Burada önemli bir sorun ve bir çelişki ortaya çıkıyor. Bireyin Kant’ın belirttiği ahlaksal ilkeleri vardır ama toplumdaki ahlak kuralları ile bu ilkelerin görünürde ortak noktaları bulunsa da özde böylesi bir ortaklık yoktur. Toplumun ahlak kuralları ne olursa olsun o toplumu korumaya yöneliktir ve bu sebepten dolayıdır ki gözle görülebilir, algılanabilir eylemleri gerekli kılmaktadır. Toplumun ahlak kuralları bireylerin niyetleri ile ilgilenmez. Yalnızca belirli durumlarda belirli davranışları gerekli kılar. Toplumda her zaman törensel ahlak vardır. Toplumsal ahlak bir boyun eğme ahlakıdır. Bergson bu ahlaka “kapalı ahlak” diyor. Ama açık ahlakı yalnız kahramanlara özgü bir ahlak olarak düşünmesi bana ters gelmekte. Birey pekala kahraman olmadan bireysel ahlakını inşa edebilir. Ama bunun için toplumu kendi dışında bir bütünlük olarak değerlendirmesi, onların içinden bireyleri çekip çıkarması gerekmektedir. Üstün nitelikli bireyler birbirlerini bulanabilirlerse, toplumun kapalı ahlakının zararlı etkilerini azaltabilirler.
3. 1 Ahlak ve Şiddet
Varlığımızın eksikliğini ve mutluluğumuzun önündeki engelleri kendiliğinden önümüze çıkan iki olgu aracılığıyla fark ederiz. Bir taraftan bizi sürekli kemiren ahlak kuralları diğer taraftan tüm umutları bir anda sona erdiren şiddet.
Ahlak kuralları herkes tarafından karşı çıkılmasına rağmen varlıklarını sürdürürler. İki veya daha fazla kişinin bulunduğu her yerde bu kurallar varlıklarını kabul ettirir. Sosyoloji, psikoloji, psikanaliz, etnoloji ve felsefe kendi alanlarındaki araştırmalar içinde birden kategorik bir biçimde ortaya çıkan ahlak olgusu ile karşı karşıya kalırlar. Herkes en azından görünürde bu kurallara uyar. Büyük bir ahlaksızlık çeşitti dil oyunları ile ahlaksal bir giysiye bürünebilir.
Ahlak kuralları özgürlüğü sorunsallaştırmaktadır. Varoluş bir özgürlük devinimidir. Özgürlük boşluk içinde başlangıçsızdır.
Özgürlük varoluşun gerçekleşme biçimi olarak boşluğa açılır ve ahlaksal kurallarla kendini imha ederek bireyselleşir. Felsefi özgürlük ile sosyo-politik özgürlük arasındaki geçiş alanı özgürlüğün ahlaksallaşması süreciyle somutlaşır. Özgürlük ahlaksallaşma sürecine giremediğinde şiddet haline dönüşerek varoluşa yabancılaşır.
Ahlaksal kurallara baktığımızda bu kuralların bir taraftan toplumsal baskı, diğer taraftan ben’in içinden gelen bireysel baskı biçiminde somutlaştıklarını görüyoruz. Dışarıdan ve içeriden gelen bu kuralları birbirinden ayırt etmek kolaydır. Toplumsal çevre değiştiğinde değişen kurallar toplumsal, değişmeyen kurallar ise bireysel (ahlaksal) kurallardır.
Ahlaksal kuralların yaşamı düzenleme yetersizlikleri her zaman şiddet oluşumuna yol açar. Toplumsal ahlaki kurallar yetersiz kaldığında yaşamı düzen altına almak için devletin hukuksal veya hukuk-dışı (diktatörlük, krallık, vs.) şiddeti devreye girer. Bireysel ahlak kuralları yetersiz kaldığında bireyin toplumla ilişkileri hep şiddet ilişkileri olarak gerçekleşir.
Ahlak kuralları “bireyleşme” süreci içinde dinamik bir yapı kazanır. Birey kendini içinde yaşadığı toplumun kuralları ile çepçevre kuşatılmış bulur. Bu kurallara karşı özgürlük bir fikir, bir ideal biçiminde bireyin bilincine egemen olur. Toplumsal ahlak kurallarından kurtuluş çabasına öncülük eden özgürlük fikri, bu çabaların yoğunlaştığı noktalarda yok olmaya ve yerini bireyin kendi varoluşunun amacı olarak gördüğü bireysel ahlak kurallarına bırakır. Özgürlük devinimi toplumsaldan bireysele dönüşen ahla kın itici gücüdür. Özgürlük her zaman bir ahlak kuralı tarafından kuşatılır ve kendini özgürlük-dışı bir olgunun karşıtı, potansiyel bir güç olarak ifade etmek zorunda kalır. Özgürlük hiçbir zaman somutlaşamadığı için onu betimlemek veya tanımlamak olanaksızdır.
Sartre “özgür olmaya mahkumuz” derken insanın her durumda çeşitli olabilirlikler arasında seçim yapma zorunluluğunda olduğunu vurgulamıştır. Sartre’da özgürlük bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Kişinin bu seçimi ahlaksal bir seçimdir çünkü bu seçim aslında kişinin belirlediği bir kurala göre yapılmaktadır. Özgürlük devinimi bireysel bir devinim olmayıp. bireye ahlakı dayatı bir devinim olmaktadır. Özgürlük, bireyin varoluşunun dayattığı dünyaya açılış deviniminin başlangıcı olmakta ve yaşamsal süreçte ahlaksal kuralları oluşturan bir tür geriye çekilişi zorunlu kılmaktadır. Özgürlüğe mahkum olduğumuz için ahlak bir zorunluluktur.
Ahlak kurallarının incelenmesi iyilik-kötülük eksenine oturtulursa verimli olmayacaktır. Çünkü bu kavramların birbirinin içine girme kolaylığı ve olayların çoğunluğun-da, birbirinden ayırt edilme zorluğu sonu gelmez tartışmalara neden olmaktadır. Platon’dan gelen felsefi geleneğin de ideal iyilik ve kötülük fikirlerini veri olarak alması ve eylemlerin bu ideallere göre değerlendirmeye tabii tutulması, kavramların içeriğinin belirginsizliği nedeniyle duygusal tepkilere bağımlı ahlaksal değerlendirmelere neden olmaktadır. l3laton’un duygusal tepki dışında iyilik ve kötülük ide ası olduğunu ileri sürmesine rağmen bu kavramların yine de duygusal tepkiye göre belirlendiği ortadadır.
Ahlak kuralları Kant tarafından geleneksel, Max Scheler tarafından ise duygusal tepkilere dayandırılmakta, bir taraftan soğuk, yansız akılcı bir biçim alırken, diğer taraftan ateşli, tutkulu bir devinim kazanmaktadır. Burada garip bir çelişki vardır. Can sıkıcı kurallar birdenbire yaşamsal coşkuya neden olmaktadır. Bu coşku şiddetle karşılaştığında şiddete kolaylıkla dönüşmektedir. İyi ile kötünün savaşımının kaynağı buradadır.
Şiddetin ahlaki yoktur. Şiddet sadece bir tekniktir. Ahlakın başladığı yerde şiddet geri çekilir veya yok olur. Ahlakın şiddete tamamen egemen olduğu durumlar yalnızlık, depresyon durumlarıdır.
Birey toplum içine girişi ile birlikte şiddet olgusuyla karşı karşıya gelir. Bu şiddet bireyin özgürlüğünün kabul edilmeyişi biçiminde gerçekleşir. Birey şaşkındır, çaresizdir. Depresyon ve yalnızlık içindeki birey her şeyle birdenbire karşı karşıya gelmiştir. Özgürlüğünün onu yok etmeye yöneldiğini görür intihar eşiğindedir artık. Ahlak bir yaşama olanağı olarak intiharın karşısında durur.
İnsanın toplumuyla ilişkilerinde her zaman ahlak vardır. Özgürlük çılgınlıktır, ölümdür. Şiddet özgürlüğü yok eden bir özgürlük eylemidir. Ahlak özgürlüğü yok eden bir düzenleyicidir.
Özgürlük yaşamda sakınılması gereken bir oluşumdur. Varoluş yaşama yansırken özgürlüğünü yitirir. Özgürlüğün devindirici bir fikir olarak varlığını sürdürmesinin nedeni, varoluş deviniminin yaşamı sürekli sorunlaştırmasındandır. Özgürlük yaşamda hiç gerçekleşmeden, bir fikir olarak sürecektir. Özgürlüğü ele geçirmek için yaşamı yok etmek, daha doğrusu ölmek gerekir.
Ahlak kurallarını onlara geri dönmek üzere aşarız. Bu aşma noktasında özgürlük bir an için bize gülümser. 0 bir anı sonsuzlaştırın, çünkü ikinci an ahlakın geri geldiği andır.
İçgüdüler belki de ahlakın en büyük düşmanlarıdırlar. Tüm içgüdüler tatmin olmak isterler ve bu gerçekleşmediğinde şiddete başvururlar. Bu şiddet ya kaba şiddettir, ya da ahlaksal gösterilerle birlikte yol alan örtük bir şiddettir. Ahlaksal bilinç bu savaşım sürecinde oluşur. İnsan ahlak kuralları ve içgüdüleri arasında bir kaosa sürüklenir. Kendini anlatmakta büyük olanaksızlıkların içine düşer.
Ahlak-şiddet ilişkisi temel olarak erotizmde, ekonomik savaşta, ben ile öteki arasındaki ilişkilerde yoğunlaşır ve varoluş açısından yaşamın işlevi hakkında önemli bilgiler sunar.
Ahlak bir yaşama bilgisidir ve onsuz yaşam olanaksızdır. Devlet ahlakın yaşamı düzenlemekte güçsüz kaldığı yerde ortaya çıkar. Bu sebepten ahlak ve hukuk birbirinden farklı hale gelir. Hukuka başvurulduğu andan itibaren devletin şiddet mekanizması devreye girer. Hukuk soyuttur, yaşamın dinamizminin dışındadır, yasalardaki sözcüklerin hepsi birer şiddet aletidirler. Hukukun şiddeti ahlaksız şiddeti alt etmeye çalışır. Hukuk ne ahlaklıdır, ne de ahlaksızdır. Hukuk ne pahasına olursa olsun halihazır düzeni sürdürmeyi hedefler.
Yaşama alanını üçe ayırmak mümkündür. Ahlak alanı + Hukuk alanı + Şiddet alanı. Özgürlük hukuk alanının içinde ekonomik, politik sosyal olarak düzenlenmiş bir özgürlüktür. Felsefi özgürlük dışsal yaşama alanında yoktur ve yalnızca içsel varoluşsal bir özgürlük biçimi ile somutlaşır. En güçlü toplumlar ahlak alanları en geniş toplumlardır. Hukuk alanının genişliği o toplumun şiddetin eşiğinde olduğunu gösterir. Şiddetin panzehiri hukuk değil ahlaktır. Ahlak kuralları izlenerek uyuşmazlığı çözmek, toplumda daha kolay kabul görür. Hukuk kuralları izlenerek verilen kararlar her zaman hoşnutsuzluk yaratır. Modern toplumlarda ahlak alanı azalmakta, hukuk alanı genişlemektedir ve herkes her zaman haksızlığa uğradığı duygusu ile yaşamaktadır. Bu da modern toplumları potansiyel bir şiddet ortamı içine sürüklemektedir. Hukuk soyut ve anlaşılması biçimiyle insanların şiddete eğilimini arttırmaktadır.
Herkes yaşamını sürdürmek için kendine geçerli ve anlamlı bir yol izlemek zorundadır. Ölüme kadar süren bu yolculukta bize iki olgu dost olabilirler: Sağlam bir sevgi ve sağlam bir ahlak. Sevgi ve ahlakın özgürlükle garip ilişkileri vardır. Özgürlük belirli yoğunluğa ve düzeye ulaşmadığı zaman sevgiyi ve ahlakı yok eder. Yüksek düzeydeki özgürlük sevgiyi ve ahlakı besler.
Hemen ahlak için hayati bir ayırımı ortaya koymam gerekiyor. Birincisi geleneklere dayanan, kökenin şiddeti ve ölümü önlemeye dayanan toplumun üyelerini sahte ve ikiyüzlü kurallarla bir arada tutan toplumsal ahlak. Daha doğru4u radikal bir ifadeyle “yalancı” ahlak. İkincisi içimizde sürekli büyüyen bir ses olan, kendimizi aşmamızı sağlayan ve bizi sıradan, günlük çıkar hesaplarının üstüne çıkaran, şiddetle uzaktan yakın-dar bir ilişkisi olmayan bireysel ahlak, daha doğrusu “gerçek” ahlak.
Bu iki ahlak bazen bilinçli, bazen bilinçsiz olarak birbirine karıştırılmakta, yalancı ahlakın ahlaksızlıkları gerçek ahlaka mal edilmektedir. Gerçek bireysel ahlak, geleneksel ahlakın pençelerine yakalanmış kişilerce bencillik olarak görülür ve ahlaksızlık damgası yer. Bazı bencil kişilerin de bireysel ahlakın içine gizlenmeye çalıştıkları görülmektedir. Ama bu, dikkatli gözlemlerden ve kalbinin sesini dinleyenlerden kaçmayan bir olgudur. Gerçek ahlak bireyi ince bir noktaya tırmandıran bir ahlak olarak, öncelikle verici bir ahlaktır. Ama bu vericilik zorunlulukla değil sevgiyle oluşmaktadır. (10)
1. ŞİDDET ve ŞEFKAT GERİLİMİNDE KİŞİLİK OLUŞUMUNUN DİNAMİKLERİ
Bu başlık altında özneden, nesneden, kişilikten ve yaratıcılıktan bahsedeceğim. Ve bu kavramların ilişki içinde tanımlanmasında şiddet ve şefkat olgularından yararlanacağım. Konuyu ele alışımda. ‘ilişki içinde/ile sağaltım” olarak tercüme ettiğim dinamik psikoterapilerin, semptom~ tedavisinden öte, uyum ve doyumu esneklikle / ahenkle dengeleyebilen, kendi başına ve birlikte olmanın hazzını tadabilen, yaşamını yaratıcı bir sürece dönüştürmeye istekli/cesaretli ve ilişkilerinde olabildiğince açık bireylere dönüşümü amaçladığı savından hareket ediyorum. Psikoterapinin amaç tanımı, aynı zamanda sağlıklı bir kişiliğin de tanımıdır.
Ruhbilim terminolojisi açık bir çelişkiyi sergiler. Vurguların bireysel kaynağa yapılmasına rağmen. istisnasız tüm kavramlar ilişki atıflıdır. Libidinal / agresif dürtüler, ya da kendilik / nesne tasarımları “bireysel”in birincilliğine işaret ederken, “bireysel”in tanımlanması, “ilişkisel”deki libidinal / agresif yatırım, ya da kendilik-nesne ilişkisi şemalarında mümkün olmaktadır. Bireysel psikoloji ve psikopatolojinin nasıl ve nedenini açıklayan eksiklik (defekt) ve çatışma (konflikt) dinamikleri bütünüyle ilişki dinamikleridir.
Ancak ilişki. varoluşu tanımlama ve anlamlandırmayı mümkün kılar. İlişki birincildir. Birimden söz etmek, ilişki içinde --karşılaşan-- birimlerden söz etmektir. Nesnesi yoksa, kendilik de yoktur (ve tersi). İlişkiden önce tanımlanamayan (ve varolmayan) birey, ilişkiden önce ve ilk imiş-gibi gösterilse de. bilinmektedir ki, filozof Martin Buber’in Yeni Ahit’in (Yuhanna) ilk ayetine (“başlangıçta söz vardı’) göndermeyle ifade ettiği gibi “başlangıçta ilişki vardı(r)”. Daha öncesi ise bilinmeyendedir; hakkında hüküm yürütülemez.
Bireysel çıkışlı olmayan bir ilişki kavramlaştırması, yani bir ara-alan terminolojisi mümkün müdür? Bu soruyu, göreli bir “evet” ile yanıtlamayı deneyebiliriz. Gerçi her ilişki tanımlaması, ilişki içinde varolan bireyci (birimleri) gözetmek zorundadır; ancak vurgulama taraflar-arası-alan’a yapılabilir. İlişkiyi birincil kabul ederek, etkileşimi, herhangi bir ilişki biriminin şu ya da bu yatırımına indirgemeden, doğrudan ilişkide, “taraflar-arası-alan”da irdelemeye, ve “bu ara-alanda ne olmaktadır?” sorusunun yanıtını iki zıt kavramla, “şiddet” ve “şefkat” ile açıklamaya çalışacağım. İlişkinin bu iki temel vektörünü, günlük kullanımdan farklı anlamlarıyla ele alacağım.
Burada, kullanmaya başladığım bir terime, “şiddete değinmem, bu kavramı nasıl açtığımı aktarmam gerekliği hasıl oluyor: “Şiddet”i, ilişkinin temel taşıyıcısı olan eylemin, birimler-arası (kişiler-arası) alandaki görüngüsü olarak anlıyorum. Bu şekliyle şiddet, “nötr” bir kavramdır; iyi ya da kötü, hoş ya da nahoş gibi sıfatlardan aridir. Yalnızca, ilişkiyi mümkün kılan, ve temelde “kendi-olmayan-ile-birlikte-oluş”la kaçınılmaz şekilde varoluşa içkin olan eylemdir. Kendiliği, nesnesiyle bağla(ntılandırı)r. Şiddet, varoluşla birlikte ilişkiye taşınan bir öğedir ve kendilik için de, nesne(si) için de birincildir; yani tanımlamada öncelik ilişkidedir. İlişki taraflarının birbirlerine yönelik ayrışmış eylemlerinden öte, salt varoluşları dahi, bütün varoluş sistematiklerini değişime ve yeniden tanımlamaya/anlamlandırmaya zorlar. Bu düpedüz şiddettir. Taraflar karşılaşmalarıyla değiş(tiril)irler: Birbirlerinin eylemlilik alanına girmişlerdir ve karşılıklı eylemlerine, yani şiddetlerine maruz kalmaktadırlar. Söz konusu edildiği şekliyle şiddet, eylemin, ilişki içinde yeni bir sistematolojiyi zorlayıcı niteliğini vurgulamaktadır. Şiddet, varoluşu ve eylemliliğiyle ötekinin varoluş ve eylemlilik alanında beliren varolan. eyleyen ve evlenen bir “eylem- birim”in kendini ilişki içinde ortaya koyuş modudur. Varoluş potansiyeli taşıyan herhangi bir birimin, kendine varoluş alanı açma girişiminden başka bir şey değildir.
Varoluş alanı, hem olası var-olanın açımlandığı, kendini --“var” olarak-algılayabildiği/algılanabildiği, hem de (henüz) yok-olanın var edildiği, dünyanın tamamlandığı alandır. Tamamlanacak olan dünyanın kendisidir. Dünyayı tamamlama süreci, kendini tamamlama sürecidir; “yaratıcı eylem”in ve “yarattığını bilme”nin ta kendisidir.
“Yaratıcı edimde dikkatim izi çeken ilk şey bir karşılaşma olmasıdır (encounter,J... ‘Bu yoğun karşılaşma ne iledir? .... Karşılaşma, her zaman iki kutup arasındaki bir buluşmadır. Öznel kutup, yaratıcı edim içindeki bilinçli kişinin kendisidir. . ima bu divalektik ilişkinin nesnel kutbu nedir? ...: Sanatçı ya da bilim adamını kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır .. i)Dünya bir kişinin içinde varolduğu anlamlı ilişkilerin bir modelidir ve o kişi, bu’ dünyanın tasarlanmasında yer alır... Dünyayla benlik arasında ve benlikle dünya arasında kesintisiz bir diyalektik süreç süre gider; bu iki kutuptan her biri diğerinin varlığına delalet eder ve bunlardan birinin yok sanışı her ikisinin de anlaşılmasını olanaksız kılar. Bu, yaratıcılığın hiçbir zaman öznel bir görüngü olarak sınırlandırılmayacak olmasının nedenidir; yaratıcılık asla basit bir biçimde kişide olup bitenlerin terimleriyle incelenemez. Dünya kutbu bir bireyin 3’aratıcılığının ayrılmaz bir parçasıdır. Olmakta olan daima bir süreçtir, bir yapmadır -- özgül olarak kişiyi ve dünyasını karşılıklı ilişkiye sokan bir süreç. “(Alay 1987)
İnsan, çöle doğar; bedensel aygıtın tüm ağırlığıyla... Ve eksiklikle müsemmadır. Bunun anlamı şudur: Bedenin gereksinimleri, yine beden içinde, nerede ve nasıl doyurulacaklarına dair bir ön-bilgi olmadan, oradadırlar ve nesnel karşılıklarını beklemektedirler. Çöldedir, ve her yere gidebilme potansiyeline rağmen. şiddetini yönlendirecek Bir kanaldan yoksundur. Henüz, biyolojik ve çevresel öğelerin şiddetinde, ayrışmamış bir kargaşa yumağının çaresizliğiyle, dünyanın nasıl tamam edilebileceğinin bilinmediği, gereksinilen nesnelerin yalnızca eksiklikleriyle. yani negatif varoluşları içinde duyumsanabildiği bu erken gelişim çağlarında, bebek taşıdığı şiddet kargaşasını yönlendirebilecek, ayrıştıracak bir ‘taşıyıcı/refakatçi şiddet-birimine ihtiyaç duyar. Optimal koşullarda bu yatıştırıcı/taşıyıcı/yönlendirici araç/havuz, anne olacaktır. Annenin, çocuğunun şiddetini karşılama ve taşımasında, “şefkat”in prototipini görürüz. Anne, çocuğun şiddetinin gereksindiği nesnel karşılıklara sahiptir.
Şefkat. öznenin kendi eylem-lilik alanını. Ötekinin şiddetine, yani varoluşunu açmasına terk etmesidir. Elbette ki ilişkiler salt-şiddet ve salt-şefkat karşılaşmasından ibaret değildir. Ancak söz konusu kavramların bu yazıda kullanıldıkları şekliyle ne anlam ifade ettiklerini göstermek için şiddet ve şefkat birimlerini, salt bu nitelikleriyle ayıracağım. “Şefkat”te, birimlerin ilişkisi, şefkat biriminin, şiddet birimi lehine, kendi varoluş ( eylemlilik / şiddet) alanını açmasıdır. Şiddet biriminin eylemliliği, şefkat biriminin eylemliliğinin merkezi öğesi olmuştur. “Özne”yi. iç ve dış nesnelerden gelen farklı şiddet eylemlerinin etkisinde, kendi özgün yapılaşma ve eylemliliğini oluşturma süreci olarak ele alırsak. şefkati şöyle tanımlayabiliriz: Şefkat biriminin, iç ve dış sair etkileri geri planda tutarak. partnerinin şiddetini karşılaması, şiddetin “tamamlama amacı güttüğü her ne ise, bu “tamamla(n)ma” eylemine kendi varoluş alanını, eylemlilik kanallarını sunmasıdır. Bu bir kaynaşmadır (fusion): ve birimler-arası sınırların henüz oluşmadığı erken anne-çocuk ilişkisinde en belirgindir.
Annenin çocuğun eylemliliğini (şiddetini) görmesi, onaylaması ve diğerkam katılımı, yani kendi varlığını ve eylemliliğini çocuğun eylem açılımına sunması, yani “şefkat”i, Winnicott’un (1Q65. 1998) “yeterince iyi annelik” kavramıyla kastettiği şeydir.
“Yeterince iyi ‘anne’ .. bebeğin ihtiyaçlarına aktif olarak uyum gösteren kişidir. İşin adı, çocuk bakımının başarılı olması zekaya ya da düşünsel aydınlanmışlığa değil kendini adamaya bağlıdır” (Winnicott 1998).
“Annenin bebeğin ihtiyaçlarına uyum göstermesi, yeterince iyi olduğunda, bebeğe onun kendi yaratma kapasitesine tekabül eden bir dış gerçeklik olduğu yanılsamasını verir. Bir başka deyişle. annenin sunduğu şeyle çocuğun kurabildiği şey arasında bir örtüşme söz konusudur” (Winnicott 1998).
Birincil ilişki nesnesi olan anneyle çocuğun kurduğu şiddet-şefkat ilişkisi, bireyselleşme sürecinde çocuğa sunulan bir hediye ve “sosyal bireyselleşme” nüvesidir. Şiddet ve şefkatin harmanlar,ması, sağlıklı ayrışma-bireyleşmenin, “başkalarıyla-birlikte-ve-kendi-olma” sanatının ön koşuludur; aynı zamanda yaratıcılığın da zeminidir. Yaratıcılık, bireysel özgünlüğü, “biricik”liği mümkün kılan faktördür. Ancak yaratan insan, yaşamını “kendi” (yarattığı) yaşamı olarak algılayabilir:
“Kişinin hayatın yaşamaya değer olduğunu hissetmesini sağlayan her şeyden önce yaratıcı kavrayıştır. Bunun karşısında dış dünyayla boyun eğmeye dayalı bir ilişki vardır, bu ilişkide dünya ve dünyayla ilgili ayrıntılar sadece uyulması gereken ya da uyum talep eden bir şey olarak tanınır Boyun eğme birey için bir boşunalık duygusunu da beraberinde getirir ve hiçbir şeyin önemli olmadığı, hayatın yaşamaya değmediği düşüncesiyle bağlantılıdır “(Winnicott /998).
Yaratıcılık en ham haliyle kendini ilk(s)el “tüm güçlülük” yaşantısında gösterir. Psikososyal gelişim süreci içinde dış gerçekliğin tornasından geçerek, daha mütevazı bir biçim ve içerik edinse de, başlangıçtaki çekirdek yaşantının ilk “yaratı denemeleri”nde ketlenmemesi, beslenmesi ve “var”lanması”, çocuğun annesinden alacağı yaşamsal önemi haiz bir hediyedir.
“Anne başlangıçta bebeğe neredeyse yüzde yüz uyum göstererek bebekte, kendi memesinin onun bir parçası olduğu yanılsamasının doğmasına fırsat tanır Meme, adeta bebeğin büyülü denetimi altındadır... Tüm güçlülük, deneyimin neredeyse vazgeçilmez bir gerçeğidir. Annenin nihai görevi bebeği bu yanılsamadan yavaş yavaş kurtarmaktır, ama başlangıçta ona yanılsama için yeterince fırsat vermeden bunu başarması mümkün değildir ‘(Winnicott 1998).
Bireyin temel varoluş sistematiği olarak tercüme edebileceğimiz kişilik, onun tüm eylemlilik şemalarındaki hareketini, dünyasını tamam etmek için gereksindiği nesnelerle olan ilişkilerindeki şiddetin nitelik ve niceliğini kapsar.
Kişilik, öznenin dürtüsel, duygusal, bilişsel ve davranışsal öğeleriyle tüm eylem kanallarının toplamıdır. Bu eylem kanalları, bireyi --alışıldık koşullarda-- nesneleriyle karşılaştıran. çatıştıran; birleştiren ve ayrıştıran nitelikleriyle, öznel yaşamın genel ilişki şemalarını verirler. Sağlıklı bir kişiliğin çekirdeğini, kendi dünyasını, ancak kendisinin tamam edebileceğini “duyumsayan / hisseden / bilen” bireyin taşıdığı onmaz “yaratıcılık yanılsaması” oluşturur.
Anne kendi eyle(n)mesinin çocuğunki olduğu, kendi şiddetinin çocuğunki olduğu yanılsamasını uyandırmalıdır. Kullanıma sunduğu eylemliliğinin (dolayısıyla da kendisinin), çocuğun eylemliliğinin bir sonucu, “yaratısı” olarak yaşantılanması mümkün kılar:
“....bebek memeyi kendi sevme kapasitesinden ya da (denilebilir ki) ihtiyaçtan tekrar tekrar yaratır. Böylece bebekte öznel bir olgu gelişir; bu anne memesi dediğimiz şeydir. Anne gerçek memeyi tam da bebeğin yaratmaya hazır olduğu yere tam gerektiği anda koyar... Bebek nesneyi yaratır, ama zaten orada yaratılmayı ve duygu yatırılmış bir nesne haline gelmeyi beklemektedir” “(Winnicott 1998).
Burada çok ilginç bir durumla karşılaşıyoruz: Başlangıçta, stresörlerle karşılaştığında, neyi, ne için ve nerede bulacağının ayırdında olmayan bir psiko-fizyolojik kargaşa yumağı (ayrışmamış şiddet karmaşası) olan bebeğin, herhangi bir “yaratı kaygısı” nda olduğunu söylemek doğru olmaz. Gereksinimlerinden doğan gerilimlerin çözümü ise, olmayan bir şeyin, olmasına bağlıdır. Yani başlangıçta olan, “olmayan şey” dir. Çocuğun eylemlerini karşılayacak nesneyle kurulması gereken özne-nesne bütünlüğü, olmayan nesnenin var edilmesine bağlıdır. Bu da yaratıcılığa, dünyayı ve kendini yarattığı gibi” bilme “ye karşılık gelir. Şiir gibi:
“Şiirin içinde barındıracağı ‘varlık’ ‘yokluk’ tan türer, şairden değil ve şiirin sahip olacağı ‘müzik’ şiiri yapan bizlerden değil, sessizlikten gelir; tıklatmamıza cevaben gelir.. Şairin işi, dünyanın anlamsızlığı ve sessizliği ile, onu anlama zorlamak için mücadele etmektir; sessizliği ses, yoku var yapana dek. Bu iş dünyayı ‘bilnıe” vi üstleniştir” (>A. MacLeish: Poetry and Experience, Boston 1961<; May / 987>
Anne kendini (memesini) ve eylemliliğini, bu “olmayan şey” yerine koyarak, yani çocuğu (şiddetinin açılımında) karşılayarak, onun gerilimini yumuşatır; dünyasını tamamlar. Bu “şefkat”tir. Gerilim kargaşası bir düzene girmiştir; ürünü de yaratılan annedir, memesidir, kucağıdır... Olmayan şey yaratılmıştır. Ancak yaratıyı ortaya çıkaran, çocuğun ütenci değildir. Tersine, yaratı istence kaynak oluşturmuştur. Neden-sonuç bağlantısındaki bu sıralamanın değişmesi yani yaratının istencin sonucu olduğu kanısı, annenin çocuğun merkeziyetini (şiddet özgünlüğünü) kendisine duyumsatan diğerkam tutumuyla (şefkatiyle) mümkün olacaktır: Elbette ki çocuk önce - meme sonradır; istenç önce, yaratı sonradır. Şefkat. şiddetin yaratıcı özgünlüğünü mümkün kılmıştır: Öznenin, yaratıcı şiddet çekirdeği birincil nesne ilişkisinden damıtılmıştır.
“Özne” tanımlamasıyla devam edelim: Burada, dar bir ansiklopedik tanımlama, konumuzun ele alınışı bağlamında yeterlidir:
“Bilince benzer her türlü düşünceyi temellendirdiği varsayılan ve karşısında gerek düşünce içeriğinin, gerek dış dünyanın birer nesne oluşturdukları bireysel ve gerçek varlık” (Büyük Larousse XVII: 9083).
İnsan zihni --özne konumundan-- nesnelerini tanımlar, ayrıştırır ve bağlantılandırırken , “eylemekte ve eylenmekte” dir. Eylenilen ve eyleyen nesneler, öznenin “kendi” (öznel) nesneleridir; dolayısıyla özne, --“özne-nesne bütünlüğü”nü gözeten bir vurgulamayla--, nesneleriyle ilişkisi içinde varolur. Bu ilişki, öznenin (yani merkezdeki zihnin) “nasıl” ının da dinamiklerini içerir. Özne, “eylediği ve eylendiği” nesnelerinden soyutlanabilecek, apayrı bir varoluş içinde değildir. İç ve dış nesne ilişkileriyle şekillenir; ancak nesnelerinden farklı bir boyutta kendini var eder. Özne. nesne ilişkilerinin katma değeridir (Bu katma değerin getirisi “özgürlük ve “özgünlük”tür elbette ödenecek vergisi de olacaktır: Sorumluluk).
Başlangıçta, yani erken süt çocukluğu döneminde bir “özne” varsayımı herhalde olanaksızdır. Belki bir “potansiyel-özne”den. “özne-olasılığı-çekirdeği” nden hatta “ön-özne”den dem vurabiliriz. Ancak yukarıdaki --kendilik ve öteki bilinçliliğini de kapsayan-- özne tanımlaması için henüz erkendir. Ruh doğmamıştır: doğan ve kendini öylesine ortaya koyan, beden, dolayısıyla da bedensel gereksinimlerdir. Özne doğmaz; olur. Özneyi olduran, şefkat-şiddet geril imidir.
Dinamik psikoterapiler pratiğinde yorumların, yani öznel sistematiği yeniden yapılandırma girişimlerinin doğruluğu. Terapötik etkinliğine endeksli olarak kabul edilir. Yanlış yorum, bu açıdan etkisiz kalanıdır. Anlamlı bir bütün oluşturmaya katkısı, sair öznel öğelerle bağlantısındaki uyum ve estetik değeri, yorumun değerini belirler. Kişiye yaratıcı ve semptomsuz bir yaşamı açması, yorumun doğru olduğuna işaret etmesi açısından yeterlidir (Tress 1985). Bu doğrular, “henüz” yanlışlanmamış olsa da , yanlışlanmaya açıklığı, yeni yaratıcı hamlelerin önünün tıkanmasını engeller. hatta, yorumun önce anlam ve gerçekliği oluşturduğu (yarattığı), sonrasında da kendi yarattığı gerçekliği referans aldığı iddia edilebilir (Loch ve Jappe 1974). Karşımıza olmuş-bitmiş bir kişilik yapılanmasıyla çıkan bir erişkinin terapötik değişimi için bu savlar ileri sürülebilirken, tam anlamıyla şekillenmeye açık bir çocuğun, annesiyle olan mutlak ilişkisinde, nasıl ilişki partnerinin şiddetine açık, şefkatine de muhtaç olduğunu gözümüzde canlandırabiliriz. En masum ve gelişime açık ebeveyn ideolojisi olan yaratıcı çocuk yetiştirme fantezisi dahi, bir anlamda şiddettir. Ebeveynin fantezi, istek ve beklentilerinin çocuğa implantasyonudur. Bu “kötü” bir şiddet değildir’, ancak şiddettir. Bebeklerinin eyleminde amaçlı devinimler görme meylinde olan ebeveyn, onu daha iyi izlemeye. davranışlarını daha hassas yorumlama ve yanıtlamaya, bu yanıtlarını “daha çok” bebeğinkilerine uyarlamaya çalışırlar. Bu da çocuğu ilişkilerinde giderek daha aktif bir tutum benimsemeye götürür (Rauh 1987).
Zaten salt şefkat, çocuğun kendi dünyasını “yapması” için yeterli değildir. Şefkat, önce bedensel, sonra ruhsal ve sosyal gereksinimlerin açılımı için gerekli ortamı sunarken, çocuk çevrenin, yani ebeveynin şiddetiyle de karşılaşır. Ebeveynin şefkat boyutu içinde kendini göstermesi, türün ve toplumun “doğrular” ını, (-ki bunlar amaçlara ulaşım için ortamın sunduğu –gereksinilen araçlardır. Dreitzel 1972) çocuğa sunmasıyla birliktedir. Burada şefkat, şiddetle iç içedir. Şiddet bunun neresinde diye sorulacak olursa, yanıt için ebeveynin, ebeveynin taşıdığı ortak kültürel değerlerin. bireyi birlikte yaşamaya hazırlayan şiddetine işaret ederim. Tabii ki bazı kısıtlamalar ve engellemelerle birlikte... Yaratıcı süreç de bu gerilimin ürünüdür.
“Yaratıcılık kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğar.” (May 1987,).
Tekrar vurgulayalım: Yaratıcılık, dünyanın tamam” edilmesi eylemidir. Bir eylem sürecidir, durum değildir... Yaratının hiçbir zaman tamam olamayacağı ön-bilgisini taşır; zira sürekli yenilenecek gereksinimler hep bir şeylerin eksik kaldığının göstergesidir... Ancak tamam edilebileceği ümidini de içerir, ki bu ümit yeni eylemlerin doğuşunu, yaratıcı karşılaşmalara açılımları mümkün kılar. Özne, öznel / özgün eylemliliğiyle “dünyasını” yeniden - yeniden yaratır; tamamlamaya çabalar. Bu eylemin psikolojideki karşılığı “öz nesne bütünlüğü” arayışıdır.
Bebeklik döneminin tüm güçlülük yaşantısında ilk(sel) yansımasını bulan yaratıcılıkta, nesneye t anneye) düşen görev, çocuk tarafından yaratılmasına izin ve olanak vermek ve yaratılma(sı)nın. çocuğun eylemliliği sonucu gerçekleştiğini onaylamaktır. --LBurada Kohut’un “aynalama” (mirroring) aktarımı (1998 a,b) tanımlamasını aşan bir annelik işleviyle karşılaşıyoruz.]-- Öznel dünya, yaratıldığı şekliyle “tam”dır; oluşan yaratı, anne-çocuk arasındaki “şiddet-şefkat” ilişkisinin sonucudur ve anne, çocuğu tarafından, çocuğu için yeniden-yeniden yaratılmaya onay vermektedir.
Yaratıcı kaynak çocuğun gerilim kargaşasıdır; ancak istenci değildir. Çocuğun, içinde sürüklendiği bir “eksiklik” duyumsaması anne tarafından karşılanmış, yaratı, kargaşanın sonucu imiş gibi sunularak. istencin gücü (tüm güçlülük) olarak yorumlanmıştır. Annenin “bütünleştirici işlevi”, bölük-pörçük, yarım-yamalak, karmakarışık olanın, çocukta oluşmakta olan individuojenik nüvelerde özümlenmesine olanak verir. Bu işlev çocuğun, yaratısı, yani nesnesiyle (anneyle) bir bütün oluşturduğunu teyit eder:
• Arayış ancak dağınık, biçimsiz bir işleyişten ya da belki de tarafsız bir bölgedeymişçesine oynanan yarım yamalak bir oyundan kaynaklanabilir. Yaratıcı olarak tanımladığımız şey ancak burada, kişiliğin bu bütünleşmemiş durumunda ortaya çıkabilir. Bu, kişiye geri yansıtıldığı takdirde, ama ancak geri yansıtıldığı takdirde bireyin örgütlü kişiliğinin bir parçası haline gelir, nihayet bu da bireyin var olmasını, bulunmasını sağlar, kişinin bir kendisi olduğunu varsaymasına imkan tanır’ (Tinnicott 1998).
“Yeterince iyi anne”, şefkatiyle, bebek-öznenin kendi kendisini, yani “öznel nesnelerini yaratıcı şiddeti”ni açabilmesi için güvenli bir ortam hazırlar. Unutmamalı ki özne, nesnelerini yaratarak, kendisini oluşturmaktadır. -
Erken dönem anne-çocuk ilişkisinin en önemli özelliği sınırsızlığıdır. İstencin /arzunun “içeriği” olan nesne, arzuyla birlikte “yaratılır”; yaratılan yaratanın isteminde zaten potansiyel olarak mevcuttur. Anne çocuğun, “yaratıcı özne” olarak varlığını ve olabilirliğini mümkün kılar...
Ya da ketler: “Bütünlük nesneleri”nin, özneyi zorlayarak, açılımını kendi özgünlüğü ve denetiminde kullanmasını, kendi dünyasını yaratmasını engellemesi ya da onaylamaması (hiç’lemesi), bireysel psikopatolojilerin oluşum düzeneğidir. Karşı-şiddet, özneyi işgal etmiştir. “Sağlıklı” yaratıcılığın tersine, özgün eylemleri “hiç”lenmeyle / ketlenmeyle karşılanan öznenin “abortif yaratıcılık” çabaları, yaratıların hiçbir zaman özne-nesne bütünlüğünü oluşturamayacağı ümitsizliğini içerir.
Yaratıcılık --aslında-- bir yanılsamadır: dolayısıyla insanın yaratıcılığından söz etmek de doğru değildir. Ancak yaratıcılık peşinde koşmak, yani anne şefkatinin çocukta mümkün kıldığı yanılsamayı taşıyabilmek, belki de yaşamı anlamlı kılan en önemli öğedir. İnsan, dünyanın tamam edilebileceği ümidini taşıdığı oranda, ve bu ümidi, merkezinde kendisinin olduğu duygusal ve bilişsel bir dizgeye aktarabildiği oranda özgün varoluşunu biçimlendirme imkanı bulur.
İnsandaki yaratıcılık ten anladığım. -—hiç tamamlanmayacak—— bir yaratıcı sürecin kahramanı, onmaz bir bütünleşme sancısının taşıyıcısı olabilmesidir. Dünyanın tamam edilmesi arayışında, varoluş şiddetini karşılayacak gerçek nesne, --ilksel anne-çocuk birlikteliğindeki anne-- öznel zararının gerisinde kaybolmuş, mutlak bütünlüğüyle hiçbir zaman ‘yeniden’ yaratılamayacaktır. Ancak kısa dönemler için, kısıtlı bir tamamlanmışlık hissi veren muadilleri, dünyayı tamamlama ümidini canlı tutacak ve yeni yaratıcı açılımlara olanak tanıyacaktır.
Çocuğun eylem-öznelliğinin (şiddet özgünlüğünün) reddedilmesi; annenin kendi eylemliliğini, çocuğunkini işgal edecek şekilde açmaya çalışması, kendi gereksinim, beklenti ve isteklerini sanki çocuğunmuşlar gibi ona yüklemesine yol açar: Çocuğun öznelliği anne eylemliliği tarafından iğfal edilmiştir. Çocuğunkinden daha güçlü olan annenin şiddeti, çocuğu silmiştir. Annenin kontrolü altında oluşan şey, güdülen ve güdükleştirilen bir çocuk öznelliğidir. Burada Winnicott’un “false-self’ (sahte-kendilik) kavramına uyan bir özne gelişimi görüyoruz (1998). Gelişimin ileri aşamaları, çocuğu “hiç”leyen bir kısır döngü içine sürükleyecektir. Anne kendi işgalci şiddetinin karşılığından başka bir şey olmayan çocuğun eylemlerini, ona ait özgün eylemler olarak algılayacak; böylece kendisini doğrulayan/pekiştiren bir kısır döngü oluşturacaktır. Sonuçta dış bir kabuk içinde güdükleşmiş “true-self’ (gerçek-kendilik) hiç bir zaman özgün eylemliliğini açamayacak; sürekli bir dış-belirlenme, denetim altında kalacaktır (Winnicott 1998).
Özne, nesnelerinin şiddetiyle sürüklendiği ve nesneleriyle arasına mesafe koyamadığı, kendi varoluş boyutunu koruyamadığı oranda patolojiye açıktır. Alternatifsizdir. Tüm kişilik bozukluklarında bu alternatifsizliği, bildik kanallarda dönüp dururken, öznel genişlemelerini mümkün kılacak gerçek karşılaşmalardan kaçındıklarını görmek mümkündür.
Özne, bütünlük-nesnel erinin uydusu konumunda, dışarıdan belirlenen bir yörüngeye hapsedilmiş olacak, sınırları çizilmiş eylem kanalları dışına çıkamayacaktır. Özne, “özgün eylemlilik bütünlüğü”nü oluşturamaz; dış bütünlük-nesnelerinin va’zettiklerini kendisininmiş gibi kabul etmek zorundadır. Gerçi bir eylem-bütünlüğünden (özne-nesne bütünlüğü) söz edilebilir; ancak özne yabancı bir bütünlük şemasında sığıntı / kapatma konumundadır.
Yaratıcılığın farkındalığı, öznenin kendi şiddetini kabulünü, ötekine açılımını ve karşılaşmanın coşkusunu mümkün kılar; özgün yaşamı hediye eder. Bireysel ve toplumsal patolojilerin çekirdek sorunu, yaratıcılığın tıkanması, bireyin ya da toplumun kendini korkulu / kaygılı / ürkek bir kısır döngü şemasına hapsetmesidir. Psikoterapi --hangi okulun kuramını güdüyor olursa olsun-- bu kısır şemayı kırmayı amaçlar. Tedavi ortamı, tıkanan yaratıcılığını açabilmesi için, bireye optimal bir şiddet-şefkat gerilimini sunabilmelidir. Terapist “olabildiğince şefkat - gerektiği kadar şiddet” sloganını kendine kılavuz edindiği ölçüde, büyük “yanlış”lardan kaçınmış olur. Büyük yanlış, şairin cehennemi tanımladığı gibi “daral(t)mak”tır. Amaç, sorunlarını çözüp bitirmiş bir özne değil, sorunlarını yaratıcı biçimde çözebilirlik farkındalığına erişmiş bireydir. (2)
Bu çalışma Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından 97B0702 sayılı “Üniversite öğrencileri arasında çocuklukta cinsel istismar: yaygınlığı, özellikleri ve etkileri” başlıklı proje kapsamında desteklenmiştir.
Çocuklukta yaşanan cinsel istismar deneyimlerinin mağdurlar üzerinde kısa ve uzun vadeli etkileri olduğu bilinmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden 1597 öğrencinin katıldığı bir taramada, 12 yaş öncesi ve 12-18 yaş arası cinsel istismar deneyimleri ile 18 yaş sonrası tam onaylanmamış cinsel deneyimlerin sıklığı ve özellikleri araştırılmıştır. Cinsel istismar, kendinden en az beş yaş büyük birisi ile yaşanan cinsel deneyimler olarak tanımlanmıştır. Tam onay olmayan cinsel deneyimler, kişinin zorlandığı, isteği dışında gerçekleşen veya olmasını istemediği bir cinsel deneyim şeklinde tanımlanmıştır. Cinsel istismar deneyimleri ve kişi ile ilgili diğer bilgiler, 114 sorudan oluşan Finkelhor’un (1979) anketinin uyarlanmış bir versiyonu ile toplanmıştır. Katılımcılar, bilgileri bir ders saati sırasında aralarında boş iskemle bırakarak ve araştırmacıların gözetiminde doldurmuşlardır.