüncü görüş ise oyunun XVI. yüzyılda Mısır’dan gelmiş olduğunu belirten görüştür. Prof. Dr. AND bu görüşün kesin olarak kanıtlandığını söylemektedir ;
Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır’dan almışlardır. Mısır oyunlarında birbirinden kopuk sahneler bulunduğu için ilk başlarda Türk gölge oyunlarında da buna uyulmuştur. Ayrıca, Mısır gölge oyunlarında belirli, kalıplaşmış kişilere pek rastlanmaz. Nitekim 16. yüzyılda Karagöz ve Hacivat’ın adını pek duymayız. Böylece, Mısır’dan alınmış olan bu yeni oyuna zamanla Türk yaratıcılığı katılmış, çok renkli, hareketli bir biçim verilmiş, kesin biçimini aldıktan sonra da Osmanlı İmparatorluğunun etki alanı çevresinde yayılmıştır. Böylece gölge oyunu Mısır’a yani geldiği yere bu yeni biçimiyle dönüp yerleşmiştir. Nitekim bir çok gezgin, 19. yüzyılda Mısır’daki gölge oyununu anlatırken, bunun Karagöz olduğunu, Mısır’a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.[5]
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi Ekler bölümünde Karagöz’ün Türkiye’ye girişi başlığı altında verilmiştir.









Karagöz’ün Tiyatrodaki Yeri Ve İşlevi
Geleneksel Halk Tiyatrosu üst başlığı altında inceleyebileceğimiz Karagöz oyunu, halk çoğunluğunun beğenisine göre biçimlenmiş, kent halkının yaşam görüşünü, olaylar karşısındaki tepkisini eğlendirici bir şekilde yansıtan bir oyun türüdür. Prof. Dr. Sevda ŞENER ; Karagöz oyununun halkın günlük yaşamına ayna tuttuğunu, bu oyunlara bakılarak Osmanlı toplumunun kapalı mahalle yaşantısını, belli başlı toplum tabakalarını, bu tabakaları temsil eden kişileri anlayabileceğimizi söylemektedir. Oyun kişileri toplum yapısında yer alan sınıf ve zümrelerin temsilcileri durumundadırlar ve sınıfsal karşıtlıkları gösterecek özelliklerle donatılmışlardır. Sınıf, zümre, ırk, inanç, düşünce, yaşama biçimi farklılıkları bu karşıtlıklarla yansıtılır. Tipik özellikleri ile canlandırılmış olan oyun kişileri, yönetici kesimin ve aydınların halka, halkın yöneticilere ve aydınlara nasıl baktığını, azınlıkların, kadınların, çocukların toplum içinde hangi rolleri üstlendiklerini gösterir. Karşıtlıkları sergileyen davranışlar derinlemesine incelenmemişte olsa kışkırtıcıdır. Ortak değerlere ters düşenler kamu tarafından gülünçleştirme yolu ile cezalandırılmaktadır.[6]
Prof. Dr. Sevinç SOKULLU, Karagöz’ün; güncel yaşamın sorunlarını yansıtan, bu güncel gerçekle hem bir kent kesiminin töre ve göreneğini hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminin yankılarının bulunabileceği bir oyun türü olduğunu belirtmiştir. SOKULLU çalışmasında Karagöz oyununun beslendiği kaynaklar olarak; tarihsel olayları, masalları ve batı tiyatrosu konularını göstermiş, bunlara çeşitli örneklerde vermiştir. Örneğin Tuzsuz Deli Bekir tipinin on yedinci yüzyılda yaşamış ve sarhoşluğuyla ünlü Bekri Mustafa’dan esinlendiği rivayeti üzerinde durmuş, Kanlı Nigar oyununu örnek oyun olarak sunmuştur. [7]
Anlaşılıyor ki Karagöz, halkın güncel yaşamlarını ele alan ve toplumsal sınıfların belirgin bir şekilde ifade edildiği bir oyun türüdür. Yansıyan tipler temsil ettikleri toplum kesimlerini tanımlamakla beraber aynı zamanda da o kesimlerin belli değer yargılarına işaret etmektedirler. Yavuz PEKMAN kitabında Şerif MARDİN’in şu görüşlerine yer vermektedir.
“Bir sultanın ve sarayın etrafında toplananların hayatı, diğeri de çevrenin hayatı. Burada çevre kelimesi aşiret alıntılarını, köylüleri ve hatta İstanbul’da ki alt sınıfları kapsayabilecek bir genişlikte kullanılmıştır. Bu ikili gurubun en belli başlı özelliği, birinin vergi toplayıcılarından diğerinin de vergi ödeyicilerinden meydana gelmesidir. Bu temel iktisadi fark nedeni ile, metropolle çevrenin kültürü birbirinden ayrı olarak belirginleşti. Bir yandan sarayın ve yönetici seçkinlerin kültürü, öte yandan çevre’nin , yani kitlenin kültürü. Sarayın kültürü, askeri ve bürokratik görevlilerden oluşan dar bir çevre ile kısıtlanmıştı. Önemli din adamları da, biraz ayrı olmalarına rağmen, bu guruba dahildiler.”
“ Osmanlı kültürel yapısı çok zayıf bağlarla birbirine bağlı ve semboller alanından birbirinden kesinlikle ayrılmış iki guruptan oluşuyordu… Kitleler halk kültürünü küçümseyen insanlar tarafından yönetildiklerinin farkındaydılar. Kitleler, yöneticilerin küçümsemesine onlara alay ederek karşılık verdiler. Onları bu iki kültür arasında ki farktan yararlanarak bilgiçlik taslayan, alt sınıfları aldatmaya çalışan kimseler olarak gösterdiler. Türk gölge oyununda bu şarlatanları Hacivat canlandırır. Onun karşısında ise sokaktaki adamı temsil eden Karagöz vardır. Hacivat aslında kendisini yönetici sınıfından birsi olarak gösterebilmek için çapraşık ve anlaşılmaz bir dil kullanır.”[8]
Bu açıklamalar ışığında Karagöz oyununun aslında halkın kendini eleştirenleri gülünçleştirme yoluyla cezalandırdığı sonucuna varmak mümkündür. PEKMAN çalışmasında Karagöz ve diğer geleneksel oyunlarda yer alan Göstermeci Açık Biçim, Karşıtlıklar, Dil özellikleri, Taklit şekilleri, Müzik ve Dans Kullanımı, Toplumsal Eleştirinin boyutu, Açık Saçıklık konularını da ele almaktadır.




















Karagöz Oyunun Bölümleri [9]
Her Karagöz oyununu dört bölümden oluşur.
Mukaddime ( Öndeyiş) :
Mukaddeme sözlük anlamı olarak “Maksada girmeden önce söylenen söz” anlamına gelmektedir. Bu bölüm çeşitli bölümleri içerisinde barındıran bir bölümdür. İlk önce müzikle boş perdede göstermelik denilen çoğu kez oyunun konusu ile ilgili olmayan bir görüntü konulur. Bazı zamanlar ise konuyla ilgili olduğu da olabilir. Bundan sonra Hacivat perdenin solundan gelir ve bir semai okur. Bunu kimi kez bir ara semaisi izler. Semaisini bitiren Hacivat “hay Hak!” diyerek perde gazeline geçer.
Perde gazellerinde Karagöz oyununun bir öğrenek yeri olduğu, felsefi ve tasavvufi anlamı, kurucusunun Şeyh Küşteri olduğu belirtilmektedir.
Bundan sonra Hacivat secili (uyaklı bir nesir) anlatımıyla yakarır, ve bir beyit okur. Kendisine kafa dengi bir arkadaş arar. Hacivat “Yar bana bir Eğlence” dedikten sonra Karagöz indirilir. Karagöz ve Hacivat dövüşürler, Hacivat kaçar, karagöz boylu boyunca yere yatar ve seçili bir deyişle Hacivat’a veriştirir, bir tekerleme söyler.
Böylece mukaddime bölümü sona erer ve Muhavere bölümü başlar.
Muhavere (Söyleşme) :
Genel olarak muhavere, Karagöz oyununun iki baş kişisi olan Karagöz ile Hacivat arasında geçer. Muhavere ile fasıl arasındaki başlıca ayrım, birincinin salt söze dayandırması, olaylar dizisinden sıyrılıp, soyutlanmasıdır. Bunların görevi, Karagöz ve Hacivat gibi iki baş kişinin kişiliklerini, özelliklerini gerek ses, gerek yaradılış ve yetişiş bakımından birbirlerine karşıt düşen özlüklerini tanıtmaktır.
Muhavereler fasılla ilgili olan ve fasılla ilgili olmayan olarak iki ana gurup içerisinde incelenebilir. Bir çok muhavere konusu vardır. Akıl , Babam Öldü, Bekçi ve bunun gibi bir çok konu vardır. Bunların dışında birkaç özel muhavere çeşidine de rastlanmaktadır. Gel-geç muhaveresi (Karagöz’ün Hacivat’ın söylediği dizelere karşı saçma kelimeler uydurduğu muhavere çeşidi) ve Çifte Kavuklu Oyunu ( Karagöz’ün sahnede başka bir Karagöz bulması) gibi muhavereler bu özel muhavere çeşitleri için örnek teşkil etmektedir.
Ara muhaveresi de belirtilmesi gereken muhavere çeşitlerinden birisidir. Oyunu uzatmak amacıyla kullanılan ek bir muhavere’dir. Konu bakımından fasıldan bağımsızdır, bununla birlikte bu muhavere’ye üç, dört kişi katıldığı olur.
Yukarıdakilerden farklı olarak bir çok muhavere çeşidi ve konusu saymak mümkün olacaktır. Muhaverenin bitimin de önce Hacivat gider, Karagöz’de :
“Sen gidersin de beni pamuk ipliğiyle mi bağlıyorlar? Ben de gideyim idgaha, dolaba, dilber seyrine! Bakalım, ayine-yi devran ne suret gösterir. “der. Ve fasıl bölümüne geçilir.
Fasıl
Fasıl, oyunun kendisidir, burada Hacivat ve Karagöz’den başka oyunun çeşitli kişileri bir konu ve olaylar dizisinde gözükür, oyuna katılırlar.
Bitiş bölümü fasıl’ın sonunda bir ek bölümdür. Çoğu kez kısa tutulmuştur. Karagöz oyunun bittiğini duyurur, kusurlar için özür diler, gelecek oyunu haber verir. Karagöz ve Hacivat oyun sırasında kılık değiştirmişlerse, eski kılıkları ile perdeye dönerler, aralarında kısa bir söyleşme geçer, bu söyleşmede oyundan çıkacak öğrenekte belirtilir.




















Oyun Kişileri [10]
Karagöz
Oyunun baş kahramanıdır. Okumamış bir halk adamıdır. Hacivat’ın kullandığı ağdalı kelimeleri çoğu zaman anlamaz ya da anlamazdan gelir. Onunla alay eder. En önemli özelliklerinden birisi her şeye burnunu sokmasıdır. Karagöz oyununda Karagöz, Orta Oyununda Kavuklu karakterleri oyunun komedi malzemesini oluşturan en önemli kişilerdir. Karagöz çoğu zaman işsizdir. Hacivat’ın bulduğu işlerde çalışır.
Hacivat
Tam bir düzen adamıdır. Nabza göre şerbet verir, eyyamcıdır.Kişisel çıkarlarını her zaman ön planda tutar.Az buçuk okumuşluğundan dolayı yabancı sözcüklerle konuşmayı sever. Perdeye gelen hemen herkesi tanır, onların işlerine aracılık eder. Alın teriyle çalışıp kazanmaktan çok Karagöz’ü çalıştırarak onun sırtından geçinmeye bakar.
Zenne : Oyundaki bütün kadın tiplere istisnasız olarak Zenne denir. İçinde basitte olsa entrika unsuru olan oyunlarda bu unsuru mutlaka yaratan kişi olurlar.
Arnavut : Cahil fakat dürüst bir tiplemedir. Öfkelenmediği zamanlarda dilinin döndüğünce nezaketle konuşmaya çalışır. Zaman zaman mübalağa ettiği görünür.
Çelebi : İstanbul ağzı ile kusursuz bir Türkçe konuşur.Bazı oyunlarda zengin bir bey, bazı oyunlarda bir mirasyedi, bazı oyunlarda ise zevk düşkünü bir çapkındır. Nazik ve çıtkırıldım bir tiptir.
Yahudi : Oyunlarda karşımıza Eskici, Kuyumcu yada sarraf olarak çıkar. Elinde “Tevrat” olduğu halde meyhaneye gelir. En belirleyici özelliği cimriliğidir.
Kayserili : Tüccardır. Kurnazlığı ve becerikliliği ile ön plandadır. Bundan doğan mağrurluğu küstahlığa kadar varabilir.
Türk (Hırbo) : Saf bir orta Anadolu köylüsüdür. Belli bir meslek belirlemesi yoktur bu tip için, hemen hemen her oyunda başka bir meslektendir.
Denyo : Bir İstanbul mahallesinde halkın merhametine sığınmış, bunun karşılığında onlara küçük hizmetlerde bulunan bir meczup tipinden çok, mahallelinin acıma duygusunu ve hoşgörülülüğünü karşısında bu hisleri istismar edecek kadar şımarmış ve yüzsüzleşmiş, küfürbaz, küstah ve arsız bir mahalle çocuğudur.
Acem : Halıcılıkla uğraşan zengin İranlı tipleme.
Kürt : Çocuksu, munis, geçim ehli bir karakter olarak temsil edilir.
Laz : Karadenizli, çabuk çabuk konuşan ağzı kalabalık bir tiplemedir.
Matiz : Matiz çingenece sarhoş demektir. Matiz,zeybek,efe,sarhoş,külhanbeyi tiplerinin hepsi yaklaşık olarak aynı tiplerdir.(Bekri Mustafa, Bekri Veli, Sakallı Deli, Hımhım Ali, Hovarda Çakır, Kırmızı Suratlı Bakır, Burunsuz Mehmet, Çopur Hasan, Cingöz Mustafa)
TUZSUZ DELİ BEKİR: Bir elinde içki şişesi,bir elinde tabanca ya da kama vardır.Olayların karmaşıklaştığı anda gelip kaba kuvvetle olayı çözer.
Diğer tipler :
BOLULU AŞÇI, RUM, İMAM, RUM DOKTOR, ÇERKEZ, HAHAM, RUMELİLİ, ARAP, ZENCİ, DOKTOR, HACIVAT’IN KIZI, KÜLHANCI, ERMENİ, AYVAZ SERKİS, KİLCİ, KARAGÖZ’ÜN OĞLU-(YAŞAR), SÜNNETÇİ, FRENK, HACIVAT’IN OĞLU-(SİVRİKOZ), HOKKABAZ, ÇENGİ, CAMBAZ, KÖÇEK, SOYTARI, CİNLER, ŞİRİN’İN ANNESİ, AŞIK HASAN, CAZULAR, TULUMBACILAR, FERHAT, İSKELE KAHYASI, DEDİĞİGİBİ, DELİLER, KEKEME, DEMELİ, CURCUNABAZLAR, CANAN, DANSÖZ, *** ANA, SEYMENLER, TAVTATİKÜTÜPATİ, TAHİR, ÇİNGENE, BEKÇİ, SATICILAR, ARNAVUT.
Oyundaki kişilere bakıldığı zaman halkın neredeyse her kesiminden insanlar olduğu göze çarpmaktadır. Bu noktada Prof. Dr. Sevda ŞENER’in oyun hakkında söylediklerini hatırlamamız yerinde olacaktır. “Oyun kişileri toplum yapısında yer alan sınıf ve zümrelerin temsilcileri durumundadırlar ve sınıfsal karşıtlıkları gösterecek özelliklerle donatılmışlardır. Sınıf, zümre, ırk, inanç, düşünce, yaşama biçimi farklılıkları bu karşıtlıklarla yansıtılır. Tipik özellikleri ile canlandırılmış olan oyun kişileri, yönetici kesimin ve aydınların halka, halkın yöneticilere ve aydınlara nasıl baktığını, azınlıkların, kadınların, çocukların toplum içinde hangi rolleri üstlendiklerini gösterir.”.












Bahçe Sefası yada Karagöz’ün Başına Gelenler Oyunu[11]
Oyun tüm karagöz oyunlarında olduğu gibi dört bölümden oluşmuştur. İlk bölüm olan Mukaddime’de Hacivat sahneye gelir ve Semai okur. “Hay Hak!” dedikten sonra perde gazeli bölümüne geçer. Bahçe oyununda perde gazeli yine perdenin tasavvufi ve öğretici yönünden bahsetmektedir. “ Görünen güzellikler, yarattığı şekillerin sembolüdür; hakikat perdesi, tanrının ezeli hükmünden başka bir şey değildir.” kelimeleri ile başlar gazel. Ve teganniye ile son bulur. Karagözle kavgalarının ardından Hacivat gider. Muhavere bölümüne girilir.
Bahçe oyununda ki ilk ara muhaverenin çeşidi Çifte- Karagöz olarak adlandırılır. Sahnede iki karagöz birbirleri ile karşılaşırlar. Karagözlerden birisinin kaybolmasıyla ara muhavere sona ere ve muhavere bölümüne geçilir. Bahçe oyununda Muhavere bölümünde Karagöz Beyoğlu’nda dayak yiyişini anlatır. Tiyatroda rezalet çıkaran Karagöz’ün yediği dayak konu edilir.
Oyunun esas bölümü olan Fasıl bu iki bölümden sonra gelmektedir. Fasıl bölümünde bulunan tipler sırasıyla ; Karagöz, Hacivat , Karagöz’ün karısı, Çelebi, Acemler, Zenneler , Yahudi ve Bekçidir. Bu tiplerin taşıdığı özellikler oyun kişileri bölümünde ele alınmıştır. Olay dizisine baktığımız zaman her şeyin Çelebi’nin Hacivat’a bahçesini emanet etmesiyle başladığını görürüz. Karagöz bunları camdan duyar ve altınların peşine düşer. Hacivat Karagöz’ün oyununa gelmez, altınlarını kaptırmadığı gibi Karagöz’ü bahçeden de atar. Daha sonra Acem Bahçeye girmek için Hacivat’a bin dinar verir. Karagöz bu paranın da peşine düşer fakat alamaz Hacivat’ın elinden. Üstelik yine tekme tokat kovulur bahçeden. Bu noktadan sonra Karagöz bahçeye girmenin yollarını aramaya başlar. İçeriye giren acemlerle girmeyi dener, eşeğinden olur sopa yer, içeriye girmeye çalışan zennelerle girmeyi dener, sopa yer, Yahudi’yle girmeyi dener sopa yiyip dışarı atılır. Daha sonra çaldığı zurna sayesinde bahçeye davet edilen Karagöz önce nazlanır girmez. Daha sonra da bahçede içki içip rezalet çıkarır. Kaçanlar tarafından ezilen karagöz ölür. Borçları alacağından fazla olduğu için dirilir.
Bitiş bölümünde Karagöz Hacivat’a saldırır. Hacivat çıkar. Karagöz bir sonraki oyunun duyurusunu yapar ve oyun burada sona erer.









Kaynakça
AND, Metin; Geleneksel Türk Tiyatrosu, Bilgi Yay.,1969
KUDRET, Cevdet; Karagöz , Cilt I, Bilgi Yay. , 1970
PEKMAN, Yavuz; Çağdaş Tiyatromuzda Geleneksellik, Mitos&Boyut Yay
SEVİLEN, Muhittin; Karagöz, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay., Ankara
SOKULLU, Sevinç; Türk Tiyatrosunda Komedyanın Evrimi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara,1993
ŞENER, Sevda; Cumhuriyetin 75 Yılında Türk Tiyatrosu, İş Bankası Kültür Yay.,
TÜRKMEN, Nihal; Orta Oyunu, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. , İstanbul, 1991
Web :
http://www.karagoz.tiyatrosu.com/














Ek
Karagöz’ün Türkiye’ye Girişi
Gölge oyununun Türkiye'ye nerden,nasıl ve ne zaman girdiğine gelince, Birçok yazar ve incelemecinin daha sonra çürütülen görüşlerine bakılırsa, gölge oyunu Türkiye'ye Ortaasya'dan İran yoluyla gelmiştir. Ve XVI yüzyıldan çok öncedir. Kimi de Evliya Çelebi'deki hiçbir temeli olmayan söylentiye kanarak bunu Selçuklu çağına uzatmaktadır.Bu incelemecileri yanıltan her şeyden önce "hayal" sözcüğü olmuştur. Orta Asya'daki ipli kukla türü olan "Çadır Hayal"i gölge oyunu sanmışlar, XVI yüzyıldan önce eski metinlerde sık sık rastlanan ve kukla anlamında kullanılan "hayal" sözcüğünün gölge oyununa bir anıştırma olduğunu sanmışlardır. (Metin And, 100 Soruda Türk Tiyatrosu Tarihi, İstanbul 1970 )

XVI. yüzyılda Mısır'dan gelmiş olduğu üzerine kesin bir kanıt vardır. İlk kez profesör Jacob'un ilgimizi çektiği bu kanıt, Arap talihçisi Mehmed bin Ahmed bin İlyas-ül Hanefi'nin "Bedayi-üz-zuhür fi vekaayi-üd-dühur adlı Mısır tarihindedir. Bu eserin birkaç yerinde gölge oyunuyla ilintili yerler vardır. Mesela; Sultan Melik-ün Nasirüddin Muhammed'in gölge oyuncusu Ebul-Şer'in gösterisiyle eğlendiği belirtilmektedir. Bir başka yerde de, yalnız Ramazan'da olmayıp bütün yıl boyunca oynatılan gölge oyununun 9 Zilhicce 924'te yasak edildiği bildirilmiş, bunun gerekçesi olarak Osmanlı askerlerinin bu temsillerden dönen seyircileri soydukları, aralarındaki kız ve erkek çocuklarını kaçırdıkları gösterilmiştir.Bu kaynağın konumuzla ilintili yerine gelince, 1571'de Mısır'ı ele geçiren Yavuz Sultan Selim,Memluk Sultanı II. Tumanbay'ı 15 Nisan 1517'de astırmıştı. Cize'de, Nil üzerinde,Roda Adası'ndaki sarayda bir gölge oyuncusu, Tumanbay'ın Züveyle kapısında asılışını ve iki ipin,iki kez kopuşunu canlandırmış,sultan bu gösteriyi çok beğenmiş, oyuncuya 80altın ve işlemeli kaftan armağan ettikten sonra "İstanbul'a dönerken sen de bizimle gel, bu oyunu oğlum da görsün,eğlensin" demiştir.

Bunu destekleyen başka kanıtlara geçmeden önce Mısır'daki gölge oyununun XVI. yüzıldaki Türk Gölge Oyunuyla ortak noktalarının bulunup bulunmadığını görelim. Mısır'da XI.,XII. Ve XII. yüzyıllarda gölge oyunu bulunduğunu biliyoruz. XIII. yüzyıldan Mehmed bin Danyal bin Yusuf'un yazdığı manzum ve uyaklı nesirle üç gölge oyunu metni bulunmaktadır.

Bunlardan birisinin adı Tayf-ül-hayal'dir. Başı tıpkı Karagöz'de olduğu gibi şarkı,seyircilere teşekkür,Tanrı'ya yakarış ve hükümdar için dua bölümlerini içine alır. Oyunun konusu Şinasi'nin "Şair Evlenmesi"ni çağrıştırdığı gibi, Karagöz dağarcığının çok tanınmış oyunlarından "Büyük Evlenme"ye de yakınlığı vardır.Oyunun baş kişileri Garib ile Acib'dir.Garib kurnaz, yoksul! Acib ise Allah'a şarabı yarattığı için dua eden, dilencileri isteklendiren bir sözendir. Bunlar tıpkı Karagöz ve Hacivat gibi karşıt kişilerdir.

Mısır gölge oyununda belirli kalıplaşmış kişilere, tiplere pek rastlanmaz. Nitekim XVI. yüzyılda Karagöz ve Hacivat'ın adını duymayız. Böylece, Mısır'dan alınmış olan bu yeni oyuna zamanla Türk yaratıcılığı katılmış; çok renkli, hareketli, özgün bir biçim verilmiş, kesin biçimini aldıktan sonra da Osmanlı İmparatorluğu'nun etki alanı ve çevresinde yayılmıştır. Böylece "Gölge Oyunu" Mısır'a yani geldiği yere bu yeni ve gelişmiş biçimiyle dönüp yerleşmiştir. Nitekim birçok gezgin ,XIX yüzyılda Mısır'daki gölge oyununu anlatırken, bunun Karagöz olduğunu, Mısır'a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.

Gölge oyununu en geniş ve ayrıntılı bir biçimde anlatan belgelerden biri 1582 şenliğini anlatan Surname-i Hümayun'dur.Bu esein birçok yerinde "hayalbazan" deyimi geçer. Bu deyim;belki kukla,belki de bir başka oyunun adıydı.Profesör Jakob bu kaynağı bilmemekle birlikte aynı şenliğin görgü tanıklarından bir yabancının anlatılarına yer vermiştir. "Biri altı tekerlek üzerinde tahtadan bir küçük baraka veya sahneyi ortaya getirdi. Bunun önünde keten bezinden bir perde, içinde ise birkaç ışık vardı, birisi görüntüleri ışıklarla perdeye yansıtarak bunları oynatıyordu. Bunlardan başka, iki kişi parmaklarıyla dilsiz gibi işaretleşip konuşuyorlar, buna yakın şeyler yapıyorlardı. Biri kovalıyor ve koşuyordu vb. Bunların tümünü seyretmek, bu görüntüleri oraya buraya çeken ipler gözükmese,çok hoşa gidecekti" Metinde görüntülerin iple oynatıldığı belirtilmektedir. Ancak tanıklar bunları oynatan sopaların gölgesini ip sanmış olabilirler.

Gölge oyununun 1517 yılında Türkiye'ye girdiğini kabul edersek, 1582 şenliğine değin bizde de bu alanda sanatçı yetişecek elli yılı aşkın bir süre geçmiştir.

XVII yüzyılda ise artık Karagöz'ün kesin biçimini aldığını biliyoruz. Bu yüzyılda Evliya Çelebi gölge oyunu üzerine kesin bilgi verdiği gibi, Türkiye'ye gelen gezginler de Karagöz oyununu anlatmaktadırlar. Bunlardan Pietro della Valle, Ramazan'da kahvelerde, çeşitli soytarı ve oyuncuların yanısıra, geriden aydınlatılmış bir perde veya boyanmış bir kağıt üzerinde gölgelerin oynatıldığını, bunların kendi ülkesi İtalya'da ,Napoli'deki saray önündekilerden veya Raoma'da Navone Meydanı'ndakilerden değişik olarak sözlü olduklarını, bunları oynatanın sesini değiştirerek çeşitli dilleri ve ağızları taklit ettiğini, kadın-erkek ilişkilerinin büyük bir açık-seçiklikle gösterildiğini,bu konuların böyle bir dinsel bayramda ve genel yerler için aşırı utanmasız olduğunu belirtiyor.

Bu yüzyılda en çok bilgi Evliya Çelebi'de buluyoruz. Onun kitabında ilk kez Karagöz ve Hacivat'ın adları anıldığı gibi, oyun konuları, oyunun özellikleri, perde gazelleri,çağın ünlü oyuncuları üzerine bilgiler de buluyoruz.

Evliya Çelebi iki çeşit gölge oyunu oynatıcısı sayıyor: "Pehlivan-ı şebbaz" yani "Hayal-i zılciyan" ve "Hayal-i zıll-i tasvirciyan" Ancak bunların tanımlamasını yapmıyor. Bu bakımdan Evliya Çelebi'nin 1834'te yayımlanmış İngilizce çevirisi belki yardımcı olabilir. Bu çeviri kesin olarak kabul edilmese de bir ipucu verebilir. Çeviri "Hayal-i zılciyan"ı , "Hayal-i zıll-i tasvirciyan" ı ise < geceleyin ombresgic lantern ile gösterenler > diye karşılıyor. Çeviri doğru ise, birincisi Karagöz gibi perde arkasından oynatılmış oluyor, ikincisi ise sinema gibi karşıdaki perde üzerine yansıtılıyor.

Bir tartışma konusu da, Karagöz ve arkadaşı Hacivat'ın yaşamış gerçek kişiler olup olmadığıdır. Gölge oyununun bu iki kahramanı halkın gönlünde yüzyıllarca öyle yerleşmişlerdir ki, halk onları gerçekten yaşamış kişiler olarak görmek istemiştir.Bu bakımdan bir takım söylentilerde onların gerçekten yaşadıkları ileri sürülmüştür. (Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, İstanbul 1985 )

Bu söylentilerden birine göre; Sultan Orhan (hük.1239-1254) devrinde Bursa'da bir camii yapımında Karagöz demirci, Hacivat da duvarcı olarak çalışıyormuş. İkisi arasında her gün sürüp giden nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler, işlerini güçlerini bırakıp onların çevresinde toplanır, bu yüzden de yapım işleri ilerlemezmiş. Bunu öğrenen Sultan Orhan, Karagöz ile Hacivat'ı öldürtmüşse de, bir süre sonra iç acısı çekmeye başlamış; padişahın acısını dindirmek isteyen Şeyh Küşteri bir perde kurdurmuş, Hacivat'la Karagöz'ün deriden yapılmış tasvirlerini perde arkasında oynatıp onların şakalarını tekrarlayarak padişahı avutmuş. ( Çin söylentisinde, ölen karısına acınan imparator Wu'yu avutmak için perde arkasından bir kadın geçirme olayı ile bu Türk söylentisi arasındaki benzerlik, ayrıca dikkate değer.)

(CevdetKudret,Karagöz,Ankara1968)

İkinci söylentiyi Evliya Çelebi'de buluyoruz: Ona göre, Efelioğlu Hacı Eyvad, Selçuklular çağında Mekke'den Bursa'ya gidip gelen Yorkça Halil diye tanınmış biridir. Bu yolculuklardan birinde kendisini Eşkıyalar öldürmüştür. Karagöz ise İstanbul Tekfuru Konstantin'in seyisi olup Edirne dolaylarında Kırk Kilise'den Kıpti Sofyozlu Bali Çelebi'ydi, yılda bir kez Tekfur kendisini Alaeddin Selçuki'ye gönderdiğinde Hacivat ile buluşup konuşurlardı. Hayal-i zıll sanatçıları onların söyleşmelerini gölge oyunu olarak oynatırlardı. Evliya'nın kendi çağından şöyle bir dört yüz yıl öncesinin olayları üzerine vereceği bilgi ne denli doğru olabilirse, bu söylenti de o denli güvenilebilir.Elde güvenilir bir kaynak olmadıkça Karagöz ve Hacivat'ın ne yaşadığı, ne de yaşamadığı yolunda bir sonuca ulaşabiliriz. Netekim günümüze dek Karagöz'ün gerçek veya yapıntı bir kişi olup olmadığına dair basında uzunca tartışmalar olmuş. Bu tartışmalardan birinde Filibeli Mithat Beyin Bursa Belediye Başkanı Muhittin Beye bir mektubu yayınlanmıştır.

Mektup sahibi 1333 yılında Hisar'daki Ortapazar medresesi kitaplığında, "Hayat ve menakıb-i Kara Oğuz ve Hacı Ehvad" adında bir kitabın bulunduğunu, sonra bir yangında yanmış olduğunu, Bursa'da Sahaflar Çarşısı'nda oturan kahveci Şeyh Hakkı Efendi'nin Karagöz'ün Orhaneli ilçesinde Karakeçili aşiretinden < Kara Oğuz > adını taşıyan bir köylü olduğunu söylediğini, fakat bu adın daha sonra < Kara Öküz > e çevrildiği, arkadaşı < Hacı Ahvad > ile birlikte düzenledikleri oyunların Şeyh Küşteri'nin ilgisini çektiğini ve ü "Karagöz"e çevirdiği ileri sürülmüştür.
[12]











[1] SEVİLEN, Muhittin; Karagöz, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay., Ankara,

[2] A.g.e

[3] AND, Metin; Geleneksel Türk Tiyatrosu, Bilgi Yay.,1969

[4] A.g.e sf 112

[5] A.g.e

[6] ŞENER, Sevda; Cumhuriyetin 75 Yılında Türk Tiyatrosu, İş Bankası Kültür Yay.,

[7] SOKULLU, Sevinç; Türk Tiyatrosunda Komedyanın Evrimi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara,1993

[8] PEKMAN, Yavuz; Çağdaş Tiyatromuzda Geleneksellik, Mitos&Boyut Yay.,

[9] AND, Metin; Geleneksel Türk Tiyatrosu, Bilgi Yay.,1969

[10] TÜRKMEN, Nihal; Orta Oyunu, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. , İstanbul, 1991

[11] KUDRET, Cevdet; Karagöz , Cilt I, Bilgi Yay. , 1970

[12] www.tiyatronline.com
YaKaMoZcuk - avatarı
YaKaMoZcuk
Ziyaretçi
20 Ocak 2006       Mesaj #30
YaKaMoZcuk - avatarı
Ziyaretçi
Kültür tarihinin ayrılmaz bir parçası olan tiyatronun büyük evrimler geçiren insanoğlunun ve değişerek gelişen toplumların açısından ele alınması gerekiyor .Tiyatro ,bir çoğunluk sanatı olduğu için gelişimiyle sıkı sıkıya içinde bulunduğu çevrenin siyasal ve kültürel özelliklerine bağlıdır.Tiyatro ,bütün edebiyat ve sanat kollarından halk çoğunluğuna daha yakın, üstelik güncelliği (aktüelliği) ile yaşayabilen bir sanattır.Tiyatro bugünün yaş*****,bugünün insanını göstermek zorundadır.Tiyatro seyircisine o anda yönelirken,ona içinde bulunduğu dünyanın ve yaşamın gerçeklerini,doğrularını göstermekle anlatmakla ve yorumlamakla görevlidir.Tiyatro,bir hayat bilimidir.Kaynağını,durmadan gelişerek ileri giden hayat olayından alır.Tiyatro,insanın özünü araştırırken,düşünce ve kültür tarihinin durmadan değişen biçimlerine uyarak çağların profil değişimine,düşünce ve yaşam biçimlerine,dinsel,siyasal ve toplumsal gelişmelere sıkı sıkıya bağlı kalır ; çünkü ancak bu devinim içinde insan yaşamının temel sorunu kavranabilir duruma gelir.
( Kaynak; Özdemir Nutku'nun DÜNYA TİYATROSU TARİHİ kitabı )
Son düzenleyen YaKaMoZcuk; 20 Ocak 2006 18:55

Benzer Konular

11 Aralık 2012 / Misafir Sanat
22 Ocak 2008 / Misafir Sanat
22 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
21 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Sanat
21 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Taslak Konular