Arama

Aile içi Şiddet - Ensest

Güncelleme: 20 Kasım 2007 Gösterim: 24.494 Cevap: 12
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GİRİŞ

Sponsorlu Bağlantılar
1.KADININ TOPLUMDAKİ YERİ
2.ŞİDDET
2.1 Şiddetin Tanımı
2.2 Kadına Yönelik Şiddet
2.3 Aile içi şiddetin Nedenleri
2.4 Şiddete mağruz kalan kadınların çoğu
2.5 Eşinizden gördüğünüz şiddet karşısında ne yapıyorsunuz?
2.6 Aile içi ilişkilerde saldırgan davranışların kaynağı
2.7 Şiddetin kadın sağlığı üzerine etkileri
2.8 Kadınları Şiddete karşı nasıl koruyabiliriz.
2.9 Türkiye’de konu ile ilgilenen kuruluşlar.
2.10Kadına Karşı şiddette Sağlık Bakanlığına getirilen önerile
3.EROZİZİMDE ŞİDDET ve AHLAK İLİŞKİSİ
3.1 Ahlak ve Şiddet
4.ŞİDDET ve ŞEFKAT GERİLİMİNDE KİŞİLİK OLUŞUMUNUN DİNAMİKLERİ
5.KIZ ve ERKEK ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİ ARASINDA CİNSEL İSTİSMAR DENEYİMLERİ VE ETKİLERİ
5.1 Kız Öğrencilerin Cinsel İstismar Deneyimleri
5.2 Erkek Öğrencilerde Cinsel İstismar Deneyimleri
6.ÇOCUK İSTİSMAR
6.1 Çocuklara Kötü Davranma (İstismar) ve İhmal Etmenin Tarihçesi
6.2 Kötü Davranılan ve İhmal Edilen Çocukların Tanımı
6.3 İstismar ve İhmalin Sınıflandırılması
6.3.1 Fiziksel İstismar
6.3.2 Duygusal İstismar
6.3.3 Cinsel İstismar
6.4 Fiziksel ve Duygusal İhmal
6.4.1 Fiziksel İhmal
6.4.2 Duygusal İhmal
6.5 İstismar ve İhmalin Ortaya Çıkmasında Etkili Olan Faktörler.
6.5.1 Dış Stres Faktörleri
6.6 İstismar Edilen Çocuk ve Aileyi Tanımada Hemşirenin Sorumluluğu
1.ENSEST
7.1 Ensestin Tanımı
7.2 Sayılarla Ensest
7.3 Ensestin Toplumsal Dinamiği
7.4 Ensest Tablosu
7.5 Yakın Akraba Birleşmelerinin Sonuçları
7.6 Ensest İstismarının Özellikleri
7.7 Başlama Yaşı
7.8 Çocukların Ensest İlişkilerine İlk Tepkileri
7.9 Ensest İstismarının Çeşitleri
7.9.1 Öz Baba/Kız Ensesti
7.9.1.1 Baba Kız Ensestinde Annenin Rolü
7.9.2Üvey Baba / Kız Ensesti
7.9.3Kız Kardeş Ensest İlişkisi
7.9.4Anne Oğul Ensesti
7.10Ensest İstismar Suçlularının Özellikleri
7.11Ensest Suçlusu Babalarının Özellikleri
7.12Ensest Suçluları Ruh Hastasımı
7.13Ensest Kurbanlarının Ruhsal Sorunları
7.14Ensestin Cinsel Yaşam ve Evliliklere Etkisi
7.15Ensest Suçlularının Tedavisi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
GİRİŞ
Kadına yönelik şiddet dünyadaki en yaygın ancak en az tanımlanmış insan hakları suistimalidir. Dünyada yılda 3.5 milyon kişi şiddetten yakınmaktadır. Şiddet tarihsel süreç boyuncu hemen hemen bütün toplumlarda görülmüştür. Geleneksel kadınlık rolü beklentileri kadına adeta “kurban” pozisyonunda kalması teşvik etmektedir. Kadınlar “Öğrenilmiş acizlik” leri nedeni ile kaderlerine boyun eğmektedir. Halbuki güzelliklerden kendilerine ayıracak, cam bölmeyi kaldıracak “güç” her insanda vardır. Yeterki kadınlar kendi dünyalarının muhteşemliği ve sınırsız gücü ile tanışsınlar.

Sponsorlu Bağlantılar
Bir çocuğun güven duygusu birden bire korkuya dönüştüğünde bakışlarına yansıyan gölgeden başka neden bir erişkinin anlaşılmaz cinsel davranışlarıyla karşılaştığı zaman henüz gelişmemiş bir bedenin söz yetimine uğramasından başka ne olabilir. Hepimizin içindeki çocuğun öldürmeden bu karanlık ortadan kaldırılabilir mi?

1.KADININ TOPLUMDAKİ YERİ

a)Dünyada çeşitli toplumlarda kadınların sosyal statülerin ve sağlık düzeyleri arasında farklılıklar mevcuttur. Uluslar arası kuruluşlarla hemen hemen tüm dünya ülkeleri kadın konusunun üzerinde durmaya 1970’lı yıllarda başlamıştır. Ancak Türkiye’de 1923 yılında Cumhuriyetin ilanıyla sosyal ve yasal haklara sahip olmuşlardır.

b)Yapılan araştırmalarda kadınların kocalarına bağımlı oldukları dolayısıyla kadınların eşler arası ilişkiye daha büyük değer verdiği ortaya koymuştur. Kadın kocasından şiddet görse dahi bunu kabullenerek eşiyle birlikte yaşamayı sürdürmüştür. Çünkü ekonomik özgürlüğü olmayan kadın buna mecbur kalmıştır. Ekonomik özgürlüğü olan kadın ise ailedeki bütünleştirici rolünden dolayı eşinin şiddetine katlanmıştır.

1.ŞİDDET

2.1Şiddetin Tanımı:

Bir karşılıklı ilişkiler ortamında taraflardan biri veya birkaçı doğrudan veya dolaylı toplu veya dağınık olarak diğerlerini veya birkaçını bedensel bütünlüğe veya törel, ahlaki, moral manevi, bedensel bütünlüğüne veya mallarına veya simgesel ve sembolik ve kültürel değerlerine oranı ne olursa olsun zarar verecek şekilde davranmışta bulunulmasına şiddet denir. Başka bir deyişle şiddet fiziksel yada fiziksel olmayan biçimlerde, fiziksel ve ruhsal acı ve zarar veren saldırgan davranışlardır. (4)

2.2Kadına Yönelik Şiddet:

Kadına yönelik şiddet, kadınlara fiziksel, cinsel yada psikolojik zarar verebilecek acı çekmelerine neden olabilecek davranışlar bu davranışlara ilişkin tehditler ve kadınların özgürlüğünün zorla kısıtlanmasıdır.

Ülkemizde Başbakanlık Aile Araştırma kurumunun 1994 yılında yaptığı araştırmada, aile içinde kadınların % 34 fiziksel, % 53’ ü sözel şiddete uğramaktadırlar, çocukların % 46’sının fiziksel maruz kaldığı saptanmıştır. Şiddet uygulanan yer “ev” dir, yani şiddetin mekanı evdir. Saldırgan koca veya duygusal ilişkide bulunan erkektir. Erkek kadına dayak atma hakkını kendide bulmaktadır. Kadına yönelik şiddete daha çok tekme, tokat ateşli silahlar, kesici aletler kullanılmaktadır.

Kadın dayanışma vakfının 1995 yılında yaptığı bir araştırmada, kadınların sadece % 3’ü eşinden şiddet görmediklerini söylemişlerdir. % 41’i de kocaları
tarafından küçük görüldüklerini söylemişlerdir. Diğer kadınlar ise kocaları tarafından şiddete maruz kalmaktadırlar. (4)

2.1 Aile İçi Şiddetin Nedenleri

- Eşin evle ilgilenmemesi
- Eşin saygısız tavır ve davranışları
- Eşin kötü alışkanlıkları (Alkol, madde, kumar vb)
- Yüksek enflasyon
- Ahlak ve namus anlayışı
- Anne babaların geçmişteki dayan deneyimi
- Geniş aile yapısı
- Gelin kaynana ikilemi
- Şiddetin kuşaktan kuşağa sorun çözmek biçimi olarak aktarılması
- Yasaların yetersizliği (1)

Bir araştırmaya göre;

Kadınların Çoğu daha evliliklerinin ilk günlerinde % 33’ü alkol yüzünden şiddete başvururken % 19’u ise, hem alkol hem de kumar nedeniyle şiddet uygulamaktaymış. Örneği bir kadın alkolik eşinden nasıl ayrıldığını şöyle ifade etmiştir.

“Eşim akşamdan gecenin bir vaktine kadar içer, zil zurna sarhoş gelir ve çoluk hepimizi ayağa diker. Hiçbir sebep yokken hepimizi iyice döver. Yine öyle akşamlardan biriydi, işten çok yorgun gelmiştim. Eşim gecenin bir vaktinde eve sarhoş geldi, bizi ayağa dikti ben o zaman kendimi kaybetmişim ve elime geçirdiğim bir sopayla eşimi fena halde dövmüşüm. Olaydan sonra bu işin olmayacağına karar verdim ve eşimden ayrıldım (7).
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Aile işi şiddetin ikinci nedeni de eğitim düzeyinin yüksek oluşu. Eğitim düzeyi yükseldikçe eşler arasındaki şiddet daha fazla oluyor. Eğitimli kadınlar eğitimsiz kadınlarından daha fazla dayak yiyorlar. Kırsal kesimlerde yaşayan kadınlar ise tahsilli hanımlara göre daha az şiddete maruz kalıyorlar. Eğitimli olmak toplumsal alanda şiddeti azaltmadığı gibi bir özgüven ve gelişimcilik kazandırdığı için şiddeti artıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. (7)

Buna en güzel örnek siyaset Meydanı adlı TV programında aile içi şiddet tartışılırken hukukçu bir hanımın anlattıklarıydı. İkisi de Prof. Olan bir karı koca, erkek olan hanımına karşı şiddete başvuruyor ve soğuk kış gecelerinde bile onu balkona hapsediyor. Hukukçu hanım eşim şiddet uyguluyor diye bize başvuran Proflar bile vardı.

Aile içi şiddetin üçüncü neden ise ekonomik kökenlidir. Gelir seviyesi düşük ailelerde sosyoekonomik sorunlar yüzünden bunalan erkek tüketici gibi gördüğü kadına şiddet uyguluyormuş, gelir seviyesi yüksek ailelerde hayatla ilgili beklentilerin karşılanmamasının meydana getirdiği gerilim şiddeti körüklüyormuş. (7)

Eşler arasındaki boşanmaların % 54 ve kadı sığınma evlerine sığınmaların % 64’ü eşler arasındaki şiddet olayından kaynaklanıyormuş (7).

2.1 Şiddete Maruz Kalan Kadınların Çoğu

Şiddete maruz kalan kadınların % 80’i şiddet karşısında yapılacak bir şey olmadığına inanmaktadırlar. Bir çok kadın boşanmanın onlara getireceği olumsuz koşullar nedeniyle boşanmayı değil boşanmamayı bir hak olarak görmektedir. 1990 yılında yapılan bir araştırmaya katılan her 10 kadından birisi, kocası ona ne yaparsa yapsın kesinlikle boşanmayacağını sıkça tekrarlanan “ölürümde boşanmam” cümlesiyle ifade ederek belirtmiştir. Çünkü ana ocağından ayrılırken bu eve gelinlikle girdin, kefenle çıkarsın sözü sık sık tekrarlanmıştır. (4)

2.1 Eşinizden Gördüğünüz şiddet karşısında neler yapıyorsunuz?

- Bende Bağırıp hakaret ediyorum.
- Bazen susuyorum.
- Karşılık veriyorum.
- Konuşmaya çalışıyorum.
- Ağlayıp sızlıyorum.
- Ağlıyorum, küsüyorum, ailemden yardım alamıyorum, beni suçluyorlar.
- Dayağı yiyip evde oturuyorum. Yüz göz şiş olduğundan dışarı çıkamıyorum.
- Ağlamaktan başka bir şey yapamam.
- Anneme bile söyleyemem, benim için yanar. Ailemi niye üzeyim kendin yaptım kendim çekiyorum. Gururum var, namusun var bunları düşünüyorum. Millet dedikodu malzemesi mi olayım.
- Evden kaçtım beni Van’da yakaladılar.
- Evi birkaç kez terk ettim sonra mecbur geldim.
- Küserdim, ağlardım ne yapayım mecbur başarırdım.
- Tavır takınıp konuşmazdım.
- Gündüz beni döverdi gece gene gider onun koynuna girerdim (4).

2.2 Aile İçi İlişkilerde Saldırgan Davranışların Kaynağı

Aile içi, ilişkilerde saldırgan davranan bireyin saldırgan davranışlarının altında;

- Çocukluk döneminde yaşanılan SOSYALİZASYON
- Gençlik Yetişkinlik döneminde edinilen DENEYİMLER
- Bireyin yaşamında var olan GERİLİMLER yaratmaktadır.

Aile içi şiddete maruz kalan kadının özelikleri;

- Duygusal açıdan katı bir aile ortamından pasif olmaya yönetmiştir.
- Sosyal açıdan yalnızdır, şiddetin tüm evliliklerde olduğuna inanmaktadır.
- Saldırgan davranışlardan kendini sorumlu tutmak.
- Saldırganın bir gün değişeceğine olan inancının hiç kaybetmez, itaatkar olmaktan vazgeçmez.
- Oldukça ciddi psikolojik ve fizyolojik sorunları olmasına karşın, yaşadığı öfke ve şiddeti inkar etme eğilimindedir.
- Aile ve ev çevresindeki cinsiyet rolü gelenekselcidir. (3)

2.1 Şiddetin Kadın Sağlığı Üzerine Etkileri

A. Fiziksel Sağlık
B. Mentol Sağlık

- Yaralanmalar
- Depresyon
- İstenmeyen Gebelikler
- Korku
- Jinekolojik Sorunlar
- Anksiyete
- Aıds, cinsel yolla bulaşan hastalıklar

- Kendini küçük görme
- Abor tuşlar
- Yemek yeme sorunları
- Pelvik enflamotuar hastalıklar
- Obsesif – kompusif davranışlar
- Kronik pelvik ağrı
- Post travmatik strese bağlı astma
- Sigara, alkol ve uyuşturucu gibi kendine zarar verecek kötü alışkanlıklar. (4)


2.1 Kadınları Şiddete Karşı Nasıl Koruyabiliriz

Türkiye deki şiddete uğrayan kadına yönelik örgütlenmeler henüz çok yeni ve çok yetersiz düzeydedir. 10 misafir sığınma evinde 1270 kadın ve 1150 çocuk ve 4 danışma merkezinden 2332 kadın yararlanmıştır. (4)

2.2 Türkiye’de konu ile ilgilenen kuruluşlar

A. Gönüllü Kuruluşlar

1. Kadın Dayanışma Vakfı (1991)
2. Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı (1990)
3. İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu

B. Yerel Yönetimler

1. Bornova Belediyesi Kadın Dayanışma Merkezi
2. Küçükçekmece Belediyesi Kadın Evi
A. Resmi Kuruluşlar

1. Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü
2. Başbakanlık-Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu kadın Misafirhaneleri.
3. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi krize Müdahale Merkezi
4. Üniversiteler bünyesinde kurulan (halen 11) Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezleri (4)

2.1 Kadına Karşı Şiddette Sağlık Bakanlığınca Getirilen Öneriler

Dünya Bankasının Kadına karşı şiddet adlı raporunda (1994) her bir ülkede sağlık bakanlığına bu alanda yapılması gerekenler konusunda ayrıntılı öneriler getirmektedir. Bu öneriler arasında;

- Aile Planlaması ve acil servisler başta olmak üzere, tam sağlık birimlerinde şiddet kurbanlarının erken teşhisi ve sevk edilmeleri için modeller hazırlanıp, uygulanmaya konulması.
- Şiddetin insidans ve prevelansı saptayacak araştırmalar yapılması
- Ulusal sağlık araştırmalarına şiddet sorunlarının eklenmesi
- Sağlık personelinin mezuniyet öncesi eğitimlerine cinsel aşağılanmanın dinamiği konusunda bilinçlendirme programlarının yaygınlaştırılması
- Suçlulara yeniden eğitim programlarının hazırlanıp uygulanması
- Adli hekimlerin bu konuda eğitilmeleri yer almaktadır. (4).
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
1. EROTİZMDE ŞİDDET VE AHLAK İLİŞKİSİ

İnsanoğlunun yaşamsal dramının yoğunlaştığı alanlardan biri olan erotizmde içgü­düler üzerinde uygulanan baskı ve yönlendirme rejimi şiddet eylemlerini tahrik eder. Örtünmeyi gerekli kılan ahlak kuralları bedeni kapalı-açık kavramları aracılığıyla ahlak­sallaştırır. Bunun sonucunda bedenin bir bölümü mutlaka örtülür. Bu örtme olgusu bir ahlak kuralının varlığını gösterir. Bu kuralın amacı da şiddeti önlemektir. Cinsel içgüdü içinde yoğun şiddet barındıran bir içgüdüdür.

Ahlak kurallarının cinsel ilişkileri kontrol etmesi, insan türünü zorunlu hastalıklı bir tür haline getirmiştir. İnsanlığın bugünkü bu şiddet üretici ile baş ettiğini söylemek güçtür. Cinsellikle ilgili ahlak kuralları etkinliklerini kaybetmişlerdir.

Cinsellik içgüdüsü diğerinin bedenine müdahaleyi içermektedir. Bedenlerin birbi­rini çekmesi gönüllü şiddet oluşumlarına yol açar. İnsanlar şiddeti yaşamak zorundadırlar. Yoksa erotik coşkuyu hissedemezler. Kant’ın ahlakı ve erotizm dışı kupkuru yaşamı ‘Felsefe içinde bir giz mi taşıyor. Fikirler, fikirler ama ne için? Erotizm insanı korkunç bir kargaşanın içine sürüklüyor. Ahlak ve şiddet birbirinin içine giriyor. Erotizmde tüm düzen altüst oluyor. Erotizm varoluşun yaşama dönüşme noktası. Yaşamın varoluşun içinde yok olma noktası.

Yoksun bırakılma şiddeti davet etmektedir. Evlenme, şiddete karşı korunma yön­temlerinden biridir. Devasa bir evlilik ahlakı vardı. Evlilik kuralları, erotizmin belirsizli­ğine yol açtığı şiddete (kendine ve diğerine karşı) karşı etkin bir düzenlemedir. Evlilik erotik şiddeti, sürekli yinelenen ve böylece sıradanlaştırılan cinsel ilişkilerin içinde tör­pülemekte ve zamanla yok etmektedir.

Evlilik, ahlakın içgüdüler karşısındaki zaferidir. İç güdüsel zevkin sınırsızlığının şiddete dayanıksızlığı karşısında, içgüdünün ahlaksal kurallara boyun eğdirilmesidir. Hepimizi çileden çıkaran cinsel ahlakın özü, şiddete kategorik bir tavır almasıdır. Be­densel özgürlüğün şiddetin özgürleşmesine yol açması bir kez daha özgürlüğün ölüme ve dolayısıyla kendi zıddına dönüşmesi olgusunu gözler önüne sermektedir. herkesin cinsel etkinliğini şiddeti koruma rejimi yardımı.

Cinsel özgürlük şiddetin tamamen fanteziye dönüştüğü insanlar arasında müm­kündür. Cinsel özgürlük terimi çelişkili bir terimdir. Cinsellik, ötekinin varlığını ve be­denini sunmasını gerekli kılar. Yani, diğerinin onayı olmaksızın gerçekleşemez. Cinsel özgürlükten kastedilen şey, iki bedenin ve iki bilincin kendilerini birbirlerine sunduğu anda bir engelin bu sunuşu engellememesi durumudur. Cinsel özgürlük, iki kişinin bir bu tün olarak özgürlüğüdür, ikili özgürlüktür.

Erotik dürtüler kendi içinde anlamsızdırlar. Diğeri ile hiçbir anlama gelmeyen bağ­lantılara neden olmaktadır. Belki de şiddetin kaynağı bedensel dürtülerin zihne çok faz­la yük bindirmesinden kaynaklanmaktadır. Şiddet zihnin yorgunluğudur. içgüdünün yorulmaz istekleri karşısında zihin kendi bedenine ve diğerinin bedenine karşı bir dav­ranışlar rejimi oluşturur. Bu rejime uyulamadığı zaman şiddet oluşur.

Erotizm, bireyin kendi bilincine ve bedenine egemen olamayacağını ve bedenini başka bir bedenle şiddet ilişkisine sokması zorunluluğunu içermektedir. Erotizimin dı­şında diğeri ile beden-bedene zorunlu bir ilişki yoktur. Erotizmde beden doğrudan bir unsurdur. Diğer unsurlar ikinci derecededir. Doğal düzen erkeğin bedeninin dişinin be­denine onay almadan şiddet kullanmasını içermektedir. Kültürel düzen, önce dişinin kan bağlantısı olan erkeğin onayı daha sonraki dönemlerde dişinin kendi onayı ile olu­şan cinsel ilişkiye izin vermiştir.

İnsan içgüdüleri kontrol ettikten ve erotik şiddeti bertaraf ettikten sonra ahlaksal kurallarla çevrili monoton bir yaşama mahkum oluyor. Hatta ahlak varlık nedenini de kaybediyor. Uzayıp giden bir beklenti dönemi başlıyor. Aslında hiçbir şey yapmaya ge­rek yok. Hiçlik kendini hissettiriyor. Çok garip. İnsanın içindeki bir hiçlik duygusu va­roluşu devindiriyor.

Önce değişmez içgüdüler var. Bu içgüdüler bireyin zihnini ele geçiriyor ve onu şid­dete çağırıyor. Ahlak ise zihni bu şiddetten vazgeçiriyor.

Üç evre vardır: biyolojik evre, sosyal evre, felsefik evre. Bu evreler üç duruma kar­şılıktır: içgüdü ahlaksal, kurallar, yaşam ötesi varoluş.

Çok açık bir olay var. Şiddetin kaynağı, yaşamı mümkün kılan içgüdülerdir. İçgü­dülerin yok oluşunu tasarımladığımızda içgüdüsüz, erotizmsiz, mekanik bir döllenmenin mümkün olduğunu düşünebiliriz. Üreme kontrol altına alındığında yiyecek bulma sorunu kalmayacaktır. Beden tali bir unsur haline gelecektir. Ve şiddet ortadan kalka­caktır. Bunun sonucu ahlak ortadan kalkacaktır. Ahlak ve şiddetin olmadığı bir yaşam­da insanlık tüm çabasını varoluşun gizemi üzerine yoğunlaştıracaktır. Her tür ayrıntı binlerce beyin tarafından incelenecek, yaşamsal engellemelerden kurtulunacağı için her­kes tüm zamanını bu ayrıntıları incelemek ve bunlardan sonuç çıkarmak için geçirecek tir. İnsan türünü, gerçeği gerektiği gibi araştırmaktan alıkoyan “içgüdüdür”. Tüm yaşa­mını anlamsız, sonu gelmez içgüdüsel istekleri tatmin etmek için uğraşarak heba etmek­tedir.

İnsan türü hızla çoğalmaktadır. Biyolojik yapı entelektüel yapıya dönüşememiştir. Tüm alanı içgüdüler kaplamış ve bunun sonucu şiddet ve ahlak birbirine paralel biçim­de genişlemiş ve yoğunlaşmıştır. Aşırı ahlaklı olmak, içinde aşırı bir şiddeti barındırmak demektir. Ahlak ve şiddet ikileminin dışına çıkmak, bireyin entelektüel ve felsefi gelişimini­belirli bir noktayı aşması ile mümkündür.

İçgüdüsel olarak aşırı bir biçimde çoğalan insan yığınlarında şiddet tüm hızıyla ar­tacak, bunu önlemek için ahlak kuralları bireyin tüm alanını ele geçirecek ve sürüleşme tek yaşam biçimi olarak yüceltilecektir. Her şey toplum içindir çığırkanlığının kökenin­de bireyin birey olarak varoluşunun olanaksızlığı vardır. İnsanın içgüdülerini toplumsal bir eylemle değil bireysel bir eylemle kontrol etmesi gerekir. Toplumsal kontrol her za­man şiddete açık bir alan bırakır ve bu alan belirli bir genişliğe ve yoğunluğa ulaştığın­da bir topluluğa ait olan bireylerin birlikte başka bir topluluğa karşı uyguladıkları siste­matik ve toplu bir şiddet eylemi haline gelir. Şiddet, toplumsal ahlakın kategorik yapısı­nın kaçınılmaz sonucudur.

Günlerin insanın varoluşunu tüketircesine birbirini izlemesi her şeyin can sıkıcılığın unsurları haline gelmesi, her şeye doymuş olmak artık herhangi bir yenilikten umudunu kesmek, ölümün yavaş yavaş varoluşun içine nüfuz etmesinden kaynaklanır. Bu süreç içinde erotizmin, şiddetin, ahlakın birbirlerinin devinimini yavaşlatan bir döneme girdi­ğini fark ederiz.

Erotizmin günlerin yeknesaklığını önlemede yetersiz kalmasıyla birlikte ahlak, can-sıkıntısının kurallaşması biçiminde ortaya çıkar. Artık şiddetin yoğun baskısı hissedil­mez ve depresifin kayıtsız, karanlık varoluşsal serüveni başlar. Günler günleri kaçınıl­maz bir biçimde izler ve ahlaklı olmanın dışında bir seçim kalmadığı için ahlak da yok o­lur.

Ahlak her zaman bastırılmış bir şiddet olgusunu içinde taşır. Ahlak kurallarının keskinleşmesi şiddetin potansiyel olarak yoğunlaştığını gösterir. Keskinleşen ahlak bir patlamanın habercisidir. Kesin ahlak kuralları ile yaşayanların öldürmeye, ölüme ve te­cavüze, yakınlıkları yazarların, sinema yönetmenlerinin, sanatçıların gözünden kaçma­mıştır. Ahlakdışı alanda yaşayan Bnhemler’de şiddetin devinimi çok zayıftır.

Ayrıcalıklar,’bu-ayrıcalıklardan yoksun kalanlarda şiddete eğilimine yol açtığı için ah­lak bir kez daha şiddet bastırma işlevini yerine getirir. Şiddete başvurmanın dışında se­çimi kalmayanlar ahlaksız olmayı seve seve kabullenirler. Çünkü ahlakın içinde kötülü­ğü taşımak zorunda olduklarını fark etmişlerdir. Brecht’in ünlü sözü “Önce ekmek sonra ahlak”, ahlakın tutsağı olanların yalnızca ayrıcalıklara saygı göstermek zorunda kaldık­larını göstermektedir. Ahlakın özü adalet, eşitlik değil, şiddetten korkmaktır. Bireyin gelişmişliğini gösteren olgu, onun ahlaklı olması değil, ahlakın gerekli olmadığı bir va­roluş alanı yaratabilmesidir. Bu alan tüm yaşamı kucakladığı an, insan kendi eksik yapı­sını aşacak, başka bir türün varoluşunu başlatacaktır.

Ahlak kuralları ayrıcalıkları haklı kılma amacını güderler. Bunun nedeni, ahlakın toplumsal pratiğin kurallaşması özelliğinden ileri gelmektedir. Bireylerin hep kendileri­ni ahlaklı görüp toplumda hala haksızların çoğalmasından şikayetçi olmalarının nedeni, ahlakın ayrıcalıkları koruma eğitimini fark etmemelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca­lıkları değiştirmenin veya kaldırmanın tek yolu şiddettir. (Üretken yapısının değişmesine de her zaman şiddet eylemleri eşlik eder.) Ahlakın değişmez niteliği olan şiddete kar­şı olması gerçeği karşısında eşitsizlik, adaletsizlik olguları ahlak kuralları ile birlikte va­rolacaktır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Burada önemli bir sorun ve bir çelişki ortaya çıkıyor. Bireyin Kant’ın belirttiği ah­laksal ilkeleri vardır ama toplumdaki ahlak kuralları ile bu ilkelerin görünürde ortak noktaları bulunsa da özde böylesi bir ortaklık yoktur. Toplumun ahlak kuralları ne olur­sa olsun o toplumu korumaya yöneliktir ve bu sebepten dolayıdır ki gözle görülebilir, algılanabilir eylemleri gerekli kılmaktadır. Toplumun ahlak kuralları bireylerin niyetleri ile ilgilenmez. Yalnızca belirli durumlarda belirli davranışları gerekli kılar. Toplumda her zaman törensel ahlak vardır. Toplumsal ahlak bir boyun eğme ahlakıdır. Bergson bu ahlaka “kapalı ahlak” diyor. Ama açık ahlakı yalnız kahramanlara özgü bir ahlak olarak düşünmesi bana ters gelmekte. Birey pekala kahraman olmadan bireysel ahlakını inşa edebilir. Ama bunun için toplumu kendi dışında bir bütünlük olarak değerlendirmesi, onların içinden bireyleri çekip çıkarması gerekmektedir. Üstün nitelikli bireyler birbirle­rini bulanabilirlerse, toplumun kapalı ahlakının zararlı etkilerini azaltabilirler.

3. 1 Ahlak ve Şiddet

Varlığımızın eksikliğini ve mutluluğumuzun önündeki engelleri kendiliğinden önümüze çıkan iki olgu aracılığıyla fark ederiz. Bir taraftan bizi sürekli kemiren ahlak kuralları diğer taraftan tüm umutları bir anda sona erdiren şiddet.

Ahlak kuralları herkes tarafından karşı çıkılmasına rağmen varlıklarını sürdürür­ler. İki veya daha fazla kişinin bulunduğu her yerde bu kurallar varlıklarını kabul ettirir. Sosyoloji, psikoloji, psikanaliz, etnoloji ve felsefe kendi alanlarındaki araştırmalar içinde birden kategorik bir biçimde ortaya çıkan ahlak olgusu ile karşı karşıya kalırlar. Herkes en azından görünürde bu kurallara uyar. Büyük bir ahlaksızlık çeşitti dil oyunları ile ah­laksal bir giysiye bürünebilir.
Ahlak kuralları özgürlüğü sorunsallaştırmaktadır. Varoluş bir özgürlük devinimi­dir. Özgürlük boşluk içinde başlangıçsızdır.

Özgürlük varoluşun gerçekleşme biçimi olarak boşluğa açılır ve ahlaksal kurallarla kendini imha ederek bireyselleşir. Felsefi özgürlük ile sosyo-politik özgürlük arasındaki geçiş alanı özgürlüğün ahlaksallaşması süreciyle somutlaşır. Özgürlük ahlaksallaşma sürecine giremediğinde şiddet haline dönüşerek varoluşa yabancılaşır.

Ahlaksal kurallara baktığımızda bu kuralların bir taraftan toplumsal baskı, diğer taraftan ben’in içinden gelen bireysel baskı biçiminde somutlaştıklarını görüyoruz. Dışa­rıdan ve içeriden gelen bu kuralları birbirinden ayırt etmek kolaydır. Toplumsal çevre değiştiğinde değişen kurallar toplumsal, değişmeyen kurallar ise bireysel (ahlaksal) ku­rallardır.

Ahlaksal kuralların yaşamı düzenleme yetersizlikleri her zaman şiddet oluşumuna yol açar. Toplumsal ahlaki kurallar yetersiz kaldığında yaşamı düzen altına almak için devletin hukuksal veya hukuk-dışı (diktatörlük, krallık, vs.) şiddeti devreye girer. Birey­sel ahlak kuralları yetersiz kaldığında bireyin toplumla ilişkileri hep şiddet ilişkileri ola­rak gerçekleşir.

Ahlak kuralları “bireyleşme” süreci içinde dinamik bir yapı kazanır. Birey kendini içinde yaşadığı toplumun kuralları ile çepçevre kuşatılmış bulur. Bu kurallara karşı özgürlük bir fikir, bir ideal biçiminde bireyin bilincine egemen olur. Toplumsal ahlak ku­rallarından kurtuluş çabasına öncülük eden özgürlük fikri, bu çabaların yoğunlaştığı noktalarda yok olmaya ve yerini bireyin kendi varoluşunun amacı olarak gördüğü birey­sel ahlak kurallarına bırakır. Özgürlük devinimi toplumsaldan bireysele dönüşen ahla kın itici gücüdür. Özgürlük her zaman bir ahlak kuralı tarafından kuşatılır ve kendini özgürlük-dışı bir olgunun karşıtı, potansiyel bir güç olarak ifade etmek zorunda kalır. Özgürlük hiçbir zaman somutlaşamadığı için onu betimlemek veya tanımlamak olanak­sızdır.

Sartre “özgür olmaya mahkumuz” derken insanın her durumda çeşitli olabilirlikler arasında seçim yapma zorunluluğunda olduğunu vurgulamıştır. Sartre’da özgürlük bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Kişinin bu seçimi ahlaksal bir seçimdir çünkü bu seçim aslında kişinin belirlediği bir kurala göre yapılmaktadır. Özgürlük devinimi bi­reysel bir devinim olmayıp. bireye ahlakı dayatı bir devinim olmaktadır. Özgürlük, bi­reyin varoluşunun dayattığı dünyaya açılış deviniminin başlangıcı olmakta ve yaşamsal süreçte ahlaksal kuralları oluşturan bir tür geriye çekilişi zorunlu kılmaktadır. Özgürlü­ğe mahkum olduğumuz için ahlak bir zorunluluktur.

Ahlak kurallarının incelenmesi iyilik-kötülük eksenine oturtulursa verimli olmaya­caktır. Çünkü bu kavramların birbirinin içine girme kolaylığı ve olayların çoğunluğun-da, birbirinden ayırt edilme zorluğu sonu gelmez tartışmalara neden olmaktadır. Pla­ton’dan gelen felsefi geleneğin de ideal iyilik ve kötülük fikirlerini veri olarak alması ve eylemlerin bu ideallere göre değerlendirmeye tabii tutulması, kavramların içeriğinin be­lirginsizliği nedeniyle duygusal tepkilere bağımlı ahlaksal değerlendirmelere neden ol­maktadır. l3laton’un duygusal tepki dışında iyilik ve kötülük ide ası olduğunu ileri sür­mesine rağmen bu kavramların yine de duygusal tepkiye göre belirlendiği ortadadır.

Ahlak kuralları Kant tarafından geleneksel, Max Scheler tarafından ise duygusal tepkilere dayandırılmakta, bir taraftan soğuk, yansız akılcı bir biçim alırken, diğer taraf­tan ateşli, tutkulu bir devinim kazanmaktadır. Burada garip bir çelişki vardır. Can sıkıcı kurallar birdenbire yaşamsal coşkuya neden olmaktadır. Bu coşku şiddetle karşılaştığın­da şiddete kolaylıkla dönüşmektedir. İyi ile kötünün savaşımının kaynağı buradadır.

Şiddetin ahlaki yoktur. Şiddet sadece bir tekniktir. Ahlakın başladığı yerde şiddet geri çekilir veya yok olur. Ahlakın şiddete tamamen egemen olduğu durumlar yalnızlık, depresyon durumlarıdır.

Birey toplum içine girişi ile birlikte şiddet olgusuyla karşı karşıya gelir. Bu şiddet bireyin özgürlüğünün kabul edilmeyişi biçiminde gerçekleşir. Birey şaşkındır, çaresiz­dir. Depresyon ve yalnızlık içindeki birey her şeyle birdenbire karşı karşıya gelmiştir. Özgürlüğünün onu yok etmeye yöneldiğini görür intihar eşiğindedir artık. Ahlak bir yaşama olanağı olarak intiharın karşısında durur.

İnsanın toplumuyla ilişkilerinde her zaman ahlak vardır. Özgürlük çılgınlıktır, ölümdür. Şiddet özgürlüğü yok eden bir özgürlük eylemidir. Ahlak özgürlüğü yok eden bir düzenleyicidir.

Özgürlük yaşamda sakınılması gereken bir oluşumdur. Varoluş yaşama yansırken özgürlüğünü yitirir. Özgürlüğün devindirici bir fikir olarak varlığını sürdürmesinin ne­deni, varoluş deviniminin yaşamı sürekli sorunlaştırmasındandır. Özgürlük yaşamda hiç gerçekleşmeden, bir fikir olarak sürecektir. Özgürlüğü ele geçirmek için yaşamı yok etmek, daha doğrusu ölmek gerekir.

Ahlak kurallarını onlara geri dönmek üzere aşarız. Bu aşma noktasında özgürlük bir an için bize gülümser. 0 bir anı sonsuzlaştırın, çünkü ikinci an ahlakın geri geldiği andır.

İçgüdüler belki de ahlakın en büyük düşmanlarıdırlar. Tüm içgüdüler tatmin ol­mak isterler ve bu gerçekleşmediğinde şiddete başvururlar. Bu şiddet ya kaba şiddettir, ya da ahlaksal gösterilerle birlikte yol alan örtük bir şiddettir. Ahlaksal bilinç bu sava­şım sürecinde oluşur. İnsan ahlak kuralları ve içgüdüleri arasında bir kaosa sürüklenir. Kendini anlatmakta büyük olanaksızlıkların içine düşer.

Ahlak-şiddet ilişkisi temel olarak erotizmde, ekonomik savaşta, ben ile öteki ara­sındaki ilişkilerde yoğunlaşır ve varoluş açısından yaşamın işlevi hakkında önemli bilgi­ler sunar.

Ahlak bir yaşama bilgisidir ve onsuz yaşam olanaksızdır. Devlet ahlakın yaşamı düzenlemekte güçsüz kaldığı yerde ortaya çıkar. Bu sebepten ahlak ve hukuk birbirin­den farklı hale gelir. Hukuka başvurulduğu andan itibaren devletin şiddet mekanizması devreye girer. Hukuk soyuttur, yaşamın dinamizminin dışındadır, yasalardaki sözcükle­rin hepsi birer şiddet aletidirler. Hukukun şiddeti ahlaksız şiddeti alt etmeye çalışır. Hu­kuk ne ahlaklıdır, ne de ahlaksızdır. Hukuk ne pahasına olursa olsun halihazır düzeni sürdürmeyi hedefler.

Yaşama alanını üçe ayırmak mümkündür. Ahlak alanı + Hukuk alanı + Şiddet ala­nı. Özgürlük hukuk alanının içinde ekonomik, politik sosyal olarak düzenlenmiş bir özgürlüktür. Felsefi özgürlük dışsal yaşama alanında yoktur ve yalnızca içsel varoluşsal bir özgürlük biçimi ile somutlaşır. En güçlü toplumlar ahlak alanları en geniş toplumlar­dır. Hukuk alanının genişliği o toplumun şiddetin eşiğinde olduğunu gösterir. Şiddetin panzehiri hukuk değil ahlaktır. Ahlak kuralları izlenerek uyuşmazlığı çözmek, toplum­da daha kolay kabul görür. Hukuk kuralları izlenerek verilen kararlar her zaman hoş­nutsuzluk yaratır. Modern toplumlarda ahlak alanı azalmakta, hukuk alanı genişlemektedir ve herkes her zaman haksızlığa uğradığı duygusu ile yaşamaktadır. Bu da modern toplumları potansiyel bir şiddet ortamı içine sürüklemektedir. Hukuk soyut ve anlaşılması biçimiyle insanların şiddete eğilimini arttırmaktadır.

Herkes yaşamını sürdürmek için kendine geçerli ve anlamlı bir yol izlemek zorun­dadır. Ölüme kadar süren bu yolculukta bize iki olgu dost olabilirler: Sağlam bir sevgi ve sağlam bir ahlak. Sevgi ve ahlakın özgürlükle garip ilişkileri vardır. Özgürlük belirli yoğunluğa ve düzeye ulaşmadığı zaman sevgiyi ve ahlakı yok eder. Yüksek düzeydeki özgürlük sevgiyi ve ahlakı besler.

Hemen ahlak için hayati bir ayırımı ortaya koymam gerekiyor. Birincisi geleneklere dayanan, kökenin şiddeti ve ölümü önlemeye dayanan toplumun üyelerini sahte ve ikiyüzlü kurallarla bir arada tutan toplumsal ahlak. Daha doğru4u radikal bir ifadeyle “ya­lancı” ahlak. İkincisi içimizde sürekli büyüyen bir ses olan, kendimizi aşmamızı sağlayan ve bizi sıradan, günlük çıkar hesaplarının üstüne çıkaran, şiddetle uzaktan yakın-dar bir ilişkisi olmayan bireysel ahlak, daha doğrusu “gerçek” ahlak.

Bu iki ahlak bazen bilinçli, bazen bilinçsiz olarak birbirine karıştırılmakta, yalancı ahlakın ahlaksızlıkları gerçek ahlaka mal edilmektedir. Gerçek bireysel ahlak, geleneksel ahlakın pençelerine yakalanmış kişilerce bencillik olarak görülür ve ahlaksızlık damgası yer. Bazı bencil kişilerin de bireysel ahlakın içine gizlenmeye çalıştıkları görülmektedir. Ama bu, dikkatli gözlemlerden ve kalbinin sesini dinleyenlerden kaçmayan bir olgudur. Gerçek ahlak bireyi ince bir noktaya tırmandıran bir ahlak olarak, öncelikle verici bir ah­laktır. Ama bu vericilik zorunlulukla değil sevgiyle oluşmaktadır. (10)

1. ŞİDDET ve ŞEFKAT GERİLİMİNDE KİŞİLİK OLUŞUMUNUN DİNAMİKLERİ

Bu başlık altında özneden, nesneden, kişilikten ve yaratıcılıktan bahsedeceğim. Ve bu kavramların ilişki içinde tanımlanmasında şiddet ve şefkat olgularından yararlanacağım. Konuyu ele alışımda. ‘ilişki içinde/ile sağaltım” olarak tercüme ettiğim dinamik psikoterapilerin, semptom~ tedavisinden öte, uyum ve doyumu esneklikle / ahenkle dengeleyebilen, kendi başına ve birlikte olmanın hazzını tadabilen, yaşamını yaratıcı bir sürece dönüştürmeye istekli/cesaretli ve ilişkilerinde olabildiğince açık bireylere dönüşümü amaçladığı savından hareket ediyorum. Psikoterapinin amaç tanımı, aynı zamanda sağlıklı bir kişiliğin de tanımıdır.

Ruhbilim terminolojisi açık bir çelişkiyi sergiler. Vurguların bireysel kaynağa yapılmasına rağmen. istisnasız tüm kavramlar ilişki atıflıdır. Libidinal / agresif dürtüler, ya da kendilik / nesne tasarımları “bireysel”in birincilliğine işaret ederken, “bireysel”in tanımlanması, “ilişkisel”deki libidinal / agresif yatırım, ya da kendilik-nesne ilişkisi şemalarında mümkün olmaktadır. Bireysel psikoloji ve psikopatolojinin nasıl ve nedenini açıklayan eksiklik (defekt) ve çatışma (konflikt) dinamikleri bütünüyle ilişki dinamikleridir.

Ancak ilişki. varoluşu tanımlama ve anlamlandırmayı mümkün kılar. İlişki birincildir. Birimden söz etmek, ilişki içinde --karşılaşan-- birimlerden söz etmektir. Nesnesi yoksa, kendilik de yoktur (ve tersi). İlişkiden önce tanımlanamayan (ve varolmayan) birey, ilişkiden önce ve ilk imiş-gibi gösterilse de. bilinmektedir ki, filozof Martin Buber’in Yeni Ahit’in (Yuhanna) ilk ayetine (“başlangıçta söz vardı’) göndermeyle ifade ettiği gibi “başlangıçta ilişki vardı(r)”. Daha öncesi ise bilinmeyendedir; hakkında hüküm yürütülemez.
Bireysel çıkışlı olmayan bir ilişki kavramlaştırması, yani bir ara-alan terminolojisi mümkün müdür? Bu soruyu, göreli bir “evet” ile yanıtlamayı deneyebiliriz. Gerçi her ilişki tanımlaması, ilişki içinde varolan bireyci (birimleri) gözetmek zorundadır; ancak vurgulama taraflar-arası-alan’a yapılabilir. İlişkiyi birincil kabul ederek, etkileşimi, herhangi bir ilişki biriminin şu ya da bu yatırımına indirgemeden, doğrudan ilişkide, “taraflar-arası-alan”da irdelemeye, ve “bu ara-alanda ne olmaktadır?” sorusunun yanıtını iki zıt kavramla, “şiddet” ve “şefkat” ile açıklamaya çalışacağım. İlişkinin bu iki temel vektörünü, günlük kullanımdan farklı anlamlarıyla ele alacağım.

Burada, kullanmaya başladığım bir terime, “şiddete değinmem, bu kavramı nasıl açtığımı aktarmam gerekliği hasıl oluyor: “Şiddet”i, ilişkinin temel taşıyıcısı olan eylemin, birimler-arası (kişiler-arası) alandaki görüngüsü olarak anlıyorum. Bu şekliyle şiddet, “nötr” bir kavramdır; iyi ya da kötü, hoş ya da nahoş gibi sıfatlardan aridir. Yalnızca, ilişkiyi mümkün kılan, ve temelde “kendi-olmayan-ile-birlikte-oluş”la kaçınılmaz şekilde varoluşa içkin olan eylemdir. Kendiliği, nesnesiyle bağla(ntılandırı)r. Şiddet, varoluşla birlikte ilişkiye taşınan bir öğedir ve kendilik için de, nesne(si) için de birincildir; yani tanımlamada öncelik ilişkidedir. İlişki taraflarının birbirlerine yönelik ayrışmış eylemlerinden öte, salt varoluşları dahi, bütün varoluş sistematiklerini değişime ve yeniden tanımlamaya/anlamlandırmaya zorlar. Bu düpedüz şiddettir. Taraflar karşılaşmalarıyla değiş(tiril)irler: Birbirlerinin eylemlilik alanına girmişlerdir ve karşılıklı eylemlerine, yani şiddetlerine maruz kalmaktadırlar. Söz konusu edildiği şekliyle şiddet, eylemin, ilişki içinde yeni bir sistematolojiyi zorlayıcı niteliğini vurgulamaktadır. Şiddet, varoluşu ve eylemliliğiyle ötekinin varoluş ve eylemlilik alanında beliren varolan. eyleyen ve evlenen bir “eylem­- birim”in kendini ilişki içinde ortaya koyuş modudur. Varoluş potansiyeli taşıyan herhangi bir birimin, kendine varoluş alanı açma girişiminden başka bir şey değildir.
Varoluş alanı, hem olası var-olanın açımlandığı, kendini --“var” olarak-­algılayabildiği/algılanabildiği, hem de (henüz) yok-olanın var edildiği, dünyanın tamamlandığı alandır. Tamamlanacak olan dünyanın kendisidir. Dünyayı tamamlama süreci, kendini tamamlama sürecidir; “yaratıcı eylem”in ve “yarattığını bilme”nin ta kendisidir.

“Yaratıcı edimde dikkatim izi çeken ilk şey bir karşılaşma olmasıdır (encounter,J... ‘Bu yoğun karşılaşma ne iledir? .... Karşılaşma, her zaman iki kutup arasındaki bir buluşmadır. Öznel kutup, yaratıcı edim içindeki bilinçli kişinin kendisidir. . ima bu divalektik ilişkinin nesnel kutbu nedir? ...: Sanatçı ya da bilim adamını kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır .. i)Dünya bir kişinin içinde varolduğu anlamlı ilişkilerin bir modelidir ve o kişi, bu’ dünyanın tasarlanmasında yer alır... Dünyayla benlik arasında ve benlikle dünya arasında kesintisiz bir diyalektik süreç süre gider; bu iki kutuptan her biri diğerinin varlığına delalet eder ve bunlardan birinin yok sanışı her ikisinin de anlaşılmasını olanaksız kılar. Bu, yaratıcılığın hiçbir zaman öznel bir görüngü olarak sınırlandırılmayacak olmasının nedenidir; yaratıcılık asla basit bir biçimde kişide olup bitenlerin terimleriyle incelenemez. Dünya kutbu bir bireyin 3’aratıcılığının ayrılmaz bir parçasıdır. Olmakta olan daima bir süreçtir, bir yapmadır -- özgül olarak kişiyi ve dünyasını karşılıklı ilişkiye sokan bir süreç. “(Alay 1987)

İnsan, çöle doğar; bedensel aygıtın tüm ağırlığıyla... Ve eksiklikle müsemmadır. Bunun anlamı şudur: Bedenin gereksinimleri, yine beden içinde, nerede ve nasıl doyurulacaklarına dair bir ön-bilgi olmadan, oradadırlar ve nesnel karşılıklarını beklemektedirler. Çöldedir, ve her yere gidebilme potansiyeline rağmen. şiddetini yönlendirecek Bir kanaldan yoksundur. Henüz, biyolojik ve çevresel öğelerin şiddetinde, ayrışmamış bir kargaşa yumağının çaresizliğiyle, dünyanın nasıl tamam edilebileceğinin bilinmediği, gereksinilen nesnelerin yalnızca eksiklikleriyle. yani negatif varoluşları içinde duyumsanabildiği bu erken gelişim çağlarında, bebek taşıdığı şiddet kargaşasını yönlendirebilecek, ayrıştıracak bir ‘taşıyıcı/refakatçi şiddet-birimine ihtiyaç duyar. Optimal koşullarda bu yatıştırıcı/taşıyıcı/yönlendirici araç/havuz, anne olacaktır. Annenin, çocuğunun şiddetini karşılama ve taşımasında, “şefkat”in prototipini görürüz. Anne, çocuğun şiddetinin gereksindiği nesnel karşılıklara sahiptir.

Şefkat. öznenin kendi eylem-lilik alanını. Ötekinin şiddetine, yani varoluşunu açmasına terk etmesidir. Elbette ki ilişkiler salt-şiddet ve salt-şefkat karşılaşmasından ibaret değildir. Ancak söz konusu kavramların bu yazıda kullanıldıkları şekliyle ne anlam ifade ettiklerini göstermek için şiddet ve şefkat birimlerini, salt bu nitelikleriyle ayıracağım. “Şefkat”te, birimlerin ilişkisi, şefkat biriminin, şiddet birimi lehine, kendi varoluş ( eylemlilik / şiddet) alanını açmasıdır. Şiddet biriminin eylemliliği, şefkat biriminin eylemliliğinin merkezi öğesi olmuştur. “Özne”yi. iç ve dış nesnelerden gelen farklı şiddet eylemlerinin etkisinde, kendi özgün yapılaşma ve eylemliliğini oluşturma süreci olarak ele alırsak. şefkati şöyle tanımlayabiliriz: Şefkat biriminin, iç ve dış sair etkileri geri planda tutarak. partnerinin şiddetini karşılaması, şiddetin “tamamlama amacı güttüğü her ne ise, bu “tamamla(n)ma” eylemine kendi varoluş alanını, eylemlilik kanallarını sunmasıdır. Bu bir kaynaşmadır (fusion): ve birimler-arası sınırların henüz oluşmadığı erken anne-çocuk ilişkisinde en belirgindir.

Annenin çocuğun eylemliliğini (şiddetini) görmesi, onaylaması ve diğerkam katılımı, yani kendi varlığını ve eylemliliğini çocuğun eylem açılımına sunması, yani “şefkat”i, Winnicott’un (1Q65. 1998) “yeterince iyi annelik” kavramıyla kastettiği şeydir.

“Yeterince iyi ‘anne’ .. bebeğin ihtiyaçlarına aktif olarak uyum gösteren kişidir. İşin adı, çocuk bakımının başarılı olması zekaya ya da düşünsel aydınlanmışlığa değil kendini adamaya bağlıdır” (Winnicott 1998).
“Annenin bebeğin ihtiyaçlarına uyum göstermesi, yeterince iyi olduğunda, bebeğe onun kendi yaratma kapasitesine tekabül eden bir dış gerçeklik olduğu yanılsamasını verir. Bir başka deyişle. annenin sunduğu şeyle çocuğun kurabildiği şey arasında bir örtüşme söz konusudur” (Winnicott 1998).

Birincil ilişki nesnesi olan anneyle çocuğun kurduğu şiddet-şefkat ilişkisi, bireyselleşme sürecinde çocuğa sunulan bir hediye ve “sosyal bireyselleşme” nüvesidir. Şiddet ve şefkatin harmanlar,ması, sağlıklı ayrışma-bireyleşmenin, “başkalarıyla-birlikte-ve-kendi-olma” sanatının ön koşuludur; aynı zamanda yaratıcılığın da zeminidir. Yaratıcılık, bireysel özgünlüğü, “biricik”liği mümkün kılan faktördür. Ancak yaratan insan, yaşamını “kendi” (yarattığı) yaşamı olarak algılayabilir:
“Kişinin hayatın yaşamaya değer olduğunu hissetmesini sağlayan her şeyden önce yaratıcı kavrayıştır. Bunun karşısında dış dünyayla boyun eğmeye dayalı bir ilişki vardır, bu ilişkide dünya ve dünyayla ilgili ayrıntılar sadece uyulması gereken ya da uyum talep eden bir şey olarak tanınır Boyun eğme birey için bir boşunalık duygusunu da beraberinde getirir ve hiçbir şeyin önemli olmadığı, hayatın yaşamaya değmediği düşüncesiyle bağlantılıdır “(Winnicott /998).

Yaratıcılık en ham haliyle kendini ilk(s)el “tüm güçlülük” yaşantısında gösterir. Psikososyal gelişim süreci içinde dış gerçekliğin tornasından geçerek, daha mütevazı bir biçim ve içerik edinse de, başlangıçtaki çekirdek yaşantının ilk “yaratı denemeleri”nde ketlenmemesi, beslenmesi ve “var”lanması”, çocuğun annesinden alacağı yaşamsal önemi haiz bir hediyedir.
“Anne başlangıçta bebeğe neredeyse yüzde yüz uyum göstererek bebekte, kendi memesinin onun bir parçası olduğu yanılsamasının doğmasına fırsat tanır Meme, adeta bebeğin büyülü denetimi altındadır... Tüm güçlülük, deneyimin neredeyse vazgeçilmez bir gerçeğidir. Annenin nihai görevi bebeği bu yanılsamadan yavaş yavaş kurtarmaktır, ama başlangıçta ona yanılsama için yeterince fırsat vermeden bunu başarması mümkün değildir ‘(Winnicott 1998).

Bireyin temel varoluş sistematiği olarak tercüme edebileceğimiz kişilik, onun tüm eylemlilik şemalarındaki hareketini, dünyasını tamam etmek için gereksindiği nesnelerle olan ilişkilerindeki şiddetin nitelik ve niceliğini kapsar.


Kişilik, öznenin dürtüsel, duygusal, bilişsel ve davranışsal öğeleriyle tüm eylem kanallarının toplamıdır. Bu eylem kanalları, bireyi --alışıldık koşullarda-- nesneleriyle karşılaştıran. çatıştıran; birleştiren ve ayrıştıran nitelikleriyle, öznel yaşamın genel ilişki şemalarını verirler. Sağlıklı bir kişiliğin çekirdeğini, kendi dünyasını, ancak kendisinin tamam edebileceğini “duyumsayan / hisseden / bilen” bireyin taşıdığı onmaz “yaratıcılık yanılsaması” oluşturur.

Anne kendi eyle(n)mesinin çocuğunki olduğu, kendi şiddetinin çocuğunki olduğu yanılsamasını uyandırmalıdır. Kullanıma sunduğu eylemliliğinin (dolayısıyla da kendisinin), çocuğun eylemliliğinin bir sonucu, “yaratısı” olarak yaşantılanması mümkün kılar:

“....bebek memeyi kendi sevme kapasitesinden ya da (denilebilir ki) ihtiyaçtan tekrar tekrar yaratır. Böylece bebekte öznel bir olgu gelişir; bu anne memesi dediğimiz şeydir. Anne gerçek memeyi tam da bebeğin yaratmaya hazır olduğu yere tam gerektiği anda koyar... Bebek nesneyi yaratır, ama zaten orada yaratılmayı ve duygu yatırılmış bir nesne haline gelmeyi beklemektedir” “(Winnicott 1998).

Burada çok ilginç bir durumla karşılaşıyoruz: Başlangıçta, stresörlerle karşılaştığında, neyi, ne için ve nerede bulacağının ayırdında olmayan bir psiko-fizyolojik kargaşa yumağı (ayrışmamış şiddet karmaşası) olan bebeğin, herhangi bir “yaratı kaygısı” nda olduğunu söylemek doğru olmaz. Gereksinimlerinden doğan gerilimlerin çözümü ise, olmayan bir şeyin, olmasına bağlıdır. Yani başlangıçta olan, “olmayan şey” dir. Çocuğun eylemlerini karşılayacak nesneyle kurulması gereken özne-nesne bütünlüğü, olmayan nesnenin var edilmesine bağlıdır. Bu da yaratıcılığa, dünyayı ve kendini yarattığı gibi” bilme “ye karşılık gelir. Şiir gibi:

“Şiirin içinde barındıracağı ‘varlık’ ‘yokluk’ tan türer, şairden değil ve şiirin sahip olacağı ‘müzik’ şiiri yapan bizlerden değil, sessizlikten gelir; tıklatmamıza cevaben gelir.. Şairin işi, dünyanın anlamsızlığı ve sessizliği ile, onu anlama zorlamak için mücadele etmektir; sessizliği ses, yoku var yapana dek. Bu iş dünyayı ‘bilnıe” vi üstleniştir” (>A. MacLeish: Poetry and Experience, Boston 1961<; May / 987>

Anne kendini (memesini) ve eylemliliğini, bu “olmayan şey” yerine koyarak, yani çocuğu (şiddetinin açılımında) karşılayarak, onun gerilimini yumuşatır; dünyasını tamamlar. Bu “şefkat”tir. Gerilim kargaşası bir düzene girmiştir; ürünü de yaratılan annedir, memesidir, kucağıdır... Olmayan şey yaratılmıştır. Ancak yaratıyı ortaya çıkaran, çocuğun ütenci değildir. Tersine, yaratı istence kaynak oluşturmuştur. Neden-sonuç bağlantısındaki bu sıralamanın değişmesi yani yaratının istencin sonucu olduğu kanısı, annenin çocuğun merkeziyetini (şiddet özgünlüğünü) kendisine duyumsatan diğerkam tutumuyla (şefkatiyle) mümkün olacaktır: Elbette ki çocuk önce - meme sonradır; istenç önce, yaratı sonradır. Şefkat. şiddetin yaratıcı özgünlüğünü mümkün kılmıştır: Öznenin, yaratıcı şiddet çekirdeği birincil nesne ilişkisinden damıtılmıştır.

“Özne” tanımlamasıyla devam edelim: Burada, dar bir ansiklopedik tanımlama, konumuzun ele alınışı bağlamında yeterlidir:

“Bilince benzer her türlü düşünceyi temellendirdiği varsayılan ve karşısında gerek düşünce içeriğinin, gerek dış dünyanın birer nesne oluşturdukları bireysel ve gerçek varlık” (Büyük Larousse XVII: 9083).
İnsan zihni --özne konumundan-- nesnelerini tanımlar, ayrıştırır ve bağlantılandırırken , “eylemekte ve eylenmekte” dir. Eylenilen ve eyleyen nesneler, öznenin “kendi” (öznel) nesneleridir; dolayısıyla özne, --“özne-nesne bütünlüğü”nü gözeten bir vurgulamayla--, nesneleriyle ilişkisi içinde varolur. Bu ilişki, öznenin (yani merkezdeki zihnin) “nasıl” ının da dinamiklerini içerir. Özne, “eylediği ve eylendiği” nesnelerinden soyutlanabilecek, apayrı bir varoluş içinde değildir. İç ve dış nesne ilişkileriyle şekillenir; ancak nesnelerinden farklı bir boyutta kendini var eder. Özne. nesne ilişkilerinin katma değeridir (Bu katma değerin getirisi “özgürlük ve “özgünlük”tür elbette ödenecek vergisi de olacaktır: Sorumluluk).

Başlangıçta, yani erken süt çocukluğu döneminde bir “özne” varsayımı herhalde olanaksızdır. Belki bir “potansiyel-özne”den. “özne-olasılığı-çekirdeği” nden hatta “ön-özne”den dem vurabiliriz. Ancak yukarıdaki --kendilik ve öteki bilinçliliğini de kapsayan-- özne tanımlaması için henüz erkendir. Ruh doğmamıştır: doğan ve kendini öylesine ortaya koyan, beden, dolayısıyla da bedensel gereksinimlerdir. Özne doğmaz; olur. Özneyi olduran, şefkat-şiddet geril imidir.

Dinamik psikoterapiler pratiğinde yorumların, yani öznel sistematiği yeniden yapılandırma girişimlerinin doğruluğu. Terapötik etkinliğine endeksli olarak kabul edilir. Yanlış yorum, bu açıdan etkisiz kalanıdır. Anlamlı bir bütün oluşturmaya katkısı, sair öznel öğelerle bağlantısındaki uyum ve estetik değeri, yorumun değerini belirler. Kişiye yaratıcı ve semptomsuz bir yaşamı açması, yorumun doğru olduğuna işaret etmesi açısından yeterlidir (Tress 1985). Bu doğrular, “henüz” yanlışlanmamış olsa da , yanlışlanmaya açıklığı, yeni yaratıcı hamlelerin önünün tıkanmasını engeller. hatta, yorumun önce anlam ve gerçekliği oluşturduğu (yarattığı), sonrasında da kendi yarattığı gerçekliği referans aldığı iddia edilebilir (Loch ve Jappe 1974). Karşımıza olmuş-bitmiş bir kişilik yapılanmasıyla çıkan bir erişkinin terapötik değişimi için bu savlar ileri sürülebilirken, tam anlamıyla şekillenmeye açık bir çocuğun, annesiyle olan mutlak ilişkisinde, nasıl ilişki partnerinin şiddetine açık, şefkatine de muhtaç olduğunu gözümüzde canlandırabiliriz. En masum ve gelişime açık ebeveyn ideolojisi olan yaratıcı çocuk yetiştirme fantezisi dahi, bir anlamda şiddettir. Ebeveynin fantezi, istek ve beklentilerinin çocuğa implantasyonudur. Bu “kötü” bir şiddet değildir’, ancak şiddettir. Bebeklerinin eyleminde amaçlı devinimler görme meylinde olan ebeveyn, onu daha iyi izlemeye. davranışlarını daha hassas yorumlama ve yanıtlamaya, bu yanıtlarını “daha çok” bebeğinkilerine uyarlamaya çalışırlar. Bu da çocuğu ilişkilerinde giderek daha aktif bir tutum benimsemeye götürür (Rauh 1987).

Zaten salt şefkat, çocuğun kendi dünyasını “yapması” için yeterli değildir. Şefkat, önce bedensel, sonra ruhsal ve sosyal gereksinimlerin açılımı için gerekli ortamı sunarken, çocuk çevrenin, yani ebeveynin şiddetiyle de karşılaşır. Ebeveynin şefkat boyutu içinde kendini göstermesi, türün ve toplumun “doğrular” ını, (-ki bunlar amaçlara ulaşım için ortamın sunduğu –gereksinilen araçlardır. Dreitzel 1972) çocuğa sunmasıyla birliktedir. Burada şefkat, şiddetle iç içedir. Şiddet bunun neresinde diye sorulacak olursa, yanıt için ebeveynin, ebeveynin taşıdığı ortak kültürel değerlerin. bireyi birlikte yaşamaya hazırlayan şiddetine işaret ederim. Tabii ki bazı kısıtlamalar ve engellemelerle birlikte... Yaratıcı süreç de bu gerilimin ürünüdür.

“Yaratıcılık kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğar.” (May 1987,).

Tekrar vurgulayalım: Yaratıcılık, dünyanın tamam” edilmesi eylemidir. Bir eylem sürecidir, durum değildir... Yaratının hiçbir zaman tamam olamayacağı ön-bilgisini taşır; zira sürekli yenilenecek gereksinimler hep bir şeylerin eksik kaldığının göstergesidir... Ancak tamam edilebileceği ümidini de içerir, ki bu ümit yeni eylemlerin doğuşunu, yaratıcı karşılaşmalara açılımları mümkün kılar. Özne, öznel / özgün eylemliliğiyle “dünyasını” yeniden - yeniden yaratır; tamamlamaya çabalar. Bu eylemin psikolojideki karşılığı “öz ne­sne bütünlüğü” arayışıdır.

Bebeklik döneminin tüm güçlülük yaşantısında ilk(sel) yansımasını bulan yaratıcılıkta, nesneye t anneye) düşen görev, çocuk tarafından yaratılmasına izin ve olanak vermek ve yaratılma(sı)nın. çocuğun eylemliliği sonucu gerçekleştiğini onaylamaktır. --LBurada Kohut’un “aynalama” (mirroring) aktarımı (1998 a,b) tanımlamasını aşan bir annelik işleviyle karşılaşıyoruz.]-- Öznel dünya, yaratıldığı şekliyle “tam”dır; oluşan yaratı, anne-çocuk arasındaki “şiddet-şefkat” ilişkisinin sonucudur ve anne, çocuğu tarafından, çocuğu için yeniden-yeniden yaratılmaya onay vermektedir.

Yaratıcı kaynak çocuğun gerilim kargaşasıdır; ancak istenci değildir. Çocuğun, içinde sürüklendiği bir “eksiklik” duyumsaması anne tarafından karşılanmış, yaratı, kargaşanın sonucu imiş gibi sunularak. istencin gücü (tüm güçlülük) olarak yorumlanmıştır. Annenin “bütünleştirici işlevi”, bölük-pörçük, yarım-yamalak, karmakarışık olanın, çocukta oluşmakta olan individuojenik nüvelerde özümlenmesine olanak verir. Bu işlev çocuğun, yaratısı, yani nesnesiyle (anneyle) bir bütün oluşturduğunu teyit eder:

• Arayış ancak dağınık, biçimsiz bir işleyişten ya da belki de tarafsız bir bölgedeymişçesine oynanan yarım yamalak bir oyundan kaynaklanabilir. Yaratıcı olarak tanımladığımız şey ancak burada, kişiliğin bu bütünleşmemiş durumunda ortaya çıkabilir. Bu, kişiye geri yansıtıldığı takdirde, ama ancak geri yansıtıldığı takdirde bireyin örgütlü kişiliğinin bir parçası haline gelir, nihayet bu da bireyin var olmasını, bulunmasını sağlar, kişinin bir kendisi olduğunu varsaymasına imkan tanır’ (Tinnicott 1998).

“Yeterince iyi anne”, şefkatiyle, bebek-öznenin kendi kendisini, yani “öznel nesnelerini yaratıcı şiddeti”ni açabilmesi için güvenli bir ortam hazırlar. Unutmamalı ki özne, nesnelerini yaratarak, kendisini oluşturmaktadır. -

Erken dönem anne-çocuk ilişkisinin en önemli özelliği sınırsızlığıdır. İstencin /arzunun “içeriği” olan nesne, arzuyla birlikte “yaratılır”; yaratılan yaratanın isteminde zaten potansiyel olarak mevcuttur. Anne çocuğun, “yaratıcı özne” olarak varlığını ve olabilirliğini mümkün kılar...

Ya da ketler: “Bütünlük nesneleri”nin, özneyi zorlayarak, açılımını kendi özgünlüğü ve denetiminde kullanmasını, kendi dünyasını yaratmasını engellemesi ya da onaylamaması (hiç’lemesi), bireysel psikopatolojilerin oluşum düzeneğidir. Karşı-şiddet, özneyi işgal etmiştir. “Sağlıklı” yaratıcılığın tersine, özgün eylemleri “hiç”lenmeyle / ketlenmeyle karşılanan öznenin “abortif yaratıcılık” çabaları, yaratıların hiçbir zaman özne-nesne bütünlüğünü oluşturamayacağı ümitsizliğini içerir.

Yaratıcılık --aslında-- bir yanılsamadır: dolayısıyla insanın yaratıcılığından söz etmek de doğru değildir. Ancak yaratıcılık peşinde koşmak, yani anne şefkatinin çocukta mümkün kıldığı yanılsamayı taşıyabilmek, belki de yaşamı anlamlı kılan en önemli öğedir. İnsan, dünyanın tamam edilebileceği ümidini taşıdığı oranda, ve bu ümidi, merkezinde kendisinin olduğu duygusal ve bilişsel bir dizgeye aktarabildiği oranda özgün varoluşunu biçimlendirme imkanı bulur.

İnsandaki yaratıcılık ten anladığım. -—hiç tamamlanmayacak—— bir yaratıcı sürecin kahramanı, onmaz bir bütünleşme sancısının taşıyıcısı olabilmesidir. Dünyanın tamam edilmesi arayışında, varoluş şiddetini karşılayacak gerçek nesne, --ilksel anne-çocuk birlikteliğindeki anne-- öznel zararının gerisinde kaybolmuş, mutlak bütünlüğüyle hiçbir zaman ‘yeniden’ yaratılamayacaktır. Ancak kısa dönemler için, kısıtlı bir tamamlanmışlık hissi veren muadilleri, dünyayı tamamlama ümidini canlı tutacak ve yeni yaratıcı açılımlara olanak tanıyacaktır.

Çocuğun eylem-öznelliğinin (şiddet özgünlüğünün) reddedilmesi; annenin kendi eylemliliğini, çocuğunkini işgal edecek şekilde açmaya çalışması, kendi gereksinim, beklenti ve isteklerini sanki çocuğunmuşlar gibi ona yüklemesine yol açar: Çocuğun öznelliği anne eylemliliği tarafından iğfal edilmiştir. Çocuğunkinden daha güçlü olan annenin şiddeti, çocuğu silmiştir. Annenin kontrolü altında oluşan şey, güdülen ve güdükleştirilen bir çocuk öznelliğidir. Burada Winnicott’un “false-self’ (sahte-kendilik) kavramına uyan bir özne gelişimi görüyoruz (1998). Gelişimin ileri aşamaları, çocuğu “hiç”leyen bir kısır döngü içine sürükleyecektir. Anne kendi işgalci şiddetinin karşılığından başka bir şey olmayan çocuğun eylemlerini, ona ait özgün eylemler olarak algılayacak; böylece kendisini doğrulayan/pekiştiren bir kısır döngü oluşturacaktır. Sonuçta dış bir kabuk içinde güdükleşmiş “true-self’ (gerçek-kendilik) hiç bir zaman özgün eylemliliğini açamayacak; sürekli bir dış-belirlenme, denetim altında kalacaktır (Winnicott 1998).

Özne, nesnelerinin şiddetiyle sürüklendiği ve nesneleriyle arasına mesafe koyamadığı, kendi varoluş boyutunu koruyamadığı oranda patolojiye açıktır. Alternatifsizdir. Tüm kişilik bozukluklarında bu alternatifsizliği, bildik kanallarda dönüp dururken, öznel genişlemelerini mümkün kılacak gerçek karşılaşmalardan kaçındıklarını görmek mümkündür.

Özne, bütünlük-nesnel erinin uydusu konumunda, dışarıdan belirlenen bir yörüngeye hapsedilmiş olacak, sınırları çizilmiş eylem kanalları dışına çıkamayacaktır. Özne, “özgün eylemlilik bütünlüğü”nü oluşturamaz; dış bütünlük-nesnelerinin va’zettiklerini kendisininmiş gibi kabul etmek zorundadır. Gerçi bir eylem-bütünlüğünden (özne-nesne bütünlüğü) söz edilebilir; ancak özne yabancı bir bütünlük şemasında sığıntı / kapatma konumundadır.

Yaratıcılığın farkındalığı, öznenin kendi şiddetini kabulünü, ötekine açılımını ve karşılaşmanın coşkusunu mümkün kılar; özgün yaşamı hediye eder. Bireysel ve toplumsal patolojilerin çekirdek sorunu, yaratıcılığın tıkanması, bireyin ya da toplumun kendini korkulu / kaygılı / ürkek bir kısır döngü şemasına hapsetmesidir. Psikoterapi --hangi okulun kuramını güdüyor olursa olsun-- bu kısır şemayı kırmayı amaçlar. Tedavi ortamı, tıkanan yaratıcılığını açabilmesi için, bireye optimal bir şiddet-şefkat gerilimini sunabilmelidir. Terapist “olabildiğince şefkat - gerektiği kadar şiddet” sloganını kendine kılavuz edindiği ölçüde, büyük “yanlış”lardan kaçınmış olur. Büyük yanlış, şairin cehennemi tanımladığı gibi “daral(t)mak”tır. Amaç, sorunlarını çözüp bitirmiş bir özne değil, sorunlarını yaratıcı biçimde çözebilirlik farkındalığına erişmiş bireydir. (2)

Bu çalışma Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından 97B0702 sayılı “Üniversite öğrencileri arasında çocuklukta cinsel istismar: yaygınlığı, özellikleri ve etkileri” başlıklı proje kapsamında desteklenmiştir.

Çocuklukta yaşanan cinsel istismar deneyimlerinin mağdurlar üzerinde kısa ve uzun vadeli etkileri olduğu bilinmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden 1597 öğrencinin katıldığı bir taramada, 12 yaş öncesi ve 12-18 yaş arası cinsel istismar deneyimleri ile 18 yaş sonrası tam onaylanmamış cinsel deneyimlerin sıklığı ve özellikleri araştırılmıştır. Cinsel istismar, kendinden en az beş yaş büyük birisi ile yaşanan cinsel deneyimler olarak tanımlanmıştır. Tam onay olmayan cinsel deneyimler, kişinin zorlandığı, isteği dışında gerçekleşen veya olmasını istemediği bir cinsel deneyim şeklinde tanımlanmıştır. Cinsel istismar deneyimleri ve kişi ile ilgili diğer bilgiler, 114 sorudan oluşan Finkelhor’un (1979) anketinin uyarlanmış bir versiyonu ile toplanmıştır. Katılımcılar, bilgileri bir ders saati sırasında aralarında boş iskemle bırakarak ve araştırmacıların gözetiminde doldurmuşlardır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
1. KIZ ve ERKEK ÜNİVİERSİTE ÖĞRENCİLERİ ARASINDA CİNSEL İSTİSMAR DENEYİMLERİ ve ETKİLERİ

Bu çalışma Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından 97B0702 sayılı “Üniversite öğrencileri arasında çocuklukta cinsel istismar yaygınlığı, özellikleri ve etkileri” başlıklı proje kapsamında desteklenmiştir.

Çocuklukta yaşanan cinsel istismar deneyimlerinin mağdurlar üzerinde kısa ve uzun vadeli etkileri olduğu bilinmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesinden 1597 öğrencinin katıldığı bir taramada, 12 yaş öncesi ve 12-18 yaş arası cinsel istismar deneyimleri ile 18 yaş sonrası tam onaylanmamış cinsel deneyimlerin sıklığı ve özellikleri araştırılmıştır. Cinsel istismar, kendinden en az beş yaş büyük birisi ile yaşanan cinsel deneyimler olarak tanımlanmıştır. Tam onay olmayan cinsel deneyimler, kişinin zorlandığı istediği dışında gerçekleşen veya olmasını istemediği bir cinsel deneyim şeklinde tanımlanmıştır. Cinsel istismar deneyimleri ve kişi ile ilgili diğer bilgiler, 114 sorudan oluşan Finkelhor’un (1979) anketinin uyarlanmış bir versiyonu ile toplanmıştır. Katılımcılar, bilgileri bir ders saati sırasında aralarında boş iskemle bırakarak ve araştırmacıların gözetiminde doldurmuşlardır. (5)

5.1 Kız Öğrencilerde Cinsel İstismar Deneyimleri

Taramaya katılan 958 kız öğrencinin % l2’si 12 yaş öncesi, % 22’si ise 12-18 yaş arası cinsel istismar deneyimleri olduğunu belirtmişlerdir. Örneklem grubunu iki yaş dilimine ayırmadan, tüm grupta 18 yaş öncesi cinsel istismar deneyimi yaygınlığına baktığımızda bu oran % 28’dir. Ayrıca, kız öğrencilerin % 23’ünün, 18 yaş sonrası onanmamış cinsel deneyimleri olduğu görülmüştür. Kız öğrencilerin cinsel istismar ve onanmamış cinsel deneyimleriyle ilgili özellikler 1. Tabloda özetlenmiştir. (5)


TABLO 1. KIZ ÖĞRENCİLERDE CİNSEL İSTİSMAR DENEYİMLERİ


12 YAŞ ÖNCESİ 12-18 YAŞ ARASI 18 YAŞ SONRASI
MAĞDURUN YAŞI
9
15
19
FAİLİN YAŞI
29
29
26
FAİLLE YAŞ FARKI
19
14
7
FAİLİN CİNSİYETİ
(ERKEK)
% 94
% 98
% 96
FAİLLE İLİŞKİSİ

YABANCI
% 46
% 54
% 46
TANIDIK
% 26
% 42
% 52
AKRABA
% 28
% 4
% 2
FAİL BAŞLATTI
% 98
% 96
% 96
ZORLANDI
% 56
% 26
% 37
TEHDİT EDİLDİ
% 15
% 5
% 6
FİZİKSEL TEMASLI
CİNSEL DENEYİM
% 79
% 68
% 76
İSTİSMARIN
SÜRESİ (GÜN)
132
122
59
YAŞADIĞIMIZ
OLUMSUZ TEPKİ
% 84
% 61
% 70
ŞİMDİ OLUMSUZ
DEĞERELENDİRME
% 85
% 57
% 64
AÇILMA VAR
% 42
% 68
% 67

18 yaş öncesi cinsel istismar deneyimlerinde fail büyük çoğunlukla genç erkektir. Her iki yaş grubunda da faillerin yarısı kadarı mağdurun daha önceden tanımadığı bir yabancıdır. Küçük yaş grubunda akraba tarafından istismar edilme olasılığı daha yüksek iken, ergenlerde aile içi istismar çok azalmakta, bunun yerine tanıdık tarafından istismar edilme olasılığı artmaktadır.

İstismar deneyimi büyük oranda fail tarafından başlatılmış, küçük yaş grubunun % 56’sında, ergenlerin ise % 27’sinde zorlama olduğu belirtilmiştir. İstismar deneyimleri çoğunlukla fiziksel temas içermektedir. Bu eylemler daha sıklıkla öpüşme, failin mağduru cinsel bir şekilde okşaması, cinsel organlarına dokunması ve sürtünerek sevişme şeklindedir. Mağdurun faili okşaması ve cinsel organlarına dokunması 12 yaş öncesi grupta nadir olmakla birlikte, ergenlerde % 32 ve % 25 oranlarında görülmektedir. Vajinal birleşme ve ters ilişki küçük yaş grupta yüze beş ve yüzde üç, ergenlerde yüzde sekiz ve yüzde iki oranındadır. İstismarın süresi her iki yaş grubunda da bir gün ile beş yıl arasında değişirken ortalama 4 ay kadardır.

Katılanların bu deneyimi yaşadıkları zaman verdikleri tiksinti, korku ve rahatsızlık tepkileri olumsuz tepki olarak; şaşkınlık, merak ve zevk ise nötr/olumlu tepki şeklinde tanımlanmıştır. Ayrıca ankete katılanların şu anda geriye dönüp baktıklarında, deneyimi 5 nokta üzerinden değerlendirmeleri istenmiş ve yanıtları olumsuz veya nötr/olumlu şeklinde kodlanmıştır. 12 yaş öncesi deneyimler, çoğunluk tarafından, o zaman için ve geriye yönelik değerlendirildiğinde olumsuz olarak algılanmaktadır. Bu deneyim yaşandığında, oniki yaş öncesi grubun %29’u tiksinti, % 40’ı korku, %15’i rahatsızlık hissettiğini; % 14’ü merak veya şaşkınlık yaşadığını; % 2’si ise zevk aldığını belirtmiştir. Deneyimi şimdi, geriye bakıp değerlendirdiklerinde, ergenlik öncesi deneyimleri % 85’i olumsuz, % 12’si nötr ve % 3 ü olumlu olarak değerlendirmiştir. Ergenlerin ise %22’si tiksinti, % 22’si korku, % 17’si rahatsızlık yaşadığını; % 21‘i merak ya da şaşkınlık hissettiğini, %l7’si ise zevk aldığını belirtmiştir. Bugünkü değerlendirmelerin % 57’si olumsuz, % 22’si nötr ve % 2l’i olumlu sayılabilir şeklindedir.

Oniki yaş öncesi cinsel istismar deneyimlerinde değişkenlerin birbiriyle ilişkisine baktığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu yaş grubunda mağdurun cinsel istismar yaşadığındaki yaşı küçüldükçe fail ile yakınlığı artmaktadır. Akraba tarafından istismar edilenlerin yaş ortalaması en küçük, yabancı tarafından istismar edilenlerin ise en büyüktür. Benzer şekilde, akraba ile yaşanan istismar deneyimi en uzun (1 yıldan uzun), tanıdıkla daha kısa (9 ay), yabancı ile ise çok kısa (4 gün) sürmüştür. İstismara verilen olumsuz tepkinin failin erkek olmasıyla ilişkili olduğu görülmüştür.

Ergen dönemde istismar edilenlerin deneyime verdikleri olumsuz tepki, deneyimi yaşadıkları yaş, failin yaşı, faille yakınlığı. failin deneyimi başlatması ve zorlanma olmasıyla ilişkilidir. Mağdurun yaşı küçüldükçe, failin yaşı büyüdükçe ve aradaki yaş farkı açıldıkça mağdurun verdiği tepki olumsuzlaşmaktadır. Olumsuz tepki en büyük olasılıkla yabancı faillere verilirken. failin cinsel deneyimi başlatmış olması ve mağduru zorlamış olması olumsuz tepkiyi artırmaktadır. Az sayıda akraba ile yaşanan istismar deneyimi en uzun (1 yıla yakın), tanıdık ile daha kısa (6.5 av) ve yabancı ile en kısa (27 gün) sürmüştür.

18 yaş öncesi cinsel istismar deneyimi olan kızların yetişkinliklerinde cinsel davranış ve tutumlarını incelediğimizde cinsel istismar deneyimi olmayan yaşıtlarından farklılıklar görülmektedir. İstismar edilenlerin “çıkma” deneyimleri ve cinsel ilişki (cinsel birleşme) deneyimleri olma olasılığı daha yüksektir. İlk cinsel birleşme yaşları daha küçüktür ve bir önceki yıl cinsel ilişki yaşadıkları kişi sayısı daha fazladır.

Cinsel istismar mağdurlarının cinsel davranışlarında yaşıtlarına nazaran artma olmasına rağmen cinsel tutumlarının daha olumsuz olduğu izlenmektedir. Bu gruptakilerin kendilerini cinsellikle ilgili durumlarda çekingen ve utangaç buldukları, cinsel olarak ilgilendikleri birisiyle ilişki kurmak için inisiyatif kullanamadıkları, cinsellikle ilgili düşüncelere çok zaman ayırdıkları ve cinsel tacize uğrama olasılığından dolayı kendilerini rahatsız hissettikleri görülmüştür.

18 yaş sonrası onanmamış cinsel deneyimlerde benzer bir tablo ortaya çıkmaktadır. Failin erkek olduğu, deneyimi başlattığı, % 37’sinde zorlama olduğu görülmektedir. Aile içi istenmeyen cinsel deneyime çok nadir rastlanmakta, bu deneyimler yabancı kişiler ya da tanıdıklarla yaşanmaktadır. Mağdurun yaşadığı deneyime tepkisi olumsuz olarak algılanmaktadır. Deneyim ortalama 2 ay sürmüştür.

Bu grubun deneyime verdiği olumsuz tepki,. failin yaşı ve aradaki yaş farkı, deneyimi failin başlatması, zorlaması ve tehdit etmesi, faile yakınlığı ve deneyimin süresi ile ilişkilidir. Failin yaşı büyüdükçe ve aradaki yaş farkı arttıkça mağdurun verdiği tepki olumsuzlaşmaktadır. Failin cinsel deneyimi başlatması, mağduru tehdit etmesi ve zorlaması olumsuz tepkiyle bağlantılıdır. Yabancı faile verilen tepki olumsuzdur.

Üniversite çağında istenmeyen cinsel deneyimleri olan grubun da, bu tür deneyimleri olmayanlara nazaran daha• fazla cinsellik yaşadıkları ama cinsel durumlarda kendilerini çekingen ve utangaç buldukları izlenmiştir. Bu grubun çıkma deneyimi, cinsel ilişki (cinsel birleşme) deneyimi, eşcinsel deneyimi olma olasılıkları daha yüksek; son bir yıl içinde cinsel partner sayısı daha fazladır.

Tartışma


Sonuç olarak kız çocukların on sekiz yaşından önce cinsel istismara maruz kalma olasılıkları yüksektir.Verilerin ortaya çıkardığı tablo failin genç erkek olduğu, cinsel deneyimi başlattığı, amacına ulaşmak için zor kullanabildiği ve cinsel etkileşimlerde aktif taraf olduğudur. Mağdur ise genelde pasif rolde görünmektedir ve bu deneyimden olumsuz şekilde etkilenerek çıkmaktadır.

Çocuk yaştaki mağdurun henüz fiziksel, psikolojik ve sosyal olarak hazır olmadığı ve tam anlamadığı cinsel deneyimi onaması söz konusu değildir. Hem yaşı itibariyle, hem de sahip olduğu fiziksel güç ve sosyal konum itibariyle güç dengesi büyük ölçüde failin lehinedir. Edilgin durumda olan mağdurun bu deneyimi yaşadığı zaman ve yetişkin yaşa geldiğindeki değerlendirmesi, kendisi için olumsuz olduğu yönündedir. Klinik veriler de yetişkinlik öncesi yaşanan bu deneyimlerin travmatik olduğu ve yetişkinlikte çeşitli patolojilere yol açtığını göstermektedir. Verilerden ortaya çıkan tablo ve bunların yorumu başka ülkelerde yapılmış bir çok çalışmayla uyumludur.

İstismar edenlerin yansı kadarı daha önce hiç tanımadıkları genç bir erkek tarafından istismar edilmektedirler. Başka ülkelerde yapılan çalışmalar istismar failinin çoğunlukla çocuğun tanıdığı birisi olduğunu göstermektedir. Bu fark olasılıkla bazı kültürel etkenlerden kaynaklanmaktadır. Kültürümüzde kızların ve kadınların namuslarının bekçisi erkeklerdir. Yakını olan kadının iffetli olması erkeğin şerefinin önemli bir parçasıdır. Bu durumda istismarcı erkek başka kültürlere nispeten kendi ailesinden kızları ‘lekelemekten’ kaçınıyor, yabancı kız çocuklarını hedef alıyor olabilir. Bu olguyla ilintili olarak, toplumumuzda akrabalık ilişkileri çok önemlidir. Sosyal etkileşimlerde ‘doğru ve iyi’ niyet ve yaklaşım, akrabalık ilişkisi varmışı çağrıştırır şekilde biçimlendirilir. Örneğin, satıcının müşterisine ‘yenge’ diye hitabında, arkadaşının karısına ‘bacım’ denilmesinde erkeğin muhatap aldığı kadına karşı ‘iyi niyetli’ olduğu ifadesi gizlidir; yani cinsel tabular ifade edilmektedir. Aile ve yakınlara ilişkin güçlü cinsel tabular bu alanın dışında kalanlara karşı cinsel yaklaşımları daha olası kılıyor olabilir. İslami kültürün etkisiyle daha geleneksel çevrelerde aile içinde cinsiyetler birbirinden çoğunlukla ayrıdır; daha doğrusu kız ve kadınlar denetlenir ve erkeklerden uzak tutulur. Bu nedenle de aile ve tanıdık çevresinde genç erkeklerin kız çocuklarla yakın teması nispeten zor olabilir.

Akraba tarafından istismar edilenler en küçük yaşta ve en uzun süreyle bunu yaşamışlardır. Küçük yaştaki çocuğun dış dünyayla ilişkisi nispeten azdır, en fazla aile bireyleriyle temas içindedir ve en korunmasız olanıdır. İlişkisi en yakın çevresiyle en fazla olduğundan ve haklarını korumakta donanımsız olduğundan yakın ilişki içinde olduğu kişiler tarafından ve uzun süreli olarak örselenebilmektedir.

İstismar mağdurlarının istismar edilmeyenlere nazaran cinsel davranışlarının artmış ama cinsel tutumlarının daha olumsuz olduğu görülmüştür. Klinik veriler bir çok cinsel istismar mağdurunun cinsel davranışlarının arttığını, daha çok sayıda partnerle sık cinsel ilişki yaşadıklarını göstermektedir. Bu kişiler karşı cinsten, hatta herkesten, ilgi, beğeni, sevgi ve maddi kazanç elde etmek için gerekli ve tek yolun bedenlerini ve cinselliklerini sunmak olduğunu öğrenmişlerdir. Sevgi ve güven ilişkileri kökten bozulmuştur. Mağdur her yeni deneyimle tekrar travmatize olur, özgüveni azalır, ve çaresizlik duyguları yaşayabilir, Normal cinsel gelişimi sekteye uğramış olan kadın bir kısır döngü içinde, bir yandan duygusal boşluğunu doldurmak için cinsel ilişkiler yaşar, diğer yandan da bu ilişkilerden zarar görmektedir. (5 )

5.2 ERKEK ÖĞRENCİLERDE CİNSEL İSTİSMAR DENEYİMLERİ

Taramaya katılan 639 erkek öğrencinin % 5’i 12 yaş öncesi, % 13’ü ise 12-18 yaş arası cinsel istismar deneyimleri olduğunu belirtmişlerdir. İki yaş dilimi birleştirildiğinde tüm erkek örneklem grubunun % 1 6’sının 18 yaş öncesi cinsel istismar deneyimi olduğu görülmektedir. Erkek öğrencilerin %15’i ise onsekiz yaş sonrası onanmamış cinsel deneyimleri olduğunu belirtmişlerdir. Erkek öğrencilerin cinsel istismar ve onanmamış cinsel deneyimleriyle ilgili özellikleri, 2. Tabloda özetlenmiştir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
TABLO 2. ERKEK ÖĞRENCİLERDE CİNSEL İSTİSMAR DENEYİMLERİ


12 YAŞ ÖNCESİ 12-18 YAŞ ARASI 18 YAŞ SONRASI
MAĞDURUN YAŞI
8
16
19
FAİLİN YAŞI
22
27
22
FAİLİN CİNSİYETİ
(ERKEK)
% 39
% 21
% 18
FAİLLE İLİŞKİSİ

YABANCI
% 18
% 45
% 33
TANIDIK
% 50
% 49
% 65
AKRABA
% 32
% 6
% 2
FAİL BAŞLATTI
% 72
% 60
% 63
ZORLANDI
% 15
% 6
% 22
TEHDİT EDİLDİ
% 19
% 3
% 4
FİZİKSEL TEMASLI
CİNSEL DENEYİM
% 61
% 85
% 79
İSTİSMARIN
SÜRESİ (GÜN)
81
84
150
YAŞADIĞIMIZ
OLUMSUZ TEPKİ
% 33
% 9
ŞİMDİ OLUMSUZ
DEĞERELENDİRME
% 46
% 30
% 39
AÇILMA VAR
% 4
% 10
% 5

Ergenlik öncesi grupta failin çoğunlukla yirmili yaşlarının başlarında bir kadın olduğu görülmektedir.Fail en büyük olasılıkla bir tanıdık veya akraba; beşte bire yakını ise yabancıdır. Kızlarda olduğu gibi, fail ile ilişki yakınlaştıkça mağdurun yaşı küçülmektedir. Akraba tarafından istismar edilenlerin yaş ortalaması en küçük (7), tanıdık tarafından istismar edilenlerin daha büyük ve yabancı tarafından istismar edilenlerin ise en büyüktür (11.5).

Mağdurların % 285 cinsel deneyimi kendilerinin başlattığını belirtmiştir.Kendisi başlatanların tümünde ‘fail’ kadındır; fail inisiyatifli deneyimlerin, erkekle olma olasılığı daha yüksektir. Bu yaş grubunda nispeten daha sık rastlanan, fail tarafından zorlama veya tehdit, % 19 ve % 15 oranlarındadır. İstismarın deneyimi ortalama 81 gün sürmüştür. Bu grubun %69’u süregelen cinsel istismar değil, tek bir kerelik deneyim olarak yaşamıştır.

Yüzde 37’si zevk, % l5’i merak ve %15’i şaşkınlık yaşadığını belirterek, grubun üçte ikisi bu deneyimi nötr veya olumlu olarak değerlendirmiştir. Deneyime olumlu tepki fail aktif cinsel davranışlar (failin mağduru cinsel bir şey yapmaya davet etmesi, birleşmesiz sevişme, failin mağdurun cinsel organlarına dokunması ve failin mağdura cinsel organlarını göstermesi) ile ilintili; olumsuz tepki ise tehdit ve zorlama ile ilintilidir.

Ergen grupta yaş ortalaması on, altı, büyük olasılıkla kadın olan failin ise yaş ortalaması yirmi yedidir. Faillerin yarısı mağdurun tanıdığı birisi, kalanı ise çoğunlukla daha önceden tanımadığı birisidir. Mağdurların yüzde kırkı deneyimi kendilerinin başlattığını belirtmiştir. Zorlama veya tehdit unsuru çok az görülmektedir. Deneyim ortalama seksen dön gün sürmüş, üçte ikisi için bir tek kez yaşanan bir deneyim olarak gerçekleşmiştir.

Yüzde elli yedisi zevk aldığını, yüzde yirmi biri şaşkınlık yaşadığını ve yüzde onüçü merak ettiğini söyleyerek grubun büyük çoğunluğu deneyime olumlu veya nötr tepki vermiş olduklarını ifade etmiştir. Deneyime olumsuz tepkinin mağdurla fail arasında daha büyük bir yaş farkıyla ilintili olduğu bulunmuştur; olumlu tepki verenlerde ortalama yaş farkı dokuz yaş. olumsuz tepki verenlerde ise on dokuz yaştır. Olumsuz tepkiyi etkileyen diğer değişkenbiri ile yaşanan cinsel deneyimdir. Olumsuz tepki vermiş olan sekiz erkekten yedisi yabancı tarafından istismar edilmiştir. (Olumlu tepki verenlerin yüzde elli dördü bu deneyimi bir tanıdıkla yüzde kırkı yabancıyla ve yüzde altısı akrabayla yaşamıştır.) yabancı
Kadınlar tarafından istismar edilenlerden yalnızca bir kişi olumsuz tepki vermiştir. Kadın faille yaş farkı (sekiz yaş) erkek failinkinden çok daha azdır (20 yaş). Öpüşmek ve sarılmak faile cinsel bir şekilde dokunmak (ve cinsel birleşme) kadınlarla yaşanan cinsel davranışlarıdır. Mağdurun cinsel deneyimi başlatması tümüyle kadınlarla deneyimlerle özgüdür. Mağdurun zorlayanların hepsi erkektir. İki mağdur faili tehdit ettiğini belirtmiştir: Bu faillerin her ikisi de erkektir. Mağdura laf atılması erkek faillerle daha çok yaşanmıştır.

Yetişkinlikte yaşanan onanmamış cinsel deneyimlerde kadın partnerle yaş farkı iki yaş erkeklerle olanda ise beş yaştır. Deneyime olumlu tepki yaş farkının küçüklüğüyle ilintilidir . Akrabayla yaşanan ilişkilerde yaş farkı ortalama on dört yıl. Yabancılarla ilişkilerde beş yıl ve tanıdıkla bir yıldır.

Kadınlarla deneyimlerde cinsel davranış faktörlerinden intim dokunma ve cinsel aktivite daha fazla; erkeklerle deneyimlerde ise laf atma ve takip daha fazladır. Kadın partnerler daha çoğunlukla tanıdık birisi olarak tanımlanmıştır.

Tartışma


Erkek çocukların cinsel istismarı ile ilgili bulgular şaşırtıcıdır. Cinsel istismarla ilgili çalışmalar çoğunlukla kızlar üzerine yapılmıştır ve literatürde erkeklerle ilgili az veri bulunmaktadır. Varolan çalışmaların çoğunda faillerin büyük çoğunlukla erkek olduğu ve mağdurun bu deneyimden ileri boyutlarda travmatize olduğu bulunmuştur. Bu araştırmada ise failin pis bir herif değil genç bir hanım olduğu ve bu deneyiminin mağdurun hoşuna gittiği görülmüştür. Bu veriler doğrultusunda bu deneyimlere sahip erkeklerin bir çoğu için yaşadıklarını cinsel istismar olarak adlandırmak mümkün değildir. Bu grubun çoğu yaşadıklarını olumlu bir şekilde değerlendirmiştir, söz konusu deneyim sanki ilk cinsel deneyim olarak görülmektedir.
Cinsel istismar deneyimi olan erkek gruplarında iki olgu ön plana çıkmaktadır. Kişiyle cinsel partneri arasındaki yaş farkı azaldıkça bu deneyime olumlu tepki verme olasılığı artmaktadır. Tüm yaş gruplarında cinsel deneyimi kimin başlattığı önemli görünmektedir. Yaş ortalaması sekiz olan küçük yaş grubun dahi önemli bir kısmı deneyimi başlatanın kendileri olduğunu belirterek bu etkileşimde duruma hakim olduklarını ifade etmişlerdir. Tahminen, yaş farkının az olması ve cinsel etkileşimlerde inisiyatifin erkekte olması cinsel kontekste kontrol duygusuna sahip olma ve güç dengesini elde tutmayla ilgilidir.

Cinsel deneyime en olumsuz tepki ve mağdurun cinsel deneyimi en düşük oranda başlatması on sekiz yaş sonrası grupta görülmektedir. Erkek üniversite öğrencilerinin yüzde on dördünün nasıl olup da onaylamadıkları cinsel etkileşin iradeleri dışında girdiklerini anlayabilmek doğrusu zor gelmektedir. Olasılıkla inisiyatife ele alan ve cinsel ortamda özgüvenli davranan yaşça kendinden daha büyük bir kadınla yaşanan cinsel ilişkiler erkek tarafından istismarcı olarak algılanmakta ve olumsuz duygulara yol açmaktadır.

Şöyle ki, ataerkil toplumlarda maskülenite cinsel güçle yakından ilişkilidir. Her iki yönde yaş farkı, cinsel partnerle ilişkinin niteliği, intim duygular gibi konteksle ilgili etkenler göz önüne alınmaksızın erkek her zaman hazır, istekli ve potentttir. Böylece çocukluk ve ergenlik yaşlarında bir kadınla yaşanan cinsel deneyim bir başarı olarak görülmektedir.

Yetişkin ilişkilerde ise, ataerkil erkeğin cinsel durumlarda kontrol sahibi, kadının ise saf ve masum olması gerektiği göz önüne alındığında. inisiyatifi ele alan deneyimli bir kadınla yaşanan cinsel etkileşim olumsuz olarak algılanmaktadır.

Verileri açıklayabilecek başka bir görüş de, yaşadığımız toplumda cinselliğin tabularla örtülü olmasıyla ilgilidir. Bir yandan cinselliğe yaklaşımda yasaklar ve tutuculuk hakim iken, diğer yandan bireyler reklamlar, televizyon programları. pornografik yayınların yaygınlığı, ünlülerin yaşam tarzı, sokaktaki kadının giyimi gibi cinsellik içeren veya çağrıştıran uyarıcılarla yaygın bir şekilde karşı karşıya gelmektedirler. Bu ortamda, ergen yaştaki erkeklerden cinsel olarak aktif olmaları ve erkekliklerini kanıtlamaları beklenmektedir. Aynı yaştaki kızların ise masum ve mazbut olmaları gerekmektedir. Ortaya çıkan durum, bir ölçüde hala daha mazbut olma baskısı altında olan cinsel olgunluğuna erişmiş genç kadınlar ile tam gaz gitmek isteyen ergen erkekler arasında işlevsel bir ilişki olabilir. Yaşadığımız ortamdı bu tür ilişkiler, daha liberal toplumlara ve cinselliğe tutumların çok daha tutucu ve cezalandırıcı olan toplumlara nispeten daha yaygın olabilir.

Bu durum alternatif olarak, bireylerin cinsellikle ilgili hissettikleri suçluluğun bilişsel uyumsuzluk (kognitif disonans) çerçevesinde açıklanmasıyla da mümkün olabilir. Bazı erkekle: üniversitenin nispeten daha liberal ortamında cinsellik yaşarken, evlilik dışı seksin sosyal ve ahlaki kabullenilirliği konusunda anksiyete yaşıyor olabilirler. Bu nedenle bu kişiler üniversitede yaşadıkları cinsel deneyimleri onanmamış, kendilerinin başlatmadığı, zorlandıkları ve hoşlarına gitmeyen bir şey olarak ifade ediyor olabilirler. Çocuklukta yaşanan cinsel deneyimlerde bu etkinin görülmemesinin nedeni, bir çocuğun davranışlarından sorumlu tutulamayacağı inanışı olabilir. (5)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
1. ÇOCUK İSTİSMARI

6.1 Çocuklara Kötü Davranma (istismar) ve İhmal Etmenin Tarihçesi

İnsanlık tarihinde geriye bakıldığında farklı kültürlerde farklı çağlarda çocuğun, bir “mal” gibi algılanıp çeşitli biçimlerde kötüye kullanıldığı görülür. Çocukların doğar doğmaz babaları tarafından öldürülmeleri, köle olarak satılmaları, tanrılara adak olarak verilmeleri, boğaz tokluğuna çok ufak yaşlarda ağır işlerde çalıştırılmaları gibi, örnekler çoğaltılabilir. Eski yunan toplumunda babaya çocuğa kötü davranması ve gerektiğinde ırkın özelliğini koruması amacıyla onu öldürmesine izin verilmiştir. İkinci asırda eski Yunan hekimi, olan Saranus ebelere doğumda her çocuğa iyice muayene etmeleri ve yetiştirilmelerini uygun görmediklerini öldürmeleri için terk etmelerini önermiştir.

Tarihte çeşitli toplumlarda zaman zaman çocuklara karşı kötü davranıldığı görülmüştür. Spartalıların fiziksel özürlü çocukları kabilenin yaşlılarının oluşturduğu bir kurul tarafından muayene edildikten sonra onların öldürülmesine veya yaşamasına karar verildiği bilinmektedir.

Örneğin Avusturya’daki bir kabilede ikiz doğan çocukların normal görülmedikleri için öldürülüyordu. Yine İskoçya ve Hindistan’da ikiz doğumlar utanılacak bir talihsizlik olarak kabul edilirdi.

İskoçya’da ikiz doğum yapan kadınlar iki ayrı erkekle ilişki kurdukları düşünülerek suçlanırdı.

Gayri meşru çocuklarda zaman zaman toplumlarda sorun olmuşlar ve kötü davranılması gereken çocuklar olarak düşünülmüşlerdir. Celts’ler doğan bebeğin sağlıklı ve meşru olup olmadığının anlamak için bebeği soğuk nehre bırakırlardı. Eğer bebek yeterince güçlü ve meşru ise su yüzünde kalır aksi takdirde batarak boğulurdu.

İnsanlık tarihinde kız çocuklar daha öldürülmüşlerdir. Kız çocuklara kötü davranma ve ihmal etme daha sık görülmekteydi. Özellikle Hindistan ve Çin’de kız çocuklar ekonomik nedenlerle satılmakta veya iş gücüne fazla katkıları olamayacağından öldürülmekteydiler. Eskimolar arasında eve gelen misafirlere kızlarını ikram etmede yaygın bir uygulamadır.

17. ve 18 Yy.da sık sık karşılaşılan bir başka öldürme yöntemi de özellikle İngiltere’de uygulama istenmeyen bebeklerin bizzat anneleri tarafından uyurlarken ezilerek öldürülmesiydi.

ABD’de bildirilen ilk çocuk istismarı olayı New York şehrinde olmuştur. Mary Ellen kendisini evlat edinen üvey anne babası tarafından ısırılan bir çocuktur. Bu çocuğa yapılanlar daha uygun bir yasal kuruluş olmadığı için “Hayvanlara İşkenceyi Önleme Derneği”’ ne bildirildi. Bu durum 1871’de Çocuklara İşkenceyi Önleme Derneği’nin kurulmasına neden olmuştur.

Şiddet, ihmal ve terk etme son iki yüzyıla kadar devam etmiştir. 1980 yılında ABD’ yapılan çalışmalarda kötü davranılan çocukların her gün arttığı bildirilmiştir. Özellikle son 10 yılda tüm dünyada olduğu gibi ABD’de toplumun ilgisini çeken konularda biri ve en önemlisi çocuğa kötü davranma konusudur. Yapılan araştırmalar çocuğa kötü davranmanın hayret edilecek kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Aç bırakılan, dövülen cinsel amaçla kullanılan, sigara ve demirle yakılan ve karanlıkta elbise dolaplarına kilitlenen çocukların sayısı oldukça yüksek bulunmuştur.

Çocuğa kötü davranma ülkemizde temel bir sorun olarak pek konuşulmamaktadır. Bu durum iki biçimde yorumlanabilir.

1. Türkiye’de bu konuda bir duyarlılık yoktur ve dolayısıyla sorunun varlığını veya yokluğunu gösterecek yeterli veri toplamış değildir.

2. Türkiye’de çocuğa (kötü davranma) olarak nitelenebilecek bir sorun yoktur. Ayrıca sorunun varlığı veya yokluğu varsa ne kadar yaygın olduğu bilinmemektedir.

Çocuk istismarı yalnızca fiziksel istismarla sınırlı değildir. Diğer istismar türlerine ışık tutmak ve sayısal veriler elde etmek amacıyla çocuğa kötü davranma ve ihmal türleri ile ilgili yapılan araştırmalarda 1985-86 yıllarına ait gazete haberleri taranmış, bu konuda 209 haber, istismar ve ihmal türleri, istismar-ihmal edilen ve edenlerin bazı özellikleri açısından değerlendirilmiştir. Ayrıcı aynı yıllarda İstanbul, Ankara, İzmir adliyelerindeki tüm ağır ceza ve asliye ceza mahkemelerinin kararları taranmış ve çocuk istismarına, ihmaline ilişkin olanlar incelenmiştir. Yapılan bu araştırmalardan elde edilen veriler değerlendirildiğinde, en çok dikkati çeken sonuç cinsel istismarın gazelerde % 42, adliyede % 65 oranla diğer istismar ve ihmal türlerinde daha yoğun olarak rastlanmasıdır. Ancak Türkiye’de çocuk istismar ve ihmali konusunda ilerleme kaydedilmesi için bilimsel araştırmalara paralel olarak, konu ile ilgili yasalara işlerlik kazandırmak, sosyal sorunları iyileştirmek, kamuoyunu bilinçlendirmek ve disiplinler arası işbirliğini sağlamak gerekmektedir.

Ülkelerin en değerli varlıklar olan çocukların her yönden sağlıklı büyüme, gelişme ve yetişmeleri, çocuk istismarı ve ihmali konusunun gerek bireysel ve gerekse toplumsal boyutta ciddi bir biçimde ele alınması ile mümkün olacaktır.
6.2 Kötü Davranılan ve İhmal Edilen Çocukların Tanımı

Birlemiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından 1986’oa çocuk istismarının kapsamı şöyle belirlenmiştir:

a) Çocuğa maksatlı olarak zarar verilmesi
b) Bu davranışın sosyal açıdan yasaklanmış olması
c) Eylemin istismar olduğu konusunda uluslar arası bir görüş birliğinin bulunması
d) Toplum olarak değil, kişi tarafından gerçekleştirilmiş olması
e) Bu eylemden sadece veya daha çok çocukların zarar görmüş olması

Bu belirleme, istismarın tüm toplumlar tarafından kabul edilecek bir tanımının yapılmasının güçlülüğünü ortaya koymaktadır. Çünkü kültürel yapıda geleneksel olarak kabul gören davranış, diğer toplumda istismar olarak kabul edilebilir.

- Anne, baba veya çocuktan sorumlu kişiler tarafından girişilen, toplumsal değerlerin olan tüm eylem ve eylemsizlik olarak tanımlanır.
- İstismarı, çocuğun bakımı ile ilgilenenlerin çocukları cezalandırma, disiplin altına alma ve kontrol etme amacıyla haklarını sömürme olarak ihmali ise koruma ve bakımı ile ilgili görevleri yapmada başarısızlık olarak ifade edilir.
- Anne – babaların veya çocuktan sorumu olan kişilerin giriştiği veya ihmal ettiği eylemler sonucunda kaza dışı zarar görmeleri olarak tanımlanır.
- Çocuklara karşı girişilen onların fiziksel, duygusal, zihinsel, toplumsal girişimleri engelleyen her türlü eyleme kötü davranma (istismar) çocuğun beslenme, barınma, korunma, gözetim, sağlık gibi temel gereksinimlerinin karşılanması da “ihmal” olarak tanımlanır.
- İstismar sadece bir eylem ile sınırlı değildir, gerekli olduğu durumlarda hiçbir tepki göstermemenin, yani eylemsizliğinde olması istismar kapsamına girer. Çocukları başıboş bırakmak, olası tehlikelerden korumamak da istismar kabul edilir.

İstismar ve ihmali tanımlarken karşılaşılan güçlüklerden biride kültürler arası farklılıklardır. Farklı kültürlerde o kültürün çocuğa verdiği değerlerden veya yaygın olarak kabul edilen ve uygulanan disiplin yöntemlerinden kaynaklanan sorunlar nedeni ile istismarı evrensel bir biçimde tanımlamak olanaksız görülmektedir. Örneğin, bir batılı ülkemizdeki bazı geleneksel çocuk yetiştirme yöntemlerini kundaklama, dayak, sünnet, vs çocuğa istismar olarak algılarken geniş çapta bir inceleme yapan diğer bir batılı araştırmacı bu uygulamaları istismar dışında bırakabilir.

İstismar ile terbiye amacıyla çocuğu cezalandırma davranışını birbirinden ayırmak gerekmektedir. Terbiye amacı ile verilen cezada çocuğun kötü davranışı bırakıp, iyi davranışı kazanması beklenir. Çocuğa kötü davranmada ise, çocuğun davranışını düzeltme, onu daha iyiye götürme amacı güdülmez. Çocuk yaşadığı için, sanki bu dünyaya geldiği için suçludur ve çocuk var olduğu için cezalandırılır.

6.3 İstismar ve İhmalin Sınıflandırılması

· Fiziksel İstismar
· Duygusal İstismar
· Cinsel İstismar
· Fiziksel ve Duygusal İhmal

6.1.1 Fiziksel İstismar

Fiziksel istismar tüm davranışlar içinde en çok dikkati üzerinde toplanmış olan rapor edilmiş vakaların yaklaşık % 50’sinde var olan konudur. Fiziksel istismar tüm istismarlardan ölümlerin % 47’sini oluşturur.

Bu istismar kavramı kaza sonucu olmayan çocukta fiziksel bir hasara, yaralanmaya, hatta ölüme neden olabilen tüm erişkin davranışlarını kapsamaktadır. Bu saldırılar bazen çok hafif, çocuğa zarar veremeyecek biçimde olduğu halde, bazen de çürükler, morarmalar, kırıklar, çıkıklar, baş travmaları gibi çocuğun ölümüne neden olabilecek kadar ciddi olabilmektedir.

6.1.2 Duygusal İstismar

Çocuğun yaşı ve içinde bulunduğu gelişim dönemi duygusal istismarın çocukta meydana getireceği sonuçların farklılaşmasına yol açabilmektedir. Örneğin aşırı koruyuculuk bebekli döneminde çocuk için önemli bir gereksinim iken aynı tür davranış okul öncesi, okul çağı ve erginlik döneminde duygusal istismar olarak değerlendirilir.

Duygusal istismarı değerlendirirken anne baba ilişkisinin yanında ailenin bulunduğu sosyal, ekonomik ve kültürel sistemlerinde göz önünde bulundurulmasının yararlı olacağı görüşü yaygındır. Duygusal istismar az görülen bir formu da ebeveynin çocuğu hasta olarak kabul ettiği “Munchausen Sendromu” dur. ABD’de bildirilen bir vakada anne çocuğa fekal materyali injekte etmiştir. Çocukta yaygın infeksiyonlar saptandığı halde anne çocuğa antibiyotik vermemiştir. Bu durum devamlı infeksiyonlara ve birçok kere hastaneye yatmaya sebep olmuştur. İngiltere’de ise; bir anne çocuğun kendi idrarı yerine kontamine idrar örneğini vererek yine çeşitli defalar çocuğun hastaneye yatmasına neden olmuştur. Bu durumlarda çocuk ebeveynin ciddi psikiyatrik problemlerinin kurbanı olmaktadır.

Duygusal istismarı teşhis etmek oldukça güçtür. Çünkü yara, yırtık gibi belirgin özellikler göstermez.

Duygusal istismar nadiren fiziksel belirtilerle ortaya çıkabilir. Klinik belirtiler çok değildir. Konuşma bozuklukları, fiziksel gelişmede gecikme, uyku bozuklukları, bilinçsel ya da duygusal gelişme geriliği, psikosomatik şikayetler (baş ağrısı, bulantı, abdominal ağrı vb.), enürezis, enkoprezis gibi belirtilerin yanı sıra annelerin çocuğun duygusal beslenme ihtiyaçlarını tam olarak yerine getirememesi sonucu çocukta organik temeli olmayan “büyüme bozukluğu” görülmektedir.

Duygusal olarak istismar edilmiş çocukta birçok davranışsal bozukluklar izlenebilir. Çocukta oyun isteğinin olmaması, alışılmadık korkular, depresyon, içe dönüklük ve saldırganlık görülebilir.

Hiperaktivite, güçsüzlük duygusu, aşırı kaygı, hafıza, konsantrasyon ve oryantasyon bozukluğu, aşırı bağımlılık, parmak emme, ısırma, sallanma gibi kendini uyaran hareketler, yalan söyleme, çok temiz ve düzgün olma duygusal olarak istismar edilmiş çocuklarda sık görülen davranışsal belirtilerdir. Bu çocukların adölesan döneminde suç işleme, ilaç bağımlılığı, intihara teşebbüs oranlarının daha yüksek olduğu saptanmıştır.

6.1.3 Cinsel İstismar

Cinsel istismarın çeşitli tanımları mevcuttur;

Bir yetişkinin bir çocuğa cinsel doyum sağlamak amacı ile yaklaşması ve onu kullanmasıdır.

Olgunlaşmamış çocukların anlamadan ve kendileri istemeden seksüel ilişkide kullanılmalıdır.

Psikososyal gelişimini tamamlamamış ve yaşı küçük olan bir çocuğun cinsel uyarı için kullanılmasıdır.

Ulusal Çocuk İstismarı ve İhmali Merkezinin (The National Center on Child Abuse NCCAN) tanımına göre; bir yetişkinin çocukla ilişki kurarak cinsel uyarı için çocuğu kullanmasıdır.

Cinsel saldırıya yönelenler baba, anne, kardeşler, üvey baba, uzak akrabalar, aile ile ilişkili insanlar, arkadaşlar, bebek bakıcıları, öğretmenler, yabancılar ve aynı yaştan ya da yakın yaşlarda olan çevredeki insanlardır. Genellikle saldırganların orta yaş kuşağındaki insanlar oldukları ve çoğunlukla erkek oldukları görülmektedir.

Erişkinlerin çocukların anlattıklarına güven duymaması ve anlattıklarını masal olarak kabul edip, yapıldığı ispatlanana kadar olayı olmamış kabul etmeleri olayların atlanmasına ve çoğu olayda da geç müdahaleye neden olmaktadır.

Cinsel istismarda bulunan kişilerin çoğu çocuğun ailesi tarafından bilinene kişilerdir. Temelde bunun oluşturduğu en büyük sorun bu olayların açığa çıkarılmaması ve bildirilmemesidir. Bildirilmeme olaylarının çoğunun çocuğu cinsel olarak istismar eden kişinin tehdit etmesinden veya birçok olguda bunu yapan kişinin aileden biri olmasından kaynaklanır.
Çocukluk döneminde cinsel istismarı yaşamış olan çocuklarda cinsel istismar tek başına fiziksel belirtilerle tanımlanabilir. Öncelikle anormal belirtiler aranmalıdır. Sıklıkla görülen genital bölge, ağız, kol, ense, bacaklarda ekimoz ve sıyrıklar, ısırık izleri ile birlikte rektal dokuda yırtık, vajinal açıklıkta dilatasyon, hymenin yırtılması, vajinal ve rektal kanama görülebilir.

Cinsel saldırıya uğrayan çocuklarda perinede yaralanmalara, çocuğun hareketini engellemek için iple bağlandığını gösteren izlere rastlanabilir. Ayrıca yürüme ve oturmada güçlük, özellikle 10 – 15 yaşlarındaki gebelik, cinsel yolla bulaşan hastalıklar (gonore, sifiliz) vajinit, anal sfinter tonusünün azalması, üretrada enflemesayon, genital bölgede ağrı, şişme ya da kaşındı, idrar yaparken ağrı, tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonları da görülebilir.

Cinsel istismarda fiziksel kanıtların yokluğu, davranış bulgularını önemli hale getirir. İki yaşındaki bir çocuğun muayene masasına yatmak istememesi, direnmesi normaldir. Fakat çocuk bezi, kilotu açıldığında korku belirtileri gösteriyorsa cinsel istismardan şüphelenilir. Eğer daha büyük bir çocuk genital muayenede aşırı korku ve endişe gösteriyor veya 3-4 yaşında bir çocuk hiçbir reaksiyon göstermiyorsa cinsel istismardan şüphelenilmemelidir.

Ayrıca yatağını ıslatma, parmak emme, aniden çocuğun her şeyden korkması, evden kaçma, ilaç ya da alkol kullanımı kişilikte önemli ölçüde değişiklik olması (depresyon, öfke, düşmanlık, agresyon), okul başarısında değişiklik, intihar düşünceleri ya da girişimleri, somatik şikayetler (baş ağrısı, abdominal ağrı, yeme bozuklukları), uyku bozuklukları, cinsel içerikli uyarıcı resimler çizme, yaşa uygun olmayan cinsel oyunlar, aşırı mastürbasyon, alışılmışın dışında cinsel davranışlar, arkadaşlarından uzaklaşma adölesanlar arasında ******lik gibi davranışlar bu çocuklarda sık görülür.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
6.1 Fiziksel ve Duygusal İhmal

İhmal, anne, baba ya da bakıcının çocuğa bakma ve koruma yükümlülüklerini gereğince yerine getirmemeleri sonucu ortaya çıkan bir durumdur. İhmal bir çocuğun gelişimsel gereksinimlerini düzenlemeyi başaramamak, fiziksel bakımını uygulamamak anlamına gelir.

Çocuk ihmali çocuklara yapılan diğer türdeki kötü davranma şekillerinden daha çok sayıda çocuğu ilgilendiren bir konudur. Diğer tüm istismarların oranı %44 iken, ihmal olguları %58 dir. İhmal edilen bu çocukların ölüm nedenleri çocuğun fiziksel ve duygusal gereksinimlerinin karşılanmamasıyla ilgilidir.

Çocuktan sorumlu olan kişinin isteyerek veya çok büyük bir dikkatsizlik sonucu çocuğun önlenebilecek sıkıntıları yaşamasına izin vermesi veya bir insanın fiziksel, emosyonel ve zihinsel gelişimi için gerekli olan içeriklerin bir veya daha fazlasını sağlayamaması ihmal olarak tanımlanır.

İhmal olayları oldukça geniş bir dağılıma sahiptir. Bazı aileler bilerek çocuğu aç bıraktığı gibi bazıları da beslemeye unutabilmektedir. Bazı aileler, aile rollerinin ve sorumluluklarının nasıl yerine getirileceği hakkında bilgi toplamaya gerek bile duymazlar.

İhmal, çocuğun iyiliğe, normal gelişimi, güvenliği ve sağlığının korunmasında ebeveyn ve bakıcının onun temel gereksinimlerini sağlayacak koşulları oluşturmada başarısız olması, çocuğu fiziksel, sosyal tehlikelerden koruyamamasıdır.

Bu çocuklara fiziksel bir saldırı yapılmamış olabilir. Fakat çocuk iyi beslenmemiş, çıplak bırakılmış, sağlığı ve gelişimi çok ihmal edilmiştir. Yetişkinler bu çocukların çevrelerinde bulunan tehlikeleri kaldırmayı düşünmedikleri için bunlar devamlı tehlike, kaza ve hastalıklarla karşı karşıyadır. Aile ve çocuk arasındaki sevgi olabilir veya olmayabilir. Gerçek olan durum, çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığının çok ihmal edilmiş olmasıdır.


6.1.1 Fiziksel İhmal

Genel olarak çocuğa yeterli besin, giyecek, barınak, tıbbi bakım, eğitim veya fiziksel olarak güvenli bir ortam hazırlamamaktır.

Çocuğun ihtiyaçlarının karşılanmamış olması pek çok belirgin fiziksel bulgu ile tanınabilir. Eğer çocukta fiziksel bir bulgu varsa çocuğun ağırlığı düşükse, gelişimi zayıfsa, büyüme normal değilse, abdominal distansiyon varsa, deri altı yağ dokusu azalmışsa, yetersiz ve dengesiz beslenme şüphesi uyanmalıdır. Bulgular genellikle çocuğun sürekli aç bırakılması sonucudur. Çocuğu ile yeterli bir duygusal ilişki kuramayan anne babalar kendi sorunlarıyla baş edemediklerinde çocuğu beslemeyi unutabilir ve hatta çocuğun açlık nedeniyle ağlayışını duymazlıktan gelebilirler.

Küçük çocuklarda hijyenik bakımın iyi olmaması, çocuğa bakımın iyi yapılmadığını gösterir. İhmal edilmiş çocukların çoğu hava durumu ile uymayan veya kirli giyecekler giyerler.

Bir bebeğin saçlı derisi üzerinde saçsız alanların nedenleri dikkatle araştırılmalıdır. Çocuğun oksipital bölgesinde sürekli saçsız alanın bulunması da bu çocuğun uzun zamandan beri aynı pozisyonda bırakılmış olmasını düşündürebilir.

İhmal edilmiş çocukta diş sorunları, aşılama veya tedavi edilmemiş infekte yaralar, tıbbi bakım eksikliğini gösterir. Kundak dermatiti, pişikler, kirli görünüm, kötü koku, bezlerin idrar ve dışkı kokması gibi temizlik ve bakım ihmaline de sık rastlanır. Bu çocuklar çoğu kez apatik ve huzursuz görünümdedirler. Anne babalar genel bakım kurallarını uyguluyor gibi görünseler de çocuğa yeterince dokunmazlar, ona bakmazlar.

Fiziksel ihmalin davranışsal belirtileri; fiziksel belirtileri ile yakından ilgilidir. İhmal edilmiş çocuklar sıkılgan, pasif, yabancılardan ve erişkinlerden korkan, çevrenin farkında olmayan, rahatlama için kendi parmaklarını emen çocuklardır. Eğer çocuk yiyecek dileniyorsa ve çalmaya kalkıyorsa evde yeterince beslenmiyor demektir. Bu çocukların okulda öğrenme güçlükleri, okula çok erken gelme, çok geç ayrılma, okuldan kaçma, sınıfta sıklıkla uykuya dalma veya okula devamsızlık gibi alışkanlıkları vardır. Erişkinlerin görev ve sorumluluklarını üzerine alırlar. Örneğin küçük kardeşlerine bakarlar. Bu çocuklarda ileri yaşlarda ilaç, alkol bağımlılığı, hırsızlık, saldırganlık ve suça eğilim gibi davranışlar sık görülür.

Çocuklarını fiziksel yönden ihmal eden ebeveynlerin çocuğun gereksinimlerini anlamada yetersiz oldukları, mental retarde ya da IQ düzeylerinin düşük olduğu ve kişilik bozukluklarının olduğu belirlenmiştir.


6.1.2 Duygusal İhmal

Duygusal ihmal çoğu kez fiziksel istismar ile birliktedir. Çocuğa emosyonel destek ve bakımın tam verilememesi, çocuğun gelişimi için uygun uyarıların oluşturulamamasıdır.

Duygusal ihmal çocuğun sürekli azarlanması, yıldırılması veya reddedilmesidir. Ayrıca çocuğa yeterli sevgi ve ilginin verilmemesidir. Suça teşvik, ilaca alıştırma gibi davranışlara karşı çocuğun uyarılması da duygusal ihmal kapsamındadır. Ailenin aşırı koruyucu olması da bu ihmale dahildir. Çünkü aşırı koruyucu aile çocuğun sağlıklı gelişmesini engeller.

Duygusal ihmalde sözlü istismar en çok yapılan şekildir. Çocuğun üzerine bütün suçların yüklenmesi, aşağılama, küçük düşürme, gerçekçi olmayan beklentilerin varlığı örneklerdir. Anne baba yeterince çocukla konuşmazlar, onunla oynamazlar ya da ona yeterli oyuncak almazlar.

Duygusal ihmalin sınırlarını çizmek oldukça güçtür. Bu durum kendine olan güvenini bozar ve çocuğun kendi kendine yeterli olmasını engelleyen en önemli faktördür.Bu çocuklarda fiziksel, zihinsel gelişme geriliği, beslenme bozuklukları, enürezis, uyku bozuklukları görülebilir. Okul başarıları düşüktür. Bu çocukların kendilerine ve çevredeki bireylere yönelik kontrol edilemeyen saldırgan davranışları olabilir.

Duygusal olarak ihmal edilen çocuklarda ısırma, parmak emme, tırmak yeme, olduğu yerde sallanma, çekingenlik, alışılmamış korkular, anti sosyal davranışlar (yıkıcılık, hırsızlık, işkence yapma) aşırı uysal veya saldırgan olma, intihar girişimleri görülebilir. Bu çocuklarda gülümsemenin olmaması ve anksiyete sık görülen belirtilerdir.


6.2 İstismar ve İhmalin Ortaya Çıkmasında Etkili Olan Faktörler

İstismar ve ihmal çoğunlukla ana-babanın yaşam stresi ile ilgilidir. Ailedeki ekonomik ve sosyal stresler, çocuğun istismarına zemin hazırlayabilir. Ailede kriz oluşturarak çocuğun istismar edilmesine neden olan iç ve dış stres faktörlerinden bahsedilebilir.

6.2.1 Dış Stres Faktörleri

Bazı ekonomik, sosyal, çevresel ve kültürel özellikler, ailede kriz oluşturarak çocuğun istismarına yol açabilir. Ekonomik yetersizlik, aile için en önemli stres faktörüdür. Bu faktör yoksulluk, işsizlik, borçlanma gibi nedenlerle ortaya çıkar. Çoğu zaman iyi beslenememe, yetersiz ev koşulları, sağlıksızlık gibi sorunları da beraberinde getirir. Ekonomik sıkıntılarla ailenin ruh sağlığı arasında önemli ilişkiler saptanmıştır. Sosyal ve çevresel stres yapıcı faktörler de aile ilişkilerini olumsuz etkilemektedir. Ana – babanın çevre ile ilişkilerinin biçimi ve ya çevreden kopmuş (izole) olmaları aile işlevlerinin fonksiyonel biçimde yerine getirilip getirilmemesinde önemli farklılıklar oluşturmaktadır. Aile çevresinde meydana gelen hastalık ve kazalar, diğer sosyal sorunlar ailenin iç yapısını etkilemektedir.

Tüm bu ekonomik stres faktörleri, ana-babanın dayanıklılığı ve sabrı üzerinde olumsuz etkiler oluşturarak çocuk istismarına neden olabilmektedir. Çalışmalar, aynı çevrede yaşayanların çocuklarına benzer şekilde davrandıklarını, aynı biçimde istismar ettiklerini göstermektedir. Burada kültürel faktörlerin önemi ortaya çıkmaktadır. Bazı kültürlerin çocuk eğitim sistemleri istismara yöneliktir. Örneğin dayak bir eğitim aracı olarak kabul edildiği için doğal karşılanır.

Ailenin yaşam koşulları, sosyal ve kültürel çevre ile ilişkileri, yaşam tarzları birer stres faktörü olarak ailede kriz oluşturuyorsa bundan çocuklar da olumsuz yönde etkilenebilmektedir. Ancak bu faktörlerin tek başına yol açtığını söylemek yanlış olur. Bu ailede istismara yol açmaz. İç düzen ve ilişkiler açısından güçlü olan aileler, aralarındaki sağlıklı yapı ve dayanışma sayesinde dış stres faktörlerinin aile ortamını olumsuz etkilemesine izin vermezler. Ancak aile içinde de stres oluşturan faktörler söz konusu olduğunda dış stres faktörleri olumsuz etkisini gösterir.


6.3 İstismar Edilen Çocuk ve Aileyi Tanımada Hemşirenin Sorumluluğu

Toplumda kötü davranma, ihmal etme bazı bireylerce kötü, iğrenç, itici gelebilir. Bunun sonucu da bu durumu çoğu kez inkar ederler, görmezlikten gelebilirler. Hemşireler ise bulundukları özel yerleri ve eğitimleri nedeniyle bu durumdan kaçmayarak bu soruna eğilmeye çalışmalıdırlar.

İstismar ve ihmal, hemşirelerin yanı sıra hukukçular, psikologlar, sosyologlar ve sosyal hizmet uzmanları gibi değişik disiplinlerce de ciddi bir sorun olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu disiplinlerin rolü riskli aileleri tanımak aile ile ilgili tedavi edici ilişkiler kurmayı sağlamak, çocuğu korumak, istismar ve ihmal eden ebeveynleri mümkün olduğu kadar rehabilite edecek programlar hazırlamak, çocuk, aile ve topluma yardımcı olmaya çalışmaktır.

Bu değişik disiplinler içinde yer alan ve sağlık ekibinin önemli bir üyesi olan hemşirenin görevi de hem bu disiplinler arasındaki ilişkiyi sağlayabilmek hem de ailelere ulaşabilmek amacıyla ailelerle her ortamda ilişki kurmak ve eğitim yapmak açısından çok önemlidir. Hemşirenin ayrıca kötü davranılan ve ihmal edilen çocukların erken tanısında ve erken tedaviye başlanılmasındaki rolü de çok önemlidir. Gerek koruyucu sağlık hizmetlerinde gerekse tedavi edici kurumlarda çalışan bir hemşire aileyi bir bütün olarak ele almalı, çocukların sağlığının korunması, bakımı, beslenmesi ve eğitimi hakkında aileleri bilinçlendirilmeli, aile içi ilişkiler geliştirmede, sorunları çözmede onların da katkılarını sağlayarak ailelere destek olmalıdır.

Çocukla ilgilenen tüm hemşireler konuları ne olursa olsun istismar ve ihmalin erken tanı ve tedavisinde, önlenmesinde aile ve toplumu bu konuda bilinçlendirme aktif rol almalıdırlar. Çünkü gerek koruyucu, gerekse tedavi edici sağlık kurumlarında çocuk ve aile ile ilk karşılaşan birey hemen hemen her zaman hemşiredir.

Hemşirenin istismar ve ihmal edilen çocuğu ve aileyi tanıyabilmesi için çocuk ve aile hakkında kapsamlı bir bilgiye sahip olması, çocuğu ve aileyi çok iyi gözlemesi ve tanıya yardımcı bazı belirtileri çok iyi bilmesi gerekir.

Özellikle Ana-Çocuk Sağlığı Merkezlerinde, Sağlık Ocaklarında, Aile Planlaması, Doğum ve Yenidoğan Ünitelerinde, Okullarda çalışan hemşireler riskli aile ve çocuğu tanıma ve olayları olmadan önleyebilme yönünden daha avantajlı bir konumdadırlar.

Hemşire toplumda riskli aileleri tanıyabilmek için ailelerle iyi ilişki kurmalı, ev ziyaretleri yapmalı, öykü alarak ve gözlem yapmalı ve hangi çocukların risk altında olduğunu iyi değerlendirmeli, bu durumu düzeltmek için de çaba sarf etmelidir.

Doğum esnasında ve perinatal dönemde öykü alma ve gözlem yoluyla istismar ihmale eğilimli anne ve aileleri erken tanıyabilir, tehlikeyi önlemek amacıyla bazı adımlar atabilir, tedavinin erken başlamasında ve başarılı olmasında rol oynayabilir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
1. ENSEST

7.1 Ensestin Tanımı

Ensest, kaile içinde vuku bulan bir cinsel istismar biçimidir.
Bu istismar, eşler dışında aile bireylerinden birinin cinsel doyum amacıyla ailenin diğer bir üyesi ile cinsel temasa kadar giden ilişkilerde bulunması demektir. Enseste güvene ihanet; cinsel istismarda ise çocukluğun masumiyetinin istismar edilmesi vardır. (9)

7.2 Sayılarla Ensest

Batı ülkelerinde yapılan bazı araştırmalar ensest istismarının tüm cinsel istismarın %10 ile 32’si arasında bir oranını oluşturduğunu göstermektedir. Yasalar kadın nüfusunun %16’sının 18 yaşına gelmeden bir aileye üyesi tarafından cinsel istismara maruz bırakıldığında ve genel erişkin kadın nüfusunda %5 kadar varan oranda kadının babaları tarafından istismar edildiğine dair bulgular vermektedirler. Araştırma sonuçları ensest riskinin tekrarlayan evliliklerin olduğu ailelerde daha yüksek düzeylere çıktığına ve bu ailelerden gelen kadınların %20 yakın oranının 14 yaşından önce üvey baba ile bir cinsel ilişki öyküsüne sahip olduğuna işaret etmektedir. (9)

7.3 Ensestin Toplumsal Dinamiği

Yazarların paylaştıkları görüş, toplumlarda ensest ilişkisinin oldukça yaygın olduğu fakat bunun gizlendiği biçimindedirler.

Ensestin gizli kalması ve bu ilişkiden kimseye söz edilmemesi biçimindeki tutumlar ilişkide bulunan kişinin yararınadır ve başkalarının durumuna müdahale etme fırsatını engelleyerek istismarın devam etmesine yardımcı olur.

Çocuklar, kendileri ile cinsel ilişki kuran kişi tarafından korkutularak veya kandırılarak bu ilişkiyi gizli tutacaklarına dair söz, istismarcı için izleyen cinsel zevklerin güvence altına alınması demektir.

İstismarı yapan kişi para ve hediyeler vererek veya başka yollarla çocuğu kimseye bir şey söylememeye ikna edebilir. Bu özellikte ensest ilişkisinde ve suçlunun, çocuğun tanıdığı biri olduğu durumlarda sıklıkla görülür. Çocukların ensest ilişkisini açıkladıkları zaman kendilerine inanılmayacağı düşüncesi de, bu ilişkinin gizli tutulmasında rol oynayan önemli etkenlerden biridir. Utanma, gizlilik, inanmama ve konuşmama ensest ilişkisinin yapılmasında ve sürdürülmesinde temel güdülerdir.(9)

7.4 Ensest Tablosu

Ensest tablosunun hemen hemen tüm kültürlerinde rastlandığının ve bazı hayvan türlerinde gözlendiğinin kanıtları vardır. Örneğin dişi şempanzelerin kızışma dönemlerinde kendilerine cinsel amaçla yaklaşan erkek kardeşlerine şiddetle karşılık verdikleri gözlenmiştir. Bu bulgular ensest tablosunun evrensel olduğu iddialarını desteklemektedir. (9)

7.5 Yakın Akraba Birleşmesinin Sonuçları

Birleşik Amerika’da yapılan araştırmada yakın akraba birleşmelerinden doğan çocukların doğumdan sonra çok geçmeden ölme riski taşıdıkları, çeşitli bedensel yetersizliklere sahip oldukları ve zihinsel yeteneklerinin ağır zeka geriliği ile sınırda zeka geriliği arasında değişen düzeylerde yetersiz olduğu bulunmuştur. (9)

7.6 Ensest İstismarının Özellikleri

Ensest ilişkisinde cinsel istismar mağdurları genellikle kız çocuklarıdır. Bununla birlikte aile içinde erkek çocuklarında cinsel istismara uğradıkları görülmüştür.

Ensest ilişkisinde bulunanlar ana babadan biri olabildiği gibi onların yerini tutan, örneğin üvey ana ve baba, yakın bir akraba olabilir.

Yargı organlarına ve kliniklere ulaşan ensest olaylarının çoğunun baba veya üvey babalar tarafından daha az olarak da ağabeyler tarafından yapıldığı görülmüştür. (9)

7.7 Başlama Yaşı

Ensest ilişkisinin çocukların %80’inde 12 yaşından önce başladığı ve ortalama 4 yıl devam ettiği bulunmuştur. 12 yaş öncesi çocukların fiziki güçten yoksun oldukları daha kolay elde edildikleri ve gelişimlerinin henüz tamamlanamadığı, buluğ öncesi dönemdir.(9)

7.8 Çocukların Ensest İlişkilerine İlk Tepkileri

Ensest mağdurlarının istismara karşı koyamamalarının nedenleri olarak;

1. Kendilerine karşı fiziki kuvvet kullanacağı korkusu
2. Bilgisizlik
3. İstismarcıya yönelik duygular
4. Aileye tehdit
5. Güçsüzlük
6. Annenin ortaya çıkaracağı duygu
7. İstismarcının yetke konumunda olması

Kaynaklarda az sayıda mağdurun ensest ilişkisinden zevk aldıklarını ve bu nedenle direnmediklerin bildirdiklerine işaret edilmektedir.

7.9 Ensest İstismarının Çeşitleri

7.9.1 Öz Baba / Kız Ensesti

Babaların koruyucu olacağı yerde kızına cinsel istismar amacı ile yaklaşarak gösterdiği ihanet çocuğun benlik imgesini ve kendine güvenini tahrip eder. Bu çocuklar enseste maruz kalmakla enseste maruz kalmakla uğradıkları hakaret ve saldırıya karşılık vermek olanağından yoksundur. Çünkü çocuk karşılık göreceğini, ailesinin yıkılacağını veya kendisinin sevilmeyeceğini yada istenmeyeceğini korkusuyla, istismarcıya karşı duyduğu yoğun öfke ve kızgınlığını ifade edemez.

Bu durumda enseste maruz kalmış kızlarda içe yöneliş saldırganlık yanında düşük benlik değeri bozuk anne evlat ilişkisi seksüelleşmiş tutum ve davranışlarda saptanmıştır. (9)

7.9.1.1 Baba Kız Ensestinde Annenin Rolü

Baba kız çocuğu arasındaki ensest ilişkisinin çoğunda annenin katkısının olduğu ileri görülmektedir. Babanın kızına olan cinsel yaklaşımları sırasında annenin sıklıkla evde bulunduğuna dair araştırma bulguları vardır. Bu bulgular annenin cinsel istismara katıldığı veya kızını cinsel istismardan korumak için bir çaba göstermediği biçiminde yorumlanmaktadır. Bazen bu anneler ensesten dolayı kızını suçlamaktadır.

Ensest mağduru kızların 14-15 yaşlarına geldiklerinde evden kaçma yoluna gittikleri gözlenmiştir. Ayrıca bazılarında kendini koruma amacıyla bir erkek bulduğu ve onunla yaşamaya başladığı görülmüştür. (9)

7.9.2 Üvey baba / Kız Ensesti

Ailede babanın öz olmaması cinsel istismara yol açan etmenler arasında ilk sırada yer almaktadır. Ayrıca araştırmalar üvey babaların eve üvey akraba getirebileceklerine bu kişilerin evdeki kız çocuklarla cinsel ilişki kurmada kendilerini fazla bir baskı altında hissetmeyebileceklerine ve üvey babalarının üvey kızlarının bu kimselere karşı daha az koruma çabası gösterebileceğine dikkat çekilmektedir. (9)

7.9.3 Kız Kardeş / Ensest İlişkisi

Kardeşler arasında cinsel etkileşimler büyük erkek kardeş ile küçük kız kardeş veya ailenin büyük erkek çocuğu ile kız akrabalar arasında olabilir. Böyle bir ensesti yaşamış kadınlarda erkek veya kadınlara karşı güvensizlik, cinsel davranın güçlükleri ve ensest ilişkilerine ait anıların istemeden akla gelmiş gibi olumsuz etkiler saptanmıştır. (9)




7.9.4 Anne / Oğul Ensesti

Anne İle oğul arasında bir ensest ilişkisi genellikle inanılması ve kabul edilmesi güç bir olgudur.

Örneğin annenin kendi yatağında erkek çocuğunun uyumasına izin vermesi çocuğuna masaj yapması yada kendine masaj yapmasını istemesi latent dönemde çocuğu ile aynı küvette banyo yapması. Eğer anne çocuğa karşı cinsel duygu besliyorsa bunları annelik görevlerinin arkasına çok rahat gizleyebilir. Anne oğul ensesti baştan çıkarıcıda olabilir. Örneğin, anne çıplaklık veya bir cinsel fiilin gösterilmesinde bulunabilir. Baştan çıkarma duruş ve jestler ile sözel mesajlarla da bu kapsamda davranışlardır. Anne oğul ensestinin kökeninde,

1. Ailede yeterli bir babanın olmaması
2. Annenin sosyal ve duygusal bakımdan yalıtılmış olma derecesi
3. Annenin kimyasal madde kullanma öyküsü
4. Annenin çocuklu çağında cinsel istismara uğrama öyküsü (9)

7.10 Ensest İstismar Suçlularının Özellikleri

1. Edilgen (Pasif) bağımlı kişilerdir.
2. Empatiden yoksunlardır.
3. Bu kişiler % 25 - %30 nun çocukluk çağında cinsel istismara uğramışlardır. (9)

Benzer Konular

19 Aralık 2008 / cahide Cevaplanmış
8 Aralık 2013 / Misafir Soru-Cevap
27 Mart 2011 / Misafir Soru-Cevap
21 Eylül 2015 / Misafir Soru-Cevap