Arama

Osmanlı Kültürü - Sayfa 2

Güncelleme: 9 Aralık 2016 Gösterim: 153.793 Cevap: 34
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mart 2006       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı ahlâk ve nezaketi
VEHBİ VAKKASOĞLU
Sponsorlu Bağlantılar
İNSAN elbette maziperest olmamalıdır.Geçmişe takılıp kalanlar, bu günün şartlarına uyum sağlayamazlar. Bu günü yaşayamayanlar ise, geleceğe hiç hazırlanamazlar. Her çağın kendine göre ayrı ve bambaşka şartları vardır. Her çağın değişmeyen şartları da vardır. Her zaman aynı kalması gereken bu şartlar hayatın temel güzellikleridir.
İnsana yaraşır bir hayatın temel şartları; adalet, eşitlik, hakka saygı ve riayettir. Bunlar modası geçmeyen güzelliklerdir. Her zamanın ve her çeşit insanın yaşaması gereken bu insani özellikler, en güzel örneklerini Osmanlı tarihi içinde vermiştir.
Böylesine şanlı ve şerefli bir tarih başka hangi millete nasip olmuştur? Çağdaşları ve benzerleri içinde Osmanlı’ya yaklaşan bile olmamıştır. Zira Osmanlı, bütün ilhamını, feyzini Asr-ı Saadet’ten almaktaydı.
Hedefi ve maksadı İ’LA-YI KELİMETULLAH idi.Yani Allah adını yüceltmek ve yükseltmekti. Böyle bir özü taşıdığı müddetçe büyüdü, güçlendi, yükseldi.
Ancak onlar da insandı. Elbette hataları oldu. Yanlışlıklar yaptılar. Fakat dünya tarihinde bu büyüklükte, bu uzun ömürde böylesine faziletli bir medeniyet yaşamak başka hiç kimseye nasip olmamıştır.
Ruh köküne bağlılığını yitirmediği sürece, dış düşmanlardan hiç etkilenmedi. Bir dünya devleti oldu. Duraksamalar, bazı yenilgiler, sakalının kesilmesi anlamına geldi. Kaybettiklerini çok kısa bir zamanda yeniden ele geçirdi. Osmanlı çınarının dallarına atılan satırlar, adeta budama yerine geçti, dalları daha bir gür çıktı.
Fakat ruh kökünden kopmaya, nefsanileşmeye, dünyevileşmeye başlayınca, çözülüşler dikiş tutmaz oldu. Sonunda da yıkıldı. Çünkü kurt gövdenin içine girmiş, dış düşmanların yapamadığını içerdekiler becermişti.
Yine de özündeki sağlamlık sebebiyle, birleşmiş Haçlı zihniyetinin bütün entrikaları, hücumları ve desiseleri onu bir anda ortadan kaldıramadı.
Zira uzun asırlar boyunca ruhuna sinmiş olan İslâm inancının gücü benzersizdi. O benzersiz imanın neticesi ve meyvesi olan ahlak ve fazilet ise, ölürken bile hâlâ etkisini büsbütün yitirmiş değildi.
Şimdi bize düşen, o muhteşem medeniyetten istifade etmektir. Elbette, “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” diyen Bediüzzaman haklıdır. Bütünüyle eskiye dönmek ve onu aynen yaşamak imkânsızdır. Ya yeni hale uyum sağlayacağız, ya da Allah korusun tarih sahnesinden silineceğiz. Ancak, sayısız düşmana karşı, dünyanın en güzel ve en kıymetli coğrafyasında tutunabilmek için, Osmanlı’nın manevi güç kaynağı olan İslam imanına bu gün her zamankinden fazla ihtiyacımız vardır.
Zira bu millet, bütün olgunluğunu ve erdemini borçlu olduğu İslamdan uzak kalamıyor. Bu manevi bir alışkanlık... Ya da ruhla vücut kaynaşması... Ruhu yerindeki İslam imanını kaybeden insanımız hiç bir işe yaramıyor. Ne dünyalık işlerde, ne de ahiret yatırımında başarı kazanıyor.
Öyleyse, köklerimizden kopmamak ve geçmişte yaşanan o güzel ahlaktan ellerimizi ve gönüllerimizi gevşetmemek mecburiyetindeyiz.
Yıllar yılı geçmişimizi görmezden geldik. Adeta o muhteşem maziyi yaşanmamış saydık.
Ancak daha da ileri gidenler, daha da etkili makamlardaydı. Onlar geçmişi karaladılar, karartmaya çalıştılar, güzelliklerine çamur attılar.
Ne var ki bu çaba, güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak kadar boşuna bir çabaydı. Nitekim tutmadı.
Ancak anlayışsız mazi düşmanları, başka kültürler adına sövmeye devam ettiler ve hâlâ da aynı yoldalar.
İçimizdeki beyinsizler zaman zaman dışımızdakilere rahmet okutacak zararlar verdiler. Bu sebeple birkaç neslimiz ziyan oldu. Onlar geçmişimizden koptular, ama köksüz olamadılar. Kendilerine yeni atalar, yeni kökler bulmaya çalıştılar.
Ama ne mümkün?
Olmadı.
Olan, bu pırıl pırıl gençlere oldu.
Ruh kökünden, inancından, ahlakından koparılmış bu fidanlar, yaban ve yalan ideolojilerin tutkunu olarak gerçekten ziyan oldular. Geride ana-babalarının gözyaşları, ağıtları, çığlıkları kaldı.
Devlet kendi çocuklarıyla, kendi eğitim sisteminin ürünleriyle uğraşmak zorunda kaldı.
Oysa ki şu gerçek yeni keşfedilmiş değildi:
“Geçmişine taş atanların geleceğine gülle atarlar!”
Takvimler 1999 yılını gösterirken, Osmanlı yeniden gündeme geldi. Çünkü bu tarih onun 700. doğum yıldönümüydü. Bu münasebetle, şimdi aklı başında herkes yeniden ve bir daha dönüp ona bakma ihtiyacını duyuyor. Osmanlı’yı biraz da hasretle anıyor. Yakın tarihimiz içinde ona karşı yapılan haksızlıkları, insafsızlıkları acıyla hatırlayıp özür diler gibi, “Artık barışalım” diyor.
Bu hazin bir barıştır. Çünkü vefasız bir evladın babasıyla barışmasına benziyor. Ama bunca zaman sonra, bunca kıymetbilmezlik ve mirasyedilik hoyratlığından sonra bu barış nasıl olacaktır?
Bizim bildiğimiz Osmanlı merttir. Alicenaptır. Babacandır. Düşmanlarını bile kanatları altında huzurla, barışla, adaletle, yüzyıllarca korumuştur. Şimdi bu ahlakın insanları kendi çocuklarına mı gönül koyacaktır?
Hayır, hayır... Onunla barışmak çok kolaydır. Yeter ki samimi olalım. Yeter ki, iyi niyetle onu anlamaya çalışalım. Yeter ki babalarımızı, dedelerimizi inkâr etme gafletinden kurtulalım.
Cumhuriyet çocuklarının Osmanlı ile barışması hem çok lazım, hem de çok kolaydır. Çok lazımdır, çünkü onlar başkaları değildir, bizim geçmişimizdir. Bizden ayrı değil, biziz. Demek ki kendimizle barışacağız. İnsan kendisine küser mi? Bizim neslimiz bu garabeti ne yazık ki yaşama bahtsızlığına uğratılmıştır. Öz anasına, öz babasına küsmüş ve sırtını dönmüştür. Garip olan bu barışmak değil, bu küskünlüktür. Çünkü bu küskünlüğü bizden başka hiçbir millet yaşamadı.
Hiç vakit kaybetmeden, hemen, şimdi, Osmanlı’yı fatihalarımızla analım, helallik isteyelim ve barışalım.
Sonra da onlara, onların iman ahlakına layık evlat olmaya bakalım...
Biz de, başkaları da, bütün dünya da o güzel ahlaka ne kadar hasret, bir bilsek...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
294259pm
Başta İstanbul olmak üzere, cadde ve sokakları ile hâlâ Osmanlı kokan hangi şehre uğrasanız, yolların kıyılarında ilginç mezar taşlarına sahip mezarlıklar görürsünüz. Günümüzde olduğu gibi, bu mezarlıklar şehrin dışında değildir, bilâkis şehir ile iç içedir. Bu mezarlıklar birçok yabancı seyyahı şaşırtan hâliyle, şehrin en güzel yerlerine kurulmuştur.
Sponsorlu Bağlantılar

Ünlü Fransız yazar ve seyyah Gerard de Nerval, İstanbul mezarlıkları hakkında şunları söylüyor: "Boğaz'da son derece güzel ve serin bir yerdeyiz. Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe ihtiyaç yok sanırım. İstanbul'un bütün güzel yerleri, gezilecek ve zevk alınacak sahaları mezarlıklardır. Bakıyorsunuz yüksek ağaçların arasında, şuradan buradan güneş ışınlarının sızıp renklendirdiği, sıra sıra beyaz hayâletler var. Bunlar bir insan yüksekliğinde, mermerden yapılmış mezar taşlarıdır. Başları sarıklı, üzerleri yazılı mezar taşlarıdır. Sarığın biçimi, ölünün hayattayken işgal ettiği mevkii, sosyal seviyesini veya mezarın yapılış tarihini belli ediyor. Bazı mezar taşlarının başları koparılmış. Bu koparılmış olanların çoğu Yeniçeri mezarlarına ait. Kadınların mezarlarında da sütun taşlar var. Fakat bunlarda, baş yerinde gül veya demet şeklinde bir süs bulunuyor. Kabartma veya oyma şeklinde çiçeklerle süslenmişler."

Osmanlı mezarlıkları, çevrelerinde yaşayan insanlara sanki bu dünyanın geçiciliğini fısıldamaktadır. Osmanlı toplumunda hayat ölülerle o kadar iç içedir ki, insanlar evlerinin önündeki bahçeye, yahut her gün gittikleri caminin bir köşesine bile gömülebilmektedir. İstanbul Karacaahmet, Eyüp veya Edirnekapı Mezarlıklarının etrafındaki duvarlar, 1950'lerden sonra örülmüştür. Osmanlı genelinde mezarlıkları çevreleyen duvar yoktur. Herkes rahatlıkla bu mezarların arasından geçebilmekte, bilhassa hanımlar, çocukları ve komşuları ile müsait bir mezarlık sahasında, bir ikindi sohbeti yapabilmektedir. Bunlarla Osmanlı insanının hedeflediği şey, dünyanın geçiciliğini hatırlatan nasihati hep göz önünde tutmak ve öldükten sonra kendilerine dua edebilecek insanlara kendilerini daha iyi gösterebilmektir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı mezarlıklarında mezar taşı yazıları çoğunlukla yola bakmaktadır. Karacaahmet mezarlığında olduğu şekliyle, eğer bir kişi kendisine, mezarlığın yol kenarına bakan kısmında bir yer bulamamışsa, asıl mezarı içeride olduğu halde, mezar taşının bir nümunesini yol kenarına diktirebiliyordu. Böylece yoldan geçenler, bu mezar taşlarını okuyabiliyor ve bu kişilere ismen dua edebiliyordu.

Osmanlı mezar taşları o kadar sanatlıdır ki, bu mezarlıkları birer açık hava müzesi olarak görebiliriz. Gerard de Nerval'in yukarıda belirttiği gibi, Osmanlı mezar taşlarının başlarındaki serpuşlardan, üzerlerindeki desenlere kadar birçok işaret, o mezarlarda yatanlar hakkında bize bilgi vermektedir.

Mezar taşının başında bir başlık varsa, bu bir erkeğe aittir. Hanımların mezar taşları ise, bir kadının incelik ve letâfetini en güzel şekilde ortaya koyan çiçeklerle süslüdür. Osmanlı hanımları günlük hayatta hotoz taktıkları için, hotoz başlıklı mezar taşları da görmek mümkündür. Bu hotozun altında, hanımların alınlarına yahut boyunlarına taktıkları altın sıralı kolye ve alınlıklar aynen mezar taşlarına işlenmiştir.

Günümüzde bir hanım, evlenmeden önce öldüğünde nasıl tabutunun üzerine duvak konuyorsa, Osmanlı'da da, genç yaşta, evlenemeden ölen bayanların mezar taşları duvak şeklinde yapılmakta, bu mezarların ayak taşına kırılmış bir gül goncası işlenmektedir. Bazı hanımların mezar taşlarında ise; yıldız şeklinde bir arma bulunmaktadır.

294245fq
Hanımların mezar taşları bu şekilde gruplandırılırken, erkeklerin mezar taşları daha çeşitlidir. Çünkü erkeklerin mezar taşlarında bulunan başlıklar, mezar sahibinin meslek ve meşrebine göre yapılmaktadır. Bu mezar taşı başlıklarını kendi içlerinde en sâde şekliyle; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dörde ayırabiliriz. Erken dönem Osmanlı mezar taşlarında, sarıklı başlık hemen hiç görülmezdi. Sarıklı mezar taşlarının ilk örneklerinde, kalın ve yukarıdan aşağıya dilimli sarıklarda, içerideki başlığın sivri tepesi az da olsa görülürdü. Daha çok 16. yy'da kullanılan bu sarık çeşidini, Eyüp'te Sokullu Mehmet Paşa Türbesi'ndeki birçok mezar taşında görmek mümkündür. Mezar taşlarındaki sarıkların bir başka çeşidi ise, çapraz dilimli sarıklardır. Minyatürlerde, Çelebi Mehmet ve Fatih'in de giydiğini gördüğümüz bu sarık, kalın ve ensiz bir şekilde sarılmaktadır. Sarıklı mezar taşlarının son örneği olan kafes dilimli sarıklarda ise, içerideki başlık daha çok görülmektedir. Bu başlıklarda alttan itibaren yarısına kadar sarık kumaşı kafes oluşturacak şekilde çapraz sarılmaktadır. Bu tarz sarıkları daha çok müderrisler ve defter emini vb. vazifeliler giymektedir.

Osmanlı mezarlıklarında 17. yy sonrasında daha çok gördüğümüz diğer bir başlık çeşidi ise, kavuklardır. Normal hayatta dış yüzü çuhadan, içi bez astar ile kaplı ve arasına pamuk tepilen bu başlıkların üzerine, farklı desenler oluşturacak şekilde dikim yapılmaktadır. Kavukları, sarıklardan ayıran yegâne özellik, sarığın sarıldığı iç başlığın büyük bir kısmının görülebiliyor olmasıdır. Bu sebeple de, iç başlık bir hayli süslü olarak hazırlanmaktadır.

Kavuklu mezar taşlarının tipik örneklerinden biri, çubuk başlıklı olanlardır. İçeride bulunan başlıkta, yukarıdan aşağıya doğru kalın çizgiler bulunur, bunları daha çok orta dereceli memurlar giymekteydi. Bunun diğer çeşidinde ise, içerideki başlık baklava dilimlerine sahiptir.

Kavuklu mezar taşlarında, sarıkları yanlardan şişkinlik yapacak derecede olan bir tür vardır ki, bu tarz kavukları, daha çok saraylılar tercih ediyordu. Bunlar da kendi içlerinde, çubuk başlıklı ve kafes dilimli kavuklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Surname adlı eser incelendiğinde birçok görevlinin bu tarz başlıklar taktıkları görülecektir.

Mezarlıklarda görülen en ihtişamlı kavuk, kallâvi kavuk dediğimiz büyük boyutlu, aşağıdan yukarıya daralan türdür. Kallâvi kavuklar, Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirleri ve kaptanı derya tarafından kullanılmaktaydı. İstanbul Vezneciler'de, Şehzadebaşı Camii yanında, kendi yaptırdığı Daru'l-Hadis'in hâziresinde yatan Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın mezar taşı örnek gösterilebilir.

Mezar taşlarındaki başlıkların, kişilerin meslekleri yanında meşrepleri hakkında da bilgi vermesi, cemiyetteki hoşgörü ve inanca saygının bir ifadesiydi. Osmanlı toplumunda insanlar, inanç ve meşreplerine göre farklı başlıklar giyebiliyordu. Bir tekke veya zâviyede vazifeli şahıs, vazifesine uygun başlığı giyerken; farklı bir işle uğraşanlar ise, meşreplerini ortaya koyacak işaretleri mezar taşlarına yansıtıyordu. Meselâ Mevlevilerin uzun külâhları mezar taşlarına da yansırdı. İstanbul'daki Mevlevihânelerde yüzlerce külâhlı mezar taşı görülmektedir. Mevleviliğe bağlı olduğu halde başka bir mesleğe sahip kişiler ise, mezar taşlarında mesleği ile ilgili başlık taşırken, taşın karnına bir Mevlevi sikkesi kazıtabiliyordu.

Birçok tarikatin bu mânâda hususî işareti vardı. Meselâ; Nakşibendilerin mezar taşlarında, Nakşî yıldızı denen süslemeyi çokça görmek mümkündür. Süleymâniye'deki Nakşîlere ait mezar taşları, bunların en güzel örneklerindendir. Bazı meşrepler de vardı ki, kendilerini belli etmezdi. Bunların en meşhurları Melâmilerdir. Bir Melâmi, kendisine "başsız ayaksız" diyerek, mezar taşında kesinlikle başlık bulundurmazdı.

Osmanlı mezar taşlarında en çok görülen başlık türü festir. Kuzey Afrika'da bir hayli yaygın olan fes, İkinci Mahmud'un giyimde yenileşmeye gitmesi üzerine, Osmanlı halkı ve ordusu tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönem sonrasında da, mezarlıklarda fesli mezar taşları görülmeye başlanmıştır. Bu taşlar kendi aralarında dörde ayrılır.

Fesli mezar taşlarının en ihtişamlıları, İkinci Mahmud döneminde kullanılan feslerdir ki, bunlara Mahmudî fes denmektedir. Bu feslerin üst kısımları alt kısımlarından daha genişti. Alışılmış fes tarzının dışında, birden fazla püskülü vardı. İkinci Mahmud'un, her yerinden püskül sarkan fes kullandığı bilinir. Feslerdeki püskül fazla olunca, çevrede püskül tarayan çocuklar ortaya çıkmıştı. Bu ilk kullanılan fesler sadece kırmızı değil, mavi de olabiliyordu.

İkinci Mahmud'un küçük oğlu Sultan Abdülaziz döneminde, üst kısmı gâyet dar ve basık, kısa fesler ortaya çıktı. Padişah da bu tarz fesi kullanınca, devrin modası haline geldi. Bu şekildeki feslere Azizî fes denir.

Sultan İkinci Abdülhamid döneminde, üst kısmı alt kısmından daha dar, fakat Azizî fese göre bir hayli yüksek fes çeşidi kullanılmış ve bu tip fese Hamîdî fes denmiştir.

Feslerin son bir çeşidi, üzerlerine yine sarık sarılan ve daha çok câmi hocalarının ve dervişlerin tercih ettiği tarzdır. Bugün de imamlar bu tarz başlıklar giymektedir.

Osmanlı mezar taşlarının en ilginçlerinden biri de lâhana başlı mezar taşlarıdır. Bu mezar taşlarının başlarında ve ayak taşlarında birer lâhana şekli bulunmaktadır. Çünkü burada yatan kişi, Osmanlı'nın meşhur takımlarından lâhanacıların ya bir üyesi veya üyesinin yakınıdır. Lâhanacıların ünü Çelebi Mehmet dönemine kadar gitmektedir. Padişah Amasya'da sancak beyliği yaparken, Amasyalı bir grup ile Merzifonlu bir grubun karşılaştığı cirit müsabakasını seyretmektedir. Amasyalılar lâhanaları meşhur olduğu için takımlarına lâhanacı, Merzifonlular da bamyalarından dolayı kendilerine bamyacı demişlerdir. Bu iki takımın adları unutulmaz, Osmanlı'nın sportif faaliyetlerinde takımlar bamyacı ve lâhanacı adlarını alır. Bu takımlardaki şahıslar öldüklerinde, mezar taşlarına bu amblemlerin konması âdet olmuştur.

Osmanlı mezarlıklarında yatan kişinin mesleğini, mezar taşının üzerindeki işaretlerden de anlamak mümkündür. Meselâ bir denizcinin mezar taşında; çapa, gemi direği ve yelken bezi; bir kâtibinkinde ise, hokka ve kalem görebilirsiniz.

Bu mezarlıklarda yazısız taşlar da vardır. Bunlar cellâtlara ait mezarlardır. Cellâtlar her ne kadar vazifelerini mahkeme kararına bağlı olarak yapsalar da, birileri tarafından bedduaya uğramamak için, mezar taşlarına isimlerini yazdırmıyorlardı.

Mezar taşları ile ilgili son bir teferruat, taşın yapıldığı dönemde kendisine nakşedilen bir hususiyetle değil; taşa sonradan verilen bir şekille ilgilidir. Osmanlı mezarlıklarında bazı mezar taşlarının başları kırıktır. Bu tarz mezar taşlarının çoğunluğu Yeniçeri mezarlarıdır. Üçüncü Murad döneminden sonra bozulmaya başlayan Yeniçeri Ocağı, İkinci Mahmud döneminde Vakayı Hayriye ile kaldırılmış, Yeniçerileri hatırlatan ne varsa tahrip edilmiştir. Bu tahripten, mezar taşları da nasiplenmiştir. Bugün İstanbul'da, Yeniçerilere ait sağlam mezar taşı görebileceğimiz çok az yer vardır. Bu yerlerden biri Üsküdar'daki Ayazma Camii'nin bahçesidir.

Görüldüğü üzere Osmanlılar, mezar taşlarında da kılı kırk yaran bir sanat örneği göstermiştir. Osmanlı mezar taşları, bir mezar taşı olmasının ötesinde, Osmanlı'nın hayat anlayışını ve mümince duruşunu gösterir. Ki bundan olsa gerek, sadece bu mezar taşlarını görüp İslâm'ı tercih edenler olmuştur. Mezar taşlarındaki incelik ve derinlik, Osmanlı'nın sadece savaşçı bir devlet olduğu iddiasını da çürütüyor.

__________________


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
dokumaclk

TARİHÇE
Osmanlı KültürüDüz dokuma yaygılar, düğümlü halılar kadar kalın ve dayanıklı olmadıklarından, eski devirlere ait örnekler hemen hemen yok gibidir. Daha çok göçebelerin eşyaları olan bu yaygılar iyice eskimeden terk edilmemekte, hatta kesilip parçalara bölünerek kullanılmaktadırlar. Kolayca çürüdüklerinden yeraltı buluntuları arasında fazla örnek bulunmamaktadır. Ayrıca yerleşik toplumların aristokrat sınıfları tarafından kullanılmadıklarından ve nesilden nesile korunarak aktarılan değerli mallar arasında da yer almadıklarından eskiye ait örnekler günümüze pek ulaşamamıştır.
Türk düz dokuma yaygıları içinde tarihlendirilen en eskiOsmanlı Kültürü örneklerden biri Washington Textile Museum'da bulunan küfi bordürlü ve ortada sekizgen madalyon, kenarlarda ufak sekizgenler bulunan kompozisyonu ile 15. 16. Y.Y. Avrupalı ressamların tablolarında görülen ve Holbien halıları olarak adlandırılan desenlere benzediği için 15. 16. Y.Y. olarak tarihlendirilen atkılı sumak tekniğinde dokunmuş bir yaygı en erken Anadolu yaygılarından biridir. Konya Mevla'na Müzesindeki geleneksel Anadolu kilimlerinden tamamen farklı bir dokumaya sahip olan, tapestry tekniğindeki karanfile benzer büyük palmetli bitkisel desenli kilim 16. 17. Y.Y. Osmanlı saray sanatı ile büyük benzerlik gösterdiğinden bu yüzyıllar olarak tarihlendirilmektedir. Daha çok göçebe topluluklara bağlı bir sanat türü olduğundan, hakkında pek fazla yazılı belge bulunmayan geleneksel kilim ve öteki dokuma yaygıların Osmanlı Kültürütarihi ise Osmanlı kilimlerine nazaran çok karanlıktır. Türkmen boylarının Orta Asya'daki ve Anadolu'ya gelene kadarki göçleri ve konaklamaları sırasındaki komşuları, Anadolu'daki geçmiş uygarlıkların birikimleri ve diğer etnik gruplar, Haçlı Seferleri, Selçuklu ve Osmanlılar zamanındaki Kuzey Afrika'dan Avrupa'nın ortasına, Çin'e kadar geniş alandaki değişik kültürlerin etkileri birleşerek, bu çeşitli dokuma teknikleri ve şaşırtıcı desen zenginliğini ortaya çıkartmıştır. Bir de ayrıca her yörenin kendine has yünü ve elde edilen doğal boya maddelerinin değişikliği, dokuyucuların kişisel ustalık ve yaratıcılıklarını da eklersek, bu çeşitliliği daha iyi anlarız.

Dokuma yaygılar da bir yerde sahip olduklarını tahmin ettiğimiz sembolik motifleri ile onların yazılı belgeleri yerine geçmektedir. Boy ve oymak yaşamının sürdüğü zamanlarda, her boy yada oymağın dokuma yaygıları, onları başkalarından ayıran damgalar yerine geçiyordu. Belirli bir grubun dokuduğu yaygıda, her motifin, desenin ve rengin kendine özgü bir anlamı ve karakteristiği vardır. Bu motifler nesilden nesile, çok ufak değişikliklerle ana özelliği veOsmanlı Kültürü anlamı bozulmadan devam ediyordu. Her yaygı kendinden önceki yaygının özelliklerini taşımakla birlikte, dokuyucunun yaptığı çok ufak değişikliklerle ve eklerle benzersiz bir eser halini alıyordu. Zamanla boy ve oymaklar bütünlüklerini kaybederek, geleneksellikleri de bozularak, birbirlerinden motifler almaya başlamışlardır. Boy ve oymakların üzerinde, Osmanlı yazılı belgelerinde, belirli grupların yerleşim bölgelerinde veya göçebelerin bulundukları yerlerde belirli tipteki yaygıların desen, renk ve dokuma teknikleri üzerinde yapılacak araştırmalarla çok ilginç sonuçlar alınabilir. Kendi içine kapalı geleneksel göçebe boy ve oymaklar tarafından, yalnız kendi için dokudukları düz dokuma yaygıların tarihi, sıkı sıkıya bu grupların tarihine bağlı bulunmaktadır. Onların Anadolu içindeki dağılımları, yer değiştirmeleri, geleneklerini etkileyen etkenler hakkında çok yönlü ve karşılaştırmalı incelemeler yapılmadıkça, bu tarih karanlıkta kalacaktır.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #14
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
ÇADIR SÜSLEMELERİNİN OSMANLI SÜSLEME SANATINDAKİ YERİ

Toplumlann sanat duyarlılığını en kesin ve açık bir biçimde o toplumun süsleme sanatlannda görmek mümkündür.117 Süsleme açısından çok zengin olan Osmanlı çadır süslemelerinin bu bakışla yakından ele alınması kaçnılmaz bir zorunluluktur. Çünkü Osmanlı çadır süslemeleri, Osmanlı işleme repertuarının araştırılmamış bir bölümünü oluşturmaktadır. Doğal olarak çadır süslemelerini Osmanlı süsleme sanatından ayrı düşünmek mümkün değildir.

Türk süsleme sanatının gerek İslamiyet öncesi ve gerekse İslamiyet sonrası Türklerin hakimiyet kurduğu pek çok coğrafi bölgelerdeki süsleme geleneklerinden etkilenmiş olması doğaldır. Ancak bu etkilenme çok kısa bir zaman diliminde kalmış, gerek renk, motif ve kompozisyon yönlerinden gerekse Türklere özgü sadelik yönünden, Türk duyuş ve düşüncesinin en önemli ifade aracı haline gelmiştir.
Türk süsleme geleneğini ve kültürünü, bu sanatın yakın ilişkide bulunduğu diğer kültürlerden kolayca ayırmak mümkündür. Çünkü Türk süslemesi sade, ruha ve aynı zamanda mantığa hitabeden, eşyanın kendisini değil, ona hakim olan tabiat kanunlannı kullanmaktadır. Türk süslemesi uygulandığı alanın bütünlüğünü bozmadan o esere ayn bir ahenk ve güzellik katar. En basit gibi görünen bir motifin ardında binlerce yıllık bir kültür oluşumunun gelenekleri, efsaneleri ve inançları bulanmasına rağmen, bu basit motif Türk kültürünün potasında erimiş ve yeni bir anlatım ve ifade zenginliği kazanmıştır. Klasik Osmanlı döneminin en gözde motiflerinden sayılan ve çadır süslemelerinde de kullanılan çinbulutu, üç yuvarlak benek (çintemani) motiflerininin yabancı kültürlerle ilgileri yalnızca adlandırmalarında kalmıştır.


Fatih Sultan Mehmet, hekimler, bilim adamları, şairler ile toplantılar yaptığı gibi, hattatlar, nakkaşlar, tezhip sanatçıları ve ciltçilerle de çok yakından ilgilenip, onların çalışmalarına destek olmuştur.
Fatih döneminde kurulan Nakış Mektebi'nin uzantısı olduğu düşünülen "Ehl-i Hiref cemiyeti 1481-1512 yılları arasında gelişmiştir. Büyük çoğunluğunu "Nakkaşlar"ın oluşturduğu bu cemiyet, hem güzel, hem süsleme sanatları, hem de zanaatçılardan, (ressamlar, zerduzler, ciltçiler, sarraflar, kuyumcular, ahşap sanatçıları, terziler, şapkacılar, çizmeciler, dokumacılar, işlemeciler, vb.) oluşmakta, her sanat grubu kendi içinde bir okul gibi çalışmakta idi. Her sanatkâr grubunda başkan, başkan yardımcısı ve sanatkârlar bulunmaktadır. Devlet tarafından senede dört defa ödeme yapılan sanatçıların çok başarılı olanlarına, teşfik için ayrıca prim de ödenirdi. Baş sanatçılar dini bayramlarda, eserlerinden sultana verdikleri hediye karşılığında ödüllendirilirlerdi.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Amerİka'nin Tarİhİnde Vergİ ÖdedİĞİ Tek Ülke Osmanli
"...Yil, 1783... Avrupa standartlarina göre mütevazi da olsa, yeni bir denizci devlet olan ABD, denizlerde tek basina bayrak gezdirmeye basladi...

Daha 25 Temmuz 1785'te, Atlantik'te Cadiz aciklarinda, bu yeni bayragi tasiyan ilk gemi Cezayir aciklarinda Osmanli gemileri tarafindan ele geçirildi. Bu gemi, Boston limanina bagli, Kaptan Isaak Stevens'in idaresindeki Maria idi. Arkasindan, Philadelphia limanina bagli, Kaptan O'Brien'in Dauphin'i de ayni akibete ugradi. 1793 Ekim ve Kasim aylarinda 11 ABD gemisi daha Osmanlilarin eline geçti...

Kongre, 27 Mart 1794 yilinda, Osmanli denizcilerine karsi koyacak gucte savas gemileri insa edilmesi veya satin alinmasi icin, Baskan George Washington'a 700.000 altina yakin harcama yetkisi verdi.

Osmanlilarin olusturdugu deniz tehdidi sayesinde, ABD donanmasinin temelleri atiliyordu. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karsi bir anlasma yapmayi kabul etti. Bu anlasmaya gore ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlantik'te, gerekse Akdeniz'de ABD sancagi tasiyan hicbir tekneye dokunulmamasi karsiliginda, 642.000 altin ve yilda 12.000 Osmanli altini (216.000 dolar)ödeyecekti.


Dili Türkce olan ve 22 maddeden olusan anlasmaya, Baskan George Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayi imza koydular...

Boylece ABD yillik vergiye baglanmis oldu. Bu, ABD'nin iki asri askin tarihinde, yabanci bir dille imzalanan tek anlasma olduğu gibi, yabanci bir devlete vergi ödemeyi kabul eden tek Amerikan belgesidir...

---------------

iste;
ABD tarihinde kendi dilinde olmayan tek uluslararasi anlasma Turkce'dir ve ABD tarihinde vergi vermeyi kabul ettigi tek ulke Osmanli Imparatorludur....

ABD baskani Corc Vasington Efendi Osmanli imparatoru tarafindan muhatap gorulmemis ve anlasma Cezayir beylerbeyi tarafindan imzalanmistir.

İnanılacak gibi değil, değil mi? Ama inanın 200
yıl önce biz buyduk ve

"YİNE BÖYLE OLABİLMEMİZ İÇİN HİÇ BİR ENGEL YOK"...
PiSiK0PATR - avatarı
PiSiK0PATR
Ziyaretçi
15 Mart 2006       Mesaj #16
PiSiK0PATR - avatarı
Ziyaretçi
İlk Devir Osmanlı Camileri


İlk Devir Osmanlı Camileri
spacer horz



Çöken iki büyük imparatorluğun enkazı üzerinde kısa zamanda taze bir medeniyet kurmayı başaran Osmanlı Türkleri, XIV. yüzyılın ilk yarısından itibaren askerî harekâtın yanısıra geniş bir imar faaliyetine girişmişlerdi. Önce ilk başşehirleri Bursa ve civarında, sonra sırasiyle Edirne ve İstanbul'da Osmanlı devlet mimarisinin esasları tasarlanmış, şekillenmiş ve yayılmıştır. Diğer cemiyet ve medeniyetler ile temas eden her topluluk için olduğu gibi, Osmanlı Türkleri için de yabancı tesirlerden muafiyet iddia edilemez. Orta Asya'dan Batı Anadolu'ya uzanan, İstanbul'dan İran, Yemen, Cezayir, Macaristan, Podolya ve Kırım'a kadar yayılan Osmanlı Türklerinin karşılaştıkları eski, yeni medeniyet eserleriyle ilgilenmedikleri, bunların tesirinde kalmadıkları, ve Osmanlı devlet mimarisinin şekillenmesinde bu tesirlerin rol oynamadığı düşünülemez. Diğer yandan, sanatkârın muhayyelesini kıvılcımlamayan bir cemiyet ve kültür ortamı dışında en üstün yapı tekniği, sınırsız malî imkânlar ve ihtişam arzusunun mimarî mükemmeliğe erişmek için yeterli olmadığı bir gerçektir. XVI. yüzyılda muhteşem eserler veren Osmanlı Türk mimarisinde, yapı sistemleri, malzemenin kullanılışı veya tezyinat motifleri gibi teknik hususlar ötesinde bu mimarinin belkemiğini teşkil eden bazı müşterek faktörler ve mimari esaslar bulunmak gerekir. Osmanlı Devletinin kuruluşundan (1299) monümantal Osmanlı mimarisinin ilk önemli eseri olarak kabul edilen İstanbul'da II. Beyazıd Camiine (1501) kadar geçen iki yüzyıllık devrede Osmanlı Türk cami mimarisini inceleyen bu çalışma, işte bu müşterek faktörler ve mimari esasları araştırmak amacıyla kaleme alınmıştır.
Osmanlı Devletinin göçebe bir uç beyliğinden yerleşmiş, şehirleşmiş bir imparatorluğa yükseliş süresini kapsayan XIV. ve XV. yüzyıllar geleneksel Selçuklu ve İslâm mimari formülleri ve Osmanlı mimari yaratış melekesinin mahallî yapı malzemesi ve metodlarıyla kaynaştığı devirdir. Bu devrede inşa edilen Osmanlı Türk camilerini dış kitle tertibi ve iç mekân teşekkülü bakımından üç ana grupta toplamak mümkün olur.
1. «Tek-Üniteli» Cami,
2. «Çok-Üniteli» Cami,
3. «Çapraz-Mihverli» Cami
diye adlandırdığımız bu üç cami tipini kısaca şu şekilde izah edebiliriz.
1. «Tek-Üniteli» cami dörtköşe bir harem, üç bölmeli bir son cemaat yeri ve umumiyelte minareden teşekkül eder. Harem ekseriyetle kubbeli olup son cemaat yerinin bölmeleri ya tonoz ya da küçük kubbeler ile örtülüdür.
2. «Çok-Üniteli» cami menşe itibariyle geleneksel Selçuklu ulucami tipine dayanır. Büyük bir iç mekân ayaklar veya kolonlar ile bölünerek inşaî bakımdan kolaylıkla örtülmüştür. Selçuklu ulucamisi ekseriyetle düz çatılıdır; fakat iç hacmin bir kısmı değerlendirilmek maksadıyla bir veya birkaç bölmesi kubbeli veya tonozlu olabilir. Osmanlı ulucamisinde ise her bölme kubbelidir.
3. Umumiyetle «Bursa tipi» cami diye bilinen fakat bizim «çapraz-mih-verli» olarak tavsif ettiğimiz üçüncü grup caminin dış kitle formu ve iç mekân teşekkülü bakımından Selçuklu medresesiyle akrabalığı malûmdur. Aslında «çapraz-mihverli» cami, açık ve dört eyvanlı medrese tipiyle kapalı avlulu medrese tipinin birleştirilmesinden ortaya çıkmıştır. Tepesi açık bir kubbenin örttüğü merkezî kare mekânının ortasında kesişen ar-zanî ve tulanî mihverlerin uçlarında dört mihrak noktası bulunur. İç mekânın ana hatlarını mihver uçlarındaki dört hacim tâyin eder. Bunların dışındaki diğer oda veya hacimlerin adedi ve tertip şekli önemli değildir. «Çapraz-mihverli» caminin son cemaat yeri beş bölmeli, minaresi bir veya iki tanedir.
İlk devir Osmanlı camisi «tek-kubbeli», «çok-kubbeli» ya da «ayaklı» ve «ters T tipi» adları veya bunlara benzer terimler altında daha evvel incelenmiştir. Bu çalışmada «kubbeli» sıfatı yerine «üniteli» tâbirini tercih etmemiz, Osmanlı camisinin ekseriyetle kubbeli olmasına rağmen, bazı hallerde üst yapının başka sistemde olabileceğini, bundan daha da mühim olarak, bazı hallerde iç mekânın, bir kubbenin örttüğü hacimden daha fazla bir saha kaplayabileceğini düşündüğümüzdendir. Burada «ünite» terimi en basit yapı ve fonksiyon birimi mânasında kullanılmıştır. «Ayaklı» yahut «sütunlu» tâbirlerini de kullanmayacağız; çünkü «çok-üniteli» caminin iç mekânında ayak veya kolon bulunmayabilir. «Ters T tipi» diye bilinen camiyi neden «çapraz-mihverli» şeklinde izah ettiğimiz ise, bu tipe hasredilen Bölüm IU'de etraflıca açıklanacaktır.
Yukarıda adlarını verdiğimiz üç gruptan hangisine ait olursa olsun, erken Osmanlı Türk camisinin ilk nazarda dikkati çeken hususiyeti bu mimaride yapı itibariyle zarurî olmayan bina elemanının kullanılmaması ve tezyinî unsurlar ile inşaî unsurlar arasında sağlanan muvazeneli münasebet neticesinde varılan temiz arkitektonik ifadedir. Dış kitle ile iç mekânı tespit eden kabuk arasında direkt bir bağlantı bulunur. Aslında, ilk devir Osmanlı Türk camisinin temel form elemanı üzeri kubbeyle örtülü dörtköşe mekândır.
Şüphesiz üzeri kubbeyle örtlü dörtköşe mekân özellikle Osmanlı Türk mimarisine has bir yapı elemanıdır denemez. Menşei Mezopotamyadır. Sasanî, Ermeni, ve Bizans mimarisinde önemli bir rol oynamıştır. Merkezî planlı, Yunan-haçı biçiminde kilisenin, kubbeli bazilikanın mihrak noktasıdır. Anadolu Selçuklu mimarisinde de temel ünite olmamakla beraber yer yer kullanılmıştır. Yalnız, kanaatimizce, kubbeli dörtköşe mekân fikrinin arkitektonik gücü hiçbir devirde Osmanlı devrinde olduğu kadar ısrarla işlenmemiş, bu formun derunî mantığı nadiren ayni sezişle kavranmıştır. Bu çalışmanın amacı, Osmanlı Türk cami mimarisini dış kitle formu ve iç mekân teşekkülü bakımından incelerken, önemli addettiğimiz kubbeli mekân konusu üzerinde de özellikle durmaktır. Görüş ve düşüncelerimizin bu açıdan değerlendirilmesi faydalı olacaktır.
---------------------- Kaynak: İlk Devir Osmanlı Mimarisinde Cami / Abdullah Kuran / Ankara / 1964

Osmanlı Hat Sanatı


Tevki' ve onun incesi olan rıkaa' hattının mahalli anlayışlarla işlenmesi sonunda İran'da ortaya çıkışıyla -asılmış gibi duran harflerinden dolayı- bu yazıya ta'lik adı verilmiş; bu kadim ta'lik hattı, o ülkede devlet yazışmalarını yürüten münşiler tarafından çok kullanılıp geliştirilmiştir. Kuruluşundan itibaren, devletin resmi yazısı olarak tevkV -ve nadiren rıkaa'- hattına yer veren Osmanlılar, Fatih'in Akkoyunlular'la savaşması (1462) sonunda, onların divan katiplerinin İstanbul'a getirilişiyle bu ta'lik hattını tanımaya başladılar. Anılan yazının kısa zamanda büyük bir değişikliğe uğramasıyla divani hattı Osmanlı karakterini kazanmış olarak ortaya çıktı; bunun harekelerle bezenmiş ve daha gelişmiş şekli de celi divani adıyla üst seviyedeki resmi yazışmalara XVI. asırdan itibaren tahsis olundu. Resmi işler haricinde kullanılmasına cevaz verilmeyen ve sadece Divan-ı Hümayun'da öğretilen her iki yazı da, bilhassa XIX. yüzyılda en mükemmel seviyesine ulaşıp, bu hal XX. yüzyılda da devam etti. Okuyup yazılması diğer yazı nevilerine göre çetrefil olan ve satır sonlan yükseltilerek bitirilen bu iki devlet yazısı, kolay okunmanın ve araya birşey yazılıp da tahrifata uğratılmamn önüne geçmek için mahsus seçilmiş, resmi yazışmalar da böylece teminat altına alınmış olsa gerektir.
Padişahın bütün yazılı emirlerinin (ferman, berat, menşur ...) üstünde kendisinin ve babasının isimlerinin "el muzaffer daima" duasıyla birlikte yer aldığı tuğra şeklinin Osmanlılar'daki en iptidai örneğine Orhan Gazi'de rastlanır (1324). XV. ve hele XVI. yüzyıllarda mutena tezhipli örneklerine hala hayranlık duyulan padişah tuğraları, zaman içinde görünüşüyle bozulmuş ve XVIII. yüzyıl sonlarında yeni bir nisbet arayışına girilmiştir Nihayet, yukanda anılan Mustafa Rakım, III. Selim'den itibaren tuğra şeklini cidden ıslah etmiş ve bu hal II. Mahmud tuğrasında belirgin bir görünüş kazanmıştır. Daha sonra Sami Efendi'nin elinde, matematik ve estetik kavramlarının işbirliğiyle, tuğra son şeklini II. Abdülhamid zamanında almıştır.
Aklam-ı sitte dışında Osmanlılar'da çok beğenilen bir yazı cinsi de ta'lik hattıdır. Diğerlerinin aksine, ta'lik -Arapça'da harflerin kısa seslendirilmesinde kullanılan-hareke işaretlerine yer verilmeden, çıplak ve sade bir görünüşle yazılır ve bu sebeple Türkçe'ye de uyumlu gelir. Sanat eserleri dışında divanların, şer'i ve kazai hükümlerin kaleme alınmasında geniş bir kullanılma sahası bulmuş olan ta'likm doğuş sahası İran'dır. Yukanda anılan kadim ta'lik hattının çokça işlenmesi sonunda geçirdiği safhalar, onda değişikliğe sebep olmuş ve bu yeni yazı nevine -herhalde ta'likı ortadan kaldırdığı için- neshta'lik adı verilmiştir. Zamanla nesta'like dönüşen bu ismi benimsemeyip ta'lik adını tercih eden Osmanlılar'da, yazının isminde olduğu kadar, tavnnda da farklılıklar doğmuştur.
XV. yüzyılın ikinci yansından başlayarak, bilhassa ince (hürde, hafi) şekliyle kitaplarda görülmeye başlanan ta'lik hattı, nesta'lik üslubuna bağlı kalınmak suretiyle Osmanlı topraklannda da yayılmıştır. İran'ın büyük ismi Mir İmadü'l-Haseni (1554?-1615)'nin mükemmel tavrı, onun öğrencisi Derviş Abdi (? - 1647) eliyle İstanbul'a getirilmiş ve sanat çevrelerinde hemen benimsenmiştir. Bu sebeple XVIII. yüzyılda eser veren Durmuşzade Ahmed (? - 1717), Katibzade Mehmed Refı' (? - 1768), Şeyhülislam Veliyüddin (? - 1768) efendiler gibi Osmanlı ta'lik hattattan hep İmad-ı Rum (= Anadolu'nun İmad'ı) veya İmad-ı sani (=İkinci İmad) ünvanlanyla anılmışlardır. Dedezade Mehmed Efendi (? - 1759)'nin yetiştirdiği ve sağ tarafı felçli olduğundan sol eliyle yazdığı için Yesari lakabıyla anılan Mehmed Es'ad Efendi (? -1798), İmad'ın yazılarını bir estetik kıymetlendirmeye tabi tutmuş; yaptığı isabetli seçimle 1780'de ortaya çıkan yeni tavır, artık Osmanlı ta'lik üslubu olmuştur. Yesarizade Mustafa İzzet Efendi (17707-1849) de, babasının noksanlarını tamamlayarak bilhassa celi ta'lik hattında emsalsiz bir yol almış ve çok eserler vermiştir. Aynı yolu daha da titizlikle sürdüren Sami Efendi ise, Nazif Bey, Hulusi Yazgan (1869-1940), Ömer Vasfı ve Necmeddin Okyay (1883-1976) gibi kıymetli öğrencileriyle bu güzelliği Türkiye Cumhuriyeti yıllarına kadar aktarmıştır.
Osmanlılar'da maliye ve tapu kayıdlarının tutulduğu siyakat hattının sanat tarafı bulunmadığından burada sadece ismi anılmaktadır. Günlük el yazısının da her yazanın elinde kazandığı farklılık neticesi, XIX. yüzyılda bu da bir nizama bağlanmış ve rık'a hattı olarak adlandırılmıştır. Bunun resmi ve süratli yazışmalara tahsis edilenine Bab-ı-Ali rık'ası, sıkı kaidelere bağlı olanına İzzet Efendi (1841-1903) nk'ası denilmektedir ki, bu sonuncusu Arap aleminde sanat yazısı gibi benimsenmiştir.
Osmanlılar'da beş yüzyıla yakın bir zaman süresince milli hüviyet göstererek devam eden ve en mükemmel seviyesine XIX.-XX. yüzyıllarda erişen hat sanatının mahsulleri de -anılan yüzyıllarda- geçmişe göre çoğalmıştır. Bunda, her nevi hattın en göze çarpıcı şekli olan celinin de aynı devrede tekamül edişi kadar, buna bağlı diğer bir sebep de, yazılma sahası olarak tercih edilen levhaların ve hem sivil, hem de dini mimaride -ekseriya mermere oyulup da- dış cephede yer alan kitabelerin artışının rolü bulunmaktadır. Eski devirlerde Mushaf, divan v.b. gibi yazma kitaplara; kıt'a denilen, bir veya iki nevi hatla kağıdın sadece bir yüzüne yazılan ve etrafı da bezenmiş olan -yaklaşık kitap ebadındaki- parçalara; kıt'alarm biraraya getirilmesiyle albüm şeklinde hazırlanan murakka'alara daha çok rastlanmaktadır. Celi sülüs ve celi ta'lik geliştikten sonra, bunlarla yazılan büyük boydaki levhalar da mekanları süslemeye başlamıştır. Hafız Osman'ın buluşu olarak hat sanatında yer alan ve İslam Peygamberi'nin harici ve ahlaki vasıflarını anlatan hilye levhalarına da, XIX. asırdan itibaren daha çok sayıda ve daha büyük ebadda yazılmış örnekleriyle rastlanmaktadır.
Osmanlı hattatları elbette burada ismi geçenlerden ibaret değildir, devir açanlar ve yukarıda anılanlardan başka, belirli seviyeyi aşmış yüzlerce ismi sıralamak mümkündür ve bunlar, katib, nasih, nessah adlarıyla tanınan, yazma kitap çoğaltıcılarından ayrı olarak, sanat ehli kişilerdir.
Hattatların kullandığı edevat ve malzemenin de Osmanlı ince el sanatları arasında müstesna bir yeri vardır. Muhtelif renklere boyandıktan sonra ahar denilen cilalama usulü ile kullanılabilecek hale getirilen elyapısı kağıtlara yazmak için, is ve arapzamkı eriyiğinin havanda dövülmesiyle is mürekkebi, varak altının ezilmesiyle de altın mürekkebi elde edilir. Lal (kırmızı) ve zırnık (san) mürekkepleri de çok kullanılmıştır. Hokka ve kamış kalemin içinde saklandığı divit (silindir biçimindeyse: kubur), kalem açmada kullanılan kalemtraş ve makta' gibi aletler, bunları imal ederek geçimini sağlayan bir sanatkar zümresinin doğmasına vesile olmuştur ki, hat şaheserlerinin yaraşıra bunlar da görenlerde hayranlık uyandırmaktadır.
Vakıf anlayışıyla kurulmuş olan Osmanlı öğretim müesseselerinde (mektep, medrese) veya üst öğretim veren Enderûn-ı Hümayun, Divan-ı Hümayun, Galata Sarayı gibi üniversite muadili resmi kuruluşlarda sürdürülen hat öğretimi, aslında en seviyeli ve yaygın şekliyle, hat hocasının evinde teberrüken (maddi karşılığı olmaksızın) gerçekleştirilirdi. Nihayet XX. yüzyıla gelindiğinde, bir devlet hat akademisi açılması düşünülerek, Evkaf Nazın ve Şeyhülislam Hayri Efendi (1867-1922)'nin delaletiyle, Cağaloğlu'ndaki tarihi Yusuf Ağa Sıbyan Mektebi'nde (bugün M.E.B. Yayın Bürosu'dur) Medresetü'l-Hattatin açılmıştır (1914). Hasan Rıza, Kamil (Akdik); Nuri (Korman, 1868-1951), Hulusi (Yazgan); Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer); Mustafa Ferid (1857-?) gibi o devrin önde gelen hat üstadlannın hoca olarak bulunduğu bu medresede tezhip, cild, ebru, minyatür, ahar gibi sair kağıt ve kitap sanatları da öğretiliyordu. Birçok tal****** yetiştiği bu irfan yuvası, medreselerin lağvından (1925) sonra faaliyetini harf inkılabına kadar (1928) Hattat Mektebi adıyla devam ettirmiştir. Sıkı bir disiplinle yürütülegelen usta-çırak öğretimi sonunda icazet (diploma) verilerek nesilden nesile intikal ettirilen hat sanatı, zaman içinde bünyesini yenileyebildiği ve diğer sanatların aksine Batı'dan tesir alacak bir yanı bulunmadığı için, Osmanhlar'da, günü gününden ala olarak XX. yüzyıla kadar gelebilmiştir.

OSMAN HAMDİ BEY KAPLUMBAGA TERBİYECİSİ
pzlks 11087
KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ

Osman Hamdi’nin en ilginç ve özgün konularının ikincisi de "Kaplumbağa Terbiyecisi"dir. (1906, 223x117 cm) (9) Özellikle "Lale Devri"ndeki "Sadabad Eğlenceleri"nde geceleri bahçelerin aydınlatılması için kaplumbağaların sırtlarına mumlar dikilerek serbest bırakıldıkları bilgisi bir ipucu olabilir. Yani Osmanlı’nın devlet düzeninde "kaplumbağalar" da "kapıkulları" arasında yer almışlardır; bu arada bir kaç Osmanlı kurumunun (Sanay-i Nefise, Asar-ı Atika Müzesi, Duyun-u Umumiye, vb.) en üst düzeyinde yönetici olan Hamdi Bey’in kendi iş yapma alışkanlığı/tarzı ile astlarının yaklaşımlarına ilişkin bir allegori (10) akla gelmektedir. Osman Hamdi’nin kendisi olan "Terbiyeci" (Daha yaygın bir hayvan terbiyecisi olan "Aslan Terbiyecisi"ni anımsıyoruz...) elinde neyi, boynunda maşası sırtında "keşkül-ü fıkarası" (dervişane bir tevekkülü akla getirmektedir...) hafif öne eğilmiş olarak yapraklarını yiyen üç kaplumbağaya nezaret etmektedir. Arkada kalan iki kaplumbağa ise yemeğe yanaşmaya çalışmaktadır... Osman Hamdi Bey’in mesai arkadaşlarına yönelik acımasız, ümitsiz bir hicvi olarak yorumlanabilir bir resim bu... Önemli olan, alçaktaki tek ışık kaynağından gelen ışıkla aydınlanan resmin, öğelerinin ilgiyi konuya odaklayan bir yalınlık ve kurgu ile her tür gereksiz ayrıntının ayıklandığı (Oryantalist resimlerdeki figür ve eşya zebilliğini, çorbasını düşününüz....) çok başarılı bir yapıt -bir başyapıt- olmasıdır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Mart 2006       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı döneminde parfüm

Gül suyu ve gül yağının kullanımı, Türk koku tarihinde hep yaygındı. Gül suyunu serpmek için şişkin gövdeli, ince uzun boyunlu cam, gümüş, tombak ya da porselen gülabdanlar kullanılıyordu. Bugün kimi cami önlerinde rastladığımız seyyar esans satıcıları da Osmanlı İmparatorluğu döneminde çok revaçtaydı.

Osmanlı’da en fazla lavanta, misk, gülyağı, ıtır, amber ve menekşe kokuları rağbet görüyordu. 1902’de tam bir ithal kokular furyası başladı. Kolonyalar ve parfümler Avrupa’dan geliyordu. Bu dönemlerde, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk itriyatçısı olan Ahmet Faruki, Türk koku tarihinde özel bir yer edindi. Hasan Etem, Pertev, Hüsnü Şevki, Şükufe, Necip Bey de dönemin önde gelen itriyatçılarındandı.

Önceleri Osmanlı topraklarında yaşayan gayri müslim grupların kullandığı alkollü kokular, sonraları zengin müslüman aileler tarafından da talep edilmeye başlandı. Bu dönemde Türk itriyatçılar çok hoş kokular ürettiği halde, zamanla uluslararası markaların güçlü imajları ve yabancı parfümlerin kolayca ithal edilebilmeleri, yerli parfümcülüğün gelişimini önledi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ttTarihi Yerler
baltalimani Sarıyer, tarihi eser bakımından oldukça zengin bir bölgedir. Bizans’tan önceki döneme ait tarihi kalıntılardan Bizans’a, oradan da Osmanlı’ya ve bugüne kadar çok çeşitli bir tarihi miras kalmıştır günümüze.
Bizans’tan kalma kalıntılar şunlardır: Yenimahalle’de bir mezar, Baltalimanı’nda bir su sarnıcı, Bahçeköy’de su kemerleri, Büyükdere’de kiliseler, Rumelifeneri’nde manastır ve ayazma harabeleri.
ayvatbendiOsmanlılar ise bölgeye kendi kültür ve geleneklerinin damgasını vurmuş, birçok dini ve sivil mimari eserler bırakmışlardır. Bunlar boğazın karakterini etkileyen temel yapılardır. Çeşitli su kaynakları ve çeşmelere bu kesimde bolca yer verilmiştir. Osmanlıdan kalma mimari eserlerin başlıcaları şunlardır:




Ali Kethüda Camii (Sarıyer Camii):

Sarıyer’de, Yenimahalle Caddesi üzerindedir. III. Ahmet devrinin Sadrazam kethüdalarından Mehmet Bey tarafından onartılan ve tuğla bir minare eklenen camii, III. Mustafa dönemi Sadrazam kethüdası Ali Efendi tarafından 17. yüzyılda yaptırılmıştır.

Ali Paşa Camii:
İstinye’de bulunan bu camiiyi 1620 yılında ölen Güzelce Ali Paşa yaptırmıştır. Bir yangın sonucu harap olmuş, duvarları taş ve tuğladan, çatısı ağaçtan olmak üzere yeniden yaptırılmıştır.

Cerrah Mahmut Efendi Camii (Çayırbaşı Camii):
Büyükdere girişindeki fidanlığın önünde bulunan camii, Kılıç Ali Paşa’nın doktoru Mahmut Efendi tarafından 16. yüzyılda yaptırılmıştır. Sonradan onarım gören camiinin duvarları tuğladan ve taştan, çatısı ise ahşaptır. Camiinin yanında Cezayirli Hasan Paşa’nın yaptırdığı 1782 yazıtlı bir çeşme bulunmaktadır. Camiiyi yaptıran Mahmut Efendi duvarlarla çevrili mezarlıkta yatmaktadır.

emirgancamiiEmirgan Camii:
Emirgan İskelesi karşısındadır. Eskiden, Feridun Paşa Bahçesi adıyla anılan arsayı Padişah IV. Murat, Revan seferinden sonra Emirguneoğlu Yusuf Paşa’ya vermiş, o da buraya bir köşk inşa ettirmişti. Daha sonra köşk yıkılınca I. Abdülhamit 1781 yılında buraya bir camii yaptırdı. Duvarları taş ve tuğla, çatısı ağaç, minaresi ise tek şerefelidir. Yapının içinde bir Hakan dairesi, çeşme, saatlerin bulunduğu bir bölüm ve okul bulunmaktadır.

















Emirgan Çeşmesi:
Emirgan camii önünde Çınaraltı’ndadır. I. Abdülhamit tarafından 1783’de eşi Hümaşah Hatun ile oğlu Mehmet için yaptırıldı.

hamamcamiiHamam Camii (Ali Pertev Camii):
Türk denizcilerinden Pertev Ali Bey tarafından yaptırılan camii, 1763 yılında onarım görmüştür. Duvarları taş ve tuğla, çatısı ve minaresi ahşaptır.


















Hamamlar:
Sarıyer’de bulunan tarihi hamamlar şunlardır:
Sarıyer Hamamı (faal), Büyükdere (Çarşı) Hamamı, Emirgan Hamamı, İstinye Hamamı (faal), Rumelihisarı Hamamı, Rumelikavağı Hamamı, Tarabya Hamamı, Yeniköy Hamamı.

İskele Camii (Hacı Kemaleddin Camii):
Rumelihisar iskelesindedir, Hacı Kemaleddin isimli biri tarafından yaptırılmıştır. 1746 yılında I. Mahmut camiiyi yenilemiştir. Duvarları taş ve tuğladan, çatısı ahşap, minaresi ise taştandır. Camiinin önünde Benlizade Reşit Efendi’nin 1777 tarihli bir çeşmesi, arkasında ise namazgah yeri bulunmaktadır.
sadberkhanimKethüda Camii (Büyükdere Camii):
Büyükdere’de kazıklı yolun iç tarafındadır. 18. yüzyılda III. Mustafa’nın Sadrazam kethüdası Mehmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. Duvarları taş ve tuğladan, çatısı ve son cemaat yeri ahşaptan, minaresi ise tuğladandır.











Baltalimanı Camii:
Baltalimanı’ndadır. III.Mustafa’nın eşi ve III. Selim’in annesi olan Mihrişah Sultan tarafından yaptırılmıştır. Duvarları taş ve tuğladan, çatısı ahşaptan ve minaresi ise tuğladandır.

Kireçburnu Camii:
Kireçburnu İskelesi karşısındadır ve 1882 yılında Mehmet Bey tarafından yaptırılmıştır. Ağaçtan yapılmış olup tavan tonoz şeklindedir. Minberi ağaçtandır ve minaresi yoktur. Önünde 1749 yazıtlı İshak ağa Çeşmesi vardır.

sadberkhanim icTürkiye’de bir ilk Sadberk Hanım Müzesi:
1980 yılında, Vehbi Koç Vakfı tarafından kurulan Türkiye’nin ilk özel müzesidir. Büyükdere’de, Piyasa Caddesi no 27-29’daki müze, tarihi Azaryan Yalısı içinde açılmıştır. 1988 yılında, yalının hemen yanında yer alan bir başka yalının onarılması ile genişletilmiş ve iki ayrı yapı olarak hizmete sokulmuştur.

Müzede sergilenen eserler, Vehbi Koç’un eşi Sadberk hanıma aittir. Daha sonra vakıf tarafından alınarak müzeye kazandırılan Hüseyin Kocabaş koleksiyonları da sergilenen eserler arasında yer almıştır.

M.Ö. 6000 yıllarından (geç neolitik ve erken kalkolitik) başlayarak sırası ile Eski Tunç, Hitit, Frig Urartu, Miken, Helenistik, Roma ve Bizans dönemi ile Selçuklu ve Osmanlı eserleri, İznik-Kütahya çini ve seramikleri, tuğralı gümüşler, üçetek ve bindallı gibi Türk giyim kuşam örnekleri, hat sanatının en güzel parçaları ve Anadolu’da yaşamış tüm uygarlıkları temsil eden eserler müzede yer almaktadır.

Sergilenen eserler, kendi dönemleri içindeki en seçkin örneklerdir. Az fakat öz parçalar seçilmiştir. Sadberk Hanım adına açılan bu müze bir anlamda Anadolu Medeniyetleri Müzesi niteliğindedir.

Modern müzecilik anlayışının tüm belirtilerini burada görmek mümkündür. Bir müze için kaçınılmaz ön koşul olan tüm konservasyon önlemleri Sadberk Hanım Müzesi’nde alınmıştır.

osmanreiscamiiOsman Reis Camii:
Yeniköyde'dir. Camiiyi ilk yaptıran Osman Reis’tir. Sonradan onarım ve değişiklikler yapılmıştır. 1903 yılında Ahmet Vefik Paşa duvarlarını taş ve tuğladan, çatısını ağaçtan olmak üzere yeniden yaptırmıştır. Minaresi sağ yanındadır, taş ve tuğla karışımıdır. Camii son olarak 1965’de yeniden inşa edilmiştir.





Reşit Paşa Camii:
Reşit Paşa Mahallesi’ndedir.1860 yılında Mustafa Reşit Paşa tarafından yaptırılmıştır. Duvarları taş ve tuğla, çatısı ağaç, minaresi ise tuğladandır.

rumelihisari eskiRumelihisarı:
Rumelihisarı Mahallesi’nde deniz kıyısındadır. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1452’de Boğaz’ın güvenliği için Anadoluhisarı’nın karşısına yaptırıldı.














Rumelikavağı Kalesi:
Kale, Boğaz’a kuzeyden gelebilecek düşman saldırılarını önlemek için 17. y.y.’da, 4. Murat zamanında yapıldı.

saithalimpasayalisiSait Haim Paşa Yalısı:
Yeniköy’de deniz kıyısındadır. Aslanlı Yalı olarak da anılır. Hidsiv Abbas Halim Paşa tarafından 19. y.y. ikinci yarısında yaptırıldı. Yakın geçmişte yanan yalı onarılmıştır.




Şerifler Yalısı:

Emirgan’da, Emirgan Camii’nin yanında bulunan Şerifler Yalısı Şerif Abdullah Paşa tarafından yaptırılmıştır.

Uskumru Köyü Camii:
Uskumru köyündedir. Yapıldığı tarih bilinmiyor. Çevresindeki çeşme yazıtında 1885 tarihi vardır ve camii’nin imamı tarafından yaptırılmıştır.

Valide Camii (Rumeli Kavağı Camii veya Yusuf Ağa Camii):
Turhan Hatice Valide Sultan bu camiiyi 1682-1688 yıllarında kardeşi Yusuf Ağa adına yaptırmıştır. Çeşitli onarımlar görmüş olan camiinin duvarları taş ve tuğla, çatısı ağaçtandır.

Zekeriye Köyü Camii:
Zekeriya köyündedir. 16. yüzyılda Çelebi Müftü adı ile bilinen Şeyhülislam Mehmet Efendi tarafından yaptırılmıştır. Duvarları ve minaresi taş ve tuğladan, çatısı ise ağaçtandır. Camii yakın geçmişte yeniden yapılırcasına büyük bir onarım görmüştür.

emirgankorusuMesire Yerleri:
Tarihi ve doğal bir değer olan eski mesire yerlerinin çoğu bugün ıssız ve bakımsız bir haldedir. Boğazın batı yakasında mesire yeri olarak Kalender Mesiresi, Büyükdere Çayırı, Emirgan Korusu ve Belgrad Ormanları akla gelmektedir. İstanbul halkının yaz aylarında ekın ettiği bu mesire yerleri hala rağbettedir.

Öte yandan, menba suyu mesireleri eski ünlerini sürdürmekteyseler de çoğu çağa uygun düzenlemelerden nasibini almamıştır ve sağlıklı tesislerden yoksundur. Bu doğal değerleri koruma altına alıp istanbulluların kullanımına sunmak gerekmektedir.

Yeşil Alanları
Bugün Sarıyer ilçesinin bulunduğu bölge çok güzel koruluklar ve yaşlı çınarların süslediği yeşil çimenlikler bakımından oldukça zengindir. Ancak yer yer varlığı göze çarpan kel alanlar bu doğal güzelliğe gölge düşürmektedir. Yakacak temini, ev yapımı ve tarla açma amacıyla yapılan buı tahripler günümüzde de devam etmektedir. Sözkonusu kel yerler süratle ağaçlandırılmadığı takdirde giderek daha büyük alanların kelleşmesi önlenemez.

rumelihisari planDört Ayda İnşa Edilen Rumelihisarı
Boğaziçi’nin Rumeli yakasında bulunan hisar, İstanbul’un fethine hazırlanan Fatih Sultan Mehmet tarafından, Boğazın kontrolünü sağlamak için yaptırılmıştır. Eski Osmanlı kaynaklarında; Kulle-i Cedide, Yenice Hisar, Yeni Hisar, Boğazkesen Hisarı, Güzel Hisar adlarıyla da anılmaktadır.

Anadolu yakasında, Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılan Anadolu Hisarı’nın karşısına inşa edilen Rumeli Hisarı’nın yapımına 1451 kışında başlanmıştır. Önce Boğazın Rumeli yakasında seçilen bir yere malzeme yığınağı yapılmış ve malzeme ile çalışmaların selameti için bir de kule inşa edilmiştir. 1452 yılı martından itibaren bizzat Fatih’in idaresinde, 1000 kadar usta ve onun iki misli ırgatın katılımıyla hisarın yapımına başlanmıştır. Osmanlı kaynakları, hisarın dört ay içinde tamamlandığını belirtirler. Eski bir geleneğe uyarak yapım masraflarına ileri gelenler de katılmışlardır. Sözkonusu ileri gelenler masrafa katıldıkları gibi yapım işine de nezaret etmişlerdir. Güney batıdaki C kulesinin Zağanos Paşa tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmektedir. Kuzeybatıki A kulesi Saruca Paşa’ya, kıyıdaki B kulesi ise Halil Paşa’ya izafe edilmekle beraber, bunun aksi de ileri sürülmekte Şihabettin Paşa’nın da bir kule yaptırdığı söylenmektedir.

İnşaatın tamamlanmasından sonra hisar, 1452 sonbaharında, Firuz ağa kumandasında 400 kişilik bir kuvvet ve büyük toplarıyla göreve başlamıştır. Kısa bir süre sonra, Karadeniz’den gelen iki Venedik kadırgasına ateş açılmış, Antonio Rizo komutasındaki bir gemi batırılmış, bir Trabzon gemisi güçlükle kurtulabilmiştir. 1453 yılı içinde hiçbir geminin Boğazdan geçmesine izin verilmediği tahmin ediliyor. Fetihten sonra önemini yitiren hisarın Osmanlı dönemi boyunca hapishane olarak kullanıldığı bilinmektedir. İşkodra Kalesine karşı sefere çıkmak istemeyen Gedik Ahmet Paşa’nın bir süre hisarda hapis kaldığı, suçlu yeniçerilerin yargılandıktan sonra kayıkla buraya getirilip idam edildikleri ve infazın bir top atışıyla halka duyurulduğu biliniyor. Yabancı devlet mensupları da buraya kapatıldıklarından, hisarın Avrupalılar arasında dehşet salmış bir şöhreti vardır.

1509’daki depremde büyük hasar gören hisar hemen onartıldı. 17. yüzyılın ortalarında bir yangın geçirdi ve son olarak da III. Selim döneminde tamir gördü. Geçen yüzyılın başından itibaren kaderine terkedildi. Evvelce dizdar ve muhafızların oturduğu evler de yerini avluyu işgal eden bir mahalleye bıraktı. 1917’de Deniz Müzesi yapılması düşünüldü, fakat sonradan vazgeçildi. 1953 yılında Cumhurbaşkanından gelen bir istek doğrultusunda baştan aşağı tamir gördü, avludaki evler de istimlak edildi. Bu onarım, hisarı kurtarmışsa da içine yapılan ilaveler, özellikle de açık hava tiyatrosunun eserin tarihi karakterine uygun düşmediği yolunda tenkitler yapılmıştır.

Hisarın yeri seçilirken Boğaz’ın en dar yerine (600 m) rastlaması hesaba katılmıştır. Akıntılar yüzünden gemilerin hisara yakın kıyılardan geçmeleri gerekiyordu. Her iki hisardan çapraz ateşe alınan gemilerin Boğazı hasarsız geçmeleri çok zordu. Değişik kalınlıktaki hisar duvarları kritik yerlerde 5 metre kalınlığına ulaşıyordu. Hisarın; Dağ Kapısı, Dizdar Kapısı, Hisarpeçe Kapısı ve Sel Kapısı olmak üzere dört adet kapısı bulunmaktaydı.

buyukdereBelgrad Ormanları
İstanbul Boğazının batısında, Büyükdere iskelesine 6 km. uzaklıktadır. Karadeniz kıyılarına 45 km. kadar yaklaşır. Yüzölçümü 5.300 hektardır. En yüksek yeri olan Kartaltepe 230 metredir. Belgrad ormanlarında meşe, gürgen, kayın ve kestane ağaçları bulunur.

İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için yapılmış altı bent orman içindedir. Buralar aynı zamanda gezinti yerleridir. Ormana, Belgrad Ormanı adı verilmesi Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad seferinden dönerken getirdiği esirleri bu bölgeye yerleştirmesinden ötürüdür. Esirlerin yerleştirildiği köye de Petra Köyü denmiştir. Sözkonusu köy 1898’de ortadan kaldırılmıştır.

Girişin ücretli olduğu Belgrad Ormanları’nda yaklaşık 700 dönüm alan halkın kullanımına açık olarak düzenlenmiştir.

Beş ayrı yerde piknik donanımları bulunmaktadır. Serbest oyun alanları, büfeler, masabank, ocak, otopark, kaynak suları, göletler, gezi yolları, manzara seyir noktalarıyla ilgisini çektiği insanların tüm gereksinimlerini karşılayabilen Belgrad Ormanları’nın kullanım kapasitesi, günde 25.000 kişi olarak belirlenmiştir. Orman aynı zamanda İstanbul’un akciğeri olup kent havasının temizlenmesine büyük katkı sağlamaktadır.

Sarıyer’de Su Bentleri
Sarıyer’den kentin iç kesimlerine yıllar yılı su aktaran 6 su bendi vardır. Bunlardan biri, büyük usta Mimar Sinan’ın eseridir. Bentlerin üç tanesi Kağıthane bölgesinde, diğer üçü de Bahçeköy’dedir. Bahçeköy bentlerinin Taksim doğrultusuna su taşıyanları şunlardır:
Topuzlu Bendi (Sultan Mahmut Bendi):
İstanbul’un içme ve kullanma suyunu artırmak gayesiyle I. Mahmut döneminde 1750 yılında yaptırıldı. I. Abdülhamit devrinde ve 1786’da Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından düşey kısım ilave ettirilerek bent yükseltildi.

Belgrad Ormanı’nda Bahçeköy’ün hemen kuzeyindedir. Valide Bendi ile Sultan Mahmut Bendi’nin doğusuna düşer. Taksim su sistemine bağlıdır.
Valide Bendi:
Padişah III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan tarafından 1796 yılında İstanbul’un içme suyunu artırmak amacıyla yaptırıldı. Belgrad Ormanlarında, Bahçeköy’ün kuzeyindedir. Taksim su şebekesine bağlıdır.
Sultan Mahmut Bendi (Yeni Bent):
Osmanlı padişahı Sultan II. Mahmut tarafından 1839’da yaptırıldı. Belgrad Ormanları’nda, Behçeköy’ün kuzeybatısındadır. İstanbul’a su temin etmek için yaptırılmıştır. Taksim su şebekesine bağlıdır.

Telli Baba Türbesi
Bugün Telli baba diye bilinen ziyaretgah yerinde yatan aslında bir gelindir. Eskiden beri ermişler hep eril olarak düşünüldüğünden “Telli Gelin” yerine “Telli Baba” adı yakıştırılmıştır.
Günümüzde evlenen her genç kızın eşiyle birlikte “Telli Baba”ya uğrayıp dua etmesi ve dilek dilemesi adet olmuştur.

Çeşitli Kaynaklarda Sarıyer
Evliya Çelebi:
Onyedinci yüzyılda Evliya Çelebi, Sarıyer’in bin kadar bağlı, bahçeli, mamur haneli bir semt olduğunu, iki mahallede Müslümanların, yedi mahallede de Hıristiyanların yaşadığını, camisi, mescidi ve hamamı bulunduğunu, Anadolu’dan gelen halkın bahçevan, Rum halkın da balıkçı, meyhaneci ve gemici olduklarını anlatır. Geniş bir derenin içinden geçtiği Solak Çelebi’ye ait çok güzel bir bahçenin 4. Murat tarafından bile beğenildiğini, Sarıyer’de dağların üzerinde daha birçok bağın bulunduğunu yazar.
İnciciyan:
İnciciyan 18. y.y.’da bakır ve altın madenlerinden bahseder. Ayrıca Sarıyer’in havasının ve suyunun hastalara iyi geldiğini belirtir. 19. y.y.’ın ilk yarısında A. Timony Sarıyer yolunda bir bakır madeninin işletildiğini kaydetmektedir.
Bostancıbaşı Defteri:
Sarıyer’de 19. y.y.’ın başında Mesar Burnu’ndan Yenimahalle’ye kadar 12 hane dışında, bir han, dokuz kayıkhane, bir harem iskelesi ile Sarıyer Camii’nin iskelesi, biri eski iki köşk, bir Pazar kayığı iskelesi, üç kahvehane ve bir mahzenin bulunduğu kayıtlıdır.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #19
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Başkentleri
Bursa, Osmanlı'nın 1. Başkenti...
Osmanlılar'ın Hüdavendigar Vilayeti
1071 yılından sonra Anadolu'yu fethetmeye başlayan Selçuklular; bölgeye Asya'dan getirdikleri Türk boylarını yerleştirme çabalarına girdiler. Selçuklu İmparatorluğu'nun zayıflayıp dağılmaya başlaması üzerine kurulan Anadolu beyliklerinden Osmanlı Beyliği, kısa zamanda gelişip çevresindeki Tekfurlar'ın arazilerini de alarak güçlenip büyüdü.
abdalOsmanlı Beyliği'nin kurucusu, 1258 yılında Söğüt kasabasında doğan Osman Bey'di. 1299'da Bilecik, Yenikent, İnegöl ve İznik de Beyliğin topraklarına katıldı. Altıyüz yılı aşkın hüküm sürecek olan Osmanlı İmparatorluğu'nun temelleri atılmıştı. Osman Gazi'nin başarılarıyla Osmanlı Beyliği'nin güçlenmesi karşısında kuşkulanmaya başlayan Bursa tekfuru Atranos, Bizans'tan dilediği yardımlara, Kestel ve Kite tekfurlarının güçlerini katarak 1301'de Koyunhisar'da Osmanlı ordusu ile çarpışmaya başladı. Savaşın galibi Osman Bey'in orduları oldu.
Artık Türkler'in hazırlıkları yavaş yavaş başlamıştı. Tekfurlar'ın bu olaydan sonra da birlik halinde çalıştıklarını gören Osman Bey, 1317 yılında kenti kuşatmaya doğru ilk adımı attı. Öncelikle deniz ilişkisinin kesilmesi gerektiğinden, Kaplıca tarafında bir kale yaptırıp, kardeşinin oğlu Ak Timur'u kumandan tayin etti. Osmarı Bey'in kölesi Balabancık da dağ tarafına yapılan kaleden sorumluydu. Bu bölgelerden halkın kente giriş ve çıkışları engellenmişti. Atranos Beyce kalesini yıkan Türkler, Pınarbaşı'na karargahlarını kurdular. Osman Gazi kuşatma için gerekenleri yaptıktan sonra kumandayı, oğlu Orhan Bey'e devrederek Yenikent'e döndü.
acilisKuşatma sekiz yıl sürdü. Hastalıklarla boğuşmaya başlayan Osman Gazi'nin sefere gidip savaşacak dermanı kalmamıştı. Oğlu Orhan Gazi'ye kenti ele geçirme emrini verdi. Orhan Gazi önce Evrenos Kalesi'ni aldı. Kale tekfuru dağlara kaçtı. Artık hedef Bursa'ydı. Orhan Gazi, Bursa tekfuruna Mihal Bey'i gönderip, teslim olmasını istedi. Tekfur, Orhan Gazi'den bağışlanmasını isteyerek, kıymetli elbiseleri ile kırk bin altın gönderdi. Orhan Gazi babasının onayını aldıktan sonra, Tekfur'un ailesinin ve adamlarının kaleden ayrılıp Gemlik sahiline ulaşabilmeleri için gerekli izni verdi. Tekfur ve beraberindekiler buradan bir gemiyle İstanbul'a doğru yola çıktılar. 1326 yılında Bursa artık Türkler'indi.
Kentin alındığı haberi, hastalığı çok şiddetlenen Osman Gazi'ye ölüm yatağında ulaştırılabildi. Saltanatı Orhan Gazi'ye bırakan Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk Sultanı yüzünde bir tebessümle yaşama veda etti. Bursa'nın alınması Osmanlı Beyliği için bir dönüm noktası olmuştu. Dedesi Ertuğrul Gazi'nin yaşamını yitirdiği 1281 yılında doğan Orhan bin Osman, artık Osmanlı sultanlarının ikincisiydi. Sultan'ın ağabeyi birgün huzura çıkıp, saltanat için üç şey yapması gerektiğini söyledi. İlki, adına sikke bastırmaktı. İkincisi diğer insanlardan farklı kıyafetler giymek, üçüncüsü ise yaya askerine hazineden uIufe tayin etmekti. Önceleri sikke, Selçuklu sultanları adına bastırılırdı. 1328'de Orhan Gazi, adına sikke bastıran ilk Osmanlı Sultanı oldu. Kılık kıyafette de yenilikler yapıldı. Kırmızı ve siyah renklerde giysileri olan askerler, artık beyaz renkte üniformalar giymeye başladılar.
ayakkabiBithynia, Roma ve Bizans'ı yaşayan Bursa, 1335 yılında Osmanlı'ya ilk başkent oldu. Saltanatı yaklaşık 35 yıl süren Orhan Gazi, 1360 yılında yaşama veda ederken, yerini oğlu Murad'a bıraktı. 1326 yılında doğan Sultan Murad han bin Orhan bin Osman Gazi, Osmanlı sultanlarının üçüncüsüydü. Hüdavendigar adıyla ünlenmişti.
1362'de Edirne kenti ele geçirildi. Murad-ı Hüdavendigar bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne'de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne'de büyük bir saray inşa ettirildi. Daha sonra başkentliği Edirne üstlendi. Sonraki yıllarda da Bursa önemini hiç yitirmedi.
1399'da Yıldırım Bayezid, su tedavisine çok önem verilen Bursa Darüşşifası'nı kurdu. 1402'de kente giren Timur orduları medrese, cami gibi binalara büyük zararlar verdiler ve kentte yangınlar çıkardılar. 1429'da veba salgını kenti kasıp kavurdu. 1482'de Cem Sultan Bursa'da 18 günlük sultanlığına başladığında kendi adına para da bastırmıştı. Yetişen II. Bayezid ordularıyla çarpışmaya mecbur kalan Cem, kenti yenilmiş olarak terketti.
YAPILAR
Bursa üslubu
Osmanlı yapı sanatında, önce zaptedilen Bizans ülkelerinin mimarisine doğru bir eğilim gözlendi. Bu ülkeler, yeni sahiplerine aynı zamanda eski mimari tekniğinde ustalaşmış olan birçok duvarcı, oymacı ve zanaatçılar da vermişti. Bu yeni yapılar, Anadolu beyliklerinin anıtlarından farklıydılar. Ve Bursa üslubu böyle doğdu. Bursa mimarisi İstanbul'un fethinden sonra da yaşadı. Edirne ve İstanbul'daki ilk anıtların yapımında genellikle bu üslup kullanıldı. T biçimi plana uygun yapı tipi de 14. yy'da gelişti ve Bursa'daki "selatin camileri"nin hemen tamamı bu plana uygun olarak inşa edildi. Üst kısmından yüksek horizontal bir hatla bağlanan "Bursa kemeri" ise, iki çeyrek daireden oluşur, fazla bir taşıma gücüne sahip olmadığından daha çok dekoratif işlerde kullanılırdı.
Ulucami
ulucamiBursa Ulucami, ilk devir İslam mimarisinin payeler ve sütunlar üzerine düz çatı ile örtülü avlulu camiler gurubuna girer. 1399'da Yıldırım Bayezid tarafından mimar Ali Neccar'a yaptırılan Ulucami, 20 kubbe, iki büyük minareden oluşan beyaz renkli heybetli bir camidir. Her biri dört köşeli 12 ayak üstünde duran hemen hemen birbirine eşit kubbelerinden ortadakinin üstü camlıdır. Cami'de ünlü hattatlar tarafından yazılmış yüzdoksaniki adet sabit veya levha olarak yazı vardır.
Yeşil Camii
Bursa üslubu, Yeşil Cami ile başlamaktadır. Yeşil Camisi, Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1419'da mimar Vezir Hacı İvaz Paşa'ya yaptırıldı. Çini ustası Mecnun Mehmed'dir. Ön yüzü, pencereleri, kapısı, kitabeleri, kapı tavanı mermer işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Bursa ve İznik'teki ilk camilerde, Doğu sanatlarına özgü her türlü abartılı süslemelerden uzak, uyumlu ve sade bir tarz kullanıldı. Osmanlı süsleme sanatının düzenlemedeki güzelliği de giderek yeni ustalarını kazandırdı. Osmanlılar devrinde ilk nakkaş, 1423'de Yeşil Cami'nin bütün süslemelerini yaparak Ali İbn İlyas Ali adıyla tanındı.
Muradiye Camii
İkinci Murad'ın 1426-1428 yılları arasında yaptırdığı Muradiye Camisi, ters T planı ve bütün özellikleri ile Bursa mimari üslubunu taşır. 1855 yılında Bursa'ya büyük zarar veren depremde, Muradiye Camisi'nin de kubbeleri ve iki minaresi yıkıldı. 1902 yılında yeniden yapılırken, mihrab ve minberde günün modasına uygun olarak rokoko süslemeler kullanıldı.
Emir Sultan Camii
Emir Sultan Camisi'nin avlu revaklarında görülen ahşap kaş kemerler, Bursa kemerinin en güzel örneklerindendir. İznik ve Bursa'da yapılan dört köşe pencerelerin etrafı çok defa mukarnaslarla işlenerek, üstüne Rumi motiflerle süslü alınlıklar yerleştirildi.
Sivil mimari
caddeOrhan Bey'in Bursa'yı fethinden sonra gelişen mimari tarzıyla yapılan değerli evlerde, süsleme hemen göze çarpardı. Çoğunun şömineleri vardı. Bu evlerin pencereleri yukarıda olup, alçı arasına renkli camlar yerleştirilir ve ahşap bir çerçeve ile çevrilirlerdi. Bursa evlerinin belli başlı süslemesi, duvarlarda, tavanlarda ve dolap kapaklarında bulunurdu. Ondokuz ve yirminci yüzyılın ilk dönemlerinin ürünü sivil mimarlık örnekleri kentin çok zengin bir kültür mirasına sahip olmasını sağladı.
YAŞAMIN RENKLERÎ
Portreler Bursa göçleri en fazla yaşayan kentlerden biri oldu. Nüfusunu tarihin gelişimi içinde buraya göçen, farklı yerlerden gelen çeşitli halklar ya da topluluklar renklendirdi. Orta Asya'dan Anadolu yarımadasına gelen Türkler de bir göç yoğunluğu yarattılar kentte. Göçler, 1530-1575 arasında kentin nüfusunu iki katına çıkardı.
bandoOrtaçağ'dan kalma köylerde Rumlar yüzyıllardan beri yaşamaktaydı. Mora'nın fethiyle Fatih döneminde de kente Rum göçmenler yerleştirildi.
İlk kez Orhan Bey zamanında Kütahya'daki Ermeniler buraya geldi. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1461'de İstanbul'da kurulan Ermeni Patrikhanesi'ne Bursa Metropoliti Ovakim Patrik seçildi. Yahudi ve Rumlar'a tanınan yetkiler onlara da verildi. Süryani, Habeş ve Kıpti kiliseleri de bu Patrikliğe bağlandı. 19. yy. başından başlayarak Doğu'da yaşayan Ermeniler Bursa'ya yoğun olarak göç ettiler. Bursa'daki Ermeniler'in çoğunluğu Setbaşı bölgesinde yaşamaktaydı. Vali Hacı İzzet Paşa'nın çıkardığı, yarı resmi sayılacak Bursa'nın ilk gazetesi Hüdavendigar'ın 82. sayısından başlayarak bir bölümü Ermenice olarak yayımlanmaya başladı. Bursa'da M.Ö. 79 yılında Yahudiler'in bir kolonisi olduğu söylenmekle birlikte,kentte asıl güçlerini, Sultan Orhan'ın, Bursa'yı başkent yaptıktan sonra verdiği bir mahalle ve sinagog inşa etme izni ile birlikte kazandılar. Yahudiler'in büyük bir bölümü, ticaret, terzilik ve bankerlikle uğraşırken, bir bölümü de kuyumculuk yapmaktaydılar. 1877-1878 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı'nda işgale uğrayan Rumeli ve Kafkasya'daki Müslümanlar'ın büyük bir çoğunluğu da Bursa'ya göç ettiler. Yalnızca Rusçuk'tan otuz bin göçmen geldi. Bu göçmenlerin çoğu Gürcüler ve Tatarlar'dı. Kafkasya'dan gelenler Yıldırım, Kazan'dan gelenler Mollaarap, Kırım'dan gelenler ise Alacahırka'ya yerleştirildiler. Bursa'da çok eski tarihlerden beri Kıptiler de yaşamaktaydı. Hıdırellez günü, Uludağ eteklerindeki Kireç Ocakları bölgesine çıkıp eğlenceler düzenlerler ve başkanları Çeribaşı'nı seçerlerdi. Kanberler ve Demirkapı mahallelerinde yaşarlardı.
Yirminci yüzyılın başında, Bursa'da; Almanya, İngiltere, Avusturya-Macaristan, İspanya, İtalya, Fransa, Belçika, Yunanistan ve İran'ın konsoloslukları bulunmaktaydı. Yine aynı tarihlerde yapılan sayımda nüfusun % 9.84'ünü Rumlar, % 6.66'sını Ermeniler, %18'ini diğerleri, geri kalan bölümünü Müslüman Türkler oluşturmaktaydı.1903 yılında, Vilayet Genel Meclisi'nde, Müftü Ali Rıza Efendi ile birlikte, Rum Metropoliti, Ermeni Başpiskoposu Natalyan Efendi, Ermeni Katolik Murahhası Arşoni Efendi, Piskopos Artin Efendi, Hahambaşı Moşe Hayim Efendi de vardı. Bursa merkezde çalışan diplomalı hekimlerin 5'i Türk olup, toplam 19 kişiydiler. Toplamı 17 kişi olan eczacıların ise 4'ü Türk'tü.
camiBursa'nın renklerinden biri de her yıl yapılan sümbül bayramı kutlamalarıydı. Kentin çevresini göz alabildiğine saran sümbül bahçelerine halk hoşça bir zaman geçirmek için giderdi. Bu bahçeler, haftanın üç günü kadınlara, dört günü de erkeklere açık tutulurdu. Kentin bütününün sümbüle büründüğü 1869 yılının bir bahar günü, Bursalı kadınlar bahçelerden birinde şarkılar söyleyerek eğlenirlerken, aralarına iki erkek girer. Konu Bursa Adliyesi'ne yansır. Sorguya çekilenler yabancı olduklarını, bu nedenle o gün çiçek bahçelerini gezmenin erkeklere yasak olduğunu bilmediklerini söyleyerek kendilerini savunurlar. Gerekçeleri nedeniyle affedilirler ama olay Bursa Mahkeme-i Şeriyesi'nin kayıtlarına geçer.
Bursa'nın çok eski yıllardan süzülüp gelen zengin yemek kültürünün içinde kuşkusuz en ünlüsü kebaptır. 1836'da Bursa'yı gezmeye giden Helmut von Moltke, Türkiye Mektupları'nda kebabın lezzetinden ve ucuzluğundan söz eder: "... Öğlen yemeğimizi tam Türk tarzında, kebapçıda yedik; ellerimizi yıkadıktan sonra masa başına değil, masanın üzerine oturduk. Bu sırada bacaklarımı nereye koyacağımı bilemiyordum. Derken tahta bir tepsi üstünde kebap, yani şişte pişirilmiş ve ekmek hamuruna sarılmış küçük koyun eti parçaları geldi. Çok lezzetli bir yemek bu. Bunun üstüne de bir tabak mükemmel tuzlu zeytin, bir helva, yani Türkler'in çok sevdiği tatlı ve bir çanak şerbet (içine bir parça buz atılmış, suda haşlama üzüm). İştahı açık iki yiyici için topu topu 120 para yani 5 şilin tutarı bir yemek bu. "
mahalle
Sürgünler kenti
Ondokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Bursa, eski başkentlik günlerini çok gerilerde bırakmış, güzel yapılarla oluşan sokak dokularının ve yeşilin her tonunun sahibi olan Bursa artık bir sürgünler kentine dönüşmüştü.
Mevlanazade Rıfat, uzun seneler yurt dışında yönetime karşı çalışmalarını sürdürdükten sonra, kaçarı olmadığını anlayarak, İstanbul'a gelip, polis müdüriyetine teslim olmuştu. Sıkıyönetim mahkemesinin hakkında daha önceden vermiş olduğu karar hükmü gereğince Bursa'da oturmaya mahkum edildi. Bu sürgün cezası ancak, Sultan II. Abdülhamid'in 27 Nisan 1909'da tahttan indirilmesi ve yerine 35. Osmanlı Sultanı olarak V. Mehmed Reşad'ın geçirilmesiyle sona erecekti. Yeni Sultanın tahta çıkmasından sonra, herkesle beraber Mevlanazade Rıfat da affa kavuşarak Bursa'dan İstanbul'a döndü.
1906-1909 yılları arasında Bursa'da valilik yapan Mehmet Tevfik Bey'in anılarında da başka sürgünlerin izlerine rastlamak mümkündür. Mehmet Tevfik Bey, Sultan Murad'ın kızlarından Fehime Sultan'la olan ahbaplıklarından söz ederken, dostluklarının önemli bir nedeni olarak, vaktiyle Bursa'ya sürülmüş olan ve Sultan'ın eski günlerinden tanıdığı üç kızkardeşe yaptığı iyilikleri göstermektedir. Biri Sultan Abdülhamid'in, diğeri Reşad Efendi'nin saraylılarından olan, üçüncüsü ise bu iki kardeşin ablaları olup, saray dışında yaşayan üç kızkardeş kendilerine Bursa'da bir ev alınıncaya kadar vali Mehmet Tevfik Bey'in evinde ağırlanırlar.
cekirgeGazi Osman Paşa'nın ikinci oğlu Kemaleddin Bey'in sürgüne gönderilme hikayesi ise ibret vericidir. Kemaleddin Bey, Sultan II. Abdülhamid'in kızlarından Naime Sultan'la evlidir. Bir ara hastalanan Naime Sultan'a, eve gelen Dr. Hakkı Şinasi Paşa tedavi amacıyla "kakodilat" enjekte eder. Bu arada damat Kemaleddin Bey ile ilgili, karısı Sultanla birlikte oturdukları sarayın yanıbaşındaki diğer sarayda yaşayan Sultan Murad'ın en büyük kızı Hatice Sultanı sevmekte olduğu ve onunla evlenebilmek için doktora talimat vererek hasta karısı Sultana zehir şırınga ettirdiğine dair bir dedikodu yayılır ve hatta saraya jurnal verilir. Tıpta bunun bir ilaç olarak da kullanıldığı söylense bile Abdülhamid'i ikna etmek mümkün olmaz. Kemaleddin Bey karısından boşatılarak Bursa'ya sürülür, Dr. Hakkı Şinasi Paşa da başka yerlere. Kemaleddin Bey, Bursa'da kendisi için kiralanmış bir evde yaşamaya başlar, dışarı çıkması yasaktır. Hünkar yaverlerinden Mustafa Paşa adında bir Mirlivanın denetimi altında Padişah tüfekçilerinden değişik rütbeli birkaç subay Kemaleddin Bey'in kontrol altında tutulması görevini üstlenirler. Hepsi birlikte aynı evde yaşarlar. Bu ünlü mahpusla dışarıdan hiç kimse gidip görüşemez, irade olmadıkça vali bile gidip hatırını soramaz.
Yine Sultan Murad'ın vefatından sonra gözdelerinden biri ile sayıları bir hayli fazla olan kalfaları, kendilerine onar lira maaş bağlanarak Bursa'da sürgüne gönderilmişler, her birine birer ev alınacağı söylenmiş, talib olanlarla evlendirilmeleri de irade edilmişti. Çok sayıdaki bu kadınların herbirine Bursa'da evler alınıp, teker teker yerleştirilmeleri zaman alacağından, geldiklerinde hepsinin bir arada oturmaları için iki konak tutulmuştu.
cami2Vilayet mektupçusu ile Maarif Müdürü de Bursa'ya sürülmüş memurlardandı. Necmeddin Molla'nın ağabeyi Ali Ata, bir gün Boğaziçi vapurlarından birinde yolculuk ederken, yanında oturan tanımadığı adamın sigarasından kendi sigarasını yakmıştı. Kim olduğunu bilmediği bu adamın veliahd Reşad Efendi'nin adamlarından biri çıkması ve durumun jurnallenmesi ile o da Bursa'ya sürülenler kervanına katılmıştı.
Bütün bunlardan başka, o sıralarda Bursa'ya sürülmüş ünlü Fehim Paşa ile birlikte merkezde ve çevrede daha başka sürgünler de vardı.
TİCARET ERBABI
Çarşılar
carsiBursa'nın fethinden sonra Orhan Gazi'nin yaptırdığı külliyenin içinde, kentin ilk bedesteni olan ve dokuma ürünleri satılan Emir Hanı vardı. Daha sonra bedesten Yıldırım Bayezid tarafından yapılan yeni yerine taşınınca, değişik esnafı barındıran diğer çarşılar bu bedestenin etrafında yer aldılar. Hacı İvaz Paşa Çarşısı'nda; keçeciler, Sipahi Çarşısı'nda; yorgancılar, Gelincik Çarşısı'nda; hallaçlar ve terziler, Atpazarı'nda; hayvan alım satım işleri ile uğraşanlar, Kapan Çarşısı'nda; meyva alım satımı yapanlar, Tahıl Pazarı'nda; kuruyemişçiler ve Tahıl Hanı yakınında da ünlü Bursa baçakçıları bulunurdu.
Uzunçarşı, Bitpazarı, Tahtakale, Tavukpazarı, Bakırcılar çarşıları ve Pirinç Hanı, Tuz Hanı, İpek Hanı, Koza Hanı Bursa'da ticaretin can damarlarıydılar.
Esnaf
Bursa'da her iş kolunda hizmet veren esnaf, kendilerini denetleyen, sıkı kontrol altında tutan örgütlere bağlıydılar. Bu örgütler işinin ehli olmayanların dükkan açmasına izin vermezler, işinin ehli olan ustaların yarattıkları ürünlerin de başkaları tarafından kopya edilmesini engellerlerdi.
kahveEsnafların işyeri açabilmeleri de uzun yıllara ve çıraklık, kalfalık ve ustalık aşamalarını geçmelerine bağlıydı. Büyük bir disiplinle yetiştirilen bu insanlar her yükselişlerinde onurlandırılırlardı. Çıraklar kalfalık hakkı kazandıklarında ustaları tarafından her sanatın kendi Kethüdasına, Yiğitbaşına ve diğer esnafa durum bildirilirdi. Davetliler kentin değişik mesire yerlerinde yemekli, şenlikli, güreşli eğlenceler düzenlerler, dualarla Yiğitbaşı çırağa peştemal bağlayarak kalfalık verirdi.
Bu kalfaların daha sonraki yıllarda ustalığa yükselmeleri yalnızca uzun yıllara ve büyük başarılara bağlı değildi. Her meslek gurubunun ustaları belli sayılarda olduğundan, yeni gelecek kalfaya yer bulunması gerekir, ancak bir usta öldüğünde veya işi kapattığında bu şans yakalanabilirdi. Açılan yere en kıdemli kalfa yine törenlerle usta olarak seçilirdi.
1833 yılında Konstanz Bey'in ve 1843 yılında Boduryan Efendi'nin ipek fabrikaları ile birlikte kentte yavaş yavaş endüstrileşmeye doğru bir geçiş yaşanmaya başlandı.
İpek böcekçiliği
Bağcılık, meyvacılık, maden suları, sütlü mamuller, Gemlik ve Mudanya'da zeytincilik gibi pek çok tarıma dayalı zenginliği olan Bursa, civarında yetişen dut ağaçları nedeniyle de ipek böcekçiliği için biçilmiş kaftandı.
ipekatelyeİpek, kumaş olana kadar üretimi büyük emek isteyen bir ticaret dalıydı. İpekçiliğin, ön üretimi olan tohumculuk ve kozadan başlayarak, her aşaması bir riskti. Nitekim, önce Fransa'da baş gösteren ve 1860'lı yıllarda da Bursa'ya kadar ulaşan Karataban hastalığı kent ve etraf böceklerini kaplamış ve ürün günden güne azalmıştı. Bu felaket, ipekböcekçiliği yapanları zor duruma düşürmüş, pek çok bölgede dut ağaçları sökülmeye başlanmıştı. Hemen arkasından çarenin Fransa'da bulunduğu haberleri geldi ve hastalıksız tohumlar getirildi. Böylece bir müddet bu dert geçiştirildi. Daha sonrasında ise, bu tohumlarında hastalıklı oldukları anlaşıldı.
2 Nisan 1888 tarihinde Şehreküstü mahallesinde Kazaz Ahmet Muhtar Efendi'nin evi kiralanarak o zamanki adıyla Harir Darüttalimi adı verilen mektep açıldı. 1889 yılında ilk mezunlarını verdi. Mektep, daha geniş olan Setbaşı semtinde Burdurizade Osman Efendi'nin evine nakledildi. 1894 yılında Maksem civarında inşa edilen binaya taşınarak adı İpek Böcekçiliği Enstitüsü oldu. Enstitü'nün idaresine getirilen Torkumyan Efendi, Pastör usulü tohum üretimi konusunda Bursa'da başarılı hizmetler görerek, çok sayıda öğrenci yetiştirdi.
Atkılı tezgahlarda dokuma
Osmanlı İmparatorluğu'nda dokumacılık merkezi olarak ilk akla gelen yer Bursa idi. 1850'lerin başında bu kentte buhar ve su gücü ile çalışan Avrupa'daki benzerleri gibi kurulmuş 14 ipek fabrikası vardı. Aynı cinsten Mudanya'da da iki fabrika vardı. Bursa'da tül işleyen, saf ve karışık ipek dokuyan 150-200 kadar tezgah çalışmaktaydı.
Bursa kumaşları üretiminde kullanılan atkılı tezgahlar çok basitti. Dikdörtgen bir çerçeve, bu çerçevenin üstünde iplikleri geren ve altında kumaşı saran iki merdane. Sırasıyla harekete geçen iplikleri dengeleyen ve gergin durmasını sağlayan kurşundan ağırlıklar. İpliklerin arasından geçen mekik. Bunları hareket ettirebilecek tezgah başındaki zanaatkar tarafından kullanılan bir pedal. Ağırlıklar hariç herşey ahşap.
emirsultanBursa, Bilecik ve Üsküdar'da çatma diye adlandırılan bir cins kadife kumaş dokunurdu. Bursa'da dokunan yünlü kumaşların, ipekli kumaşların ve diba adı verilen sırmalı ipek kumaşların, her cins kadifenin ünü dünyaya yayılmıştı. Dokumalarıyla namlı olan Çin bile Bursa'dan kumaş satın almış; Macaristan, Polonya, İtalya ve Balkan ülkelerinin pazarları Bursa kumaşlarıyla dolmuştu. 16. yy'da Bursa tezgahlarında dokunan kumaşlar ve kadifeler her yerde aranıyor, olağanüstü bir zenginlikte dokunan dibalar, kadifeler, canfesler padişahlara, şehzadelere yapılan elbiselerde kullanılıyordu. Burada dokuma ustaları lonca halinde teşkilatlanmışlardı. Dokumalar satışa çıkarılmadan önce ciddi bir kontrolden geçirilir, her kumaş damgalanırdı. Aranılan niteliklere sahip olmayan kumaşlara ise devlet el koyardı. Her atölye belli bir kumaş türünde ustalaşmıştı. Yabancı ülkelerden getirilen pamuk ipliği de ciddi ve sıkı bir incelemeden geçirilirdi. Pamuk ipliği her cumartesi günü Ulucami'nin avlusunda kurulan pazarda, ipek kozaları ise Koza Hanı'nda satılırdı.
18. yy'da başlayan yabancı rekabeti tezgah sahiplerini daha ucuz kumaş üretimine zorladığından, Bursa'nın eski dokumaları ve kumaşları giderek iyi vasıflarını kaybetti.
OKULLAR
Misyoner okulu
1834 yılının Ekim ayında, Amerikalı misyonerler önce İstanbul Pera'da bir erkek lisesi açmışlardı. Burası merkez olarak ele alınıp, 1839 yılına kadar, İzmir, Bursa ve Trabzon'da da okullar açıldı. Ders programları Batı'daki okulların programlarına uygun olan bu okullar kısa sürede kendini kabul ettirdi. Bursa'daki Amerikan Kız Okulu'nda 70 öğrenci okuyordu. Okulun 1893 yılı ders programında birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda okutulan dersler; Rumca veya Ermenice, aritmetik (Rumca veya Ermenice), coğrafya (Rumca veya Ermenice), İngilizce, geometri, botanik (İngilizce), fizik, astronomi (İngilizce) ve tarih (İngilizce)'di.
Işıklar Askeri Lisesi
Okul 1845'de, Sultan Abdülmecid'in buyruğu ile bugünkü Heykel Meydanı'nın bulunduğu yerde kurulmuştu. Daha sonra Işıklar semtinde, alt katı kâgir, üst katı ahşap olarak inşa edilen bina, 10 Haziran 1892'de, Vali Münir Paşa tarafından açıldı. 1894'de bu yapılara ikinci bina da eklenerek 500 öğrenci alacak duruma getirildi. 1911'de hastane kısmı da eklendi. İşgalde Yunan askerleri tarafından ahır olarak kullanılan bina, 11 Aralık 1922'de Askeri İdadi adı ile yeniden açıldı. Adını bulunduğu bölge olan Bursa'nın en eski mahallelerinden birinden alarak, Işıklar Askeri Lisesi diye bilindi. Bir tepe üzerinde kurulu semtin adının ise, önceleri Aşıklar Tepesi olduğu, giderek Işıklar'a dönüştüğü söylenmektedir.
Hamidiye Senayi Mektebi
10 nisan 1869 günü Filibos mahallesinde Türkmenoğlu Konağı'nda Senayi Mektebi açıldı. Islahhane adı ile çağrılan bu okulda önceleri yalnızca dokumacılık öğretildi. İlk üretim olarak jandarmalar için elbiselik kumaş dokundu. Daha sonra kunduracılığın öğretilmesi için İstanbul'dan öğretim görevlileri ile birlikte yeni aletler getirildi. Giderek çalışmaları ile dikkat çekmeye başlayan Hamidiye Senayi Mektebi'nin ders programlarına 1900'lü yıllardan sonra Fransızca ve musiki dersleri de eklendi ve okulda bir bando kuruldu. 1906 yılında ise Hükümet Caddesi'nde okulun bir satış mağazası açıldı. Okulu geliştirmek için neredeyse tüm Bursa halkı seferber oldu. Piyango tertip edildi ve Atıcılar mevkisinde düzenlenecek hayvan pazarından alınacak pazar resmi okula bırakıldı. 1906 yılında Bursalı Necip ve İstanbullu Mirat Efendiler, Avrupa'da imal ettirdikleri sigara kağıtlarını Hamidiye Senayi Mektebi Sigara Kağıdı adı altında satmak için ruhsat aldılar. Bu satışın tüm geliri de mektebe bırakılacaktı. Mektep ilk açıldığı konakta iki yıl kaldıktan sonra Tophane semtine taşındı.
Mülkiye İdadisi
turkler1885'de Mülkiye İdadisi adıyla bir erkek lisesi kuruldu. 1888 Temmuzu'nda dördüncü sınıftan beş efendi mezun verdi. Bu dört sınıflık okul 1890-1891 ders yılı sonuna kadar devam etti. 1891-1892 ders yılında yedi sınıflı oldu. 1901-1904 seneleri arasında kimyahane, yatakhane, yemekhane, teneffüshane bölümleri yapıldı ve 1906 yılında da hamam kısmı tamamlandı. 1909'dan sonra adı Mektebi Sultani oldu.
Ziraat Mektebi
Vali Mahmut Celaleddin Paşa tarafından, tarım konusunda bilgili elemanlar yetiştirmek üzere, 1891 yılının Mart ayında Hamitler Köyü Topal Mehmet Ağa'nın arazisinde Hüdavendigar Numune Çiftliği Ziraat Mektebi 20 öğrenci ile öğretime başladı. Bu tarihten sonra okuldan uzun yıllar yaklaşık her yıl tatbiki eğitim alan 15 öğrenci mezun oldu.
1904 yılında, Mülkiye İdadisi'nde 325, Hamidiye Senayi Mektebifıde 150, Ziraat Mektebı' nde 78 öğrenci okumaktaydı. 1905'de Hamidiye Medresesi Muallimini adı ile bir okul açıldı. Daha sonra okul Darülmuallimin adını aldı.
KAPLICALAR
Roma'dan Bizans'a
Bursa'da ilk hamamın Romalılar döneminde yapıldığı, Romalılar'ın ilk Bursa valisi Plinius tarafından yazılan bir mektuptan anlaşılmaktadır. Doğu Roma imparatorlarından I. Jüstinyen zamanında da Bursa imar edilirken Pythia'daki (Çekirge) sıcak su kaynakları halkın kullanımına açıldı. Bu bölgedeki hamamlar Bizanslılar döneminde daha da önem kazandılar.
Osmanlı geleneğinde kaplıcalar
yalovaEvliya Çelebi Bursa'nın sudan ibaret olduğunu söyler. Osmanlılar döneminde Bursa'nın ilk kaplıca inşaatı, Jüstinyen'in iki kubbeli hamamına, Muradı Hüdavendigar'ın 1511'de iki kubbe daha ilave ettirmesiyle başladı. Saray erkanından, İstanbul'daki tanınmış kişilerden ve büyükelçilerden, seyahate çıkmış yabancı prenslere, yabancı alim ve yazarlardan, devlet adamlarına kadar pek çok kişi bu şifalı sulardan nasiplerini almak üzere Bursa'ya gelirlerdi. Bursa valisi Mehmet Tevfik Bey kaplıcalara gelen, Alman İmparaton.ı II. Wilhelm'in eşi Augusta'nın erkek kardeşi Duc de Holstein ve eşini 6 Mayıs 1906'da, Bonapart ailesinden Prens Victor Napoleon'u 7 Haziran 1908'de, Carl Eduard Saxe Cobour dük ve düşesini de 4 Temmuz 1908'de ağırladı.
Soyunma yeri olarak bir giriş salonu veya camekân, bir soğukluk, bir de asıl yıkanılan yer halvet kısmından oluşan Bursa kaplıcası, Arif in divanında:
Girenler içinde kalur
Suyun dökünse can bulur
Nicelere derman olur
Kaplucası Bursa'nın diye tanımlanır.

gorunumHelmut von Moltke'nin Türkiye'den babasına yazdığı bir mektupda ise aynen şöyledir: "Türk hamamlarının keyfini sana evvelce yazmıştım. Bursa'dakiler suni değil, tabiattan öyle sıcaktır ki insanın büyük, dupduru havuza girince haşlanmadan dışarı çıkabileceğine önceden inanmayacağı gelir. Girdiğimiz hamamın terasının harikulade güzel bir seyri vardı ve öyle rahattı ki insan bir türlü ayrılmak istemiyordu."
YOLLAR
Marmara'ya kucak açan kıyılar
19. yy'da Hüdavendigar vilayetinin merkezi Bursa'ydı. Merkeze; Balıkesir, Karahisar-ı Sahip, Kütahya kazaları ve Gemlik, Pazarköy, Mudanya, Yalova, Karamürsel, Tirilye, Bilecik, Lefke, Gölpazarı, Söğüd, Mihaliç, Kirmasti, İnegöl, Yarhisar, Yenikent, İznik, Pazarcık sancakları bağlıydı.
kuleBu kadar geniş topraklara sahip vilayetin Marmara Denizine ulaştığı önemli üç iskelesi vardı. Gemlik, Samanlı dağlarının denize doğru uzanarak Bozburun'u oluşturduğu yerden başlayan körfezin sonunda olup, evveldenberi tersaneleriyle ünlüydü. Gemlik'in poyraza kapalı bulunan limanı gemiler için sığınma yeriydi. Daha Kuzey'de bir iskele olan Yalova, karayolu ulaşımının zorluğu açısından pek kullanışlı değildi. En çok kullanılan iskele ise, Bursa Ovası'nın Marmara Denizi'ne açıldığı bir kapı olan, dutluk, zeytinlik ve bağlarla kaplı bölge Mudanya'ydı. Adı, Evliya Çelebi'ye göre Konstantiniyye tekfurunun kızı Mudanya'dan gelmekteydi.
1850'li yıllarda, sakin bir havada İstanbul'dan sekiz saat süren bir yolculuktan sonra Mudanya'ya varılırdı. Poyrazın sert estiği günlerde ise, Bozburun'un önünde kabaran dalgalar bu seferleri yapan küçük gemilerin körfezin girişinde sabahlamalarını gerektirir, Mudanya'ya ancak ertesi gün varılabilirdi.
Karayolu
kopruMudanya'ya gemiyle gelen kişinin, karaya ayak bastıktan sonra yalnızca atla Bursa'ya ulaşabilmesi mümkündü. Etrafı bağlık bahçelik verimli bir kara parçası olan yol boyunca, uzun bir zaman Marmara Denizi'nin çekici manzaraları, denizi çevreleyen tepeler görülürdü. Yumuşak bir eğimden sonra deniz manzaraları biter, bu defa da ileride servi ağaçlarıyla dolu bir ovadan yükselen kent görünürdü. Olympos'un ormanlarla kaplı dik yamaçları üzerinde can bulan bu kentte yüzden fazla beyaz minare ve yuvarlak kubbe göze çarpardı.
Bursa'ya iyice yaklaşıldığında bir köprüye ve Nilüfer Irmağı'na ulaşılırdı. Bu ırmak, koyu renk yapraklı dev gibi ceviz ağaçlarının, açık yeşil çınarların, zengin çayırlıklar ve dutlukların arasından kıvrıla kıvrıla akardı. Bursa'ya yaklaşan her adım birbirinden daha çekici yeşil sürprizler sunardı.
Demiryolu
pehlivanOsmanlı yöneticilerinin demiryoluna verdikleri önem 19. yüzyılın ikinci yarısında iyice artmıştı. Sultan Abdülaziz, 1871 yılında demiryolu ile ilgili bir irade yayımlattı. Gerçekleştirilmesi düşünülen ana hat İstanbul-Bağdat arasındaydı. Kurulan Asya Osmanlı Demiryolları'nın başına da Alman mühendis Wilhelm von Pressel getirildi. Pressel'in projesi Haydarpaşa'dan başlıyor, bu ağın içinde Bursa-Mudanya hattı da yerini alıyordu. Mudanya'dan Bursa'ya doğru raylar döşenmeye başlandı. Bu hat, 1874 yılında bitirilebildi. Bursa'ya ulaşabilmek için 185.000 Osmanlı Lirası (4 200 000 Frank) masraf yapılmış ancak demiryolunun işletmeye açılması mümkün olamamıştı. Proje bir müddet için rafa kaldırıldı. Yarım kalan hattın inşasına 17 yıl sonra başlanabildi. İmtiyazı almış olan M. Nagelmakers, Bursa- Mudanya Osmanlı Demiryolları, Şirketi'ni kurarak hattı 1892 yılında hizmete açtı.
turbeBu yeni yolculuk biçimi ile Mudanya'dan kalkan tren iki saatte Bursa Acemler istasyonuna varırdı. Bu demiryolunu işleten yabancı şirket olduğundan, tarifeler de alafranga saate göre yapılırdı. Bu durum karışıklıklara neden olduğundan 5 Eylül 1892'de şirket tarafından çıkarılan bir yazı ile halk uyarılarak alafranga saate göre yolcuların kendilerini ayarlaması istendiyse de genel istek üzerine sonradan alaturka saate çevrildi.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yerebatan Sarayı (Bazilika Sarnıcı)

yere

İstanbul en sık kuşatma tehlikesiyle karşılaşan şehirlerden biriydi. Kuşatma süresince yaşanan en önemli sorun da yiyecek ve içecek kaynaklarının tükenmesiydi. Bazilika Sarnıcı, Roma ve Bizans İmparatorları'nın bu sorunu çözmek için yaptırdığı sarnıçların en büyüğüdür. 80.000 metreküp su alabilen ve 140´70 metrekarelik bir alana yayılan sarnıç, 6. yüzyılda Justinianos tarafından öncelikle saray ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılmıştır. 336 sütundan bazılarında oyma süslemeler vardır.
ayas7 Osmanlı'da akan su sevilir, duran su içilmezdi. Bu nedenle, Osmanlı'nın fethinden sonra, bir yüzyıl içinde unutulan sarnıçın suyu, saray bahçelerini sulamakta kullanıldı. 1985-1988 arasında sarnıç restore edildi ve sütunlar arasına gezi yolları yapıldı. Ses ve ışık efektleriyle sütunların etkileyici perspektifi ortaya çıkarıldı. İki sütunun tabanını oluşturan pagan kalıntıları olan Medusa kafalarının, hıristiyanlar tarafından ebediyen suyun altında gizlenmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Sarnıçta toplanan yağmur suyunda yaşayan sazan balıklarının dekoratif ve kirlenmeye karşı bir önlem olduğu sanılmaktadır.

Benzer Konular

24 Şubat 2012 / Ziyaretçi jeli Soru-Cevap
21 Ağustos 2008 / Misafir Taslak Konular
10 Ekim 2008 / Bia Osmanlı İmparatorluğu
9 Aralık 2016 / Ziyaretçi Cevaplanmış
27 Ağustos 2008 / nünü Taslak Konular