Kan Nakli (Kan Transfüzyonu)
Bu maddedeki yazılar yalnızca bilgi verme amaçlıdır. Yazılanlar, doktor uyarısı ya da önerisi değildir.
Hastanın kan kaybını karşılamak üzere bir toplardamar aracılığıyla vücuda kan verilmesine kan nakli denir. Kan nakli düşüncesi ilk kez 17. yüzyılda ortaya atıldı ve İngiltere'de Richard Lower tarafından 1665'te köpeklerde denendi. İnsanlardaki ilk kan nakli uygulamalarında da hayvan kanı kullanıldı, ama zararlı etkileri görüldüğü için vazgeçildi. İnsandan-insana ilk kan naklini ise 1818'de Londralı bir doktor gerçekleştirdi.
Kan naklinde en büyük sorun, vericinin kan hücrelerinin alıcının kan hücrelerini yok etmeye çalıştığı "kan uyuşmazlığı"dır. Bu olayın nedeni ancak 1920'lerde, Avusturyalı bilim adamı Kari Landsteiner'in insandaki kan gruplarını bulmasıyla anlaşıldı. Landstei-ner insanlarda dört kan grubu olduğunu saptayarak bu grupları 0, A, B ve AB olarak adlandırdı. 1940'ta ise kan uyuşmazlığında rol oynayan ikinci bir etkenin varlığı anlaşıldı. Bir insanın kanında Rh (rhesus) faktörü varsa kanı "Rh pozitif", yoksa "Rh negatif" olarak tanımlanır. Ayrıca, çok daha seyrek rastlanan başka altgrupların varlığı da saptandı. Bütün bu bulgular, vericinin kanı ile alıcının kanını önceden "karşılaştırarak" kan naklinde güvenilir sonuç alma olanağını sağladı. Kan grupları ve Rh faktörü bilinse bile, alıcıya verilecek kanın mutlaka o anda bir kez daha hastanın kanıyla karşılaştırılması zorunludur.
Kan naklinde en büyük gelişme 20. yüzyılda, savaşlar nedeniyle oldu. I. Dünya Savaşı'nda (1914-18) kan nakli yaygınlaştı ve vericilerden alınan kanları "kan bankaları"nda saklama düşüncesi doğdu.
Hastaya kan verilmesini gerektirecek kadar önemli kan kayıpları genellikle ağır kazalarda, atardamar yaralanmalarından ileri gelir. Uzun süren kalp ameliyatları gibi büyük ameliyatlarda da litrelerce kan gerekebilir. Bazen annesiyle kan uyuşmazlığı olan bebeklerin kanını doğumdan hemen sonra, hatta doğumdan önce tümüyle değiştirmek zorunluluğu doğar. Ayrıca bazı kan hastalıklarında da tek çare kan vermektir.
Bütün bu kan gereksinimi genellikle gönüllü vericilerden karşılanır. Vericiler, alıcılara hastalık bulaştırmayacak sağlıklı kişiler olmalıdır. Vericiden kan alınmadan önce hangi gruptan olduğu belirlenir ve kullanılacağı ana kadar kan bankalarındaki soğutucularda dondurularak saklanır. Bu arada pıhtılaşmayı önlemek için gerekli maddeler eklenir ve çeşitli kan hastalıklarında kullanmak üzere değişik kan özütleri hazırlanır. Plazma, yani kan hücreleri ayrılmış olan kan sıvısı dondurularak toz haline getirildiğinde kandan çok daha uzun süre depolanabilir. Bu toz plazma kullanılacağı zaman sulandırılır ve içinde kan hücreleri olmadığı için kan grubuna bakılmaksızın herkese verilebilir.
Birisine kan verileceği zaman da önce alıcının kan grubu saptanır. Sonra kan bankasından aynı gruptan bir şişe kan alınır ve alıcının kan örneği ile karıştırılarak kan hücreleri arasında uyuşmazlık olup olmadığına bakılır. Eğer uyuşmazlık yoksa uygun bir toplardamara iğneyle girilerek, şişedeki kan incecik bir borudan hastanın damarına akıtılır.
Hemofili hastalarının kanında eksik olan pıhtılaşma etkeni (VIII. faktör) eskiden vericilerin kanından özütlenerek elde edilirdi. Oysa günümüzde genetik mühendisliğinin sağladığı olanaklarla bu madde laboratuvarda hiç kan kullanmaksızın doğrudan doğruya bakteriler aracılığıyla üretiliyor. MsXLabs.org & Temel Britannica
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 23:34