Arama

Kimyanın gelişim tarihi hakkında bilgi verir misiniz?

Güncelleme: 7 Mayıs 2012 Gösterim: 4.783 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Ekim 2009       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
arkadaşlar bana kimyanın gelişmesiyle ilgili bilgiler veririmisiniz?? hiçbir yerde bulamıorum hep karışık güzel olmayan şeyler var bana yardım edermisinz lütfen!!
Sponsorlu Bağlantılar
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
2 Ekim 2009       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

arkadaşlar bana kimyanın gelişmesiyle ilgili bilgiler veririmisiniz?? hiçbir yerde bulamıorum hep karışık güzel olmayan şeyler var bana yardım edermisinz lütfen!!


Ortaçağ
Sponsorlu Bağlantılar

İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan Yapısal Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir; ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür.

Bilindiği gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kurşun ve bakır gibi nisbeten daha az kıymetli metalleri, altın ve gümüş gibi metallere dönüştürmek istemişlerdir. İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları da genellikle bu doğrultuda sürdürülmüştür.

Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek el-İksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele en yakın metal, altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür.

Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasında da ilişki kurmuşlardır. Örneğin altın Güneş'le ve gümüş ise Ay'la eşleştirilmiş ve bu metalleri göstermek için Güneş ve Ay'a benzeyen simgeler kullanılmıştır. Bu simgeler, 18. yüzyıla kadar pek fazla değişmeden gelmiştir; günümüzdeki simgeler ise 18. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır.

Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, simyayı benimseyenlerle benimsemeyenler arasında süregelen tartışmaların, kimyanın gelişimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalar sırasında, taraflar, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için, çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamışlardır.

Yeniçağ

Bu dönemde kimya alanında maddenin yapısına ilişkin deneysel çalışmalar başlamış ve özellikle Boyle, Mayow ve Hook gibi bilim adamları sayesinde yeni bir atom kuramı geliştirilmiştir.

Yakınçağ

Bu dönemde kimya, sanayinin belkemiği haline gelmiştir; ancak kimya çalışmaları sadece sanayide değil, tıp başta olmak üzere değişik bilim dallarında da önemli rol oynamıştır. Atom konusundaki çalışmalar, genetik ile ilgili çalışmaları ve canlıların temel maddesi konusunda yapılan araştırmaları büyük ölçüde etkilemiştir.

Bu dönemde çağdaş kimya, yanma olgusunu açıklayan Lavoisier tarafından kurulmuştur. Bu sayede Lavoisier, Filojiston Kuramı'nı yıkmış ve oksijeni bulmuştur.

mesajın devamı için - Kimyanın Tarihçesi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Mayıs 2012       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
arkadaşlar kımyanın gelişimi hakkında acil bilgi vermısınız
tekinfsm - avatarı
tekinfsm
Ziyaretçi
7 Mayıs 2012       Mesaj #4
tekinfsm - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

arkadaşlar kımyanın gelişimi hakkında acil bilgi vermısınız


Kimya'nın Tarihsel Gelişimi
Kimya'nın Tarihsel Gelişimi
Kimya sözcüğünün (Eski Mısır dilinde "kara" ya da "Kara Ülke") sözcüğünden türediği sanılmaktadır. Bir başka sav da khemeia (Eski Yunanca khyma: "metal dökümü) sözcüğünden türediğidir. Kimyanın kökenleri felsefe simya metalürji
ve tıp gibi çok çeşitli alanlara dayanır. Ama kimya ancak 17. yüzyılda mekanikçi felsefenin kurulmasıyla ayrı bir Bilim olarak ortaya çıkmıştır.
Mezopotamyalılar Çinliler Mısırlılar ve Yunanlılar çok eski çağlardan beri Bitkilerden boyarMadde elde etmeyi dokumaları boyamayı deri sepilemeyi üzümden
şarap arpadan bira hazırlamayı sabun üretimini Cam kaplar yapmayı biliyorlardı. Eski çağlarda kimya sanatsal bir üretimdi. Daha sonra Antik Çağın deneyciliği Yunan doğa felsefesi Rönesans simyası tıp kimyası gelişti. 18. yüzyılda kuramsal ve uygulamalı kimya 19. yüzyılda organoteknik ve fizikokimya 20. yüzyılda ise radyokimya biyokimya ve kuvantum kimyası gibi yeni dallar ortaya çıktı.
Ünlü kimya tarihçisi Hermann Kopp İS 300- 1600 arasını soy (asal) olmayan metalleri soy metallere dönüştürecek filozof taşının ve insan ömrünü sonsuzlaştıracak
yaşam iksirinin arandığı simya çağı; 1600- 1700 arasını ilaçların hazırlandığı iyatrokimya (tıp kimyası) çağı; 1700- 1800 arasını yanma sürecinin araştırıldığı filojiston kimyası çağı; bundan sonraki dönemi ise nicel kimya çağı olarak adlandırmıştır. 16- 18. yüzyıllar arasındaki dönem yeniçağ kimyası olarak da tanımlanır.
Kimyanın kökeninin yaklaşık olarak Hıristiyanlık çağının başlarında Mısır'ın İskenderiye kentinde biçimlenmeye başladığı kabul edilir. Eski Mısır'ın metalürji boya ve cam yapımı gibi üretim zanaatları ile eski Yunan felsefesi İskenderiye'de bir araya gelerek kaynaşmış ve İS 400'lerde uygulamalı kimya bilgisi gelişmeye başlamıştır.
Justus von Liebig'e göre simyacılar önemli aygıt ve yöntemler bulmuşlar sülfürik Asit hidroklorik asit nitrik asit AmonyakAlkaliler sayısız metal bileşikleri şarap ruhu (alkol) eter fosfor ve Berlin mavisi gibi çok çeşitli maddeleri kullanmışlardır.
Hıristiyanlığın ilk yüzyılında Yahudi Maria olarak bilinen bir kadın simyacı çeşitli türde fırınlar ısıtma ve damıtma düzenekleri geliştirmiş simyacı Kleopatra ise Altın yapımı konusunda bir kitap yazmıştır. Maria'nın buluşu olan Su banyosu günümüzde de "benmari" adı altında kullanılmaktadır. 350- 420 arasında İskenderiye'de
yaşayan Zosimos simya öğretisinin en önemli temsilcisidir ve 28 ciltlik bir simya ansiklopedisi yazmıştır.
Roma İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu'nda daha sonra da İslam ülkelerinde kimya tekniğinde büyük ilerlemeler olmuş ve AristOteles'in bütün maddelerin sonuçta dört öğeden (toprak su Hava ateş) oluştuğu ve bunların birbirine dönüştüğü biçimindeki kuramı İskenderiyeli ve daha sonra da Cabir İbn Hayyan Ebubekir el-Razi ve İbn Sina gibi Arap simyacılar tarafından geliştirilmiştir.
İbn Sina özellikle dönüşümle ilgilenmiş ve el-Fennü'l-Harmis nün Tabiiyat adlı kitabının mineralojiyle ilgili bölümünde mineralleri taşlar ateşte eriyen maddeler kükürtler ve Tuzlar olarak dört gruba ayırmıştır. İbn Sina madde ve biçimin bir birlik olduğunu doğa olaylarının açıklanmasında doğaüstü ve maddesel olmayan güçlerin etkisinin olmadığını söylemiş kuramsal düşünceyi ve kavram üretmeyi öne çıkarmıştır.
Rönesans döneminde geçmiş yılların getirdiği kimya bilgisinin birikimiyle tıp ve kimyasal üretim alanlarında uygulamalı kimya ortaya çıktı. Bu dönemde eczacılıkta inorganik tedavi maddelerinin kimyasal yöntemlerle elde edilmesine "kemiatri" (kimyasal tedavi) adı verildi. Kemiatrinin kimya temeline dayalı ilaç üretimi biçimindeki
pratik amacının yanı sıra hastalıklar ve madde alışverişi olaylarının kimyasal yorumu gibi kuramsal bir amacı da vardı. Bu kuramsal amaçla ilgili yönelime iyatrokimya denir. Günümüzde kemiatrinin karşılığı farmasötik kimya ve kuramsal biyokimyadır. İyatrokimyanın öncüsü olan İsviçreli hekim
Paracelsus'a ( 1493- 1541) göre
Tuz kükürt ve cıva var olan bütün cisimlerin temel yapıtaşı olan beden can ve ruhun karşılığıydı. Bu üçlü arasında denge bozulduğunda hastalık başlıyordu. Paracelsus midenin bir kimya laboratuvan olduğunu özsuların yoğunlaşmasıyla hastalıkların ortaya çıktığını ve bu durumun ilaçla giderilebileceğini savundu ve farmakolojide
Kimyasal Maddelerden
Yararlanılması Yolunda Çaba Harcadı

Johann Baptist van Helmontx(1580-1644) ve Johann Rudolph Glauber (1604-68) Rönesans kimyasının temsilcileridir. Suyun temel Element olduğuna inanan van Helmont'un en önemli çalışmaları çeşitli süreçlerle Gaz üretimini ilk kez açıkça gerçekleştirmesi ve deneylerinde teraziyi kullanarak kimyasal çalışmalara nicel özellik kazandırmasıdır. Glauber'in en büyük başarısı ise yemeklik Tuzu sülfürik asitle parçalayarak tuz asidi (hidroklorik asit) ve Sodyum sülfat elde etmesidir. Sodyum sülfat
dekahidrat günümüzde de onun adıyla Glauber tuzu olarak bilinir. Glauber ayrıca ilk kez metallerin tuz asidi içinde çözünmesiyle metal klorürlerin oluşacağını gösterdi. Simya 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa'da derebeyi saraylarında giderek yayıldı ve bu durum bilimsel kimya gelişene ve Elementlerin birbirine dönüştüğü inancının sarsılmaya başlamasına değin sürdü.
17. yüzyılda kimyanın sanat ya da bilim olup olmadığı çok tartışıldı. Bu yüzyılda çağdaş anlatımla uygulamalı ve kuramsal kimya ayırımı vardı. Kemiatri metalürji
kimyası madencilik ve demircilik kimyası uygulamalı kimyanın içinde yer alıyordu.
Kuramsal kimya ise betimlenebilen "tüm doğa bilimleri" anl***** gelen physica'nın içindeydi. Yeniçağdaki oluşum deneyimden (experientia) deneye {experimentum) doğru oldu ve deneyin doğa araştırmasındaki bilimsel önemi kabul edildi. Kimya
zamanla simyadan ayrıldı ve eski çağların gizemli görüşlerinden uygulamalı kimyaya geçildi. Eski kimyada madde ve bileşikler yalnızca beklenen son ürün açısından önemliydi. Çeşitli reçeteler ise beklenen sonuca götüren bir araçtı. Eski düşünce ve bilgilerin doğruluk ya da yanlışlıklarının denetlenmesi ancak kimyasal tepkimelerin gözlenmesi ve tepkime sürecinin incelenmesiyle olanaklıydı.

Mekanikçi felsefe ile kimyanın etkileşimine en iyi örnek Robert Boyle'un çalışması oldu. İngiliz bilim adamı Robert Boyle 1661'de yayımladığı The Sceptical Chymist (Kuşkucu Kimyacı) adlı yapıtıyla Aristotelesçi görüşleri çürüttü. Böyle kimyasal Elementleri maddenin parçalanmayan yapıtaşları olarak açıkça tanımladı ilk kez kimyasal bileşikler ile basit karışımlar arasında ayrım yaptı kimyasal birleşmelerde özelliklerin tümüyle değiştiğini basit
karışımlarda ise böyle değişimlerin olmadığını söyledi;
Gazlar üzerinde yürüttüğü deneylerde GazlarınBasıncı ile Hacimleri arasındaki bağıntıyı belirleyen yasayı buldu ve ilk kez elementlerin ve bileşiklerin doğru tanımını yaptı. Böyle ayrıca Havanın yanma olaylarındaki rolünü keşfetti ve havanın tartılabilir bir madde olduğunu söyledi.
18. yüzyılda kimyanın temel sorunu yanma olayının (ateş ruhlarının işlevlerinin) açığa kavuşturulması oldu. 17. yüzyıl ortalarına doğru maddedeki elementlerden birinin yanmaya neden olduğu ileri sürülmüş ama bu sav ateşin maddesel bir cisim olamayacağı gerekçesiyle ünlü simyacı van Helmont tarafından reddedilmişti. Alman simyacı Johann Joachim Becher (1635-82) bu öneriyi daha sonra 1669'da yeniden gözden geçirdi ve terra pinguis olarak adlandırılan ateş elementinin yanma
sırasında kaçıp giden bir nesne olduğunu varsaydı. Becher'in öğrencisi ve Berlinli bir hekim olan Georg Ernst Stahl ( 1660- 1734) bu nesneye flojiston" adını verdi. Yanma olayına yanlış da olsa ilk kez bir bilimsel açıklama getiren flojiston kur***** göre yanıcı maddeler yanıcı olmayan bir kısım ile flojistondan oluşur. Buna göre metal oksitler birer element metaller ise kil (metal oksit) ile flojistondan oluşan birer bileşik maddedir. Metal
yandığında eksi kütleli "plan flojiston bir ruh gibi ayrılır ve elementin külü (metal oksit) açığa çıkar. Küle yeniden flojiston verildiğinde de yeniden metal oluşur. Örneğin
çinko oksit flojistonca zengin olan kömürle ya da Hidrojen gazıyla ısıtıldığında yeniden çinko oluşur ve hafifler. Bir yüzyıl boyunca kimyaya egemen olan bu kuram element kavr***** uygun olmamakla birlikte kimyanın bilimsel gelişmesinde çok büyük rol oynadı.
Cavendish Priestley ve Scheele ise çalışmalarında karbon dioksit OksijenKlor metan (bataklık gazı) ve hidrojen gazlarını ayrı gazlar olarak tanımladılar. Cavendish ayrıca gazları yoğunluklarına göre ayırdı. İlk kez suyun bir element olmayıp oksijen ile Hidrojenin bir bileşiği olduğunu kanıtladı. Bu çalışmaların da yardımıyla flojiston kuramı yıkıldı.
Aynı zamanda bir fizikçi olan Antoine-Laurent Lavoisier ( 1743-94) kimyanın babası sayılır. Lavoisier metal oksitlerinin daha önce Priestley ve Scheele'nin keşfettiği oksijen ile metallerin yaptığı bileşikler olduğunu kanıtladı yanma ve oksitlenme olaylarının günümüzde de geçerli olan açıklamasını yaparak kimyada yeni bir çığır açtı. Kapalı kaplarda yaptığı deneylerde kimyasal tepkimeler sırasında kütlenin değişmediğini saptayarak 1787'de kütlenin korunumu yasasını ortaya koydu.
Kimya'daki devrim yalnızca kavramlarda değil yöntemlerde de gerçekleşti. Ağırlıksal yöntemler duyarlı çözümler yapmayı olanaklı kıldı ve kütlenin korunumu yasasıyla nicel kimya dönemi başladı. Lavoisier'den sonra 1798'de Alman
kimyacı Richter birleşme ağırlıkları yasasını 1799'da gene Alman kimyacı Proust sabit oranlar yasasını ve 1803'te ingiltere'den John Dalton katlı oranlar yasasını geliştirdi. Gay-Lussac da Alexander von Humboldt'un yardımıyla öbür gazlarla tepkimeye giren bir
Gazın her zaman belirli Hacim oranlarıyla birleştiğini buldu.
İtalyan fizikçi Amedeo Avogadro 1811'de gaz halindeki pek çok elementin birer Atom lu değil ikişer atomlu oldukları ve aynı koşullar altında bulunan gazların eşit hacimlerinde eşit sayıda Molekül bulunacağı varsayımını geliştirdi. Avogadro'nun bu varsayımını 50 yıl sonra 1860'ta Stanislao Cannizzaro yasa düzeyine çıkardı.
19. yüzyılın başlarında ingiliz kimyacı Humphry Davy ve öteki bilim adamları volta pillerinden sağladıkları güçlü Elektrik akımlarını bileşiklerin çözümlenmesi ve yeni elementlerin bulunması çalışmalarına uyguladılar. Bunun sonucunda kimyasal kuvvetlerin elektriksel olduğu ve örneğin aynı elektrik yüklü iki hidrojen atomunun birbirini iteceği ve Avogadro varsayımına göre birleşerek çok atomlu Molekülü oluşturmayacağı ortaya çıktı. 1859'da Alman fizikçi Gustav Kirchhoff ve kimyacı Robert Bunsen'in bulduğu tayf çözümleme tekniğinin yardımıyla da o Güne değin bilinen elementlerin sayısı 63'ü buldu.
Elementlerin atom ağırlıkları ile fiziksel ve kimyasal özellikleri arasındaki bağıntıyı bulan Rus kimyacı Dimitriy İvanoviç Mende-leyev 1871'de ilk kez kimyasal elementlerin periyodik yasasını açıkladı. Mendeleyev'e göre hidrojenin dışındaki Elementler artan atom ağırlıklarına göre bir sırayla düzenlendiğinde bunlann fiziksel ve kimyasal özellikleri de bu sıraya göre düzgün bir değişim gösteriyordu. Ama bu düzgün gidiş kesintilerle birkaç sıra halindeydi ve bu
sıralara periyot adı verildi. Mendeleyev'in tablosunda atom ağırlığı daha büyük olan bazı elementlerin ön sıralarda yer alması atom ağırlıklarının ölçüt alınamayacağını gösterdi. İngiliz fizikçi H.G. Moseley 1913'te X ışınımı yardımıyla elementlerin atom numaralarını saptadığında bu sıralamada atom numaralarının temel alınması gerçeği ortaya çıktı. Bundan sonra Mendeleyev'in tablosundaki boş olan yerler yeni keşfedilen
Elementlerle dolmaya başladı.
Wilhelm Röntgen'in 1895'te X ışınımını bulmasından hemen sonra Henri Becquerel 1896'da uranyumdaki doğal radyoaktifliği keşfetti ve 1900'de fizikçi Max Planck kuvantum kuramını ortaya attı. Rutherford 19J9'da Havadaki azotu radyum preparat-lanndan salınan alfa taneciklerinin yardımıyla oksijene ve Hidrojene dönüştürerek ilk yapay element dönüşümünü gerçekleştirdi.
August Kekule'nin 1865'te kurduğu yapı kuramının genişletilmesi sonucunda bire-şimleme (sentez) ve ayrıştırma yoluyla pek çok yeni madde elde edilebildi. Bu kurama göre atomlar değerliklerine karşılık gelecek biçimde bileşikler halinde birleşirler ve her atomun belirli bir değerliği vardır. Kekule' nin bu
açıklamalarından sonra kimyasal bileşikler yeni bir biçimde değerlendirilmeye başladı. Örneğin su (H2O) H-O-H karbon dioksit (CO2) O-C-O biçiminde gösterildi. Bu gösterimden bireşimleme kimyası çok yararlandı. Kekule ayrıca
Moleküllerin farklı özelliklerinin atomların birbiriyle yaptığı farklı bağlarla belirlendiğini kanıtladı ve kapalı formülü
C6Ü6 olan benzenin halka biçiminde birleşmiş bir yapısı olduğunu çözdü. Yapı kur***** dayanarak varlığı düşünülen bileşiklerin bireşimsel olarak üretilebilmesine yönelik özel yöntemler geliştirildi; yapısı bilinmeyen doğal ya da yapay bileşiklerin iç yapılarını çözmek amacıyla da tam tersi bir yol izlenerek bunların yapılan sistemli bir biçimde ve aşamalı olarak parçalanarak bulundu. Kekule'nin buluşu aromatik
karbon kimyasının hızla gelişmesini olanaklı kıldı. F. Wöhler siyanür bileşikleriyle çalışırken üreyle formülü aynı olan amonyum siyanatı bireşimledi. Biri
Mineral öbürü hayvansal kökenli olan her iki ürün de aynı elementlerin aynı sayıdaki atomlarından oluşuyordu. Bu buluşla izomerleşme olgusu ortaya çıktı ve inorganik kimya ile organik kimya arasındaki farklılık ortadan kalktı.
Kimya alanındaki çalışmalar sonraları maddelerin tepkime biçimleri ısı etkisi çözeltiler kristallenme ve elektrolizle ilgili konulara yöneldi ve Galvanizleme konularındaki gelişmelerden fiziksel kimya (fizikokimya) doğdu. Bu arada M. Berthelot termokimyanın temellerini attı. Raoult W. Ostwald van't Hoff J. W. Gibbs Le Chatelier ve S. Arrhenius fiziksel kimyanın gelişmesinde önemli rol oynadılar.
İtalyan bilim adamı Alessandro Volta'nın 1800'de iki metal levha arasına nemli bez ya da tuz çözeltisi koyarak elektrik akımı elde etmesi kimyada önemli gelişmelere neden oldu. Humphry Davy 1807'de özel olarak geliştirdiği Volta pilini kullanarak erimiş külden elektrik akımı geçirdi ve bu yolla önce potasyum adını verdiği Elementi sonra da sodadan sodyum elementini ayırmayı başardı. Bu da elektrokimya dalında önemli adımlar atılmasını olanaklı kıldı.
Çağdaş bilimin gelişmesiyle Sanayi Devrimi arasında yakın bir ilgi olduğu düşünülmekle birlikte Sanayi Devrimi'nin anayurdu olan İngiltere'de bile bilimsel buluşların dokuma ve metalürji sanayisini doğrudan etkilediğini göstermek zordur 18. yüzyılda bilim dikkatli bir gözlem ve deneyciliğin sanayide üretimi önemli ölçüde iyileştirebileceğini gösterdi. Ama ancak 19. yüzyılın ikinci yansından başlayarak bilim sanayiye önemli katkıda bulunmaya başladı kimya bilimi Anilin boyalar gibi yeni
Maddelerin Üretilmesini Olanaklı
kıldı ve boyarmadde ile ilaç sanayisi hızla gelişen ilk kimya sanayisi oldu. 20. yüzyılda madencilik metalürji petrol dokuma lastik
inşaat gübre ve gıda maddeleriyle doğrudan ilişkisi olan kimya sanayisi Elektrikten sonra bilimin uygulamaya geçirildiği sanayiler arasında ikinci sırayı aldı. Yalnızca kimyanın
değil fiziğin de kimya sanayisine girmesiyle laboratuvarda elde edilen sonuçlann doğrudan uygulamaya sokulduğu kimya fabrikaları kurulmaya başladı. Bu süreçlerin denetlenmesinde çeşitli aygıtlara gerek duyulduğundan fiziksel kimyacılar ve fizikçiler kimya sanayisinde etkin olmaya başladı ve böylece kimya
Mühendisliği mesleği doğdu

Benzer Konular

16 Şubat 2012 / çujgaçkejfg Soru-Cevap
5 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap
15 Aralık 2010 / Misafir Taslak Konular