Ziyaretçi
Türkiye ve Postmodernizm
Türkiye’nin sayısal olarak asıl karakteri olan küçük üreticiliğin, hem ideolojik, hem düzenleme açısından, hem politik olarak hem de ekonomideki yeri açısından, kısıtlanması oldu. Şimdi küçük üreticilik derken, bunu sadece iktisadi bir sistem olarak almayın, aynı zamanda bir ideoloji bu; köşeyi dönme ideolojisi, “ne yaparsam yanıma kar kalır” ideolojisi, ileriye dönük olmayan, bir fırsatlardan istifade etmek ideolojisi vs. Şimdi, benim burada iddia ettiğim çok basit bir tez: Bundan önceki düzenleme iflas ettiğinde, yani bu birikim modeli bittiğinde, bütün dünyada ortaya çıkan- Türkiye’de daha da çok ortaya çıkan, çünkü Türkiye’deki somut ilişkiler, somut koşullar bunun temelini daha bir güçlü kılıyor –modern kapitalist ideoloji yerine küçük üreticilik ideolojisi sanki. Çünkü aslında 19.yy. basit Pazar, basit piyasa ideolojisi bir küçük üreticilik ideolojisidir. Çünkü bu ideoloji, biliyorsunuz, herkesin aynı derecede girişimde bulunabileceğini vs. varsayar. Bu da, tabii gerçek kapitalizmde olmayan bir şeydir. Çünkü gerçek kapitalizmde insanlar, mülklüler ve mülksüzler diye çok kesin bir şekilde ikiye ayılırlar ve mülksüzlerin girişimde bulunmaları diye bir şey mümkün değildir. Ama basit Pazar ideolojisinde, yani küçük üretici ideolojisinde, mülksüzlük diye bir şey yoktur. Çünkü herkes varsayım olarak kendi üretim araçlarına sahiptir.
Modernleşme, son ikiyüz yılın hakim ideolojisi, hakim kavramsal paradigması. Bu, Türkiye açısından daha kısa bir tarih; yüz yıl belki, fakat genel boyutları olarak çok da farklı değil Batı Avrupa’dakine nazaran. Modernleşmeyi, az gelişmiş ülke teorisyenlerinin 1950’lerde kullandığı anlamda kullanmıyorum tabii ki. Onlar olayı, kişisel ve toplumsal tavırların, davranışın, Batı’daki, modernleşmesi, benzeşme sürecine girmesi olarak kullanılıyor bu terimi. Biz de o zaman 1970’lerde bu gelişme olayının tavırla ilişkisi olmadığını göstermek için, modernleşmeye karşıt bir sorunsal çıkarmaya çalışıyorduk ortaya, daha doğrusu herkes tarafından çalışılıyordu. Bu da tabii, kapitalizme geçiş, kapitalizmin hakimiyeti altına giriş vs. Yani bir yerde, daha Marksizan bakışlar, modernleşme kavramlarını kullanmıyorlardı. Kapitalizme geçiş kavramlarını kullanıp, kişisel ve toplumsan davranışın, tavırların maddi koşulları takip edeceğini söylüyorlardı. Bu tabii, çok basit bir anlatım. Fakat kapitalizme geçiş lafını edenlerin, sonradan uyandıkları bir boyut oldu; o da modernleşmenin, 1950’lerde Amerikan Üniversiteleri’nde yetişmiş sosyal bilimcilerin kullandığı kadar kısıtlı ve kuru bir kavram olmadığı. Yani modernleşmenin aslında sosyolojik, felsefe birtakım öyle boyutları vardı ki , Batı toplumlarında geçirdiği süreç içinde ancak zamanla ortaya çıkıyor ve bu ortaya çıkış içinde, gerek negatif gerek pozitif bir sürü dönüşüm getiriyordu beraberinde. Fakat modernleşme teriminin asıl anlatmak istediği, kişinin dar cemaat çevresinden ve de cemaat ilişkilerinden arınarak, daha evrensel bir kültürün, daha evrensel bir toplumun parçası olmaya doğru gitmesi.
Türkiye açısından baktığımızda, nedir bu moderleşme? Modernleşmenin herhalde birtakım aşamaları var ve bu aşamalar çerçevesinde ne kadar geriye dönülebileceği de belirleniyor. Yani, belirli bir aşamayı aştıktan sonra belki de çok fazla geriye dönmek mümkün değil. Şunu demek istiyorum; ne kadar cemaat ilişkileri tahayyül ederlerse etsinler, bir İngiltere toplumunda, bir Amerika toplumunda insanların dar bağlantılarına ve de, premodern diyelim, ilişkilerine, premodern inançlarına geri dönmeleri herhalde epey zorlaşıyor. Fakat, geçiş döneminin bitmediği ya da belirli aşamaların erişilmediği ülkelerde ----örneğin Türkiye gibi- modernleşme dinamiğinin sekteye uğraması, henüz yüzeyin hemen altında olan, daha yeni aşılmış ilişkilerin tekrar gündeme gelmesini ortaya çıkarıyor. Şimdi, bu içinde bulunduğumuz kriz, dolayısıyla, sadece bundan önceki modelin, bundan önceki birikim modelini veya düzenlemenin veya onun ideolojisinin krizi olarak düşünülmemeli. Aynı zamanda, ve belki bundan önceki krizlere nazaran çok daha fazla olarak o birikim modelinin dayandığı, uzun dönemli ideolojik dönüşümün de krizi olarak düşünülmeli.
Ulusal devlet aslında çok kıskanç bir birimdir. Kendisine potansiyel olarak rakip olabilecek bütün afiliasyonların ortadan kalkmasını isteyen ve bunu sağlamaya çalışan bir birimdir. Çok da güçlü bir şey ulusal devlet. Dolayısıyla, evrenselleşme ideali içinde, çok önemli bir aşama ulusal devletin kurulması ve ulusal devletin kendi taleplerini, kendi hedeflerinin oluşturmaya, yerine getirmeye başlaması. Tabii ki ulusal devlet; bizim tür ülkelerde, en çok II. Dünya harbi sonrası dönemde güçlendi, ortaya çıktı ve hedeflerine ulaşmaya başladı. O yüzden, maddi koşullar açısından, modernleşme olayı, 1945-70 döneminde, Türkiye somutunda, çok güçlü bir ivme kazanmış bir olaydı. Gerçi, Cumhuriyetin kurulma dönemine ya da İttihat-Terakki sırasındaki münakaşalara baktığımız zaman, modernleşme olayının sanki daha bir gündemde olduğunu görüyoruz ama orada olay daha diskur düzeyinde 45 sonrasındaysa çok daha pratik düzeydedir. Bu yüzden içinde bulunduğumuz kriz, sadece bundan önceki birikim modelinin ideolojisi değil, aynı zamanda daha seküler olan, daha sürekli olan modernleşme sorunsalını da sekteye uğratan bir kriz.
İste tam modernligin ne oldugunu böyle basitçe anlamis, hatta modern edebiyat hakkindaki tartismalara ucundan kösesinden katilabilir hale gelmistik ki, ortaya yepyeni bir kavram atildi. Içinde modern geçiyor ama modern degil. Ondan öte bir sey. Post - modern. Yani modernden sonra gelen... Biz bu yeni kavrama alismaya çalisirken birdenbire bizim yazarlar, sairler ortaya dökülüp "Ben postmodernim" demeye basladilar. Hatta içlerinden "Türkiye'de ilk postmodern romani ben yazdim," diyenler de çikti. 9 Kasim 1998 tarihli Radikal gazetesindeki "Özyasam, Basin, Modernizm" baslikli yazisinda Hasan Bülent Kahraman da bu konulara deginiyor ve hala bir gelisme olmadigini vurgulayan yazisini söyle bitiriyordu: "Gelisen ise sanildigi üzere postmodernite degil, olsa olsa modernite ve yercillesmedir."17
Gerek gelişmiş ülkelerde, gerek Türkiye gibi orta gelişmede ya da gelişme sürecindeki ülkelerde, devletin belirli bir tahsis ve planlama rolünü, işlevini yerine getirmesi gereklidir. Yani birikimin modeli bunun üzerine dayanıyordu. Bunu, çeşitli şekillerde (terimlerde) anlattı insanlar; Keynesçilik dendi, planlama dendi, ithal ikameciliği dendi vs. Bu modelde ekonominin, ders kitaplarında ve 19. Yy. şemalarında anlatıldığı gibi, kendi kendine işler, herkese aynı tür şans tanır bir düzey, bir otonom varlık olmadığı teşhisinden çıkılarak, politik düzenleme, politik yönetim epey önemli bir rol oynuyordu. Bu gayet tabii, başarılı olduğu için devam etti, yani düzenleme modeli kendi koşulları içinde, kendi kendine koyduğu hedefler çerçevesinde başarılı oldu. Fakat aynı zamanda epey kısıtlayıcı bir birikim modeliydi. Şöyle ki; devlet müdahalesi, devlet yönetimi, haliyle, tabiatı icabı, karşısında muhatap olarak büyük şirketler, büyük kapitalistler vs.dir. Ve bu da, gerek bu büyüklerin yaptığı birikimin bir gereksinimi olarak diğerlerinin yönetimini, gerekse büyüklere daha fazla tahsis yapabilmek için, diğerlerinin nispeten kısıtlanması anlamına gelir.
Sponsorlu Bağlantılar
Modernleşme, son ikiyüz yılın hakim ideolojisi, hakim kavramsal paradigması. Bu, Türkiye açısından daha kısa bir tarih; yüz yıl belki, fakat genel boyutları olarak çok da farklı değil Batı Avrupa’dakine nazaran. Modernleşmeyi, az gelişmiş ülke teorisyenlerinin 1950’lerde kullandığı anlamda kullanmıyorum tabii ki. Onlar olayı, kişisel ve toplumsal tavırların, davranışın, Batı’daki, modernleşmesi, benzeşme sürecine girmesi olarak kullanılıyor bu terimi. Biz de o zaman 1970’lerde bu gelişme olayının tavırla ilişkisi olmadığını göstermek için, modernleşmeye karşıt bir sorunsal çıkarmaya çalışıyorduk ortaya, daha doğrusu herkes tarafından çalışılıyordu. Bu da tabii, kapitalizme geçiş, kapitalizmin hakimiyeti altına giriş vs. Yani bir yerde, daha Marksizan bakışlar, modernleşme kavramlarını kullanmıyorlardı. Kapitalizme geçiş kavramlarını kullanıp, kişisel ve toplumsan davranışın, tavırların maddi koşulları takip edeceğini söylüyorlardı. Bu tabii, çok basit bir anlatım. Fakat kapitalizme geçiş lafını edenlerin, sonradan uyandıkları bir boyut oldu; o da modernleşmenin, 1950’lerde Amerikan Üniversiteleri’nde yetişmiş sosyal bilimcilerin kullandığı kadar kısıtlı ve kuru bir kavram olmadığı. Yani modernleşmenin aslında sosyolojik, felsefe birtakım öyle boyutları vardı ki , Batı toplumlarında geçirdiği süreç içinde ancak zamanla ortaya çıkıyor ve bu ortaya çıkış içinde, gerek negatif gerek pozitif bir sürü dönüşüm getiriyordu beraberinde. Fakat modernleşme teriminin asıl anlatmak istediği, kişinin dar cemaat çevresinden ve de cemaat ilişkilerinden arınarak, daha evrensel bir kültürün, daha evrensel bir toplumun parçası olmaya doğru gitmesi.
Türkiye açısından baktığımızda, nedir bu moderleşme? Modernleşmenin herhalde birtakım aşamaları var ve bu aşamalar çerçevesinde ne kadar geriye dönülebileceği de belirleniyor. Yani, belirli bir aşamayı aştıktan sonra belki de çok fazla geriye dönmek mümkün değil. Şunu demek istiyorum; ne kadar cemaat ilişkileri tahayyül ederlerse etsinler, bir İngiltere toplumunda, bir Amerika toplumunda insanların dar bağlantılarına ve de, premodern diyelim, ilişkilerine, premodern inançlarına geri dönmeleri herhalde epey zorlaşıyor. Fakat, geçiş döneminin bitmediği ya da belirli aşamaların erişilmediği ülkelerde ----örneğin Türkiye gibi- modernleşme dinamiğinin sekteye uğraması, henüz yüzeyin hemen altında olan, daha yeni aşılmış ilişkilerin tekrar gündeme gelmesini ortaya çıkarıyor. Şimdi, bu içinde bulunduğumuz kriz, dolayısıyla, sadece bundan önceki modelin, bundan önceki birikim modelini veya düzenlemenin veya onun ideolojisinin krizi olarak düşünülmemeli. Aynı zamanda, ve belki bundan önceki krizlere nazaran çok daha fazla olarak o birikim modelinin dayandığı, uzun dönemli ideolojik dönüşümün de krizi olarak düşünülmeli.
Ulusal devlet aslında çok kıskanç bir birimdir. Kendisine potansiyel olarak rakip olabilecek bütün afiliasyonların ortadan kalkmasını isteyen ve bunu sağlamaya çalışan bir birimdir. Çok da güçlü bir şey ulusal devlet. Dolayısıyla, evrenselleşme ideali içinde, çok önemli bir aşama ulusal devletin kurulması ve ulusal devletin kendi taleplerini, kendi hedeflerinin oluşturmaya, yerine getirmeye başlaması. Tabii ki ulusal devlet; bizim tür ülkelerde, en çok II. Dünya harbi sonrası dönemde güçlendi, ortaya çıktı ve hedeflerine ulaşmaya başladı. O yüzden, maddi koşullar açısından, modernleşme olayı, 1945-70 döneminde, Türkiye somutunda, çok güçlü bir ivme kazanmış bir olaydı. Gerçi, Cumhuriyetin kurulma dönemine ya da İttihat-Terakki sırasındaki münakaşalara baktığımız zaman, modernleşme olayının sanki daha bir gündemde olduğunu görüyoruz ama orada olay daha diskur düzeyinde 45 sonrasındaysa çok daha pratik düzeydedir. Bu yüzden içinde bulunduğumuz kriz, sadece bundan önceki birikim modelinin ideolojisi değil, aynı zamanda daha seküler olan, daha sürekli olan modernleşme sorunsalını da sekteye uğratan bir kriz.
İste tam modernligin ne oldugunu böyle basitçe anlamis, hatta modern edebiyat hakkindaki tartismalara ucundan kösesinden katilabilir hale gelmistik ki, ortaya yepyeni bir kavram atildi. Içinde modern geçiyor ama modern degil. Ondan öte bir sey. Post - modern. Yani modernden sonra gelen... Biz bu yeni kavrama alismaya çalisirken birdenbire bizim yazarlar, sairler ortaya dökülüp "Ben postmodernim" demeye basladilar. Hatta içlerinden "Türkiye'de ilk postmodern romani ben yazdim," diyenler de çikti. 9 Kasim 1998 tarihli Radikal gazetesindeki "Özyasam, Basin, Modernizm" baslikli yazisinda Hasan Bülent Kahraman da bu konulara deginiyor ve hala bir gelisme olmadigini vurgulayan yazisini söyle bitiriyordu: "Gelisen ise sanildigi üzere postmodernite degil, olsa olsa modernite ve yercillesmedir."17
Gerek gelişmiş ülkelerde, gerek Türkiye gibi orta gelişmede ya da gelişme sürecindeki ülkelerde, devletin belirli bir tahsis ve planlama rolünü, işlevini yerine getirmesi gereklidir. Yani birikimin modeli bunun üzerine dayanıyordu. Bunu, çeşitli şekillerde (terimlerde) anlattı insanlar; Keynesçilik dendi, planlama dendi, ithal ikameciliği dendi vs. Bu modelde ekonominin, ders kitaplarında ve 19. Yy. şemalarında anlatıldığı gibi, kendi kendine işler, herkese aynı tür şans tanır bir düzey, bir otonom varlık olmadığı teşhisinden çıkılarak, politik düzenleme, politik yönetim epey önemli bir rol oynuyordu. Bu gayet tabii, başarılı olduğu için devam etti, yani düzenleme modeli kendi koşulları içinde, kendi kendine koyduğu hedefler çerçevesinde başarılı oldu. Fakat aynı zamanda epey kısıtlayıcı bir birikim modeliydi. Şöyle ki; devlet müdahalesi, devlet yönetimi, haliyle, tabiatı icabı, karşısında muhatap olarak büyük şirketler, büyük kapitalistler vs.dir. Ve bu da, gerek bu büyüklerin yaptığı birikimin bir gereksinimi olarak diğerlerinin yönetimini, gerekse büyüklere daha fazla tahsis yapabilmek için, diğerlerinin nispeten kısıtlanması anlamına gelir.
Alintidir..

Türkiye ve Postmodernizm
