Arama

Türk Toplulukları

Güncelleme: 12 Eylül 2008 Gösterim: 13.212 Cevap: 11
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Mayıs 2008       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türk Topluluklari

Sponsorlu Bağlantılar
Afganistan Türkleri

Nüfusları 1.800.000 civarında olup yaşadıkları şehirler, Farab, Belh, Samangan, Kunduz, Tahhar ve Bedahşan'dır. Bunlar Özbekler, Türkmenler, Kazaklar ve Kırgızlar olarak alt gruplara ayrılmış olup sürekli bir iç savaşın yaşandığı ülkede durumları belirsizdir. Ancak Özbek General Raşid Dostum komutasındaki Özbekler, Taliban vb. gruplara karşı mücadele vermektedirler.

Türk Toplulukları

Afganistan'da Türk dilini konuşanlar genel nüfusun % 10'unu kapsarlar. Türkçe burada üçüncü sırada dil grubudur. Afganistan'da sağlıklı bir nüfus sayımı yapılamadığı için verilen değerler tahminidir. Afganistan'daki Türk grupları şunlardır;

Özbekler: Afganistan'da, Farab, Belh, Mezar-ı Şerif, Samangan ve Kunduz'da yaşamaktadırlar. Sayıları 1 ile 1.5 milyonu bulduğu sanılmaktadır. Çiftçilikle ve hayvancılıkla uğraşırlar.

Türkmenler: Ülkenin Kuzeybatısında yaşarlar. Tahmini sayıları 200 bin civarındadır. Bunlar Teke, Şalar, Sarık, Çekra, Mavrı, Tarık aşiretleridir. Genellikle göçer vaziyette yaşamaktadırlar.

Türk Toplulukları

Kırgızlar: Afganistan'ın kuzeybatısında Tahhar ve Bedahşan bölgelerine yerleşmişlerdir. Sayıları 90 bin civarındadır. Büyük çoğunluğu hayatlarını göçebe olarak sürdürmektedirler.
Kazaklar : Sayıları azdır. Tamamı göçebe olarak yaşarlar. Çin bölgesinden göçebe olarak geldikleri zannedilmektedir.Afganistan'da Türk dili konuşanların okuma-yazma oranları çok düşüktür. Ekonomileri pamuk ve şeker pancarına dayanmaktadır. Ayrıca hayvancılık önemli bir yer tutar. Karakul koyunu ve el halıcılığı revaçtadır

Ahıska Türkleri

1578 yılından 1828 Rus işgaline kadar Anadolu'dan bölgeye yerleştirilen ve Anadolu Türklüğü'nün ayrılmaz bir parçası olan Ahıska Türkleri'nin asıl vatanı bugünkü Gürcistan Cumhuriyeti'nin toprakları içinde kalan ve Türkiye ile komşu olan Ahıska, Ahılkelek, Aspinza, Adıgen ve Bogdanovka vilayetleridir. Buraya yerleşen Türkler'e Ahıska Türkleri denmesinin sebebi ise bu vilayetleri içine alan bölgenin coğrafi isminin Ahıska olmasından ileri gelmektedir.


Son 70 yılda 3 defa sürgüne uğrayan ve 1944 yılında kanlı diktatör Stalin'in hışmına uğrayan ve sürgüne tabi tutulan bir Türk grubu da Ahıska Türkleri'dir. Ahıska Türkleri bu kanlı sürgünde SSCB'nin birçok bölgelerine dağıtılmışlar ve binlerce şehit vermişlerdir.
Ahıska Türkleri bugün 13 Cumhuriyetin 264 değişik bölgelerinde yaşamaktadırlar. Rusya Federasyonunu 28 yerleşim biriminde 70 bin, Kazakistan'da 145 bin, Azerbaycan'da 106 bin, Kırgızistan'da 57 bin, Özbekistan'da 30 bin, Ukrayna'da 18 bin, Türkiye'de 200 bin, çeşitli ülkelerde 3000 olmak üzere 629 bin Ahıska Türkü yaşamaktadır.. Bunların sosyal, kültürel ve eğitimle ilgili pek çok problemleri mevcuttur.

Türk Toplulukları

Bulundukları ülkelerde oluşturdukları kültür merkezlerinde Ahıskalılar kimliklerini koruma mücadelesi vermektedirler.Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan'da Ahıska Türklerinin kurduğu çok sayıda Türk Kültür Merkezinde bu çaba gösterilmektedir.Özbekistan'da bulunan Ahıskalılara ait kültür merkezi, Özbekistan Medeniyet Vakfı bünyesinde 1992 yılı başında "Türk Medeniyet Merkezi" adı ile kurulmuştur. Merkezin başında Dr. Ömer Salman bulunmaktadır. Kazakistan Ahıska Kültür Merkezi 1991 yılında Dr. Tevfik Kurdayev Haşimoğlu tarafından Almatı'da kurulmuştur. Merkezde Türkçe, din bilgisi gibi dersler verilmektedir. Ayrıca merkez, Türkiye'den Kazakistan'a giden Türk vatandaşlarına da kapılarını açmaktadırlar.Kırgızistan'da bulunan Ahıska Türkleri tarafından 1991 yılında kurulan Türk Medeniyet Merkezi'nin başında eski milletvekili İzzet Maksudov bulunmaktadır. Bu üç merkezin stratejik açıdan önemleri çok büyüktür. Türk, Kazak, Kırgız, Özbek kardeşlikleri arasında nifak tohumları ekmek isteyenlere karşı bu merkez mühim görevler üstlenebilecek yapılanmalar haline getirilebilir.

Ahıska Türkleri'nin neden sürgüne tabi tutuldukları tam 47 yıl gizli tutuldu. Gerekçe olarak bu 47 yıl boyunca ileri sürülen ise yalnızca tahmin edilen, varsayılan gerekçelerdi... 1991 yılında sürgünle ilgili belgelerin önemli ölçüde yayınlanmasıyla konu açıklık kazandı. SSCB'nin Halk İçişleri Komiseri Gürcü asıllı Lavrentiy Beriya, savaş sebebiyle bütün yetkileri elinde toplayan Devlet Savunma Komitesi Başkanı Gürcü İ. V. Stalin'e gönderdiği teklif niteliğindeki mektubunda (24 Temmuz 1944) "Gürcistan SSC'nin Türkiye sınırlı bölgelerinde oturan Türk nüfusun önemli bir kısmı yıllardır Türkiye tarafındaki akrabalarıyla temas etmek suretiyle muhaceret eğilimi içerisinde olup, kaçakçılık yapmakta, Türk istihbarat organları için casus angaje etme kaynağı oluşturmakta ve eşkiyaya insan gücü temin etmektedir" diyerek, bu sebeple 16700 hanenin (86 bin kişilik nüfus, bazı kaynaklarda bu rakam 91 bin olarak ifade ediliyor, ayrıca 40 bin kişi de askerde) Ahıska bölgesinde Orta Asya'ya sürülmesini ve bunların yerine de Gürcistan'ın toprak sıkıntısı çekilen kazalarından 7000 Gürcü hanenin iskan edilmesini teklif ediyordu.

Bu teklifini bir hafta sonrasında Stalin tarafından imzalanan yukarıda zikredilen tarih sayılı Devlet Savunma Komitesi Kararıyla da "sürgün" başlıyordu. İşin ilginç tarafı Beriya'nın hazırladığı gerekçeli teklif ile Stalin'in imzaladığı gerekçeli kararın aynı ifadelerden oluşmasıydı. Şüphesiz ki bütün bunlardan daha ilginç olanı gerek teklifte, gerek kararda yer alan iddiaların gerçek dışılığı ve ciddiyetten uzaklığıdır.

Türk toplulukları içerisinde kendi yönetimi olmayan tek Türk topluluğu olan Ahıska Türkleri kendi okulları ve yayın organları yoktur. Yeni yeni kültür merkezleri, dernek veya cemiyet kurmaya başlamışlardır. Geniş bir alana sürüldükleri halde Türklüklerinden hiçbir şey kaybetmemişler, bugüne kadar Türk adını şan ve şerefle yaşatmışlardır.

Dede Korkut Kitabı'nda "Ak-Sıka" (Ak Kale), 481 yılına ait kayıtlarda "Akesga" adlarıyla anılan eski Oğuzlar beldesi Ahıska, Gürcüce "Yeni Kale" anlamına gelen Ahal-Thise'nin Türkçe ve Farsça şekli olarak da yorumlanmaktadır. İslamın ilk fetihleri esnasında Hz. Osman'ın hilafetine rastlayan dönemde Şam valisi Muaviye'nin kumandanlarından Habib b. Mesleme tarafından ele geçirilen Ahıska, 1267-68 yıllarında da Moğolların hakimiyeti altına girmiş, daha sonraki yıllarda bölgenin yarı bağımsız valileri "Atabeğ"ler tarafından yönetilmiştir.

Ahıska, Atabeğleri Lala Mustafa Paşa'nın, Çıldır Savaşı (1578) sonunda Osmanlı idaresine girdiler. Son atabek Minüçihr Osmanlı'ya bağlılığını bildirerek müslüman oldu ve Mustafa Paşa adını aldı. Bu tarihten sonra Ahıska yeni kurulan Çıldır eyaletinin merkezi haline getirildi ve tahriri yapıldı. Ancak, Çıldır'ın savaşlarda harap olması üzerine Ahıska eyalet oldu, bir ara Safevilerin de eline geçen şehir, 1635 yılında tekrar Osmanlı hakimiyetine girdi. 1828 yılında Rusların idaresine girinceye dek tam 250 yıl Osmanlının serhat şehri olarak kalan Ahıska Türkiye sınırlarından kopunca bu bölgede yaşayan Serhat Türklerinin kötü talihi de işlemeye başladı.

1853-1856 Osmanlı-Rus savaşı esnasında bir kısım Ahıskalı Osmanlı ordusuna yardımcı oldukları gerekçesiyle üzerlerinde yoğunlaşan baskılardan kaçarak Erzurum'a sığındılar. Yine bu savaş sonrasında Kars'ın Osmanlı sınırlarından koparılmasıyla Ahıska Türkiye sınırından bir hayli uzakta kaldı. Bu dönemde Kuzey Doğu Anadolu'dan Ahıska bölgesine doğru bir Ermeni göçü yaşandı.
Balkanlarda Yaşayan Türkler

Türkler'in Balkanlara yerleşmesi çok eski tarihlere dayanmaktadır. Türkler Balkanlar'a iki ayrı yoldan gelmişlerdir. Birincisi Hazar Denizi-Karadeniz kuzeyinden, ikincisi ise güneyden Anadolu üzerindendir.
Balkanlar'a gelen ilk Türk kavimleri MS 300 yıllardan itibaren Karadeniz'in kuzeyden geçerek bölgeye yerleşmişlerdir. Bunlar Oğur (Utrugur, Kutrugur), Bulgar, Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar (Kıpçaklar) gibi Türk boylarıdır. Ancak bu Türk kavimlerinin büyük bir çoğunluğu hıristiyanlığı kabul ederek Slavlaşmışlardır. Sayıları yediyi bulan bu Türk boyları tarihçiler tarafından "Kayıp Türk Kavimleri" veya "Asimile Kavimler" "olarak adlandırılmıştır. Tarihçilere göre Orta Asya'daki göçebe hayatını devam ettiren, bir türlü yerleşik ve organize olmayan bu boyları birbirleri ve/veya bölgedeki Bizans, Slav, Lâtin vb. gruplarla girdikleri amansız çatışmalar, özellikle Slav ve Bizanslıların ideolojik baskıları sebebi ile kimliklerini kaybetmişlerdir.

Balkanlar'a giren ikinci Türk kuşağı ise Anadolu üzerinden olmuştur. Orta Asya'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Türkler, Osmanlı Beyliği zamanında Çanakkale boğazını geçerek Balkanlar'a ayak basmış, 1526 yılında kazanılan Mohaç zaferi ile Balkanlar'da kesin ve mutlak Türk egemenliği başlamıştır. Anadolu'dan seçme aileler Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya, Eski Yugoslavya ve Romanya'ya yerleştirilmiştir. XIX.nci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamaya başlaması ile Balkanların yavaş yavaş yitirilmesi ve 1830 yılında Yunanistan'ın, 1878 Berlin Anlaşması ile Sırbistan, Romanya ve Karadağ'ın bağımsızlığının kabulü, 1909 yılında yapılan Petersburg anlaşması ile Bulgaristan'ın, 1911-12 Balkan Savaşı esnasında Arnavutluğun bağımsızlığını kazanması sonucu Balkanlar Türk hakimiyetinden çıkmıştır.

Özellikle 1830 yıllarından sonra Balkanlar Türk insanı mezbahası haline gelmiş, Türk şehirleri yakılıp yıkılmış, Türk mal varlığı yağmalanmış, Anadolu'ya akın akın göç başlamıştır. Bütün bunlar sonucu Türkler Balkanlarda kimliklerini muhafaza etmeye çalışan azınlık haline düşmüştür.

Batı Trakya Tüklüğü

Balkanlardaki Türk Kültürel varlığı şu andaki bilgilerimizin ışığı altında milattan hemen önceki yıllara kadar uzanmaktadır. Bundan önceki dönemlere ait bir takım veriler son zamanlarda ortaya çıkmakla beraber kesin bir değerlendirme yapabilmek için yeterli görülmemektedir. Balkanlardaki Türk kültürel varlığı iki koldan gerçekleşen kitlevi göçler sonucunda oluşmuştur. Kuzeyden Onogur-Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak göçleri, güneyden de Oğuz Türklerinin göçleri ve yerleşmeleriyle Balkanlar Türkleşmeye başlamış, 14 ve 15. y.y. da tamamen Türk kültürünün hakim olduğu bir bölge haline gelmiştir.
Bundan daha sonraki gelişmeler sonucunda Balkanlardan bir med-cezir hareketi gibi bir çekilme söz konusu olmuş, dünyadaki değişmeler, gelişmeler, kuzeydeki Slav kültürünün gelişmesi ve buradan gelen baskı ve çatışma, hem de politik mücadeleler ve aynı zamanlarda büyükçe bir sömürge imparatorluğu kurmuş olan İngiltere'nin baskıları arasında kalma sonucunda Balkan savaşına kadar Osmanlı adım adım geri çekilerek bugünkü Türkiye sınırlarına kadar ulaşmıştır. 1912-1913 yıllarından sonraki gelişmelerle de son sınırlar çizilmiş, bununla beraber Türk kültürel varlığı bölgedeki hem Oğuz hem Kıpçak Tüklerinin bakiyeleri şeklinde hayatlarını devam ettirmektedir.
Tabii bunların bir kısmı Türkiye üzerinden göçerek Balkanlarda iskan edilen Evlad-ı Fatihan torunları, Oğuz Türkleridir. Diğerleri de yine kuzeyden gelerek yerleşen, Onogur-Bulgar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak Türkleridir. Bütün bu Türkleridir. Bütün bu Türk toplulukları günümüzün Türk kültür varlığını teşkil etmekle beraber aralarındaki çok küçük farklılıklar, içinde yaşadıkları kültürlerin yöneticileri tarafından kullanılarak birbirlerine düşman edilmeye de çalışılmıştır.
1950'li yıllardan sonra Türkiye'deki siyasal değişime paralel olarak uygulanan yanlış politikalar sonucunda Balkanlardan Türkiye'ye göçler büyük ölçüde devam etmiş, göçmenleri oy deposu olarak gören bütün siyasi partiler belki de bilmeden Balkanlarda Türk kültür varlığının budanmasına, azalmasına yol açmışlardar. Bütün bu gelişmelere rağmen, yine de Türkve Müslüman kültürel varlığı Balkanlarda aşağı yukarı 12 milyonluk bir nüfusu oluşturmaktadırlar.
Günümüzde, Balkan ülkelerindeki Türk kültür evleklerinin yukarıda kısaca anlatılmaya çalışılan özellikleri sebebiyle teker teker ele alınarak değerlendirilmeleri de bir zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. Son 60-70 yıllık dönem içinde Balkan ülkelerinin büyük bir çoğunluğu komünist rejim baskısı altında kültürel açıdan deforme olmuş, bunun dışında kalan Yunanistan ise, Batı Bloku'na dahil olmasına rağmen, daha acımasız asimilasyon politikalarını uygulayarak Türk varlığının demografik verilere göre: normal nüfus artışıyla 500-600 bin kişiyi bulması icabederken, günümüzde 120 bin civarında bir Türk kültür varlığı Batı Trakya bölgesinde kalmış durumdadır. Bu da; iki farklı ekonomik politikaya sahip olan kültürlerin bir noktada birleştiğini gösteriyor.
Kültürel açıdan her iki rejim de aynı şekilde asimilasyon politikaları uygulanmıştır. Yunanistan'nın uyguladığı asimilasyon politikaları daha ziyadre psikolojik olarak yıldırma, güven duygusunu azaltma, insanlar arasındaki güvensizliği aşılama, yaygınlaştırma ve bu şekilde göçe zorlama şeklinde olmuştur. Buradaki soydaşlarımızın büyük bir kısmı Türkiye'ye diğer bir kısmı da Avrupa'nın değişik yerlerine ve bunun dışında kalan bir kısmı da Avustralya'ya yerleşmek, göç etmek zorunda kalmışlardır. Buradaki kültürel kimlik savaşı halen devam etmektedir. Bölgede kurulmuş olan hükümet dışı organizasyonların isimlerindeki Türk ismi, son yıllarda kaldırılmış, buradaki bütün hükümet dışı kuruluşlar, gönüllü kuruluşlar baskı altında varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.
Ayrıca, buradaki bütün soydaşlarımızın devlet memuriyetleri dahi engellenmekte, "Dikatsa" adı verilen kuruluş tarafından diploma denklikleri ve çalışma izin belgeleri soydaşlarımıza verilmemektedir. Buna bağlı olarak Türkiye'ye doğru yönelmiş olan göç, hızlanmaktadır. Eğitim de bu göçü hızlandırıcı bir faktör olarak yer almaktadır. Yunanistan'daki liselerde ve üniversitelerde okuma imkanları elinden alınan soydaşlarımız büyük ölçüde Türkiye'ye göç ederek, gelecekleriyle ilgili eğitim imkanlarını pekiştirme çalışmaları içindedirler. Bu da tehcir ve asimilasyonunun bir başka yönünü teşkil etmektedir.
Lozan antlaşması (1923), Türk-Yunan Kültür antlaşması (1951), Türk-Yunan Kültür Protokolü (1968) başta olmak üzere en son AGİT tarafından kabul edilen Paris Şartı(1991) ve diğer deklerasyonlar gibi çeşitli milletlerarası hukuk belgesi tarafında güvence altına alınan ekonomik, sosyalve kültürel hak ve satatüleri itibariyle, Batı Trakya Türkleri, milletlerarası hukuk kuralları yönünden bir "etnik", yani milli "azınlık grubu" dur. Söz konusu hak ve statülerinin gasp ve ihlal edilmesi, kısaca "azınlık" haklarının yanında "insan" ve "vatandaş" haklarından mahrum bırakılarak baskı ve ayrımlara tabi tutulması ise, bu grubun sosyolojik manada da etnik "azınlık grubu" statüsünde bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Çünkü, Louis Wirth'in de ifade ettiği gibi, fiziki ya da kültürel karakteristikleri sebebiyle ayrımcı ve eşit olmayan muamelelere hedef olan, tecrit edilen, bu sebeple de kendilerine kollektif ayrımcılığın özneleri olarak gören/diğerleri tarafından böyle görülen insan kategorisi, sosyolojik manada "azınlık" demektir. Herhangi bir ülkede etnik, dini veya ırki bir grup hakkında böyle bir tanımın geçerli olması, o grubun diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olmadığına delalet etmektedir. Yunanistan'da, Batı Trakya Tüklerinden başka Makedon, Arnavut, Ulah gibi "dini" grupların da sosyolojik manadaki "azınlık" statüsüne tabi oldukları gözönüne alındığındı, bu ülkedeki "demokrasi ve insan hakları" probleminin ne boyutta olduğu açıkça ortaya çıkar.
Batı Trakya Türkleri'nin birçoğu kronikleşen ve artık toplum yapısını dezorganizasyona çözülmeye, dağılmaya uğratma yönünde sosyal ve kültürel etkilerde bulunan, bu itibarla da acil olarak çözüme kavuşturulması gereken başlıca problemleri ana hatları ile şöyle özetlenebilir;
Türk azınlığa yönelik Yunan politikasında başvurulan şu dört yol ya da yönteme dikkat çekmek gerekmektedir. Kısaca Yunanistan;
a) İkili ve çok taraflı milletlerarası hukuk belgelerini doğrudan ihlal etmektedir.
b) İkili ve çok taraflı milletlerarası hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygun olarak daha önce çıkardığı kanun, karaname, yönetmelik, tüzük vb. iç hukuk düzenlemeleri iptal etmekte ve maksada uygun madde değişikliklerine giderek sözkonusu belgelerin hükümlerine ve ruhuna aykırı hale getirmektedir.
c) Boşluk olan yerlerde, ihlal ve gaspları temin eden yeni iç hukuk düzenlemelerine başvurmaktadır.
d) Daha önce ve özellikle de iç savaş (1945-1949) yıllarında kuzeyde gerilla savaşı yürüten gruplara, bağımsız Makedonya mücadelesi veren Makedonlara ve İtalyanlar ile birlikte ülkenin orta kesimlerinde bir Ulah devleti kurma savaşı veren Ulahlar'a ve bunların mal varlıklarına karşı çıkarılmış olan iç hukuk düzenlemelerini Türk azınlığa yöneltmektedir.
Batı Trakya Türkleri'nin başlıca resmi temsil organı statülerine sahip olan 3 müftülük (İskeçe, Gümülcine ve Dimetoka) makamı, bilindiği gibi "kukla müftüler" tarafından işgal altında tutulmaktadır. İşgale ilişkin senaryo, Gümülcine Müftüsü Hüseyin Mustafa'nın 1984'te, İskeçe Müftüsü Mustafa Hilmi'nin de 1990'da vefatı üzerine uygulamaya konmuştur. Ortaya çıkan durum üzerine gerek İskeçe'de ve gerekse Gümülcine'de azınlık organlarının girişimi üzerine, 2345/1920 sayılı kanunun hükümlerine ve ruhuna uygun olarak camilerde seçim yapılmak suretiyle Mehmet Emin Aga, İskeçe, İbrahim Şerif Gümülcine müftüsü olarak resmi makamların onayına sunulması ihtilafına, her iki makam da kukla müftüler olarak bilinen Mehmet Emin Şinikoğlu ve Meço Cemali tarafından doldurulmuştur.
Yukarıda izah ettiğimiz gibi, Yunan devleti, azınlığın en önemli kurumları olarak bilinen müftülükler üzerindeki bu haksız tasarrufu, 2345/1920 sayılı "Müftüler ve Başmüftü Seçimiyle, İslam Cemaatlerine Ait Evkaf Gelirlerinin Yönetilmesine Dair Kanun"'u iptal ederek, yerine 182/1991 sıyılı "Müftülük Müessesesi ve İlahiyat Okulu Kurulmasına Dair Esasları Düzenleyen Kanun Hükmünde Kararname'yi getirmek suretiyle gerçekleştirmiştir.
Azınlık iradesinin hilafına gerçekleşen müftülük problemi, 182/1991 sayılı yeni düzenlemenin, azınlığın hak ve statülerini güvence altına alan milletlerarası nitelikteki hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygun olmadığına açıkça delil teşkil etmektedir.
Çünkü, Tük azınlığın, diğer problemleri hakkında da geçerli olan bu durum Lozan antlaşmasının "Azınlıkların korunması bölümü"ndeki en can alıcı maddeyi teşkil eden 37. Madde tarafından adeta yasaklanmaktadır. Yunanistan'a uyarlandğında, bu ülkenin şöyle bir yükümlülükle karşı karşıya olduğu açıkça görülmektedir.
"...Yunanistan, 38. Maddeden 44. Maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel kanunlar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir."
Kaldı ki, bu ülkenin At'ye üyeliğinde esas teşkil eden Yunan Anayasası'nın (1975) 28. Maddesi de, sözkonusu yükümlülüğü daha genel manada pekiştirmekte ve teyid etmektedir.
Buna göre Yunanistan;
"...Devletler Hukuku genel ülkelerinin ve onaylanak yürürlüğe giren uluslar arası anlaşmaların, Yunan milli hukukunun bir parçası olduğunu ve kendilerine ters düşen kanun hükümlerine nazaran önceliğe sahip bulunduklarını..." kabul etmektedir.
Cemaat İdare Heyetleri (CİH)ne gelince, müftülükler bünyesinde, azınlık vakıf mal ve mülklerinin idaresinden sorumlu olan bu kurallara yönelik çirkin Yunan emellerine dair ilk müdahale çok erken yıllarda daha 1946 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu yıl işbaşına gelen Panagi Ksaldaris hükümeti İskeçe'deki Cemaat İdare Heyeti'ni dağıtmış, yerine 1950 yılına kadar görev yapacak olan "işbirlikçi" bir komisyon atamıştır.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki temkinli olmakla birlikte başlayan yakınlaşma politikası, 1960 ve 1964'teki ertelemeler hariç, CİH seçimlerinin 1967'ye dek düzenli olarak devam etmesini sağlamıştır. Müdahaleler, 1967'de işbaşına gelen Albaylar Cuntası tarafından yoğunlaştırılmıştır. Cunta idaresi, bir yandan "Türk" ibareli okul levhalarını yerinden sökerken, diğer yandan da CİH'ni dağıtmaya, 20 küsur yıl sonra yerlerini alacak olan " kukla müftüler"e hazırlık mahiyetinde "kukla CİH" atamaya başlamıştır. Bu çerçevede, Dedeağaç'taki müftülük makamının münhal bulunmasından istifade ederek "Dedeağaç'ta müftülük bulunmadığı" gerekçesiyle, burada görev yapmakta olan CİH'nin lağvedildiğini duyurmuştur.
CİH konusunda şunu ilave etmek gerekmektedir ki, Tükler'in daha yoğun olarak yaşadıkları Gümilcine'deki kukla CİH'nin kukla Başkanı Hafız Yaşar adı, Türk azınlık arasında "baş hain" sıfıtı ile özdeşleşmiştir. Şu kadarını söylemek gerekirse, onun tayin edildiği dönemde Başkanlığını yaptığı CİH tarafından işletilen öğrenci yurdundaki 79'u fakir 113 öğrenciye azınlığın hali vakti yerinde aileleri tarafından yapılan yardım durdurulmak zorunda kalmıştır.
Ezcümle, müftülükler gibi, Batı Trakya'daki CİH de bugün kukla üyeler ve başkanları tarafından idare edilmektedir. Gümülcine CİH'nin başı ise Hafiz Yaşar'ı aratmayacak keyfiyete ve yetki genişliğine sahip Abdülhalim Dede tarafından doldurulmuş bulunmaktadır.
Batı Trakya Türkleri arasında Lozan antlaşmasının hemen akabinde ortaya çıkan "Türk" adı altındaki birlikler-dernekler; Türk azınlığın daha çok erken yıllarda TC Devleti'ndeki oluşuma paralel olarak "ümmet" değil "millet" şuuru taşıdığına ve bu şuura istinad eden bir sosyo-kültürel değişme sürecine girdiğine delil teşkil etmektedir. "Ümmet" şuuru esasına dayanan birliklere-derneklere azınlık arasında gösterilen cılız itibar giderek tamamen ortadan kalkar ve bu fikir sahiplerinin birçoğu "millet" şuurunu benimserken, 1927'de ortaya çıkan "İskeçe Türk Birliği", onu 1928'de izleyen "Gümülcine Türk Gençler Birliği" ve 1936'da kurulan "Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği"nin, sosyal ve kültürel fonksiyonları vasıtasıyla azınlık arasında toplumsal birlik ve bütünleşmenin gelişmesinin gelişmesine yaptıkları katkılar inkar etmek mümkün değildir. İşte bu önemli fonksiyonları itibarıyla üç kardeş olarak bilinen bu birlikler-dernekler aleyhindeki ilk Yunan işlemi 1984 yılında başlatılmış, 1988 yılında da varlıklarına resmen son verilmiştir.
Seneryo, önce bu derneklerin isimlerinde yeralan "Türk" ibaresinin "Batı Trakya'da Tük vatandaşları bulunduğuna dair izlenim verdiği" gerekçesiyle kaldırılması (Kasım, 1984), ardından "zararlı faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle kapatılması (Mayıs, 1985) istemiyle Gümilcine Valisi N. Papadimas tarafında davalar açılması suretiyle uygulamaya konmuştur. Bilindiği gibi, nihai temyiz mahkemesi niteliğindeki Yunanistan Yüksek Mahkemesi (Areios Pagos) 20 Kasım 1987 tarihinde "Batı Trakya'da Türk olmadığı" (başlangıçtaki gerekçe bu şekle dönüştürülmüştür) gerekçesiyle üç birliğin-derneğin isimlerindeki "Türk" ibaresinin kullanılmasının yasaklanmasına ve 5 Ocak 1988 tarihinde de bu birliklerin-derneklerin "zararlı faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle kapatılmasına dair mahkeme karalarını onaylamıştır.
Bilindiği gibi, Batı Trakya'da Türk varlığını ve bu varlığın 1927'den itibaren uluslar arası hukuk belgelerinin hükümlerine ve ruhuna uygunluk arzeden Yunan kanunlarına göre sosyal ve kültürel faaliyet gösterdiğini inkar anlamına gelen bu iki karar, azınlık tarihinde ilk kez Türklük mitinginin düzenlenmesine ( 29 Ocak 1988) vesile teşkil etmiştir. Yine çok iyi hatırlanacağı üzere, Türklük mitinginin 2. Yıldönümü olan 29 Ocak 1989 tarihi, Yunan gizli teşkilatları tarafından harekete geçirilen çapulcu Yunan fanatikleri tarafında azınlık tarihine "Yunan vandalizmi " olarak geçmiştir. Çapulcu ve fanatik Yunanlılar tarafından düzenlenen taşlı-sopalı saldırılarda 30 Türk yaralanmış, 270 Türk dükkanı tahrip ve yağma edilmiştir.
Dünya hukuk tarihinde skandal ve ulusal hukuk açısından kabul edilemez çelişki olarak söz konusu iki kararın iptal edilmeleri için başlatılan girişimlerin acilen devam ettirilmesi gerekmektedir. Türk azınlığın hak ve statülerini güvence altına alan ikili ve çok taraflı düzenlemeler ile söz konusu kararların kesinlikle bağdaşmadığı açıkça ortadadır. Ulusal hukuk açısından baktığımızda, bu kararlar, iptal edilmiş olmasına rağmen, Yunan hukuk tarihinde yerini alan 3065/1954 sayılı (Mareşal Papagos Kanunu olarak bilinen) "Azınlık Okulları Eğitim Kanunu" ve bu kanunun uygulanmasına dair hassasiyeti ortaya koyan Trakya Genel Valisi F. Fessopoulos'un A. 1043 ve A.202 sayılı genelgeleri yanyana düşünüldüğünde komedi açıkça ortaya çıkmaktadır.
İlgili kanun, azınlık okulların levhalarında nerede varsa "Müslüman/Müslümanca" ifadelerinin, doğrusu olan "Türk/Türkçe" ifadeleriyle değiştirilmesini öngörmekte, genelgeler ise eski haliyle kalmaya devam eden birkaç okul levhasındaki ilgili değişikliğin derhal yapılmasını emretmektedir.
Azınlık hakkı olması yanında, Batı Trakya Türk çocuklarının bir insan ve vatandaş hakkı olarak sahip olmaları gerektiği düşünülen eğitim hakkının ve buna istinaden tecelli eden Türk anne-babaların çocuklarını eğitim veren kurumlara (okullara) gündeme hakkının kullanılması görevinin yerine getirlmesi, Yunan makamları tarafından öteden beri engellenmektedir.
Yunan makamları, eğitim sahasına ilk müdahelesini 1972 yılında gerçekleştirmiş, yukarıda geçen 3065/1954 sayılı "Azınlık Okulları Eğitim Kanunu"un bazı maddelerini değiştirmek suretiyle "Türk/Türkçe" ibarelerin yerine, Yunanca'da "azınlık" ve "müslüman" kelimelerinin kısaltılmışı olan ancak tam olarak hangisini karşıladığı belli olmayan "M/kon" ibaresinin kullanılmasına dair düzenlemedir. Yine, 695/1977 sayılı "Azınlık Okulları ile SÖPA Öğretim ve Denetim Kadrosunun Meselelerinin Çözümüne İlişkin Kanun" çıkartılmak suretiyle, azınlık üzerinde bazı emeller istikametinde kurulmuş bulunan "Selanik Özel Pedagoji Akademisi" mezunlarının azınlık okullarına öncelikli olarak atanmaları sağlanmıştır.
Bu çerçevede, zaten 1960'lı yıllardaki öğretmen kıyımına ek olarak, Türkiye'den görev yapmak üzere gelecek TC vatandaşı öğretmenlerin ve yine Türkiye'deki öğretmen okullarından mezun olan Yunan vatandaşı Türk öğretmenlerin azınlık okulların girişleri kapatılmıştır. Neticede, Elmalı ve Karaçanlar Türk okullarında örnek olay niteliğinde görülen Türk velilerin ilkokul öğrenimi yapmak üzere çocuklarını Türkiye'ye gönderme süreci başlamış ve bu durum günümüze dek genişleyerek gelişmiştir. Hiç şüphesiz, bu velilerin büyük çoğunluğu, çocuklarınınTürkiye'de yerleşmesini istemekte, bu durum ise kendilerini göçe ya da Türkiye'de yasal olmayan bir şekilde ikamet etmelerine yol açmaktadır. Bu çerçevede, azınlığa mensup SÖPA mezunları arasında kendilerine tevdi edilmek istenen bol kazançlı "propaganda amaçlı eğitim hizmeti"ni reddetme yönündeki eğitimin giderek güçlenmekte olduğunu gözardı etmemek gerekmektedir.
Çünkü bilindiği gibi 1991 yılında merhum Dr. Sadık Ahmet tarafından "Yunanlı Türk'e Türkçe Öğretemez" sloganı ile başlatılan Yunan tarihine, bayrağına sevgi aşılamaya ve Türk çocuklarında Yunan milli şuuru oluşturmaya yönelik muhtevaya sahip Yunanlılar tarafından Türkçe okuma kitaplarını boykot hareketine çok sayıda SÖPA mezunu da katılmıştır. Yunanistan'da zorunlu eğitim 6 artı 3 temelinde 9 yıl olarak uygulanırken, Türk azınlık çocukları için bu 6 yıl(ilkokul) ile sınırlıdır. Türçe kitapların muhteva ve sayı itibarıyla yetersizliği, azınlık okullarında ihtiyaç duyulan başlıca eksikliktir.
Mevcut iki azınlık oraöğretim kurumunda (İskeçe Karma Azınlık Lisesi ve Gümilcine Celal Bayar Lisesi) had safhaya ulaşan bu eksiklik, Türk öğrencilere Türkçe okudukları derslerde Yunan dilinde imtihana girmeleri yönünde getirilen değişiklik ve öğrenci taleplerinin kura ve imtihan ile karşılanması şeklindeki uygulama, söz konusu iki öğretim kurumunu zaman zaman kapanma noktasına getirmiştir. Bugün, bu okullarda okumakta olan öğrenci sayısı iyimserlik yaratmakla birlikte, mevcut meselelerin söz konusu her an kapanma noktasına getirebilceği gözardı edilmemelidir. Şu kadarını ilave etmelidir ki, her yıl Türkiye'deki üniversite giriş sınavlarına katılan 600-800 arasındaki Batı Trakyalı Türk öğrencilerin 40-50'si dışındakilerBatı Trakya'daki değil, Türkiye'deki liselerden mezun olmuşlardır.
Bunların yanısıra Batı Trakya Türkleri'nin karşı karşıya oldukları problemler, toprak ve arazi gasplarından, seyahat hürriyetinin kısıtlanmasına, tedhiş ve saldırı olaylarına kadar uzamaktadır. Bu konular, başlı başına bir araştırma konusu olacak kadar geniş ve karmaşıktır. 21. Yüzyıla girerken, demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden, gerçekde dönem dönem Rus sömürgeciliğinin, bazen de Batılı imparatorluk kalıntılarının oyuncağı olan Yunanistan'ın insan hakları ihlalleri konusunda dünya kamuoyunda yeterince teşhir edilemediği ortadadır. Bu konu ile ilgili olarak hayatına Batı Trakya Türklüğü'nün insan hakları davasına adayan ve acı bir tesadüf sonucu, Lozan antlaşmasının ve Yunanistan'da demokrasiye geçişin yıldönümü olan 24 Temmuz 1995 tarihinde şehit olan büyük Türkçü, dava ve mücadele arkadaşımız Dr. Sadık Ahmet'i bir kere daha rahmetle anıyoruz.


Bulgaristan Türkleri

Kısa Bilgi

Nüfusları 1.200.000 olup bulundukları başlıca şehirler sofya, Şumnu, Kırcaali, Filibe, Dobruca, Varna, Rusçuk, Silistre, Plevne, Tınova, Sofya.

Tarihçe
Güney Rusya bozkırlarından 7. yüzyılın başlarından itibaren çeşitli sebeplerle göç eden ve Balkan Yarımadasına gelen Bulgarlar, aslında Türk soyludurlar. Ancak yeni geldikleri bu bölgede zaman içinde Slav halkları tarafından asimile edilmişler, kültürel kimlik bakımından büyük çoğunluğu Slavlaşmıştır.15. yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti Anadolu'dan Türk nüfusu getirerek bölgeye yerleştirmiştir. Buna rağmen genel nüfus içinde Türkler hep azınlıkta kalmışlardır.

Nüfus
Bulgaristan 1940'ta Türk nüfusun yoğun olduğu Dobruca'yı yeniden elde etmiş ve o günden sonra da sınırlarda değişiklik olmamıştır. Dobruca bölgesinde Türklerden başka Türk dili konuşan iki Türk azınlık daha bulunmaktadır.Bunlar, sayıları 7 bin kadar olan Tatarlar ve Gagavuzlardır. Bulgarlar ülkedeki azınlıkları sürekli asimile etmeye çalışmış; 1984-1985 yıllarında ise Türkçe isimleri yasaklayarak göçe zorlamıştır. Türkler bu hadiseye tepki göstermiş; ancak, 1989 yılında 160.000 kadar Türk Türkiye'ye göç etmiştir. Sonraki yıllarda bu sayı 300 bine ulaşmıştır.1985 yılından sonra Bulgaristan'da kalan Türkler, bazı alanlarda Bulgar yurttaşların hak ve hürriyetlerine sahip olmuşlardır.1965 nüfus sayımı verilerine göre Türkler 850 bin'e yakın sayıları ile genel nüfusun % 10'unu oluşturmaktaydılar. 1985 sayımında ise Türk nüfus 1.600 bin civarına ulaşmıştı. Bu durumda Türkler, genel nüfusun % 15'ini teşkil ediyorlardı. Bu nüfus yoğunluklarıyla Bulgaristan'da Türk toplumu en kalabalık azınlık durumundaydı. 1989'dan sonra gerçekleşen göçler, bu sayıyı aşağı çekmiştir.Nüfusun büyük çoğunluğu çiftçilik ve hayvancılıkla geçimini sağlamaktadır.

Göçler
Balkan Türklüğü, 1940 tarihinden itibaren sürekli olarak Türkiye'ye göç vermiştir. 1944'e kadar 140 bin kişi, 1950-1951'de 155 bin kişi, l978 yılında ise 130 bin kişi Türkiye'ye gelmiştir. 1989 yılındaki göçmen sayısı ise 160 bin civarındadır. Bu göçlerden sonra Bulgaristan Türkleri kırsal alanlarda kalmışlardır.

Siyasi Varlıkları
1993'den sonra Bulgaristan'da Türklerin "Hak ve Özgürlükler Partisi" Bulgar Parlamentosu'nda yerini almış ve üçüncü siyasi güç olarak 15 milletvekili çıkarmıştır. Ülkede halen 27 Belediye başkanı, 653 köy muhtarı Türk'tür.Devlet dinî kurumları denetim altında tutmakta ve dini çalışmaları yönlendirmektedir.2001'de yapılan seçimlerde ise 30 milletvekili çıkararak Bulgaristan'da ciddî manada siyasî bir güç olmuştur.

Eğitim
Bulgaristan'da eğitim devlet denetimindedir. Ülkede konuşulan Türkçe, Türkiye Türkçesine oldukça yakındır . Türkçe ilk yıllarda azınlık okullarında öğretim dili olarak okutulurken daha sonra kaldırılmıştır (1960). 1939' da Türklerin yüzde 15'i okula giderken 1957' de bu oran yüzde 97'ye çıkmıştır. 1993'ten sonra ise yeniden Türkçe eğitim başlamıştır. Bulgar Millî Radyosu'nda Türkçe yayınlar başlamış, "Filiz Gazetesi" adlı Türkçe bir gazete yayına girmiştir.

Bulgaristan Türkleri


BULGARİSTAN


1989 yılından itibaren dışa açılma ve liberalizasyon sürecine giren Bulgaristan Cumhuriyeti 110910 km2'lik yüzölçümüne ve 1995 verilerine göre % 0,3 nüfus artışı oranıyla 8,4 milyon nüfusa sahiptir Nüfusun % 85'i Bulgar, % 8,5 Türk, % 2,6 Çingene, % 2,5 Makedon, % 0,3'ü Ermeni, % 0,2'si Rustur.
Kuzey ve güneydoğu bölgeleri dağlık olan Bulgaristan'ın diğer bölgeleri ise ovalıktır 608 kmsi Romanya Cumhuriyeti, 494 kmsi Yunanistan Cumhuriyeti, 318 kmsi Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, 240 kmsi Türkiye Cumhuriyeti ve 148 kmsi Makedonya Cumhuriyeti'yle olmak üzere 1808 km kara sınırına sahiptir Başlıca doğal kaynakları boksit, bakır, kurşun, çinko, kömür, kerestedir Arazinin % 34'ü ekilebilir alan (Devamlı ekilen alan %3-5 arasında değişmektedir), % 18 mera ve otlaklar, % 35'i ise ormanlık alandır.

İdari açıdan 9 bölgeye ayrılan Bulgaristan, tek taraflı 240 üyeli Ulusal Meclise sahiptir 19 Nisan 1997 tarihinde yapılan erken seçimde halkın % 52,23 oyunu alan Birleşik Demokratik Güçler lideri İvan Kostov başkanlığında 21 Mayıs 1997'de kurulan hükümet görev yapmaktadır.240 sandalyeli Bulgaristan Parlamentosunda Ulusal Selamet İttifakı içinde yeralan Hak ve Özgürlük Hareketine mensup 15 Milletvekili ile Birleşik Demokratik Güçler içinde yeralan 1 milletvekili olmak üzere Türk azınlığından toplam 16 Milletvekili bulunmaktadır.
Ekonomik Durumu


Belirtileri daha önceden ortaya çıkmakla birlikte 1997 yılı Bulgaristan için önlenemez bir kriz yılı olmuş ve Bulgaristan hiperenflasyon yaşamıştır Ocak 1997'de leva güç kaybederek, bir $ karşılığı 3270 Leva'ya kadar yükselmiş, seçim kararının alınmasıyla birlikte mart ayında $ leva paritesi 1588'ye kadar düşmüş, Şubat 1997 ayında yaşanan aylık %242,7 enflasyon oranından mart ayı enflasyonu %12,27'ye inmiştir.
Bu aşamada, IMF krizin kontrol altına alınmasıyla ilgili destek vermiş, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'yle birlikte, ülkeyi seçime götürecek geçici Hükümetle anlaşmaya varılarak gerekli kredi ve yardım sağlanmıştır Kısa süre içerisinde Şubat 1997 ayında 400 milyon $' düşen döviz rezervleri Mayıs 1997 ayında 1,640 milyon $'a yükselmiştir. 21 Mayıs 1997 tarihinde yapılan seçimlerle birlikte Hükümet, İvan Kostov başbakanlığında, Demokratik Güçler Birliği tarafından kurulmuştur. Ciddi bir ekonomik krize sürüklenmiş Bulgaristan'da yıl içerisinde ekonomik dengeler yeniden kurulmaya başlamıştır IMF ve Dünya Bankasının önerisiyle 1 Temmuz 1997'de uygulamaya geçen Para Kurulu'yla birlikte bire bir sabit pariteyle bin Leva bir Alman Markına endekslenmiş ve yılın ilk üç ayında 1000 seviyesinde gerçekleşen enflasyon kontrol altına alınmış ve yıl sonunda % 578,6'lık bir enflasyon oranına ulaşılmıştır. Gayrı Safi Milli Hasıla'nın 6,3 olarak öngörülen 1997 bütçe açığı % 3,1 olarak gerçekleşmiştir Harcamalar kısıtlanmış, Katma Değer vergisi %18'den % 22'ye yükseltilmiş ve bütün ürünler için aynı rakam öngörülmüştür Vergi toplanması işlemine ağırlık verilmiştir. 1996 yılında %10,6 oranında düşen GSMH, 1997yılına da % 7,4 oranında düşme göstermiş ve 9,2 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir.

Döviz rezervleri 1997 yılında 2,4 milyar dolara yükselerek aynı zamanda Bulgaristan'ın tarihindeki en yüksek rezerv miktarına da ulaşılmıştır. Bulgaristan ekonomisindeki bir başka sorun 9,7 milyar Dolar olan dış borçtur Dış borçların büyük çoğunluğunu yüksek faizli ticari krediler oluşturmaktadır Kısa vadeli borçların toplamı dış borç yükü içerisinde % 13'dür 1998 yılı için 1 ,2 milyar dolar dış borç ana para ve faiz ödemesi yapılması öngörülmüştür.1992 yılından buyana yapılan özelleştirme kapsamında Bulgaristan'daki işletmelerin % 20,5 özelleştirilmiştir Sanayi üretiminde özel sektörün payı % 30'lar seviyesindedir. Özel sektörün genel ekonomi içerisindeki payının üç yıl içerisinde % 70'i aşması beklenmektedir Hükümet önceliklerini özelleştirme ve yabancı yatırıma vermiş bulunmaktadır 1992 yılından buyana gelen yabancı sermaye 1,4 milyar Dolardır 1997 yılında 636 milyon dolar olmuştur 1997 yılı içerisinde ilk sırayı 262 milyon dolarlık yatırımla Federal Almanya almaktadır.

Bulgaristan ekonomisi mali istikrarın sağlanması ile büyüme ikilemi arasında kalmıştır 1994 yılında % 1,8, 1995 yılında % 2,1 olarak gerçekleşen büyüme oranı 1996 yılında % -10,9 olmuş ve 1997 yılı büyüme oranı ise gene negatif olarak belirmiş ve % - 8' seviyesinde kalmıştır Hükümet 1998 yılı için % 4'lük büyüme beklentisindedir
Türkiye-Bulgaristan Dış Ticareti 1987 yılına kadar Bulgaristan ile olan ticari ilişkilerimizde ihracatımız, bazı yıllar artış göstermişse de ithalatımız genelde ihracatımızın üstünde gerçekleşmiştir.

1987 - 1989 döneminde Türkiye lehine bakiye veren dış ticaret dengesi, Bulgaristan'da görülen dışa açılma ve liberalizasyon sürecine bağlı olarak iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğinin gelişmesine yol açmış, 1990 yılından itibaren bu ülkeden yapılan yüksek ithalata paralel, dış ticaret dengesi bu defa Türkiye aleyhine gelişme göstermiştir
1990 yılında 42 milyon dolar olan iki ülke dış ticaret hacmi , 1991 yılında % 414'lük bir artış göstererek 216 milyon dolara ulaşmış, 1993 yılında ise 329 milyon dolar seviyesine gelinmiştir Ancak 1993 yılı içerisinde Türkiye'nin Bulgaristan'a ihracatı 862 milyon dolar iken, bu ülkeden ithalatı 2432 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

1995 yılı değerlendirildiğinde ise, ihracatımızın bir önceki yıla göre yaklaşık % 37 oranında artış gösterdiği, buna karşılık ithalatımızın % 106 oranında arttığı gözlenmiştir Böylece 1990 yılından itibaren sürekli artan dış ticaretimizdeki bu açık, takip eden yıllarda da devam etmiş ve 1995 yılında en yüksek rakama ulaşmıştır.1996 yılında ülkemiz verilerine göre, Bulgaristan'a yönelik ihracatımız 152,9 bin dolar, ithalatımız ise 358 bin dolar olarak gerçekleşmiş, 511 bin dolarlık ticaret hacmine ulaşmıştır. 1997 yılında ise, gene ülkemiz verilerine göre, Bulgaristan'a yönelik ihracatımız 170,0 milyon dolar, ithalatımız ise 366,5 milyon dolar olmuştur Bu çerçevede ticaret hacmimiz 536,5 milyon dolar olarak gerçekleşmiş, 196,5 milyon dolarlık dış ticaret açığı verilmiştir.


Ülkemiz dış ticaret rakamlarıyla farklılıklar arz eden Bulgaristan Ulusal İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre 1996 yılı sonu itibariyle Bulgaristan'dan Türkiye'ye yapılan ihracat toplam 368 milyon dolar olarak gerçekleşirken, Türkiye'den yapılan ithalat 91 milyon dolar olarak gerçekleşmiş, iki ülke ticaret hacmi 459 milyon dolara ulaşmıştır 1997 yılında ise, Bulgaristan ülkemizden 101,6 milyon dolarlık ithalat gerçekleştirmiş, karşılığında 442,3 milyon dolarlık ihracat yapmıştır.
1997'de Bulgaristan'ın en çok ihracat yaptığı ülkeler arasında Türkiye 442,3 milyon dolarla 3 sırada yer almıştır ilk iki ülke 575,1 milyon dolarla İtalya, 468,1 milyon dolarla Almanya'dır Türkiye'ye ihracatı Bulgaristan'ın toplam ihracatının % 9'unu teşkil etmiştir
1997'de Bulgaristan'ın en çok ithalat yaptığı ülkeler arasında ise, Türkiye 10 sırada yer almıştır İlk dokuz ülke 1374,8 milyon dolarla Rusya, 563,2 milyon dolarla Almanya, 347,1 milyon dolarla İtalya, 206,4 milyon dolarla Yunanistan, 181,2 milyon dolarla ABD, 176,6 milyon dolarla Fransa, 126,9 milyon dolarla İngiltere, 118 milyon dolarla Avusturya'dır Türkiye'den ithalatı, Bulgaristan'ın toplam ithalatının %2,08'ini oluşturmuştur.

Bulgaristan, 1997 yılında en çok ticaret fazlasını 340,7 milyon dolarla Türkiye'yle ticaretinden elde etmiştir bu hususta Türkiye'yi 228 milyon dolarla İtalya, 199,5 milyon dolarla Yunanistan, 104,1 milyon dolarla İspanya, 71,9 milyon dolarla Makedonya'yla ticaretten sağlanan fazlalar izlemektedir. Türkiye'yle ticaretten elde edilen fazlalık Bulgaristan'ın 1997'de toplam 28,1 milyon dolarlık fazlalığının 8,24 katını teşkil etmiştir.

Türkiye'nin Dış Ticaretinde Bulgaristan'ın Yeri: 1995 yılı genel ihracat toplamı 216 milyar dolar olan Türkiye'nin ihracatında, ilk on ülke 134 milyar dolarlık ihracat ile % 62'lik bir paya sahip iken, 183 milyon dolarlık ihracat ile Bulgaristan, % 08'lik bir payla 24 sırada yer almaktadır.

Buna karşılık, 1995 yılında 357 milyar dolar olarak gerçekleşen Türkiye'nin genel ithalatının 231 milyar dolarlık kısmı, ihracat sıralamasında ilk on sırayı alan ülkelerden gerçekleştirilmiş olup, genel ithalat sıralamasında 402 milyon dolarlık ithalatla 19 sırada yer alan Bulgaristan'ın bu sıralamadaki payı % 11 civarındadır. 1996 yılında Türkiye'nin 23,224 milyon dolarlık genel ihracatı içerisinde Bulgaristan'a ihracatımız 153 milyon dolar, 42,627 milyon dolarlık genel ithalatımız içinde ise Bulgaristan'a ithalatımız 358 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

1997 yılında ise, 26,245 milyon dolarlık genel ihracatımız içinde, Bulgaristan'ın 170 milyon dolarlık ihracat, 48,585 milyon dolarlık ise ithalat payı bulunmaktadır. Türkiye ve Bulgaristan arasında var olan coğrafi yakınlık ve diğer olumlu etkileşimlerin, ticari ilişkilerin gelişmesinde iki tarafın lehine olacağı düşüncesini oluşturmakla birlikte, Türkiye Bulgaristan dış ticaret rakamlarına bakıldığında, karşılıklı olarak her iki ülkeyi de etkileyen çeşitli nedenlerden ötürü, ticari ilişkilerde istenilen seviyelere ulaşılamamıştır.

Türkiye ve Bulgaristan arasında ithalat ve ihracata konu olan mal gruplarına bakıldığında, Türkiye Bulgaristan'dan ağırlıklı olarak petrokimya ürünleri, kimyasal madde, hububat ve demir çelik sektörlerinde hammadde ve yarı mamul ithal etmekte buna karşılık dokumacılık ürünleri, muhtelif gıda maddeleri, elektronik ekipman ve yedek parça gibi nihai ürün ihraç etmektedir Nitekim, görüşülen yetkililer Bulgaristan'ın ülkemizin bir hammadde temin eden ülke uzantısı olmasından endişe ettiklerini belirtmektedirler. Yabancı yatırımlar bakımından diğer Doğu Avrupa Ülkeleri kadar itibar görmeyen Bulgaristan'da , yabancı yatırımların ülkelere dağılımında Türkiye 1626 yatırımla birinci sırada yer almaktadır Ancak yapılan yatırımlar büyüklükleri itibariyle değerlendirildiğinde 17 sırada yer almaktadır.

Diğer taraftan reformların başlamasından itibaren Bulgaristan'da yapılan yabancı yatırım tutarı 1997 yılı sonu itibariyle 1,2 milyar dolar olup, istatistiklere göre Türk yatırımcıları tarafından yapılan yatırım tutarı 14,7 milyon dolardır (3091998 tarihi itibariyle 34,5 milyon $)

Bulgaristan iç pazarında satılan gıda, tekstil ürünleri, cam ürünleri ve temizlik maddelerinin büyük bir kısmının ülkeye bavul ticareti yoluyla sokulduğu bilinmekle birlikte kayıt dışı ticaretin boyutları konusunda istatistiki bilgi bulunmamaktadır Bu yolla ülkeye sokulan malların bir kısmının kalitesiz olması, ülkede Türk mallarına karşı olumsuz bir imaj doğmasına neden olmuş, ancak bu olumsuz etkileşim son yıllarda pazara giren büyük Türk firmalarının getirmiş oldukları ürünlerle kırılmaya çalışılmaktadır.Bulgaristan'da, Bulgaristan Ticaret ve Sanayi Odasına kayıtlı olan ancak verilerin eksikliği nedeniyle kendilerine tesbit amaçlı ulaşılması da oldukça zor olan 1378 civarında Türk sermayeli şirket mevcuttur Bu şirketler ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekli şirketlerdir Ancak, uzun ve zahmetli bir süreçten geçerek kurulan bu şirketlerin büyük bir bölümü göstergelik olarak kurulmuş olup, işlem hacimleri yoktur.

Bulgaristan'daki firmalarımızın sayısı bilinmemektedir. Bulgaristan Ticaret ve Sanayi Odası'na kayıt zorunluluğu bulunmadığından, kaynak olarak kayıtlarına asla ulaşılamayacak olan Yabancılar Polisi ve Vergi Daireleri kalmaktadır.Öte yandan, işlem hacimleri bilinememekle birlikte Ülker, Kent Şekerleme, Petposan Şirketler Grubu, Efes Pilsen, Global Menkul Değerler, Penta Dış Ticaret, Kelebek Mobilya,Beko, Eczacıbaşı gibi büyük gruplarımız da firma yada temsilcilik olarak Bulgaristan'da faaliyet göstermektedir.
22-24101997 tarihleri arasında Sofya'da düzenlenen Bulgarian Investment Form'a ülkemizden katılan Alp Petrol Ürünleri İnşaat Sanayi ve Ticaret Ltd Şti, Alpler Turizm Sanayi Ticaret Ltd Şti, Altay Otomativ Gıda Tekstil Ltd Şti, Camiş Madencilik, Erser İnşaat Sanayi ve Ticaret Ltd Şti, , Hema Hidrolik makina Sanayi ve Ticaret AŞ, Işıklar Holding, Nicol AŞ, Nurol ve Zihni Holding'in Bulgaristan'da varlık gösterdikleri de bilinmektedir.

Özelleştirme Ajansı ile bağlantıya girerek, Bulgaristan'daki büyük işletmelere talip olan firmalarımızın dışında, ülkedeki küçük ve orta ölçekli firmalardan bir kısmı da sermayeleri ve yapılanmaları itibariyle, Bulgaristan'daki küçük ve orta ölçekli işletmelerin yaklaşık % 80'ini elinde bulunduran belediyeler ile bağlantı kurarak, belediyeler bünyesinde özelleştirilecek olan, inşaat, turizm, tekstil ve gıda sektörüne yönelik işletmeler ile ilgilenmektedirler Bu firmaları yada yaptıkları yatırımları takip etme imkanı ancak duyumlarla veya yardım gereksinmeleri halinde Müşavirliğimize ya da Büyükelçiliğimze yaptıkları başvurularla tesbit edilebilmektedir.

Bulgaristan'da teknoloji düzeyi ve kapasite kullanım oranı yüksek önemli sayıdaki işletmenin bugün özelleştirme kapsamına alınmış olması, teknik alanda eğitim görmüş çok sayıda kalifiye elemanın bulunması, düşük ücretler, Bulgaristan'ın az gelişmiş ancak gelişme potansiyeline sahip olan eski Sovyet Cumhuriyetleri, Doğu Avrupa Ülkeleri ve Orta Doğu'daki bazı pazarlarla var olan bağlantıları, ülkenin çözümlenmiş altyapısı ve enerji girdisinin nisbeten düşük oluşu gibi fırsatlar Bulgaristan'da gerek doğrudan ve gerekse de özelleştirme yoluyla yatırım yapmak için önemli fırsatlar niteliğindedir Bunun yanısıra ülkedeki ekonomik istikrarsızlık, ağır işleyen bürokrasi ve özelleştirme prosedürünün açılabilmesi için gerekli bazı destekleyici düzenlemelerin çıkarılamamış olması da yatırımcıların yatırım yapma kararını yeniden gözden geçirmelerine neden olan en önemli unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bulgaristan piyasasının avantaj ve dezavantajları değerlendirildiğinde; Bulgaristan önümüzdeki birkaç yıl içerisinde önemli ataklar yapacak ülkeler arasında yeralmaktadır. Bu çerçevede, Bulgaristan'a yatırım yapmayı amaçlayan Türk yatırımcılarına, uygun finansal koşullarla Bulgaristan piyasasında kısa sürede önemli pozisyon elde edebilme imkanı sağlamasının gerek olduğu düşünülmektedir Avrupa Birliği'ne üyelik başvurusu olan, 1998 yılında CEFTA ülkeleriyle ticari ortaklık kurması beklenen Bulgaristan, İMF ve Dünya Bankası kaynaklı kredileri de yerinde değerlendirmekte, ve olumlu ekonomik göstergelere sahip bir ülke olma sürecine girmektedir. Bulgaristan'ın ticaret hacmi küçük olmakla birlikte, en önemli ticari partnerlerinin Avrupa Birliği üyeleri olduğu ve üye ülkelerin yetkililerinin ve Bulgaristan'ı ziyaret eden Komisyon yetkililerinin Bulgaristan'a yönelik olumlu ifadeleri dikkate alınırsa, ülkemizden Bulgaristan'a yapılacak yatırımlar Avrupa'nın da kapısını açacaktır.

Ülkede sistem değişikliği öncesinde, ağırlıklı olarak eski COMECOM pazarı düşünülerek oluşturulan büyük ölçekli işletmeler, Bulgaristan'ın bu pazarı kaybetmesiyle birlikte , teknoloji ve sermaye yetersizliği gibi nedenlere de bağlı olarak atıl kalmış veya ancak % 30 - 40 lık kapasitelerde çalışmaya devam edebilmişlerdir. Ülkedeki enerji, işgücü gibi girdilerin Türkiye'ye kıyasla daha düşük maliyetli temini mümkün olup, Bulgaristan'daki Türk varlığı, doğrudan ulaşım ağı ve Ülkenin Avrupa Topluluğu üyeliğine giriş sürecinin başlamış olması gibi olumlu etkileşimler de düşünüldüğünde , atıl kalan işletmelerin satın alınması veya bu işletmelerde özellikle tekstil, makina imalatı, muhtelif gıda maddeleri gibi konularda ortak üretim veya fason üretim yaptırmak mümkündür.

Diğer taraftan Bulgaristan'daki küçük ölçekli işletmelerin % 80'inin 28 belediyenin elinde bulunduğu ve daha çok hizmet, inşaat ulaşım ve turizm alanlarındaki bu işletmelerin özelleştirme yoluyla belediyelerden satın alınması da dikkate alınması gereken bir diğer husustur.Bulgaristan'da Dresdnerbank, Raiffeisenbank, İNG Bank gibi büyük bankaların faaliyette olduğu ve Nestle, Kraft Jakobs, Danone gibi dünya firmalarının özelleştirme kapsamında yatırım yapmaları da Bulgaristan'ın riskli yönlerinin yanı sıra yatırımcılar için avantajlı ve pazarda pay sahibi olabilme konusunda uzun vadeli planların yapılmasının gerekli olduğunun bir diğer kanıtlarıdır.

Bulgaristan'ın sistem değişikliği öncesinde en büyük pazarının eski Doğu Bloku ülkeleri olduğu dikkate alındığında ise, Bulgar firmalarının bu ülkeler ile olan geleneksel ilişkileri ve kurulmuş olan iyi ilişkilerinin de Türk firmalarının bu ülkelere Bulgaristan üzerinden açılmalarında bir fırsat niteliğindedir.

Bulgaristan pazarında gıda, ev ve ofis mobilyaları, tüketim malları gibi konularda Yunanistan , Almanya ve İtalya pazara hakim olup, Türkiye'nin ekonomik potansiyeli bu ülkeler ile pazarda rekabet etmeye yeterlidir Ancak yeni pazarlara ilk giren ülkeler olmaları sebebiyle , bu ülkeler yarışta avantajlı konum arzetmektedirler Bu avantajın bizim aleyhimize giderek büyümemesi için en kısa sürede resmi ve özel kuruluşlar olarak harekete geçilmesi gerekmektedir Zira, Bulgaristan hemen yanıbaşımızda , kaybedilmemesi gereken ve geniş potansiyeli olan bir ülkedir.
Bu cümleden hareketle, Türk ihraç ürünlerinin tanıtımı, pazarlanması, butün bunların etkin bir şekilde yapılabilmesi için Ticaret Merkezi kurulması da gündem de tutulması gereken bir husustur Kurulacak Ticaret Merkezi tarihsel nedenlerle zaman zaman kırılamayan Türk mallarına yönelik olumsuzluk ile bavul ticaret yoluyla gelen bir kısım kalitesiz mal nedeniyle oluşan olumsuz Türk malı imajının da bertaraf edilmesini sağlayabilecektir Piyasanın tanınması, tüketicinin eğilimlerinin anlaşılması ve önceden tesbiti ile dağıtım, fiyatlandırma gibi kolaylıkları getirebilecek olan Ticaret Merkezi, para, zaman ve emek kaybını da önleyecektir.

Bilindiği üzere, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren Avrupa Birliği ile ülkemiz arasında Gümrük Birliği gerçekleştirilmiştir Bu anlaşma gereği ülkemiz, üçüncü ülkelerden yaptığı ithalatta, gümrük vergilerini AB ile aynı seviyeye çekmiş, tarifelerin Ortak Gümrük tarifesi düzeyine getirilmesi ile Bulgaristan da Türkiye'ye yönelik ihracatında önemli avantajlar sağlamıştır Öte yandan, Bulgaristan'ın AB'yle yaptığı anlaşma ile AB ülkelerinden birçok mal Bulgaristan'a düşük oranlı gümrük vergileriyle ithal edilirken Türkiye'den yapılan ithalat iki ülke arasında yapılması gereken Serbest Ticaret Anlaşmasının akdedilememesi sonucu yüksek gümrük vergileri nedeniyle zorlanmakta, hatta imkansız hale gelmektedir.

Bu çerçevede, uzun bir aradan sonra 3-5 Eylül 1997'de Sofya'da başlayan Serbest Ticaret Anlaşması görüşmeleri, 26-28 Mayıs 1998 tarihinde Ankara'da, 17-19 Haziran 1998 tarihlerinde Sofya'da sürdürülmüş, iki tur görüşmenin ardından 19 Haziran 1998 tarihinde parafe edilmiştir 11 Temmuz 1998 tarihinde Devlet Bakanımız Sayın Işın Çelebi ve Ticaret ve Turizm Bakanı Sayın Valentin Vasilev tarafından imzalanmış olan olan Anlaşma 111999 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Bulgaristan'la ticari ilişkilerimizin geliştirilmesinde önemli olabilecek diğer bir husus ise, Bulgaristan'da kurulacak olan bir Türk Bankasının varlığıdır Bulgaristan'da herhangi bir Türk Bankası veya banka şubesinin mevcut olmaması, Türk işadamlarının Bulgaristan'a olan ilgisini ve rahat iş yapabilme kabiliyetini azaltan unsurların başında gelmektedir Bankacılık faaliyetlerinin olmaması ülkemizle ticaret yapan Bulgar işadamlarını da olumsuz etkilemektedir Bulgaristan'ın güvensiz ortamında yüklü peşin dövizle çalışmak zorunda kalan yada muhabir banka aracılığına başvuran firmalar bu olumsuz durumu sıklıkla dile getirmektedirler Bu durumun giderilmesine yönelik olarak, iki ülkenin Siyasi Otoritelerinin de gündemde tuttukları, Türk bankalarının Bulgaristan'a gelmeleri girişimleri hızlandırılmalıdır.

Bu konuda Müşavirliğimize yapılan başvurular çerçevesinde bazı özel bankalarımıza Bulgar Bankacılık Mevzuatı ve gerekli yasal düzenlemeler intikal ettirilmekte olup, 11 Temmuz 1998 tarihinde Şubesinin açılışı, Başbakan Sayın Mesut Yılmaz tarafından yapılmış olan TC Ziraat Bankası'nın yanısıra, 1966 yılından bu yana temsilci bazında Bulgaristan Bankacılığıyla ilgilenmekte olan Demirbank da Bulgaristan Merkez Bankasına Banka açmak için 25 Haziran 1998 tarihinde başvurusunu yapmıştırKesin lisansına 12 mart 1999 tarihinde alan Demirbank-Bulgaria'nın açılışının da 22-23 Mart 1999 tarihlerinde Bulgaristan'a resmi ziyarette bulunacak olan Cumhurbaşkanımız tarafından gerçekleştirilmesi beklenmektedir.

Ülkemizin Bulgaristan'la ticari ilişkilerinin geliştirilmesinde ele alınması gereken diğer bir husus da, Eximbank Kredileridir Bulgaristan, içinde bulunduğu ekonomik zorlukları aşma sürecindedir Gerek yabancı yatırımcılarca, gerekse IMF, Dünya Bankası gibi kurumların yetkililerince de değişik platformlarda ifade edildiği üzere, enflasyonu azaltmada, büyümeyi sağlamada, dış borçlarını ödemede önemli adımlar atılmaktadır Özelleştirme hızlı bir şekilde yürütülmeye çalışılmakta, yabancı yatırımlar için ülke yasal mevzuatı da dahil olmak üzere gerekli düzenlemeleri yapmaktadır Ekonomik göstergelerinin iyiye gidiyor olması, Bulgaristan'la ticari ilişkileri artırmayı sağlayacak finansman desteğinin ülkemizce yeniden gözden geçirilmesi gereğini ortaya koymaktadır Bu çerçevede, Bulgar bankacılığındaki zorluklar bilinmekle birlikte, Bulgaristan'a yönelik ülke kredisinin yeniden açılmasında ve ihracatçının kullanımına verilmesinde yarar görülmektedir Bu arada, Türkiye ile Bulgaristan arasında gerçekleştirilen 13 Dönem Karma Ekonomik Komite toplantısı protokolünde Türk Eximbank kredileriyle ilgili bir düzenleme yapılmıştır Buna göre, Türk müteahhitlerince üstlenilecek alt yapı projelerinin gerçekleştirilmesi karşılığında kullanılmak üzere, ülkemizce 50 milyon dolar tahsis edilmesi niyeti belirtilmiştir.

İki ülke arasında ticari ilişkilerin geliştirilmesinde önemli rolü olacak Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması 18 Eylül 1997 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması da yürürlüktedir. Ayrıca, İki ülke arasında ticari bazı aksaklıklara yol açan, sınırda bekleme ve belge değiştirilmesi sorunlarına çözüm olabilecek ortak sınır kontrol bölgesi yaratılmasına ilişkin bir Protokol de 14111997 tarihinde imzalanmış, iki ülke Gümrük yetkililerince çalışmalara başlanılmıştır.

Tüm bu olumlu gelişmelerin ışığı altında, gerek ülkemizde, gerekse Bulgaristan'da, kamuoyu, yatırım yapılması, özelleştirme çalışmalarına katılınması, ticari ilişkilerin arttırılması amacına yönelik olarak bilgilendirilmeli, ciddi güvenilir Türk firmalarının kaliteli, standardlara uygun üretimleriyle Bulgaristan'a gelmeleri özendirilmelidir Bu cümleden olmak üzere, Türk İşadamları Heyetlerinin Bulgaristan'a organize olarak gelişlerinin sağlanmasının ve ülkemizin tanıtımının yapılmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Mayıs 2008       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Eyaletinden Üçüncü Bulgar Çarlığına

Sponsorlu Bağlantılar

Bulgarlar, "Ogur" adı verilen, çeşitli Türk boylarından meydana gelen bir boylar birliğidir. Bu boylar içerisinde, Onogur, Oturgur, Saragur ve Kutrigurlar başta gelmektedir. Önceleri Asya Hun İmparatorluğu'nun batısında oturmakta iken, Hun İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra, II. Yüzyılın sonunda Kafkasya'ya geldiler. Burada iki yüzyıl kadar kaldıktan sonra, Karadeniz'in kuzeyinde Büyük Bulgar Hanlığı'nı tesis ettiler. Fakat Hazar Devleti'nin baskısına dayanamayarak, Tuna havzasına yerleştiler. 681 yılında Tuna Bulgar Devleti'ni kurdular ve yüksek bir kültüre sahip olduklarından, buradaki halklara üstünlük sağladılar. Yalnız çevredeki Slav milletleri değil, Bizans'ı bile etkilediler.
Fakat kendileri Türk boylarından meydana geldikleri halde geniş bir Slav-Ortodoks kitleye egemen olmuşlardı. Sayılarının azlığı, zamanla onların bu geniş Slav-Ortodoks kültüründen etkilenmelerine sebep oldu. 864 yılında Hristiyanlığın Ortodoks mezhebini kabul ettiler. Slavca resmi dil oldu. Türkçe ünvanlar atıldı. Bu sırada Sırplar ile sıkı bir mücadeleye girişildi. X. Yüzyılda devlet zayıfladı ve 1018'de Bizans'ın egemenliği altına girdi. Böylece, Birince Bulgar Çarlığı ortadan kalktı. Bu tarihten sonra, Karadeniz'in kuzeyinden gelen Kuman, Kıpçak ve Peçenekler, Bulgaristan'ın nüfus yapısına katkıda bulundular. 1185 yılında Bizans'ın etkisinden kurtulup, Misya'da İkinci Bulgar Çarlığı'nı kurdular. İkinci Bulgar Çarlığı, 200 yıl kadar bağımsız olarak yaşadı. Fakat sonra, daha büyük ve kalıcı bir gücün etkisi ile karşı karşıya kaldı. Bu güç, Osmanlı Devleti idi.
XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumeli'ye geçmeye başlayan Osmanlılar, Çimpi kalesinin alınması ile başlayan fetihlerine, Gelibolu ile devam ettiler. Daha sonra, İstanbul, Vize ve Edirne yönünde üç koldan ilerleyerek, yeni topraklar elde ettiler. Bu ilerleyişi desteklemek için Anadolu'dan savaşçı oymaklar getirildi ve uçlar gittikçe, geride yeni yerleşim alanları kuruldu. Daha önce ıssız ve güvensiz olan kırsal bölgeler, sosyal ve ekonomik bir canlılık içerisine girdi.

Özellikle vakıf sistemine dayanan dini ve ticari kurumlar, hem yeni yerleşim birimlerinin kurulmasında, hem de var olanların gelişmesinde, önemli bir rol oynadı. Edirne, Filibe, Serez, Üsküp, Sofya, Silistre, Tırhala, Yenişehir ve Manastır, bu türlü yerleşim merkezlerinin başında gelir. Osmanlı Devleti, küçük devletler ve derebeylerin elinde parçalanmış bulunan Balkan topraklarını, kendi idaresinde ve güçlü bir devlet çatısı altında birleştirdi. Bu arada Bulgaristan, 1363-1393 yılları arasında verilen mücadeleler sonunda, bir Osmanlı toprağı haline geldi. Bu şekilde, İkinci Bulgar Çarlığı da tarihe karışmış oluyordu.
Bulgaristan , Osmanlı yönetimi altında" güzide bir vatan toprağı" olarak işlem gördü. Çünkü Bulgaristan , Rumeli'de bulunuyordu ve bu bölge, Osmanlı fetih politikasına göre bir "dârü'l-cihâd" idi. Anadolu, Selçuklular zamanında Türk-İslâm karakterini kazanmıştı. Artık sıra, Rumeli'deydi. Bulgaristan da, Rumeli'nin İstanbul'a en yakın bölgesi olarak, bu politikadan nasibini aldı.

Şenlendirmek amacıyla kitleler halinde yapılan göçlerden sonra, Timur istilası bu göçleri daha da artırdı. Kısa zamanda Trakya, Doğu Bulgaristan, Meriç vadisi ve Dobruca, Türk nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeler konumuna geldi. Filibe başta olmak üzere Vidin, Rusçuk, Ziştovi, Silistre ve Niğbolu gibi şehirler, imparatorluğun önemli merkezlerini oluşturdu. Fetih öncesinde derebeylerin elinde parçalanan topraklar birleştirildi ve "devlet malı " haline getirildi. Onu işleyen köylüler de, sürekli bir kiracı konumuna girdi. Köylü, bu kiraya ait belli birkaç vergiyi ödedikten sonra, hiçbir şekilde angarya ile yükümlü tutulmadı. Kısaca Bulgar halkı, uzun zamandan beri unutulmuş bir rahatlığın tadına kavuştu.
Kurulan yeni yerleşim birimleri; çeşitli adlar, aldı. Bunlar, kurucusunun ,yerleşen Türk oymağının, Anadolu'dan geldikleri yerin adlarıyla veya bir başka şekilde anıldı. Bu konuda, Kayı ,Menteşeli, Turahanlı, Doğancı, Hacı-Timurhan, Burhan Baba, Selman Dede ve Eskice -Pazar gibi adları sayabiliriz. Zaviyeler ve Türk dervişleri, Rumeli'nin sosyolojik fethi bakımından çok önemli bir görevi yerine getirdiler. Asıl Müslüman nüfusu, Anadolu'dan gidenler oluşturdu. Ayrıca, hem inanç tercihi, hem de hakim unsur zümresine dahil olmanın avantajlarından faydalanmak amacıyla, İslamiyet'i kabul edenler oldu.

Bulgaristan, Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde, Rumeli Eyaleti'nin önemli bir bölümü olarak yer aldı. Klasik dönemde Bulgaristan'ı, Sofya, Silistre, Vidin, Köstendil, Niğbolu, Vize ve Çirmen sancaklarına ayrılmış olarak görüyoruz. Bu dönemde Bulgaristan'ın önemli yerleşim birimleri şu şekildedir.Ahyolu, Akçakızanlık, Çırpan, Eskizagra, Filibe, Hırsova, Karinabad, Niğbolu, Pravadi Razgrad, Ruskasrı, Silistre, Şumnu, Tırnova, Varna, Yenizagra.
Bulgaristan, XVII. Yüzyıldan itibaren çeşitli idari birimlere bölündü. Hatta Silistre ve Niğbolu, Rumeli Eyaleti'nden ayrılarak, yeni kurulan Özi Eyaleti'ne bağlandı.
Türk İdaresi ile birlikte Rumeli'ye çeşitli tarım ürünleri de geldi. Bakır, Kurşun, Altın, Demir ve özellikle de Gümüş gibi madenlerin işletilmesinde önemli artışlar görüldü. Osmanlı ordusunun savaş hazırlıkları için yapılan geniş ölçüdeki satın almalar, bölge ürünlerinin değerlendirilmesi açısından olumlu etkiler yaptı.

Diğer taraftan saray, köprü, han, kervansaray, imaret, çeşme, su kemeri, sebil, cami, mescid, tekke, mektep, medrese, hamam, kaplıca, ılıca, bedesten, çarşı, dershane, hastahane, kütüphane ve saat kulesi olarak, Bulgaristan'da yapılan eserlerin sayısı, 3.500 civarındadır. Bu eserler, yalnız Türklerin değil, gayri müslümlerin ihtiyaçlarına yönelik sosyal kurumlar olarak da hizmet verdi. Dini eserler bir tarafa bırakılacak olsa bile, Bulgaristan'da 273 mektep, 142 medrese, 116 han, 113 hamam, 24 köprü, 75 çeşme ve 16 kervansaray yapıldığını görüyoruz.

Osmanlı Devleti, XVIII. Yüzyıl boyunca, Rusya ve Avusturya ile iki cepheli olarak çeşitli savaşlar yapmak zorunda kaldı. Bulgaristan, büyük ölçüde bu savaşlara sahne oldu. Diğer taraftan Fener Patrikhanesi'nin Bulgarları asimile etmek isteyen politikası ve yere yöneticilerin çeşitli yolsuzlukları Rumeli gibi, Bulgaristan'ı da olumsuz yönde etkiledi. Bunların sonucunda merkezi otoritenin etkisini kaybetmesi üzerine, Osmanlı idaresi ile sağlanan huzur yavaş yavaş kaybolmaya başladı. 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması'ndan sonra Bulgaristan, diğer bir adlandırma ile "Tuna Boyu" Osmanlı Dünyası'nın Avrupa serhaddini meydana getirdi. Artık Bulgaristan Rus orduları tarafından bir geçiş güzergahı haline gelecektir.


Bulgaristan'da Türk Varlığı


Osmanlı gazilerinin Gelibolu yarımadasına çıkmalarıyla başlayan Şark Meselesi önce Türklere karşı Avrupa topraklarını nasıl koruyabilmek ve 1683 Viyana bozgununndan sonra Türkleri Avrupa topraklarından nasıl atabilmek sorularına cevap aramak endişesiyle yaratılmıştı. Bu süre içinde, Türk dinamizminden ürken Hristiyan dünyası Türkün çirkin bir görünümünü yaratmak istemiş, gerek edebiyat ve gerekse sanatında bu konuyu özellikle işlemişlerdi. XVIII. yüzyılın sonuna doğru yaklaşıldığında bünyesinde ekonomik, kültürel ve teknolojik değişmeyi geliştirerek güçlü ülkeler arasına katılan Rusya, Fransa ve İngiltere ile birlikte karşısında ortak bir sorun bulmuştu: Gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği. XIX. Yüzyılla birlikte sorun Türk'ü Avrupa topraklarından atmaktı. ancak bununla yetinilmezdi. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda 31 Ekim 1918'den sonra 21 ay 11 gün boyunca uzun süren pazarlıklar Türkiye'nin paylaşılmasını gündeme getiriyordu. Ancak, Türkün şanlı istiklal mücadelesi buna imkân vermedi. Şark Meselesini halletmek üzere olduklarını düşünenler, genç ve kuvvetli Türkiye Cumhuriyeti'yle karşılaştılar.
Fuad Köprülü'den bu yana artık kuruluş şartları pek iyi bilinen ve bir yandan eski Türk geleneğine, diğer yandan da İslâmî esaslara dayanan Osmanlı devletinin gelişme yönü, sürekli Batıya doğru olmuştur. 1345'e doğru kendisi gibi bir gazi beylik olan Karesioğullarının ilhâkı, Osmanlılara Edremid Körfezi ile Kapıdağı arasındaki bölgeyi kazandırarak, onları Avrupa toprakları karşısına getirdi. Karesi gazileri, bu önemli uç bölgesine atanan Orhan Bey'in enerjik oğlu Süleyman'ı Rumeli'de fütuhata teşvik ettiler. 1346'dan 1352'ye kadar geçen süre içinde Osmanlılar, Aydınoğlu Gazi Umur Bey de haçlılarla uğraştığı için bu bölgede gazayı yürüten tek kuvvet olarak Balkanlardaki Bizans'ın durumundan yararlandılar ve 1352'de adım attıkları Rumeli'de sürekli ilerlediler.

Bu ilerlemede Osmanlıların hemen bir uç oluşturarak orayı yeni bir hayat ve faaliyet alanı olarak belirlemelerinin büyük rolü olmuştur. Kronolojiyi kısaca hatırlarsak, 1357'de Süleyman Paşa'nın ölümü üzerine Şehzâde Murad'ın lalası Şahin ile birlikte bu bölgeye gelmesi 1361'de Edirne'nin fethi, Kuzeye doğru fütuhatı ilerletmek için oluşturulan uç kollarının faaliyetini hızlandırdı. 1366'da artık Rumeli'de yeterince kalabalıklaşmışlar ve sağlam bir şekilde tutunmuşlardı. Bu göç hareketi fetihleri adeta zorlamaktaydı. XV. yüzyıl ortalarına ait paşa sancakları nüfus tahrir defterleri bu bölgelerde nüfusun % 80-90'a varan büyük çoğunluğunun daha o zamanlarda Müslüman Türklerden ibaret olduğunu göstermektedir. Bu deliller, Gregoras ve Dukas gibi Bizans kaynaklarının, "Türklerin kitle halinde yerleşmek üzere geldikleri" hakkındaki ifadelerinin mübalağalı olmadıklarını göstermektedir. Esasen Osmanlılar bunun için Selçuklular tarafından da geniş ölçüde kullanılmış, eski bir kolonizasyon usulü olan ve sürgün denilen yöntemden yararlanarak Türkmen gruplarını özellikle istila yolları üzerinde ve uçlarda yerleştirmişlerdi. Diğer taraftan XV. yüzyıla ait vakıflar ve tahrir defterleri, çiftçi halkın da geniş ölçüde kolonizasyon yaptığı ve yüzlerce köyün kurulduğuna tanıklık etmektedirler.

Gelen Müslüman Türklerin genellikle Hristiyan köyleere karışmayarak müstakil köyler kurdukları görülmektedir.Fetihlerin ilerlemesiyle uçlarda yeni sınırlara ulaşılmakta ve yeni ilerleme kolları düzenlenmekteydi. Edirne'nin fethinden sonra sol kolda Evranos Gazi komutasında İpsala, Gümülcine, Serez, Selanik yönünde ilerlenirken orta koldaki uç beyi idaresinde Edirne merkez olarak Filibe, Sofya yönünde; sağ kolda da Zağra, Karinabad, Dobruca, Silistre'ye doğru hedefler belirlenmişti. Uçların bu taksim şekli, eski Türk geleneğine bağlı olup ileride Rumeli'deki sancaklar sağ, sol ve orta kol sancakları olarak üçe ayrılacaktır.

I. Murad'ın saltanatı döneminde bu ilk üç istikametteki Balkanların başlıca yolları ve merkezleri, Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş bulunuyordu. Orta kolda Meriç vadisi, sağ kolda Tunca vadisi izlenerek Balkan dağları eteklerine daha 1366 yılında varılmıştı. Oradan Sofya'ya, 1385'lerde ulaşıldı. 1386'da Niş zaptolundu. Fetihler sürüp gitti. Osmanlılar birbirleriyle rakip olmaları yüzünden müttefik bulmada zorluk çekmediler. Mesela 1365-66'da Bulgaristan'ın kuzeyinden Macarlar ve Eflak Beyi tarafından istilaya uğraması, Bulgar Kralı Şişman'ı Osmanlılara tâbi hâle getirmişti.Diğer taraftan Osmanlılar Balkan anarşisi içinde birleştirici dinamik bir kuvvet olarak meydana çıktıktıkları zaman Bizans ve Balkanlar yalnız siyasî bakımdan değil, sosyal ve dinî bakımdan da derin bir ayrılık içindeydi. Merkezî otoritenin yokluğu, iç harpler, eyaletlerde senyörlerin toprak ve köylü üzerinde çok sıkı ve keyfî tasarruf ve tahakkümünün yerleşmesi sonucunu vermişti. Toprağa bağlı köylü, senyöre mahsul vergisinden başka bir takım angarya hizmetler de yapmak zorundaydı. Odun ve saman temini, öküzlerle senyör için haftada iki veya üç gün hizmet, bunların en yaygın ağırlarıydı.

Çiftçinin toprağından kaçması ve senyörler arasında köylüyü kendi toprağına çekmek için rekabet ve mücadele, bu kötü şartların doğurduğu bir sonuç idi. Osmanlı yönetimi gelince, şu prensipleri tatbik ederek Balkanlarda adeta sosyal bir inkılabın temsilcisi oldu. Öncelikle bütün tarım toprakları üzerinde devletin yüksek mülkiyet haklarını tesis ettiler, başka bir deyişle toprağı sıkı şekilde devlet kontrolü altına aldılar. Mahallî senyöriyal hakları ilga ettiler ve mahallî senyörlükleri kaldırdılar. Bunun doğal bir sonucu olarak senyörlerin ve manastırların köylü üzerindeki angarya ve imtiyazlarını lağvettiler. Mesela odun, saman, taşıma, senyörün toprağında çalışma angaryaları karşılığında 22 akça çift resmi denilen bir vergi koydular. Feodal hizmetlerin suistimallere açık uygulamalarına karşı, bu kolay ödenebilir vergi, başlı başına bir inkılap olmuştur.

Kısacası Türk rejimi Bizans'ın son döneminde ve Stefan Duşan İmparatorluğu parçalandıktan sonra Balkanların büyük bölümünde ve Frank egemenliği altındaki Yunan topraklarında görülen feodalleşmeye karşı köylüyü etkili koruma altına alan, tarafsız, yerli halkın haklarına saygılı, kuvvetli bir merkezî idareyi ve onun getirdiği bir güveni temsil etmekteydi.
Balkan feodal dünyasında genel olarak devlet gücünün belli ölçüde yok olarak yerini senyörlerin dallanıp budaklanmasına ve birbirlerinin içine girmesine bıraktığı görülür. Buna karşılık, Osmanlı padişahı, veziriazam ve divanın yardımlarıyla köklerini imparatorluğun dört bir yanına kadar uzatan bir yönetim piramidinin tepesinde yer almaktadır. Merkezî iktidarın uygulayıcıları, yani ehl-i örfü, yargı gücünün temsilcilerini denetim altında tutmaktadır. Osmanlı devleti feodal sistemde olmayan bir dizi özellik arzetmekteydi. Tımarlardan yararlanma hakkının ancak hizmet karşılığı devredilmiş olması ve bu hakkın çiftçilerin bizzat kendileri üzerinde değil, reayanın devlete yükümlü olduğu mali haklar üzerinde tesis edilmiş bulunması, belirtilmesi gereken en önemli niteliklerdir.

Özelliklerini kısaca açıkladığımız bu yönetim düzenini kuran Türklerin başvurdukları fetih sistemi, komşu devletlerdeki hükümdarlıkları ele geçirip buralarda yerleşmek, sonra yerli hanedanları tedrici şekilde yok ederek o bölgeler üzerinde kontroller kurmaktı. Bu, o bölgedeki yaşayan ahalinin assimile edilmesi, ihtida ettirilerek kimliklerinin yokedilmesi demek değildir. Ortadan kaldırılan feodal yöneticilerdir. Türk yönetiminin iledi düzeni buradaki yerleşiklerin hayat şartlarında olumlu tesirler yapmıştır. Bu hususta da tımar sisteminin rolü büyüktür. Tımar sistemi bir yandan yerli ahaliyi etkilerken diğer yandan da merkezî otoriteyi getirdiği için Türk göçünü de kolaylaştırmıştır. Nitekim, tımar sisteminin uygulandığı bölgelerde Türkleşme uygulanmayan bölgelere göre daha fazladır. Bu iki yönlü gelişmenin örneklerini şöyle sıralayabiliriz:

Bir Arnavut tarihçi olan Selami Pulaha tarafından 1974 yılında Tiran'da yayınlanan 1485 Tarihli İşkodra Tahrir Defteri'ni (Defter-i Mufassal-ı Liva-i iskenderiye) incelediğimiz zaman ilk göze çarpan husus, yer ve şahıs adlarının orijinalitesini koruduğudur. Mesela II. cildin 5'inci sayfasında sekiz tane dinî ibadet yeri görülmektedir. Bunlardan beşi manastır, ikisi kilise, biri de keşişliktir. İpek nahiyesinde bir Müslüman, altı tane de gayrimüslim mahalle vardır. Aynı nahiyenin köylerinde de nüfus çoğunluğunu Müslüman olmayanların oluşturduğu görülmektedir. İpek nahiyesinde yerleşim merkezi olan manastırlar bulunmaktadır. Sayıları on kadar olan bu manastırların bir kısmının isimleri: Manastır-ı İstasi, Manastır-ı Şumti Bogovaç, Manastır-ı Nikola şeklindedir. Eserin 30'uncu sayfasında bulunan Karye-i Komnende de aynı manzara görülmektedir. 36'ıncı sayfada bulunan Kumaron nahiyesinde de bir manastır bulunmaktadır.

Bu defterdeki örnekler Osmanlıların fethettikleri bölge halkını, dil, din ve ırk açısından serbest bıraktıklarının açık bir delilidir. Aslında Arnavutluk'a ait olan bu defterlerde Müslüman olmayanların çok oluşu, defterin ilk dönemlere ait olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Osmanlılar, İslamiyeti teşvik için bazı kıstaslar koymuşlardır. Yerli halkın bazı görevlere gelebilmesi için askerî kadroya girmek veya bazı görevlere gelebilmek için Müslüman olması gerekmektedir. Böyle olunca özellikle Arnavutluk ve Bosna gibi bazı bölgelerde zorlama olmaksızın dikkate değer ölçüde İslamlaşma görülmektedir. Ancak Arnavutlar ve Boşnaklar İslamiyeti kabul ettikleri halde milliyetlerinde bir değişiklik olmamamıştır. Yani Türkleşmemişlerdir. Nitekim Arnavut tarihçisi Selami Puhala bir çok araştırmasında bu hususu açıkça dile getirmektedir.

Dr. Gyula Kaldy-Nagy'nin 1971 yılında yayınlamış olduğu Kanunî Devri Budin Tahrir Defteri (1546-1562), Macaristan'daki Türk hakimiyetini daha yakından tanımaya imkân vermektedir. "Nahiye-i Budun der liva-i Paşa" başlığı altında Nefs-i Budun'daki şahıs adlarının ve mahallelerin büyük bir kısmının gayrimüslimlerden oluştuğu görülmektedir. Halbuki daha sonra bahsedeceğimiz Sofya Tahrir Defteri'ne göre, Sofya şehrinde nüfus çoğunluğu Müslüman Türklerdir. Hatta defterin önsözünde de belirtildiği gibi bazı Macarca kelimelerin defterde kullanıldığı görülmektedir. Mesela biro=muhtar, diak= kâtip, varos= şehir... gibi.

Mc. Govan, Bruce W. tarafından 1983 yılında yayınlanan Sirem Sancağı Mufassal Tahrir Defteri, Osmanlılar devrinde Sirem'in nasıl yönetildiği hakkında geniş bilgi vermektedir. Belgede Türklerin fetih politikaları ile ilgili oldukça ilginç kayıtlar bulunmaktadır. Burada ilgimizi çeken husus, Osmanlıların en belirgin fetih ve yerleşme politikası olan; bir bölgeyi aşamalı olarak merkezî yönetim altına alma yöntemidir.
Sirem sancağının sakinleri Sırplar olduğu için yer ve şahıs adlarının çoğu Slavcadır. Sirem sancağında da nahiye ve köy adlarının büyük bir kısmı eski yer adlarının devamıdır ve yayınlayan tarafından da belirtildiği gibi çoğu Slavcadır. Burada Masanstır-ı İstari ve Kızıl Kilise gibi yerleşim merkezleri vardır. Sancağın İlok kasabası şehir merkezi olarak çoğunlukla Müslüman Türklerden oluşmaktadır. ancak az sayıda da olsa gayrimüslim isimlere rastlanmaktadır. Aynı kazanın köylerinden ikisi Müslüman Türk, 37'si gayrimüslim ve üçü de karışıktır. Müslüman Türk olmayan köylerin bir kısmında bir veya iki hane Müslüman Türk bulunmaktadır. Pek çok kazası olan Sirem sancağının öteki kazalarının da durumu İlok ile benzerlik göstermektedir.

Buraya kadar sıraladığımız örnekler, Osmanlıların Balkanlardaki egemenliği gerçekleşirken bugünkü bazı tarihçilerin iler sürdükleri gibi sistemli bir ihtida, yani İslamlaştırma politikası takip etmediklerine delildir. Nitekim Batılı bir Osmanlı tarihçisi olan Machicl Kiel, 1985 yılında yayınladığı Art and Society of Bulgaria in tihe Turkish Period adlı eserinde bu görüşleri aynen desteklemektedir. Zaten böyle bir zorlamayı gerektirecek bir davranışa yönelmeleri söz konusu olmazdı. Şöyle ki,


1. Osmanlı devleti, Orta-Doğu İmparatorluklarının çoğu gibi bir takım kaynaklardan beslenen, özellikle eski Türk geleneğinden etkilenen bir yönetim anlayışını, İslami teoriye dayandırmıştı. İslam hukuku olan fıkıh, temel olarak Müslümanların ilişkilerini düzenleyen kurallar getirmiş olmasına rağmen Müslüman olmayanların da İslam halifesinin otoritesini tanıdıkları takdirde zimmî statüsüne alınarak hangi esaslara tabi olacaklarını belirlemişti. Yönetim açısından onların gayrimüslim olmaları, herhangi bir zorluk yaratmıyordu. O nedenle İslama davet ya da kendiliğinden hidayete erme, ancak sevinçle karşılanan bir olgu olarak değerlendirilmekte ve bu tür yeni din kardeşleri hüsnü kabul görmekteydi.
2. Balkanların fethinde biraz önce de açıkladığım gibi Osmanlılar "uç" geleneğinin itici gücünden yararlanmışlardı. Uç hayatının hoşgörülü, elektrik nitelikleri, zimmî denerek, padişahın koruyuculuğu altına alınan gayrimüslimlere karşı hinterlanddan daha toleranslı bir davranışa sebep olmaktaydı.
3. Ayrıca, gayrimüslimlerden alınan şerî vergi cizyenin, nakdî bir vergi olması dolayısıyla bu gelirler doğrudan merkezî hazineye aktarılabilecek cinsten olduğu için devletin bu açıdan da zorla İslamlaştırma politikası uygulaması söz konusu değildi.
4. Fethedilen ülkelerin yine İslamî teori açısından dârü'l-İslama, İslam toprağına dönüşmesinden dolayı buraları Türk-İslam nüfus açısından da yerleşmeye açık hale geliyordu. Nitekim gelişmenin bu ikinci yönünün bol sayıda delilini sıralamak mümkündür:

Fethedilen bölgelere Türk-İslam nüfusun akımı, başlıca şu yollarla oldu:
1. Osmanlıların Balkanlara geçip ilerlemeye başladıkları andan itibaren Türkmenlerin de orada yerleşmeye başladıklarını görüyoruz. Bu iş ilerledikçe buna uygun olarak Türkmen taifelerinin sayıları ve önemleri artmış, daha sonra da bunları askerî bir teşkilata bağlamak, kendilerine mahsus bir nizam ve kanun meydana getirmek gereği ortaya çıkmıştır. Bu vakıanın delillerini hem kroniklerde, hem de tahrir defterlerinde bulmak mümkündür. Mesela, Aşıkpaşazâde, daha 1335'de "Karesi vilayetine gelen göçer evlerin Rumeli'ye geçirildiğini, bunların bir müddet Gelibolu civarında sâkin olduklarını" kaydetmekte ve Hayrabolu'ya giderek yurt tutup gaza ile meşgul olduklarını ilave etmektedir. Bunu fethin ilerdeki safhalarında Balkanların bütün bölgelerinde görüyoruz.

Rumeli'de tamamen yayıldıktan sonra tahrirlerini ve yükümlülük altına alınmalarını kolaylaştırmak amacıyla, Türkmenler ya yoğun olarak bulundukları mevki ve merkezin adına, ya herhangi bir niteliklerine, ya da o cemaatin reisliğini yapan kişinin adına göre adlandırılmışlar ve resmî işlemlerde böylece tanınmışlardır. Diğer taraftan, bu Türkmen gruplarına göre ayrı ayrı defterler düzenlenmiş, bunların birer suretleri merkeze gönderilmiş, diğer suretleri de Türkmen beylerine verilmiştir. Daima başvurulan, gerektiğinde sureti çıkartılarak ilgili kişilere gönderilen bu defterler zaman zaman yenilenmiş yeni durumları tam ve doğru olarak aksettirecek yeni tahrirler yapılmıştır

Naldöken Türkmenleri


Bunlar, Türkmen gruplarının en önemlilerindendir. Özellikle şimdiki Bulgaristan'da hemen her yerde rastlanan Naldöken Türkmenleri, XVII. yüzyıl başlarına kadar teşkilatını ve bütünlüğünü korumuş, hatta sayıları sürekli olarak artmıştır. Mesela 1543'te yalnız 196 ocak mevcut iken altmış sene sonra, 1603'te 243 ocak olmuş ve tahrir edilenlerin toplamı 8.763 kişiye yükselmiştir. Defterlere kaydedilmeyenle, herhangi bir sebeple, bu teşkilatlattan ayrılmış olanları da hesaba katmak şartıyla Naldöken Türkmenlerinin kadın, erkek bütün nüfusunu bu sırada yaklaşık olarak 50.000 kabul etmek mümkündür.
Bunların en fazla bulunduğu yerleri de belgelerden belirleyebiliyoruz. Mesele, Eskihisar-Zağra'da 66 ocak, Filibe'de 46 ocak, Tatarpazarcık'ta 19 ocak Türkmen kaydedilmiş durumdadır. Bunların yanında İhtiman, İzladi, Tatarpazarı, Çirmen, Yanbolu, Şumnu, Varna, Pravadi, Hirsova, Tekfurgölü, Silistre, Aydos, Çernova, Tırnova, Niğbolu, Hasköy, Çırpan, Kazanlık'taki Naldöken Türkmenleri dikkate değer görülenlerdir
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
10 Eylül 2008       Mesaj #3
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
AHISKA TÜRKLERİ

ahiska
Ahıska, bugünkü Gürcüstan sınırları içerisinde bulunan bir Osmanlı Toprağı’dır. Türkiye sınırına 15 kilometre uzaklıktadır. Elde edilen bulgular, bölgenin, milât öncesinde de önemli bir yerleşim bölgesi olduğunu gösteriyor. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Ahıska’ya gittiğinde bölgede taş bir kale, kale içinde bin tane ev, eski cami, pek çok han, hamam ve medrese bulunduğunu tesbit etmiş. Kızıl komünist yönetimin vahşi vandalizmi sebebiyle hiçbiri günümüze intikal etmemiştir. Bölge insanı, 642 yılında Hz.Osman döneminde Müslüman’ların yönetimine girdi. 1068de Selçuklular, 1268’de Moğollar yönetime hâkim oldular.Kısa süren Moğol hâkimiyetinden sonra, kendi halkından olan Derebeyleri yönetimi başladı.Yarı bağımsız olarak; İlhanlı, Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerine bağlı olarak kaldılar. Ahıska bölgesi, 1578 yılında Osmanlı Devleti'nin yönetimine geçti. Eyalet merkezi hâline getirildi. 1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Edirne Anlaşması’yla Ruslar’a terk edildi. Ahıskalı’lar, 1853-1856 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Osmanlı Ordusu’na yardımcı oldular. Savaş sonrasında Çarlık Rusyası yönetimi, Ahıskalı Türkler’e baskı ve işkence uyguladı. Pek çoğu Erzurum’a kaçtı. 1918 Mondros Mütarekesi ile kısa bir süre Millî şûra Hükûmeti yönetiminde bağımsız oldu.
1919’da bölgeyi işgal eden İngilizler, Millî şûra Hükûmeti’ni dağıtınca Ahıska, Gürcüstan tarafından işgal edildi.O tarihten bu yana Ahıska toprakları, Gürcüstan yönetimindedir.Toprakların asıl sahibi olanAhıska Türkleri ise Asya ve Avrupa’nın dört bir köşesinde sürgün hayatı yaşıyorlar.Çok az bir bölümü ise Türkiye’dedir.
Onlar kendilerine AhıskaTürkleri denilmesini istemiyorlar. “Biz, Osmanlı Türkleriyiz.Siz ne kadar Türk’seniz, biz de o kadarTürküz” diyorlar. Biz yine de hoşgörülerine sığınarak, bu yazı boyunca kendilerinden ‘Ahıska Türkleri’ olarak söz edelim.Onlar gerçektenOsmanlı Türkleri olarak anılmaya değer kardeşlerimizdir.“Bizim İnsanlarımız” dır.
ahiskaharita
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşanTürk Cumhuriyetleri’nde, Kırım’da ve Tataristan’da Türkler yaşıyorlar. İçlerinde Türk olduklarını kabul etmeyen insanlara rastlamak mümkündür. SSCB yönetimi, idaresi altındaki Türklere, yaşadıkları bölgelere göre milliyetler yakıştırıp etiketlemiş: Azerî, Özbek, Kazak,Kırgız,Tatar... gibi. Gezip görenler, inceleyenler bilirler: Onlar, “Biz Özbek'iz, Tatar'ız, Kazak’ız...” derler. Ahıska Türkleri ile Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri hariç. Onlar istisnasız olarak “Biz Türküz” derler.
Özel ilgi ve bilgi sahibi dışındaki insanlarımız Ahıska Türkleri’nin mevcudiyetinden 1989 yılında haberdar oldular. O tarihte Ahıska Türkleri, Özbekistan’ın Fergana vadisinde sürgün hayatı yaşıyorlardı.Komünistlerin provakasyonu ile bölgenin yerlisi olan Özbek kardeşlerimiz, taş ve sopalarla Ahıska Türkleri kardeşlerimize saldırdılar. Beş yüz Ahıskalı öldü. Binlercesi yaralandı. Çatışma gazetelerde “Özbek-Meshet/Misket Kavgası” başlıklarıyla yer aldı.
Nereden çıkmıştı bu Meshet-Masket-Misket ismi?
Ahıska ve çevresine, bölgede bulunan Rusların verdiği coğrafî isim: Mesketya idi. Bölge halkına da Mesketler deniliyordu. Gürcüler de bu ismi benimsemişlerdi. Daha sonra bölgenin Türkçe ismi öğrenildi ve doğrusu kullanılır oldu.

SÜRGÜN HAYATI

Ahıska Türkleri, 1919 İngiliz işgali sırasında da Osmanlı’dan yana tavır koymuşlardı. SSCB idaresi tarafından ikinci defa mimlendiler. Önde gelen Ahıskalılar, savaş sonrasında hemen sürgüne gönderildiler.Kalanlar, başlangıçta Gürcü ailelerin yanında işçi olarak çalışıyorlardı.İçki ve işrete düşkün gayrimüslim Gürcüler, zaman içerisinde işlerini kaybedip, çalışkan ve gayretli insanlar olan Ahıskalı’ların yanında işçi olarak çalışır duruma düştüler. Aslen Gürcü olan Stalin, soydaşlarını bu onur kırıcı durumdan kurtarmak istedi.Mallarına, mülklerine el koyarak Ahıska Türkleri’ni sürgüne gönderdi. SSCB yönetiminde bulunan ve Türkiye’ye yakın bölgelerde yaşayan Türk kökenli bütün insanlar... ve Müslümanlar... Kırım, Kazan, Ahıska ve Dağıstan Türkleri, Çeçenler, Kabartay-Balkarlar ve hatta Kalmuklar... topyekûn sürgün zulmüne maruz kaldılar. Operasyon, yük ve hayvan taşımakta kullanılan trenlerle gerçekleştirildi. İnsanlar, vagonlara çuval gibi *****-tepiş doldurularak kapılar kilitlendi.Vagonlardaki insanların yarısı, gidecekleri yere varmadan yolda öldüler. Cesetler, 8-10 saat zaman aralıkları ile vagonlardan alınıp, alelacele açılan çukurlara atıldı. Haftalar süren yolculuk sırasında ihtiyaç için bile yolcuların üzerine kilitlenen kapılar açılmadı.
Ahıska Türkleri’nin sağ kalabilenleri, işte böyle bir yolculuktan sonra, yalnızca üzerlerindeki elbiselerle Fergana Vadisi’ne gelebilmişlerdi. Sovyet idaresi; onların açlıktan, hastalıktan, soğuktan ve mikroptan-bakımsızlıktan ölmeleri için her türlü şartları hazırlamıştı. Buna rağmen sağ kalanlar, çalışmaya koyuldular.Kısa zamanda iş ve meslek, diploma ve ev-araba sahibi oldular.İyi bir düzen kurup rahat yaşamaya başlamışlardı ki, Özbekistan’lı kan ve din kardeşlerinin saldırısına uğradılar.Çatışmalar yaklaşık bir ay sürdü.Bu defa onları bölgeden uzaklaştıracak organize bir imkân yoktu. Orta Asya çöllerinde aylar süren yürüyüşlerle, bulabildikleri ot ve ağaç köklerini yiyerek, hayvan derilerini giyerek ve ayaklarına sararak Kazakistan, Kırgızistan ve Azerbaycan’a göç ettiler.O sıralarda Azerbaycan bağımsızlığını yeni ilân etmişti. Yeniden yapılanma çalışmaları sebebiyle yerli halk da işsiz ve zor durumda idi. Ahıska Türkleri’nin çilesi dolmamıştı. Yeni yerleşim bölgesinde de onları ızdıraplı günler bekliyordu.

İNSANLIK AYIBI
Bu onların ilk çilesi değildi.

İkinci Dünya Savaşı’nda Stalin,Ahıska Türkleri’nin genç ve vasıflı olanlarından elli bin kadarını AlmanCephesi’ne sevketti.Hiçbir askerî eğitim almadan, silâh tutmasını bile öğrenemeden kardeşlerimiz kendilerini savaşın tam ortasında buldular. Otuz bin genç, cepheye gönderildiklerinin ilk günlerinde hayatını kaybetti. Yirmi bin kişi sakat ve yaralı olarak hayatta kalabildi.Bunlardan on bini yurtlarına dönebildi.Günümüzde; Almanya’da, Ukrayna’da, Fransa ve İtalya’da Türklüğü temsil eden Ahıska Türkleri, işte o vatana dönemeyen sakat-yaralı askerlerin torunlarıdır.
Tarihin her döneminde mazlum, her döneminde mağdur edilmiş Türkler içerisinde vatansız bırakılmış, vatansızlığa mahkûm edilmiş tek grup, Ahıska Türkleri’dir. Kırım ve Kazan Türkleri, Çeçenler ve diğerleri... Hepsi iyi veya kötü şartlarda eski vatanlarına döndüler. Bu hak yalnızca Ahıska Türkleri’ne verilmedi.
Ahıska Türkleri’ni bulundukları ülkede gemi mühendisi, öğretmen, inşaat ve makina mühendisi, doktor veya kimyager olarak görmek mümkün.Pek çoğu aynı zamanda müzisyendirler.Acılarını notalara döküyorlar veya yorumlarıyla tarihlerini yaşatıyorlar.
Ahıska Türkleri, 1991’den bu yana, kısmen iyi şartlarda yaşıyorlar. Fakat onların hedefi ata yurtları olan Ahıska’ya dönmek veya Türkiye’ye yerleşmek...
1918’de, oturdukları toprakları kaybettiğimiz için onlara sahip çıkamamıştık. 1944’te Rusya ile ilişkilerimizin bozulmaması için iltica taleplerini reddettik. Onları, Fergana cehenneminden de kurtaramadık.
Ahıskalı kardeşlerimiz, Erzurum şivesi ile konuşurlar. Evlerinde tam bir Anadolu kültürü yaşanır. Türk örf ve âdetlerine, Müslümanlığa sıkı sıkıya bağlıdırlar. Sığındıkları Kazakistan’da, Azerbaycan’da ve Ukrayna’da, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanları ve Cumhurbaşkanlarına ulaşıp dertlerini anlattılar.1968 ve 1991 yıllarında sınırlı iskân imkânı tanınarak Türkiye’ye gelme hakkı veren kararnameler hazırlandı.Her ikisi de imza noksanlığı sebebiyle yürürlüğe konulamadı.Hükûmet değişiklikleri oldu, yeni hükûmetler konu ile ilgilenmediler.
1968 yılında, 10 kişilik bir heyet oluşturarak Moskova’daki Türk Büyükelçiliği’ne müracaat ettiler.Türkiye’ye göç etmek istediklerini bildirdiler. Bir grup da SSCByönetiminden vatana dönüş için izin talep ettiler.Komünist dikta rejiminin en güçlü ve şiddetli olduğu bir dönemde bu eylemleri gerçekleştirmenin ne demek olduğunu ancak bu konuda bilgi sahibi olanlar anlayabilirler. Türkiye’de o tarihlerde yeterli bilgiye sahip, yeterli sayıda devlet adamı olmadığı için SSCB yetkililerinden alınan izin belgesi işe yaramadı. Aynı yıl, Sovyet Prezidyumu, Ahıska Türkleri’nin SSCB’nin herhangi bir bölgesine yerleşebileceklerine dair bir karar aldı. “Herhangi bir bölge” tarifi içinde, vatan olarak benimsedikleri Gürcüstan toprakları yoktu.
Ahıska Türkleri, sığındıkları yerlerde hep vatan özlemi çekiyorlar. Hasret şarkılarıyla asırlar uzunluğunda yıllar yaşıyorlar.
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
11 Eylül 2008       Mesaj #4
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
AVRUPA TÜRKLERİ

Avrupa Türkleri, Avrupalı Türkler ya da Euro Türkler olarak ekonomik sebeplerden dolayı Avrupa'nın çeşitli ülkelerine göç eden ve artık Türkiye'de yaşamayan insanlar tanımlanır. Nüfusları 4 milyon civarındadır.

Tarihçe

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa ülkeleri yabancı işçi almaya başladı. 1950'lerde özel aracılarla bireysel girişimciler Avrupa'ya gitti. 1957'de Türkiye'den ilk stajyer kafile 10 kişiydi. Türk Alman Ekonomik İlişkilerini Araştırma Enstitüsü 1959'da kuruldu.
1960'larda ismen çağırma sistemiyle Avrupa'ya gidenler için ikili anlaşmalar yapıldı. İş ve İşçi Bulma Kurumu, Çalışma Bakanlığı ve Alman irtibat büroları vasıtasıyla ülkeler arasında anlaşmalarla işgücü hareketleri bir sisteme bağlandı. 1961'de Almanya, 1964'de Avusturya, Belçika, Hollanda, 1965'de Fransa, 1967'de İsveç ile Türkiye arasında anlaşmalar yapıldı.
Türk işçileri konuk işçi (Gastarbeiter) sıfatıyla ve sadece erkekler kaydıyla alınıyordu. Dönüşüm ilkesine (rotation) göre işçiler bir yıl sonra ülkelerine döneceklerdi. Ama kimse dönmedi.
İlk gidenler, yani birinci kuşak, heim'larda yani yurtlarda kaldı; ağır, kimsenin çalışmadığı, pis işlerde çalıştılar, aileler parçalandı.
1966-67'deki krizde 70.000 işçi işten çıkarıldığında bunların çoğu yurda dönmedi, Hollanda ve Belçika'ya gitti.
1970'lerde işçiler, konukluktan kalıcılığa yöneldiler. Sosyal haklar elde ettiler, dernekleştiler. Ancak 1973 krizinde işçi alımları durduruldu, çalışanlar yurtlarına dönmeye özendirildi. 1973'de 100.000 işçi yurtdışına gitmişti, 1974'de bu 640 kişiye düştü. Sırada bekletilen 1 milyon kişi vardı. Ancak işçi göçü, turist pasaportuyla ve siyasi iltica talebiyle devam etti. Siyasi sığınmacılar 1976'da 800 civarındayken, 1980 askeri darbesinden sonra 57.913'e çıktı. Bunlara af çıkarıldı. Ailelerin getirilmesiyle, eş ve çocuklar hakkındaki özendirici yasalarla nüfus arttı. Oturma ve çalışma izni aldılar.
1980'lerde artık kalıcı olan Türk işçileri, çalışma problemlerinden sonra kimlik ve dil, eğitim, uyum sorunlarıyla karşılaştılar.
1990'larda Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra 1991'de Yabancılar Yasası Almanya'da kabul edildi. İşten çıkarmalar, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve şiddet artmaya başladı. Sosyal haklar yanında, siyasal haklar ve çifte vatandaşlık tartışılmaya başlandı. Bu sırada artan şiddet olayları Mölln ve Solingen facialarıyla sonuçlandı, bu olaylarda 8 Türk öldü.

Güncel

3.700.000 civarındaki Avrupalı Türk, Avrupa'da 3. kuşağıyla Avrupa Birliği'ne uyum sağlamaya çalışıyor. Tasarrufları 1964'de 45 milyon dolardı. Almanya'da genel nüfusun %3'ünü teşkil eden Türkler 2.5 milyonu geçti. 25.000 Türk, Alman üniversitelerinde okuyor. 60.000 Türk işveren var. 424.562 kişi Alman vatandaşlığına geçmiş durumda.
Avrupa Türkleri, Avrupalılık kimliğiyle tam uyum sağlamış değil. Zaten Avrupalılık tarifinde bir anlaşma sağlanamadı. Türk işçiler, Türk kimlikleriyle sürece katılıyorlar. Almanlar bu topluma, Paralellgesellschaft, yani paralel toplum diyor. Çokkültürlülük ve ulusötesi yurttaşlık kavramları medyada tartışılan konulardan.

Genel olarak Avrupa'da yükselen İslam fobisi, Hristiyan Avrupa'da Türklerin istenmediğine dair inançlar oluşturuyor. Bir yandan köktencilik, bir yandan ırkçılık, bir yandan İslam düşmanlığı ile karşı karşıya kalan Avrupalı Türklerin birinci kuşağı yurt ile özdeş durumda.
Avrupalı Türklerin sorunları sadece bütünleşme değil. Hala birçoğu dönecekmiş gibi çalışmakta, hala birçoğu kiracı. Birinci kuşak yaşlanmış ve yoksullaşmış. Yabancı dil ve eğitim sorunları, Avrupa'nın hem dini yaşayışına hem seküler yaşayışına uyumsuzluk devam ediyor. Birkaç kişi yerel siyasi kurumlara seçiliyor, hatta milletvekili olanlar bile var, ancak kütlesel olarak kültürel dışlanmışlık hakim.

Avrupalı Türkler arasında sayısız dernek ve STK var. Ülkücü federasyonlar, Milli Görüş teşkilatları, Kürt ve Alevi dernekleri, tarikatlar, Diyanet kurumları, cami ve cemaat birlikleri, vakıflar Avrupa demokrasisinden sonuna kadar faydalanıyorlar.


Bazı Avrupa Ülkelerindeki Türk Nüfus
#
Ülke
rk nüfus
Tarih
1
Almanya2.637.000 2003
2
Fransa370.000
2003
3
Hollanda270.000
2003
4
Avusturya200.000
2003
5
Belçika110.000[
2003
6
İsviçre90.000
2003

7
Birleşik Krallık70.000
2003
8
Danimarka53.000
2003
9
İsveç37.000
2003
10
Norveç14.084
2006
11
İtalya11.077
2004
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
11 Eylül 2008       Mesaj #5
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
BATI TRAKYA TÜRKLERİ

batitrakya

batitrakyabayrak

Batı Trakya; doğuda Meriç Nehri ile Türkiye'ye, batı' da Karasu Nehri ile Makedonya'ya, kuzeyde Rodop Dağları ile Bulgaristan'a sınırdaştır. Güneyinde ise Ege Denizi yer alır. Yaklaşık 50.000 kilometrekarelik bir coğrafya parçasıdır. Batı Trakya'nın Türk Yurdu hâline gelmesi, Osmanlı Devleti'nin, 1356'da bölgeye gelmesiyle başlar. Zaman içerisinde Dedeağaç, Dimetoka, Gümülcine, İskeçe, Kavala, Drama ve Serez Osmanlı yönetimi altına alındı. 1372 yılına gelindiğinde Trakya'nın tamamı fethedilmişti. Bölgeye Anadolu'nun muhtelif şehirlerinden Türk aileler yerleştirildi. Batı Trakyalı yerli halktan da kendi istekleriyle, herhangi bir baskı söz konusu olmaksızın İslâmiyet'i kabul edenler, Türk kültürünü benimseyenler oldu. Toprakların bir kısmı Osmanlı Ordusu'nun gazilerine mülk olarak verildi. Osmanlı yönetimi, bölgeye yerleştirilen Türkler ve İslâmiyet'le sonradan şereflenen yerli halk elbirliği ile Batı Trakya'yı kısa zamanda camiler, medreseler, kervansaraylar gibi Türk-İslâm kültürünün zevk ürünü üstün mimari eserleriyle donattılar. Batı Trakya, artık Osmanlı Devleti'nin Rumeli Eyaleti olmuştur.
Bölge halkı 1878 yılına kadar bütünü ile huzur içerisinde yaşadı. 3 Mart 1878 Ayastefanos Antlaşması ile Batı Trakya'nın doğu kısmı Bulgaristan'a bırakıldı. Bölge halkı, yönetim değişikliğine karşı direniş hareketi başlattı. Hareketlerin genişlemesiyle önce geçici hükümet, sonra da 1913 yılında Batı Trakya Türk Cumhuriyeti kuruldu. Dünya tarihinin ilk Türk Cumhuriyeti idi. Ne yazık ki bir ay sonra dağıtıldı. Başkaca denemelerden sonra 1919-1920 yılları arasında Batı Trakya Türkleri'nin en uzun ömürlü devleti hüküm sürdü. Yunanistan'ın bölgeyi işgal etmesiyle bu devletin varlığı da sona erdi, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile Batı Trakya Türkleri'nin statüsü belirlenerek bölge, üzerinde yaşayan insanlarla birlikte Yunanistan'a verildi. O tarihte Batı Trakya'daki Türk nüfusu 747.628 olarak belirlenmişti. Toplam nüfus ise 975.548 idi.
Lozan Antlaşması gereğince Türk toplumu, din ve ırk farkı gözetilmeksizin her türlü vatandaşlık haklarından yararlanabilecekti. Özellikle kendilerine ait kültürel ve dinî eğitim kurumlarını açıp bizzat yöneteceklerdi. Türkçe eğitim yapılabilecek, mahkemelerde Türkler kendi dilleriyle konuşabileceklerdi. İbadethaneler, mezarlıklar ve Türklere eğitim veren okullar ile dinî kuruluşların yönetimi Türklere ait olacaktı.
O tarihten sonra azınlık haklan ile ilgili yazılı metinlerde hiçbir değişiklik yapılmadı. Fakat Yunanistan, tek taraflı olarak bu hakların kullanılmasını yasakladı. Dernekler kapatıldı, camiler park ve yeşil alan yapılma bahanesiyle yıkıldı. Türklerin oyu ile seçilen cemaat liderleri görevlerinden alındı, yerlerine Atina hükümetinin görevlendirdiği kişiler yerleştirildi. Özetle Yunanistan, yönetimi altındaki Müslüman Türkler'e, kızıl komünistlerin uyguladıkları baskı, sindirme, yok etme ve kültürel asimilâsyon yöntemlerini tekrarladı. Soydaşlarımızın, Müslüman Yunanlı (!) olduğu iddia ediliyor. Türklere ait arsalar kamulaştırılıyor. Türk gençlerinin Yunan üniversitelerinde okuması engelleniyor, Türkiye'de okumalarına izin verilmiyor.
Yunan hükümetlerinin soydaşlarımıza uyguladığı insanlık dışı baskılar, ciltlere sığmayacak ölçüde geniştir. Sinema, tiyatro ve romanlara konu olabilecek kadar trajiktir. Batı Trakyalı Müslüman Türkler, 550 yıllık öz vatanlarında, 77 yıl içerisinde esir durumuna düşünüldüler. Uygulamaların önlenmesi için Türkiye'nin ayağa kalkması, bölge ve hattâ dünya barışını tehdit eden kanunsuzlukların durdurulması için dünyayı en sert dille ikaz etmesi beklenir. Bunları ve daha fazlasını yapmak, Türkiye'nin en tabiî hakkıdır. Hattâ, çok daha fazlasını bile yapsa, kimsenin itiraz etmeye hakkı yoktur. Çünkü imzalanan bunca anlaşma yürürlüktedir. Türkiye'de yaşayan Yunanlı azınlık, yazılı hakların hepsinden yararlanıyor. Ancak kendi ülkelerinde olabilecekleri ölçüde rahat ve güvenlik içerisindeler.
Yunan parlâmentosunda Türkleri temsilen iki milletvekili vardı. Dr. Sadık Ahmet, Batı Trakya Türkleri'nin haklarını canı pahasına koruyan modern çağın efsane lideri idi. Trafik kazası görünümündeki bir cinayetle şehid edildi. Kendisini rahmetle anıyoruz.
Yunanistan, seçim sisteminde yaptığı bir değişiklikle 1993 yılında Türklerin parlâmentoya giden yolunu kapattı.
Batı Trakya, millî kültürümüzle: yoğrulmuş Türk toprağıdır. Müziğinde renkli ve zengin duygularla Anadolu terennüm edilir. Yunan vandalizmi, Rumeli'de MüslümanTürk izlerini silme gayreti içerisindedir. O izlerin silinmesini önlemek, soydaşlarımızın oralarda insanca yaşamasını sağlamak.... Türk Hükümetlerinin şeref borcudur.
Batı Trakya Türklerinin Örf ve Adetleri
Bütün Türk topluluklarında olduğu gibi, Batı Trakya Türk toplumunda da ailenin önemi büyüktür. Aileye verilen bu önem, günümüzde biraz zayıflasa da, temelde bir değişikliğe uğramamıştır. Gelenek ve göreneklerine bağlı bir toplum olan Batı Trakya Türklerinde aile kutsal bir kurumdur. Toplumu ayakta tuttuğuna inanılır. Hiç kuşkusuz, Batı Trakya Türk toplumunun çekirdeğini oluşturan ailenin oluşumu da bazı gelenekler ve göreneklerin uygulanması sonucunda meydana gelmektedir.
Ailenin oluşması evrelerini açıklamaya geçmeden önce, bazı bölgelerde küçük değişiklikler olabileceğini de belirtmekte fayda görüyoruz.
KIZ İSTEME
Batı Trakya Türk toplumunda ailenin oluşumu, oğlan tarafının kız istemesi ile başlamaktadır. Eski yıllarda oğlan ve kız birbirlerini göremiyorlardı. Şimdi bunun tam tersi yaşanmaktadır. Oğlan ve kız özgür iradeleriyle yuva kurmaktadırlar. Kızın istenmesinden önce her iki taraf da birbirlerinin aile durumlarını soruştururlar. Bu araştırma-soruşturma işlemi, genelde, köyün saygın kişileri ve akrabalar vasıtasıyla olmaktadır. Karşılıklı soruşturmalardan sonra, eğer karar verilmişse, oğlan tarafı kız tarafına dünür gönderir. Kız istemeye gidecek olan insanların, köyde yaşayan dürüst ve sözü dinlenen kişiler olması gerekmektedir. Kadın veya erkek olmasında da bir sorun yaşanmamakla birlikte, genellikle erkek gönderilmektedir. Kız istemeye giden kişilere “Dünürcü” denmektedir. Dünürcüler, mutlaka, Pazartesi ve Perşembe akşamları gönderilmektedir. Bu durum neredeyse kesin bir kural niteliğindedir. Kız evine giden dünürcüleri, kızın babası ve annesi karşılar ve en güzel odalarına geçirirler. Kız daha sonra dünürcülerin yanına gelmektedir. Karşılıklı olarak hal-hatır sormalardan sonra, istenen kız kahve getirmek üzere odadan uzaklaşır. Bu arada, kahveler gelinceye kadar değişik güncel konulardan sohbetler açılır. Kız kahveleri getirir. Eğer oğlanda gözü varsa ve onunla yuva kurmak istiyorsa, kahveyi tatlı yapar. Eğer oğlanı beğenmiyorsa kahve tamamen şekersiz yapılmaktadır. Bu gerçekte çok kritik bir andır. Kahve şekersiz dahi olsa, dünürcüler bunu ses çıkarmadan ve hiç belli etmeden içmek zorundadırlar. Kahveler içildikten sonra asıl konuya geçilir. Dünürcüler, “Allah’ın emriyle Peygamberin kavliyle kızınızı istemeye geldik” derler, böylece konu açılmış olur. Oğlan tarafı kendi tarafının durumunu ve oğlanın meziyetlerini ballandıra ballandıra anlatır. Kız tarafı ise bütün bunları dinler. İlk defa gelen dünürcülere kesinlikle bir cevap verilmez. Kız, eğer, verilmeyecek dahi olsa, yine, “gene gelin” denir. Dünürcüler kız istemeye gittiklerinde, beraberlerinde herhangi bir şey götürmezler. Birinci defada cevap vermeyen kız tarafı, oğlan tarafını iyiden iyiye soruşturur. Dünürcüler ikinci defa gelir. Konu artık bilinmektedir. İkincide de cevap verilmez ve yine “gene gelin” denir. Fakat, kız verilecekse, ailenin tutumunda bazı yumuşamalar göze çarpmaktadır. Dünürcüler, nihayet üçüncü defa gelirler. Kız eğer verilecekse, mutlaka üçüncü defada verilir. Bu kesin bir kuraldır. Bunun aksi, kız tarafını, küçük düşürdüğüne inanılır.
MENDİL ALMA
Kız eğer verilmişse, kahve faslından sonra, gelin gidecek kız, bir tabla içinde gelen dünürcülere mendil getirir. Mendiller üçgen biçiminde ve beyaz renktedirler. Mendili alan dünürcü, tablaya hediyesini para olarak bırakır. Her mendil alanın para hediyesi vermesi adettendir. Kız tarafı, kızın verildiğinin bir işareti olarak, dünürcülere, oğlan tarafına götürülmek üzere, giyim eşyası ve tatlı gönderirler. Buna “mendil alma” denmektedir. Oğlan tarafına gelen dünürcüler, burada oğlan ve ailesi tarafından neşe içersinde karşılanırlar.
SÖZ DÜZME
Aradan bir iki gün geçtikten sonra asıl “söz düzme” denen olaya geçilir. Oğlan ve kız karşılıklı bir gün tayin ederek ve yanlarına ailelerini de alarak söz düzmeye gidilir. Her iki taraf da karşılıklı olarak birbirlerine giyim eşyaları ve altın takılar alırlar. Bu arada oğlan tarafı, kız evine gönderilmek üzere kuru yemişlerden ve şekerlerden oluşan çerezleri de alır. “Söz düzme” olayında, oğlan ve kızın her istediği alınır. Kızın beğendiklerini oğlan tarafı, oğlanın beğendiklerini de kız tarafı ödemektedir. Daha sonra, alınan takılar ve giyim eşyaları eve getirilir. Kızın eşyaları, kız evine gönderilmek üzere oğlan tarafına, oğlanın eşyaları da kız tarafına götürülür.
SÖZ DİKİMİ
Daha sonra, “söz dikimi” safhasına geçilir. Söz dikimi için akrabalar, komşular ve bu işten anlayan kişiler davet edilir. Söz dikicilerin hepsi kadın olmak zorundadır. Daha önceden oğlan evinin sandığında bulunan eşyalar çıkarılır. Büyük kumaş parçaları düz bir yere serilir. Kumaş yerine kadife de kullanılmaktadır. Yere serilen elbiselik kumaşların üzerine, kenarlarına oya çekilmiş, çember, krep, çorap, koku, ayna, altın türleri (genellikle bilezik, küpe v.b) ve işlemeli bohça türünden eşyalar konur. Bu eşyalar, çeyiz iğneleri ile, kumaşın üzerine tutturulur. Fakat, ilk iğneyi damat olacak olan oğlanın batırması gerekmektedir. Damadın bu hareketinin uğur getirdiğine inanılmaktadır. Bu arada oğlan da orada bulunan kadınlar tarafından tebrik edilir. Söz dikme olayı büyük bir sevinç içersinde yapılır. Dikilen sözler, akraba ve dostların görmeleri amacıyla duvarlara asılır. Genellikle üç adet bu tür dikimler yapılır. Bunlara “mendil karşılığı”, “tava karşılığı” da denmektedir. Sözün dikiminden sonra, yine dünürcüler vasıtasıyla kızın evine götürülür.
GÖRÜŞMELİK
Karşılıklı olarak söz getirip götürmeler bittikten sonra, “görüşmelik” denen başka bir geleneğe geçilir. Görüşmelik olayında amaç ailelerin tanışmalarıdır. Mutlaka kız evinde yapılır. Bu tanışma merasimine her iki taraftan da akrabalar davet edilir. Oğlan ve kız beraberce beğenip aldıkları elbiseleri giyerler. Kız evine gelen misafirler, kadınlar, erkekler ve gençler olmak üzere üç guruba ayrılırlar. Her zaman olduğu gibi yine kahveler içilir, sohbetler edilir. Oğlan annesi gelini gördüğünden dolayı, odanın içine kumaş veya kadife serer. Serilen bu kadifelerin üzerinden gelin yürütülür. Bu adete de “gelin yürütme” denmektedir. Kız ve oğlanın yüzük takılacak parmakları kırmızı bir şeritle bağlanır. Şeridi genelde ailenin en küçük bireyi kesmektedir. Bu gelenekte de, makas, ilk seferde şeridi kesmez. “bu makas kör kesmiyor” denir. Makasın kesmediğini gören damat bahşiş olarak para verir. Sonuçta şerit kesilir. Devamında da her iki taraftan gelen akrabaların ellerini öperler. Bu arada, oğlan tarafı kıza, kız tarafı da oğlana çeşitli para hediyeleri takarlar. En yakın akrabalar, genelde, altın takmaktadırlar. Bu olaya da “takı takma” denmektedir. Takı olayından sonra, oğlan tarafının getirdiği tatlılar (eskiden baklava şimdi ise pasta getirilmektedir) orada bulunanlara ikram edilir. Bu arada hatıra olarak fotoğraf ta çektirildiğini belirtmek gerekmektedir. Görüşmelik sona erdikten birkaç gün sonra, “tava açma” geleneği de yaşanmaktadır. Söz getirmeleri sırasında, kız evinin oğlan evine gönderdiği tatlı tepsisi veya çikolata kutusu, oğlan evine gelen kız tarafından açılmaktadır.
Görüşmelik olayından sonra, oğlan ve kız artık nişanlı sayılmaktadırlar. Eskiden nişanlı kalma süresi çok uzun sürerdi. Şimdilerde ise bu süre gittikçe kısalmaktadır. Görüşmelik ile düğün arasındaki zamanda, oğlan annesi sık sık gelini olacak olan kızı ziyaret eder. Her ziyaretinde de mevsime göre giyim eşyaları ve çerezler getirir. Bu gidip gelmeler esnasında, düğün hazırlıkları da konuşulur.
DÜĞÜN HAZIRLIKLARI
Düğün zamanı yaklaştıkça herkesi bir heyecan sarar. Eskiden düğünler Çarşamba günleri başlar ve Perşembe günü gelinin alınmasıyla sona ererdi. Günümüzde ise, genellikle Cumartesi Pazar günleri yapılmaktadır. Düğüne akrabalar ve dostlar davet edilirdi. Davet işlemi haneleri tek tek dolaşılarak yapılırdı. Fakat, kadın ve genç kızların davet edilmesi daha değişik oluyordu. Kadınlar ve özellikle de düğünde soyunacak olan genç kızlar, yine belirlenen genç kızlar tarafından, düğüne çağırılıyorlardı. Genç kızlar, topladıkları şimşir ağacı yapraklarını gümüş tellerle kaplayarak, çağırdıkları her genç kıza, bu yapraktan birer tane veriyorlardı. Yaprağı alan genç kız, düğünde sıraya oturmak üzere çağrılmış anlamını taşıyordu.
DÜĞÜN YEMEKLERİ
Düğünde genellikle koyun, keçi ve sığır kesilmekteydi. Kesilen hayvanların kafalarından paça çorbası yapılır ve hizmete gelmiş olan kadınlar tarafından yenirdi. Bu bu gün dahi böyle olmaktadır. Yemekleri ise, bu konuda uzmanlaşmış aşçılar yapmaktadır. Et yemeğinin dışında, kıymalı çorba, nohutlu pilav, kazeler (gaziler) helvası veya kaşık helvası, yoğurt, mevsime göre salata çeşitleri mutlaka bulunmaktaydı. Özellikle, çorba pişirilirken kemikler de içine katıldığından çok lezzetli olmaktaydı. Yemekler, köyün gençleri tarafından sofralar halinde misafirlere taşınır. Düğüne davetli kişiler, “sini” denilen ağaçtan yapılma yer sofrasına otururlar. Bütün yemeklerden sadece birer çanak getirilmekte ve ayran da tastan içilmekteydi. Yemek yeme işlemi bittikten sonra, sofradan kimse kalkmaz. Yemekte bulunanlardan herhangi bir kişi “sofra duası” okur. Eller yukarı doğru açılır ve Allah'a, verdiği nimetlerden ötürü dua edilir. Dua bittikten sonra ise birkaç yudum yemek adetten sayılmaktadır. Yemek verme işlemi gün boyu devam etmektedir.
DÜĞÜN BAHŞİŞLERİ
Düğüne çağrılan kişiler mutlaka beraberlerinde bahşiş de getirmektedirler. Eskiden genelde, bakır kaplar, cam eşyalar ve para getirilirdi. Günümüzde ise ev eşyaları ve para verilmektedir. Akrabalık durumu da, bahşişin cinsini etkilemekteydi. En yakın akrabalar, altın lira, ev ve giyim eşyaları getirmekteydiler.
NİKAH
Nikah, köyün remi hatibi tarafından kıyılır. Hatip, önce oğlan evine gelir. Burada, kız evine gidecek en yakın akrabalar da bulunur. Hatip damada üç defa kızı isteyip istemediğini sorar. “Evet” demek yeterli olmayıp, net bir şekilde üç defa “istiyorum” demesi gerekmektedir. Burada da yine yemek hazırlanır. Oğlan tarafının rızasını alan hatip ve beraberindeki heyet, kız evine gider. Burada da kız tarafının en yakın akrabaları bulunur. Aynı şekilde kıza da sorulur, onun da rızası alınır. Yalnız burada bir fark vardır. Hatip, soru esnasında oğlanı gördüğü halde, kızı görememektedir. Son yıllarda bu konuda da yumuşamalar olduğu gözlenmektedir. Kızın rızası alındıktan sonra, nikaha, altın türünden bazı meblağlar konulur. Nikah bitiminden sonra, hatip bu durumu müftülüğe bildirir. Böylece resmi bir nikah kıyılmış olur. Nikah genellikle düğüne yakın bir zamanda kıyılır. Bunun yanında, güven sağlamak amacıyla çok önceden de nikah kıydıranlar olmaktadır.
TOPRAK BASTI
Görüşmelik ve nikah işlemlerinin sona ermesinden sonra, damat eğer başka bir köydense, kısacası yabancıysa, “toprak bastı” denilen bir adet yaşatılırdı. Evleneceği kızı görmeye gelen damat, köyün gençleri tarafından yakalanır ve toprak bastı denilen bir miktar para istenirdi. İstenilen rakam genelde, ilk başlarda çok yüksek tutulur ve pazarlık yapılırdı. Damat bu parayı vermediği taktirde, kızın köyüne istenmezdi. Zamanla bu konuda tatsız olaylar dahi yaşanmıştır. Bu adet her ne kadar yumuşamış dahi olsa hala devam etmektedir. Damattan alınan bahşiş, köy gençlerinin eğlencelerinde kullanılırdı.
DÜĞÜN
Düğün, eski yıllarda, hem oğlan hem de kız evinde yapılmaktaydı. Perşembe günü akşamı “kına gecesi” düzenlenir, kızlar ve oğlanlar birbirlerine maniler atarlardı. Bu maniler ve türkülerin bazıları şöyleydi:

Dere gelir kütükten
İçilmiyor köpükten
Şu Kurcalı’nın kızları
Sevilmiyor ipekten

Pencereden baktırım
Elektriği çaktırım
Dikkatle akma çocuk
Öküzleri sattırım

Güle bindim gülmedim
Gülden düştüm ölmedim
Enim bir yarim var
Üç gün oldu görmedim

Türküler

HASTANE

Hastanenin şişeleri oynuyor
Doktor gelmiş yaracığımı ağlıyor
Annem babam başucumda ağlıyor
Söyle de doktor söyle ölecek miyim
Ölmeden yarimi görecek miyim

Hastanenin önünden bir garip geçti
İki söz söyledi derdimi deşti
Gidin sorun yarim enden mi geçti
Söyle de doktor söyle ölecek miyim
Ölmeden yarimi görecek miyim

YENİ CAMİ

YENİ Cami avlusunda namazımı kılsınlar
Gelinlik elbiselerimi baş ucuma koysunlar
Aklım büyük kendim küçük ben neler söyleyeyim
Karanlık yerlerde anneciğim ben nasıl yatayım
Karanlık yerlerde Mevlâm ben nasıl durayım

Yeni Cami çeşmeleri harıl harıl akıyor
Anneciğimin söylediği sözler ciğerimi yakıyor
Mezarımı mezarımı yol üstüne kazsınlar
Gelen geçen bir genç ölmüş eyvah yazık desinler
Gelen geçen ir kız ölmüş eyvah yazık desinler

Aklım büyük kendim küçük ben neler söyleyeyim
Karanlık yerlerde Mevlâm ben nasıl durayım
Mezarımı mezarımı kızlar kazsın dar olsun
Etrafında lâle sümbüller bol olsun.

Not: Yukarıdaki türküler ve maniler Kurcalı köyüne aittir.

Kız evinde, gelin olacak kıza kınalar yakılır. Kına yakmak için de davet gerekliydi. Kızlar “sıra” denilen tahta oturaklara otururlardı. Bu arada türküler de söylenir ve oyunlar oynanırdı. Kız evinde olan düğün daha kalabalık ve renkli geçmekteydi. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru oğlan tarafı damadı da beraberlerine alarak kız evine giderlerdi. Bu götürme işleminde, damadın en yakın ve samimi arkadaşları ona eşlik ederdi. Bazı kına gecelerinde davul –zurna da bulunurdu. Karşılıklı oyunlar oynanırdı. Damadın arkadaşları geline para takarlardı. Bu günümüzde de böyle devam etmektedir.
DÜĞÜN ALAYI
Düğün alayı eskiden hayvan arabaları ile yapılırdı. Şimdilerde ise özel arabalar kullanılmaktadır. Düğün alayına katılacak olan arabalar sabahtan daha süslenmeye başlanır ve üzerleri kilim ya da kepe denilen örtülerle kaplanırdı. Hayvan arabalarının içersine iki sıralıya oturak konulur ve gençler buralara otururlardı. Gelin alayına genelde gençler çağrılırdı. Gelin alıcılar kız evine hareket etmezden önce, bir grup genç, kız evine gider ve “yastık” denilen eşyaları alırlardı. Bu eşyalar genellikle dokuma gömlek olurdu. Bu gençler bir nevi haberci niteliğindeydi. Gençler oğlan evine döner dönmez, gelin alayı hareket ederdi. Kız evine ulaşan gelin alıcılar, kadın ve erkekler olmak üzere ayrı ayrı evlere geçirirlerdi. Burada kahveler içilir ve gelin dışarı çıkıncaya kadar burada beklenirdi. Eskiden, gelin alayına damat iştirak etmezdi. Günümüzde ise damat da alaya katılmaktadır. Gelin alayına başkanlık eden, genelde oğlan babası , amcası veya da çok yakın akrabalarından bir tanesi olurdu. Getirilen kahvelere karşılık, alay başkanının kahve fincanı ters kapanır ve böylece bahşiş vermesi istenirdi. Gelin, oğlan tarafının bir yakını tarafından evden dışarıya çıkarılır ve arabalara bindirilirdi. Bu arada alay hayvan arabasıysa, boyunduruğun çivisi, ailenin en küçük çocuğu tarafından saklanır ve alay başkanından bahşiş istenirdi. Bahşiş almada sıkı bir pazarlık yapılırdı. Arabaya binen gelinin yanına, daha sonra koltuğuna girecek olan genç bir bayan otururdu. Gelin alayı hareket ettikten sonra, kız annesi veya akrabaları tarafından, arabanın arkasından pirinçli su dökülürdü. Yol boyunca, gelin alayının önü urganlar çekilerek kesilir ve bahşiş istenirdi. Bu sık sık tekrarlanırdı. Yoluna devam eden gelin alayı, kesinlikle geldiği yoldan gitmezdi. Alayın geldiği yoldan dönmesi uğursuzluk getireceğine inanılırdı. Yol boyunca mutlaka da bir çay üzerinden geçilir ve mendil atılırdı. Oğlan evine yaklaşan gelin alayı davul- zurna ile karşılanır ve yavaş yavaş ilerlerdi. Gelin alayının oğlan evine varması akşam saatlerine kadar sarkardı. Bu zaman diliminde genç erkekler alayın önünü keser ve oynarlardı.
DAMAT TIRAŞI
Gelin alayı oğlan evine ilerlerken, damat adayı da hazırlıklarına başlar. Damat ilk önce bahçede tıraş olur. Tıraş esnasında, berberin sol koluna, damadın ailesi tarafından bir mendil bağlanır. Bağlanan bu mendile de, berbere takılan paralar tutturulur. Damat tıraşı kasıtlı olarak uzun sürdürülür. Tıraş esnasında, damat ve arkadaşları oyunlar oynarlar. Yine bu arada, damada, ailesi ve arkadaşları takı takarlar. Bu takılar genellikle paradır. Tıraşın bitiminde damat arkadaşlarının eşliğinde giyinmeye alınır. Damat, burada arkadaşları tarafından giydirilir. Damadın bütün bu hazırlıkları bittikten sonra, artık beklemeye başlanılır.
GELİN İNDİRİLMESİ
Damadın evine ulaşan gelin alayını, burada, büyük ve heyecanlı bir kalabalık bekler. Bilhassa kadınlar gelini görmek için sabırsızlanırlar. Kalabalığın arasından üç kişinin yan yana geçebileceği kadar bir koridor açılır. Gelini arabadan, damatla beraber yürütecek olan genç bayanlar indirir. Tercihen yeni evli bayanlar seçilmekte ve damadın akrabası olmasına dikkat edilmektedir. Bu arada, bir kişi damada giderek gelinin hazır olduğunu bildirir. Damat elindeki torbadan şeker ve para fırlatarak dışarıya çıkar. Koridordan ilerler. Gelinin bir koltuğuna girerek ilerlemeye başlar. Daha eski yıllarda ise, damadın gelini kucağına alarak indirdiği söylenmektedir. Bu arada av silahları ile havaya birkaç el ateş edilir. Damat gelini odasına kadar götürür, bu esnada etraftan alkış sesleri duyulur. Damat gelini odasına bıraktıktan sonra dışarıya çıkar. Önce babasının elini öper. Daha sonra da arkadaşları tarafından terk edilir. Bu tebrikler esnasında damat, artık yalnız değildir. Çok güvendiği ve yakında evlenmiş olan bir arkadaşı ona eşlik etmekte ve bazı uyarılarda bulunmaktadır. Daha önceden, haberci olarak giden gençlerin getirdiği “yastık” açık arttırmaya çıkarılır. İlk değeri damat verir. Kıyasıya bir çekişme yaşanır. Damat ve arkadaşı artık yalnız kalmak zorundadırlar. Yeni evli arkadaşı damada bazı önemli öğütlerde bulunur. Bu öğütler ise bir sır gibi saklanır.
YUMURTAYA NİŞAN
Gelin alayı indikten sonra, yeni bir gelenek daha uygulanır. Köyün avcıları bir araya toplanır ve bir boş araziye giderler. Sıraya dizilirler. Yaklaşık iki yüz metre uzaklığa, bir ağaç çubuğun ucuna yumurta bağlanır. Baştan başlamak kuralıyla, bütün avcılar sırayla ateş ederler. Amaç yumurtanın delinip akmasını sağlamaktır. Yumurta vurulana kadar mücadele devam eder. Yumurta vurulmadığı taktirde, mesafe daha da azaltılır. Yüzlerce hatta binlerce fişenk harcanır ve sonunda yumurta vurulur ve akmaya başlar. Yumurtayı kim vurmuşsa büyük bir alkış alır. Bu arada damat da yumurtayı vuran kişiye gömlek , çorap ve avcı elbisesi gibi hediyeler verir. Bu olay, epey bir zaman kahve köşelerinde konuşulur.
GÜVEY KAPAMA
Karanlık basmaya başladığında, genelde akşam namazından sonra, damat artık gelinin yanına götürülecektir. Güvey kapama töreni için de kişiler özel olarak davet edilir. Bu törene sadece erkekler katılabilmektedir. Akşam namazını takiben, önce, düğünde olduğu gibi aynı yemekler verilir. Yemekten sonra, köyün hatibi davetlileri güvey kapamaya davet eder. Halkın önüne geçer. Bir tarafına damadı bir tarafına da babasını ve amcasını alır. Çeşitli dualar okur. Damat, babasının ve hatibin elini öperek gelinin olduğu odaya doğru sırtı okşanarak itilir. Damat gelinin yanına girince, burada da en yakın bayan akrabaları ona eşlik eder. Gelin ve damat, daha önceden gelin tarafının getirdiği baklavadan yerler. Yemek faslı uzun sürmez. Daha sonra küçük bir çocuk tarafından gelinin çorabı çıkarılır. Çorabın içinde ise adetlere göre mutlaka para vardır. Kısa bir süre sonra, damat ve gelin yalnız bırakılır. Bu arada gelin ve damadın iki rekat namaz kılması da adet olarak yerine getirilmektedir. Fakat, sabaha kadar, damadın en yakın bir bayan akrabası dışarıda nöbet tutar.
CUMA SABAHI
Akşamı birlikte geçiren damat ve gelin sabah erken kalkarlar. En yakın akrabaları, Cuma Sabahı el öptürmek üzere çağrılırlar. Damat ve gelin gelen akrabalarının ellerini öperler. Akrabaları hal-hatırlarını sorar. Onların karşılarına otururlar.
BÜYÜK GEZE
Düğünün sona ermesinden birkaç gün sonra, iki aile birbirlerine karşılıklı ziyaretlerde bulunurlar. İlk önce damat tarafı, kızın evine davet edilir. Yine bu gelenekte de en yakın akraba ve dostlar toplanır. Damat ve gelin kız evine ilk girenler arsında olurlar. Damat ve gelini, kız babası kapıda karşılar ve el öpme adeti burada da tekrarlanır. Bu arada gelin ve anne-babanın birbirlerine sarılarak ağladıkları görülür. Gelen taraf ev içlerine davet edilir. Burada hal-hatır sorulur. Kahveler içilir. Yine düğün yemeklerine benzer yemekler hazırlanır. Yemekten sonra, gitme vakti geldiğinde, küçük çocuklar tarafından, damadın ayakkabıları saklanır. Bahşiş karşılığında ayakkabılar getirilir. Böylece bu gelenek de sona ermiş olur.
KÜÇÜK GEZE
Büyük Geze’nin bitiminden birkaç gün sonra, bu sefer kız evi kendi akrabalarını, damat evine getirir. Yemekler yenir. Sohbetler edilir.
GELİN BAŞI
Batı Trakya düğünlerinde gelinlerin başları büyük bir özenle süslenirdi. Kalınca bir kağıt karton silindir şekline sokularak, gelinin başına geçirilir. Daha çok ön kısmı yukarıya doğru kaldırılır. Bu karton parçası üzerine, köylü kadınlardan toplanan taşlı menekşeler ve dallar tutturulur. Karton parçası tamamen kapanana kadar süslemeye devam edilir. Süsleme bittiğinde karşıdan parlayan bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Daha sonra gelinin başından aşağıya doğru önüne gelecek şekilde gümüş teller uzatılır. Gelin başı süslemesi çok zor bir iş olduğundan, bunu köyün meziyetli kadınları yapmaktaydı. Bu kadınlara “Telci” deniyordu.
ERKEK KIYAFETLERİ
Batı Trakya’da erkekler, bilhassa yaşlılar, zaman zaman, eski kıyafetlerini giymeye devam etmektedirler. Erkek kıyafetleri rahat olmanın yanında şık olma özelliğini de gösteriyordu. Potur en baş giyecekti. Yalnız, poturun ağ kısmı fazla geniş olmayıp, aşağı doğru indikçe daralmaktaydı. Siyah ve lacivert renk hakimdi. Poturun altında lastik ayakkabılar, çarık veya da potin kullanılırdı. Çoraplar, poturun üzerine gelecek şekilde yukarıya kadar çekilirdi. Çoraplar, genelde beyaz renkti. Poturun üzerinde “mintan” dediğimiz yakasız gömlekler tercih edilir ve bunlarda çizgili veya sade renklerden oluşurdu. Mintanın üzerine de kolun sadece üst kısmı olan yelekler giyilir ve bu kol parçaları kolun üzerinden sarkıtılırdı. Bele ise, birkaç defa dolanabilen beyaz bezden yapılma kuşak sarılırdı. Kuşağın içersine sigara tabakası, çakmak, ağızlık ve de küçük bir çakı da konurdu. Başa ise, kenarları tam dik olmayan fes geçirilir ve etrafı kahverengi bir bezle sarılırdı. Fes yerine bazen beyaz bir takkenin etrafı da sarılmaktadır. Fes genellikle koyu kahverengiydi. Eski yıllarda damatların da bu şekilde giyindiği anlatılmaktadır.
KADIN KIYAFETLERİ
Kadınlar evde oldukları zaman ayağa renkli şalvar ve üst kısmına da entari giyerlerdi. Saçlar kesilmeyip belik örülürdü. Saçın kesilmesine iyi gözle bakılmazdı. Kadının dış kıyafeti ise başta, siyah veya beyaz renkte “bez” dediğimiz ve omuzlara kadar inen örtü, ve aşağıya giyilen “ferace”den oluşuyordu. Feracenin siyah renk olması mecburiyeti vardı. Günümüzde dahi ferace giyenlere rastlamak mümkündür.
AİLE İLİŞKİLERİ
Batı Trakya Türk toplumu gelenekçi ve kaderci bir aile yapısına sahiptir. Genelde, anne, baba, çocuklar, nine ve dede aynı evi paylaşmaktadırlar. Evde söz sahibi olan babadır. Fakat, kararlar bir istişarenin sonucunda alınır. Evde büyüklere saygı ve hürmet gösterilir. Evin reisine karşı sonsuz bir güven vardır. Akrabalar arasında, evlilik, kesinlikle olmamaktadır. Bu kurala kesinlikle uyulur. Batı Trakya Müslüman Türk’ü sadece ve sadece kendi soyundan gelme kişilerle evlilik yapmaktadır. Hıristiyanlarla evlenen kişilere şimdiye kadar rastlanmamıştır. Akraba ziyaretleri de çok sıkıdır. Genelde, küçükler büyüklerin ziyaretine gitmektedirler. Akrabalar arasında sonsuz bir dayanışma vardır. Herhangi bir afetten sonra, ilk yardıma koşanlar yine kendi akrabaları olmaktadır. Evde, özellikle de kırsal kesimde bütün aile bireyleri çalışmaktadır. Evin yemek pişirme ve çocuk bakım işleri ise kadına aittir. Batı Trakya Türklerinde doğurganlık oranı hızla düşmektedir. Eskiden var olan 6-7 çocuk, şimdilerde ikiye ve hatta bire gerilemiştir.
RAMAZAN DAVULU
Ramazan ayının girmesinden birkaç gün önce köyün gençleri aralarında toplanırlar. Ramazan ayı boyunca kimlerin davul çalacakları belirlenir ve liste hazırlanır. Davul çalma olayına genellikle gençler talip olmaktadır. Bir ay boyunca çalınan davuldan sonra nihayet bayrama ulaşılır. Davul çalma bayram sabahı da devam eder ve insanlar bayram namazına kaldırılır. Bu gelenek bu gün dahi sürdürülmektedir. Bayram sabahı bütün herkes gibi davul çalan gençler de bayram namazına giderler. Namaz çıkışında evlerine gitmeyip, bütün köyün hanelerini tek tek dolaşırlar ve bayram kutlarlar. Bu arada bahşiş olarak oyalı mendil ve para da toplarlar. Toplanan mendil ve çevreler uzun bir ağaç tahtaya sıra sıra bağlanır ve bayrak gibi dalgalandırılır. Bu tahtaya da zaten “bayrak” denmektedir. Bütün köy halkı bu anı sabırsızlıkla bekler. Daha sonra toplanan paraların bir kısmı ile köy gençleri çeşitli eğlenceler tertip ederler, diğer kısmı ise köyün çeşitli ihtiyaçlarına kullanılır.
DEVE
Deve geleneği de Kurban Bayramı’nın birinci akşamı düzenlenir. Bu geleneğe genelde gençler ve orta yaşlılar katılır. Günler önceden hazırlıklar yapılır. Burada önemli olan devenin yapımıdır. Deve yapmak için uzunca bir merdiven bulunur ve altına iki kişi girer. Merdivenin üzerine yere kadar sarkacak şekilde bir kilim örtülür. Kilim, devenin sırtında olduğu gibi çeşitli yerlerinden kabartılır. Deveye bir de akıcı tayin edilir. Deve alayında, gelin, damat, Arap, kız, oğlan, doktor gibi hayatın çeşitli alanından tiplemeler bulunur. Deve, kısacası eğlenmek için yapılan bir adettir. Olayda eğlenme olunca, davul-zurna da mutlaka bulunurdu. Davul-zurnasız deve de olamazdı. Deve alayı, çeşitli oyunlar oynayarak haneleri tek tek dolaşır ve bahşiş toplardı. Kurban bayramı olması sebebiyle et de verilirdi. Bunun yanında tercih edilen paraydı. Gelin kılığına girmiş oğlan ve damat gittikleri her hanede el öperlerdi. Gelin ve damadın bahşişleri ayrı toplanırdı. Gelin o kadar aslına benzerdi ki, bazı yaşlı kişiler bunları kızlardan zannederlerdi. Bazen şaka mahiyetinde, alaydan, kızlardan bir tanesi seyirciler tarafından kaçırılmak istenir. Bu olaya Arap denilen kişi tepki gösterir ve kızı kurtarmaya çalışır. Deve alayında sadece erkekler rol alabilmektedir. Haneler dolaşılmaya başlandığında büyük bir kalabalık toplanır. Kalabalık çabuk ilerlemez, zaman zaman mola verir. Bu molalar esnasında bütün herkes oyuna katılır, böylece büyük bir eğlence yaşanmış olurdu. Deve, gecenin geç saatlerine kadar devam ederdi. Gecenin sonunda toplanan bahşişler katılımcılar arasında paylaştırılırdı. Eğer yiyecek de toplanmış ise, bir evde toplanılır ve yenirdi. Deve olayı her yıl muntazam olarak düzenlenirdi. Şimdilerde ise bu güzel adet bazı köylerde yaşatılmaktadır.
BAYRAMLAŞMA
Batı Trakya Türkleri dini bayramlarına büyük önem vermektedirler. Bayramlarda büyükler, akrabalar ve hastalar ziyaret edilir ve onların hal-hatırları sorulurdu. Bayram sabahı yemekten sonra önce, en yakın akrabalar ziyaret edilir, daha sonra uzak olanlara gidilirdi. Bayramda en çok sevinen ise çocuklardı. Çocuklar bütün köy hanelerini dolaşırlar ve bahşiş toplarlardı. Eskiden bahşiş yerine mendil, şeker veriliyordu. Şimdilerde ise para verilmektedir. Daha günler öncesinden, bayram gelecek denerekten bozuk para yaptırılır ve çocukların hakları ayrılırdı. Köyün akraba ve komşu olmayan kişileri ise yolda karşılaştıklarında bayramlaşırlardı. Bayramlaşma bazı bölgelerde farklılıklar da göstermektedir. Örneğin Şapçı kasabasında, köyün erkekleri,bayramın birinci günü, öğlen namazını takiben cami çıkışında bayramlaşmaktadırlar. Camiden çıkan sıraya girmekte ve böylece büyük bir halka oluşturulmakta ve küçükler büyüklerin bayramlarını almaktadırlar. Bu törene Şapçı kasabasında dükkanı olan esnaf, belediye başkanı ve eskiden askeri kişiler de katılırlardı. Günümüzde ise bu tören her yıl aynı şekilde devam etmektedir. Tören bitiminde insanlar arsında küçük çaplı sohbetler de edilirdi. Buradaki törenden sonra, Şapçı erkekleri, artık, kendi aralarında bayramlaşmazlardı.
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
11 Eylül 2008       Mesaj #6
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
BULGARİSTAN TÜRKLERİ


Güney Rusya bozkırlarından 7. yüzyılın başlarından çeşitli nedenlerle göç eden ve Balkan Yarımadasına gelen Bulgarlar, Türk halklarındandır. Ancak yeni geldikleri bu bölgede slav halkları tarafından asimile edilmişler, kiiltürel kimlik bakımından büyük çoğunluğu slavlaşmışdır.
XV yüzyıldan sonra Osmanlı împaratorluğu Anadoludan Türk nüfusu getirerek bölgeye yerleştirmiştir. Ne var ki bütün bunlara karşın genel nüfus içinde Türkler hep azınlıkta kalmışlardır.
Balkanlarda ve Bulgaristanda Osmanlı egemenliği beş yüzyıl sürmüş olmasına karşın 1878 Osmanlı Rus Savaşından sonra imzalanan Ayastefanos ve Berlin anlaşmalarıyla Bulgarlara kısmi bağımsızlık verilmiştir. Bulgarlar 1908'de ikinci Meşrutiyet'le birlikte resmi ve kesin bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Bulgaristan 1940'ta Tıirk nüfusun yoğun olduğu Dobruca'yı yeniden elde etmiş ve o günden sonra da sınırlarında değişiklik olmamıştır. Dobruca bölgesindeki Türkler'den başlıca Türk dili konuşan iki Türk azınlık daha bulunmaktadır. Sayılan 7.000 kadar olan Tatar ve Gagvuzlardır. Bulgarlar ülkedeki azınlıklan sürekli asimile etmeye çalışmış 1984-1985 yıllarında ise Türkçe isimleri yasaklayarak göçe zorlamıştır. Ancak Türkler bu olguya tepki göstermiş 1989 yılında 160.000 Türk Türkiye'ye göç etmişlerdir. En son 300.000 Türk Türkiye'ye zorla göç vermiştir.
1985 ten sonrada Bulgaristanda kalan Türkler bazı alanlarda Bulgar yurttaşların hak ve özgürlüklerine sahip olmuşlardır.

Nüfus

1965 nüfus sayım verilerine göre Türkler 850.000'e yakın olarak nüfusun % 10'unu oluştururlar. 1985 sayımında ise Türk nüfus 1.600 .000 civarında olup nüfusun yüzde onbeşi kadar olduğudur.
Bu nüfus yoğunluklarıyla Bulgaristan'da Türkler en kalabalık durumundadırlar. Ve sürekli Türkiye'ye göç vermişlerdir 1944'e kadar 140.000 kişi, 1950-1951'de 155.000 kişi, l978 yılı ise 130.000 kişi Türkiye'ye gelmiştir. 1989 yılında en son kişi Türkiye'ye göçe zorlanmıştır. Bütün bu göçlerden sonra Bulgaristan Türkleri kırsal alanlarda kalmışlardır.
1993'den sonra Bulgaristan'da Türklerin "Haklar ve Özgürlükler" Partisi Bulgar Parlamentosu'nda yerini almıştır ve üçüncü siyasi güç olarak 15 milletvekili çıkarmıştır. Nüfusun büyük çoğunluğu çiftçilik ve hayvancılıkla geçimini sağlamaktadır.
Türk azınlığın asimile edilmesine görünürde son verilmiştir. Türklerin çoğunluğu tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadır

Dil ve Eğitim

Bulgaristan'da eğitim devlet denetiminde'dir.
Ancak Bulgaristan'da konuşulan Türkçe, Türkiye Türkçesine oldukça yakındır Bulgar Kiril alfabesiyle yazılır. Türkçe ilk yıllarda azınlık okullarında öğretim dili olarak Türkçe okutulurken daha sonra (1960) kkaldırılmıştır. 1939 da okumak durumunda olan Türklerin yüzde 15'i okula giderken 1957 de bu oranın yüzde 97'ye çıktığı yazılmaktadır. 1993'ten sonra yeniden Türkçe eğitim başlamıştır. Bulgar Ulusal Radyosu'ndaa Türkçe yayınlar baslamış, "Filiz Gazetesi" yayına sokulmuş, 27 Belediye başkanı, 653 köy muhtarı, idari işlerde görev almıştır.

DİN

Devlet dini kıırumları denetim altında tutmakta ve dini çalışmaları yönlendirmektedir. 1949 yılında ise Müslümanların dini kuruluş ve vakıflarını Bulgar hükümeti millileştirmiştir. Din adamlarıbirer, devlet memurudur. Ve Sofya'da onları temsilen bir müftü görevlidir.
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
11 Eylül 2008       Mesaj #7
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
KOSOVA TÜRKLERİ
KOSOVAYI TANIYALIM


Eski Yugoslavya'da özerk bölge. Nüfusunun çoğu Arnavut Merkezi Priştine 'dir. Toprakları Metohija Ovasıyla, Kosova vadileri üzerine uzanır. Koyun ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliği başlıca gelir kaynağıdır. Tahıl verimi fazla değildir. Türk beylerine ait eski büyük arazilere yerleşilmesi toprakların bölünmesine meskenlerin dağılmasına ve hayvancılığın yanı sıra çeşitli tarımın yapılmasına yol açmıştır. El Sanatları, halı, deri ve bakır işletmeciliği şehirlerde devam etmektedir.
Kosova'nın başlıca şehirleri ve özelikle de Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları şehirleri şunlardır: Priştine, Prizren, İpek, Mitroviça ve Trepça'dır.
Kosova kelimesi, Eski Bulgar ve Çek dillerinde "Karatavuk" anlamına gelen "Kos'dan türedi. Kosova, tarih boyunca birçok kavmin saldırısına uğramış bir yerleşim bölgesidir. Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca, Kosova, Doğu Roma toprakları içinde kaldı. Bu tarihlerde Kuzeyden gelen ve Batı ikiye ayrılınca, Kosova, Doğu Roma toprakları içinde kaldı. Bu tarihlerde Kuzeyden gelen ve Batı Avrupa'ya doğru ilerleyen Hunlar, Ayarlar ve Vizigotlar Kosova'dan geçtiler. 6. yy. 'da Tuna'nın Kuzeyine yerleşen Ayarlar, buraya sızdılar. 7. yy. başında Kosova Bölgesine slavlar yerleşti. Bizans'ın baskısının süregelmesi ve ardından 8. yy. 'da Bulgarlar ve Bizanslılar arasında el değiştirdi. Bu arada batıdaki Arnavutlar Kosova'ya doğru yayıldılar. Bölge daha sonraları bağımsızlıklarını ilan eden Sırp " Ban "larının hakimiyetlerine geçti. Sırpların daha sonra Kosova'da Bizanslılara karşı büyük bir zafer kazanması üzerine Sırp krallarının hakimiyetine girdi. Bu hakimiyet, İstefan Duşan'ın ölümüne kadar sürdü. Duşan'dan sonra Sırp Krallığı parçalandı. Kosova Kuzey

Sırbistan Kralı ve Duşan oğlu Uroş'un hakimiyetine girdi.
1989'da Türklere vergi veren Sırp Prensliğinin eline geçti. Osmanlılar devrinde, Ploşnik bozgunundan sonra 1. Murat, Çandarlızade Ali Paşa'yı Bulgaristan'a gönderdi. Tuna kıyılarına kadar olan bölgeye akınlar yapıldı. Ali Paşa, Kosova tekfuruna haber göndererek Osmanlı himayesi altına girmesini istedi. Tekfur, bu emri dinlemeyince Doğan Bey komutasında birkaç bin kişilik kuvvet gönderildi. Doğan Bey, Kosova tekfurunun yönetimi altındaki toprakları işgal etti. Aldığı esirlerle dönerken Tekfur, Ali Paşa'ya esirlere karşılık elinde Bulunan bir kaleyi teslim edeceğini bildirdi fakat sözünde durmadı. Bir yıl sonra yapılan 1. Kosova Savaşı, Osmanlıların Balkanlara yerleşmesini sağladı. Bağımsızlığını kaybeden Sırp Krallığı da 19.yy. 'a kadar Osmanlı Devletine bağlı kaldı. Yıldırım Beyazıd, Karamanoğulları’nın çevresinde toplanan Anadolu beyleri meselesini çözmek için, Anadolu'ya dönmeden önce Rumeli işini düzeltmeye çalıştı. Üsküp ile Güney Kosova yörelerini uç beyi Paşa Yiğit'e vererek Anadolu'ya döndü. Üsküp ve dolaylarına, Menemen ovasından uzaklaştırılan Türkler ve Anadolu'dan gelen tatar göçmenler yerleştirildi. Priştine'nin güneyinde bulunan Nova Brdo kasabası (Orta Kosova Bölgesi), Musa Çelebi'nin Rumeli'ye hakim olduğu sırada (1410) Türklere geçti. Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi ile işbirliği yapan Üsküp Sancakbeyi Paşa Yiğit’i hapsettirdi. Sonra affederek eski görevine gönderdi. Paşa Yiğit, Mehmet Çelebi hesabına Sırplar jel anlaştı. (1413 ) Bunun üzerine Musa çelebi yeniden Sırbistan sınırlarını aştı. Bir süre sonra, Çelebi Mehmet Rumeli'ye geçti. Kuvvetleriyle Kosova'ya girdi. Sırplarla birleşti. Kardeşi Musa'yı yakalatarak öldürttü. Orta Kosova Bölgesi yeniden Sırplara bırakıldı. Bu durum, Üsküp sancak beyi İshak Bey zamanına kadar sürdü.
1439'da 2. Murat Semendire'yi Bütün Sırbistan Osmanlı hakimiyetinin altına girdi. Kosova, Osmanlı Devleti sınırları içinde alındı. Osmanlılar 2. Kosova Savaşı’ndan sonra savaşa katılmayan Sırplar Kosova'nın kuzeyini verdiler. Fatih Sultan Mehmet zamanında, Kosova'nın tamamı Türk hakimiyetine girdi. Kosova'nın Fatih Sultan devri sonlarında (1475) düzenlenen tahrir defterine göre Rumeli Beylerbeyliğine bağlı Vuçiitrn ve Üsküp vilayetleri içinde kaldığı anlaşılmaktadır.
17.yy. başında Kosova, yönetim bakımından iki eyaletin sınırları içinde kaldı. Kuzeyde Mitroviça 'dan Ayruçan'a kadar olan yerler Bosna eyaletine bağlıydı. Kosova ovası boyunca güneye doğru uzanan Vuçitrn Sancağına bağlı Priştine sınırları içinde olduğu yazar, 1660'da Kosova Ovası’ndan gelen Evliya Çelebi, Vuçitrn kasabasının 2 bin hanelik bir sancak merkezi olduğunu, Türkçe ve Arnavutça konuştuğunu yazar. 17.yy. sonuna doğru, 2. Viyana bozgunu üzerine Macaristan'ı işgal eden Avusturya ordusu, Balkanlara girdi ve Kosova Ovasını ele geçirdi. Kosova sahası, bu sırada bir Celalinin yönetimi altındaydı. Avusturya seferinde seraskerliğine getirildi. Çevresinde toplanan zorbalarla Kosova sahasına yerleşti. Avusturyalılara yenilerek Sofya'ya çekildi. Hükümet taraflarından üzerine gönderilen Recep Paşa ile çarpışmak zorunda kaldı. (1989) Yenileceğini anlayınca yeniden Kosova sahasına çekildi. Piccolomoni kumandasındaki Avusturya ordusu Kosova 'ya girdi. Sırpların yardımıyla, Kaçanik Boğazına kadar indi. Yerli Sırp asilzadelerinden birine bu bölgede merkezi" Kumanova "olan bir krallık kurdurdu. Bu topraklar kısa bir süre sonra Mora seraskeri Koca Hakkı Paşa jel Selim Giray Han'ın Kaçanik boğazında ve Kosova Ovasında asilerle Avusturyalılara karşı kazandıkları zafer sonunda ele geçirdi. (1690) Yüzyıl sonra Kosova'da devlete karşı çarpışan Kara Mahmut Paşa babasının yerine, işkodra mutasarflığına getirildi. Rusya - Avusturya Savaşı’ndan yararlanarak, Manastır ve Üsküp sancaklarına, Kosova 'nın bazı bölgelerinde idare işlere karıştı. 1. Abdülhamit tarafından 1786'da asi ilan edilerek üzerine kuvvet gönderildi. Kara Mahmut, bu kuvvetleri Kosova Ovasında yendi. 3. Selim Kara Mahmut ile anlaştı. Kendisine vezaret rütbesiyle "Yenipazar" sancağı seraskerliğini verdi. Bu olaydan 40 yıl sonra, yine aynı aileden işkodra Valisi Mustafa Paşa ile hükümet kuvvetleri, Kosova ovasında karşılaştı. 1828 yılında Babiali ile Mustafa Paşa arasında çıkan anlaşmazlık yüzünden, Mustafa Paşa topladığı 15 bin askerle Kosova Bölgesine girdi. Kosovalılar, söz verdikleri halde Mustafa Paşa'ya yardım etmediler. Mustafa Paşa Kaçanik ve Üsküp taraflarına çekilmek zorunda kaldı. Sonunda hükümet ordusuna yenildi. Arnavutluğa kaçtı. Sadrazam Reşit Paşanın kuvvetleri , Mustafa Paşadan sonra Ali Vildaliç ile savaştı. Osmanlı ordusu Kosova'da yine yenildi. Tanzimat ve Islahat fermanlarının ilanından sonra, merkezi Sofya olmak üzere Niş ve Priştine'yi de içine alan Kosova Vilayeti kuruldu. 1877-1878 Osmanlı -Rus savaşından sonra, vilayet merkezi Priştine'ye taşındı. Kosova vilayetinin ilk sallnamesine göre, bu vilayet 1879'da Priştina, Üsküp, Prizren, Yenipazar ve Debre sancaklarını içine alıyordu. Daha sonraki idari bölünmeye göre; Üsküp, Priştina, Seniçe (Senitsa), İpek, Yaşlıca ve Prizren olmak üzere 6 sancağa ayrıldı. AYASTEFANOS ANTLAYMASI gereğince, vilayet yerli halktan seçilen birleşik özel komisyonlarla yöneltilecekti. Bu komisyonların vereceği karalar, uygulanmadan önce Osmanlı Devletine sunularak, Osmanlı Devleti Rusya ile görüş birliğine vardıktan sonra uygulamaya geçecekti.

1878 BERLİN ANTLAŞMASININ
23. MADDESİ UYARINCA;

bu idare şeklinde değişiklik yapıldı. Osmanlı Devleti, komisyonun aldığı kararlarları, Doğu Rumeli için kurulan Avrupa komisyonuyla görüşecekti. Aynı antlaşmanın 25. maddesine göre, Kosova vilayetine bağlı Yenipazar sancağının yönetimi, Osmanlılara bırakıldı. Avusturya, Yenipazar sancağının her tarafında asker bulundurmak, askeri ve ticari yollar yapmak yetkisi, Avusturya, Yenipazar sancağını işgal etti. Kosova 'da mahalli direnişler başladı. Bu yüzden Babiali, Antlaşmasının şartlarını yerine getiremedi. Gusinyeli Ali Paşa toprak bırakılmasına karşı çıktığı için Mitrovisa kumandanı Ahmet Paşa O'nu sindirmekle görevlendirildi. Arnavut Süleyman Vokşi, gönüllüleriyle 1881 'de Üsküp, Priştina ve Mitroviça'ya girerek Kosova Ovasını baştan başa işgal etti. Bunun üzerine Babiali’nin Arnavutluk'u islah için gönderdiği Dervis Paşa, 1881'de Üsküp'e geldi. Bir süre sonra, Arnavut gönülleri dağıldılar. 2. Abdülhamit, bir taraftan Arnavutlar üzerine asker gönderilmesini buyururken, öte yandan da onları hoş tutmaya çalışıyordu. Bu siyaseti fırsat bilen Arnavutlar, 1883'de Kosova Ovasına kadar bütün köyleri aldılar. 2. Meşrutiyetin ilanına kadar bölgede önemli ayaklanma ve çarpışmalar oldu. 1912 'de Mehmet Reşat, Rumeli seyahatine çıkarak Kosova'ya geldi. Yapılan bir toplantıda, Sadrazam Hakkı Paşa, halktan asi reislerin kışkırtmalarından kaçınılmasını istedi. Bu çalışmalardan bir sonuç alınmayınca, 1. Fırka İstanbul'dan Kosova'ya gönderildi. Gelen asker, Kosova'da Arnavutlar ile işbirliği yaptı. Balkan Savaşı çıkınca Sırplar, hiçbir direnmeyle karşılaşmadan sınırı geçtiler. General Jankovitch kurulmasındaki Sırp orduları 1912'de bütün Kosova sahasını işgal etti. Londra Antlaşmasıyla :30 Mayıs 1913'de Kosova Vilayeti Sırbistan'a bırakıldı. Yugoslavya kuruluşunda yine Sırbistan'a bağlı kaldı. Eski Yugoslavya en son idari bölünmesinde Kosova, Yugoslavya Cumhuriyetine bağlı bağımsız "Özerk" bir bölgedir. 1913'de Kosova Sırbistan tarafından işgal edildiğinde Arnavutlar ve Türkler yine göçe zorlandılar. (Tıpkı 1877-78 yıllarında Sırpların her zaman olduğu gibi yaptığı katliamlarla Kurşumilya, Niş, Prekuple civarında çoğunluğu Arnavut ve Türkler' den oluşan 450 köyde yaşayan halk öldürülmüş sağ kalanlar ise Türkiye'ye ve Kosova'ya göçe zorlanması gibi) 1913'de Sırpların işgaliyle başlayan göç 1940 yıllarına kadar sürmüştür. 2. dünya Savaşı’nda Almanlara karşı verilen mücadeleye Kosova'lı Arnavut ve Türkler' de katılmışlardır. 31 Aralık 1943 ve 2 Ocak 1944 tarihleri arasındaki dönemde Bujan'da yapılan sosyalistlerin, milliyetçilerin, anti-faşist gençlik ve kadınların temsil edildiği 1. MİLLİ KURTULUŞ KONSEYİ'nde alınan en önemli kararlar 1- Kosova halkının kendi kendilerini tayin hakkına sahip olduğu 2- Kosova'nın bu konsey tarafından Sırbistan aracılığıyla değil, direk Sırplar, Slovenler gibi Yugoslavya Federasyonu’nda temsil edilmesiydi. Maalesef savaş bittikten sonra alınan bu karalar unutuldu ve yerine getirilmedi. Kosova, özerklik tanınarak Sırbistan'a bağlanmış oldu. Arnavut ve Türklerin diğer topraklar ise, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan Cumhuriyetleri arasında paylaşıldı. 1955'li yıllara geldiğimizde, İçişleri Bakanı Aleksandır Rankoviç, Sırp barbarlığını tahrik ederek Arnavut ve Türkler 'e işkence uygulayarak onların Türkiye'ye göç etmeleri için ellerinden geleni ardına koymamışlardır. 1966'da bu şovenist görevinden alındı. Alınmasının nedeni Arnavutlara yaptığı işkenceler değil, Tito'nun tahtına göz dikmesiydi. Bu görevden alınmadan sonra Arnavutlar ve Türkler biraz rahat olmaya başladılar nihayet. 1974'de düzenlenen anayasayla Kosova özerk Bölgesi birçok alanda elde etmiş olduğu haklarla daha etkili bir biçimde temsil edilmeye başlandı.
1968 yılında Avrupa'da başlayan gençlik hareketleri Kosova'da etkisini gösterdi ve Kosova'nın Cumhuriyet olarak kabul edilmesi gerektiğini savunarak ayaklandılar. 1981'de Kosova halkı tekrar mitingler, yürüyüşler düzenleyerek seslerini dünyaya duyurmaya çalıştılar. 1981 Mart ve Nisanında gerçekleşen olaylarda 11 kişi öldü. 1988-99 yıllarına geldiğimizde ise, Kosovalılar hala istedikleri demokratik ve insanca haklara sahip değillerdi. Demokratik ve insanca haklar için mücadele ederken, bir yandan da Sırplar Kosova'yı egemenlikleri altına almaya çalışıyorlardı. Sırplar, Voyvodina özerk bölgesinde kendi yöntemini göreve getirdikten sonra, Karadağ Cumhuriyeti’ne de kendi adamlarından Bulatomiç'i getirerek güçlerini arttırmış oldular. 23 Mart 1989'da Kosova milletvekilleri tehdit edilerek, bin bir hile ve zorbalığa başvurarak Kosova özerk Bölgesinin özerkliğini oluşturan anayasanın en önemli maddelerini yok ederek tamamen Sırbistan’a bağladılar. Bu darbeyle, Yugoslavya'nın 8 biriminden (6 cumhuriyet ,2 özerk bölge) bir yok oluyor ve Yugoslavya'nın dağılması başlamış oluyordu. Yugoslavya'nın çöküşü böyle başlamıştır. Kosovalılar, Sırpların tüm baskı ve zorbalıklarına, maalesef çok sayıda şehid vermekten kurtulmadı.

2 Temmuz 1990 yıllında,

BAŞKENT PRİŞTİNE'DE SIRP
ORDUSU VE POOLİSİNİN KAPATTIĞI
MECLİSİN ÖNÜNDE KOSOVALI PARLEMENTLER,
" KOSOVA CUMHURİYETİNİ İLAN ETTİLER.

7 Eylül 1990'da Kosova'nın Kaçanık Şehrindeki meclis kongresinde Kosova Cumhuriyeti anayasası kabul edilerek, Kosova'nın kurulacak olan yeni bir Yugoslavya Federasyonuna, bağımsız bir cumhuriyet olarak katılabileceğini ilan etti. Yapılan referandumla da, bu bağımsızlık kararı halk tarafından da onaylanmış oldu. Kosova Cumhuriyeti, 23 Aralık 1991 yılında, Avrupa topluluğuna bağımsızlığının tanınması için baş vuruda bulundu. 1922'de yapılan seçimlerle Cumhurbaşkanlığına Dr. İbrahim Rugova seçildiler. Ve bugün hala, maalesef Kosova Cumhuriyeti, Arnavutluk dışında hiçbir ülke tarafından tanınmış değildir. Kosova Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanı ülkelerinin tanınması için Amerika, Avrupa, Diğer ülkeler ve Türkiye'yle temaslarına devam etmektedirler. (Cumhuriyetin ilanından sonra, Kosova'da yaşayan Türkler tarafından, Kosova'nın bağımsız ve egemen bir devlet olarak Türkiye tarafından tanınması için TBMM 'ne, Cumhurbaşkanlına ve Başbakanlığa yollanan 31.112 Türk tarafından imzalı mektup'da bu işlevi hızlandırmışlardır. Kosova hükümet başkanı, dönemin başbakanı tarafından tanınması için TBMM'ne Cumhurbaşkanlığına yollanan 31.112 Türk tarafından imzalı mektup' da bu işlevi hızlandırılmamıştır. Kosova hükümet başkanı, dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve DSP genel başkanı tarafından kabul edilip, Türkiye iyi niyet ve barışsever tutumunu sürdürmüş olmasına rağmen, Kosova Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ülkemiz tarafından henüz kabul edilmemiştir.
Kosova'nın bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınmamış olması Sırpların işini kolaylaştırmaktadır. Orada, bugün insanlar Sırp polis ve askerinin baskı, işkence, gözaltı ve ezici tutuları ile karşı karşıyadır. Arnavut dilinde eğitim veren kurumlar Sırplar tarafından kapatıldığı için eğitim evlerde yapılmaktadır. Kosova Cumhuriyeti, 3-14 Haziran 1996 tarihleri arasında İstanbul 'da düzenlenen HABİTAT toplantısına BM davetlisi olarak katıldılar. Çeşitli sempozyum ve paneller düzenleyerek Sırp işgali sonucu Kosova'da durumun gittikçe vahim olduğunu anlattılar. Kosova Cumhuriyeti’nin ve Kosova Arnavutlarının ve Türklerinin tek istedikleri, uluslararası camianın kendilerini anlamaları ve desteklemeleridir. Aksi takdirde, Sırpların barbarlıkları insanlık adına bir utanç tablosu daha oluşturacaktır.

Kosova Hakkında Genel Bilgiler

Yugoslavya Federasyonu dağılmadan bir süre öncesine kadar altı cumhuriyetle iki özerk bölgeden oluşuyordu. Cumhuriyetler: Sırbistan, Bosna - Hersek, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ ve Makedonya; özerk bölgeler ise Voyvodina ile Kosova'ydı. 1989'da Kosova'nın özerk statüsü kaldırılarak tamamen Sırbistan'a ilhak edildi. 1991'de Yugoslavya Federasyonu dağılma sürecine girdi ve Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna - Hersek bağımsızlığını ilan etti. Sırbistan ile Karadağ ise Yeni Yugoslavya Federasyonu'nu oluşturdu. Kosova, özerk statüsü kaldırılmış olduğundan bu kurulan yeni federasyonun sınırları içinde ve Sırbistan Cumhuriyeti'nin bir parçası olarak kaldı.

Coğrafi konumu:

Kosova, kuzeyden ve doğudan Sırbistan, kuzeybatıdan Yeni Yugoslavya Federasyonu'nun ikinci üyesi Karadağ tarafından kuşatılmış durumdadır. Güneyinde Makedonya, batısında ise Arnavutluk bulunmaktadır. Bu durum dolayısıyla Sırp zulmünden kaçan Kosovalılar Arnavutluk ve Makedonya'ya sığınmaktadırlar. Bu iki ülkenin Kosova meselesi karşısındaki tutumlarından aşağıda söz edeceğiz.

Tarih:
Ortaçağ Öncesi

Sırplara göre Kosova'ya 6-7.yy'da Sırp göçü başladığında, buralar boş topraklardı. Arnavutlar ise, geçmişi Roma öncesine dayanan İlliryalıların torunları olduklarını, Kosova'nın asıl yerlilerinin kendilerinin olduğunu savunuyor. Prof.Dr. İlber Ortaylı da Kosova'nın 14. yy.a kadar bir Arnavut ülkesi olduğu, Sırpların sonra geldiği görüşünde. Ortaylı'ya göre bölgedeki Sırplaştırma politikası 1389 Kosova Zaferiyle durdu. Akademik çevrelere göreyse Kosova'nın ilk sahipleri kimlerdi konusu hala tartışmaya açık. Ortaçağ Sırp kaynaklarında Kosova mitinin asıl ağırlık noktası ortaçağda odaklanıyor. Ortaçağda Kosova Sırp imparatorluğunun merkeziydi. Sırp Ortodoks Kilisesi'nin merkezi Peç (İpek)'de Kosova'dadır. Gücünün doruğuna Prens Stefan Duşan (1331-55) zamanında ulaştı. Duşan Prizren'i (Kosova'da son etnik temizlik kampanyasından önce daha çok Türk azınlığın yaşadığı kent) en önemli başkentlerinden biri yaptı ve oraya gömüldü. Ortaçağda Arnavutluk'un önemli bir bölümü Sırp İmparatorluğu'nun parçasıydı ve Duşan'ın ordusunda Arnavutlar da vardı.

Osmanlı dönemi

1389 tarihli Kosova Savaşı Sırpların tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. Kosova Savaşında Osmanlılar Sırpları yendi. Tutsak edilen Prens Lazar'ın boynu vuruldu. Kosova savaşında Osmanlılar da büyük kayıp verdi: Sultan I.Murat öldürüldü. Osmanlılar Kosova'da kesin üstünlüğü 1448 tarihli 2.Kosova Savaşıyla sağladılar. Sırplar I.Kosova Savaşını Hristiyanlığın İslama karşı bir mücadelesi olarak görürler. Bunun en açık göstergesi de 1912-13 Balkan Savaşları sırasında Kosova'ya giren Sırp askerleri gözyaşları içinde toprağı öpmüşlerdi. Sırplar 1683-99 yılları arasındaki Osmanlı Habsburg (Avusturya Macaristan) Savaşında Avusturyalıların yanında yer aldılar. 1690'da Osmanlıların Braşov yakınlarındaki Zarneşti Zaferi üzerine Sırplar Kosova'dan büyük bir göç dalgası başlattılar. Sırp kaynaklarında göç dalgaları sonucu 37 bin Sırp ailenin Patrik III. Arseni başkanlığında Belgrad'ın kuzeyine Avusturya topraklarına sığındığı öne sürülür. Bu göç edenler arasında Ortodoks Sırpların yanı sıra Katolik Arnavutlar da bulunuyordu. Sırplar Kosova'nın boşalmasıyla Osmanlıların buralara Arnavutları yerleştirdiğini öne sürerler. Ancak Arnavutları göçe Osmanlıların teşvik ettiğine dair herhangi bir bulgu mevcut değil. Şüphesiz Osmanlılar Ortodoks Sırpların yerine Müslüman Arnavutları görmekten, Arnavutlar da Sırp idaresi altında olmaktansa Osmanlı idaresi altında olmaktan hoşnuttular. Şurası bir gerçek ki, kentte oturan Sırpların büyük göçünün ardından dağlarda yaşayan Arnavutlar kentlere inmişlerdir. Sonuçta Kosova'daki Arnavut nüfus çoğunluk olurken, Kosova'dan göç eden Sırplar Voyvodina'ya yerleşerek, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun genişlemesine karşı bir set olarak kullanıldılar.

20.yy. İlk Yarı

Kosova, 1912-13 Balkan Savaşı sırasında Sırpların eline geçti.

O dönemde savaş muhabirliği yapan Leon Trotsky "Sırpların Kosova'yı bilinçli bir şekilde Müslümanlardan temizlemesi" tavsiyesinde bulundu. Balkan Savaşları sonunda büyük Avrupa güçlerinin de müdahalesiyle Arnavutluk kuruldu, Sırpların denize çıkışı engellendi, Kosova Arnavutluk'a bağlanmayı isterken, Sırbistan'a bağlandı. İki savaş arası dönemde Yugoslavya Krallığı Sırpları Kosova'ya yerleştirme politikası izledi, baskı uygulayarak Arnavutları göçe zorladı. Hatta 1938 yılında 40 bin Kosovalı ailenin, aile başına 500 bin lira karşılığında üç yıl içinde Türkiye'ye yerleştirilmesi için Ankara ile bir anlaşma yaptı. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması bu anlaşmanın hayata geçirilmesini engelledi.2.Dünya Savaşı sırasında Kosova'nın büyük bir bölümü İtalya işgali altındaki Arnavutluk'a dahil edildi. Zengin maden kaynaklarının olduğu kuzeydoğu bölgesi ise Almanların işgali altına girdi.

Tito dönemi


Slav ve İlliryalıların katılımıyla bir Balkan birliğini hedefleyen Tito, Sırp, Hırvat, Sloven halklarının katılımıyla ortak gerçekleşen Partizan Savaşı sonunda, Yugoslavya'yı kurdu. Sistem Sırplarla diğer milletler arasında hassas dengeye dayanıyordu. Zayıf Sırbistan güçlü Yugoslavya anlamına geliyordu. Sırbistan'ın gücünü kırmak için, eskiden güney Sırbistan olarak da adlandırılan Makedonya Sırbistan'dan ayrıldı. Ayrı bir kimlik geliştirmesine, hatta kilisesini ayırmasına bile izin verildi. Kendisi bir Hırvat olan Tito böylelikle Sırbistan'ın gücünü sınırlamanın yanı sıra, Makedonları Bulgar ırkının bir kolu olarak gören Bulgaristan'ın hak iddiasına karşı önlem almayı amaçlıyordu. Tito'nun son yıllarında Kosovalılar büyük özerklik elde ettiler. 1974 anayasasıyla Kosova'nın özerkliği tanındı. Kağıt üzerinde Sırbistan'a bağlıydılar. Pratikte ise Sırbistan'la eşit konumdaydılar. Kosova federal kurumlarda altı cumhuriyet ile birlikte temsil ediliyordu, Sırp hükümetinin Kosova ile ilgili alacağı kararlarda Kosova yönetiminin de onayı şarttı. Priştine'de Arnavutların kendi üniversiteleri vardı, bayraklarını asabiliyorlardı, kendi kaderini tayin hariç her türlü hakları vardı. Bir diğer kısıtlama ise, ulus (nation) olarak değil de azınlık (national minarity) şeklinde nitelenmeleriydi. Bütün bunlara rağmen Kosovalılar Yugoslavya ile bütünleşemediler.Sırplar da 1974 anayasasından hoşnut kalmadılar. Kosova'nın fiilen ellerinden alındığı görüşündeydiler. Sırpların Kosova'da baskı gördüğü, Sırp kız çocuklarına tecavüz edildiği yolundaki haberler de Sırpları huzursuz ediyordu. 1970'lerin ikinci yarısında ve 1980'lerde Kosova'dan yeni bir Sırp göçü yaşandı. İşsizliğin Yugoslavya'nın diğer yerlerine göre daha yüksek olması yüzünden, Sırpların büyük bölümü mallarını yok pahasına satarak ülkenin öteki bölgelerine ve Avrupa'ya göç ettiler.

Tito sonrası dönem:


Tito 1980'de öldü. Hemen ardından 1981'de Priştine Üniversitesi'nde öğrenciler yemeklerin kötü olduğu gerekçesiyle bir gösteri düzenlediler. Gösteri kısa zamanda Kosova'ya bağımsızlık sloganlarının atıldığı bir ayaklanmaya dönüştü. Kosovalılar ayaklanmalarını 1980'ler boyunca sürdürdüler. Sırp lider Slobodan Milosevic ise, Kosova'yı kullanarak iktidara geldi. "Kosova yoksa Sırbistan da yok!" "Bir daha kimsenin sizi dövmesine izin verilmeyecek" sloganlarıyla seçim kampanyası sırasında Sırp halkının geniş desteğini kazandı. 1989 yılında iktidara gelince de ilk işi Kosova ve Voyvodina'yı doğrudan Belgrad'a bağlamak oldu. Kosova, Eylül 1997da referandumun ardından bağımsızlığını ilan etti, sadece Arnavutluk tanıdı. Bundan sonra Kosovalı Arnavutlar bir süre daha şiddete başvurmama politikası izlediler. Sırp baskısı şiddetliydi. Kendi eğitim ve sağlık sistemlerini kurarak Sırpların sistemini reddettiler. Hem Kosova, hem de dışarıdaki Arnavutlar, İbrahim Rugova hükümetine %3'lük vergi verdiler. Ancak şiddete başvurmama politikası bir şey getirmedi. Dünya kan dökülmeyince bir sorun yokmuş gibi davrandı. Bunun üzerine radikal Arnavutlar Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK'yı kurarak 1997 yılında Sırp hedeflerine saldırılar başlattılar. Sırpların Arnavut gerillalara cevabı sert oldu. Misilleme olarak Arnavut köyleri bombaladılar, sivilleri öldürdüler. Sadece 1998 Şubatındaki katliamda 80 Arnavut hayatını kaybetti. Katliamlar Batı kamuoyunda sert tepkiye yol açtı. NATO Sırpları Kosovalıları bombardımanı durdurması, aksi halde harekat başlatacağı yolunda uyardı. Batılı ülkeler Fransa'nın Ramboillet kasabasında tarafları bir araya getirerek, hazırladıkları barış planı taslağını kabul ettirmeye çalıştılar. Taslak derhal ateşkesi, mültecilerin evlerine dönmesini, Sırp askerlerinin çekilmesini, bölgede NATO gücü konuşlandırılmasını ve üç yıl sonra Kosova'nın geleceği konusunda referanduma gidilmesini öngörüyordu. NATO Ramboillet girişiminin başarısızlığa uğraması üzerine 24 Mart 1999 tarihinde Sırp hedeflerine yönelik bombardıman başlattı. Böylelikle NATO tarihinde ilk defa bağımsız, egemen bir devlete -her ne kadar adını koymasa da- savaş açmış oldu. NATO bombardımanı sona erdirmek için Belgrad yönetiminin şu beş şartı kabul etmesini istiyor: Bombardımanın yüzde 85'i Amerikan uçaklarınca yapılıyor. Operasyonda kullanılan 430 uçağın sadece sekizi İngiliz GR-7 Harriers. Olayın Amerika-Sırp savaşına dönüşmesi NATO çevrelerini rahatsız ediyor. Türkiye'ye karşı Balkanlar'da dengeyi korumaya çalışan Atina, geleneksel müttefiki Sırpları destekledi. Atina'da günlerce Sırpları destekleyen konserler düzenlendi, Selanik'teki NATO tesisleri önünde protesto gösterileri yapıldı. Avrupa kimliği arayışında olan ve ABD'nin hükmedici üstünlüğünden huzursuzluk duyan Fransa, Kosova sorununun Birleşmiş Milletler çerçevesinde ele alınmasını istiyor.

Nüfusu, dini ve etnik yapısı:

Kosova'nın nüfusu yaklaşık iki milyonu bulmaktadır. Bu nüfusun yaklaşık % 90'ı Müslüman’dır. Müslümanların da % 80'ini Arnavutlar oluşturmaktadır. Müslümanların geriye kalan kısmının büyük çoğunluğu Türk, az bir kısmı Çingene asıllıdır. Müslüman olmayanların çoğunluğu Sırp asıllıdır. Sırp asıllılar buraya genellikle sonradan yerleştirilmişlerdir. Bu itibarla kırsal alanda Sırp asıllılara pek rastlanmaz. Sırplar başkent başta olmak üzere büyük şehirlerde ikamet etmektedirler.

Başkenti:

Kosova eski Yugoslavya Federasyonu'nun dağılmasından kısa bir süre öncesine kadar özerk olduğundan resmen tanınmış bir başkenti bulunuyordu. Burası da Priştine'ydi. Ancak daha sonra özerkliği kaldırıldığından Priştine'nin bugün resmiyette bir başkent özelliği bulunmamaktadır. Ancak Priştine yine de Kosova Bölgesi’nin bir merkezi durumundadır. Halk bu şehri bir merkez olarak tanıdığı gibi, devletin bölgeyle ilgili önemli daireleri, askeri merkezleri ve eğitim kurumları bu şehirde bulunmaktadır. Priştine'nin nüfusu yüz bin civarındadır. Başkent Priştine birbirinden çok farklı özelliklere sahip iki bölümden oluşmaktadır. Sırpların oturduğu yeni bölgesinde modern hizmetlerle donatılmış ve çok katlı apartmanların bulunduğu siteler dikkati çekerken, Müslümanların yoğun olduğu kesimde genellikle bir veya iki katlı eski binalar yada yeni gecekondular dikkati çeker. Bu kesim altyapı hizmetlerinden de mahrumdur.

Ekonomik durumu:

Kosova, Sırpların maksatlı politikaları sebebiyle ekonomik yönden geri bırakılmış bir bölgedir. Bölgenin kırsal kesiminde oturan Müslümanlar genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadırlar. Şehirlerde Müslümanlar arasında işsizlik hakimdir. İşsizlik yüzünden başkent Priştine'nin parklarını, cami bahçelerini boş dolaşan insanlar doldurur. İşsizlik doğal olarak beraberinde fakirliği getirmektedir. İşsizler ordusunu oluşturanlar sadece vasıfsız elemanlar değildir. Çok sayıda üniversite mezunu da, Sırp yönetiminin maksatlı uygulamaları yüzünden iş bulamamakta, iş bulabilenlerin birçoğu da daha sonra işten atılarak işsizler ordusuna dahil edilmektedir. Bundan dolayı Müslümanlar arasında fakirlik oranı yüksek, gelir düzeyi düşüktür. Ancak Sırp yönetimi bu konudaki gerçek bilgileri ve istatistikleri açıklamaktan kaçınmaktadır.

Stratejik durumu:

Dünyanın değişik yörelerine dağılmış durumdaki Arnavutların en yoğun olarak yaşadıkları bölge Balkanların güney kesimidir. Bu bölgede 6 milyona yakın Arnavut’un yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu kitle üç ayrı ülkeye yayılmıştır: Arnavutluk, Makedonya ve Yugoslavya. 3,9 milyon nüfusa sahip olan Arnavutluk'ta halkın % 95'ten fazlası Arnavut’tur. 2 milyon 200 bin nüfusa sahip olan Makedonya'da 8 yüz bin civarında Arnavut bulunmaktadır. Bu sayıyla Arnavutlar, Makedonya nüfusunun % 35'ini oluşturmaktadırlar. Yugoslavya sınırları içinde yaşayan Arnavutlar ise genellikle Kosova'da toplanmışlardır. Bu bölgede ise Arnavutların sayısı etnik oranlarla ilgili olarak verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere yaklaşık 1,4 milyonu bulmaktadır. Arnavutlar sadece Kosova'da değil Makedonya'da da etnik ayrım politikasına ve haksızlığa maruz kalmaktadırlar. Bu yüzden bölgede yaşayan Arnavutlar arasında tüm Arnavutların tek bir devlet çatısı altında birleştirilmesi gerektiği düşüncesi etkilidir. Bu düşüncenin en çok etkisini gösterdiği bölge ise Kosova'dır. Bu açıdan Kosova bölgede büyük bir Arnavut devletinin kurulması konusunda önemli bir stratejik konum arz etmektedir. Arnavutların tek bir devlet çatısı altında bir araya gelmelerine ise Batı ülkeleri, NATO ve bölge ülkeleri içinde böyle bir gelişmeden birinci derecede etkilenecek olan Makedonya karşı çıkmaktadır. Batı'nın ve NATO'nun Kosova dramına duyarsız kalmasında bölgedeki tüm Arnavutların tek bir devlet çatısı altında birleşebilecekleri endişesinin önemli rolü olduğunu söyleyebiliriz.

Dini durumu:

Kosova halkının % 90'ının Müslüman, onların da % 80'inin Arnavut olduğunu söylemiştik. Arnavutluk Arnavutları arasında yaklaşık % 30 oranında Hıristiyan, % 20 - 25 oranında da Bektaşi bulunmakla birlikte Kosova Arnavutlarının tamamına yakını Müslüman’dır. Ancak Kosova Müslümanları dini bilgi ve bilinç yönünden Makedonya Arnavutlarından geri durumdadırlar. Bunun bizim gördüğümüz kadarıyla dört önemli sebebi var: Birincisi bu bölgedeki Arnavutların sürekli etnik ayrımcılığa tabi tutulmaları, kendilerine yönelik baskı ve şiddette özellikle etnik kimliklerinin hedef alınmasıdır. İkinci sebep birtakım dış güçlerin Arnavut milliyetçiliğini temel felsefe ve anlayış olarak benimsemiş olan İbrahim Rugova'yı dünyaya Kosova Arnavutlarının lideri olarak lanse etmeleri ve Kosova meselesiyle ilgili olarak onu kendilerine muhatap almalarıdır. Bu tutum doğal olarak Kosova Arnavutlarını, Rugova'ya yaklaşmaya, sorunlarını dış dünyaya taşıma konusunda onu bir sözcü gibi görmeye zorlamıştır. Bu zorlama ise Rugova zihniyetinin propaganda ve etkinlik gücünü artırmıştır. Üçüncü sebep ise Kosova Arnavutlarının büyük çoğunluğunun, kurtuluşu Balkanlar'daki tüm Arnavutların birleşerek tek bir devlet çatısı altında bir araya gelmekte ve bölgede kendilerini hedef alan tüm baskıcı tutumlara bu devlet vasıtasıyla karşı koymakta görmeleridir. Dördüncü sebep ise bu bölgedeki Müslümanların İslam'ı yeterince bilmemeleri, özellikle Eski Yugoslavya Federasyonu döneminde uygulanan baskılar yüzünden İslam'ın itikadi ve ameli boyutu hakkında büyük ölçüde cahil bırakılmış olmalarıdır. Fakat bu arada şunu da belirtelim ki, Kosova Müslümanları arasında Arnavut milliyetçiliğinin etkin olması kitle tabanının İslami duyarlılığını fazla yıpratmamıştır. Halk yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı Arnavut milliyetçiliğine ilgi duysa da, İslam'ı öğrenme ve yaşama konusundaki gayreti de günden güne artmaktadır. Özellikle son dönemde fiili mücadeleden yana olan Kosova Kurtuluş Ordusu'nun İbrahim Rugova hareketine alternatif güç olarak ortaya çıkmış olmasının da olumlu etkileri olmaktadır. Kosova Kurtuluş Ordusu'nun homojen yapıya sahip ve tümüyle İslami duyarlılığı öne çıkaran bir cihad hareketi olduğunu söylemek şimdilik zor. Ama buna açık olduğunu, bilhassa gençleri İslami yönden bilgilenmeye yönelttiğini söyleyebiliriz.
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
11 Eylül 2008       Mesaj #8
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
MAKEDONYA TÜRKLERİ


Makedonya Türkleri.Eski Yugoslavya toprağı olan Makedonya Cumhuriyeti'nde yaşayan Türklerdir.Çoğu buraya Osmanlı Devleti zamanında yerleşmiştir.

Bulundukları başlıca şehirler

Üsküp, Manastır, Gostivar, Kalkandelen, Ohri, Resne Bölgedeki Türk toplulukları bulundukları ülkenin idari yapısına uymaktadırlar. Kosova ve Sancak'ta Türk Demokratik Birliği Hareketi Türkler'i temsil etmektedir.

Tarihçe

1300 yılından sonra da Anadolu'dan Makedonya'ya çok sayıda Türk göçmen yerleştirilmiştir.1953 yılında, Makedonya'da 203 bin Türk yaşarken bu nüfus bugün 97 bin beşyüze inmiştir.

Siyasi Yapı

Makedonya'da bugün "Türk Demokratik Birliği" kurulmuş ve bölgede yaşayan Türkleri temsil etmektedir. Makedonya'da Türkçe gazete, dergi yayınlanmakta olup, aynı zamanda Türkçe radyo yayınları da yapılmaktadır.

Eğitim

Makedonya'da Türkler arasında eğitim Türkçedir. Doğu Makedonya'da dört yıllık Türkçe eğitim alma hakkı vardır. Halen mevcut ilköğretim kurumlarında 264 öğretmen görev yapmaktadır.Gostıvar'da bir genel lise ve bir meslek lisesi ile Kalkandelen'de bir meslek lisesinde Türkçe öğretim yapılmaktadır. Üsküp'te de bir lise'de Türkçe öğretim verilmektedir. Üsküp ve Manastır Üniversitesinde Türklere çok az bir kontenjan ayrılmaktadır. Ülkede ayrıca Türk özel teşebbüsünün açtığı Türk okulları vardır. Makedonya Türkleri bu okullara yoğun ilgi göstermektedir. Ayrıca, Kosova ve Sancak bölgesinde de Türklerin sayısı 2 bine ulaşmıştır. Burada Türkler Türkçe eğitim görmekte olup en çok Priştine kentinde toplanmışlardır.
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
11 Eylül 2008       Mesaj #9
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
SURİYE TÜRKLERİ

suriyeharita

1. Suriye coğrafyası

Suriye yüzölçümü 185,180 km2 olan, Asya’da Müslüman bir Arap ülkesi olarak tanımlanıyor.Suriye'de yaşayan insanların nüfusu 16,673,282 (1998) şimdi 20 milyona tahmin edilir, Suriye doğu yanında Iraktır, batı ak deniz ,güney urdun ve kuzey türküyedir, Suriye idaresi 14 muhafazaya bölünmüş , Şam(Damascus) Suriye başkent şehiri , başka büyük şehirleri Halep, humus, hama, ve Lazkiye. Ortadoğu’da bulunan Suriye bu coğrafyada yer alan pek çok ülke gibi çok dinin (mezhebin), ırkın, dilin bulunduğu demografik bir yapıya sahiptir. Bugünkü Suriye’de yaşayan Türkmenlerin durumuna geçmeden önce Suriye’deki tarihi seyri ve bu seyre bağlı olarak Türkmenlerin buraya gelişlerini gözden geçirelim

2. Suriye Türkmenlerinin Kısa Tarihçesi

SurSuriye, bulunduğu coğrafi konum itibariyle; doğu ve batıyı birleştirdiğinden Anadolu’nun tabii bir uzantısı olmasından ötürü hem doğu ve hem de batıdaki devletlerin ilgi odağı olmuştur. Sümerler, Asurlular, Makedonyalılar ve Romalılar Suriye’de hakimiyet kurmuşlardır.
İslamiyet’in doğuşundan sonra bölgede, Hz. Ömer’le başlayan bir İslimi hareket görüyoruz. Bu durum, Emevi ve Abbasi hanedanlıkları zamanında da devam etmiştir.
Suriye'deki Türkmenlerin daha 7. ve 8. yüzyıldan beri Fırat ve Dicle boylarına indikleri, ayrıca, Mezopotamya'dan ve Anadolu'dan Suriye'ye göçtükleri 9. ve 11. yüzyıldan buyana bölgede yaşadıkları bilinmektedir. daha önce Mısırda bir Türk komutanı Tolun oğlu Ahmed kendi hanedanını kurmuş (875) ve bu hanedan 905 yılına kadar devam etmişti. Tolunoğlu Ahmed Suriye'yi (877) almıştı .
Daha sonra yine başka bir Türk komutanı Toğaç oğlu Muhammed Ebu Bekir, tarihte İhşidî adıyla anılan hanedanı kurmuş ve bu hanedan (935-969) yılları arasında bölgeye hakim olmuştur. Her iki Türk hanedanı, Abbasî halifeliğinin bir politikası olarak Türk komutanları ile Türk askerlerine, orduda büyük yer vermelerinin sonucunda doğmuştur. İhşidîler'i (969) yılında Şiî Fatımî devletine yıktı.
X.Yüzyılın birinci yarısında Abbasî İmparatorluğu iyice parçalanmış, Irak'ta bile kuvvetini hissettiremeyecek bir duruma düşmüştü. Bizans bundan faydalanarak karşı taarruza geçti ve birçok yöreleri ülkesine katmaya muvaffak oldu. Bizans' a karşı, kuzey Suriye ve Cezîre'nin (Kuzey Irak ve bazı Güney Anadolu yöreleri) hakimleri olan Hamdanî hükümdarları karşı koymaya çalıştı. Bu cümle adı geçen hanedanın en büyük hükümdarı olan Seyfü'de-devle, Seyfü'de-Devle'nin en ünlü ve muktedir kumandanlarından birinin “Türk Yemek” olduğunu biliyoruz. Bu Türk kumandanının Kimek elinin yemek boyundan olduğu için böyle anılmış olması muhtemeldir. (ölümü:951-2)
Türklerin bölgeye gelip yerleşmeleri, Büyük Selçuklu Devleti’nin Gazneliler’le yaptığı Dandanakan Savaşı sonrası olmuştur. Büy ükSelçuklu Devleti, bu savaştan sonra özellikle 1063 yılından itibaren kendi hayat tarzlarına uygun buldukları bu bölgeye yerleşmeye başladılar. Özellikle Halep, Lazkiye, Trablusşam ve Asi Irmağı vadisi boyunca Hama, Humus ve Şam bölgesinde bu yerleşme yoğunluk kazanmıştır. Türklerin buraya yönelik akınları Afşin ve Sandık Beyler komutasında Halep’e kadar devam etmiştir. (1069-1070) yıllarında ise Kurlu ve Atsız Beyler, Güney Suriye’yi tamamen ele geçirmişlerdir.
(1071) yılında Malazgirt Savaşından sonra Aşağı ve Yukarı Fırat boylarında, Saltuklar, Mengücekler, Danişmendiler, Yınaloğulları, Artuklar gibi Türk Beylikleri kurulmuştur..
(1077) yılından beri Suriye Selçuklu meliki olan Tutuş, kendini sultan ilân ederek, Oğuzların Yıva Boyu ile Bayat, Avşar, Begdilli, Döğer ve Üçoklar oymakları Şam ve Halep’e yerleşmişlerdir. Berkyaruk'un üzerine yürümüş, fakat yenilmişti (1095). Oğullarından Rıdvan Halep'te, ve Dokak Şam'da hâkimiyetlerini ilân ettiler. Halep hakimi Rıdvan Haçlılarla mücadele etti. Bir ara sınırlarını Güney Anadolu'ya kadar genişletti.
(1117)'ye gelindiğinde her iki bölgede de hâkimiyet, atabeylerin eline geçmişti. Suriye Selçukluları'nın Şam kolu, Atabey Tuğtekin tarafından yönetiliyordu. Oğlu Tacü'l-mülk Böri babasının ölümü üzerine idareyi ele aldı. Pek güçlü olmayan bu atabeylik, Zengî Atabeyi Nureddin Mahmut tarafından ortadan kaldırıldı (1154).
(1127) yılında Melikşah'ın Halep Valisi Ak-Sungur'un oğlu İmadeddin Zengi'nin Musul valiliğine getirildi. Haçlılara karşı verdikleri mücadelelerle öne çıkmışlardır. İmadeddin Zengî, Haçlılardan Urfa'yı alınca Avrupalılar II. Haçlı Seferi'ni düzenlemişlerdir (1137). Zengî'nin ölümünden sonra atabeylik Musul ve Halep olmak üzere iki kola ayrıldı (1146). Halep'teki oğlu Nureddin Mahmut haçlı kontluklarına karşı başarılı mücadeleler verdi. Şam'daki Börileri kendine bağladı. Haçlılarla iş birliği yapan Mısır Fâtımî Devleti'ni ortadan kaldırdı (1171). Nureddin Mahmut ölünce atabeylik Eyyubi ailesine intikal etti (1174). Selahattin Eyyubi komutasındaki Müslümanlarla birleşerek Haçlılara karşı bölgeyi savunmuşlardır
Selahattin Eyyubi’nin ölümünden sonra bölgeye bir başka Türk devleti olan Memluklular hakim olmuştur. Anadolu’ya hakim olan Türkiye Selçuklu Devleti ise, 1243 yılında Moğollarla yaptığı Kösedağ Savaş’ını kaybetmesi sonrası ağır Moğol baskısı altında kalmıştı. Bu baskı sonucu özellikle Kayseri ve Sivas’ta yaşayan Türkmenler, Memluk Sultanı Baybars zamanında Suriye bölgesine yerleşmişlerdir. Bu dönemde Suriye’ye gelip Şam’a yerleşen Türkmenler, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümünden sonra çıkan siyasi karışıklıktan faydalanarak 1337’de Elbistan civarında Dulkadiroğulları beyliğini kurmuşlardır. Yavuz Sultan Selim, 1516 yılında Mercidabık’ta Memlukluları yenerek bu günkü Suriye topraklarını Osmanlılara bağlamıştır.
Suriye Türkleri, ilk yerleşimlerinde göçebe olarak kalmışlarsa da sonradan yerleşik düzene geçmişlerdir. Konar-göçer ahalinin merkeziyetçi bir devlet nizamı ile bağ-laşamayan hayat tarzları yüzünden yerli halka büyük zararlar vermelerim sona erdirmek endişesi , Harab ve boş yerleri imar etmek ve yeniden ziraata açmak (1691-1699) yılları arasında konar-göçer halkın Osmanlı hükümet tarafından iskan edilmesinin bazı sebepleridi .
1916 sonuna kadar da bu bölgedeki Türk hakimiyeti, kesintisiz olarak 402 yıl sürmüştür. Bu sürede bölge sakinleri, derin Türk kültürü etkisi altında kalmıştır. Bu etki kendisini en çok dil konusunda göstermiş; Suriye lehçesi en fazla Türkçe kelime içeren Arab lehçesi olmuştur. I. Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan Şam, Trablus ve Halep eyaletleri şeklinde yönetilen Suriye, Türk yönetimi altında kültürel, sosyal ve ekonomik açılardan kalkınmış ve en huzurlu dönemini geçirmiştir.
30 Ekim 1916 Mondoros mütarekesine kadar aşağı yukarı 500 yıl Türk hâkimiyetinde kalan Suriye, İngiliz, ve Fransız işgaline uğramış, 1936 yılında ise Fransa denetiminde cumhuriyet olmuştur.

3. Suriye Türkmenleri ve yaşadığı yerler

9. yüzyılda Tolunoğulları döneminde ilk defa Türk hakimiyetine giren Suriye, 11. yüzyılda Selçuklu Türkleri'nin, 1260'a doğru Memlûk Kıpçak Türkleri'nin eline geçmiş, 1516 yılında Yavuz'un bu ülkeyi fethetmesiyle Osmanlı hakimiyetine girmiş ve 850 yıllık Türk idaresinden sonra 10 Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Anlaşmasıyla Osmanlı Devleti'nden koparılarak Fransız kontrolüne bırakılmıştır. Bugünkü Suriye 17 Nisan 1946 yılında bağımsız bir devlet haline gelmiştir.
20. yüzyılın ortalarında çok sayıda Suriye Türkü Araplaşmış, böylece bu ülkede yüz yıllardır süren asimilasyon son dönemde de devam etmiştir.
Oğuz Türkleri'nin ve Memlûk Kıpçakları'nın torunları olan Suriye Türkleri'ne Bayır-Bucak Türkleri de denilmektedir. Türkler bu ülkede azınlık olarak kabul edilmemekte ve kayıtlarda Müslüman olarak geçmektedirler. Halk arasında ise Türkmenler olarak adlandırılmaktadırlar.

Suriye'de Bayat, Afşar, Karakeçili, İsabeğli, Musabeğli, Elbeyli, Akar, Hayran, Çandırlı, Sincar gibi Türk boyları yaşamaktadır. Bu Türk boyları ile Anadolu'daki uzantıları olan Türk boyları arasında inançlar, gelenekler ve folklorik pratikler bakımından çok önemli benzerlikler tespit edilmiştir.
Suriye'de yaşayan Türkler'in nüfusu hakkında verilen rakamlardan 100.000 tahmini bu gün artık eskimiştir. Yakın zamanlarda verilen tahminler ise 500.000 - 1.000.000 daha azdır ,gerçek rakamlar 1.8 - 2 milyon arasında tahmin edilir, Onlarada Araplaşmış Türkleri eklenirse onların sayısına ikiye katlaşır
Suriye'de Toplam 523 Türk köyü vardır (büyük şehirler harlarından başka) . Suriye hükümeti, son yıllarda Türkçe yer adlarını Arapça'ya çevirmiştir. İsabeğli "İseviye", Kabamazı "Belutiye", Tırınca "Ümitüyur", Karınca "Behlüliye" olmuştur
Suriye'de Türkçe eğitim yapan okullar olmadığı gibi. Türkleri bir arada tutan her hangi bir teşkilat da yoktur. Köy ve kasabalarda yaşayan Türkler kendi aralarında Türkçe konuşmayı sürdürürler. Yüksek eğitim yapan Türkler'in sayısı çok azdır ve tamamına yakını Türkiye'deki okullarda okumuştur.
Türkçe çıkan yayın organları, 1922'den 1937'ye kadar, sürgündeki Refik Halit'in de katkılarıyla renklendirdiği, "Doğru Yol" ve "Vahdet"'tir.

Suriye Türkleri, şiveleri ve edebiyatları bakımından Türkiye'nin bir uzantısı gibidirler. Suriye'de konuşulan ağız da, Hatay bölgesinde konuşulan Türkmen ağızlarının bir devamı niteliğindedir.hama ve humus Türkmenlerinin şivesi eski Osmanlı diline daha yakın. Ve bazı ülkelerde Azerbaycan diline yakın olunmaktadır.

Lazkiye Türkmenleri

Suriye'nin Akdeniz kıyılarında, başta Lazkiye şehir merkezi Cimmel Harası (Türkmen Mahallesi) olmak üzere Basit, Bayır, Behlüliye, Kesap nahiye ve köylerinde Bayır-Bucak Türkler yaşamaktadır Bu şehir ve nahiyelere bağlı Türkler'in yaşadığı köy sayısı ise yörelere göre şöyledir: Lazkiye vilayet merkezi ve Kesap Nahiyesi'ne bağlı 6; Bucak bölgesinde sahil boyunca 84; Behlüliye Nahiyesi'ne bağlı 12; Bayır Nahiyesi merkezine bağlı Kebeli'nin kuzeyinde 27, doğusunda 8, güneyinde 11; İncesu'nun batısından güneye doğru olan bölümünde 20, doğusunda 17. Suriye hükümeti, son yıllarda Türkçe yer adlarını Arapça'ya çevirmiştir. İsabeğli "İseviye", Kabamazı "Belutiye", Tırınca "Ümitüyur", Karınca "Behlüliye" olmuştur. Bazı Türk köyleri : (Karamustafa, Büyükpınar,Köy Çiçekliyazı mahalleleri) , hayat, sallor, al yamamah, assamra, al ğassaniyeh, kastalmaaf, ğamam, um tuyur, zınzıf, Turunç, Meydancık, Hacranlı Hasancık Saray, Camuslu, Bödirsiye, Karaca, Çamurlu, Bostancık, Fakıhasan, Karabacak, Mollomahmutlu, Ubeydiye, Karamanlı, Kara Cücük, Türkmenli, Çalkamanlı, Sağırt, Ali, Elmalı, Abanlı, Bayır nahiyesinden, Gebelli, Dervişhan, Gebere, Şeren, Karaahmet, Gökdağ, Yumuşak, Mılıklı, Kebir,Murtlu, Karakisa, Ulucak, Kara pınar, Aşağı Karamanlı, Yukarı Karamanlı, Saldıran, Karacağız, İsapınar, Kulcuk Pınar, Kulcuk, Çukurcak, Nisibin, Dağdağan, Çovkaran, Sarraf, Kapıkaya, Ablaklı, Kapaklı, Çanacık, Korali, Çınarlı, Kızıkçuracık, El Kasap, Kislecik, Mahruka, Kuruca, Kızınca, Ağcabayır, Cümeren Yamadı, Burc-İslam, Sulayıp

Halep Türkmenleri

Osmanlı Devleti döneminde Türk nüfusunun idari merkezi Halep'ti. Halep, sokaklarında Türkçe konuşulan bir yerdi. Türk mimari ve sanat eserleri Halep'te oldukça çoktur. Suriye'de Halep şehiride daha çok yaşayan Türkler vardır şehir merkezi huyluk harası(büyük bir Türkmen Mahallesi ,Türkmen nüfusu 400,000 tahmin edilir ) , Kürtdağı, Cerablus, Mümbiç, Musabeyli, Azez nahiyeleri ve yörelerinde Türkler yaşamaktadır , Bu şehir ve nahiyelere bağlı Türkler'in yaşadığı köy sayısı ise yörelere göre şöyledir: Cebeli Sema'nın doğusunda nahiye merkezi ile 16; Kilis'in güneyinde Azez Kazası'na bağlı, Azez ile Aferin Suyu arasında 17, Azez'in doğusunda 29, güneyinde Halep'e bağlı 3; Çobanbeğ Nahiyesi'nde Mümbiç Kazası'na doğru 54, aynı kazanın güneyinde 15; Baraklı Oymağı'ndan Cerablus Nahiyesi'ne bağlı 26; Sacır Suyu'nun güneyinde 23; Urfa hudud nahiyesi Mürşid Pınarı ve Akçakale Kazası'nın güneyine isabet eden ve Belih Irmağı'na kadar uzanan sahada 59 köy olmak üzere .Halep Bazı Türk köyleri : mirza, ker***li, arabazi, merhan, beyliz, nabğa, kanlı koy, eşekli, usbağılar, gavureli, amerne, bel veren, kantara, taflı, lilve, yusuf başa, kadılar, memeli, kurucu höyük, taş atan, buyan, dadlı, belli, sakkal veran, kara yakub, kara taş, kara kuz, balali köy, bandarlık, duraklı, anbarlı, hacı hasanlı, kara baş, bir elli, avşar, küllü, dabık, yazlı bağ, ıral, şüvirin, delha, iğde, tukmen barıh, kara köy, kara mazraa, harab mamal, azak, hava köy, telile, şidar, beş curun, sinekli, ziyarat, okuf, çoban bey, hedebet, tiral, kurt, öküz öldüren, cubban, üvilin, zülüf, kalkum, bablimun, tat hums, çeke

Hama ve Humus Türkmenleri

"Humusta kim derse ben Türkmen değilim o asılında humuslu değildir , işte Suriye tarihçisi ( Süheyl zakkar) demiş , çünkü ona ve eski Arab tarihçisine (bin el esir )a göre, 11. yy humusu büyük bir deprem yıkmış, tamamını viran etmiş sonra humusu yeniden tamir eden Türkmenlerdir (zingilar ve Selçuklular), Nureddin Mahmut bin zingi tarafından, humusun merkezinde eski haralarından birinin adı haratul-Türkmen(Türkmenler harası) ve eski şehir kapılarından birisi babu- türkmen (Türkmen kapısı) ama bu günlerde bu haralarda yaşayan Türkmenler tamamen arablaşmış .

Suriye'nin Hama-Humus şehirleri ve Lübnan sınırı arasında kalan kısımdır. Türkmenler genellikle Humus'ta ve Humus köylerinde ve bazı Hama köylerinde yaşamaktadırlar. Osmanlı imparatorluğun devrinde Buralara yerleştirilmeğe davet edilen ve iskana memur olan oymaklar şunlardır: Kara Avşar, înallu, Döğer oğlanı, Hama Değeri Mustafa kethüda, Hama Düğeri tabi-i Derviş kethüda, Şam Beğmişlüsü, Hüccetlü, Kapu-uşak, Eymir-i Dündvarlu, Çozlu Çerkez-oğulları, îdris Kethüdaya tabi Abalu, Tokuz han Harbendelüsü, Kara Tohtemürlü, Köse Kethüdaya bağlı Şerefli, Uşak obası, Beşîr-oğulları obası, Eymir-i Sincarlu, Bozlu, Ebu Derda'ya bağlı olan Bozlu ,Tohtemürlüsü, Salur (Sellüriyye) türkmenleri, Dindaş oğlu îsmail Bozulus'a bağlı olan Genceli Avşarı, Kızıl Ali, Danişmendlü'ye tabi Kara Halil .
Humusa bağlı bazı Türkmen köyleri : baba amr harası ( bugünkü Türkmenler Mahallesi ) zara, mitras, bdada, arcun, alhusun, dar kabira, kızhıl, üm al kasab, samalil, burc kaya.

Hamaya bağlı bazı Türkmen köyleri : akrab (kara halili), tulluf, hazzur, huvvır el trukman, bıt natır , hırmıl

Kunteyra Bölgesi Türkmenleri :

Burası Filistin sınırına çok yakındır. Kafkasya'dan gelenler 1878'de buraya yerleştirilmişlerdir. bağlı bazı Türkmen köyleri : hafr, al kadırıyye, kafr nafah, zabya, al rezzanıyye, ahmadıyye, huseynıyye, ayn kura, ayn sümsüm, ayn alak, üleyka, ayn ayşa.

Şam ve draa Türkmenleri

Şehirde Türkmenlerin oturduğu büyük bir mahalle bulunmaktadır. Ayrıca Havran ovasında da Türkmenler vardır. Şama bağlı bazı Türkmen köyleri : kaldun, ruhaybe, adra ve bazı şam haraları ( el hecer el esvad el tadamün , cöber ) ve draaya bağlı bazı Türkmen köyleri : dara şehir merkezi , busra, maarba, burak...

Şehirde Türkmenlerin oturduğu büyük bir mahalle bulunmaktadır. Ayrıca Havran ovasında da Türkmenler vardır. Şama bağlı bazı Türkmen köyleri : kaldun, ruhaybe, adra ve bazı şam haraları ( el hecer el esvad el tadamün , cöber ) ve draaya bağlı bazı Türkmen köyleri : dara şehir merkezi , busra, maarba, burak,
GÜLGECELER - avatarı
GÜLGECELER
Ziyaretçi
12 Eylül 2008       Mesaj #10
GÜLGECELER - avatarı
Ziyaretçi
IRAK'IN GENEL COĞRAFYASI


Bir Ortadoğu ülkesi olan bugünkü Irak Cumhuriyeti'nin Arapça resmi adı El-Cumhuriyetü'l-Irakıyye'dir. 1926 yılında resmi olarak tarih sahnesine çıkan bugünkü Irak kuzeyden Türkiye, doğudan İran, batıdan Suriye ve Ürdün, güneyden Suudi Arabistan, Kuveyt, Tarafsız Bölge ve Basra Körfezi ile çevrilidir. Kuzeyden ve güneyden ülke topraklarının en uç noktaları 37° 22' 50" ile 29° 05' 20" kuzey enlemleri arasında bulunur. Kuzeyden güneye ülke topraklarının en uç noktaları arasında uzaklık 8° 17' 30" dir ki, bu da aşağı yukarı 925 km. eder. Ülke topraklarının doğuda ve batıda yer alan en uç noktaları ise 48° 45' ile 38° 45' doğu boylamındadır. Ülkenin doğuda ve batıda bulunan topraklarının en uç noktaları arasındaki uzaklık 10° dir ki bu da yaklaşık olarak 950 km. tutar. Böylece ülkenin kuzeyden güneye olan uzunluğunun doğudan batıya olan uzunluğuna, aşağı yukarı yakın olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ülkenin harita üzerindeki şekli düzgün değildir. Irak'ın yüzölçümü 438.317 km2 dir. Irak aslında bir kara ülkesi sayılır. Deniz ile olan bağlantısı Basra Körfezi iledir.Denize olan kıyı sınırı 60 km. ye yaklaşan Irak'ın kara sınırı 3500 km. civarındadır.


NÜFUS


Irak'ın Sami kökenli eski halklarının, geçmiş yüzyıllarda birbirini izleyen göç dalgaları sonucunda, ülkeye giren yeni halklar arasında eridikleri kabul edilmektedir. Sonradan Araplaşmış toplulukları da içine alan Araplar ülke nüfusunun beşte üçünü oluştururlar. Arapların büyük bölümü ülkenin orta ve güney bölgelerinde yaşarlar. Ekonomik ve siyasi gücün Arapların elinde olması da, ırkçı ve aşırı bir Arap şövenizmi güden siyasî iktidarın baskıları ve uygulamaları sonucunda sağlanmıştır.En büyük azınlık olan Kürtler, kuzey ve kuzeydoğudaki dağlık bölgede yaşarlar. Tahmini olarak ülke nüfusunun yüzde yirmisini oluştururlar. Irak'ın kuruluşundan beri merkezi yönetim ile çatışma içine giren Kürtlerin kırsal hayat yaşadıkları ve çoğunlukla hayvancılıkla geçindikleri söylenebilir. Irak'a önceleri yoğun olarak ve genelde 9-11. yüzyıllarda topluca yerleşerek bölgeyi yurt edinen Türkler, günümüzde Irak'ın orta, kuzey ve kuzeybatı bölgelerinde yaşarlar. İleride de göreceğimiz gibi, Osmanlı dönemine kadar sürekli Türk göçleri ile beslenen Irak Türkleri, Kürtlerden sonra ikinci büyük azınlık olarak nüfusun yüzde onikisini teşkil ederler.
Göç dalgaları ile, geçmişte Irak'ın doğu kesimine yerleşen İran kökenli etnik nüfus, Irak yönetimi tarafından uygulanan sınır dışı etme politikası sonucu, hemen hemen yok olmuştur. Öteki etnik gruplar arasında ilgi çeken bir azınlık topluluk da nüfusları tahminen yüzde dört civarında olan Süryanîlerdir. Ayrıca Musul'un batısında ve kuzeyinde yaşayan Yezidiler, Bağdat'ta oturan Mandayyalar ve İran sınırında yaşayın Lurlar gibi azınlıkların da ülke nüfusu içindeki oranları yüzde dört kadar kabul edilmektedir. Bu hususta hemen şunu da ifade edelim ki, Irak'ta yaşayan vatandaşların, konuştukları dilleri ve etnik kökenleri esas alan sağlıklı bir nüfus sayımı yapılmamıştır. Özellikle tarafsız gözlemciler denetiminde nüfus sayımlarının yapılmaması, bu hususta verilen istatistiki veriler, yapılan çalışmalar ve nüfus üzerine verilen rakamlar, daha çok ülkenin yıllık nüfus artış hızını baz alarak yapılan tahminler ile ortaya çıkmaktadır.
Resmi dilin Arapça olduğu Irak'ta Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçe konuşulur.Türklerin yaşadığı Musul çevresi, Erbil, Kerkük, Diyala iline bağlı Hanekin, Karatepe, Mendeli gibi kasabalar ve hatta Bağdat'ın içinde olan bir kaç mahallede yaşayan 300.000'e yakın Türk topluluğu Türkçe konuşur. Günümüze kadar kendi kültürlerini, gelenek ve göreneklerini koruyan Türkler, yazılı edebiyat bakımından da Türk dünyasının ayrılmaz bir parçası sayılırlar. Bölge, ağızlarda yaşıyan Türk halk edebiyatı ürünleri bakımından da, Türk dünyası içinde günümüze kadar özelliğini kaybetmeyen zengin yörelerden biri durumundadır.


IRAK'TA İLK TÜRKLER


Bugünkü bilgilerimize göre, Türklerin Irak'a ilk girişleri Hicri 54 (Miladi 674) tarihlerine kadar uzanmaktadır. Emevî Halifesi Muaviye tarafından Horasan'a gönderilen Ubeydullah bin Ziyad 20.000 kişilik ordusu ile Ceyhun Nehri'ni geçerek, Buhara'ya yönelir. Beykenti de geçen komutan Ubeydullah'ın Buhara'ya yaptığı saldırılar karşısında, Buhara prensesi Hatun1 emrindeki Türk kuvvetleri ile şiddetli çarpışmalardan sonra sulh yapmak zorunda kalır. Böylece Ubeydullah sulhtan sonra, yanına aldığı Türk askerlerini Irak'a götürerek, Basra'ya yerleştirir. Tarihi kaynaklar, Basra'ya yerleştirilen Türk askerlerinin 2000 kişi kadar olduklarını ve bunların ok atmakta pek mahir bulunduklarını, bu semte de Buhariyye denildiğini kaydeder. Bu Türk okçularından, Yemame'de asî Arap bedevîlerinin bastırılmasında yararlanıldığı biliniyor. Basra'da Ubeydullah bin Ziyad'ın gözde adamlarından biri olan Reşidü't-Türkî2 adındaki mevlasının da, Basra'ya yerleştirilen Türkler arasından yükseldiği şüphesizdir.
Horasan ve Mâverâünnehir'de fetihlere girişen İslam ordularına katılan Türk beyleri (prensleri, soyluları veya asilzâdeleri), daha Emevîler döneminde orduda önemli görevler almaya başlamışlardı. Türklerin üstün savaş yetenekleri ve ok atmaktaki maharetleri, İslam kumandanlarının dikkatini çekmiş ve onları ordularına almalarına yol açmıştır. Böylece Türkler, henüz okçuluk sanatını bilmeyen Arap askerlerine bu hususta eğitim yaptırıyorlardı.
Hicrî 132 (Milâdî 749) yılında Yezid bin Ömer bin Hübeyra, bir kaç ay kuşatmadan sonra, Ebu Cafer el-Mansur'a Vasıt şehrinde teslim olduğu zaman, yanında 2300 Buharalı Türk askeri bulunuyordu. Horasan Valisi Abdullah bin Tahir, halifenin emri üzerine Türkistan'ın çeşitli şehirlerinde her yıl Irak'a 2000 Türk savaşçısı gönderiyordu. Hicrî 138 (Milâdî 755) yılında ise, Horasan valiliğinde bulunan Fazl bin Yahya el-Bermekî, Abbasî ordusunda hizmete alınmak üzere 20.000 Türk savaşçısını Irak'a gönderdi.
Türklerin Irak'a gelişlerinin, Abbasî döneminde ve özellikle Halife Me'mun ve halefi Halife Mu'tasım'ın iktidarları sırasında meydana gelen bir takım siyasî gelişmelerden dolayı daha da sıklaştığını görüyoruz. Halife Me'mun'un tahta oturmasında büyük rol oynayan Türkler, Bağdat'a yerleştirilmişlerdi. Abbasîlere cephe alan Şii Araplara karşı hilafet makamını savunmak için, Türklere dayanmaktan başka bir çare bulamayan Me'mun, Türkistan'dan Türk askerinden oluşan yeni kuvvetleri hilafet merkezi olan Bağdat'a getirtiyordu.
Halife Mu'tasım zamanında Türklerin Abbasî ordusuna alınmaları işlemine daha fazla önem verildi. Böylece Suğd, Fergana, Esruşene ve Taşkent bölgelerinden gelen deneyimli Türk subayları, halifenin Hassa ordusuna alınıyordu. Hicrî 211 (Milâdî 836) yılında Mu'tasım'ın emriyle Türk kumandanı Aşnas tarafından Türk hassa askeri için Samerra şehri kuruldu. 70 bin mevcutlu olan Samerra, böylece yarım yüzyıl (836-884) kadar hilafet merkezi olmuştur. Mu'tasım'dan sonra Türklerin sayıları ve nüfuzları arttığı gibi, bu durum, Türkistan'ın da hızla Müslümanlaşmasında büyük rol oynamıştır.
Hilafet ordusunda, özellikle Mu'tasım, Vasık ve Mütevekkil'in halifelik dönemlerinde (840-860) Türk kumandanlarının nüfuzu gittikçe artmıştır. Bu dönemin Türk komutanları arasında adları geçen Afşın, Aşnas, Büyük Boğa, Küçük Boğa, Vasıf ve Hakan, devlet yönetimini ellerine almışlardır. Bu komutanlardan Büyük Boğa Mu'tasım'dan başka beş halifenin hizmetinde bulunmuş, devletin iç güvenliğini sarsan kargaşaların bastırılmasında ve Bizans'a karşı yapılan akınlarda başarılı komutan olarak büyük yararlıklar göstermiştir. Bunun gibi Afşın da bazı isyanların bastırılmasında ve Bizanslıların Ankara yakınlarındaki yenilgisinde önemli rol oynamıştır. Abbasîler arasında Türklerin durumu bir çok Arap şair ve tarihçisinin dikkatini çekmiştir. Türklerin özellikle yüksek ahlak ve fazilet sahibi insanlar oldukları,10 dil ve soylarına aşırı derecede bağlı bulundukları, Arapça ve Farsça öğrenmekle beraber, gururlarına yediremedikleri için, yalnız Türkçe konuştukları, başka dil bilmemekle de öğündükleri, bu arada yiğitlik, şefkat, mertlik ve kahramanlıklarına karşı duyulan hayranlıklar, bir çok kaynakta dile getirilmiştir. Türk askerlerinin üstün meziyetlerinin kaybolmamasına, bizzat halifeler özen göstermişler ve onların sadece Türk kızları ile evlenmelerine izin vermişlerdir. Ayrıca Türklerin, öz yurtlarında alışageldikleri gelenek ve göreneklerinin bozulmamasına da dikkat edilmiştir.
Annesi Türk olan Mu'tasım, çocukluğundan beri yanında Türkleri bulundurur ve Türk gelenek ve göreneklerini çok severdi. Türklerin yiğitlik ve bağlılıklarını yakından bildiği için, halife olunca da, maiyetindeki Türk askerlerinin sayılarını arttırmağa çalışıyordu. Özel hayatında da Türk ananelerine göre davranan Mu'tasım'ın, Türklerden meydana getirdiği hassa askerleri, kıyafet bakımından da diğer askerlerden farklı ve gösterişli idi.
Böylece inşa ettirilen Samerra, Türklerin etnik kökenli unsurlarla karışmalarına engel olacak şekilde planlanmıştı. Halifenin taşındığı bu yeni şehir, öyle bir şekilde düzenlenmişti ki, kendi yurtlarında komşu olan Türk boyları, burada da aynı düzende yerleştirilmişlerdi. Abbasî ordusundaki Türkler için inşa edilen Samerra'da, sanat tarihçileri ve arkeologlar tarafından yapılan incelemelerde, ister mimarî, ister fresko ve süsleme gibi dekorasyon elemanları açısından Türk etkisinin açıkça görüldüğü ortaya çıkarılmıştır.Halifeler, Türk cengâverlerinin Bizanslılarla olan çarpışmalarda kazandıkları zaferleri yüceltiyorlar ve onlara daha fazla sarılmağa çalışıyorlardı. Şii Deylemlerle Türk askerleri arasında başlıyan çekişmeler karşısında halifeler Türklerin tarafını tutuyor ve onların Bağdat'ta Sünniliği savunan en güçlü unsur olduklarından, yetkilerini arttırmak yolundaki isteklerini yerine getirmeğe mecbur kalıyorlardı.
908 yılında Halife Muktedir, Emirü'l-Ümera unvanı ile Türk komutanı Munis'e geniş idarî yetkiler vererek, saltanatı fiilen bırakmış oldu. Bundan sonra Türk komutanlarının kendi aralarında baş gösteren rekabetler, diğer yandan Emirü'l-Ümeralık üzerine Şii Deylemlerle olan çekişmeler, halifelerin de bu rekabet ve çekişmeleri körüklemek için entrikalara girişmeleri, Abbasî İmparatorluğu'nun itibarını iyice sarsmağa başlamış ve merkez Bağdat'a bağlı valiler de, bu karışıklıklardan yararlanarak yer yer bağımsızlıklarını ilan etmek yoluna gitmişlerdi. Halife Razi, Vasıt valisi Muhammed bin Raik'a 936 yılında Emirü'l-Ümeralık payesini vererek, bütün devlet yönetimini ona bırakmaktan başka, adının da hutbelerde kendi adı ile birlikte okunmasına izin vermek zorunda kaldı.
Bu sırada İran'dan askerleri ile birlikte kaçan Türk komutanı Beckem, Bağdat'ta halifeye başvurmuştu. Aralarında Tozun, Yaruk ve Muhammed Yınal gibi değerli Türk komutanları da bulunan Beckem'in askerlerini Emirü'l-Ümera Muhammed bin Raik karşıladı ve onları Vasıt'taki ordusuna aldı. Birlikte getirdiği askerin komutanı olarak tayin olunan Beckem, 936 yılında isyan çıkaran Ahvaz Valisi Ebu Abdullah el-Beridi üzerine yürüdü. Büveyhilerden yardım gören Beridi'yi iki defa mağlup etti ise de , başarı kazanamayan Beckem Vasıt'a döndü. Daha önce de değindiğimiz gibi, Emirü'l-Ümeralık için yapılan çekişmeler devam etmiş ve Beckem de, Emirü'l-Ümera Raik'i düşürmek için Vezir Ebu Ali bin Mukla ile anlaşmıştı. Bunu öğrenen Raik, Vezir Mukla'yı hapsetti ve az sonra vezir öldü.
Daha sonra eski düşmanı olan Beridi'yi kazanmaya çalışan Raik, Beridi'nin Beckem'e yenildiğini görünce, Beckem'in tarafını tutmak zorunda kaldı ve bütün teşebbüsleri boşa gitti. Bu başarısı üzerine, Eylül 938 tarihinde Bağdat'a giren Beckem, Raik'in yerine halife tarafından Emüri'l-Ümera tayin olundu. Beckem, ilk iş olarak, vergi vermeyen ve hükûmete karşı direnen Hamdanîlere boyun eğdirmek için Musul üzerine yürüdü. Bunu fırsat bilen Raik'in, 2000 kişinin başında aniden Bağdat'ta görünmesi üzerine, 938'de Hamdanoğlu Hasan ile sulh yapan Beckem, tekrar Bağdat'a dönmek zorunda kaldı. Raik ile Beckem arasındaki anlaşmazlık, barış yolu ile giderildi ve Raik'a Harran, Urfa ve Kinnasrin ile yukarı Fırat havalisi ve sınır kaleleri verildi. Böylece bir çok önemli ve hilafet merkezini yıpratan çekişmeleri nisbeten durduran Beckem'e yalnız Büveyh oğlullarından gelecek tehlikelere karşı bir takım önlemler almak işi kalıyordu. Bunun için Beridi'ninSus'a gönderdiği ordu, Büveyhilerin komutanı Mu'izzü'd-devle tarafından mağlup edilememiş ise de, yardımına gelen Ruknü'd-devle sayesinde Vasıt'a karşı yürüyen Büveyh ordusu tarafından şehrin bir kısmı işgal edilmişti. Bu esnada yardımcı birliklerle yetişen Beckem, Büveyhîleri püskürttü ve Ruknü'd-devle'yi çekilmek zorunda bıraktı.
Savaşı devam ettirmek için yeni planlar ve hazırlıklar yapıldığı sıralarda Beridi, bütün iktidarı elinde bulundurmak için entrikalar çevirmeğe girişince, 940'ta görevden alındı. Az sonra Halife Razi öldü ve yerine geçen Muttaki, Beckem'in Emirü'l-Ümeralık görevini devam ettirdi. Beckem de, Beridi üzerine bir ordu gönderdi; ancak komutanı yenilgiye uğradı. Bunun üzerine Beckem, bizzat kendisi komutayı ele alarak harekete geçti. Fakat Beckem yetişmeden Beridi, Nisan 941'de kesin olarak yenildi.
Bir çok değerli hizmetler yapan ve askerî yeteneği yanında diğer meziyetleri de tarihçiler tarafından övgü ile anlatılan Beckem, bir sefer sırasında, aniden basılarak öldürüldü. Yerine Tozun Emirü'l-Ümera olarak atandı. Bu sıralarda Büveyhoğlu Ahmet, kardeşinden yardım alarak Ahvaz'ı işgal etti. 944 yılında Türk komutanı Emirü'l-Ümera Tozun, Musul'da Hamdanîlerle çarpışmakta olduğu sıralarda, Büveyhoğlu Ahmet Vasıt üzerine bir sefere girişti. Bunun üzerine Hamdanîlerle derhal barış imzalayan Tozun, Vasıt'a doğru yöneldi. 944 yılının Temmuz ayında karşılaşan iki ordunun çarpışması hakkında kaynaklar, değişik bilgiler vermekle beraber, Ahmet'in az sonra Ahvaz'a çekildiği anlaşılıyor.
Büveyhoğlu Ahmet, 945 Mart'ının ortalarında Vasıt'ı işgal için ikinci defa teşebbüse geçti ise de, Tozun tarafından Nisan'da tekrar püskürtüldü. Ancak üçüncü defa Vasıt'a saldıran Ahmet, valinin kendi tarafına geçmesi sonucu, şehri çarpışmasız ele geçirdi. Daha sonra Bağdat üzerine yürüyen Ahmet, Ocak 945 tarihinde Sünnî İslâm dünyasının merkezi ve başşehrine girerek, iktidarı eline aldı. Halife Mustakfî tarafından Emirü'l-Ümera tayin edilen Ahmet'e ayrıca Mü'izzü'd-devle unvanı da verildi. Böylece Irak'ta, 1055'te Tuğrul Bey'in Bağdat'a girmesi ile sona erecek olan ve bir yüzyılı aşan Büveyhoğullarının hakimiyet dönemi başladı.


DİNİ YAPI

Nüfusun yüzde doksanaltısı Müslüman olan Irak'ta özellikle ülkenin güney ve güneydoğusunda yaşayan Şiilerin nüfus oranı yüzde ellibeşi bulur. Bu bakımdan Arap ülkelerine göre Irak, Ortadoğu'da Şiilerin çoğunlukta olduğu tek ülke durumundadır. Şii nüfusun çoğunluğu Arap kökenlidir. Kürtlerin çoğunluğu ise Şafii mezhebindendir. Çoğunluğu Sünni olan Türklerin yüzde yirmiüçü Şii mezhebine mensuptur. Mezhep ayırımı siyasî hayatta Araplar arasında önemli roy oynarken, Türkler arasında, hiç bir sürtüşmeye ve ayrılıklara yol açmaz. Nüfusun yüzde dördünü oluşturan Hıristiyanlar Süryanî, Keldanî ve Nasturî gibi topluluklara ayrılırlar. Yahudîler, daha önceleri kalabalık bir topluluk iken, 20. yüzyıldaki göçlerin ardından, önemsiz duruma düşmüştür. Kerkük yöresinde yaşayan ve önceleri Kerkük Kalesinde topluca yaşadıkları için, halk arasında "Kale Gavurları" diye adlandırılan Türk Hristiyanların sayıları azalmıştır. Çoğu bölgeden göç eden bu Hristiyan Türk topluluğu, dini ayinleri, konuşmaları ve gelenekleri ile tamamen Türk olan bir kültürel yapıya sahiptir.

Benzer Konular

1 Ocak 2018 / Misafir Türkiye Coğrafyası
17 Aralık 2013 / Misafir Soru-Cevap
4 Ekim 2009 / ThinkerBeLL Zooloji
24 Haziran 2011 / Misafir Biyoloji
5 Ocak 2012 / Daisy-BT Zooloji