Ziyaretçi
Osmanlı ahlâk ve nezaketi
VEHBİ VAKKASOĞLU
İNSAN elbette maziperest olmamalıdır.Geçmişe takılıp kalanlar, bu günün şartlarına uyum sağlayamazlar. Bu günü yaşayamayanlar ise, geleceğe hiç hazırlanamazlar. Her çağın kendine göre ayrı ve bambaşka şartları vardır. Her çağın değişmeyen şartları da vardır. Her zaman aynı kalması gereken bu şartlar hayatın temel güzellikleridir.
İnsana yaraşır bir hayatın temel şartları; adalet, eşitlik, hakka saygı ve riayettir. Bunlar modası geçmeyen güzelliklerdir. Her zamanın ve her çeşit insanın yaşaması gereken bu insani özellikler, en güzel örneklerini Osmanlı tarihi içinde vermiştir.
Böylesine şanlı ve şerefli bir tarih başka hangi millete nasip olmuştur? Çağdaşları ve benzerleri içinde Osmanlı’ya yaklaşan bile olmamıştır. Zira Osmanlı, bütün ilhamını, feyzini Asr-ı Saadet’ten almaktaydı.
Hedefi ve maksadı İ’LA-YI KELİMETULLAH idi.Yani Allah adını yüceltmek ve yükseltmekti. Böyle bir özü taşıdığı müddetçe büyüdü, güçlendi, yükseldi.
Ancak onlar da insandı. Elbette hataları oldu. Yanlışlıklar yaptılar. Fakat dünya tarihinde bu büyüklükte, bu uzun ömürde böylesine faziletli bir medeniyet yaşamak başka hiç kimseye nasip olmamıştır.
Ruh köküne bağlılığını yitirmediği sürece, dış düşmanlardan hiç etkilenmedi. Bir dünya devleti oldu. Duraksamalar, bazı yenilgiler, sakalının kesilmesi anlamına geldi. Kaybettiklerini çok kısa bir zamanda yeniden ele geçirdi. Osmanlı çınarının dallarına atılan satırlar, adeta budama yerine geçti, dalları daha bir gür çıktı.
Fakat ruh kökünden kopmaya, nefsanileşmeye, dünyevileşmeye başlayınca, çözülüşler dikiş tutmaz oldu. Sonunda da yıkıldı. Çünkü kurt gövdenin içine girmiş, dış düşmanların yapamadığını içerdekiler becermişti.
Yine de özündeki sağlamlık sebebiyle, birleşmiş Haçlı zihniyetinin bütün entrikaları, hücumları ve desiseleri onu bir anda ortadan kaldıramadı.
Zira uzun asırlar boyunca ruhuna sinmiş olan İslâm inancının gücü benzersizdi. O benzersiz imanın neticesi ve meyvesi olan ahlak ve fazilet ise, ölürken bile hâlâ etkisini büsbütün yitirmiş değildi.
Şimdi bize düşen, o muhteşem medeniyetten istifade etmektir. Elbette, “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” diyen Bediüzzaman haklıdır. Bütünüyle eskiye dönmek ve onu aynen yaşamak imkânsızdır. Ya yeni hale uyum sağlayacağız, ya da Allah korusun tarih sahnesinden silineceğiz. Ancak, sayısız düşmana karşı, dünyanın en güzel ve en kıymetli coğrafyasında tutunabilmek için, Osmanlı’nın manevi güç kaynağı olan İslam imanına bu gün her zamankinden fazla ihtiyacımız vardır.
Zira bu millet, bütün olgunluğunu ve erdemini borçlu olduğu İslamdan uzak kalamıyor. Bu manevi bir alışkanlık... Ya da ruhla vücut kaynaşması... Ruhu yerindeki İslam imanını kaybeden insanımız hiç bir işe yaramıyor. Ne dünyalık işlerde, ne de ahiret yatırımında başarı kazanıyor.
Öyleyse, köklerimizden kopmamak ve geçmişte yaşanan o güzel ahlaktan ellerimizi ve gönüllerimizi gevşetmemek mecburiyetindeyiz.
Yıllar yılı geçmişimizi görmezden geldik. Adeta o muhteşem maziyi yaşanmamış saydık.
Ancak daha da ileri gidenler, daha da etkili makamlardaydı. Onlar geçmişi karaladılar, karartmaya çalıştılar, güzelliklerine çamur attılar.
Ne var ki bu çaba, güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak kadar boşuna bir çabaydı. Nitekim tutmadı.
Ancak anlayışsız mazi düşmanları, başka kültürler adına sövmeye devam ettiler ve hâlâ da aynı yoldalar.
İçimizdeki beyinsizler zaman zaman dışımızdakilere rahmet okutacak zararlar verdiler. Bu sebeple birkaç neslimiz ziyan oldu. Onlar geçmişimizden koptular, ama köksüz olamadılar. Kendilerine yeni atalar, yeni kökler bulmaya çalıştılar.
Ama ne mümkün?
Olmadı.
Olan, bu pırıl pırıl gençlere oldu.
Ruh kökünden, inancından, ahlakından koparılmış bu fidanlar, yaban ve yalan ideolojilerin tutkunu olarak gerçekten ziyan oldular. Geride ana-babalarının gözyaşları, ağıtları, çığlıkları kaldı.
Devlet kendi çocuklarıyla, kendi eğitim sisteminin ürünleriyle uğraşmak zorunda kaldı.
Oysa ki şu gerçek yeni keşfedilmiş değildi:
“Geçmişine taş atanların geleceğine gülle atarlar!”
Takvimler 1999 yılını gösterirken, Osmanlı yeniden gündeme geldi. Çünkü bu tarih onun 700. doğum yıldönümüydü. Bu münasebetle, şimdi aklı başında herkes yeniden ve bir daha dönüp ona bakma ihtiyacını duyuyor. Osmanlı’yı biraz da hasretle anıyor. Yakın tarihimiz içinde ona karşı yapılan haksızlıkları, insafsızlıkları acıyla hatırlayıp özür diler gibi, “Artık barışalım” diyor.
Bu hazin bir barıştır. Çünkü vefasız bir evladın babasıyla barışmasına benziyor. Ama bunca zaman sonra, bunca kıymetbilmezlik ve mirasyedilik hoyratlığından sonra bu barış nasıl olacaktır?
Bizim bildiğimiz Osmanlı merttir. Alicenaptır. Babacandır. Düşmanlarını bile kanatları altında huzurla, barışla, adaletle, yüzyıllarca korumuştur. Şimdi bu ahlakın insanları kendi çocuklarına mı gönül koyacaktır?
Hayır, hayır... Onunla barışmak çok kolaydır. Yeter ki samimi olalım. Yeter ki, iyi niyetle onu anlamaya çalışalım. Yeter ki babalarımızı, dedelerimizi inkâr etme gafletinden kurtulalım.
Cumhuriyet çocuklarının Osmanlı ile barışması hem çok lazım, hem de çok kolaydır. Çok lazımdır, çünkü onlar başkaları değildir, bizim geçmişimizdir. Bizden ayrı değil, biziz. Demek ki kendimizle barışacağız. İnsan kendisine küser mi? Bizim neslimiz bu garabeti ne yazık ki yaşama bahtsızlığına uğratılmıştır. Öz anasına, öz babasına küsmüş ve sırtını dönmüştür. Garip olan bu barışmak değil, bu küskünlüktür. Çünkü bu küskünlüğü bizden başka hiçbir millet yaşamadı.
Hiç vakit kaybetmeden, hemen, şimdi, Osmanlı’yı fatihalarımızla analım, helallik isteyelim ve barışalım.
Sonra da onlara, onların iman ahlakına layık evlat olmaya bakalım...
Biz de, başkaları da, bütün dünya da o güzel ahlaka ne kadar hasret, bir bilsek...
VEHBİ VAKKASOĞLU
Sponsorlu Bağlantılar
İnsana yaraşır bir hayatın temel şartları; adalet, eşitlik, hakka saygı ve riayettir. Bunlar modası geçmeyen güzelliklerdir. Her zamanın ve her çeşit insanın yaşaması gereken bu insani özellikler, en güzel örneklerini Osmanlı tarihi içinde vermiştir.
Böylesine şanlı ve şerefli bir tarih başka hangi millete nasip olmuştur? Çağdaşları ve benzerleri içinde Osmanlı’ya yaklaşan bile olmamıştır. Zira Osmanlı, bütün ilhamını, feyzini Asr-ı Saadet’ten almaktaydı.
Hedefi ve maksadı İ’LA-YI KELİMETULLAH idi.Yani Allah adını yüceltmek ve yükseltmekti. Böyle bir özü taşıdığı müddetçe büyüdü, güçlendi, yükseldi.
Ancak onlar da insandı. Elbette hataları oldu. Yanlışlıklar yaptılar. Fakat dünya tarihinde bu büyüklükte, bu uzun ömürde böylesine faziletli bir medeniyet yaşamak başka hiç kimseye nasip olmamıştır.
Ruh köküne bağlılığını yitirmediği sürece, dış düşmanlardan hiç etkilenmedi. Bir dünya devleti oldu. Duraksamalar, bazı yenilgiler, sakalının kesilmesi anlamına geldi. Kaybettiklerini çok kısa bir zamanda yeniden ele geçirdi. Osmanlı çınarının dallarına atılan satırlar, adeta budama yerine geçti, dalları daha bir gür çıktı.
Fakat ruh kökünden kopmaya, nefsanileşmeye, dünyevileşmeye başlayınca, çözülüşler dikiş tutmaz oldu. Sonunda da yıkıldı. Çünkü kurt gövdenin içine girmiş, dış düşmanların yapamadığını içerdekiler becermişti.
Yine de özündeki sağlamlık sebebiyle, birleşmiş Haçlı zihniyetinin bütün entrikaları, hücumları ve desiseleri onu bir anda ortadan kaldıramadı.
Zira uzun asırlar boyunca ruhuna sinmiş olan İslâm inancının gücü benzersizdi. O benzersiz imanın neticesi ve meyvesi olan ahlak ve fazilet ise, ölürken bile hâlâ etkisini büsbütün yitirmiş değildi.
Şimdi bize düşen, o muhteşem medeniyetten istifade etmektir. Elbette, “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” diyen Bediüzzaman haklıdır. Bütünüyle eskiye dönmek ve onu aynen yaşamak imkânsızdır. Ya yeni hale uyum sağlayacağız, ya da Allah korusun tarih sahnesinden silineceğiz. Ancak, sayısız düşmana karşı, dünyanın en güzel ve en kıymetli coğrafyasında tutunabilmek için, Osmanlı’nın manevi güç kaynağı olan İslam imanına bu gün her zamankinden fazla ihtiyacımız vardır.
Zira bu millet, bütün olgunluğunu ve erdemini borçlu olduğu İslamdan uzak kalamıyor. Bu manevi bir alışkanlık... Ya da ruhla vücut kaynaşması... Ruhu yerindeki İslam imanını kaybeden insanımız hiç bir işe yaramıyor. Ne dünyalık işlerde, ne de ahiret yatırımında başarı kazanıyor.
Öyleyse, köklerimizden kopmamak ve geçmişte yaşanan o güzel ahlaktan ellerimizi ve gönüllerimizi gevşetmemek mecburiyetindeyiz.
Yıllar yılı geçmişimizi görmezden geldik. Adeta o muhteşem maziyi yaşanmamış saydık.
Ancak daha da ileri gidenler, daha da etkili makamlardaydı. Onlar geçmişi karaladılar, karartmaya çalıştılar, güzelliklerine çamur attılar.
Ne var ki bu çaba, güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak kadar boşuna bir çabaydı. Nitekim tutmadı.
Ancak anlayışsız mazi düşmanları, başka kültürler adına sövmeye devam ettiler ve hâlâ da aynı yoldalar.
İçimizdeki beyinsizler zaman zaman dışımızdakilere rahmet okutacak zararlar verdiler. Bu sebeple birkaç neslimiz ziyan oldu. Onlar geçmişimizden koptular, ama köksüz olamadılar. Kendilerine yeni atalar, yeni kökler bulmaya çalıştılar.
Ama ne mümkün?
Olmadı.
Olan, bu pırıl pırıl gençlere oldu.
Ruh kökünden, inancından, ahlakından koparılmış bu fidanlar, yaban ve yalan ideolojilerin tutkunu olarak gerçekten ziyan oldular. Geride ana-babalarının gözyaşları, ağıtları, çığlıkları kaldı.
Devlet kendi çocuklarıyla, kendi eğitim sisteminin ürünleriyle uğraşmak zorunda kaldı.
Oysa ki şu gerçek yeni keşfedilmiş değildi:
“Geçmişine taş atanların geleceğine gülle atarlar!”
Takvimler 1999 yılını gösterirken, Osmanlı yeniden gündeme geldi. Çünkü bu tarih onun 700. doğum yıldönümüydü. Bu münasebetle, şimdi aklı başında herkes yeniden ve bir daha dönüp ona bakma ihtiyacını duyuyor. Osmanlı’yı biraz da hasretle anıyor. Yakın tarihimiz içinde ona karşı yapılan haksızlıkları, insafsızlıkları acıyla hatırlayıp özür diler gibi, “Artık barışalım” diyor.
Bu hazin bir barıştır. Çünkü vefasız bir evladın babasıyla barışmasına benziyor. Ama bunca zaman sonra, bunca kıymetbilmezlik ve mirasyedilik hoyratlığından sonra bu barış nasıl olacaktır?
Bizim bildiğimiz Osmanlı merttir. Alicenaptır. Babacandır. Düşmanlarını bile kanatları altında huzurla, barışla, adaletle, yüzyıllarca korumuştur. Şimdi bu ahlakın insanları kendi çocuklarına mı gönül koyacaktır?
Hayır, hayır... Onunla barışmak çok kolaydır. Yeter ki samimi olalım. Yeter ki, iyi niyetle onu anlamaya çalışalım. Yeter ki babalarımızı, dedelerimizi inkâr etme gafletinden kurtulalım.
Cumhuriyet çocuklarının Osmanlı ile barışması hem çok lazım, hem de çok kolaydır. Çok lazımdır, çünkü onlar başkaları değildir, bizim geçmişimizdir. Bizden ayrı değil, biziz. Demek ki kendimizle barışacağız. İnsan kendisine küser mi? Bizim neslimiz bu garabeti ne yazık ki yaşama bahtsızlığına uğratılmıştır. Öz anasına, öz babasına küsmüş ve sırtını dönmüştür. Garip olan bu barışmak değil, bu küskünlüktür. Çünkü bu küskünlüğü bizden başka hiçbir millet yaşamadı.
Hiç vakit kaybetmeden, hemen, şimdi, Osmanlı’yı fatihalarımızla analım, helallik isteyelim ve barışalım.
Sonra da onlara, onların iman ahlakına layık evlat olmaya bakalım...
Biz de, başkaları da, bütün dünya da o güzel ahlaka ne kadar hasret, bir bilsek...

Osmanlı Kültürü


Düz dokuma yaygılar, düğümlü halılar kadar kalın ve dayanıklı olmadıklarından, eski devirlere ait örnekler hemen hemen yok gibidir. Daha çok göçebelerin eşyaları olan bu yaygılar iyice eskimeden terk edilmemekte, hatta kesilip parçalara bölünerek kullanılmaktadırlar. Kolayca çürüdüklerinden yeraltı buluntuları arasında fazla örnek bulunmamaktadır. Ayrıca yerleşik toplumların aristokrat sınıfları tarafından kullanılmadıklarından ve nesilden nesile korunarak aktarılan değerli mallar arasında da yer almadıklarından eskiye ait örnekler günümüze pek ulaşamamıştır.
örneklerden biri Washington Textile Museum'da bulunan küfi bordürlü ve ortada sekizgen madalyon, kenarlarda ufak sekizgenler bulunan kompozisyonu ile 15. 16. Y.Y. Avrupalı ressamların tablolarında görülen ve Holbien halıları olarak adlandırılan desenlere benzediği için 15. 16. Y.Y. olarak tarihlendirilen atkılı sumak tekniğinde dokunmuş bir yaygı en erken Anadolu yaygılarından biridir. Konya Mevla'na Müzesindeki geleneksel Anadolu kilimlerinden tamamen farklı bir dokumaya sahip olan, tapestry tekniğindeki karanfile benzer büyük palmetli bitkisel desenli kilim 16. 17. Y.Y. Osmanlı saray sanatı ile büyük benzerlik gösterdiğinden bu yüzyıllar olarak tarihlendirilmektedir. Daha çok göçebe topluluklara bağlı bir sanat türü olduğundan, hakkında pek fazla yazılı belge bulunmayan geleneksel kilim ve öteki dokuma yaygıların
tarihi ise Osmanlı kilimlerine nazaran çok karanlıktır. Türkmen boylarının Orta Asya'daki ve Anadolu'ya gelene kadarki göçleri ve konaklamaları sırasındaki komşuları, Anadolu'daki geçmiş uygarlıkların birikimleri ve diğer etnik gruplar, Haçlı Seferleri, Selçuklu ve Osmanlılar zamanındaki Kuzey Afrika'dan Avrupa'nın ortasına, Çin'e kadar geniş alandaki değişik kültürlerin etkileri birleşerek, bu çeşitli dokuma teknikleri ve şaşırtıcı desen zenginliğini ortaya çıkartmıştır. Bir de ayrıca her yörenin kendine has yünü ve elde edilen doğal boya maddelerinin değişikliği, dokuyucuların kişisel ustalık ve yaratıcılıklarını da eklersek, bu çeşitliliği daha iyi anlarız.
anlamı bozulmadan devam ediyordu. Her yaygı kendinden önceki yaygının özelliklerini taşımakla birlikte, dokuyucunun yaptığı çok ufak değişikliklerle ve eklerle benzersiz bir eser halini alıyordu. Zamanla boy ve oymaklar bütünlüklerini kaybederek, geleneksellikleri de bozularak, birbirlerinden motifler almaya başlamışlardır. Boy ve oymakların üzerinde, Osmanlı yazılı belgelerinde, belirli grupların yerleşim bölgelerinde veya göçebelerin bulundukları yerlerde belirli tipteki yaygıların desen, renk ve dokuma teknikleri üzerinde yapılacak araştırmalarla çok ilginç sonuçlar alınabilir. Kendi içine kapalı geleneksel göçebe boy ve oymaklar tarafından, yalnız kendi için dokudukları düz dokuma yaygıların tarihi, sıkı sıkıya bu grupların tarihine bağlı bulunmaktadır. Onların Anadolu içindeki dağılımları, yer değiştirmeleri, geleneklerini etkileyen etkenler hakkında çok yönlü ve karşılaştırmalı incelemeler yapılmadıkça, bu tarih karanlıkta kalacaktır. 


Sarıyer, tarihi eser bakımından oldukça zengin bir bölgedir. Bizans’tan önceki döneme ait tarihi kalıntılardan Bizans’a, oradan da Osmanlı’ya ve bugüne kadar çok çeşitli bir tarihi miras kalmıştır günümüze.
Osmanlılar ise bölgeye kendi kültür ve geleneklerinin damgasını vurmuş, birçok dini ve sivil mimari eserler bırakmışlardır. Bunlar boğazın karakterini etkileyen temel yapılardır. Çeşitli su kaynakları ve çeşmelere bu kesimde bolca yer verilmiştir. Osmanlıdan kalma mimari eserlerin başlıcaları şunlardır:
Emirgan Camii:
Hamam Camii (Ali Pertev Camii):
Kethüda Camii (Büyükdere Camii):
Türkiye’de bir ilk Sadberk Hanım Müzesi:
Osman Reis Camii:
Rumelihisarı:
Sait Haim Paşa Yalısı:
Mesire Yerleri:
Dört Ayda İnşa Edilen Rumelihisarı
Belgrad Ormanları
Osmanlı Beyliği'nin kurucusu, 1258 yılında Söğüt kasabasında doğan Osman Bey'di. 1299'da Bilecik, Yenikent, İnegöl ve İznik de Beyliğin topraklarına katıldı. Altıyüz yılı aşkın hüküm sürecek olan Osmanlı İmparatorluğu'nun temelleri atılmıştı. Osman Gazi'nin başarılarıyla Osmanlı Beyliği'nin güçlenmesi karşısında kuşkulanmaya başlayan Bursa tekfuru Atranos, Bizans'tan dilediği yardımlara, Kestel ve Kite tekfurlarının güçlerini katarak 1301'de Koyunhisar'da Osmanlı ordusu ile çarpışmaya başladı. Savaşın galibi Osman Bey'in orduları oldu.
Kuşatma sekiz yıl sürdü. Hastalıklarla boğuşmaya başlayan Osman Gazi'nin sefere gidip savaşacak dermanı kalmamıştı. Oğlu Orhan Gazi'ye kenti ele geçirme emrini verdi. Orhan Gazi önce Evrenos Kalesi'ni aldı. Kale tekfuru dağlara kaçtı. Artık hedef Bursa'ydı. Orhan Gazi, Bursa tekfuruna Mihal Bey'i gönderip, teslim olmasını istedi. Tekfur, Orhan Gazi'den bağışlanmasını isteyerek, kıymetli elbiseleri ile kırk bin altın gönderdi. Orhan Gazi babasının onayını aldıktan sonra, Tekfur'un ailesinin ve adamlarının kaleden ayrılıp Gemlik sahiline ulaşabilmeleri için gerekli izni verdi. Tekfur ve beraberindekiler buradan bir gemiyle İstanbul'a doğru yola çıktılar. 1326 yılında Bursa artık Türkler'indi.
Bithynia, Roma ve Bizans'ı yaşayan Bursa, 1335 yılında Osmanlı'ya ilk başkent oldu. Saltanatı yaklaşık 35 yıl süren Orhan Gazi, 1360 yılında yaşama veda ederken, yerini oğlu Murad'a bıraktı. 1326 yılında doğan Sultan Murad han bin Orhan bin Osman Gazi, Osmanlı sultanlarının üçüncüsüydü. Hüdavendigar adıyla ünlenmişti.
Bursa Ulucami, ilk devir İslam mimarisinin payeler ve sütunlar üzerine düz çatı ile örtülü avlulu camiler gurubuna girer. 1399'da Yıldırım Bayezid tarafından mimar Ali Neccar'a yaptırılan Ulucami, 20 kubbe, iki büyük minareden oluşan beyaz renkli heybetli bir camidir. Her biri dört köşeli 12 ayak üstünde duran hemen hemen birbirine eşit kubbelerinden ortadakinin üstü camlıdır. Cami'de ünlü hattatlar tarafından yazılmış yüzdoksaniki adet sabit veya levha olarak yazı vardır.
Orhan Bey'in Bursa'yı fethinden sonra gelişen mimari tarzıyla yapılan değerli evlerde, süsleme hemen göze çarpardı. Çoğunun şömineleri vardı. Bu evlerin pencereleri yukarıda olup, alçı arasına renkli camlar yerleştirilir ve ahşap bir çerçeve ile çevrilirlerdi. Bursa evlerinin belli başlı süslemesi, duvarlarda, tavanlarda ve dolap kapaklarında bulunurdu. Ondokuz ve yirminci yüzyılın ilk dönemlerinin ürünü sivil mimarlık örnekleri kentin çok zengin bir kültür mirasına sahip olmasını sağladı.
Ortaçağ'dan kalma köylerde Rumlar yüzyıllardan beri yaşamaktaydı. Mora'nın fethiyle Fatih döneminde de kente Rum göçmenler yerleştirildi.
Bursa'nın renklerinden biri de her yıl yapılan sümbül bayramı kutlamalarıydı. Kentin çevresini göz alabildiğine saran sümbül bahçelerine halk hoşça bir zaman geçirmek için giderdi. Bu bahçeler, haftanın üç günü kadınlara, dört günü de erkeklere açık tutulurdu. Kentin bütününün sümbüle büründüğü 1869 yılının bir bahar günü, Bursalı kadınlar bahçelerden birinde şarkılar söyleyerek eğlenirlerken, aralarına iki erkek girer. Konu Bursa Adliyesi'ne yansır. Sorguya çekilenler yabancı olduklarını, bu nedenle o gün çiçek bahçelerini gezmenin erkeklere yasak olduğunu bilmediklerini söyleyerek kendilerini savunurlar. Gerekçeleri nedeniyle affedilirler ama olay Bursa Mahkeme-i Şeriyesi'nin kayıtlarına geçer.
Gazi Osman Paşa'nın ikinci oğlu Kemaleddin Bey'in sürgüne gönderilme hikayesi ise ibret vericidir. Kemaleddin Bey, Sultan II. Abdülhamid'in kızlarından Naime Sultan'la evlidir. Bir ara hastalanan Naime Sultan'a, eve gelen Dr. Hakkı Şinasi Paşa tedavi amacıyla "kakodilat" enjekte eder. Bu arada damat Kemaleddin Bey ile ilgili, karısı Sultanla birlikte oturdukları sarayın yanıbaşındaki diğer sarayda yaşayan Sultan Murad'ın en büyük kızı Hatice Sultanı sevmekte olduğu ve onunla evlenebilmek için doktora talimat vererek hasta karısı Sultana zehir şırınga ettirdiğine dair bir dedikodu yayılır ve hatta saraya jurnal verilir. Tıpta bunun bir ilaç olarak da kullanıldığı söylense bile Abdülhamid'i ikna etmek mümkün olmaz. Kemaleddin Bey karısından boşatılarak Bursa'ya sürülür, Dr. Hakkı Şinasi Paşa da başka yerlere. Kemaleddin Bey, Bursa'da kendisi için kiralanmış bir evde yaşamaya başlar, dışarı çıkması yasaktır. Hünkar yaverlerinden Mustafa Paşa adında bir Mirlivanın denetimi altında Padişah tüfekçilerinden değişik rütbeli birkaç subay Kemaleddin Bey'in kontrol altında tutulması görevini üstlenirler. Hepsi birlikte aynı evde yaşarlar. Bu ünlü mahpusla dışarıdan hiç kimse gidip görüşemez, irade olmadıkça vali bile gidip hatırını soramaz.
Vilayet mektupçusu ile Maarif Müdürü de Bursa'ya sürülmüş memurlardandı. Necmeddin Molla'nın ağabeyi Ali Ata, bir gün Boğaziçi vapurlarından birinde yolculuk ederken, yanında oturan tanımadığı adamın sigarasından kendi sigarasını yakmıştı. Kim olduğunu bilmediği bu adamın veliahd Reşad Efendi'nin adamlarından biri çıkması ve durumun jurnallenmesi ile o da Bursa'ya sürülenler kervanına katılmıştı.
Bursa'nın fethinden sonra Orhan Gazi'nin yaptırdığı külliyenin içinde, kentin ilk bedesteni olan ve dokuma ürünleri satılan Emir Hanı vardı. Daha sonra bedesten Yıldırım Bayezid tarafından yapılan yeni yerine taşınınca, değişik esnafı barındıran diğer çarşılar bu bedestenin etrafında yer aldılar. Hacı İvaz Paşa Çarşısı'nda; keçeciler, Sipahi Çarşısı'nda; yorgancılar, Gelincik Çarşısı'nda; hallaçlar ve terziler, Atpazarı'nda; hayvan alım satım işleri ile uğraşanlar, Kapan Çarşısı'nda; meyva alım satımı yapanlar, Tahıl Pazarı'nda; kuruyemişçiler ve Tahıl Hanı yakınında da ünlü Bursa baçakçıları bulunurdu.
Esnafların işyeri açabilmeleri de uzun yıllara ve çıraklık, kalfalık ve ustalık aşamalarını geçmelerine bağlıydı. Büyük bir disiplinle yetiştirilen bu insanlar her yükselişlerinde onurlandırılırlardı. Çıraklar kalfalık hakkı kazandıklarında ustaları tarafından her sanatın kendi Kethüdasına, Yiğitbaşına ve diğer esnafa durum bildirilirdi. Davetliler kentin değişik mesire yerlerinde yemekli, şenlikli, güreşli eğlenceler düzenlerler, dualarla Yiğitbaşı çırağa peştemal bağlayarak kalfalık verirdi.
İpek, kumaş olana kadar üretimi büyük emek isteyen bir ticaret dalıydı. İpekçiliğin, ön üretimi olan tohumculuk ve kozadan başlayarak, her aşaması bir riskti. Nitekim, önce Fransa'da baş gösteren ve 1860'lı yıllarda da Bursa'ya kadar ulaşan Karataban hastalığı kent ve etraf böceklerini kaplamış ve ürün günden güne azalmıştı. Bu felaket, ipekböcekçiliği yapanları zor duruma düşürmüş, pek çok bölgede dut ağaçları sökülmeye başlanmıştı. Hemen arkasından çarenin Fransa'da bulunduğu haberleri geldi ve hastalıksız tohumlar getirildi. Böylece bir müddet bu dert geçiştirildi. Daha sonrasında ise, bu tohumlarında hastalıklı oldukları anlaşıldı.
Bursa, Bilecik ve Üsküdar'da çatma diye adlandırılan bir cins kadife kumaş dokunurdu. Bursa'da dokunan yünlü kumaşların, ipekli kumaşların ve diba adı verilen sırmalı ipek kumaşların, her cins kadifenin ünü dünyaya yayılmıştı. Dokumalarıyla namlı olan Çin bile Bursa'dan kumaş satın almış; Macaristan, Polonya, İtalya ve Balkan ülkelerinin pazarları Bursa kumaşlarıyla dolmuştu. 16. yy'da Bursa tezgahlarında dokunan kumaşlar ve kadifeler her yerde aranıyor, olağanüstü bir zenginlikte dokunan dibalar, kadifeler, canfesler padişahlara, şehzadelere yapılan elbiselerde kullanılıyordu. Burada dokuma ustaları lonca halinde teşkilatlanmışlardı. Dokumalar satışa çıkarılmadan önce ciddi bir kontrolden geçirilir, her kumaş damgalanırdı. Aranılan niteliklere sahip olmayan kumaşlara ise devlet el koyardı. Her atölye belli bir kumaş türünde ustalaşmıştı. Yabancı ülkelerden getirilen pamuk ipliği de ciddi ve sıkı bir incelemeden geçirilirdi. Pamuk ipliği her cumartesi günü Ulucami'nin avlusunda kurulan pazarda, ipek kozaları ise Koza Hanı'nda satılırdı.
1885'de Mülkiye İdadisi adıyla bir erkek lisesi kuruldu. 1888 Temmuzu'nda dördüncü sınıftan beş efendi mezun verdi. Bu dört sınıflık okul 1890-1891 ders yılı sonuna kadar devam etti. 1891-1892 ders yılında yedi sınıflı oldu. 1901-1904 seneleri arasında kimyahane, yatakhane, yemekhane, teneffüshane bölümleri yapıldı ve 1906 yılında da hamam kısmı tamamlandı. 1909'dan sonra adı Mektebi Sultani oldu.
Evliya Çelebi Bursa'nın sudan ibaret olduğunu söyler. Osmanlılar döneminde Bursa'nın ilk kaplıca inşaatı, Jüstinyen'in iki kubbeli hamamına, Muradı Hüdavendigar'ın 1511'de iki kubbe daha ilave ettirmesiyle başladı. Saray erkanından, İstanbul'daki tanınmış kişilerden ve büyükelçilerden, seyahate çıkmış yabancı prenslere, yabancı alim ve yazarlardan, devlet adamlarına kadar pek çok kişi bu şifalı sulardan nasiplerini almak üzere Bursa'ya gelirlerdi. Bursa valisi Mehmet Tevfik Bey kaplıcalara gelen, Alman İmparaton.ı II. Wilhelm'in eşi Augusta'nın erkek kardeşi Duc de Holstein ve eşini 6 Mayıs 1906'da, Bonapart ailesinden Prens Victor Napoleon'u 7 Haziran 1908'de, Carl Eduard Saxe Cobour dük ve düşesini de 4 Temmuz 1908'de ağırladı.
Helmut von Moltke'nin Türkiye'den babasına yazdığı bir mektupda ise aynen şöyledir: "Türk hamamlarının keyfini sana evvelce yazmıştım. Bursa'dakiler suni değil, tabiattan öyle sıcaktır ki insanın büyük, dupduru havuza girince haşlanmadan dışarı çıkabileceğine önceden inanmayacağı gelir. Girdiğimiz hamamın terasının harikulade güzel bir seyri vardı ve öyle rahattı ki insan bir türlü ayrılmak istemiyordu."
Bu kadar geniş topraklara sahip vilayetin Marmara Denizine ulaştığı önemli üç iskelesi vardı. Gemlik, Samanlı dağlarının denize doğru uzanarak Bozburun'u oluşturduğu yerden başlayan körfezin sonunda olup, evveldenberi tersaneleriyle ünlüydü. Gemlik'in poyraza kapalı bulunan limanı gemiler için sığınma yeriydi. Daha Kuzey'de bir iskele olan Yalova, karayolu ulaşımının zorluğu açısından pek kullanışlı değildi. En çok kullanılan iskele ise, Bursa Ovası'nın Marmara Denizi'ne açıldığı bir kapı olan, dutluk, zeytinlik ve bağlarla kaplı bölge Mudanya'ydı. Adı, Evliya Çelebi'ye göre Konstantiniyye tekfurunun kızı Mudanya'dan gelmekteydi.
Mudanya'ya gemiyle gelen kişinin, karaya ayak bastıktan sonra yalnızca atla Bursa'ya ulaşabilmesi mümkündü. Etrafı bağlık bahçelik verimli bir kara parçası olan yol boyunca, uzun bir zaman Marmara Denizi'nin çekici manzaraları, denizi çevreleyen tepeler görülürdü. Yumuşak bir eğimden sonra deniz manzaraları biter, bu defa da ileride servi ağaçlarıyla dolu bir ovadan yükselen kent görünürdü. Olympos'un ormanlarla kaplı dik yamaçları üzerinde can bulan bu kentte yüzden fazla beyaz minare ve yuvarlak kubbe göze çarpardı.
Osmanlı yöneticilerinin demiryoluna verdikleri önem 19. yüzyılın ikinci yarısında iyice artmıştı. Sultan Abdülaziz, 1871 yılında demiryolu ile ilgili bir irade yayımlattı. Gerçekleştirilmesi düşünülen ana hat İstanbul-Bağdat arasındaydı. Kurulan Asya Osmanlı Demiryolları'nın başına da Alman mühendis Wilhelm von Pressel getirildi. Pressel'in projesi Haydarpaşa'dan başlıyor, bu ağın içinde Bursa-Mudanya hattı da yerini alıyordu. Mudanya'dan Bursa'ya doğru raylar döşenmeye başlandı. Bu hat, 1874 yılında bitirilebildi. Bursa'ya ulaşabilmek için 185.000 Osmanlı Lirası (4 200 000 Frank) masraf yapılmış ancak demiryolunun işletmeye açılması mümkün olamamıştı. Proje bir müddet için rafa kaldırıldı. Yarım kalan hattın inşasına 17 yıl sonra başlanabildi. İmtiyazı almış olan M. Nagelmakers, Bursa- Mudanya Osmanlı Demiryolları, Şirketi'ni kurarak hattı 1892 yılında hizmete açtı.
Bu yeni yolculuk biçimi ile Mudanya'dan kalkan tren iki saatte Bursa Acemler istasyonuna varırdı. Bu demiryolunu işleten yabancı şirket olduğundan, tarifeler de alafranga saate göre yapılırdı. Bu durum karışıklıklara neden olduğundan 5 Eylül 1892'de şirket tarafından çıkarılan bir yazı ile halk uyarılarak alafranga saate göre yolcuların kendilerini ayarlaması istendiyse de genel istek üzerine sonradan alaturka saate çevrildi.
Osmanlı'da akan su sevilir, duran su içilmezdi. Bu nedenle, Osmanlı'nın fethinden sonra, bir yüzyıl içinde unutulan sarnıçın suyu, saray bahçelerini sulamakta kullanıldı. 1985-1988 arasında sarnıç restore edildi ve sütunlar arasına gezi yolları yapıldı. Ses ve ışık efektleriyle sütunların etkileyici perspektifi ortaya çıkarıldı. İki sütunun tabanını oluşturan pagan kalıntıları olan Medusa kafalarının, hıristiyanlar tarafından ebediyen suyun altında gizlenmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Sarnıçta toplanan yağmur suyunda yaşayan sazan balıklarının dekoratif ve kirlenmeye karşı bir önlem olduğu sanılmaktadır.

