Arama

Avrupa Birliği'nin tarihçesi ve 2. Dünya Savaşı hakkında bilgi verir misiniz? - Sayfa 2

Güncelleme: 15 Mayıs 2009 Gösterim: 7.813 Cevap: 15
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
15 Mayıs 2009       Mesaj #11
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Helsinki Zirvesi Sonrası Yaşanan Gelişmeler
Türkiye’nin AB’ne adaylığının hukuki zeminini oluşturan Katılım Ortaklığı Belgesi ve Çerçeve Yönetmelik’in 2001 yılı başlarında AB Konseyince onaylanmasının ardından ülkemiz AB Müktesebatının Üstlenilmesine ilişkin Ulusal Programı 26 Mart 2001 tarihinde Komisyona tevdi etmiştir. AB ile ilişkilerimiz bu tarihten itibaren sözkonusu belgelerde kayıtlı önceliklerimiz kapsamında şekillenmeye başlamıştır. Ulusal Program, Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yeralan kısa ve orta vadeli önceliklere geniş bir şekilde cevap vermekte olup, Programın hayata geçirilmesi konusunda çalışmalar devam etmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Bu gelişmeleri takiben, 26 Haziran 2001 tarihinde 40. Ortaklık Konseyi, Lüksemburg’da toplanmıştır. Helsinki Zirvesi sonrasında gerçekleştirilen bu ikinci Ortaklık Konseyi toplantısında, Türkiye’nin AB’ye katılım-öncesi stratejisi çerçevesinde kaydedilen gelişmeler değerlendirilmiş, Türkiye’nin Topluluk programlarına katılımı, TAIEX’e tam erişim, Gümrük Birliği çerçevesinde ticari konuların düzenli olarak ele alınmasına yönelik istişare mekanizmaları oluşturulması gibi bir dizi önemli karar alınmıştır. Bir sonraki Ortaklık Konseyi toplantısının 16 Nisan 2002’de yapılması öngörülmektedir.
2001 yılı içinde Ulusal Program’da öngörülen önceliklerin gerçekleştirilmesi için çalışmalar her alanda sürdürülmüştür. Siyasi kriterler alanında en önemli gelişmelerden birini TBMM’de Partilerarası Uzlaşma Komisyonu tarafından Anayasamızda yapılması gerekli değişikliklerle ilgili olarak hazırlanan 37 maddelik bir Anayasa Değişiklik Paketi oluşturmaktadır. Sözkonusu değişiklik önerilerinin 22 adedi Ulusal Programımızda yeralan önceliklerle örtüşmektedir. TBMM Genel Kurulunda 3 Ekim günü yapılan oylamada 34 maddeye ilişkin anayasa değişiklikleri kabul edilmiştir. Temel hak ve özgürlükler alanında yapılması öngörülen diğer anayasa değişiklikleri hakkında yeni bir paket üzerindeki çalışmalar devam etmektedir.
Ekonomik alanda, son yaşanan ekonomik krizle mücadele etmek amacıyla birçok reform gerçekleştirilmiştir. Bu reformlar Ulusal Programımızın bu alandaki öncelileriyle de birebir örtüşmektedir. Aynı zamanda, müktesebat uyumu için AB Genel Sekreterliği eşgüdümünde ilgili kuruluşlarımızın kapsamlı çalışmaları da yıl boyunca devam etmiştir.
Öte yandan AB de, Türkiye’nin Topluluk programlarına katılımı ve mali işbirliğinin daha etkin ve düzenli işlemesi için gerekli olan Tek Çerçevenin tamamlanmasına yönelik çalışmalarını 2001 yılı süresince sürdürmüştür. Sonuçta ilgili kararlar 17 Aralık 2001 tarihinde Konsey tarafından onaylanmıştır. Bu çerçevede, bundan böyle Türkiye-AB mali işbirliğinde PHARE prosedürleri uygulanacaktır. Öte yandan Topluluk programlarına ilişkin Çerçeve Anlaşma’nın onaylanmasını takiben Türkiye 2002 yılından itibaren Topluluk programlarına katılabilecektir.
Laeken Zirvesi
14-15 Aralık 2001 tarihlerinde Brüksel/Laeken’de gerçekleştirilen AB Laeken Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi Türkiye-AB ilişkileri açısından olumlu geçmiş ve üyelik yolunda önemli kazanımlar sağlamıştır. Sonuç Bildirgesinin 12. paragrafında yeralan, ülkemizle tam üyelik müzakerelerinin açılmasına yönelik ifadeler çerçevesinde Türkiye’ye üyelik yolunda verilen perspektif bunların başında gelmektedir. Öte yandan AGSP konusunda tarafımızdan atılan adımlar ile Kıbrıs konusundaki son gelişmeler Türkiye-AB ilişkilerine olumlu yönde yansımıştır. AB’nin geleceği konusunda oluşturulan Konvansiyon’a diğer adaylarla eşit statüde katılımımız ise diğer bir olumlu gelişmeyi oluşturmuştur.
Avrupa’nın Geleceğine İlişkin Konvansiyon
Genişleme süreci kapsamında AB’nin gerçekleştirmesi gereken kurumsal reformları ele almak üzere Şubat 2000’de oluşturulan Hükümetlerarası Konferans (HAK) ve bunun bir sonucunu oluşturan Aralık 2000 tarihli Nice Zirvesi ile çalışmalar önemli bir mesafe katetmiştir. Bu konuda 19 Ekim 2001 tarihinde Belçika’nın Ghent şehrinde yapılan AB Gayrıresmi Hükümet ve Devlet Başkanları Zirvesinde, kurumsal reformlara ilişkin çalışmaları 2004 yılında sonuçlandıracak olan Hükümetlerarası Konferansla ilgili bir “Konvansiyon”un oluşumu ve çalışma usülleri ele alınmıştır. Konferansta, Konvansiyonun hazırlık sürecine üye ülkelerin ulusal parlamento ve hükümet temsilcileri, Avrupa Parlamentosu üyeleri, Komisyon temsilcileri ve sivil toplum örgütlerinin katılması, aday ülkelerin de Konvansiyona davet edilmesi Onbeşlerce kararlaştırılmıştır. Konvansiyon çalışmalarının Temel Haklar Şartı’nın statüsü, ulusal parlamentoların rolü, AB kurumları ve üye ülkeler arasındaki yetki paylaşımı, AB Antlaşmalarının sadeleştirilmesi konuları üzerinde yoğunlaşması öngörülmektedir.
Konvansiyon’un statüsü Laeken Zirvesinde yayınlanan bir Bildiri ile somutlaşmıştır. Buna göre Konvansiyon ilk toplantısını 1 Mart 2002’de yapacaktır. Aday ülkeler de üye ülkelerle aynı statüde Konvansiyon’a katılacak, bu çerçevede ülkemizden de biri hükümet temsilcisi, ikisi Parlamento üyesi olmak üzere üç temsilci sözkonusu oluşumda yer alacaklardır. Ancak aday ülkeler, üye devletler arasında oluşabilecek görüş birliğini engelleyemeyeceklerdir. Başkanlığına eski Fransa Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’in ve yardımcılıklarına eski İtalya Başbakanı G. Amato ve eski Belçika Başbakanı J.L. Dehaene’nin getirildiği başkanlık divanınca yönetilecek olan Konvansiyon, bir yıl sürecek çalışmalarının ardından Konsey’e, 2004 yılında düzenlenecek HAK’ta yararlanılmak üzere, tavsiye niteliğinde kararlar sunacaktır. Konvansiyon’a paralel olarak, Avrupa’nın geleceği tartışmasına tüm Avrupa vatandaşlarının katılmasının teminen geniş bir yelpaze içinde sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinden oluşacak bir forum teşkil edilmesi de kararlaştırılmıştır. Sözkonusu örgütlerin katkılarının tartışmaya girdi sağlaması benimsenmiştir. Avrupa’nın geleceği konusunda oluşturulan ve resmi bir statüye sahip olan Konvansiyon’a ülkemizin aktif olarak katılımı ve yapacağımız katkılar önem arzetmektedir

Tarama süreci
11 Nisan 2000 tarihinde, Lüksemburg’da yapılan Türkiye – Avrupa Birliği Ortaklık Konseyinde alınan karar uyarınca, AB müktesebatının analitik incelemesini gerçekleştirmek amacıyla 8 alt-komite kurulmuştur. Bu karara göre alt-komiteler Ortaklık Komitesine rapor sunmak zorundadır. Alt-komitelerin karar alma yetkileri yoktur. Alt-komite toplantılarının ikinci turu da tamamlanmıştır.
Ülkemizle ilgili bu yılki İlerleme Raporu Komisyon tarafından 13 Kasım 2001 tarihinde yayınlanmıştır. Raporun hazırlanma süreci içerisinde, Raporda, resmi anlamda bir tarama sürecine (screening) geçilmesi yönünde bir öneride bulunulmasına atfettiğimiz önem Komisyon yetkililerinin dikkatine değişik vesilelerle getirilmiştir. Zira, tarama sürecine geçilmesine ilişkin bir karar ancak Komisyonun önerisi üzerine, Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde alınabilmektedir.
Komisyonca daha önce hazırlanan çeşitli belgelerde, tarama sürecinin amacı, “müzakerelere başlamamış olan aday ülkeler açısından, AB müktesebatının daha iyi anlaşılması ve kademeli olarak benimsenmesini kolaylaştırarak, bu ülkelerin katılım hazırlıklarını hızlandırmak” şeklinde tanımlanmıştır.
Buna karşılık 2001 İlerleme Raporu, ülkemiz için tarama sürecinin başlatılması yerine, “mevcut yapı (alt-komiteler) içerisinde belirli sektörel konulara odaklanılması, bu alanlarda AB müktesebatının uyarlanması, uygulanması ve güçlendirilmesi konusunda daha ayrıntılı bir diyalog içine girilmesi ve taslak Türk mevzuatının AB uzmanları tarafından gözden geçirilmesi” şeklinde farklı bir yöntem ortaya koymuştur. Ülkemizle tarama sürecine geçilmeyişine gerekçe olarak, birçok AB Üyesinin, tarama sürecinin başlatılmasını üyelik müzakereleri ile eşdeğer gördüğü, Türkiye müzakerelere başlamak için siyasi kriterleri yerine getirmediği için, tarama sürecine de başlayamayacağı belirtilmektedir. Oysa, diğer adayların durumu incelendiğinde, tarama sürecine geçiş için yeknesak bir uygulamanın mevcut olmadığı bilinmektedir. Bir grup adayla (Slovakya, Litvanya, Letonya, Romanya, Bulgaristan) üyelik müzakerelerine başlanmadan önce tarama yapılmış, ikinci bir grup adayla (Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Slovenya ve GKRY) ise, önce müzakerelere başlama kararı alınmış, bilahare tarama sürecine geçilmiştir. Hatta, Slovakya tarama sürecine geçildiğinde siyasi kriterleri karşılayamamıştır. Dolayısıyla, Komisyonun, tarama süreciyle müzakerelere başlanmasını irtibatlandıran yaklaşımının uygulamada dayanağı bulunmamaktadır.
Bu çerçevede, İlerleme Raporunda Türkiye için önerilen ve diğer adayların tabi tutulduğu uygulamalardan farklılık arzeden süreç, teknik anlamda müktesebata uyum konusunda daha derinleşmeye imkan tanıyacak olsa bile, siyasi açıdan ülkemizin beklentilerinin uzağında kalmıştır.
Öte yandan, İlerleme Raporuna bir ek halinde, alt-komite çalışmalarına ilişkin bir değerlendirmeye yer verilmiştir. Alt-komitelerde Haziran 2000-Temmuz 2001 arasında gerçekleştirilen iki tur toplantılara dair bu değerlendirmeye göre, çalışmaların en çok Gümrük Birliği alanlarında gelişme gösterdiği, geri kalan alanlarda ise bir-iki konu dışında uzun ve derinlemesine faaliyetlere ihtiyaç bulunduğu belirtilmektedir.
2001 Yılı İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi
Avrupa Birliği Komisyonu tarafından aday ülkelerle ilgili olarak her yıl hazırlanan İlerleme Raporları bağlamında ülkemiz için hazırlanan dördüncü İlerleme Raporu 13 Kasım 2001 tarihinde açıklanmıştır. AB Komisyonu aynı zamanda, genişleme süreci çerçevesinde önümüzdeki dönemde izlenecek yönteme ilişkin önerilerini içeren Strateji Belgesini de yayınlamıştır.
İlerleme Raporları, sadece son bir yıl içinde aday ülkelerde gerçekleşen uygulamalar ile yapılması vaat edilen unsurların yerine getirilip getirilmediğini değerlendirmektedir. Bu açıdan bakıldığında ülkemiz için hazırlanan bu yılki Rapor öncekilere nazaran bu kere farklı bir kapsamda olmuştur. Rapordaki tespitlere bu kere, ülkemizin AB’ne katılım hazırlığının irdelendiği bir şekil ve içerikte yer verilmiş ve bu yaklaşım çerçevesinde diğer adaylar için yapıldığı gibi, Topluluğun tüm müktesebat alanlarını içeren bir değerlendirme yapılmıştır.
İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi, geneli itibariyle, yumuşak ve ülkemizdeki siyasi ve ekonomik reform çabaları teşvik eder bir üslupla kaleme alınmıştır. Ancak, Türkiye’nin halihazırda Kopenhag siyasi ve ekonomik kriterlerini karşılamaktan uzak bir noktada bulunduğu, üyelik süreci içerisinde hemen her alanda atılması gereken daha pekçok adım olduğu ve bunların, Ulusal Programın gözden geçirilmesi bağlamında, daha iyi bir öncelik sıralamasına tabi tutulmalarının ve sarih takvimlere bağlanmalarının gerektiği de, altı çizilerek vurgulanmıştır. Esasen Türkiye, gözden geçirilmiş yeni Ulusal Programını Mart 2002’de açıklamayı öngördüğünü, İlerleme Raporunun yayınlanmasından önce duyurmuştur.
İlerleme Raporunun siyasi bölümü ağırlıklı olarak insan hakları alanına teksif edilmiştir. Gerçekleştirilen tüm anayasa değişikliklerine rağmen, bunların uygulamasına ağırlık verilmiş ve bu uygulamayı görmeden bir değerlendirme yapılmasının uygun olmayacağı ifade edilmiştir. İnsan hakları alanında özellikle ifade özgürlüğü, F-Tipi cezaevleri, Avrupa İnsan Hakları mahkemesindeki davalar ve yolsuzlukla mücadeleye ağırlık verilmiştir. Bu bağlamda insan hakları ihlalleri ağırlıklı olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında sıralanmıştır. Genel ifadelerle Türkiye’nin gerçekleştirilen değişikliklere rağmen Kopenhag siyasi kriterlerinin yerine getirmemiş tek aday ülke olduğunun altı çizilmektedir.
Ekonomik alanda, yaşanan iki mali krizin, Türkiye’nin Kopenhag ekonomik kriterlerini karşılama yönünde ilave ilerleme kaydedememesinde büyük rol oynadığı ve bu krizlerin ekonomideki iyileşmeyi durdurarak, önceki istikrar programının uygulanmasına engel olduğu vurgulanan Raporda, Gümrük Birliğinin kapsadığı alanlarda Türkiye’nin AB müktesebatına uyumunun ileri düzeyde olduğu ve geçtiğimiz yıldan bu yana, sözkonusu alanlarda daha da fazla uyum gerçekleştirildiği teslim edilmektedir. Bununla birlikte, Türkiye’nin Kopenhag ekonomik kriterlerinden birini oluşturan“işleyen piyasa ekonomisine sahip olmadığı” iddia edilmektedir.
Strateji Belgesinde, Kopenhag siyasi kriterlerine, ülkemizden başka tüm adaylarca uyum sağlandığı, Kopenhag ekonomik kriterleri bağlamında ise, Türkiye, Bulgaristan ve Romanya hariç, diğer aday ülkelerin “işleyen piyasa ekonomisine sahip oldukları ve AB’nin rekabeti ve piyasa güçleriyle başedebilecekleri” teyid edilmiştir. Bu değerlendirme ışığında, Komisyonun 2002 İlerleme Raporlarında, hangi aday ülkelerin üyeliğe kabul edilebileceği konusunda somut tekliflerde bulunulabileceği ve azami 10 Aday Ülkenin, 2002 sonu itibariyle üyelik için gereken kriterleri karşılayabilecek durumda göründükleri belirtilmektedir. Türkiye için ise, üyelik konusunda somut herhangi bir perspektife yer verilmemiştir.
(Dışişleri Bakanlığı'nın web sayfasından alınmıştır. www.mfa.gov.tr)
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
15 Mayıs 2009       Mesaj #12
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Müzakerelerin kuralları
"Müzakerelerin, Türkiye'nin liyakatına dayanacağı ve hızının, Türkiye'nin üyelik gereklerini karşılama yönünde kaydettiği ilerlemelere bağlı olacağı" vurgulanan bu bölümde, "AB dönem başkanı ülkenin ya da AB Komisyonu'nun, hangisi uygunsa, karar organı AB Konseyi'ni devamlı olarak bilgilendireceği" vurgulanıyor.
Sponsorlu Bağlantılar
Belgede, AB Konseyi'nin durumu düzenli olarak kontrol altında tutabileceği hatırlatılıyor.
"AB'nin, kendi üstüne düşenler çerçevesinde, müzakerelerin sonuca ulaştırılması için gerekli şartların karşılanıp karşılanmadığını uygun zaman içinde kararlaştıracağı" belirtilen belgede, bunun aşağıda yer alan ilgili maddede sıralanan şartların Türkiye tarafından yerine getirildiğini teyit eden bir AB Komisyonu raporu temelinde yapılacağı kaydediliyor.
Müzakerelerin kurallarının belirlendiği bu bölümde, AB Konseyi'nin Aralık 2004 zirve kararına atıfta bulunuluyor ve müzakerelerin AB Anlaşması'nın 49. maddesini temel aldığı ifade ediliyor. Bu bölümde özetle şu görüşlere yer veriliyor.
-"Müzakerelerin ortak hedefi katılımdır. Bu müzakereler ucu açık bir süreç olup, sonucu önceden garanti edilemez. Kopenhag kriterlerinin tam değerlendirmesi, AB'nin hazmetme kapasitesi de göz önüne alınarak, eğer Türkiye'nin tüm üyelik yükümlülüklerini tamamen üstlenecek konumda olmadığını ortaya koyarsa, Türkiye'nin mümkün olan en güçlü bağ ile Avrupa yapılarına bağlanması sağlanmalıdır."
-"Genişleme, Birliğin ve üye devletlerinin katıldığı sürekli entegrasyon sürecini güçlendirmelidir. Birliğin uyum ve etkinliğini korumak için her türlü çaba sarf edilmelidir. 1993 Kopenhag AB Konseyi toplantısının sonuçlarına uygun olarak, Birliğin bir yandan Avrupa entegrasyonunun momentumunu korurken öte yandan Türkiye'yi özümseme kapasitesi, hem Birliğin hem de Türkiye'nin genel menfaati açısından göz önüne alınması gereken önemli bir noktadır. Komisyon müzakereler sırasında bu kapasiteyi 2004 Ekim kararlarına uygun olarak izleyecektir."
-"Müzakereler, Türkiye'nin 1993'te Kopenhag'da AB Konseyi'nce belirlenen siyasi kriterleri, özellikle de daha sonra AB Antlaşması madde 6(1)de kabul edilen ve Temel Haklar Şartında ilan edilen kriterleri yeterli ölçüde karşılamasına dayanarak açılmıştır. AB, Türkiye'den reform sürecini sürdürmesini ve ilgili Avrupa içtihadı da dahil olmak üzere özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ilkeleriyle ilgili olarak daha fazla iyileşme sağlanması yönünde çabalamasını, özellikle işkence ve kötü muameleye karşı mücadelede sıfır tolerans politikasıyla ve ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, kadın hakları, sendika haklarını içeren ILO standartları ve azınlık haklarıyla ilgili hükümlerin uygulanmasında mevzuatı ve uygulama tedbirlerini pekiştirmesini ve genişletmesini beklemektedir. Birlik ve Türkiye yoğun siyasi diyaloglarına devam edecektir. Bu alanlarda, özellikle temel özgürlükler ve insan haklarına tam saygı konularında kaydedilen ilerlemelerin geri dönülmezliğini ve tam ve etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamak için, ilerlemeler Komisyon tarafından yakından izlenmeye devam edecek olup, Komisyon yıllık rapor ve 2004'teki raporu da göz önüne alarak, düzenli aralıklarla bu konudaki raporlarını Konseye sunmaya devam etmeye çağrılmaktadır."
Müzakerelerin askıya alınma koşulu
-"Birliğin temelini oluşturan özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere tam saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin Türkiye'de ciddi ve ısrarlı bir şekilde ihlal edilmesi durumunda, Komisyon, kendi inisiyatifiyle veya üye devletlerin üçte birinin talebi üzerine, müzakerelerin askıya alınmasını önerebilir ve müzakerelerin tekrar başlaması için karşılanması gereken koşullara yönelik tekliflerde bulunabilir. Konsey, Türkiye'yi dinledikten sonra, müzakerelerin askıya alınıp alınmaması veya müzakerelerin yeniden başlaması için aranacak koşullarla ilgili bu tür bir öneriyi nitelikli çoğunluk esasına göre kararlaştıracaktır. Üye devletler, Hükümetlerarası Konferanstaki genel oybirliği şartından bağımsız olarak Hükümetlerarası Konferansta Konsey kararına uygun olarak hareket edeceklerdir. Avrupa Parlamentosu'na bilgi verilecektir."
Müzakerelerin ilerlemesi
"Müzakerelerin ilerlemesinin, ekonomik ve sosyal bir birleşme çerçevesi kapsamında Türkiye'nin katılıma hazırlık aşamasında kaydettiği ilerleme ile 2. paragraftaki AB Komisyonu'nun raporuna göre yönlendirileceği" ifade edilen belgede, "Üyelik için aşağıdaki gerekleri belirleyen Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi gerektiği" belirtiliyor:
. Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlıklara saygı ve azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumların istikrarı;
. İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığı ve Birlik içindeki rekabetçi baskıyla ve pazar güçleriyle başa çıkabilme kapasitesi;
. Siyasi, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına uygunluk ve müktesebatın etkin bir şekilde uygulanması ve yürütülmesi için gerekli idari kapasite dahil olmak üzere, üyeliğin getirdiği yükümlülükleri üstlenebilme yetisi.
Bu bölümde ayrıca şu taleplere yer veriliyor:
- "Türkiye'nin iyi komşuluk ilişkileri yönünde verdiği açık taahhüt ve henüz çözümlenmemiş olan tüm sınır ihtilaflarını, gerektiğinde Uluslararası Adalet Divanı'nın zorunlu yargılama yetkisi de dahil olmak üzere Birleşmiş Milletler Şartına göre, ihtilafların sulh yoluyla halli ilkesine uygun olarak çözüme kavuşturmayı taahhüt etmesi;"
- "Kapsamlı bir çözüm için uygun ortamın yaratılmasına katkıda bulunmaya yönelik adımlar atılması ve Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum kesimi) dahil tüm AB ülkeleriyle Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin normalleştirilmesinde ilerleme kaydedilmesinin yanı sıra BM nezdinde ve Birliğin üzerine inşa edildiği ilkeler doğrultusunda, Türkiye'nin Kıbrıs sorunu için kapsamlı bir çözüme ulaşma çabalarını devamlı olarak desteklemesi."
- "Türkiye'nin Ortaklık Anlaşmasında ve Ortaklık Anlaşmasını tüm yeni AB üye devletlerini içine alacak şekilde genişleten Ek Protokolünde yer alan yükümlülükleri, özellikle de AB-Türkiye gümrük birliğine ve düzenli aralıklarla revize edilen Katılım Ortaklığının uygulanmasına yönelik yükümlülükleri yerine getirmesi."
Üyelik öncesi süreç
"Türkiye'nin, üye devletler ve birlik tarafından kabul edilen tutum ve politikalarla, (bu örgütler ve düzenlemelerdeki AB ülkelerinin üyelikleri de içinde olmak üzere) uluslararası örgütler içindeki kendi pozisyonunu ve üçüncü ülkelere ilişkin politikalarını, katılıma kadar olan dönemde içinde uyarlaması gerektiği" belirtilen belgede, "Türkiye'nin, tüm diğer katılım müzakerelerinin sonuçlarını, katılımı zamanındaki haliyle kabul etmelidir" ifadesine yer veriliyor.
Lüksemburg'da yapılan yoğun müzakerelerden sonra, İngiltere, AB Konseyi ülkelerinin de onayı ile, bu maddenin Türkiye aleyhine yorumlanmamasını talep eden bir bölümün müktesebatın içine dahil edilmesini kabul etti.
Bu bölüm, ileride Rum Kesimi'nin, NATO gibi uluslararası bir kuruluşa üye olma talebi halinde, Türkiye'nin veto koyma hakkını korumayı hedeflediği bildirildi.
Müzakerelerin kurallarıyla ilgili bölümün sonunda ayrıca özetle şu görüşlere yer veriliyor:
-"Katılım müzakerelerine paralel olarak, Birlik Türkiye ile yoğun bir siyasi diyaloga ve sivil toplum diyaloguna girecektir. Kapsamlı sivil toplum diyalogunun amacı, halkları bir araya getirmek yoluyla karşılıklı anlayışı arttırmak olacaktır."

Müzakerelerin özü
AB ile Türkiye arasında tam üyelik müzakerelerinde yol haritası görevi görecek Müzakere Çerçeve Belgesi'nin "müzakerelerin özü" başlıklı ikinci bölümünde, AB müktesebatına ilişkin sorumluluklar yer alıyor.
AB'ye katılımın, birlik sisteminin ve birliğin "müktesebatı" olarak bilinen kurumsal çerçevenin getirdiği hak ve yükümlülüklerin kabulü anlamına geldiği vurgulanan bu bölümde, Türkiye'nin, bu müktesebatı katılım zamanındaki şekliyle uygulaması gerektiği ifade ediliyor. Ayrıca, mevzuatın uyumlu hale getirilmesine ek olarak, katılımın aynı zamanda müktesebatın zamanında ve etkin bir şekilde uygulanması anlamına geldiği vurgulanıyor.
Müktesebatın içerdiği bölümler kısaca şöyle özetleniyor.
- AB Birliği'nin üzerine kurulduğu antlaşmaların içeriği, ilkeleri ve siyasi hedefleri;
- Antlaşmalar uyarınca benimsenen mevzuat ve kararlar ve Adalet Divanı'nın içtihadı;
- Kurumlar arası anlaşmalar, kararlar, beyanatlar, tavsiyeler, kılavuzlar gibi, yasal olarak bağlayıcı olan ya da olmayan, Birlik çerçevesinde benimsenmiş diğer belgeler;
- Ortak dışişleri ve güvenlik politikaları çerçevesindeki ortak eylemler, ortak tutumlar, bildirgeler, sonuçlar ve diğer belgeler;
- Adalet ve içişleri çerçevesinde kabul edilen ortak eylemler, ortak tutumlar, imzalanan sözleşmeler, tavsiyeler, beyanatlar ve diğer belgeler;
- Birlik faaliyetlerine ilişkin olarak Topluluğun, Toplulukla birlikte üye devletlerin, birliğin ve kendi aralarında üye devletlerin akdettiği uluslararası anlaşmalar.

Müktesebatın çevirisi

Belgede, "Türkiye'nin, katılımdan yeterli bir süre önce müktesebatın Türkçeye çevirisini ve katılımdan sonra AB kurumlarının çalışmalarını aksatmadan yerine getirmesini temin edecek yeterli sayıda yazılı ve sözlü çevirmeni eğitmesi gerektiğine" dikkat çekiliyor.
"Sonuç olarak ortaya çıkan ve bir üye devlet olarak Türkiye'nin uymak zorunda olacağı haklar ve yükümlülükler, Türkiye ile topluluklar arasındaki tüm mevcut ikili anlaşmaların ve Türkiye tarafından akdedilen, üyelik yükümlülükleriyle uyumlu olmayan tüm diğer uluslararası anlaşmaların sona ereceği anlamına gelmektedir" denilen belgede, "Ortaklık Anlaşmasının müktesebattan ayrılan hükümleri, katılım müzakerelerinde emsal olarak kabul edilemez" ifadesi kullanılıyor.
Türkiye'nin müktesebattan doğan hak ve yükümlülükleri kabul etmesinin, müktesebatta belli uyarlamaların yapılmasını gerektirebileceği belirtilen belgede, "Gerektiğinde müktesebatta belli uyarlamalara karar verilirken, üye devletlerin müktesebatı benimserken uyguladıkları ve o müktesebatın ayrılmaz parçası haline gelmiş olan ilkeler, kriterler ve parametrelerin esas alınacağı ve Türkiye'nin özel durumları göz önüne bulundurulacağı" belirtiliyor.
"Birliğin, zaman ve kapsam açısından sınırlı olması ve müktesebatın uygulanmasına ilişkin olarak açıkça tanımlanmış aşamaları içeren bir plan eşliğinde olması koşuluyla, geçici tedbirler için Türkiye'den gelecek talepleri kabul edebileceğine" dikkati çekilen belgede, "iç pazarın genişletilmesiyle bağlantılı alanlar için, düzenleyici tedbirlerin hızlı bir şekilde uygulanması gerektiği ve geçiş dönemlerinin kısa ve az sayıda olması gerektiği, büyük mali giderler de dahil olmak üzere ciddi çaba gerektiren kapsamlı uyarlamaların gerekli olduğu yerlerde, uyumlaştırmaya yönelik sürekli, ayrıntılı ve bütçeli bir planın bir parçası olarak uygun geçiş düzenlemeleri öngörülebileceği" ifade ediliyor.
"Her halükarda, geçiş düzenlemeleri Birliğin kural ya da politikalarında herhangi bir değişiklik yapılmasını içermemeli, bunların sağlıklı bir şekilde işleyişini bozmamalı ve rekabetin büyük ölçüde zarar görmesine neden olmamalıdır. Bu bağlamda, Birliğin ve Türkiye'nin menfaatleri göz önünde bulundurulmalıdır" şeklinde ifadelere yer verilen belgede, "Uzun geçiş dönemleri, derogasyonlar, özel düzenlemeler ya da kalıcı koruma hükümleri, bir başka deyişle koruma tedbirlerine bir temel oluşturmak üzere sürekli olarak emre amade olacak maddeler düşünülebilir. Komisyon bunları, uygun olan hallerde, kişilerin dolaşım özgürlükleri, yapısal politikalar ya da tarım gibi alanlarda getireceği tekliflere dahil edecektir. Bunun yanı sıra, kişilerin dolaşım özgürlüğünün nihai olarak tesis edilmesine ilişkin karar alma süreci, üye devletlerin bireysel olarak azami düzeyde rol oynayabilmesine olanak vermelidir. Geçici düzenlemeler ya da koruma tedbirleri, rekabet üzerinde ya da iç pazarın işleyişi üzerinde yaratacakları etkiler göz önüne alınarak gözden geçirilmelidir" deniliyor.
"Müktesebatta yapılacak ayrıntılı teknik uyarlamaların, katılım müzakereleri sırasında belirlenmesinin gerekli olmadığı" belirtilen belgede, "Bunlar Türkiye ile işbirliği içerisinde hazırlanacak ve katılım tarihinde yürürlüğe girmek üzere Birlik kurumları tarafından zamanı geldiğinde benimsenecektir" ifadesi yer alıyor.
"Türkiye'nin Birliğe katılımının mali yönleri kabili tatbik Mali Çerçevede göz önünde bulundurulması gerektiği" kaydedilen belgede, "Bu nedenle, Türkiye'nin katılımı çok büyük mali sonuçlar doğurabileceğinden, müzakereler ancak sonuç olarak ortaya çıkacak olası mali reformlarla birlikte 2014'ten itibaren başlayacak olan döneme ilişkin Mali Çerçevenin oluşturulmasından sonra sonuca ulaştırılabilir" ifadesi yer alıyor.
Belgede, "Türkiye, katılımdan itibaren derogasyona sahip bir üye devlet olarak ekonomik ve parasal birliğe katılacak ve gerekli koşulları karşılayıp karşılamadığına yönelik olarak yapılacak bir değerlendirme esasında Konseyin bu amaca yönelik vereceği kararın ardından ulusal para birimi olarak euro'yu benimseyecektir. Bu alandaki diğer müktesebat katılımdan itibaren tamamen geçerli olacaktır" deniliyor.
Müzakerelerin özü ile ilgili bu bölümde kısaca şu görüşlere yer veriliyor:
-"Özgürlük, adalet ve güvenlik alanıyla ilgili olarak, Avrupa Birliğine üyelik, Türkiye'nin katılımla birlikte Schengen müktesebatı da dahil olmak üzere, bu alandaki tüm müktesebatı tamamen kabul etmesi anlamına gelmektedir. Ancak, bu müktesebatın bir kısmı Türkiye'de sadece, Türkiye'nin hazır olup olmadığına yönelik olarak yapılacak kabili tatbik Schengen değerlendirmesine dayalı olarak, iç sınırlarda kişiler üzerindeki kontrollerin kaldırılması konusunda alınacak bir Konsey kararından sonra uygulanacaktır."
-"AB, nükleer güvenliğin tüm yönleri de dahil olmak üzere, yüksek düzeyde bir çevresel korumanın önemine işaret etmektedir."
-"Müktesebatı etkin bir şekilde uygulamak amacıyla, ya da duruma göre, müktesebatı katılımdan yeterli bir süre önce etkin bir şekilde uygulayabilmek amacıyla, Türkiye müktesebatın tüm alanlarında kurumlarını, yönetim kapasitesini ve idari ve yargı sistemlerini - hem ulusal hem bölgesel düzeyde - Birlik standartlarına getirecektir.
Bunun yapılabilmesi için, genel düzeyde, verimli ve tarafsız bir sivil hizmet anlayışı üzerine kurulmuş, iyi işleyen ve istikrarlı bir kamu idaresine ve bağımsız ve etkin bir yargı sistemine ihtiyaç vardır."

Müzakere prosedürü

Müzakere Çerçeve Belgesi'nin üçüncü bölümünde, "müzakere prosedürü"ne yer veriliyor.
AB Komisyonu'nun, Türkiye'nin belli alanlarda müzakerelerin başlatılabilmesi için ne derece hazırlıklı olduğunu değerlendireceği ifade edilen bu bölümde, "AB Komisyonu'nun, yine müzakereler sırasında gündeme gelmesi en muhtemel olan sorunların emarelerini önceden elde etmek için, tarama olarak adlandırılan resmi bir süreç çerçevesinde müktesebatı inceleyeceği" hatırlatılıyor.
"Tarama amaçları çerçevesinde ve tarama sonrasında gerçekleştirilecek müzakereler için, müktesebatın her biri belli bir politika alanını kapsayan bir dizi başlığa ayrılacağı" vurgulanan belgede, "bu başlıkların bir listesinin ekte sunulduğu" belirtiliyor.
"Müzakerelerin belli bir başlığı hakkında Türkiye ya da AB tarafından ifade edilecek görüşler hiçbir şekilde başka başlıklarla ilgili olarak takınılacak tutumu etkilemeyeceği" kaydedilen metinde, "Ayrıca, müzakereler sırasında, kısmi olanlar da dahil olmak üzere, belli başlıklar üzerinde varılan mutabakat, tüm bölümler üzerinde tam bir mutabakata varılana dek nihayete ermiş sayılamayacağı" ifade ediliyor.
"Türkiye'nin katılıma yönelik kaydettiği ilerlemeler hakkında AB Komisyonu tarafından hazırlanan düzenli raporların ve özellikle de tarama sırasında AB Komisyonu'nun elde ettiği bilgileri esas alarak, AB Konseyi'nin, AB Komisyonu'nun teklifi üzerine oybirliğiyle hareket ederek, bir başlığın geçici olarak kapatılması ve uygun olduğu yerlerde, başlığın açılması için karşılaştırma ölçütleri tespit edeceği" vurgulanan belgede daha sonra şunlar kaydediliyor:
"Birlik bu karşılaştırma ölçütlerini Türkiye'ye bildirecektir. İlgili başlığa bağlı olarak, özellikle işleyen bir pazar ekonomisinin varlığına, mevzuatın müktesebatla uyumuna, ve yeterli bir idari ve adli kapasitenin olduğunu ortaya koymak için müktesebatın temel unsurlarının uygulanmasında tatmin edici bir seyir izlendiğine ilişkin net karşılaştırma ölçütleri bulunacaktır. İlgili yerlerde, karşılaştırma ölçütleri aynı zamanda Ortaklık Anlaşmasının altındaki taahhütlerin, özellikle de AB-Türkiye gümrük birliğiyle ilgili olan taahhütlerin ve müktesebat çerçevesindeki şartları yansıtan taahhütlerin yerine getirilmesini de içerecektir.
Müzakerelerin geniş bir süreyi kapsadığı hallerde ya da yeni müktesebat gibi yeni öğelerin dahil edilmesi amacıyla bir başlığa daha sonraki bir tarihte geri dönüldüğü hallerde, var olan karşılaştırma ölçütleri güncellenebilir."
Belgede şu görüşlere yer veriliyor:
-"Türkiye'den müktesebatla ilgili olarak tavrını belirtmesi ve ölçütleri karşılama konusunda kaydettiği ilerlemeleri rapor etmesi istenecektir. Müktesebatın uygun idari ve adli yapılar vasıtasıyla etkin ve verimli bir şekilde uygulanması da dahil olmak üzere, Türkiye tarafından doğru bir şekilde iç hukuka aktarılması ve uygulanması, müzakerelerin hızını belirleyecektir. Bu amaçla Komisyon, Komisyon tarafından ya da Komisyon adına uzmanlar tarafından yapılacak yerinde incelemeler de dahil olmak üzere, elindeki tüm araçlardan yararlanarak Türkiye'nin tüm alanlarda kaydettiği ilerlemeyi yakından izleyecektir. Komisyon, AB Ortak Pozisyonları taslağını sunarken Türkiye'nin belli bir alanda kat ettiği ilerleme hakkında Konseyi bilgilendirecektir. Konsey, söz konusu başlık hakkındaki müzakerelerle ilgili olarak atacağı ileriye dönük adımları kararlaştırırken bu değerlendirmeyi göz önünde bulunduracaktır. AB'nin her bir başlıkla ilgili müzakereler için isteyebileceği ve Türkiye tarafından Konferansa temin edilecek olan bilgilere ek olarak, Türkiye'den belli bir başlıkla ilgili müzakerelerin geçici kapanışından sonra bile müktesebatla uyum ve müktesebatın uygulanması konularında kat edilen ilerlemeler hakkında düzenli aralıklarla ayrıntılı, yazılı bilgi vermesi istenecektir. Müzakeresi geçici olarak kapatılan bölümlerin söz konusu olduğu hallerde, özellikle Türkiye'nin taahhütlerini ya da önemli karşılaştırma ölçütlerini yerine getiremediği yerlerde Komisyon müzakerelerin tekrar açılmasını önerebilir."

Müzakere başlıkları

- Avrupa Birliği'nin Türkiye ile yapacağı tam üyelik müzakereleri 35 bölümden oluşuyor:
1-Malların serbest dolaşımı.
2-İş gücünün serbest dolaşımı
3-Yerleşme hakkı ve hizmet sağlama özgürlüğü
4-Sermayenin serbest dolaşımı
5-Kamu ihaleleri
6-Şirketler hukuku
7-Fikri haklar hukuku
8-Rekabet politikası
10-Bilgi toplumu ve medya
11-Tarım ve kırsal kesim kalkınması
12-Gıda güvenliği, hayvan ve bitki sağlığı politikası
13-Balıkçılık
14-Ulaştırma politikası
15-Enerji
16-Vergilendirme
17-Ekonomi ve para politikası
18-İstatistik
19-Sosyal politika ve istihdam
20-Şirketler ve sanayi politikası
21-Avrupa üzerinden giden ulaştırma ağları
22-Bölgesel politika
23-Hukuki ve temel haklar
24-Adalet, özgürlük ve güvenlik
25-Bilim ve araştırma
26-Eğitim ve kültür
27-Çevre
28-Tüketim ve sağlık koruması
29-Gümrük birliği
30-Dış ilişkiler
31-Dış güvenlik ve savunma
32-Mali kontrol
33-Mali ve bütçe koşulları
34-Kurumlar
35-Diğer konular
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
15 Mayıs 2009       Mesaj #13
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
2. Dünya Savaşı
Alıntı
Keten Prenses adlı kullanıcıdan alıntı

II. Dünya Savaşı

Vikipedi, özgür ansiklopedi





II. Dünya Savaşı, 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan ikincisidir. Altı yıl boyunca, dünyanın çeşitli bölgelerinde süren kesintisiz savaşlarla baş gösteren II. Dünya Savaşı'nın, Alman ordularının Polonya'ya saldırdığı 1 Eylül 1939 tarihinde başladığı kabul edilir. Ne var ki birbirinden kopuk görünseler de bu tarihten önceki çatışmalar da, savaşta birincil rol oynayan tarafların, stratejik hedefleri arasında yer aldığından, savaşın başlangıcı tarihsel olarak daha önceleridir.

Savaş

150px German losses after WWIsvg magnify clip
I. Dünya Savaşından sonra Almanya'nın kaybettiği topraklar


150px Anticominternpactsigning
Japonya Berlin Büyükelçisi Kintomo Mushanokōji ve Almanya Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop Anti-Komintern Paktını imzalarken


150px T26 C4B0spanya 1937
11. Uluslararası Tugaya bağlı T-26, İspanya'da Belchite yakınında (Eylül, 1937)


150px Attacking the Gate of China02
Çin Cumhuriyetinin başkenti Nankin'in Çonghua kapısına saldıran Japon zırhlı araçlar (12 Aralık 1937 saat 12.10)



Versay Rejimi ve Hitler'in yükselişi

Adolf Hitler'in 1933 yılında iktidara gelmesinden itibaren savaşın sonuna kadar izlediği strateji, üç aşamalı bir stratejidir. Hitler, iktidara gelmesinin hemen ardından Alman ekonomisinin düzenlemesini hedef almıştır.Gerek I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmak, gerekse 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonucunda Alman ekonomisi ciddi sıkıntılar içine girdi. Yaşanan yüksek enflasyon, aşırı boyutlara varan işsizlik ve bunlara bağlı olarak sanayideki üretim-hammadde düşüklüğü, Hitler'in izlediği ekonomi politikalarıyla kısa sürede kontrol altına alınmıştır.
Ekonominin düzene sokulmasının ardından stratejisinin ilk adımında Hitler, Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, Versay anlaşmasıyla getirilen sınırlamalardan kurtulmasını sağlamıştır.

İspanya İç Savaşı

Ülkede 1898'den beri önemli kolonilerin kaybedilmesi ile hızlanan ekonomik ve sosyal çöküntü iç savaş ortamını hazırlamıştır. 1923'te diktatör General Dö Rivera başa geçene kadar 33 tane kabine değişmiştir. Ülkenin yeni monarşik yapısında politik açıdan istikrarsız bir durumda oluşu, ekonomik ve sosyal durumu çok kötü bir biçimde etkilemiştir. Aynı zamanda asiller ve ordunun karşılıklı çıkarlar nedeniyle kralcı ve dolayısıyla sağ görüşlü olması gibi bir durum söz konusuydu. Ancak bu gruba karşıt Katalonya ve Bask bölgesindeki halk ve komünistler vardı. Bu gruplar De Rivera'nın döneminde biraz daha durulmuş gözükselerde yine de onun kendilerini zaptedememesi sonucu yönetimden gitmesi sonrası kurulan 2. Cumhuriyette Nasyonalistler ve sonrasında Cumhuriyetçiler yönetime gelmişler; ancak ülke içersinde büyüyen karmaşayı engelleyememişlerdir. Bunun sonucunda Cumhuriyetçiler ile Milliyetçiler arasında iç savaş başlamıştır. İlk başlarda Cumhuriyetçiler avantajlı görünmüşlerdir; ancak daha sonra İspanya Afrikası ve İspanyol ordusunun bir kısmı milliyetçilere katılmıştır. Bunlara rağmen Balear Adaları açıklarında bekleyen Sovyet donanması hiç bir yardımda bulunmamıştır. Ancak Hitler ve Mussolini radikal eylemlerle Alman ve İtalyan pilotlarını savaşa sokmuş ilk zırhlılarını İspanya'da denemiştir. 1939'da General Franco önderliğinde milliyetçi güçler tamamen yönetimi ele geçirdiğinde toplam ölü sayısı 600.000 civarındadır

Anti-Komintern Paktı


Japon İmparatorluğu, Sibirya ve Moğolistan sınırlarında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği|SSCBle sürtüşmektedir. Bu gerilim Almanya'ya Japonya'yla yakınlaşma şansı tanır. 25 Kasım 1936 tarihinde Anti-Komintern Paktı'nı imzalarlar. Buna göre, her iki ülke, içlerinden birisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği|SSCB tarafından saldırıya uğrarsa diğerine destek sözü verir.
Berlin, İtalya'nın da bu anlaşmaya katılımı için baskı yapar. Mussolini bir yıl sonra, 6 Kasım 1937'de anlaşmayı imzalar. 1939 Şubat ayında Macaristan da Anti-Komitern Paktı'na katılır. Franco'nun İspanya'sı da bu ittifaka 27 Mart 1939'da katılır.

Çin-Japon Savaşı


Çin-Japon Savaşı, Japonya'nın Çin ve Mançurya'ya yayılma arzusundan kaynaklanmıştır. Savaş aslında herbiri diğer ikisine eşit derecede düşman olan üç güç arasında cereyan etmiştir. Chiang Kai-Shek, bir yandan Japonların ilerlemesini önlemeye çalışırken diğer yandan da komünistlerin kökünü kazımaya çalışmıştır. Japonlar, 1930'larda daha kolay ilerleme kaydetmişler, yerleşim birimlerine karşı zehirli gaz dahi kullanmışlardır. 1937'de Marko-Polo Köprüsü bölgesindeki bir olayı bahane ederek tekrar saldırıya geçen Japonlar, 1937'de Nankin, 1938'de de Kanton ve Hankov'u aldılar. Ancak bu savaşlar klasik askeri taktikler ve strateji açısından özel bir öneme sahip değildir. Japonlar'ın Mançurya üzerinden Moğolistan'a doğru ilerlemeleri, onları Rusya ile karşı karşıya getirmiştir. Bu durum Rusya'yı iki cepheli savaşa zorladığından 1939 yazında Stalin'i Hitler ile ittifak yapmaya zorlamıştır. Ancak Ruslar, 1939'da Kolkin'de Japonları yenmişler ve böylece Japon Kara Kuvvetlerinin modern bir güç karşısında başarılı olamayacaklarını ortaya koymuşlardır. Bu mağlubiyetten sonra Japonlar tekrar Pasifik ve Güneydoğu Asya'ya yöneldiler. Bu da gösteriyor ki, Japonya'nın da tam olarak belirlenmiş bir amacı yoktur ve bunu destekleyecek strateji oluşmamıştır.

Avusturya'nın ilhakı

İlk kez 1919'larda ortaya atılan Avusturya'nın ilhakı|Anschluss düşüncesi uzun süre destek görmüştür. Avusturya tarafında Sosyalistler 1933'e kadar Anschluss'u desteklemişlerdir. Ancak Nazi Partisi iş başına geldikten sonra düşünceye soğuk bakılmaya başlanmıştır. Hitler Anschluss'u gerçekleştirmek için 1934'de Avusturya'da Nazilerin iktidarı ele geçirmesine yardım etmiş; ancak bu girişim başarısız olmuştur. 1937 yılında İtalya ile Almanya anlaşınca Hitler, Avusturya üzerindeki isteklerini sertleştirmeye başlamış ve Avusturya üzerinde baskı kurmuştur. Bunun üzerine Avusturya'da 12 Mart 1938'de plebist yapılması kararlaştırılmıştır.Ancak plebisist'ten bir gün önce Alman birlikleri Avusturya'yı işgal etmiş ve Avusturya Ordusu hiçbir direniş göstermemişdir. Ertesi gün yapılan plebisit'te birleşme %99'dan fazla bir oy almıştır

Münih Antlaşması ve Çekoslovakya'nın bölünmesi

Almanca konuşan nüfusun yaşamakta olduğu bölgelerin, Alman topraklarına katılmasıdır. Bu stratejik evrenin adımları, 12 Mart 1938'de, Avusturya'nın ilhak edilmesiyle başlamıştır. Ardından ikinci adım Çekoslovakya toprakları içindeki Sudet bölgesidir. Hitler'in baskısıyla 29 Eylül 1938 günü imzalanan Münih Anlaşmasıyla Sudet bölgesi Almanya'ya verilmiştir. Konferans, Alman, İtalyan, İngiliz ve Fransız başbakanlarının katıldığı, Çekoslovakya'nın temsici bulundurmadığı bir anlaşmadır. Anlaşmanın hayata geçirilmesi konusunda Hitler, hiç zaman kaybetmemiştir. Anlaşma, 1 Ekim 1938'de yine silah kullanılmaksızın, uluslararası anlaşmalara dayanılarak, nüfusunun yüzde elliden fazlasını Almanların oluşturduğu Sudet bölgesinin Almanlarca işgal edilmesine dayanmıştır. 15 Mart 1939'da ise Çekoslovakya'nın kalanını da topraklarına eklemeleri anlaşmada yer almıştır.
Bu olaylara kadar Hitler, stratejisinin adımlarını atarken, silah kullanmamıştır. Ancak geriye tek sorunlu bölge kalmıştır: Danzig bölgesi. Versay Anlaşmasıyla Polonya'ya verilen Danzig bölgesi, hâlâ Alman yönetiminde olan Doğu Prusya ile Almanya arasındaki kara bağlantısını kestiğinden, Alman Hükümeti, Polonya hükümetinden, Doğu Prusya'yla arada bir kara bağlantısı oluşturulması yönünde bir teklifi görüşmesini istemiş ve böylece Danzig Sorunu ortaya çıkmıştır.

Alman-Sovyet Paktı

150px MolotovRibbentropStalin magnify clip
İmzalayan Molotov, arkada Ribbentrop ve Stalin (23 Ağustos 1939, Moskova)


Second world war europe animation small magnify clip
II. Dünya Savaşı'nın gelişim süreci


3 Mayıs 1939'da Sovyet Dışişleri Komiseri olan Litvinov görevden alınarak yerine Vyaçeslav Mihayloviç Molotov atanmıştır. Bu atama Sovyet dış politikasında keskin bir dönüşe işaret etmiştir. Litvinov döneminde SSCB, Alman yayılmacılığına karşı Birleşik Krallık ve Fransa ile bir protokol oluşturmak için girişimlerde bulunmuş, ne var ki her seferinde reddedilmişti. Molotov döneminde ise SSCB, Alman hükümeti ile bir saldırmazlık paktı için çalışmıştır. Uzun diplomatik görüşmeler sonucunda 24 Ağustos 1939 günü SSCB ile Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanması karara bağlanmıştır.

Genel Nedenler

  • Almanya: Öncelikle Orta Avrupa, ardından Doğu ve Batı Avrupa'yı Almanya topraklarına katmak amacındadır. İkincil planı ise Asya'ya özellikle Rusya ve Yakın Doğu'daki stratejik noktaları ele geçirmektir.
  • Japonya: I. Dünya Savaşı sonunda Almanya'nın Uzak Doğu sömürgeleri Japonya'ya verilmişti. Üstelik Çin'in bir bölümü de Japonya'nın hakimiyetindeydi. Ancak bu kadar sömürge bile hızla sanayileşen ve büyüyen Japon ekonomisini doyuramıyordu. Ekonomik çıkarlar için ABD ile yakınlaşan Japonya, savaşın patlak vermesi ile Almanya'ya yakınlaşmıştır. Pearl Harbor Saldırısı ile kesin olarak savaşa girmiştir.
  • ABD: Savaşın başında tarafsız kalan ABD, sonraları Fransa ve Birleşik Krallık'a silah yardımı yapmıştır. Almanya'nın kışkırtmaları sonucunda Japonya tarafından Pearl Harbor'da saldırıya uğramış ve kesin olarak savaşa girmiştir. ABD'nin savaşa gimesi ile savaşın seyri değişmiş, Almanya genişleme politikası yerine var olan sınırlarını koruma politikasını uygulamıştır.
  • SSCB: I. Dünya Savaşı'ndan sonra batı yerine Orta Asya'ya yönelik politikalar izlemiştir. Zengin petrol rezervleri sayesinde savaşta lojistik ve teknoloji alanlarında en güçlü devletlerden biri olmuştur. Almanya ile saldırmazlık anlaşması yapmasına rağmen Alman istilasına uğramıştır.
  • Birleşik Krallık: Adolf Hitler tarafından Avrupa'daki tek rakip olarak görülen Birleşik Krallık, Almanya'nın Avrupa'nın tamamına yayılmasını önlemiştir. ABD tarafından sürekli mühimmatla desteklenen Birleşik Krallık, ABD'nin savaşa girmesine kadar özellikle Kraliyet Hava Kuvvetleri ile ön plana çıkmış, Orta Avrupa'da kesin bir hava hakimiyeti sağlamıştır. ABD'nin savaşa girmesiyle birlikte kara kuvvetleriyle ön plana çıkan Birleşik Krallık, II. Dünya Savaşı'nın en büyük aktörü olmuştur.
  • İtalya: I. Dünya Savaşı'ndan istediğini alamayan İtalya dar bir sömürge alanıyla sanayisini beslemeye çalışıyordu. Ayrıca I. Dünya Savaşı'nda İtilaf devletleri ile görüş ayrılığına düşen İtalya, Mussolini'nin faşist politikaları nedeniyle Avrupa'da sorun teşkil ediyordu. İtalya'nın eski Roma İmparatorluğu gibi güçlü bir devlet olmasını isteyen Mussolini, Almanya ile yakınlaşarak Mihver devletler blokunda savaşa girmiştir. İtalya; Kuzey Afrika ve Balkanlar'da ilerlemiştir.

Avrupa'da Savaşın Başlaması


Polonya

150px Schleswig Holstein firing Gdynia 13091939 magnify clip
1 Eylül 1939 sabah saat 4.45'te Westerplatte'yi bombalayan Alman Schleswig-Holstein zırhlısı


150px Edward Rydz Smigly magnify clip
Edward Rydz-Śmigły


Danzig Sorununun diplomatik yollarla çözümünün uzun sürmesi üzerine Alman orduları 1 Eylül 1939 sabahı Polonya sınırlarını geçtiler. Yıldırım savaşı tekniklerinin ilk kez hayata geçirilişi olan Polonya Seferi, bu ülkenin toprak bütünlüğünü uluslararası platformda garanti etmiş olan BirleşikKrallık ve Fransa'yı harekete geçirmiştir. 3 Eylül'de Birleşik Krallık, bir gün sonra da Fransa, Almanya'ya savaş ilan etmiş ve seferberlik hazırlıklarını başlatmıştır. Ancak Alman panzer birlikleri, harekâtın ilk haftasının sonunda Polonya cephelerini yarmış ve geniş kuşatmalara girişmiştir. Müttefiklerin askeri bir müdahalesi için artık olanak görünmemektedir.
17 Eylül 1939 günü, Sovyet Kızıl Ordusuna bağlı birlikler Polonya'nın doğu sınırlarından saldırırlar. İki ateş arasında kalan Polonya, 27 Eylül 1939'da teslim olur, direnen birlikler de 5 Ekim 1939 günü teslim olurlar.
1940 yılının Haziran ayında Stalin, Baltık Ülkelerine gönderdiği notada, SSCB'ye yakın hükümetlerin işbaşına getirilmesini ister. Hemen ardından da Kızıl Ordu Litvanya, Letonya ve Estonya topraklarına girer. 14 Temmuz'da bu ülkelerde yaptırılan genel seçimlerle işbaşına gelen hükümetler SSCB'ye katılma kararı alacaklardır. Böylece I. Dünya Savaşı sonunda yeni Sovyet hükümetinin elinden çıkan bu topraklar tekrar kazanılmıştır ve bu topraklar SSCB'nin Baltık Denizine açılmasında, Leningrad limanının güvenliği anlamına gelmektedir.
Baltık Denizi konusunda Stalin'in öngördüğü diğer bir önlem ise onu, Finlandiya hükümetiyle görüşmelere yönlendirecektir. Görüşmelere 9 Ekim 1939'da başlanmıştır. Görüşmelerden bir sonuç alınamayacağı kanısına varan Stalin yönetimi tarafından, 28 Kasım 1939'da, 1932 yılında imzalanmış olan saldırmazlık anlaşmasının tek taraflı olarak kaldırıldığı Fin hükümetine bildirilir ve 30 Kasım 1939 da Kızıl Ordu Finlandiya'ya saldırır. Bu hareket Paris ve Londra'yı, Moskava'ya karşı takınılacak tavır konusunda düşünmeye sevk etti. Birleşik Krallık hükümeti Moskava ile siyasal münasebetlerıni kesmeyı reddetti. Ancak her iki memleket halkoyunda Finlandiya lehinde şiddetli bir heyecan uyanması, Polanya'nın yok edilmesi sırasında Almanya'yla bir savaşı göze alabilecek kuvvette olmadıkları inancıyla hareketsiz kalmayı tercih etmiş Fransız ve İngiliz hükümetlerini, Finlandiya meselesinde harekete geçmeye zorladı. Her iki hükümet de SSCB'ye savaş ilan etmeden Finlandiya'ya 100.000 kişilik bir askeri kuvvet yollamak kararı aldılar. Böylece Fransa ve Birleşik Krallık küçümsedikleri Sovyet ordusuyla ve SSCB'yle, Almanya'nın yanı başında savaşmayı göze almış oluyordu. Ancak Sovyet Rusyadan çekinen İsveç ve Norveç, müttefik kuvvetlerin kendi topraklarından geçmesine izin vermediler. Bu red, müttefiklerin çok hazırlıksız oldukları bir sırada Sovyet Rusya'yla savaşa girişmelerıne engel olarak ağır bir tarihi hatayı önlemiş oldu. SSCB'nin Finlandiya Seferi 6 Mart 1940'ta Finlandiya hükümetinin, Ruslar’la barış görüşmeleri için masaya oturmak zorunda kalmasıyla son bulacaktır.

Kış Savaşı


SSCB’nin Kuzey batıda Baltık Denizine dar bir alanda Leningrad körfezi sahili vardı. Bunun hemen kuzeyinde ise Finlandiya toprakları başlıyordu. Finlandiya sınırı Leningrad'ın sadece 32km. batısından başlamaktaydı.
Bu bölge SSCB için hayati önem taşımaktaydı. Bu yüzden Stalin bu toprakların SSCB'ye bağlı olmasının gerekli olduğu görüşündeydi. Stalin’in Finlilerden istediği bu topraklar 1.700 kilometre karedir. Bunun karşılığında Finlandiya-Rusya sınırının orta kesimlerinden 3.500 kilometre karelik bir araziyi teklif etmektedir. Finlandiya hükümeti, böyle bir anlaşmaya varmanın, taviz vermek istemedikleri tarafsızlık tutumuyla bağdaşmayacağı gerekçesiyle konuya sıcak yaklaşmadılar. Bunun üzerine Stalin bu toprakları satın almak istedi. Bu önerisi de reddedildi.
Finlandiya’nın tutumu karşısında Stalin’in tutumu hızla sertleşti. 28 Kasım 1939 da, 1932 yılında imzalanmış olan saldırmazlık anlaşmasının tek taraflı olarak kaldırıldığı Fin hükümetine bildirildi ve 30 Kasım 1939 da Sovyet orduları savaş ilan etmeksizin Finlandiya’ya saldırdı ve ertesi gün Finlandiya'nın sınır şehri Terijoki (bugün Zelenogorsk)'ye girerek, orada Fin komünist Otto Ville Kuusinen'in başkanlığında kukla bir devlet olan Fin Demokratik Cumhuriyeti'ni ilan ettirdi.
6 Mart 1940 da Fin hükümeti, Ruslar’la barış görüşmeleri için masaya oturmaya razı oldu. Bu sırada Rus kuvvetleri Koivisto (bugün Primorsk)'yu ele geçirmiş ve Viipuri'ye dayanmıştı.
Fin hükümeti anlaşmayı çaresiz kabul eder. Savaş boyunca Fin kayıpları 25 bin ölü ve yaralıdır. Sovyet kayıpları ise 49 bin ölü, 158 bin yaralı. Ancak Finlerin kaybettikleri toprakları geri alma arzusu yüzünden barış sadece 1 yıl sürdü ve Finlandiya, Almanya'nın yanında savaşa girdi.

Kuzey Avrupa

150px Erich Raeder magnify clip
"Weserübung" Harekâtı'nın sorumlularından Büyükamiral Erich Raeder


150px German cruiser BlC3BCcher sinking magnify clip
Alman Kruvazör Blücher, Norveç Ordusu'na ait Oscarsborg Müstahkem Mevkii'nin top ateşi ve torpido saldırısının sonucu batmak üzereyken (9 Nisan 1940)


Fransız Başbakanı Reynaud, Parlamentoda gitgide artan gerginliği ve halkoyunda gizli Stuttgart radyosunun (Bu radyo, Almanlarla işbirliği yapan bir Fransız tarafından işletiliyordu. Stuttgart haini olarak adıyla anılan bu Fransız, savaştan sonra yakalanarak kurşuna dizilmiştir) kışkırtıcı yayınlarıyla çoğalan açık hoşnutsuzluğu gidermek için, bekleme politikasını terk ederek, daha dinamik ve haşin bir politikayı denemek istedi. Bu amaçla Londra hükümetini, İsveç çeliğinin Almanya'ya akmasını önlemek için Norveç'e bir çıkartma yapmaya ikna etti. Ancak müttefik kuvvetlerden önce davranan Almanlar, 9 Nisan 1940 sabahı Norveç'e, deniz yolunun güvenliği için de Danimarka'ya saldırdı. Norveç'in istilası'ndaki stratejik amaçları İsveç'ten ithal ettikleri demir cevheri yolunun güven altına alınması ve Norveç fiyortlarında denizaltıları için üsler oluşturabilmekti. Danimarka kısa sürede teslim olurken Norveç direnme gösterdi. 10 Haziran 1940'da Norveç de teslim oldu. Müttefiklerin Norveç'te oynadığı kumar, askeri bir bozgun ve manevi bir yıkılışla sona ererken, Norveç'i de Alman işgali altında esir bir ülke durumuna getirdi. 24 Nisanda Norveç bir hükümet komiserinin emrine verildi ve Quisling'in başkanlığında bir nasyonel-sosyalist hükümet kuruldu. Meclislerin güvensizliği karşısında Reynaud hükümeti 9 mayısta, Chamberlain hükümeti 10 mayısta istifa ettiler. Aynı gün Alman saldırısı beklenmedik bir anda batıya döndü. Reynaud istifasını derhal geri aldı; Chamberlain yerine İngiliz kabinesini Churchill kurdu. Avrupa ve bütün dünya için karanlık ve felaketli günler başlıyordu. Belçika ise 27 Mayıs'ta teslim oldu.

Batı Cephesi


Benelux ve Fransa Savaşları

Ana madde: Fransa Seferi
150px British prisoners at Dunkerque2C France magnify clip
Dunkerque'da esir düşen Britanya ve Fransa askerleri (Haziran 1940)


150px Bundesarchiv Bild 183 H017572C Erich von Manstein
Fall Gelb (Sarı Harekâtı: Benelux'a saldırı) ve Fall Rot (Kırmızı Harekâtı: Fransa'ya saldırı) planlayan Tümgeneral Erich von Manstein


150px Hitler Paris magnify clip
Hitler'in Paris ziyareti (solda Albert Speer, sağda Walter Frentz, 23 Haziran 1940, Palais de Chaillot, Paris)


150px Hitler and german nazi officers staring at french marechal foch statue june25 1940 magnify clip
Hitler ve generalları, Compiegne ormanında tarihî vagonda ateşkes imzalamadan önce Mareşal Ferdinand Foch'un heykeline bakarken


10 Mayıs 1940 günü, 110 yedek tümen tarafından desteklenen 190 tümenden meydana gelmiş bir Alman ordusu, 91 Fransız tümeni, 12 Belçika tümeni, 12 İngiliz tümeni, 1 Polonya tümeni ve küçük bir Hollanda ordusu tarafından müdafa edilmekte olan batı cephesine taarruza geçti. Almanların savaş planı ise ancak şubatta kesin şeklini alıyordu. Belçika ve Hollanda'ya yönelen saldırılarla Manş limanını (Fransa Seferi) ve Paris'i ele geçirmek. Asıl taarruz ise daha güneyde, Arden Ormanları üzerinden Sedan yönünde Fransa topraklarına yöneliyor. Hitler, Birleşik Krallık ve Fransa'nın Almanya'ya Hollanda ve Belçika'yı geçerek hücum edeceğini bildiğinden kuvvetlerinin çoğunu Belçika üzerine sevk etti. Bunun üzerine Fransa ve Birleşik Krallık ordusunun en mükemmel silahlandırılmış motorize birlikleri derhal, Alman ordusunu kuzeyden kuşatmak ve gerisinde Ruhr Bölgesini ele geçirmek amacıyla Belçika üzerinden hücuma geçtiler. Ancak Alman birlikleri korkunç bir hızla ilerliyordu. Paraşütçü birliklerinin göz açtırmayan hücumları sonunda Meuse üzerinde birçok köprüler ve Hollanda'nın meşhur "Eben Emael" kalesi Almanların eline geçti. Hava bombardımanlarıyla yerle bir edilen Rotterdam ve hemen ardından La Haye işgal edildi. Hollanda bir baştan bir başa Almanlar tarafından işgal edildi. Kraliçe Vilhelmina Birleşik Krallık'a sığındı, ordu yok edildi, müttefiklerin zırflı birlikleri süratle güneye çekilmeye başladı. Bir başka Alman ordusu da Lüksemburg üzerinden geçerek Meuse Nehrine varmış, nehri Namur'la Sedan arasındaki birçok noktadan geçmişti. Sedan Harekâtı 15 Mayıs'ta tam bir bozgun halini aldı. Fransız sınırının delinmesi, Belçika birliklerini Anvers-Louvain müdafa hattını terk ederek Lys'e ve İngiliz birliklerini Douai-Peronne hattına çekilmek zorunda bıraktı. Paul Reynaud 16 mayısta Suriye'de bulunan Genaral Weygand'ı General Gamelin'in yerine tayin etti. Weygand Abbeville'den kuzeye ve Ypres'den güneye giden iki hat üzerinde taarruza geçti; ancak önemli bir sonuç alamadı. Belçika orduları 25 ile 28 mayıs arasında ümitsiz bir savaşla Lys üzerinde karşı koydu. 26 Mayısta İngiliz birlikleri anavatana dönme kararı aldılar. 27 mayısta Belçika sınırı birçok noktada delindi. Belçika'nın, düşmana karşı koymasına artık imkân yoktu. Kral Leopold, 28 mayısta Almanlarla teslim anlaşmasını imzaladı. Bu üç ülkenin tümüyle istilasını önlemek için İngiliz Yurtdışı Sefer Kuvveti ve Fransız orduları kuzeye ilerleyince, taarruz çıkış hattı Arden Ormanları olan ve Manş Kanalı yönünde ilerleyen Alman zırhlı birlikleri tarafından kuşatılmış oldular. Gerçek şuydu ki Belçika, müttefik ordularının mağlubiyeti ile, izleri savaştan sonra dahi silinmeyecek çok ağır ve feci şartlar altında kaderiyle baş başa bırakılmıştı. Belçika'nın işgali üzerine İngilizler kıtadaki 235.000 kişilik ordularını ve Fransızlar 115.000 kişiye varan kuvvetlerini Almanların aralıksız bombardımanları altında, büyük zorluklarla, Dunkerque limanından deniz yoluyla tahliye edebildiler; ancak bütün silah, cephane ve mühimmat kaybedilmişti.Bu, müttefiklerin meşhur kuzey ordusunun sonu demekti.
Fransa'da, Başkan Paul Reynaud, kendisini bekleyen çok zor olaylara karşı koyabilmek için 18 Mayısta Maraşel Petanin'i hükümete davet etmişti. 15 haziranda ise orduda zırhlı birliklerin ısrarla kullanılmasını isteyen Genarel de Gaulle'ü Savaş Bakanlığı Müşteşarlığına tayın etti. Hükümetin değişmesi Fransa'nın kaderini değiştirmedi. 14 Haziran 1940'ta Alman birlikleri Paris'e girdi. Aynı gün hükümet Bordeaux'a çekildi. Alman askerleri Paris'e girmeden 4 gün önce (10 haziran) İtalya, Birleşik Krallık ve Fransa'ya savaş ilan etti. Bu sırada Alman ordusu Loire yönünde ilerliyor, Maginot hattını geçerek İsviçre sınırına doğru yürüyordu. Fransa çöküyordu. Reynaud 16 haziranda istifa etti.Yeni kabineyi Maraşel Petain kurdu ve 17 haziranda İspanya'nın aracılığı ile Almanya'dan,Vatikan aracılığı ile de İtalya'dan teslim şartlarını bildirmesini istedi.Bu sırada Münihte buluşmuş olan Hitler ve Mussolini,Fransa'ya teklif edilecek olan mütareke şartlarını belirliyorlardı. 22 Haziran 1940'da Fransa ateşkes anlaşmasını Almanya ile imzalar.Aynı gün Alman orduları Lyon'a girer.İtalya ile mütareke anlaşmasını 24 haziranda Roma da imzalandı. Alman güçleri kuzey Fransa’yı ve Fransa'nın Atlas Okyanusu kıyılarını işgal etti, Fransa topraklarının üçte ikisi, Alman kontrolüne girmiştir.İtalyan zırhlı birlikleri de Alpler bölgesinden Fransa'ya girmiştir.Menton,İtalya'nın kontrolüne girmiştir. Ayrıca Fransız Somali'sindeki Cibuti limanı ve Cibuti-Adis Abela demiryolu üzerinde İtalya'ya tasarruf hakkı tanınıyordu.Fransa bu savaşta 100.000 asker kaybetmiş, sivil halktan 80.000 kurban vermiştir.

Britanya Savaşı

150px LondonBombedWWII full
Londra, 1940


150px Bundesarchiv Bild 183 R934342C Albert Kesselring
Britanya Savaşında Alman hava filolarını komuta eden Mareşal Albert Kesselring


Fransa'nın savaş dışı kalmasıyla Almanya'nın karşısında tek bir düşman kalıyordu: Birleşik Krallık. 19 Temmuzda Hitler, Birleşik Krallık'a barış teklifinde bulundu; ancak Londra bu teklifi şartsız olarak reddetti. Böylesıne bir barış, Almanya'nın kıta üzerindeki hakimiyetini tanıması demek oluyordu. Bu red üzerine Hitler, Birleşik Krallık'ı da barış masasına oturmaya zorlamak, gerekirse istila etmek için Britanya Savaşını başlatmıştır. Hitler, İngiliz filosunu imha etmek ya da felce uğratmak konusunda pike bombardıman uçaklarına güveniyordu. Britanya Savaşı, Almanya tarafından, Britanya'nın istilası için hazırlanmış olan Denizaslanı Operasyonu'nun hazırlık evresi olarak düşünülmüş olup, RAF'ın (İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri) imhasını amaçlamaktadır ve esas olarak Luftwaffe (Alman Hava Kuvvetleri) tarafından yürütülmüştür. 8 Ağustosta Goering hava kuvvetlerine hücum emri verdi; ancak Alman uçakları Birleşik Krallık'ta ümit etmedikleri kahramanca bir müdafaayla ve tanımadıkları bir silahla karşılaştılar. Bu yeni silah radardı. Bu yeni aletle İngilizler, Birleşik Krallık'a doğru yola çıkan Alman uçaklarınıın yerlerini ve istikametlerini çok önceden keşfedebiliyorlardı. İngiliz hava filosunu savaş dışı bırakmayı hedef alan Alman uçakları, her hücumdan ağır kayıpla dönüyordu. Bu durum karşısında Almanya, İngiliz hava ve deniz üslerini ve endüstri merkezlerini hedef almaya başladı.6 eylülde Alman saldırısı,Londra üzerine toplandı.Londra bir ay boyunca hergün bombalandı.Bu bombardımanlar sırasında 14.000 kişi ölmüş,20.000 kişi yaralanmıştı.İngiliz havacıları,Alman uçaklarına,Londra'da yarattıkları cehennemi çok ağır bir şekilde ödetti.RAF'ın sert direnci karşısında Luftwaffe,Goering'in emriyle 7 ekimde geri çekilmek zorunda kalmış ve harekât başarısız olarak sona erdirilmiştir.Bu savaşta, RAF 700 uçak kaybetmesine karşın,Luftwaffe'nin kaybı 2000 uçağı geçiyordu.Londra savaş süresınce hergün bombardıman edildi.Ekimde şehre atılan bomba sayısı 10.000,kasımda ise 7500 olarak tesbit edilmiştı.Aralık ayında şehirde büyük hasarlar oldu;1941 yılı başında Coventry'de ayakta kalmış tek bir duvar yoktu.Ama buna rağmen Hitler,partiyi kaybetmişti.Napolyon gibi o da,hayatının en tehlikeli kumarını oynamak ve ingiltere ile bir ölüm-kalım savaşına girişmek zorundaydı.Böylece mücadele,karayla denizin çarpişması olarak bir başka cephede yeniden başlıyordu.Ve bir kere daha,deniz,bu kıyasıya mücadeleden muzaffer çıkacaktı.

Kuzey Afrika Cephesi

150px Rommel Small magnify clip
DAK komutanı Tankçı Orgeneral Erwin Rommel (Ekim 1942'de Mareşallığa yükseltildi.)


150px Monty2C wavvel2C auk magnify clip
Bernard Montgomery, Archibald Wavell ve Claude Auchinleck


150px Bernard Law Montgomery magnify clip
Bernard Montgomery


150px Advance of the Panzerjager Abteilung 39 AC1942 magnify clip
Kuzey Afrika'da Alman zırhlı arabalarından SdKfz 231, 1942


150px El Alamein 1942   British Matilda tanks magnify clip
Matilda Mk II piyade tankları (El-Alamein)


İtalya'nın 10 Haziran 1940'da Almanya safında savaşa girmesiyle savaş Kuzey Afrika'ya da sıçramış oldu. Zaten Libya, Eritre ve Somali İtalyan kontrolündeydi.
İtalya'nın Kuzey Afrika'da operasyon alanı olarak belirlediği bölge, Nil Nehri ve Tunus arasında kalan Batı Çölü'ydü. 1939 yılı ortalarında itibaren Mısır'daki İngiliz Orta Doğu Kuvvetleri, Libya'daki İtalyan kuvvetlerini yoklama taarruzlarıyla taciz etmekteydi. General Creagh komutasındaki 7. Zırhlı Tümenin askerleri bu çatışmalarla “çöl fareleri” olarak anılacaktır.
Libya’daki İtalyan kuvvetleri Mareşal Graziani komutasında 7 tümenlik ve 300 tanklık bir kuvvetle 13 Eylül 1940’da İngilizlere saldırmışlar, Mısır topraklarında az biraz ilerledikten sonra, ciddi bir direnişle karşılaşmamalarına karşın Sidi Barrani'de duraklayıp savunma sistemleri oluşturmaya koyuldular. Aralık ayında henüz Nil Irmağına ulaşamadan Wavell’in komutasındaki birlikler tarafından durduruldular. Çarpışmalar sonunda İtalyanlar Bingazi’nin ötesine püskürtüldü.
7 Aralık 1940 gecesi, General O'Connor komutasındaki bir İngiliz birliği İtalyan mevzilerine saldırdılar. Sidi Barrani'nin İngiliz kuvvetlerinin eline geçmesiyle İtalyan birlikleri dağılmışlardır.
3 Ocak 1941'de yeniden taarruza geçen O'Connor, 22 Ocak da Tobruk limanına ulaştı ve ileri Harekâtını sürdürdü. 7 Şubat 1941'de Bingazi'ye ulaşmıştır. İtalyan birliklerinin Kuzey Afrika'da pozisyonlarını korumaları iyiden iyiye güçleşmişken, İngiliz hükümetinin dikkatinin Balkanlar'a yönelmesi nedeniyle Kuzey Afrika'daki harekât durmuştur.
12 Şubat 1941'de General Erwin Rommel Kuzey Afrika'da yeni oluşturulan Alman Kuzey Afrika Kolordusu'nun komutanı olarak Trablusgarp'a ulaşmıştır. Rommel, 31 Mart 1941 günü El Ageyla'daki İngiliz birliklerine sürpriz bir baskın düzenleyerek kenti ele geçirir. 2 Nisan 1941 de, Almanya'nın Balkan Cephesini açmasından iki gün sonra Bingazi yönünde ilerlemesine devam eden Rommel, İngiliz 2. Zırhlı Tümenini kuşatma altına alıp teslim olmak zorunda bırakmıştır.
Rommel'in birlikleri Batı Çölü'nde 600 km. kadar ilerlemişler, fakat Tobruk limanı İngilizlerin elinde kalmıştır. Nisan 1941 ayı içinde Rommel iki kez Tobruk'a yüklenirse de sonuç alamaz.
15 Mayıs 1941 sabahı İngiliz birlikleri Alman hatlarına "Brevity Harekâtı" kodadıyla bilinen bir taarruzda bulunurlar. Halfaya Geçidi'ni ele geçirmelerine karşın Almanların karşı taarruzları sonucu Brevity Harekâtı başarısız olmuştur.
14 Haziran 1941 gecesi İngiliz birlikleri ikinci bir taarruza giriştiler. "Savaş Baltası Operasyonu" kod adlı bu harekâtda İngiliz birlikleri, Halfaya Geçidi'ne ve Rommel'in merkezdeki garnizonuna saldırırlar. Halfaya Geçidi, her iki tarafın askerleri arasında "Cehennem Geçidi" olarak adlandırılacaktır bundan böyle. Her iki taarruz da İngilizler açısından başarısız olur. Harekâtın üçüncü günü başlarken Rommel, tüm birliklerini, İngilizlerin geri çekilme hattını tutmak amacıyla Halfaya Geçidi'nin yanından ileri sürecektir. Bu tırpan hareketi durdurulamayınca İngilizler geri çekilmek zorunda kalırlar.
Tobruk'taki köprü başına ulaşma yönünde İngilizlerin üçüncü girişimi, "Crusader Harekâtı" olarak kayıtlara geçmiştir. 18 Kasım 1941'de başlatılan harekât bu kez başarılı olur. 4 Aralık 1941'de Rommel, Tobruk önlerinden de çekilmek zorunda kalmıştır. Rommel, daha önce savunma hatları oluşturduğu Gazala Hattı'na çekilmiştir ama, 13 Aralık 1941'deki İngiliz saldırısı karşısında geri çekilmek zorunda kalır, İngilizlerin 200 tankına karşılık elinde kullanılır durumda 30 tankı vardır.
27 Aralık 1941 tarihinde Rommel, birkaç gün önce ulaşan 30 tanklık takviye kuvvetini kullanarak İngiliz hatlarını yeniden Gazala Hattı'na kadar ileri itmiştir.Alman Afrika birliklerinin başarılı olamamasının en büyük sebebi ingiliz casus denizaltılarından biri olan SARAH'ın Almanların deniz yoluyla ulaştırdıkları mühimmatlarının yollarını ve geçiş zamanlarını tespit etmesi ve böylece Alman ve İtalyan deniz ikmalimin kesintiye uğramasıdır.Rommel sipariş ettiği silahların yaklaşık yarısına ulaşabiliyordu.
21 Ocak 1942'de Rommel yeniden taarruza geçmiştir. Bu harekât İngiliz birliklerini Bingazi'ye kadar geri atacaktır.

Balkan Cephesi


Marita Harekâtı (Yunanistan)

II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası'nın Yunanistan Savaşı'nda ülkeye saldırması ile Nisan 1941'de başlamış ve Ekim 1944'te Almanya'nın ana topraklardan geri çekilmesi ile son bulmuştur. Geri çekilmenin ardından yine de Girit ve bazı önemli adalar 1945 Haziran'ına dek Alman askerî birliklerinin denetimi altında kalmıştır.
Yunanistan'ı ilk olarak işgâl etmeye kalkışan devlet İtalya'dır. Ekim 1940'Ta ülkeye saldıran İtalya'nın Yunanistan'ı almada yaşadığı başarısızlığın ardından Alman lider Adolf Hitler, Balkanlar'ı kontrol altına alabilmek için ordusunu doğruca Yunanistan'a yönlendirmiştir. Hızlı bir "Yıldırım savaşı" taktiği ile 1941 Nisan'ında ülkeye girilmiş ve Mayıs ayının ortalarına doğru Yunanistan, Almanya, İtalya ve Bulgaristan olmak üzere üç farklı devletin işgâli altında kalmıştır.
İşgâl altında olunan süre boyunca sivil Yunanistan halkı birçok zorluk ile karşı karşıya kalmış ve 300.000 sivil açlık ve salgın hastalıklardan dolayı yaşamını yitirmiştir. Ülkenin ekonomisi tamamı ile çökmüştür. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Avrupa'da görülen en etkili direniş hareketleri yine de Yunanistan'dan çıkmıştır. Bu güçler ülkeyi denetim altında bulunduran gruplara karşı gerilla atakları ile saldırmışlar ve büyük casusluk eylemlerinde bulunmuşlardır. 1943 yılına gelindiğinde bu direnişçi gruplar birbirleriyle çatışmalara girmişler ve tam bağımsızlığın alındığı 1944 yılında krizde olan ülkede iç savaşın çıkmasına neden olmuşlardır.

Merkür Harekâtı

Balkan yarımadasını ele geçiren Hitler vakit geçirmeden Girit'e saldırmıştır.Girit'te,25.000 Yunanlı ve Avustralya'lı asker ve bir İngiliz filosu vardı.Almanlar ağır harp vasıtalarını ve silahları paraşütlerle adaya indirmeyi başardılar.Ardından indirilen paraşütçü birlikler,on gün gibi kısa bir zamanda Girit'i tamamen işgal ettiler. Bu işgal Türkiye'nin savaşa girmesine neden olabileceğinden ve Atatürk'ün Türkiye'nin savaşa girmesini istememesinden dolayı Türkiye, 18 haziran 1941 de Almanya ile dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzalamıştır.

Doğu Cephesi I

150px Bundesarchiv Bild 146 1977 120 112C Fedor von Bock
Fedor von Bock


150px Operation Barbarossa magnify clip
Barbarossa Harekâtı, 22 Haziran 1941


150px Semyon Konstantinovich Timoshenko 281895 1970292C Soviet military commander magnify clip
Semyon Konstantinoviç Timoşenko



"Barbarossa"
Ana maddeler: Barbarossa Harekâtı ve Moskova Muharebesi
Norveç, Fransa ve Balkanlar'ın istilasıyla, Batı'dan gelebilecek bir dizi askeri tehdidin önlemini almış olan Hitler, dikkatini bu kez doğuya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne çevirmiştir. 22 Haziran 1941 günü kısa bir hazırlık ateşinin ardından Alman panzer birlikeri Sovyet sınırını geçerler.
Böylece II. Dünya Savaşının Doğu Cephesi savaşlarının açılış hamleleri sayılabilecek Barbarossa Harekâtı başlamış olur.
Doğu Cephesi 22 Haziran 1941 tarihinde başladı ve harekâtın ilk aylarında Wehrmacht’ın hızlı ilerleyişine ve Kızıl Ordu’nun ciddi ölçüde kayıplarına sahne oldu. Sonbahar aylarındaki yağışlar, Rus direnişinin giderek kendini toparlaması ve sertleşmesi, ardından da kış şartlarının oluşturduğu zorluklarla Alman ordularının ilerleyişi durma noktasına geldi. 5 Aralık 1941 akşamı, Moskova'ya yönelik Alman saldırıları sonlanıyor.

= STALİNGRAD SAVAŞI

1942’de Hitler, Karadeniz'le Hazar Denizi arasında bulunan Kafkasya petrol yataklarını ve bu bölgenin hemen kuzeyindeki Don ve Donets nehirleri arasındaki sahayı ele geçirmeyi hedefledi. Bu planın ilk adımı Mavi Operasyon kod adıyla bilinecektir. Mavi Operasyon, Alman ordularına Stalingrad ve Kafkasya yolunu açmak içindir. Mavi Harekâtının bu hedeflere ulaşmasından sonra Alman orduları iki grup olarak operasyonları sürdürdüler. Stalingrad kentinin ele geçirilmesi yönündeki operasyonlar, Stalingrad Savaşı ile II. Dünya savaşı’nın dönüm noktalarından biri oldu.
Stalingrad’ı kuşatan Alman birlikleri Rusların Uranüs Operasyonu kod adını verdikleri karşı taarruzla çembere alındı. Çemberi kırmak amacıyla Alman Don Ordu Grubunun giriştiği Kış Fırtınası Operasyonu ise Kızıl Ordu’nun karşı operasyonu (Küçük Satürn Operasyonu) ile başarısızlığa uğramıştır.
Küçük Satürn Operasyonu’nun başarısının hemen ardından Kızıl Ordu, Satürn Operasyonu ile, Kafkasya’da zaten güçlükle ilerlemekte olan Alman ordularının geri bağlantısını kesmek amacıyla taarruzlara başlamıştır. Bu taarruzların durdurulamayacağı ortaya çıkınca Alman birlikleri 1943 yılının Ocak ayı başlarında Kafkasya’dan çekilmek zorunda kalmışlardır.
1943 yılı ocak ayı ortalarına doğru daha kuzeyde Kızıl Ordu’nun giriştiği karşı taarruzlar sonucu, Don ve Donets bölgesi tekrar Rusların kontrolüne geçmiştir

Asya-Pasifik Cephesi

150px Second world war asia 1937 1942 map de
Çin-Japon Savaşı ve Pasifik Cephesi (1937-1942)


150px Yamamoto Isoroku
Oramiral Isoroku Yamamoto (Japon İmparatorluk Donanması Başkomutanı)


150px Yamashita
"Malaya Kaplanı" Korgeneral Tomoyuki Yamashita (25. Ordu komutanı)


150px USSArizona PearlHarbor
Yanan Amerikan zırhlı USS Arizona (7 Aralık, 1941)


150px HiryuBurning
Yanan Japon uçak gemisi Hiryū (Midway)


150px USS Lexington brennt
Yanan Amerikan uçak gemisi USS Lexington (Mercan Denizi)


150px USS Wasp 28CV 729 brennt
Amerikan uçak gemisi USS Wasp batmak üzere (Solomon Adaları, 15 Eylül 1942)


150px USS Hornet 28CV 829 during battle of the Santa Cruz Islands
Japon uçakların saldırı altında Amerikan uçakgemisi USS Hornet (Santa Cruz Adaları Deniz savaşı, 26 Ekim 1942)


150px Salween River near Burma
Çin-Burma sınırlarında Salween Nehrinde Japonlara karşı savaşan Çin Cumhuriyeti askerleri (Haziran, 1943)



Çin Cephesi

Çin-Japon Savaşı (7 Temmuz 1937 - 9 Eylül 1945),
Çin Cumhuriyeti'nde Sekiz Yıllık Direniş Savaşı (八年抗战), Çin Halk Cumhuriyeti'nde Çin Halkının Japonya'ya Karşı Savaş (中国人民抗日战争), Japonya'da Çin Hâdisesi (支那事変 Şina Jihen) veya Japon-Çin Savaşı (日中戦争 Niççû Sensô), İngilizce konuşanlar arasında Second Sino-Japanese War (İkinci Çin-Japon Savaşı), Ayrıca Japonya'da Mukden Hâdisesi (1931)'nden Japonya'nın teslimi (1945) kadar süren "15 Yıllık Savaşı (十五年戦争 Jûgo Nen Sensô)" adlandırması ve Japonya'nın Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerini Batılı Sömürgecilerden kurtuluş bir savaşı gerçekleştirdiğini iddia eden tarih anlayışına dayanarak "Büyük Doğu Asya Savaşı (大東亜戦争 Dai Tôa Sensô)" diyen da var.
Çin'in iç istikrarsızlığından istifade eden Japonya'nın özellikle Kantô Ordusu kurmay subaylarının yayılma siyasetinden kaynaklanmış ve Çin'de sömürgeci çıkarlarına sahip olan Batı Dünyası'nın hoşnutsuzluk ve kıskançlıklarından uzatılmıştır. Çin Milliyetçi Partisi (Kuo Min Tang) lideri Chiang Kai-Shek, bir yandan Japonların ilerlemesini önlemeye çalışırken diğer yandan da komünistlerin kökünü kazımaya çalışmıştır.
Bu savaşlarda Japon Ordusu'nun göz yaşartıcı gazı Chloroacetophenone (Kod adı: Midori=Yeşil), hapşırmacı gazı Diphenylcyanoarsine (Kod Adı: Aka=Kırmızı) kullanmıştı. Ayrıca hardal gazı (Kod Adı: Kii=Sarı)'nın kullanıldığına dair raporlar da mevcuttur.

Pearl Harbor

Japonlar güçlerine güveniyordu. En güçlü, en modern donanmanın ellerinde oluşu, Çin'in zengin bölgelerinin işgalini tamamlamaları ve Avrupa'daki karışık ve güvensiz durum Japonları Avrupa Uzakdoğu sömürgelerine saldırı arzularını körükledi. Endonezya(Hollanda Hindistanı), Pasifik adaları, Fransız Çinhindi, Burma ve Hindistan iyi bir hedef olarak namluda duruyordu. Ancak kolay gibi görünen bu harekât Japonlara göre güçlü ve resmen olmasa da Müttefik cephesine destek verebilecek bir Amerikan deniz filosu Pasifik'te bulunurken gerçekleştirilemezdi. Bu amaçla bir nevi Amerikan su üstü gücüne suikast olacaktı. Japonlar da Amerika kendini toparlayana dek, kızaklardan yeni binlerce tonluk savaş canavarları çıkarmadan evvel işgal işini bitirmiş halde muzafferiyetlerinin tadını çıkaracaklardı. Bu büyük görev amacıyla o güne dek denizlerde kullanılmamış büyüklükte bir hava gücü Amiral Nagumo'nun yönetimine verildi. Birçok savaş gemisi ve uçakları Oahu yakınına taşıyacak altı uçak gemisi hazırlandı. Torpil uçakları, Vals uçakları, yüksek irtifa bombardıman uçakları; gemileri yoketme işi, avcı uçaklarıysa Amerikan uçaklarını henüz yerdeyken imha için(Alman taktiği)uçak gemilerine yerleştirildi. Toplam 429 uçak kendine güvenle yola koyuldu... Başlangıçta, ABD savaşa doğrudan katılmasa da, İngiltere’ye büyük ölçüde ekonomik ve askeri malzeme yönünden destek sağlıyordu.
7 Aralık 1941’de, bir pazar sabahı, Japon uçak gemilerinden havalanan yüzlerce avcı, torpido ve bombardıman uçağı, Hawaii Adalarından Oafu Adasında bulunan Pearl Harbor deniz üssüne geniş çaplı bir hava saldırısı düzenledi. Japonlar bombaladıkları 8 Dretnoddan 6'sını batırdı ya da kullanılamaz hale getirdi. Amerika donanmasına ait 3 uçak gemisi (CV-5 USS Yorktown, CV-6 USS Enterprise, CV-8 USS Hornet)nin seferde oldukları için bu saldırıdan kaçabilmesinden dolayı, Japonların bu hava taarruzu her ne kadar başarılı görünse de esasen Japonya açısından büyük bir şanssızlık olarak kabul edilmektedir.
Pasifik Savaşları'nın ilerleyen aşamalarında, deniz savaşlarında hava gücünün belirleyici bir rol oynadığının kanıtlanması da göstermektedir ki, hava unsurlarını taşıyan Amerikan uçak gemilerinin zarar görmemiş olması, savaşın kaderi üzerinde yaşamsal bir rol oynamaktadır.
Yine de bu olay üzerine ABD Kongresi 8 Aralık 1941’de Japonya’ya savaş ilan etti. Kaçınılmaz olarak Japonya'nın müttefiki olan Almanya ve İtalya 11 Aralık günü ABD'ye savaş ilan etti. Bir gün sonra ise Japonya, İngiltere, Kanada ve Avustralya'ya savaş ilan etti.
Pearl Harbor baskınıyla aynı gün, Taiwan (Formoza) adasından kalkan Japon uçakları Filipin Adalarına yönelik bir hazırlık saldırısı başlattı. Bu adalara hemen ardından Japon birliklerince çıkartma yapılarak işgal edildi. General Douglos MacArthur komutasındaki ABD ve Filipin güçleri geri çekilmek zorunda kaldılar. Japonlar 1942 Mayısın'da Filipinler'i ele geçirdiğinde 36 bin asker ve 25 bin sivil esir alındı.
İzleyen aylarda Japon kuvvetlerinin ileri Harekâtı devam etti. Guam, Wake Adaları, Hong Kong, Malaya işgal etti. Malaya yarımadasındaki Singapur 1942 Şubat'ında Japonların eline geçti. Japon ilerlemesi, Brunei, Saravak, Borneo, Timor, Cava, Sumatra, Selebes, Yeni Britanya, Solomon Adaları, Yeni Gine’nin doğusu, Gilbert Adaları, Andaman Adası, ve Aleut Adaları'na kadar yayıldı.
Bu başarılar Japonya'ya, Güneydoğu Asya denizlerinde kesin bir üstünlük sağlamıştır.

Mercan Denizi


Mercan Denizi Savaşı (Japonca: 珊瑚海海戦 Sango-kai Kaisen; Mercan Denizi deniz savaşı), II. Dünya Savaşı'nda, Yeni Gine'deki stratejik Port Moresby'ye doğru ilerleyen Japon kuvvetlerinin püskürtülmesiyle sonuçlanan hava ve deniz çarpışması (4-8 Mayıs 1942).
Yeni Gine'deki stratejik Port Moresby'ye doğru ilerleyen Japon kuvvetlerinin püskürtülmesiyle sonuçlanan hava ve deniz çarpışması (4-8 Mayıs 1942).

Midway


Midway Muharebesi (Japonca: ミッドウェー海戦, - Midway Kaisen / Midway Deniz Muharebesi), Muharebenin amacı stratejik Midway adası'nı almak ve Amerikan uçak gemilerini yok etmekti. Bu amaçla toplanan Japon armadasında 200 parçalık Japon filosunda 8 uçak gemisi ve 11 zırhlı bulunuyordu. Buna karşılık Amerikalılar 3 uçak gemisi etrafında 76 parçalık bir filo hazırlayabilmişlerdi. Ne var ki Japonlar güçlerini dağıttılar. İki uçak gemisini, Amerikalıları kuzeye çekmek için Aleutian Adaları’na doğru göndermişler, iki uçak gemisini de esas filonun çok gerisindeki çıkarma filosuna tahsis etmişlerdi. Japon şifresini çözen Amerikalılar birçok bocalamaya ve Yorktown’ın bu sefer batmasına rağmen, Japon İmparatorluk Filosu’nun belkemiği olan en önemli dört Japon uçak gemisini batırdılar. Bu savaşın Amerikalılar lehine sonuçlanmasındaki en önemli etken Amerikan ordusunun Japon şifreleme sistemini çözmeleri ve Japonların bundan haberi olmamasıdır. Japon uçak gemilerinin batırılmasındaki etken ise Japon amiralinin hazırda bekleyen silahları yüklenmiş muharebe uçaklarının saldırı filosu geri dönmedi diye bombardıman cephanesi yüklemek amacıyla hangara indirmesi ve bu sırada Amerikan uçaklarının gemilere saldırmasıdır. Bu savaşta ve sonraki savaşlarda Japon donanmasının yenilmesindeki en önemli etkenlerden biri Japon gemilerinde radar bulunmaması olacaktır.

Guadalkanal


Guadalcanal Savaşı, II. Dünya Savaşında Japonyanın 3. Ana Savunma Hattının bulunduğu bölge olarak bilinir. Amerika donanması Midway zaferinden sonra gözünü Guadal Canal'a çevirdi. Sahil çıkartmasında oldukça zorlanıcaklarını sanıyorlardı. Fakat Japon askerlerinden çıkartma anında hiç bir ses gelmedi. O anlık Amerikan askerleri kendilerini şanslı hissettiler. Guadal Canal'da yaşayan yerliler sayesinde Japonların bulunduğu mevzilere kadar ilerlediler. Guadal Canal Operasyonu oldukça yeşillik bir ortamda gerçekleşti. Japonlar bu ortamın avantajından yararlanarak askerleri kolayca uzaklaştırabildiler. Askerler ilerlerken birden çimenlerin altından çıkan askerleri görünce ölmekten kurtulamadı. Amerika gemilerden topçu ve uçak bombardımanları sayesinde Guadal Canal mevzilerini kısa bir sürede ele geçirmeyi başardı.

Batıdaki Deniz Savaşları

Akdeniz’de müttefikler, özellikle İngilizler açısından deniz hakimiyeti yaşamsal bir önem taşımaktadır. İngiliz İmparatorluğu'nun Uzak Doğu bağlantısı Akdeniz üzerinden sağlanmaktaydı. Ayrıca Kuzey Afrika'daki askeri varlığının takviyesi ve ikmali açısından da bu deniz yolunun önemi büyüktü. Ard arda uygulanan başarılı deniz operasyonları (Mers-el-Kebir Savaşı, Taranto Savaşı, Matapan Yarımadası Savaşı gibi) bu deniz yolunda İngiliz hakimiyetini sağlamış olmakla birlikte bir süre için Uzak Doğu bağlantısı Afrika kıtasının güney ucu dolaşılmak zorunda kalınarak sağlanmıştır.
Atlas Okyanusu'ndaki deniz savaşları ise, Bismarck olayı dışında, Alman denizaltılarıyla müttefik deniz ve hava güçleri arasında sürmüştür. Savaşın genel çizgisi, deniz ticaret hatlarına saldıran Alman denizaltılarıyla onları önlemeye çalışan müttefik su üstü gemileri ve uçakları arasında geçmiştir.
Görüntüler
  • Bismarck
  • U-Boat'ların ABD seferi
  • Japon Denizaltı I-12'nin Avrupa ziyareti

Kuzey Afrika Çıkarması

8 Kasım 1942'de İngiliz ve ABD güçlerinden oluşan bir görev kuvveti Fas ve Cezayir kıyılarına bir çıkarma yaptı. 6 Ağustos 1942 günü başlayan İngiliz taarruzu karşısında (II. El Alameyn Savaşı), geri çekilmek zorunda kalan Rommel, bu çıkartma Harekâtı sonucu iki ateş arasında kalmış oluyordu.
General Montgomery komutasındaki İngiliz 8. Ordusunun ileri Harekâtı, Rommel'in döşemiş olduğu onbinlerce mayın dolayısıyla ağır aksak ilerleyebiliyor.
Böylece İngiliz 8. Ordusu, 13 Aralık 1942'de Tobruk’a ulaşabiliyor. 1943 yılının ocak ayı sonunda ise Libya tümüyle Rommel’in kontrolünden çıkmıştır. Artık Kuzey Afrika’da durum tümüyle ABD ve Ingilizlerin kontrolü altındadır.

İtalya Cephesi

150px Monte Cassino
Monte Cassino'daki enkazları


Müttefikler, Kuzey Afrika’daki Alman askeri varlığını ortadan kaldırdıktan sonra İtalya'ya yöneldiler. İtalya'ya bir çıkarma yapılmasından önce Sicilya adasındaki Alman askeri gücünün de kırılması gerekmiştir.
Sicilya çıkartması 10 Temmuz 1943 günü, "Husky Harekâtı" kod adıyla başlatılmış ve adanın güney doğu sahillerine yapılmıştır.
3 Eylül 1943'de Müttefikler İtalya yarımadasına çıkartma yaptılar. İtalya topraklarına Müttefik çıkarması iki noktadan yapılmıştır. General Montgomery’nin 8. Ordusu, Sicilya’dan hareketle dar Messina boğazını geçerek İtalyan çizmesinin parmak ucuna çıkmıştır.
İkinci çıkartma operasyonu olan Salerno çıkartması ise, Salerno'nun güneyindeki iki plaja, bir İngiliz, bir Amerikan kolordusu tarafından yapılmıştır. Çıkartmanın üçüncü gününde Müttefik haraketı durdurulmuş, ancak ilerleyen günlerdeki takviyeler ve ağır bombardımanlar sonucu sağlam bir köprü başı oluşturulabilmiştir.
Aynı gün İtalya, Müttefiklerle bir mütareke imzaladı, fakat bu mütareke Salerno çıkarmasına kadar gizli tutuldu.
Çıkartma birlikleri esas hedefleri olan Napoli'ye Harekâtın üçüncü haftasında ulaşıyorlar.
22 Ocak 1944'te Müttefikler Roma’nın 40 km. güneyinde, Anzio’ya bir çıkartma daha yapıyorlar.
Çok çetin çatışmalarla geçen İtalya savaşları, 29 Nisan 1945'te İtalya topraklarındaki Alman birliklerinin müttefiklere teslim olmasıyla sona ermiştir.

Doğu Cephesi II

Kursk

Kursk Muharebesi (Almanya'nın verdiği kod adı: Unternehmen Zitadelle / Hisar Harekâtı), II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesi'nde, Alman kuvvetlerinin Kursk çıkıntısına karşı 1943 Temmuz ve Ağustos aylarında giriştikleri genel taarruzdur. Bugüne kadar yapılmış en büyük tank çarpışmaları ve bir günde en fazla kayıp verilmiş hava çatışmaları bu muharebede gerçekleşmiştir. Almanların Doğu Cephesi'nde gerçekleştirdiği son stratejik taarruzdur. Sonucundaki Sovyet zaferi, Doğu Cephesi'nde inisiyatifi Sovyetlere vermiştir ve savaşın sonuna kadar da öyle kalmıştır.
Kursk çıkıntısı, Almanların Stalingrad'daki yenilgisi sonrasındaki Sovyet taarruzu ve Alman karşı saldırısı sonucu oluşmuştu. Almanlar, çıkıntıyı kuzey ve güney kanatlarından keserek cepheyi kısaltmayı ve Kızıl Ordu birliklerini çembere alarak yeni bir büyük zafer elde etmeyi umuyorlardı. Ancak Sovyetlerin, Hitler'in planları hakkında iyi bir istihbaratı vardı. Bu ve Almanların yeni silahları, özellikle de Panter tankını bekleyerek taarruzu sürekli ertelemeleri Kızıl Ordu'ya derin bir savunma hattı oluşturmak ve karşı saldırı için stratejik rezervleri uygun yerlere konuşlandırmak için yeterli zamanı verdi[5].
Almanlar derin savunma hatları içinde tamamen yorulduktan sonra Sovyetler kendi karşı saldırılarını yaparak 5 Ağustos'ta Orel ve Belgorod'u ve 23 Ağustos'ta da Harkov'u geri alarak Almanları geniş bir cephede geri attılar.
Sovyetler daha önce kış harekatlarında başarı elde etmişlerse de bu, Sovyetlerin savaştaki ilk başarılı stratejik yaz harekatıydı. Bu stratejik operasyon daha sonra harp akademileri derslerinde yer aldı. Kursk Muharebesi, bir Yıldırım savaşının düşman hatlarını yaramadan yenilmesiyle sonuçlanan ilk muharebedir.
150px Sovietic T34 battle of kursk
T-34 (Kursk Savaşı)


150px Dayosh Kiev magnify clip
Kızılordu askerleri, Dnepr Nehri geçişini hazırlarken


150px 1944 july 17 moscow german pow magnify clip
Alman esirler (Moskova, 17 Temmuz 1944)

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2009       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Avrupa Birliğinin Tarihi
birinci bölüm
1.1 avrupa’nın bütünleşme tarihi
Genellikle Avrupa toplulukları tarihinin başlangıç noktası olarak
II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllar alınmakla birlikte, bu fikrin
temelini oluşturan “Avrupa Birliği” yahut “Avrupa Birleşik
Devletleri” düşüncesi daha eskilere gider. Avrupa’nın siyasi
birliğine ilişkin teori ve projeler 16. yy’dan sonra ortaya
atılmıştır. Bunların amacı; Avrupa’yı yeni baştan kurarak, bir bütün
haline getirmek ve kolayca Avrupa Milletleri arasında iş bölümünü ve
barışı gerçekleştirmekti. Bu fikirlere önceleri kilise öncülük
etmiş, ancak Papa ile Krallık arasındaki mücadele sonrasında
Avrupa’nın ikiye ayrılması üzerine, filozoflar ve devlet adamları da
bu akıma katılmışlardı. Bu fikirler daha çok Almanya ve Fransa’da
doğmuş ve gelişmiştir.
17. yy’da Fransis Emeric Cruse’nin “Barış ve Dünya Federasyonu
Projesi” Alman Leibniz’in Avrupa Birliği’ne ilişkin görüşleri bu
düşüncenin ilk felsefi temsilcileridir.
II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’nın yaşadığı emsali görülmemiş
yıkım, savaş sonrasında Avrupa Birliği düşüncesinin bu sefer çok
daha kuvvetli bir şekilde yeniden gündeme gelmesine sebep olmuştur.
Nitekim, daha savaş biter bitmez, 19 eylül 1946’da İngiltere
Başbakanı Sir Winston Churchill Zürih’te yaptığı bir konuşmada,
gerek Sovyet Rusya’nın tehdidinden korunmak, gerekse savaşın
getirdiği yaranın sarılabilmesi için bir Avrupa Birleşik Devletleri
kurulmasını gereğinden bahsetmiştir.
Bunun üzerine çok geçmeden 1947’de Fransa ile İtalya aralarında bir
“Gümrük Birliği” kurmak için çalışmalara başladılar. Bu amaçla
1949’da Paris’te bir anlaşma imzalamışlarsa da, pazarlarının geniş
olmaması ve ekonomik sektörler arasında büyük bir rekabetin olması
sebebiyle bu projeden vazgeçmişlerdir. Daha sonra aynı projeyi
BENELUX ülkeleriyle birlikte gerçekleştirmek istemişler ancak o
sırada gözler Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı çalışmalarına
kaydığı için bu teşebbüs de öylece kalmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’yı birleştirmeye iten
sebeplerden birisi de, ABD’nin Marshall Planı’dır. Öyle ki, ABD
Dışişleri Bakanı George C. Marshall 5 haziran 1847 tarihli nutkunda,
Savaştan yıkımla çıkan Avrupa’nın yeniden inşası için ABD’nin
Avrupa’ya geniş bir yardımda bulunacağını; ancak bu yardımın daha
etkili olabilmesi için Avrupalıların dayanışma içinde olmaları
gerektiğini söylemiştir. Ancak, Avrupa’nın bütün ülkeleri henüz
böyle bir işbirliğine, hele de buradan yola çıkarak bir bütünleşme
sürecine aynı ölçüde hazır değildiler. Polonya, Macaristan,
Bulgaristan ve Çekoslovakya’da savaş sonrası meydana gelen rejim
değişiklikleri Avrupa’yı ikiye bölmüştü. Ancak Doğu Bloğu ülkeleri
dışındaki Batı Avrupa Ülkeleri bir “bütünleşme” süreci olmasa bile
en azından Marshall Planı’nın yürütülebilmesi için gerekli
teşkilatlanmaya gitmeye istekliydiler. Nitekim bu amaçla başlayan
çalışmalar 16 Haziran 1948’de Avrupa Ekonomik İşbirliği
Teşkilatı’nın (Organisation for European Economic Cooperation-OEEC)
kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
OEEC’nin kurulması Avrupa’nın bütünleşme çabalarında çok önemli bir
adımdır. Zira OEEC’nin amacına ulaşması, bütünleşme yanlısı
Avrupalıları daha da cesaretlendirmiştir. Her ne kadar Avrupa’nın
ortak savunması için girişilen “Batı Avrupa Birliği” (BAB)
tecrübesinden istenilen başarıya kısa sürede ulaşılmamış ise de, bu
durum bütünleştirmecileri yıldırmadı. Çünkü, Avrupa’nın savunması
ABD’nin de katıldığı Kuzey Atlantik Paktı Teşkilatı (NATO)
tarafından güvenceye alınmış; 5 Mayıs 1949’da kurulan Avrupa Konseyi
ile de Avrupalılar arası siyasi dayanışmada önemli bir aşama
kaydedilmişti. Bu sebeple, Avrupa’nın bütünleşmesi için önlerinde
hala bir şans vardı. Üstelik bu şansı kullanmak zorundaydılar. Zira,
Marshall Planı’nın birkaç yıllık tecrübesi göstermişti ki, bu yolla
Batı Avrupa Ekonomisi giderek ABD’ye bağımlı bir hale gelmektedir.
İşte bu durum Batı Avrupalı devlet adamlarını oldukça rahatsız
ediyor, farklı çözüm yolları düşünmeye itiyordu. Aşağıda incelenecek
olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu bunlardan birisidir.

1.2 AVRUPA KÖMÜR VE ÇELİK TOPLULUĞU
Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman, 9 Mayıs 1950’de, özellikle
yakın tarihlerinde birbirleriyle savaşmış olan Fransa ve Almanya’nın
bir daha savaşmalarını engellemek amacıyla, savaş sanayisinin ana
maddeleri olan kömür ve çeliğin üretim ve kullanımının “uluslar
üstü” (Supranational) bir organ tarafından yönetilmesi teklifiyle,
Avrupa’nın bütün “demokratik” ülkelerine çağrıda bulundu. Schuman
Bildirisi diye anılan bu çağrıya Fransa’nın yanı sıra Federal
Almanya, Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksembourg olumlu cevap
verdiler.
Şu bir gerçektir ki, Schuman Bildirisi’nin kısa vadeli amacı
Fransız-Alman çekişmesini yok etmekti; ancak bu bildiri uzun vadede,
Batı Avrupa Ülkeleri arasında geniş bir işbirliğini öngörmekte ve
aynı zamanda müstakbel bir “Avrupa Birleşik Devletleri”nin temelini
atmaktaydı. Üstelik bu yolla, Batı Avrupa gelecekte ABD’ye bağımlı
olmamak yolunda da önemli bir adım atmış oluyordu.
Schuman Bildirisi’nden hemen sonra başlayan müzakereler oldukça
çetin geçti ve 18 Nisan 1951’de Avrupa Kömür ve çelik Topluluğu’nu
(AKÇT) kuran anlaşma Paris’te imzalandı. Paris Anlaşması’nın 25
temmuz 1952’de yürürlüğe girmesi ile de ilk Avrupa Topluluğu hukuken
doğmuş oldu.
Bu ilk Topluluk, kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan “Avrupa
Toplulukları”nın nasıl bir temel üzerine kurulacağının da habercisi
idi. Zira AKÇT’ deki kurumsal ve teorik yapı, diğer iki toplulukta
da bir değişikliğe uğramamış, değişen sadece toplulukların
düzenledikleri alan olmuştur.
AKÇT’yi kuran Paris Anlaşması 100 maddeden oluşmakta ve kömür ve
çelik gibi ekonominin iki temel maddesini ele alarak, bunların altı
üye devlet arasında serbestçe mübadele edilmesi ve ekonominin
bütününe hitap etmesi amaçlanmıştır. AKÇT bu amaçlarına ulaşmak için
de aşağıdaki şekilde teşkilatlanmıştır:
ü Yüksek Otorite (High Authority)
ü Ortak Meclis (Common Assambly)
ü Özel Bakanlar Konseyi (Special Council of Ministers)
ü Adalet Divanı (Court of Justice)
AKÇT’nin supranational niteliğini Yüksek otorite örneğinde açıkça
görmekteyiz. Zira, bu organ, o zamana kadar kurulmuş olan OEEC, GATT
gibi uluslar arası kuruluşların organlarından farklı olarak, aldığı
kararları üye ülkelerde doğrudan uygulayabiliyordu.

1.3 AVRUPA SAVUNMA TOPLULUĞU DENEMESİ
AKÇT’nin başarılı olması ve Almanya ile Fransa arasındaki
anlaşmazlığı çözmesi üzerine, altı üye ülke bu sefer nihai amaç olan
Avrupa’nın siyasi birliğini kurma yolunda faaliyetlere giriştiler ve
ilk olarak, askeri güçlerini birleştirip dışa karşı kendilerini
korumak amacıyla bir “Avrupa Savunma Topluluğu” kurmaya çalıştılar.
Bu konudaki resmi teklif Fransız devlet adamı Rene Pleven’den
gelmişti. Ancak böyle bir topluluğun kurulması, savaş sonrası
silahsızlandırılmış olan F. Almanya’nın yeniden silahlanmasını
gerektiriyordu ki, bu durum bir çok Fransız’ı rahatsız ediyordu. Bu
sebeple Fransız Millet Meclisi bir toplantısında AST projesini
onaylamadı. Böylece AST projesi doğduğu ülkede ölmüş oldu.
Ancak AST projesi Avrupalılara şunu öğretti ki, siyasi entegrasyonu
sağlamak için öncelikle ülkeler arasında güveni yerleştirmek
gerekiyordu; bunun yolu ise ekonomik entegrasyonu geliştirmekti.

1.4 AVRUPA EKONOMİK TOPLULUĞU VE AVRUPA ATOM ENERJİSİ TOPLULUĞU
AKÇT’nin başarısı ve AST denemesinin ortaya koyduğu gerçek
karşısında, altı ülke, kömür ve çelikte giriştikleri deneyi
ekonominin diğer alanlarına da yaymak üzere harekete geçtiler. Bu
amaçla, altı ülkenin devlet ya da hükümet başkanları 1-2 Haziran
1955’te Messina’da bir araya geldiler ve söz konusu amacı
gerçekleştirmek üzere bir “Hazırlık Komisyonu” kurdular, başına da
Belçikalı P. Henri Spaak’ı getirdiler. Spaak komisyonu bir yıllık
bir çalışma sonucunda hazırladığı raporu, 21 Nisan 1956’da
incelenmek üzere üye devlet yetkililerine verdi. Raporda Avrupa’nın
birleşmesindeki genel prensipler, muhtemel problemler ve çözüm
yolları, yeni bir nükleer enerji birliğinin kurulması teklifi yer
alıyordu. Bu rapor altı ülkede uzman komitelerce incelenip
olgunlaştırıldı ve nihayet 25 Mart 1957’de Roma’da bir araya gelen
altı ülke yetkilileri “AET” ve “Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu”nu
kuran antlaşmaları imzaladılar. Anlaşmaların üye ülke
parlamentolarında onaylanmasından sonra 1 Ocak 1958’de yürürlüğe
girmesiyle, Avrupa Topluluklarını oluşturan diğer iki toplulukta
hayat bulmuş oldu.
1.4.1 AVRUPA EKONOMİK TOPLULUĞU
Avrupa topluluklarını kuran anlaşmalar içerisinde en geniş
kapsamlısı olan “AET”yi kuran anlaşma 248 maddelik bir “esas metin”
ile, buna ilişik; dört “ek”, on “protokol”, bir “uygulama
sözleşmesi”, son senet, iki “ortak bildiri”, dört “niyet bildirisi”,
iki “hükümet bildirisi”, ve bir “AT adalet divanı statüsü hakkında
protokol”den meydana gelmektedir.
Roma anlaşması ile altı üye ülke zamanla aralarındaki gümrükleri
kaldırmayı, üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi
uygulamayı, topluluk içinde malların, insanların, hizmetlerin ve
sermayenin serbestçe dolaşabilmesini hedeflemişlerdir. Üye ülkeler
bunları gerçekleştirebilmek içinde, ekonominin bütün sektörlerini
kapsayan geniş bir Pazar kurmayı, ekonomik, mali, sosyal ve siyasi
bütün kurumları arasında bir yakınlaştırmayı hatta bütünleştirmeyi
ön görmüşlerdir. AET bu haliyle de, ekonomik bir entegrasyonun
ötesine geçmektedir.

1.4.2 AVRUPA ATOM ENERJİSİ TOPLULUĞU
EUREATOM kurucu antlaşması genişlik bakımından AET kurucu
antlaşmasından sonra ikinci sırada yer alır. EUREATOM’un amacı üye
ülkelerde yaşayanların hayat standartlarının yükseltilmesine katkıda
bulunmak ve nükleer endüstrilerinin süratle kalkınması için gerekli
tedbirleri almak, diğer ülkelerle ticari amacı artırmaktır
EUREATOM’un temelleri Spaak komisyonu tarafından atılmıştır. Atom
enerjisi Spaak komisyonu tarafından sektör entegrasyonu seçilen tek
alandı. Bu alan uluslar üstü bir entegrasyona çok uygundu. Ayrıca
Avrupa eğer atom enerjisi alanında ileride ABD’ye bağımlı olmak
istemiyorsa, böyle bir entegrasyona gitmek zorundaydı. Üstelik
uzmanlar yakın bir gelecekte Avrupa’nın geleneksel enerji
kaynaklarının tükeneceğini; bu sebeple yeni enerji kaynaklarının
gecikmeden geliştirilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Nihayet, Fransa
Almanya’nın atom enerjisini askeri amaçla kullanabileceğini
düşünerek, böyle bir entegrasyonu Almanya üzerinde bir kontrol
mekanizması olarak görüyor ve atom enerjisi alanında AET’nin dışında
ayrı bir topluluk kurulmasını istiyordu. Bütün bu sebepler AET ile
EUREATOM’u kuran anlaşmaların aynı zamanda imzalanmasını
sağlamıştır.
EUREATOM bugün Belçika, İtalya, Hollanda ve Almanya’da bulunan
dört “ortak araştırma merkezi”ne sahiptir. Bu merkezlerde yürütülen
araştırma faaliyetlerinin alanı çok geniştir ve nükleer fizik,
hayvan ve bitki radyobiyolojisinden, tarımda radyoaktif-maddelerin
kullanımına kadar uzanmaktadır. EUREATOM bu tür temel nükleer
araştırmaların yanı sıra nükleer güç tesislerinin kurulmasına da
katkıda bulunmaktadır.

1.5 AVRUPA TOPLULUKLARININ GENİŞLEMESİ
AT’nin ilk yılları gerek ekonomik gelişmeler açısından gerekse
kurucu antlaşmaların uygulanması bakımından oldukça başarılı
geçmiştir. Bu durum Avrupa’daki diğer ülkelerinde AT’ye yönelmesine
sebep olmuştur. Bunlardan İrlanda 31 Temmuz 1961, Danimarka 9
Ağustos 1961, İngiltere 10 Ağustos 1961 ve Norveç 30 Nisan 1962
tarihinde AT’ye tam üyelik için baş vurmuştur.
Bu başvurular AT için çok önemliydi zira böylece AT artık “rüştünü
ispatlamış” oluyor ve kendisine güveni geliyordu. Üstelik, AET’ye
karşı 1960’da “Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi”ni (EFTA) kurmuş olan
İngiltere’nin de başvuruda bulunuyor olması ayrı bir önem taşıyordu.
Kısacası AT, EFTA’ya karşı ağırlığını koymuş ve önemli bir zafer
kazanmıştır. Tam üyelik başvuruları topluluk yetkili organlarında
görüşülmeye başladığında İngiltere’nin kuruluş yıllarında AT’ye
karşı aldığı cephe nedeniyle Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle “henüz
topluluğa üye olacak düzeyde değil” bahanesiyle İngiltere’nin
başvurusunu veto etmiştir.
1969 La Haye Zirve Konferansı toplandığında Fransa’nın başında De
Gaulle yoktu. Bu sebeple İngiltere, Danimarka, İrlanda ve Norveç’in
ikinci tam üyelik başvuruları bir itirazla karşılaşmadan, tam üyelik
müzakerelerinin başlatılması kararı alındı. Haziran 1970’de başlayan
müzakereler anlaşmayla sonuçlandı ve AT’yi altı’dan on’a çıkaran
katılma anlaşmaları 22 Ocak 1972’de Brüksel’de imzalandı. Ancak,
Norveç aynı yıl Avrupa Topluluğu’na katılmayı referanduma sundu ve
Norveç halkı %53 ile katı8lmayı reddetti. Böylece 1 Ocak 1973’de
yürürlüğe giren anlaşmalarla AT’nin sayısı dokuz’a çıkmış oldu. Bu
genişlemeye AT’nin Kuzeye Genişlemesi denir.
AT’nin ikinci genişlemesi ise Yunanistan’ın katılması ile
gerçekleşmiştir. Zaten AET ile Yunanistan arasında 1962’den beri tam
üyeliği öngören bir ortaklık ilişkisi vardı. 1974’de ülkede Albaylar
cuntası devrilince, Yunanistan 12 Haziran 1975’de AT’ye tam üyelik
için başvurusunu yaptı. 27 Temmuz 1976’da başlayan müzakereler 10
Mart 1979’da tamamlandı ve 25 Mayıs 1979’da tam üyelik antlaşmasını
imzaladı.
Toplulukların “Güneye Genişlemesi” denilen İspanya ve Portekiz’in
katılımları ise katılma antlaşmalarının 1 Ocak 1986’dan yürürlüğe
girmesiyle gerçekleşmiştir.
Son olarak 1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın
katılmıştır.
Böylece AT, günümüzde 15 üyeli bir büyük entegrasyon olarak
karşımızda durmaktadır.

1.6 AVRUPA TOPLULUĞUNUN HEDEFLERİ
AT’nin hedefleri siyasi, ekonomik ve sosyal hedefler olmak üzere üç
başlık altında toplanabilir.
1. Siyasi Hedefler.
- Avrupa’da siyasi birliğin kurulması
- Üye ülke halkları arasında iki defa dünya savaşına neden
olan ayrımcı muameleleri ve uyrukluk dolayısıyla meydana gelen
engelleri kaldırmak.
- Üye ülkelerin tek başına halledemeyecekleri uluslar arası
problemleri AT çatısı altında oluşturacakları güç yoluyla çözmeye
çalışmak
- Uluslar arası ilişkiler sisteminde ikili kutuplaşma
yerine, Çin ve Japonya ile birlikte sistemde yer alarak çoklu
kutuplaşmayı gerçekleştirmek ve böylece hukuka saygılı istikrarlı ve
dengeli bir uluslar arası ilişkiler sisteminin kurulmasına katkıda
bulunmak
- AT içinde ortak bir savunma sistemi geliştirerek, dünya
barışı açısından güçlü bir unsur olmak
2. Ekonomik Hedefler
- Avrupa topluluğu ülkeleri arasında ekonomik bütünleşmeyi
gerçekleştirmek.
- Topluluk üreticilerinin gelirlerini artırıcı politikalar
izlemek ve onları dış rekabette korumak.
- Ekonomik ve teknolojik alanda kaynakların ve
kapasitelerin etkin bir şekilde kullanımını sağlamak.
- Bu yolla da ABD ve Japonya gibi dünyanın diğer ekonomik
güçleri karşısında rekabet gücünü yükseltmek.
3. Sosyal Hedefler
- Üye ülke halklarının yaşam standartlarını yükseltmek.

1.7 AVRUPA TOPLULUKLARININ KURUMSAL YAPISI
AT yukarıda saydığımız hedeflerine ulaşmak ve faaliyetlerini
gerçekleştirmek üzere aşağıdaki organları oluşturmuştur.
Asıl Organlar
- Konsey (The Council)
- Komisyon (The Commission)
- Avrupa Parlamentosu (The European Parliament)
- AT Adalet Divanı (The Court of Justice)
Yardımcı Organlar
- Ekonomik ve sosyal komite (The Economic and Social
Committee)
- Avrupa Yatırım Bankası (The European Investment Bank)
- Sayıştay (The Court of Auditors)
a-) Konsey : Avrupa Topluluğunun üst düzeyde karar alma ve yürütme
organıdır. Konsey, üye devletlerin Dışişleri Bakanlarının
katılmasıyla oluşur. Buna esas Konsey denir. Konsey ayrıca üye
ülkelerin tarım, ticaret, sanayi, ulaştırma vb. bakanlarının
iştirakleriyle de toplanabilmektedir. Buna İhtisas Konseyleri denir.
Merkezi Brüksel’de olan Konseyin başkanlığı altı ayda bir dönerli
usule göre değişir. Konseyin görevi kurucu antlaşmaların belirlediği
amaç ve hedeflerin gerçekleştirilmesi ile üye ülkelerin
politikalarının koordinasyonunu sağlamak ve bu yönde karar alma
yetkisini kullanmaktır.
b-) Komisyon : Avrupa Topluluğunun Konseyden sonra ikinci karar alma
yürütme organıdır. Komisyon üyeleri tabiiyetinde oldukları
devletlerinden bağımsız olarak görevlerini yürütürler ve onlardan
talimat almazlar. Yeniden seçilmedikleri taktirde görev süreleri
dört yıldır. Komisyonun başkan ve altı adet başkan yardımcısı ise
üye devletlerce iki yılda bir seçilir. İki yıllık süreden sonra
yeniden seçilebilirler.
Komisyonun temel görevi kurucu antlaşmaların uygulanmasını
gözetmektir. Bunun dışında antlaşmalarda öngörülmemiş olsa bile
antlaşmaların amaçlarına ulaşması için girişimde bulunma, Topluluk
bütçesini hazırlama, Konseye teklifler götürme, üçüncü ülkelere
karşı AT’yi temsil etme görevleri vardır.
c-) Avrupa Parlamentosu : Avrupa Topluluğu’nun “Demokratik denetim
organı” olan Avrupa Parlamentosu (AP) Konsey ile Komisyon arasında
paylaşılmış olan yasama ve yürütme yetkilerinin kullanılmasını
demokratik yoldan denetler.
AP’de Parlamento üyeleri siyasi görüşlerine göre grup kurarlar.
Burada mensubu oldukları ülkeler önemli değildir. Grup oluşturulması
önemli olan siyasi görüşlerdir. AP’deki gruplar şunlardır:
Sosyalist GrupMsn Moon, Hıristiyan Demokrat(PPE), Muhafazakar Avrupa
Demokrat (ED), Komünist Grup (COM), Liberal Grup (LDR), Avrupa
Demokratlar İttifakı (RDE), Yeşil ve Gökkuşağı Grubu (ARC), Avrupalı
Sağcılar (DR), Bağımsızlar (NI).
AP’nin Konsey üzerindeki denetimi oldukça sınırlıdır. AP yazılı ve
sözlü soru yoluyla faaliyetlerin demokratik denetimini yapar.
AP’nin Komisyon üzerindeki denetimi biraz daha geniştir. Yazılı ve
sözlü soruların yanında Komisyon hakkında gensoru ve güvensizlik oyu
vererek onu düşürebilir.
d-) Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD): AT’nin bağımsız yargı
organı olan ATAD kurucu antlaşmalarının hukuka uygunluğunu sağlamaya
amaçlayan kararları temyiz edilemeyen bir üst yargı organıdır.
ATAD’ın yetkileri şunlardır:
- Topluluk hukukunu asıl ve nihai olarak yorumlama yetkisi.
- Topluluk organlarının yasama ve yürütme tasarruflarının
topluluk hukukuna uygun olmadığını; üye devletlerin topluluk
hukukunu ihlal edip etmediklerini karara bağlama yetkisi.
- Topluluk hukuku süreleri (gerçek ve tüzel kişiler ile üye
devletler) arasında yine bu hukuk alanında çıkabilecek
anlaşmazlıkları çözme yetkisi
ATAD kararları üye devletlerdeki bütün mahkemeleri bağlar.
e-) Ekonomik ve Sosyal Komite (ESK): Roma Antlaşması ile Konsey ve
Komisyona yardım etmek ve istişari nitelikte görev yapmak üzere
kurulmuştur. Üyeleri belli başlı üç grupta toplanır. Bunlar işçiler,
işverenler ve serbest meslek sahipleri.
ESK Konsey ve Komisyona görüş bildirir. Görüşleri bağlayıcı
değildir.
f-) Avrupa Yatırım Bankası: 1958 yılında kurulmuştur. Merkezi
Lüksembourg’dadır. AYB verdiği uzun vadeli kredilerle, toplulukta
bölgeler arası dengesizliği giderecek ve ortak menfaatlere uygun
gelişme sağlayacak projelere destek vermeyi amaçlamaktadır. Üyeleri
topluluktaki 15 devlettir.
g-) Sayıştay : AT’nin ve bağlı kuruluşların gelir ve harcamalarını
incelemek bunların topluluk mevzuatına uygun bir şekilde
yürütülmesini sağlamakla görevlidir.

1.8 1 KASIM 1993: AVRUPA BİRLİĞİ
7 şubat 1992’de Maastricht’te imza edilen Avrupa Birliği antlaşması
1 Kasım 1993’te yürürlüğe girdiğinde, Avrupa bütünleşmesine tamamen
yeni bir boyut verdi. Amaç ve içerik bakımından esas olarak ekonomik
olan Avrupa Topluluğu, şimdi üç sütun üzerinde durmakta olan bir
Avrupa Birliği’ne dönüştürüldü.
Topluluk sütunu veya ayağı, geleneksel kuramsal prosedürlere göre
yönetilmekte ve Komisyonun, Parlamentonun, Konseyin ve Adalet
Divanı’nın faaliyetlerini düzenlemektedir. Bu sütun, esas olarak, iç
pazarın ve ortak politikaların yönetilmesiyle ilgilidir. Diğer iki
sütun ise, üye devletleri, bugüne kadar sadece ulusal hükümetlerin
yetkili oldukları düşünülen konuların içine sokmaktadır: bir yanda,
dış politika ve güvenlik politikası; diğer yanda, göç ve irtica
politikası, polis ve adalet gibi konuları kapsayan içişleri. Bu,
ileriye doğru önemli bir adımdır. Zira Üye Devletler, bu alanlarda
daha sıkı işbirliği yapmayı kendi çıkarlarına uygun görmekte ve
böylece Avrupa’nın dünyadaki kimliğini teyit etmekte ve
yurttaşlarının, örgütlü suça ve uyuşturucu ticaretine karşı daha iyi
korunmalarını temin etmektedirler.
Ancak, insanların Maastricht Antlaşması hakkında en iyi
hatırlayacakları şey, muhtemelen, onların günlük hayatları üzerinde
en büyük pratik etkiyi yaratacak olan karar, yani ekonomik ve
parasal birliğe geçme kararı olacaktır. 1 Ocak 1999 tarihinde, EPB,
sağlam mali yönetimi garanti etmek ve tek para biriminin (“Euro”)
gelecek yıllarda istikrarlı olmasını sağlamak için tasarlanmış bazı
kriterleri karşılayan tüm ülkeleri içine alacaktır.
İç Pazarın tamamlanmasındaki nihai, mantıki aşama olan tek para
biriminin uygulamaya konulması, bunun her yurttaş için kişisel
yansımaları, ekonomik ve sosyal sonuçları düşünülecek olursa son
derece siyasi bir adımdır. Hatta denilebilir ki Euro, Avrupa
Birliği’nin en son simgesi olacaktır. Büyük uluslar arası rezerv
paralarla rekabet etme kabiliyetine sahip ve güçlü bir para birimi,
birleşen ve kendini ispat eden bir kıtaya ait olduğumuzun açık
kanıtı olacaktır.

1.9 KOPENHAG KRİTERLERİ
Haziran 1993’te gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde, aşağıda
sıralanan üç kriterin karşılanması durumunda, aday ülkelerin Avrupa
Birliği’ne üye olabilecekleri kararı alınmıştır.
i Siyasi Kriterler : Demokrasinin güvence altına alındığı istikrarlı
bir kurumsal yapı, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık
haklarına saygı;
ii Ekonomik Kriterler : İyi işleyen pazar ekonomisi ve AB içindeki
piyasa güçlerine ve rekabet baskısına karşı koyabilme kapasitesi;
iii Topluluk müktesebatının kabulü : AB’nin çeşitli siyasi, ekonomik
ve parasal hedeflerine bağlılık.
Bu kriterler, Aralık 1995 tarihinde düzenlenen Madrid Avrupa
Zirvesi’nde aday ülkelerin idari yapılarının, aşamalı ve uyumlu bir
bütünleşmenin koşullarını sağlayacak biçimde uyumun önemi de
vurgulanmıştır.
Ancak AB, yeni üyelerin kabul edilmesi açısından uygun zamanlamayı
saptama hakkına sahiptir.

alinti
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2009       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İKİNCİ BÖLÜM

AVRUPA BİRLİĞİ – TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

2.1. TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ / GÜMRÜK BİRLİĞİ VE TAM
ÜYELİK

2.1.1 Türkiye’nin Avrupa Birliğine Üyelik Başvurusunun
Nedenleri

Söz konusu nedenler aşağıdaki gibi sıralanabilir :

· 1958 yılında Yunanistan Hükümeti Ortak Pazara ve
ilerde tam üyeliği amaçlayan bir ortaklık antlaşması yapmak
istediğini bildirmişti.” Türkiye mutlaka Yunanistan’ı izlemeli ve
AET’ye aynı şekilde başvurmalıdır. “,” Yunanistan girmek istediğine
göre bir iş vardır. Bizimde Atina’nın gerisinde kalmamız söz konusu
olamaz” ve ”Yunanistan ile aynı tarım ürünlerini ihraç ediyoruz, biz
AET’ye girmezsek piyasayı onlar ele geçirecekler, Yunanistan üye
olarak bizden fazla kredi alabilecek” şeklinde görüş belirten,
zamanın hükümet yetkilileri, AET’ye başvurmak gerektiğini
belirtmişlerdir.
· Atatürk’ün çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkma
politikası, topluluğa tam üye olmakla pekişecek ve sağlamlaşacaktır.

· Nüfus ve ekonomik potansiyeli büyük ve yaşam standardı
yüksek bir topluluğun tam üyesi olmakla, bu güne kadar sürdürdüğü
ticari ve ekonomik ilişkilerin boyutları genişleyecek, istikrarlı
ve zengin geniş bir pazarın ortağı durumuna girecektir.
· Toplulukla o günkü ortaklık ilişkileri aşamasında
karşılaşılan birtakım kısıtlama ve engeller ortadan kalkacak ve
Türkiye’nin topluluğa tam üyeliği, topluluğun, uyguladığı korumacı
politikaları aşmasını sağlayacağı gibi, topluluk üyesi olan
Yunanistan,İspanya,Portekiz gibi Akdeniz ülkelerinin yaratacağı
sıkıntıları da hafifletecektir.
· Topluluğa tam üye olunmasıyla Türk Ekonomisi itici bir
güç kazanacak ve işbirliği koşulları içinde topluluk kurallarına
daha kısa zamanda uyum sağlayarak gelişmesini hızlandırabilecektir.
· Türkiye, bir arada bulunduğu ortaklarıyla daha yakın
bir diyalog ve işbirliği çerçevesinde Avrupa’nın teknoloji ve
sermayesinden daha etkin bir biçimde yararlanma imkanı olacaktır.
· Topluluğun ekonomik açıdan az gelişmiş bölge ve
yerlerine, çeşitli fonlardan yapılan yardımlardan yararlanma olanağı
bulabilecektir.
· Amacı ilk aşamada ekonomik ve daha sonra siyasal birlik
içinde bütünleşme olan topluluğa katılmakla, Türkiye, bu güne kadar
askeri ve siyası iş birliği içinde bulunduğu Batı ile ekonomik iş
birliğini de gerçekleştirerek Batılılaşma istek ve arzusuna kavuşmuş
olacaktır.

2.1.2 ANKARA ANLAŞMASI VE KATMA PROTOKOL
Avrupa Birliği ile ilişkilerimizin neredeyse 40 yıllık bir geçmişi
vardır. Türkiye, AET’nin 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre
sonra Temmuz 1959’da topluluğa tam üye olmak için başvurmuştur.
Cumhuriyetimizin kurulmasından bu yana, hatta daha öncesinden beri,
batılılaşma ile modernleşmenin eş tutulması özellikle 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra Avrupa kıtasında veya onu merkez alarak kurulan
siyasi ve güvenlik oluşumlarının tümüne katılmaya ülkemizi
yöneltmiştir. Bu suretle Türkiye Avrupa Konseyi OECD ve NATO’ya
girmiştir. Aynı neden, Türkiye’yi Avrupa’nın bu en iddialı
entegrasyon hareketine karşı kayıtsız kalmamaya sevk etmiştir.
Dolayısıyla, Avrupa ile entegrasyonun başlangıçtan itibaren ülkemiz
için ekonomikten ziyade politik amaçları olduğu söylenebilir.
Tam üyelik başvurumuza o zamanki adıyla AET tarafından verilen
cevapta, Türkiye’nin kalkınma düzeyinin tam üyeliği gereklerini
yerine getirmeye yeterli olmadığı bildirilmiş ve tam üyelik
koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık
antlaşması imzalanması önerilmişti. Söz konusu antlaşma 12 eylül
1963 Tarihinde Ankara’da imzalanmıştır.

Ankara Antlaşması’nın ön sözünde Türk halkının yaşam standardının
yükseltilmesi amacı ile AET’nin sağlayacağı desteğin ilerdeki bir
tarihte Türkiye’nin topluluğa katılmasına yardımcı olacağı
belirtilmektedir. 28 Madde ise “ Antlaşmanın işleyişi, topluluğu
kuran antlaşmadan doğan yükümlülüklerin tümünün Türkiye tarafından
üstlenebileceğini gösterdiğinde, akit taraflar,Türkiye’nin topluluğa
katılmasını incelerler” denmektedir. Bundan da görüleceği üzere
Ankara Antlaşması uyarınca kurulan Türkiye- AB ortaklık ilişkisinin
nihai hedefi Türkiye’nin topluluğa tam üyeliğidir.
Antlaşma, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olarak 3
dönem öngörülmüştür. Geçiş döneminin sonunda ise gümrük birliğinin
tamamlanması planlanmıştır. Antlaşmada öngörülen hazırlık döneminin
sona ermesiyle birlikte, 13 kasım 1970 Tarihinde imzalanan ve 1973
yılında yürürlüğe giren Katma Protokolde geçiş döneminin hükümleri
ve tarafların üstleneceği hükümler belirlenmiştir. Ancak gerek
Ankara Antlaşması gerek Katma Protokol öngörüldüğü şekilde
uygulanamamıştır. Bunun sorumluluğunu Türkiye ile topluluk arasında
paylaştırmak gerekir. Ülkemiz 1970’li yıllarda içinde bulunduğu
ekonomik krizler ve bazı siyası tercihlerle Katma Protokollerden
kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınmıştır. O
tarihlerde yaygın olan kanaat, AET ile ilişkinin bir çeşit sömürü
düzeni kurmakta olduğu pazarımızı, topluluk ürünlerine açmanın
sanayileşmemizi ve kalkınmamızı baltalayacağı, dolayısıyla koruma
duvarlarının muhafaza edilmesi gerektiği yolundaydı. Başka bir
deyimle, AB ile ortaklık ilişkimizin ve gümrük birliğinin temsil
ettiği kalkınma modeli dışarıya açık, bütünleşmeyi öngören bir model
iken 1970’li yılların tamamı boyunca bu modelin tam tersine
sembolize eden iç dönük, ithalat ikamesine dayalı politikalar
uygulanmıştır.
Türkiye kendi hükümlülüklerini yerine getirmemeye toplulukla
ilişkilere soğuk bakmaya başlayınca, topluluk da kendi
yükümlülüklerini aksatmaya ve ortaklık ilişkisinin geliştirilmesi
istikametinde çaba harcamaktan kaçınmaya başlamıştır.
Başlangıçta sadece ekonomik olan sorunlar, 12 eylül döneminde ve
Yunanistan’ın 1980’de topluluğa tam üye olmasıyla siyasi boyutlarda
kazanmaya başlamıştır.topluluk-Türkiye ilişkileri dondurulmuş ve
mali iş birliğine son verilmiştir. Katma Protokol’ün ise sadece
ticari hükümleri işlemeye devam etmiş diğer bütün hükümleri atıl
kalmıştır.

2.1.3. GÜMRÜK BİRLİĞİ
1983 yılında Türkiye’de sivil idarenin yeniden kurulması ve 1984
yılından itibaren ülkemizin ithal ikamesi politikalarının hızla terk
ederek dışa açılma sürecini başlatması ilişkilerimizi yeniden
canlandırmıştır. Türkiye bir taraftan 14 Nisan 1987’de AB’ne tam
üyelik müracaatında bulunmuş, diğer taraftan ertelenmiş bulunan
gümrük vergileri uyum ve indirim takvimini 1988 yılından itibaren
hızlı bir biçimde yeniden yürürlüğe koymuştur.
AB Komisyonu tam üyelik müracaatımıza 1989 yılında verdiği yanıtta,
Türkiye’nin AB’ne üyelik konusundaki ehliyetini kabul etmekle,
topluluğun kendi içindeki derinleşme sürecini tamamlanmasına ve
gelecek genişlemesine kadar beklenmesini ve bu arada Türkiye ile
gümrük birliği sürecinin tamamlanmasını önermiştir. Bu öneri
tarafımızdan da olumlu değerlendirilmiş ve gümrük birliğinin Katma
Protokol’de öngörüldüğü şekilde 1995 yılında tamamlanması için
gerekli hazırlıklara başlanmıştır. 2 yıl süren müzakereler sonunda 5
Mart 1995 tarihinden yapılan ortaklık konseyi toplantısında alınan
karar uyarınca Türkiye ile AB arasında gümrük birliği 1 Ocak 1996
yılında yürürlüğe girmiştir.
Gümrük Birliğinin tamamlanmasıyla ülkemiz AB ülkeleriyle entegrasyon
istikametinde çok önemli bir merhale kat etmiştir. En azından, Türk
Ekonomisi ve sanayi Gümrük Birliği’ni tamamlayarak altından
kalkılamayacak bir yük üstlenmediğini ispatlamış, dolayısıyla tam
üyeliğin gerektireceği yükümlülükleri de zaman içinde
üstlenebileceğini göstermiştir. Bir yerde Gümrük Birliği ülkemiz
için bir test olarak görülebilir. Türkiye, AB ile Gümrük Birliği’ne
girebilmiş tek üçüncü ülkedir. Ticaret açığının önemli ölçüde
büyümesine rağmen, Gümrük Birliği’nden kaynaklanan yükü rahatlıkla
kaldırabileceğini göstermiştir. Ancak, Gümrük Birliği’nin sorunsuz
yürüdüğü de söylenemez. Bir kere, AB Gümrük Birliği ile birlikte
ülkemize karşı üstlendiği bazı yükümlülükleri yerine getirmemiştir.
AB, gümrük Birliği kararının kabul edildiği ortaklık konseyi
toplantısında üstlendiği ve ülkemize dört-beş yıllık bir dönem
içinde 2,5 milyar Euro’ya varan mali yardım yapma yükümlülüğünü
yerine getirmemiş, aynı şekilde kurumsal alanda entegrasyonu
öngörülen bazı tedbirleri alamamıştır. Bu yükümlülüklerin yerine
getirilememiş olmasının başlıca iki nedeni vardır. Birisi
Yunanistan’ın, diğeri Avrupa Parlamentosunun muhalefetidir. Türkiye
tabiatıyla bu taahhütlerin yerine getirilmesi üzerinde ısrar etmeye
devam etmektedir. Zira bunlar Gümrük Birliği Antlaşması paketinin
bir parçasını teşkil etmekte olup, yerine getirilmemeleri
ilişkimizin dengesini bozma sonucunu doğurmaktadır.

2.1.4. AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GENİŞLEME SÜRECİ VE TÜRKİYE
Avrupa Birliği 1993 Kopenhag Zirve Toplantısı’nda aldığı kararlar
uyarınca eski Varşova Paktı ülkeleri olan merkezi ve Doğu Avrupa
ülkelerini kapsayan bir genişleme süreci başlatmıştır. AB
Komisyonu’nun genişlemeye ilişkin stratejisine esas teşkil etmek
üzere hazırladığı öneriler 16 Temmuz 1997 tarihinde “Gündem 2000”
başlıklı bir raporda açıklanmıştır. Raporda MDAÜ ve GKRY’nin iki
dalga şeklinde iki binli yıllarda AB’ne tam üye olmaları
öngörülmüştür. İlk dalga Kopenhag Kriterleri dediğimiz-demokrasi,
insan hakları, ekonomik gelişme, topluluk müktesebatını benimseme-en
fazla uyum gösterebilme yeteneğine sahip olduğu değerlendirilen,
Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya, söz
konusu kriterlere göre daha geri bir durum da bulunan ikinci dalgada
ise Slovak Cumhuriyeti, Lituanya, Letonya, Bulgaristan ve Romanya
yer almıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de daha önce alınan bir
kararla söz konusu genişlemenin içine dahil edilmiştir. Türkiye ise
genişlemenin kapsamına alınmamıştır. Gündem 2000 raporunda ülkemiz
ile ilgili olarak, Gümrük Birliği’nin tatminkar bir biçimde işlediği
ve AB ile ülkemiz arasında ilişkilerin geliştirilmesi için sağlam
bir dayanak teşkil ettiği, ancak siyasi durumun, mali işbirliği ile
siyasi diyalogun 6 Mart 1995 tarihinde kararlaştırıldığı şekilde
sürdürülmesine imkan vermediği, Gümrük Birliği’nin uygulamasının
ülkemizin bir çok alanda AB müktesebatını başarıyla
üstlenebileceğini gösterdiğini, buna karşılık ekonomimizin makro
ekonomik istikrarsızlık kıskacını kıramadığı ifade edilmiştir.
Siyasi konularda ise insan hakları ve Güneydoğu sorunu ile ilgili
bilinen görüşler tekrar edilmiş ve bu soruna askeri değil, siyasi
bir çözüm bulunması gerektiği ifade edilmiştir.
Gündem 2000 raporunu açıklanmasını izleyen dönemde Türkiye AB üyesi
ülkelerle AB Komisyonu düzeyinde yoğun ikili temaslar
gerçekleştirmiştir. Bütün bu görüşmelerde Türkiye, komisyonun
kendisini AB’nin hali hazır genişleme sürecinden dışlayan Gündem
2000’deki önerileri hakkında olumsuz görüşlerini ortaya koyarak,
AB’nin bu yönde bir tutum almasının Türkiye-AB ilişkilerinin
müktesebatıyla ciddi biçimde çelişeceğini vurgulamış ve Lüksembourg
zirve toplantısından beklentilerini aşağıdaki biçimde ortaya
koymuştur.
· Türkiye’nin AB’nin genişleme sürecine dahil olduğunun
resmen ilanı.
· Türkiye’nin uygun bir katılma öncesi stratejisi ile
desteklenmesi.
· Türkiye’nin Avrupa Daimi Konferansı’na diğer adaylarla eşit
statüde katılması.

2.1.5.1 LÜKSEMBOURG ZİRVESİ
12-13 Aralık 1997 tarihlerinde Lüksembourg’da yapılan Avrupa Birliği
zirvesinde kabul edilen sonuç bildirisinin en önemli bölümü
genişleme konusuna ayrılmıştır. Bu bildiri, genelde komisyonun
Gündem 2000 raporunda yaptığı önerileri benimsemekle birlikte,
ülkemiz için bunun ötesine giden bir içerik taşımıştır.
Lüksembourg Zirvesi sonrasında varılmış bulunan noktaya bakıldığında
Türkiye açısından şu unsurlar göze çarpmaktadır.
· Türkiye’nin tam üyeliğe bir kez daha teyit edilmiştir.
· Avrupa Birliği, Türkiye’yi tam üyeliğe hazırlamak için bir
strateji tespitini kararlaştırmıştır. Bu stratejide, Ankara
Antlaşması’nda ön görülen imkanların geliştirilmesi, Gümrük
Birliği’nin güçlendirilmesi, mali işbirliği ve mevzuat uyumu gibi
unsurlara yer verilmesi ve gelişmeleri düzenli olarak
AnkaraAntlaşması’nın 28. maddesi Kopenhag Kriterleri ve AB’nin 29
Nisan 1997 tarihli deklarasyonu çerçevesinde gözden geçirilmesi
öngörülmüştür.
· Bunlara karşılık Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin
güçlendirilmesinin aynı zamanda ülkemizdeki siyasi ve ekonomik
reformların sürmesine, Yunanistan ile iyi ve istikrarlı ilişkilere
sahip olunmasına ve Kıbrıs sorununa çözüm bulunması amacıyla BM
gözetimindeki müzakerelerin desteklenmesine bağlı olduğu
vurgulanmıştır.
Hükümetimiz Lüksembourg Zirvesi’nin ertesi günü 14 Aralık 1997
tarihinde yaptığı açıklamada AB’nin Türkiye’ye yönelik yanlı ve
ayırımcı tutumunun kınamış, bununla birlikte ülkemizin tam üyelik
hedefini muhafaza ettiğini ve AB ile var olan ortaklık ilişkilerinin
sürdürüleceğini ancak bu ilişkilerin geliştirilmesinin AB’nin
yükümlülüklerini yerine getirmesine bağlı olacağını, AB’nin mevcut
zihniyet ve yaklaşımı değişmedikçe ilişkilerimizin ahdi çerçevesi
dışındaki konuları AB ile ele almayacağımızı belirtmiştir.
Müteakiben yapılan açıklamalarda, AB ile siyasi diyalogun,
ilişkilerimizin gelişmesine engel oldukları iddia edilen Kıbrıs
sorunu, Türk-Yunan ilişkileri dahil olmak üzere Türkiye’nin iç
meselelerini bundan böyle kapsamayacağını belirtmiştir. Ayrıca, ilk
oturumunu 12 Mart 1998 tarihinde Londra’da yapan Avrupa
Konferansı’na ülkemizin katılmayacağı, bu arada Gümrük Birliği’nin
ortaklık antlaşmalarımızda öngörüldüğü şekilde sürdürüleceği AB
tarafının Lüksembourg Zirvesi’nin sonuç bildirisinde yapmayı
üstlendiği, Gümrük Birliği’nin değiştirilmesine ve Ankara
Antlaşması’nın sağladığı imkanların kullanılmasına yönelik
tekliflerin beklendiği ifade edilmiştir. Bu suretle ilişkilerimizin
içinde bulunduğu durumdan çıkış yolunun AB’nin göstereceği siyasi
iradeye bağlı olduğu karşı tarafa ifade edilmiştir. Avrupa Birliği
ile ilişkilerimiz Lüksembourg Zirvesi’nden sonraki dönemde yukarıda
belirtilen Hükümet açıklaması çerçevesinde yürütülmüştür. Bu dönemde
Komisyon Lüksembourg Zirvesi’nde kendisine verilen yönerge gereğince
4 Mart 1998 tarihinde Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesini konu
alan bir strateji belgesini açıklamıştır. Söz konusu raporun bu
bölümünde bu stratejinin uygulanmasıyla Türkiye’nin AB’nin genişleme
sürecinde yer alacağı bildirilmiştir.

2.1.6. CARDİFF VE VİYANA ZİRVELERİ
15-16 Haziran 1998 tarihinde gerçekleşen AB Cardiff zirvesi
sonunda yayınlanan Başbakanlık Sonuç Belgesinin genişleme ile ilgili
bölümünde, Türkiye’nin AB'nin genişleme sürecindeki konumunu nispi
şekilde iyileştiren bir üsluba yer verildiği görülmüştür. Belgede,
bu kez Türkiye’nin “üyelik için ehil” olduğu ifadesinden
vazgeçildiği, bunun yerine zımni “üyelik adayı” tanımlamasının
getirildiği gözlemlenmektedir. Bu çerçevede adayların tam üyeliği
hazırlanma durumunu incelemek üzere kurulmuş bulunan ve AB
Komisyonun her aday için 1998 yılı sonunda bir rapor sunmasını
amaçlayan periyodik gözden geçirme mekanizmasını Türkiye de dahil
edilmiş ve Türkiye için hazırlanacak raporun 1963 Ankara Ortaklık
Antlaşmasının tam üyeliğimizi öngören 28. maddesi ve Lüksembourg
Başkanlık Kararlarını temel alması öngörülmüştür. Belgede ayrıca,
Komisyon tarafından Türkiye’yi tam üyeliğe hazırlamak için sunulan
“Avrupa Stratejisi” onaylanmış, bu stratejinin Türkiye’nin
önerileriyle de zenginleştirilebileceği de vurgulanarak, hayata
geçirilmesi için Komisyondan, gerekli mali desteğin sağlanması
amacıyla çözüm yolları bulunması istenmiştir.
Belgede yer alan bu olumlu unsurların genişleme sürecindeki
konumumuzda nispi nitelikte bir iyileştirme yaptığı, ancak bunun
Lüksembourg’da Türkiye’ye karşı yapılan ayırımcı muameleyi izole
edecek bir düzeyde olmadığı ve ülkemizin adaylığının kabul
edilmesinin ilave siyasi koşullara bağlanmasını kabul edemeyeceğimiz
17 Haziran 1998 tarihinde yapılan Bakanlık açıklamasında dile
getirilmiştir. Açıklamamızda ayrıca, 14 Aralık 1997 tarihli hükümet
açıklamasında ortaya koyulan parametrelerin halen geçerli olduğu da
vurgulanmıştır. Öte yandan AB Komisyonu, Cardiff Kararları
doğrultusunda, diğer aday ülkelerle birlikte Türkiye için de
hazırladığı ilerleme raporunu 4 Kasım 1998 tarihinde Türkiye’ye
tevdi etmiştir. Rapor bazı ön yargılı ifade ve tespitler içermekle
birlikte, Komisyon tarafından Türkiye’nin aday ülke olarak
algılandığının bir göstergesi sayılabilir. Ancak bu konuda 11-12
1998 tarihlerinde yapılan Viyana Zirvesi’nde de önemli bir gelişme
kaydedilmiştir.

2.1.7 KÖLN ZİRVESİ
Almanya’da Ekim 1998 ‘de iş başına gelen Sosyal Demokrat-Yeşiller
Komisyonu’nun Türkiye-AB ilişkileri konusunda bir önceki hükümete
kıyasla daha olumlu ve görüşlerimize müzahir bir yaklaşım
benimsediği görülmüştür. Bu husus, Köln Zirvesi öncesinde, İngiltere
ve Avusturya Dönem Başkanlıkları sırasında uygulanandan farklı
olarak, Alman Dönem Başkanlığı ile daha yakın temaslar kurulmasını
sağlamıştır. Bu çerçevede Başbakan Bülent Ecevit ile Almanya
Başbakanı Gerhard Schröder arasında Köln Zirvesi’nde Türkiye’nin
adaylığının tescili konusunda bir mektup teatisinde bulunulmuş ve
AB’den beklentilerimiz ayrıntıları ve gerekçeleriyle ortaya
konulmuştur.
Bununla birlikte 3-4 Haziran 1999 tarihlerinde Köln’de yapılan AB
Hükümet ve Devlet Başkanları Zirvesinde Almanya tarafından
hazırlanan ve Türkiye’nin beklentilerini karşılayabilecek
nitelikteki taslak metin, İngiltere ve Fransa’nın desteğine rağmen
Yunanistan’ın ve diğer bazı üye ülkelerin olumsuz tutumları
neticesinde kabul edilememiştir.
Bu gelişme üzerine Dış İşleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı
tarafından 4 Haziran 1999 günü yapılan açıklamada, Alman Dönem
Başkanlığı’nın gayretlerinin memnuniyetle karşılandığı , ancak
AB’nin Türkiye’ye yönelik ayırımcı politikasında herhangi bir
değişiklik meydana gelmemesi sebebiyle
Türkiye’nin de AB ile ilişkilerinde,Hükümet tarafından 14 aralık
1997 tarihinde yapılan açıklama ile belirlenen yaklaşımın
değişmeyeceği bildirilmiştir.

2.1.8. 17 AĞUSTOS DEPREMİ ERTESİNDEKİ GELİŞME

a.Deprem Yardımları

İzmit depremini ardından AB ülkelerinden münferiden ve Komisyon
aracılığıyla gelen yardımlar, ayrıca Yunanistan’ın
davranışı,Türkiye­-AB ilişkilerinin de yumuşamasına yol
açmıştır.Fin dışişleri bakanı Halone, Komiser Vander Broek ile 27
Ağustos 1999 tarihinde Ankara’ya gelerek yardımlar bakımından somut
bir gösteride bulunmuştur.
4-5 Eylül 1999 tarihlerinde Finlandiya’nın Saariselka kasabasında
yapılan AB Dışişleri Bakanlığı Gayri Resmi Toplantısında, deprem
vesilesiyle tekrar gündeme gelen Türkiye mali işbirliği konusu
ayrıca AB’nin genişlemesi bağlamında Türkiye’nin adaylığı ele
alınmıştır. Ancak bu konuda Saariseka’dan herhangi bir karar
çıkmamıştır.Aynı toplantıda deprem felaketi nedeniyle verilmiş
bulunan 4 milyon Euro tutarındaki acil yardıma ilaveten ,
Türkiye’ye insani yardım ve yeniden yapılanma için 30 milyon Euro
ve Avrupa Yatırım Bankasından 500-600 milyon Euro kredi sağlanması
kararlaştırılmıştır.

b. AB Komisyonunca Açıklanan İkinci İlerleme Raporu
AB Komisyonunun Cardiff Zirvesi kararları uyarınca, aday ülkeler
hakkında hazırladığı raporlardan ikincisi, 13 Ekim 1999 tarihinde
Komisyon Başkanı Romano Prodi tarafından açıklanmıştır. Türkiye,bu
raporda , bu kez tam üyeliğe aday gösterilmiş ve Lüksembourg
Zirvesinde diğer ülkeler için yapılmış olduğu gibi, ülkemizde de
somut bir Katılma Ortaklığı Stratejisi önerilmiştir

c.AB Devlet Hükümet Başkanları Tampere Özel Zirvesi
Adalet ve içişleri konularının ele alındığı AB Devlet
Başkanlarının ve Hükümet Başkanlarının Özel zirve Toplantısı 15-176
Ekim 1999 tarihlerinde Finlandiya’da Tampere Kentinde
yapılmıştır.Zirvede ayrıca genişleme ve bu kapsamda Türkiye’nin AB
‘ne adaylığı konusu resmi olarak ele alınmıştır.

d. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in AB Üyesi Ülkelerin Dışişleri
Bakanlarına Verdiği Yemek
İstanbul’da 18-19 Kasım 1999 tarihlerinde gerçekleştirilen AGİT
Zirvesinin ardından dışişleri Bakanı İsmail Cem ,AB üyesi ülkelerin
dışişleri bakanlarına İstanbul’da bir öğle yemeği vermiştir.Söz
konusu yemekte 10-11 Aralık 1999 Helsinki AB Devlet ve Hükümet
Başkanları Zirvesinde Türkiye’nin AB ne adaylık statüsü konusu ile
Türkiye’de Son dönemde kaydedilen başarılar ele alınmıştır.

2.1.9 AB HELSİNKİ DEVLET VE HÜKÜMET BAŞKANLARI ZİRVESİ
Türkiye,10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan AB
devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde Oybirliği ile AB’ne aday
ülke olarak kabul ve ilan edilmiş, diğer aday ülkelerle eşit
konumda olacağı açık ve kesin bir dille ifade edilmiştir.
Helsinki Zirvesi karalarına göre Türkiye, diğer aday ülkeler gibi
bir katılım öncesi stratejisinden yaralanacaktır.Böylece,Türkiye
topluluk programları ve ajansları ile,aday ülkeler ile Birlik
arasında.katılım süreci çerçevesinde yapılan toplantılara katılma
imkanına sahip olacaktır.Zirve sonuç bildirisi ayrıca önceki AB
Konseyi kararları çerçevesinde bir katılım ortaklığı hazırlanmasını
öngörmektedir.Bu ortaklığın aynı zamanda, siyasi ve ekonomik
kriterleriyle, üye ülke olmanın gerektirdiği yükümlülükler ışığında
ve AB müktesebatının yoğunlaşacağı belirtilmiştir.Komisyon ayrıca
Türk mevzuatının topluluk sürecini hazırlamakla görevlendirilmiş öte
yandan, katılım öncesine yönelik mali kaynaklarının eş güdümü için
tek bir çerçeve sunmaya çağrılmıştır.

2.2 TÜRKİYE İÇİN AVRUPA STRATEJİSİ
AB’nin genişlemesi kapsamında 13-14 Aralık 1997 tarihli
Lüksembourg Zirvesi öncesinde sürdürülen girişim ve temaslarda
Türkiye’nin genişleme sürecinde kazanacağı konum ele alınmış ve
Türkiye’nin bu sürecin dışında kalamayacağı vurgulanarak diğer aday
ülkeler için öngörüldüğü gibi bir katılma öncesi stratejisinin
oluşturularak hayata geçirilmesi hususu öncelikli talebimiz olarak
ortaya konmuştu.
Lüksembourg Zirvesinde Türkiye diğer adaylardan farklı bir konuma
oturtularak, onlar için öngörülen katılma sürecinin dışında
bırakılmıştır.Bununla birlikte AB Komisyonu,Türkiye’nin ihtiyaçları
doğrultusunda ülkemizi tam üyeliğe hazırlamak amacıyla Türkiye’yi
AB’ne yaklaştırmayı hedefleyen bir strateji hazırlamak ve hayata
geçirmekle görevlendirilmiştir.Komisyon bu görevlendirme uyarınca
bir çalışma gerçekleştirmiş ve Türkiye’yi AB’ne katılıma hazırlamak
şeklinde tanımladığı stratejinin unsurlarını 4 Mart 1997 tarihinde
açıklamıştır.Komisyon iç prosedür gereği strateji belgesini konseyin
onayına sunmuş ve gerekli incelemeler yapıldıktan ve onay
prosedürleri tamamlandıktan sonra söz konusu belge, üzerinde bir
değişiklik yapılamaksızın Cardiff Zirvesinde onaylanmıştır. Belge
sonradan 30 Haziran 1998 tarihinde yapılan ortaklık komitesi
toplantısında tarafımıza resmen sunulmuştur. Strateji belgesinde yer
alan mülahazalar ve somut olarak sunulan işbirliği alanlarını
aşağıda görüldüğü şekilde sıralamak mümkündür.
Stratejinin uygulanmasıyla Türkiye’nin AB’nin genişleme sürecinde
yer alacağına işaret edilmiş,tarafımızdan eleştiri konusu yapılan
mali işbirliği alanındaki AB taahhütlerine değinilerek önerilen
unsurların gerçekleşmesinin AB’nin Türkiye’ye taahhüt ettiği mali
yardımların yürürlüğe konulmasıyla mümkün olacağı belirtilmiş ve bu
konuda yetkili bulunan konseyin söz konusu yardımları gecikmesizin
kullanılabilir hale getirecek düzenlemeyi yapması istenmiştir.
Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi ve daha fazla içerik
kazandırılması stratejinin önemli bir bölümünü teşkil etmiş ve
komisyonla muhtelif alanlarda esasen yürütülmekte olan görüşmelerin
sonuca bağlanması için somut adımlar atılması yönünde önerilerde
bulunulmuştur.
Strateji belgesinde Gümrük Birliğini yanı sıra sanayi,
tarım,hizmetler,makro ekonomik diyalog, telekomünikasyon, bilim ve
teknoloji, araştırma, ulaştırma, enerji, çevre,tüketici politikası,
bölgesel ve sınır aşan işbirliği, Türkiye’nin topluluk programlarına
katılımı ve kurumsal iş birliği başlıkları altında toplam 14 alanda
somut işbirliği önerilmiştir. Genelde işbirliğini amacı, ülkemizin
bu alanlarda AB ile entegrasyon uyumunu kolaylaştırmaktır.
Komisyon tarafından oluşturulan söz konusu stratejinin
açıklanmasını takiben stratejide yer verilen unsurlar incelenmiş ve
bu unsurların ülkemizin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilip,
yönlendirilmesini teminen karşı önerilerimizi içeren bir belge
hazırlanmış ve Bakanlar Kurulunda onaylanmasını takiben 22 Temmuz
1998 tarihinde dönem başkanlığı ve AB Komisyonuna
sunulmuştur.Stratejinin hayata geçirilmesi amacıyla komisyon ile
teknik düzeyde müzakereler başlatılmış olup, bu çerçevede komisyon
heyeti ile 25 Eylül 1998 ,
30 Kasım 1998, 24Mart 1999,ve 2 Temmuz 1999 tarihlerinde olmak üzere
Ankara ve Brüksel’de 4 tur görüşme yapılmıştır. Bununla
birlikte,esasen AB’nin Türkiye’ye karşı daha önceki antlaşmalarla
üstlenmiş olduğu, ancak yerine getirmediği yükümlülüklerden başka
yeni bir unsur içermeyen strateji belgesi, mali kaynak yetersizliği
başta olmak üzere, AB’ne katılımı hususunda Türkiye’ye uygun bir
perspektif verilmesi yönünde siyasi irade eksikliği sebepleriyle
Türkiye’nin beklentilerini karşılamakta yetersiz kalmıştır.


alinti
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mayıs 2009       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ENDÜSTRİ MÜHENDİSLİĞİNİN ROLÜ
3.1 GİRİŞ

Bildiğimiz gibi endüstri mühendisliği disiplini, çağımız
terminolojisinde önemli bir yeri olan kalite, kıt kaynakların
planlanması, rekabet gücünün arttırılması, insan kaynakları
yönetimi, verimlilik, standardizasyon,tüketici hakları, çalışma ve
yaşam koşulları, çevre gibi konuları ilgi alanına alan bir
mühendislik dalı olarak göze çarpmaktadır. Bu bağlamda her ne kadar
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin siyasi ve makro-ekonomik hedefler
açısından ele alınıyor gibi görünmesine karşın söz konusu hedefler
doğrultusunda ilerleyebilmek önemli bir yöntem sorununu gündeme
getirmektedir. Özellikle endüstri mühendisliği çalışmalarının aynı
zamanda bir yöntem disiplini olarak karşımıza çıkması nedeni ile
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğe geçiş sürecinde kilit noktalardan biri
olduğu düşünülebilir.
AB rüyasının yavaş yavaş ve emin adımlarla gerçekleşiyor olması ve
Türkiye’nin tarihi misyonuna ters düşmemesi için AB gerçeğinden uzak
kalmaması gerekmektedir. Bu konudan hareketle Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının bazı ortak sorumluluklar yüklenmesi gerektiğini
söylemek yanlış olmaz. Dolayısı ile Türkiye’nin makro-ekonomik ve
siyasal hedeflerine ulaşması için “en iyiyi ve doğruyu zamanında
yapmak” misyonu ile ortaya çıkan endüstri mühendislerine önemli
görevler düşmektedir.
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinde endüstri mühendisliğinin rolü
konusu, kısmen yoruma açık olmakla beraber, AB teknolojisi olarak
nitelendirilebilecek bir takım kavramlar dahilinde ele alındığı
zaman daha iyi anlaşılabilecektir. Dolayısı ile çalışmanın bu
kısımda, söz konusu kavramlar üzerinde yoğunlaşılarak; endüstri
mühendisliği ile ilişkileri noktasında kısmen sübjektif bir
çerçeveden bakılması ile konunun daha iyi anlaşılabileceği
düşünülmektedir.

3.2 STANDARDİZASYON VE CE İŞARETİ
Standartlar, yetkili kılınan ve bu yetkileri ulusal ve uluslar arası
bir standardizasyon kurumu tarafından kabul edilen; yaygın olarak
bir defadan fazla kullanılan; madde ürün ve hizmetler için
kuralların, yöntemlerin veya ürünlerin üretim metotlarının, ilgili
süreçlerin niteliklerini saptayan ve ilgili tarafların işbirliği ile
hazırlanan teknik belgelerdir. Malları serbest dolaşımının
sağlanması, büyük ölçüde kullanılan ulusal standartların
uyumlaştırılması ile bağlantılıdır, bu nedenle uluslar arası düzeyde
standardizasyon çalışmaları yapılmaktadır. Standardizasyon alanında
uluslar arası düzeyde faaliyet gösteren en önemli kurum ISO
(International Standards Organization)’dur.
AB de malların serbest dolaşımına katkıda bulunmak amacıyla ulusal
standartların yerini Avrupa Standartları’nın oluşturulması için
çalışmalar yürütmektedir. AB’de standardizasyon çalışmalarının
tarihi gelişimi incelendiğinde, uyumlaştırma sürecinin “Klasik
Yaklaşım” ve “Yeni Yaklaşım” olmak üzere iki farklı yaklaşıma dayalı
olarak belirlendiği göze çarpmaktadır.
Klasik yaklaşımın temel ilkesi mevzuat düzeyindeki teknik
düzenlemelerle eş etkili standartların uyumlaştırılmasıdır. klasik
yaklaşım çerçevesinde düzenlenen yönergeler, test ve belgelerin üye
devletler arasında karşılıklı tanınmasına yönelik düzenlemelerin
ötesinde, her ürünün uyması gereken teknik özellikleri en ince
ayrıntısına kadar açıklamıştır. Zaman içerisinde bu durum
üreticileri tek tip mal üretmeye zorlamıştır. Ayrıca teknolojik
gelişmeye paralel olarak ürünlerin çeşitlenmesi ve gerekli
belgelerin sayısının giderek artması sonucu, sistem işlevselliğini
yitirmiştir.
Yeni yaklaşım ise, yönergelerin çok fazla teknik ayrıntı içermemesi,
ürünlerin mal gruplarına göre uyması gereken genel kuralları
belirlemesini öngörmektedir. Teknik ayrıntılar için ise AB düzeyinde
belirlenen standartlara atıfta bulunulmaktadır. Yeni yaklaşımda
ayrıca, yönergeler ürünlere göre değil, ürünlerin kullanım
amaçlarına göre sınıflandırıldığı ürün gruplarına göre hazırlanmakta
ve böylece benzer işlev gören ürünler aynı yönerge kapsamında yer
almaktadır. Yeni yaklaşıma göre yönergelere uymak zorunlu,
standartlara uyum ise ihtiyatidir. Ancak standartlara uygun üretim
yapılması halinde, yönergelere de uyulduğunun varsayılması
üreticileri standartlara uygun üretimi teşvik etmektedir.
AB’ de standardizasyon alanında faaliyet gösteren üç kurum
bulunmaktadır:
- CEN (Avrupa Standartlar Komitesi)
- CENELEC (Avrupa Elektroteknik Standartlar Komitesi)
- ETSI (Avrupa Telekomünikasyon Standartlar Komitesi)

3.2.1 CEN (AVRUPA STANDARTLAR KOMİTESİ)
Kısa adı CEN olan Avrupa Standartları Komitesi, standartların AB
düzeyinde uyumlaştırılması amacıyla faaliyette bulunan temel
kurumdur.
CEN, tüm sektörlerde uyumlaştırılmış AB standartları oluşturarak,
ulusal standartların fsrklılığından doğan ve tek pazarın işleyişini
olumsuz yönde etkileyen teknik engellerin kaldırılması yönünde
çalışmalar yapmaktadır.


3.2.2 CE İŞARETİ
CE (Comfermité Européene) işareti, bu işarete sahip ürünün ilgili AB
yönergeleriyle belirlenen sağlık, güvenlik, tüketicinin ve çevrenin
korunması gerekliliğine uyduğunu belirten bir işarettir.
CE işareti, AB genelinde kullanılan değişik uygunluk işaretleri
yerine AB yönergelerine uygunluğu belirlenen tek tip bir AB işareti
kullanılması anlamına gelmektedir.
Önümüzdeki yıllarda gerçekleşmesi gündemde olan gelişmeler göz
önünde bulundurulduğu zaman, AB’nin hedefleri arasında yer alan tek
pazarın oluşturulması açısından tek tip bir AB standardı
oluşturulması ve özellikle CE işaretinin daha da yaygınlaşacağına ve
vazgeçilmez bir hal alacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. AB’ ye
tam üyelik sürecinde, Türkiye’nin bu yönde bir tavır sergilemesi
şüphesiz tek pazara entegrasyonunu daha da kolaylaştıracaktır.
Dolayısı ile Türkiye’nin bu yönde politikalar oluşturması ve
uygulamaya çalışması gerekmektedir. Özellikle AB gerçeğinin
özümsenmesi ve tek Pazar kültürünün oluşturulmasına ilişkin
çalışmalar yapmak gerekmektedir. Bu noktadan hareketle
standardizasyon kalite güvence sistemleri gibi konulara aşina olan
endüstri mühendislerinin yeterli müfredat ve AB kültürüyle
donatılmış olarak ortaya çıktıkları zaman, kilit rol
oynayabileceklerini söylemek yanlış olmaz.

3.3 KALİTE
AB ve Türkiye arasında gümrük birliğinin tamamlanmasıyla sonuçlanan
6 Mart 1995 tarihli ve 1/95 sayılı ortaklık konseyi kararının 8.
maddesinde tarafların kalite, standardizasyon, belgelendirme,
akreditasyon vb. alanlarda işbirliği içerisinde bulunmalarının
önemine dikkat çekilmektedir.
Türkiye’nin her alanda kalite anlayışı ile ortaya çıkması sadece AB
ile değil aynı zamanda dünya ile entegrasyonunu kolaylaştıracak ve
liberal globalizasyonun gerçekleşmesine yardımcı olacaktır. Bu konu
ile ilgili olarak; özellikle mal ve hizmet üretiminde kalitenin
sağlanması ve geliştirilmesinde çoğu zaman aktif rol oynayan
endüstri mühendislerinin önemli bir role sahip oldukları
söylenebilir.

3.4 MAKRO-EKONOMİK GERÇEKLİK
AB’nin temel hedefleri arasında yer alan istikrarlı ve dengeli
büyüme, fiyat istikrarı, yüksek düzeyde istihdam, ödemeler dengesi,
yaşam koşullarının iyileştirilmesi, dengeli kamu harcamaları gibi
hedeflerin gerçekleşmesi için üye ülkelerin ekonomi politikalarının
koordinasyonu gerekmektedir.
1992 yılı sonunda Tek Pazarın kurulması, bunu takiben Maastricht
Antlaşmasıyla Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) temel hedeflerden
biri halini almıştır. EPB’nin gerektirdiği makro-ekonomik istikrar
ve bütünleşmenin sağlanmasını teminen Maastricht Antlaşması beş
yaklaşım kriteri belirlenmiştir. EPB’nin üçüncü aşamasına geçebilmek
için üye devletlerin bu kriterleri karşılaması zorunludur. Söz
konusu kriterler:
· Kamu açığı. GSYİH (Gayri safi yurt içi hasıla)’ın % 3’ünden
az olması.
· Toplam kamu borcunun GSYİH’ye oranı % 60’ı aşmamalıdır.
· Enflasyon oranı, 1999 yılından önceki son 12 ay içerisinde
en düşük enflasyon oranına sahip üç üye ülkenin enflasyon oranları
ortalaması en fazla 1,5 puan üzerinde olabilir.
· Uzun dönem nominal faiz oranları, en düşük ortalamaya sahip
üç ülkenin faiz oranları ortalamasından en fazla 2 puan fazla
olabilir.
· Avrupa para sisteminin döviz kuru mekanizması çerçevesinde
belirlenen normal dalgalanma marjına, en az son iki yıl ciddi
sapmalar gözlenmeksizin uyulmalıdır.
Makro-ekonomik yaklaşım kriterlerinin hedefi, EPB çerçevesinde
dengeli ekonomik kalkınma sağlanması ve üye ülkeler arasında parasal
ve mali açıdan gerilimlerin engellenmesidir.
Dikkat edilirse EPB çerçevesinde yukarıda belirttiğimiz kriterlerin
üye ülkeler tarafından sağlanmasının zorunlu olması, Türkiye’nin
AB’ye geçiş süreci içinde söz konusu kriterler etrafında mali ve
ekonomik politikalar oluşturulması ve istikrarlı bir şekilde
uygulaması gerekmektedir.
Bu arada AB’nin en temel hedeflerinden biri olan istikrarlı bir
ekonomik büyümenin sağlanması ve birliğe yeni üyelik sürecindeki
ülkelerin bu yönde ilerlemeler sağlamalarının gerekliliği,
Türkiye’ye ve özellikle Türkiye’deki endüstriyel kapsamı oluşturan
firmalara önemli sorumluluklar yüklemektedir. Bu noktadan hareketle,
endüstri mühendislerinin sürekli iyileştirme ve karlılığın artmasına
yardımcı olarak, firmaların istikrarlı ve sistematik bir şekilde
büyümelerine yardımcı olmaları açısından önemli roller yüklendiğini
(ve yüklenmesi gerektiğini) söyleyebiliriz.

3.5. GÜMRÜK BİRLİĞİ
6 Mart 1995 tarihinde toplanan AT ve Türkiye 36. Ortaklık Konseyi,
1/95 sayılı kararı ile gümrük birliğinin yürürlüğe girmesi konusunda
anlaşmaya varmışlardır. Daha önce de denildiği gibi bu yepyeni bir
zemindeki bir anlaşma değildir. Karar Ankara Antlaşması ve bunun
işlerliğini sağlayan karma protokolün doğal bir uzantısı ve oyunun
bundan sonraki kurallarını belirleyen bir metindir. Bu arada Türkiye
ile AB arasında malların serbest dolaşımı 31 Aralık 1995 tarihinde
gerçekleşmiştir. Serbest ticaretin en temel unsuru olan malların
serbest dolaşımı ülkelerin karşılıklı olarak ithalat/ihracat
vergileri (gümrük vergileri) ve eş etkili vergiler ile tüm miktar
kısıtlamaları ve eş etkili engelleri kaldırmasıyla gerçekleşir.
Gümrük birliğine girerken özellikle imalat sanayiimiz için kayda
değer çevre değişiklikleri olacaktır. Gümrük birliği sonucu
kaldırılan gümrük vergi ve/veya fonların başlangıçta büyük bir
ithalat patlamasına yol açacaktır. Ancak kısa sürede döviz arz ve
talebinde meydana gelecek gelişmeler kurlarda olağanüstü baskı
yaratarak ithalatı caydırıcı, ihracatı arttırıcı etkileriyle yeni
dengeleri oluşumu söz konusu olacaktır. Kurlardaki yükselme ise
sermaye hareketlerinde içten dışa kaçış etkisi yaratacaktır. Bu
kaçışı önlemek için finans sektörü çaresiz mevduat faizlerini
yükseltmek zorunda kalacaktır. Bunun sonucu olarak artan kredi
faizleri ekonomide maliyetlerin yükselmesine, sabit sermaye
yatırımlarının yavaşlamasına, bunun sonucu olarak rekabet durgunluğa
yol açacaktır. Sermaye piyasası artan faizleri etkisiyle daralacak
ve işsizlik artacaktır.
Şüphesiz ki bir firma şayet rakiplerine göre müşterinin açık ve
saklı isteklerini daha hassas bir şekilde tespit edebiliyor ve bu
isteği daha kaliteli olarak ve daha ucuza, isteğin oluştuğu andan
itibaren en hızlı ve tam zamanında tatmin edebiliyorsa, bu firmanın
rekabet gücü daha yüksektir. Söz konusu firma için
gerçekleştirilebilecek stratejilerin çoğunun endüstri mühendisliği
disiplin doğasında varolduğu göz önünde bulundurulduğunda endüstri
mühendislerinin Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinde ne kadar
önemli oldukları kavranabilir.

3.6. REKABET
AB’nin rekabet kuralları, piyasa koşullarına dayalı bir Avrupa
Ekonomik Alanının etkin biçimde işleyebilmesini sağlamak amacıyla
oluşturulmuştur. AT’nin rekabet politikası (Roma Antlaşması, madde
85-94) beş temel ilkeye dayanmaktadır.
· İşletmeler arasında, üye ülkeler arası ticareti
etkileyebilecek ve ortak Pazar kapsamında rekabeti bozacak,
engelleyecek ya da kısıtlayacak anlaşmalar, ortaklıklar ve ortak
uygulamaların yasaklanması.
· Ortak Pazar içerisinde hakim konumu, üye ülkeler arasında
ticareti etkilediği ölçüde kötüye kullanılmasının yasaklanması
· Üye ülkelerin sağladıkları ve bazı işletmelerin ya da bazı
malların üretiminin kayrılması yoluyla rekabeti bozma yönünde tehdit
oluşturan her tür devlet yardımının denetlenmesi.
· Yapılması öngörülen anlaşmaların kabulü ya da reddi
yoluyla, birleşmelerin Avrupa boyutu göz önünde bulundurularak
koruyucu denetimi.
· Haberleşme, ulaştırma,enerji gibi çoğu zaman kamu ya da
özel sektör firmalarının tekel konumda olduğu bazı sektörlerin
liberizasyonu.
AB’nin rekabet politikası, iki çerçeve etrafında çizilmektedir:
haksız rekabetin önlenmesi ve rekabet koşullarına uyumun sağlanması
için fon desteği sağlanması.
Şüphesiz Türkiye olarak özellikle gümrük birliğinin getireceği yoğun
rekabet ortamı ve AB’ye tam üyelik sürecinde önemli göstergelerden
biri olarak kabul edilen rekabet edilme kapasitesinin yeterliliği
sorunlarının aşılması gerekmektedir. Bu noktada, gerek firma gerekse
endüstri boyutunda herkese önemli görevler düşmektedir. Özellikle
tüm yönleriyle kalite artışıyla rekabetin sağlanması ve bunu teşvik
edici politikaların uygulanması gerekmektedir. Mal ve hizmet
maliyetlerinin düşürülmesi, verimlilik artışının sağlanması, uygun
Pazar stratejilerinin uygulanarak müşteri isteklerinin en iyi
şekilde tatmin edilmesi, teknolojik yeniliklerin baz alınması gibi
kalitenin her yönüyle hareket edilmesi gerekmekte olup, söz konusu
stratejilerin uygulanmasıyla endüstri mühendislerinin önemli rollere
sahip olduğu açıktır.
Bu arada etkin olarak rekabet ortamına karşı koyabilmek için
şüphesiz yöneticilere önemli görevler düşmektedir. Bu bağlamda
endüstri mühendisleri yönetim disiplinine hakim kişiler olarak ön
plana çıkabileceklerdir
Özellikle rekabet koşullarında tutunabilmek için firmalarımızın
sürekli içerisinde olmaları gerekmektedir. Bu bakımdan günümüz
koşullarında toplam kalite yönetimi ,kaizen vb . araçlar etkin bir
şekilde kullanılmalıdır .dikkat edilirse ,endüstri mühendisliği
müfredatı ve uygulamalarında yönetim sistemlerinin yer alması
endüstri mühendislerinin rolünü , bir kez daha açık bir şekilde
ortaya koymaktadır.

3.7. TÜKETİCİ HAKLARI
Tüketicinin korunması, AB’ yi kuran antlaşmaya Maastricht
Antlaşmasıyla eklenen madde 129 A’ da ele alınmaktadır. Söz konusu
madde tüketicilerin sağlığı, güvenliği ekonomik ve yasal haklarının
yanı sıra bilgiye erişim haklarının da korunması hedeflenmektedir.
AB’nin önemli amaçlarından birisi de tüketici hakları konusunda
uluslar arası yasal mevzuatların uyumlaştırılmasıdır. Türkiye’de
tüketici hakları konusunda gerek yasal mevzuatların gerek sivil
inisiyatiflerin özellikle AB üyesi ülkeler düzeyinde olmasının
ileride önemli sorular doğurmaması için gerekli çalışmaların
yapılması gerekmektedir.
Kaliteli mal ve hizmet üretimiyle tüketici haklarının önemli
oranlarda korunmasının sağlanmasında endüstri mühendislerinin durumu
önemli olmakla beraber, Türkiye’nin geleceğini daha sağlam temeller
üzerine oturtması açısından gerçekçi bir tüketiciyi bilinçlendirme
politikası oluşturması gerekmektedir.

3.8. İSTİHDAM
AB ülkelerinde işsizliğin yüksek boyutlarda seyrettiği göz önünde
bulundurulduğunda istihdam AB’nin temel sorunlarından biri
olmaktadır. Hali hazırda AB düzeyinde işsizlik oranı % 10 civarında
seyretmektedir. Bu nedenle ilk kez komisyonun 1993 yılında
hazırladığı büyüme, rekabet gücü ve istihdam konulu ESSEN zirvesinde
(9-10 Aralık 1994) istidamın arttırılması için 5beş öncelikli alan
belirlenmiştir:
· Mesleki eğitim alanında yatırımın arttırılması yoluyla
istihdam olanaklarının iyileştirilmesi:
· İstihdam arttırmaya yönelik büyüme sağlanması:
· Ücrete dayalı olmayan iş gücü maliyetlerinin azaltılması:
· İş gücü piyasalarının ilişkin politikalarını etkinliğinin
arttırılması:
· Toplumun istihdam azlığından özellikle zarar gören
kesimlerine yardımın arttırılması:
21 Kasım 1997 tarihinde AB düzeyinde ilk kez istihdama ilişkin bir
olağanüstü zirve düzenlenmiştir. İstihdam edilebilirlik,
girişimcilik, uyum sağlama yeteneği ve fırsat eşitliğinin odak
noktasının oluşturduğu zirvede, her yıl istihdamı arttırmaya yönelik
yönlendirici ilkeler hazırlanması ve üye ülkelerin bu doğrultuda
hazırladıkları eylem planları ile bu planları ne şekilde hayata
geçirildiğine ilişkin faaliyet raporlarını sunmalarını
kararlaştırılmasıdır.
Amsterdam Antlaşmasının yürürlüğe girmesiyle birlikte istihdam
AB’nin hedefleri arasına alınmış, AB’ yi kuran antlaşmaya istihdama
ilişkin yeni bir bölüm eklenmiştir.
Dikkat edilirse, ESSEN Zirvesi’nde “Ücrete Dayalı Olmayan İşgücü
Maliyetlerinin Azaltılması” şeklinde ele alınan gündem maddesi,
oldukça spesifik bir şekilde AB’nin istihdama ilişkin politikasını
yansıtmaktadır. Temel amacı iş gücü çıkarmadan maliyetlerin
azaltılması olan iş etüdü gibi teknikleri başarı ile kullanan
endüstri mühendislerinin, genel istihdam politikalarını destekler
nitelikte yöntemle sergiliyor olduklarını söylemek yanlış olmaz.

3.9. ÇEVRE VE KAMU SAĞLIĞI
1972 yılında hazırlanan topluluğun 1. Çevre Eylem Programıyla
uygulamaya koyulan çevre politikası, Avrupa Tek Senediyle birlikte
ROMA Antlaşması’na eklenerek bir topluluk politikası halini
almıştır. AB’nin çevre politikasının hedefi, çevrenin korunması,
kalitenin iyileştirilmesi; İnsan sağlığının korunması ve doğal
kaynakların tasarruflu ve rasyonel kullanımıdır. Bu hedefleri yanı
sıra AB çevre politikası, ilgili hükümlerden etkilenen alanlara
bağlı olarak farklı karar alma yöntemleriyle belirlenir. Ancak bu
alanda çoğunlukla işbirliği yöntemine göre karar alınır.
Artan çevre bilincine paralel olarak, bir yandan uygulanan çevre
eylem programlarının, diğer yandan ilgili mevzuatın kapsamının
genişlemesiyle birlikte çevre politikası, zaman içerisinde giderek
önem kazanmıştır. Amsterdam Antlaşması “sürdürülebilir kalkınmayı”
AB’nin hedefleri arasına almak ve çevrenin korunmasını, başta tek
pazara ilişkin konular olmak üzere tüm diğer topluluk politikalarını
eklemek suretiyle çevre politikasını merkezi konuma yükseltmektedir.
“Çevrenin korunması, kalitenin iyileştirilmesi; insan sağlığının
korunması ve doğal kaynakların tasarruflu ve rasyonel kullanımı”
şeklinde belirttiğimiz AB’nin çevre politikası, oldukça önemli
görünmekle beraber, merkezi bir konumda bulunması AB’ ye tam üyelik
sürecinde Türkiye için özel bir önem arz etmektedir. Kalitenin
iyileştirilmesi, iş güvenliği, işçi sağlığı ve çalışma koşullarının
iyileştirilerek verimliliğin arttırılması ve yöneylem araştırması
gibi tekniklere aşina olan endüstri mühendislerinin, birlik çevre
politikasının uyumlaştırılmasına ön ayak olabilecekleri ve
Türkiye’nin AB’ ye giriş sürecini hızlandıracakları söylenebilir.

3.10. SOSYAL POLİTİKALAR
AB’nin sosyal politikası, üye ülkelerdeki çalışanların yaşam ve
çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işçi-işveren kesimleri
arasında bir diyalog ortamı oluşturulması ve üye ülkelerin sosyal
politikaları arasında uyum sağlanması amacıyla oluşturulmuştur.
Endüstri mühendisliğinin, sosyal yönüyle diğer mühendislik
disiplinlerinden ayrılması ona özel bir önem vermektedir. İş
güvenliği, ergonomi, çalışma hayatının düzenlenmesi gibi çoğu
çalışmalarında insan faktörünü göz önünde bulundurduğu
düşünüldüğünde; endüstri mühendisliğinin ne kadar önemli olduğu ve
oldukça önemli bir misyona sahip olduğu anlaşılabilir.

alinti

Benzer Konular

12 Mart 2017 / Misafir Cevaplanmış
22 Mayıs 2012 / Misafir Soru-Cevap
20 Ocak 2015 / Misafir Cevaplanmış
7 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
23 Mart 2011 / dj_dilara_eren Soru-Cevap