Arama

Osmanlı İmparatorluğu - Sayfa 2

Güncelleme: 20 Eylül 2017 Gösterim: 173.528 Cevap: 53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ocak 2006       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi


Sponsorlu Bağlantılar


GÖKLERİN ORDULARI
Günlerden bir gün,
Göklerin ordularını göreceksin... Ayan, beyan...
O zaman tanıyacaksın şehitleri,
Evliyayı, bir bir..
Bayrak bayrak açılacak önünde taburlar, alaylar
Allah'a güveneceksin, çok güveneceksin...
Çok şükredeceksin,
Gözlerinde yaşlar dizi dizi...
Çanakkale, İstiklal Savaşı, Kıbrıs...
Her biri bir destan onlarla...
Göklerin ordularıyla saf saf...
Eğer savaşta günlerden bir gün
Sana cennet gösterilirse, kalp gözüyle,
Bilki veçhinin son savaşıdır bu...
Şehadet şerbetini o gün içeceksin...
Ve göklerin orduları,
Seni de alacak saflarına şerefle...
Ve şehit olmuş vücudun orada yatacak ıslak toprakta, mutlu...
Yüzün, göğsün göklere dönük, ak pak...
Gözlerinde bir tebessüm, sımsıcak...
Rızıklanacaksın...
Görünmez ordunun içinde yerini alacaksın,
Nurlar içinde...
Kaybolacaksın...


Iskender Ali MIHR
Aralik 94

Bütün savaşlar göklerin ordularının yeni elemanlarını oluşturur.
Allahû Tealâ diyor ki:
"Siz şehitleri ölüler zannedersiniz, oysa ki; onlar diridirler. Biz onları rızıklandırırız" diyor Allahû Tealâ.
Allahû Tealâ onları enerjiyle rızıklandırıyor. Öyle ise nasıl bir olay bu? Allah'ın dostlarıyla düşmanları arasında yapılan hangi çarpışma olursa olsun, hangi standartlar içinde olursa olsun; Allah'ın dostu (Allah'ın; yani Allah'ın yoluna girmiş olan , Allah'a ulaşmayı dilemiş, mürşidine ulaşmış ruhu Allah'a doğru yola çıkmış) olan herkes; Allah'a ulaşmayı dilediği andan itibaren şehittir. İster Allah'ın düşmanları tarafından sıcak bir savaşın dışında öldürülsün , ister sıcak bir savaşta öldürülsün gene şehittir
Kim Allah'a ulaşmayı dilemişse o, kurtuluşa ulaşacak olan bir insandır. Yaşayabilirse mutlaka evliya olacaktır. Onun için Allahû Tealâ, Allah'a ulaşmayı dileyen herkese evliya namzeti olarak bakar. Bir sıcak savaşta, bunlardan birisi şehit olursa mutlaka cenneti görür, Allah'a da şahit olur; işte o şehittir. Şehit olduğu zaman mutlaka sırtüstü döner; yani yüzü göklere doğrudur. Kalp gözü açık olanlar, onun canlandığını ve göklerin ordularına katıldığını görürler. Arkadaşları onu almaya gelirler. (göklerin ordularından olanlar)
İşte göklerin orduları her devirde var olmuştur. Allahû Tealâ diyor ki: "Allah yerlerin ve göklerin ordularının sahibidir." Ya da başka bir ifadeyle yerlerin orduları ve göklerin orduları Allah'ındır. Öyleyse; sadece yerlerin orduları yok sevgili ziyaretçiler, göklerin de orduları var. Her sıcak savaşta veya her an şehit olan herkesin ruhu, bir fizik cesed hüviyetinde göklerin ordularına katılır; manevi rızık görür onlar.
General Trikopis, esir edildiği zaman İstiklal Savaşında General'e diyor ki: "Şu olağanüstü insanları görmek istiyorum" diyor. ''Bizi esir eden şu olağanüstü insanlar kim, nerde onlar?'' diyor ve onları esir alan askerler gösteriliyor kendilerine . "Hayır, bunlar değil. Biz bunlara ateş ettiğimiz zaman, bunlar ölüyorlardı. Ama aralarında başkaları vardı. Cübbeli, sarıklı, bu zamanın kıyafetine uymayan kıyafetler taşıyan bir takım insanlar. Biz onlara ateş ediyorduk, vurduğumuzdan emin oluyorduk; ama onlar ölmüyorlardı; ama onlar bize ateş ettiği zaman bizim askerimiz ölüyordu. İşte onlar bizi esir edenler. Onları bana gösterin" diyor.
Göklerin orduları her devirde hep var olmuştur sevgili ziyaretçiler, her devirde insanlar güzellikleri yaşamışlardır.
Öyleyse; bir sıcak savaşta şehit olmak, Allah'ın düşmanlarına karşı yapılan bir savaşta, o göklerin ordularına karışacağınızın kesin işaretini taşır. Sevgili ziyaretçiler, bu kainattaki en büyük şeref şehit olmak ve hemen arkasından göklerin ordularına katılmak şerefidir. Allah'ın yolunda çarpışan herkes Allah'ın askeridir. Ama orada artık bu dünya ile ilişkisini kesmiş, dünya standartlarında yaşamayan gerçek askerler var; göklerin ordularının mensupları. Bu şeref hepiniz için geçerli.
Osmanlı'da Yeniçeriler vardı. Orhan Gazi zamanında, Hacı Bektaşi Velî Hazretleri'nin dualarıyla kurulan bir ocak. Bir mürşide tâbî olmayan hiç kimsenin girmesi mümkün değildi ocağa. Yeniçeri evlenemezdi. Yeniçeri sadece askerdi ve muhteşem bir kudret gösterisinin sahibiydiler. Her yeniçeri göklerin ordularına katılabilmek şerefine ulaşmak için, Allah için savaşlarda ileriye atılırdı. Akıncılar her sefere çıkışlarında geri dönüp dönemeyeceklerini düşünmezlerdi bile.
Allah'a güvenen, Allah için savaşan, Allah için yaşayan, Allah için ölen, Allah'ın askerleri vardı Osmanlıda. Şehit olmak için yaşarlardı. Allah için yaşarlardı.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:28
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ocak 2006       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yükselme Devrinde Osmanlı, Avrupa'nın her noktasında, Tımar, Zeamet ve Has olarak 3 ayrı grup arazi tespiti yapmıştı. Oradaki kişiler, o toprakların sahibi olanlar, asker beslemek mecburiyetindeydi. O askerlere "Akıncılar" deniliyordu. Akıncı, akın yapan askerdi. Akıncı; öncü, gönüllü, kelle koltuktaydı. İlk, akıncılar akardı atlarıyla düşman iline. Arkadan gelen askerin güvenliğini sağlarlardı. Yolları kontrol altına alırlar, istihbarat toplarlardı.

Sponsorlu Bağlantılar
Her biri en az üç yabancı dili, ana dili gibi konuşan; muhteşem cengaverlerdi akıncılar. Çok süratli ve seri hareket ederlerdi, silahı en iyi akıncılar kullanırdı o dönem. Canını pervasızca, yüzlerce kez ortaya atardı her akıncı eri. Bu yüzden akıncılara fedai denirdi, dalkılıç, serdengeçti, deli denirdi. Nasibi olanlar, ak sakal bırakıncaya kadar yaşar; kimiyse yirmi yaşlarında şehid olurdu.
İlk akıncı beyi Gazi Evrenos Bey'dir. Sonraları Mıhaloğulları, Tunahan Bey ve Malkoç Bey akıncıları vardı. Akıncı beyleri doğrudan doğruya padişahtan emir alırdı. Salâhiyetleri çoktu; ama sefere çıktıklarında geri dönmeme emri de alabilirlerdi. I. Murat'ın ilk akıncı beyi Gazi Evrenos Bey'e yazdığı mektubta Osmanlı'nın akıncılara verdiği değer ve Osmanlı ruhu açıkça yansır.
Akıncılar bir ülkeye girdi mi, nerdeler bilinmez olurdu. Nereden çıkacakları kestirilemezdi. Düşman iline girdiklerinde küçük küçük kollara bölünerek yollarına devam ederler; ayrılırken birbirlerine "Kızılelma'da buluşuruz" derlerdi. (Hammer, VI, 264, n.1) "Kızılelma" ise Türk'lerin erişilmesi müşkül bir mefkureleridir. Bu ifade; akıncıların bir daha buluşmak ümitlerinin ne kadar zayıf olduğunu, kendilerinin de bildiklerini gösterir. Ve ayrılırken bu sözü söyleyebilen asker, dünyanın en yüksek millî kültür ve şuûrunu almış askeridir. Ondan mükemmel bir asker yetiştirmek hiçbir akademinin haddi değildir ve her akademinin ideali, zaten böyle bir asker yetiştirebilmekten ibarettir. Ve bir askerin bu cümleyi söyleyebilmesi için, en az bin yıllık bir ıstıfâdan geçmesi lâzımdır.(Yılmaz Öztuna VIX 425)
Bu akıncıları kelle koltukta akına yollayan; fedai, serdengeçti yapan, Allah yolunda ölme şerefinin hayaliyle yaşatan; Allah aşkı değil de nedir? Akıncıyı evinden, ocağından çıkarıp ülkesinden kilometrelerce öteye taşıyan şey; her gün biraz daha fazla insana hidayeti ulaştırabilmek için, i'lay-ı kelimetullah için, Allah için cihad etmekti. Osmanlı'da herkes başkaları için, Allah için bir şeyler vakfederdi; kimi camii, kimi hastane, kimi bu kuruluşlara para getirecek işyerleri, kimi kervansaraylar kimiyse akıncılar gibi hayatlar.
Akıncılar, o yüzyıllar boyunca Avrupa'nın fethinde çok önemli rol oynadılar; ama bir devre sonra; Allah'ın evliyası yerine, cinci hocalar hakimdi saraya artık. Devşirme paşalardan İbrahim Paşa, Akıncıların hepsini yok etmeyi başardı, savaş alanında yalnız bırakarak, çok miktarda düşmanın üzerine özellikle saldırtarak akıncıların yok olmasına sebebiyet verdi. Allah'ın düşmanları, Allah'ın dostlarının kökünü kazımayı başarmışlardı.



Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:29 Sebep: Kırık Link
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ocak 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi


Yazar: Joseph PAMİANKOWİSKİ
Yayınevi: Kayıhan Yayınevi

Kitabın yazarı 1909-1918 yılları arasında Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun İstanbul’daki büyükelçilikte askeri ateşe olarak bulunmuştur. O zamanlar Osmanlı’da içten bir çürüme, kokuşma başlamıştı. Bu çürüme her alanda mevcuttu. Bir örnek verecek olursak, bir memur sizden bir dakika izin istedi mi o, beş-on dakikayı bulur, iki dakika izin istedi mi 15-30 dakikayı, 5 dakika izin istemek ise işinizin o gün halledilemeyeceğini gösterirdi. Osmanlılar resmi görev icabı 4 ünvan kullanırlardı: Ağa, efendi, bey, paşa. Devlet hizmetlilerinin en alt kademesinde çalışan bekçi hizmetli, çavuş ya da erbaş gibi genellikle okuma yazma bilmeyen kişilere ağa; 8. derecedeki memur, subay ve kültürlü kimselere efendi; 7. ve 6. Derecedeki memur ve subaylar, yarbay ve albaylara bey; 5. derecedeki sivil ve askeri memura paşa denirdi. Ayrıca paşa oğluna bey, beylerin oğluna okuma yazma bilirse efendi denirdi.
1.BÖLÜM

Balkan harbi sırasında İngiliz ve Fransızların, Almanya’nın dostu Osmanlıların yenilmesini istemeleri, yazara büyük bir savaş çıkacağı kanaati vermiş. Türk ordusunun büyük bir ıslaha gereği vardı. Almanların Türk ordusunu ıslah için bir takım çalışmaları vardı. Fakat Rusya bundan rahatsızdı. Enver Paşa kumandanlığa getirilmişti. Padişahın bu haberi gazetelerden öğrendiği rivayet edilirdi. Enver Paşa Bosnalı bir Müslüman aileden gelir. Kibirli ve tecrübesiz oluşu Osmanlı’nın 1. Dünya savaşındaki mağlubiyetinin sebeplerindendir.
Enver Paşa, göreve gelir gelmez ordudaki bütün yaşlı ve tecrübeli paşaları görevlerinden aldı. Bu olay ordudaki dengeleri alt üst etti. Kendine muhalif olan bütün subayları tasviye etti. Askerlerin maddi durumu kötüydü, maaş alamıyorlardı.
Almanlar Osmanlı’yı kullanarak bir takım emellerine ulaşmak istiyordu. En büyük emeli Afganistan, İran ve Osmanlı’yı kullanıp İngilizlerin elinde bulunan Hindistan’a bir koridor açıp burayı eline geçirmekti.
O tarihlerde Almanya’dan işçiler getirtilip Osmanlı’da çalıştırılmıştı. Savaş sırasında Osmanlı’da faaliyetler gösteren Almanların sayısı 18-20 bin civarında idi. Zengin Mısırlı aileler Boğazı kapmışlardı. Şehrin içi sıcak fakat Karadeniz’den esen rüzgarlar havayı biraz serinletiyordu.
2.BÖLÜM

Dük Franz Ferdinand ve karısı bir Sırp genci tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan imparatorluğu Sırbistan’a savaş açtı. Rusya Sırbistan’ın yanında yer aldı. Böylece savaş başlamış oldu. Türkiye İngilizler’den kaçan Göben ve Breslav adlı iki Alman gemisini alarak gemilere Yavuz ve Midilli adını verdi. Neden böyle bir şey yapılmış ve İngilizler ve Fransızlara tavır alınmıştı?
Türkiye kapitülasyonların kalkmasını istiyordu. Kapitülasyonlar çok zararlı idi. Bu devletler çok düşük vergi veriyordu. Suç işleyen bu ülkelerin vatandaşları sadece kendi konsolosluklarında yargılanıyorlardı.
Türkiye parasını verdiği, İngilizlere sipariş ettiği Sultan Osman ve Reşadiye adlı iki gemiyi İngilizlerden alamıyordu. İngilizler bu iki gemiye el koydu. Bu olay İstanbul’da İngilizlere karşı büyük infial uyandırdı. Ülkeden uzaklaştırıldı. Bu olaylar üzerine Çanakkale Boğazı’na mayınlar döşendi ve 35 metre derinliğe varan bir ağ boğaza çekilerek, Çanakkale Boğazı 27 Eylül 1914’ te milletler arası ulaşıma kapatıldı. Sebep olarak da Çanakkale Boğazı önünde demirleyen İngiliz donanmasının bir Türk deniz muhribinin tahrip edilmesi gösterildi.
Enver, Talat ve Cemal Paşaların emriyle 28 Ekim günü Almanlar’dan alınan bu iki gemi Yavuz ve Midilli Rusya’nın Sivastopol ve Novorisk limanlarını bombaladılar. Bunun için Osmanlı Almanlarla 30 Milyon pound karşılığı borç aldı. Bu olaydan ne Padişahın ne de Sadrazamın haberi yoktu. Sadrazam bu olaydan dolayı Rusya’dan özür diledi. Rusya bu özürü bütün Alman subayların ülkeden çıkartılması karşılığında kabül edeceğini söyledi. Fakat İngilizler böyle bir şeye karşı çıkarak, İzmir limanına gitmekte olan iki Türk ticaret gemisine saldırıda bulunarak gemilerden birini de zaptettiler. Bunu bahane gösteren Paşalar savaşa karar verdiler.
3.BÖLÜM

Osmanlı, itilaf devletleri vatandaşlarına medeni devletlerde görülmeyen bir dürüstlük içerisinde muamele etti. Türkiye’den ayrılmak isteyenler tren ya da gemi ile memleketlerine gönderiliyor, kalmak isteyenler de kalmakta serbest idiler.
Osmanlı ordusu 1910’dan beri savaş halinde idi. Bu savaşlar 1910 daki Arnavut ve Şam’daki ayaklamalar, 1911 Trablusgarb savaşı ve Yemen ve Arnavutluk’daki isyanlar, 1912 Balkan harbi. Bu savaşlardan en büyük zararı Türk halkı görmüştür.
Savaş tüm şiddeti ile devam ederken itilaf devletleri Çanakkale Boğazı’nı geçmeyi denediler. İlk başta denizden sadece donanma ile geçmek istediler. Fakat gemiler denizdeki akıntı ve tecrübesizlikten dolayı bir türlü hedef tutturamadılar. Buna bir de Osmanlı bataryalarındaki erlerin şahane hedefi bulan atışları eklenince itilaf kuvvetleri boğazı geçmeyi başaramadı (18 Mart 1915) Bunun üzerine itilaf devletleri karada taarruza geçtiler. Fakat bunda da başarılı olamadılar. 9 ay süren savaşlar sonucunda her iki tarafta takribi 250şer bin zayiat verdiler.
Doğuda Ermenilerle, Güneyde İngilizler ve İranlılarla savaşılmıştı. Savaşlar sırasında Ermenileri doğuya İran’a doğru sürdü. Bu sürgün sırasında 250-300 bin civarında Ermeni yolda öldü. Ermenilerin amacı savaşlardan faydalanarak Ermenistan devletini kurmak istiyorlardı.
1915’larda Türkiye’de hayat pahalılığı hakimdi. Gerekli maddeler buğday, kömür, gaz ve petrol dışarıdan ithal ediliyordu. Fiyatlar 4-5 misli birden arttı. 1915-1916 yıllarında Arap halkı da çok sefildi. Bir çok kişi açlık ve soğuktan ölüyorlardı. Anadolu’da durum bundan farklı değildi.
Kuzeyden Erzurum ve Trabzon dahil doğu Anadolu Rusların elindeydi. Halk çok zor durumdaydı. Halk büyük kafileler halinde zor şartlar halinde altında bu yörelerden iç Anadolu’ya göç ediyorlardı. Halkın çoğu açlıktan ve hastalıktan telef oldu.
İngilizlerin kışkırtmasıyla Arabistan’da Osmanlı’ya karşı isyan başladı. Osmanlı güçsüz olduğu için yöre halkının ihtiyaçlarını yukarda da belirttiğim gibi karşılayamıyordu. Bundan yararlanan İngilizler orada Ermenilere para, yiyecek makam vaad ederek onları kendi tarafına çekmeyi başardı.
Güçlenen İngilizler Bağdat’ı aldılar. Buna sinirlenen Almanlar ve Türkiye, Berlin’de buluşarak büyük bir ordu hazırlayıp Bağdat’ın tekrar geri alınmasına karar verdiler. Fakat bu ordu tam anlamıyla hazırlanamadı. O zamanki şartlar gerçekten çok kötüydü. Bunun üzerine hazırlanılması düşünülen ordu, Sine cephesine kaydırıldı. Bu ordu sayıca fazlaydı. Fakat ellerinde yeterli tüfek yoktu. 75-80 bin kişilik orduya 15 bin tüfek düştüğü düşünülürse durumun vehameti daha iyi anlaşılır. Sonuç olarak bu cephede de Türk ordusu Şam’a çekilmek zorunda kaldı. Savaşın en ilginç yanlarında birisi de Osmanlı ordularının başında hep Alman komutanların olması idi.
4.BÖLÜM

Doğuda Bolşevik devrimi sonucunda Rus ordularında bir gevşeme oldu. Bunun üzerine Ruslar barış antlaşması yapmak zorunda kaldı. Brest Litowsk antlaşması imzalandı. Ruslar Doğu Anadolu’dan çekildi. Bunu fırsat bilen Osmanlı Kars, Ardahan ve Batum’u geri aldı. Bu olaya Ermeniler ve Gürcüler karşı çıktı. Bu kargaşa ortamından yararlanmak isteyen Osmanlı Gürcistanı’da almak istedi. Bunun üzerine saldırıya geçti. Fakat Almanlar bu durumdan çok rahatsız oldu. Çünkü Almanların Hindistan’a gitme hayalleri burudan geçiyordu. Almanlar Bakü petrol kuyularını ele geçirmeyi ve Kafkasya’daki bütün hammaddeleri elde etmeyi ve Kafkasya ‘dan İran’a, Ortaasya, Afganistan ve Hindistan’a giden yolu açmayı istiyordu. Almanlar, Eğer Türkiye Gürcistan’a girmekte diretirse ittifakı bozacakları tehdidini bile savurdular. Bu durum üzerine Türkiye bütün Kafkas ülkelerini Türkiye’ye çağırarak bir antlaşma yapmayı önerdi. Fakat Almanlar bir takım gizli planlar yaparak Rusya ve Gürcistan’ın anlaşmasını sağladı. Bu durum Türkiye’nin aleyhine idi. Bunun üzerine Türkiye’de Almanlar’a karşı bir öfke başlardı. Fakat daha sonraları İngilizler’in başlatmış oldukları yeni taaruzlarla bu durum hafifledi. Savaş gittikçe kötüye gidiyordu ve sonunda Türkiye itilaf devletleri ile 30 Ekim 1918’de Mondoros Mütarekesini imzalamak zorunda kaldı. Bu anlaşmaya göre:
  1. Çanakkale ve İstanbul boğazları açık tutulacak.
  2. Boğazlarda ve İmparatorluğun stratejik önemi olan yerleri itilaf devletleri tarafından işgal edilebilcekti.
  3. Türk ordusu derhal terhis edilecek.
  4. İran, Suriye, Irak, Kilikya ve bütün Arabistan tahliye edilecek.
  5. Bütün Alman ve Avusturya Macaristan tabeası asker ve sivil kişiler Türkiye’yi bir ay içinde terk edeceklerdi.
Bu antlaşmadan sonra Talat Enver ve Cemal Paşalar İstanbul’u terk ederek kaçtılar. İtilaf devletleri İstanbul’u işgal etti. Yazar da İstanbul’u gemi ile terk etmek zorunda kaldı.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:29
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi




Şeyh Edebâli, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gazi'nin kayınpederi ve hocasıdır.
Karaman'da ilk eğitimini alan Şeyh Edebâli, eğitimini ilerletmek amacıyla Şam'a gitti. Şam'da hâdis-i şerif, tefsir ve fıkıh ilimlerinin eğitimini aldı. Ancak her Allah dostunun geçtiği yollardan, o da geçti ve aldığı ilim ona yetmedi. Mevlâna Celâleddin-i Rûmi'ye tâbî oldu; gerçek İslâm'ı öğrendi. Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan 28 basamağı geçerek, kendisi de mürşid oldu.
Bu sırada Selçuklu Devleti, çöküntüye doğru gidiyordu. Moğollardan kaçan Oğuz Boyları, Anadolu'ya büyük gruplar halinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu Boylardan biri de Kayı Boyu idi. Kayı Boyu'nun başında, Ertuğrul Bey bulunuyordu. Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey'in velilere olan saygı, hürmet ve ilgileri, büyük bir devletin müjdesini veriyordu.
Ertuğrul Gazi, bir gece gittiği Kur'ân-ı Kerim sohbetinde, o güne kadar işitmediği şeyleri dinledi. Dünyada bulunmasının bir sebebi olduğunu, ilk defa düşünüyordu. Rabbine sarılmayı, Rabbine sığınmayı, biricik Allah'ına ulaşmayı diledi. O gece uyumak için girdiği odada, sabaha kadar Kur'ân-ı Kerim'in huzurunda, hürmet ve tazimle ayakta durdu. Fakat sabaha karşı dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyasında kendisine: "Sen Benim kelâmıma hürmet ve tazimde bulundun. Ben de senin evlâdına, kıyâmet gününe kadar daim olacak bir ulu devlet ihsan eyledim." dendi.
Ertuğrul Gazi, bunun üzerine yanına oğlu Osman Bey'i de alarak Konya'ya, Mevlâna'ya giderek ona tâbî oldu. Mevlâna, küçük Osman'ın başını okşayarak: "Biz, kendimize bir oğul bulduk." dedi ve hayır dualar etti.
Şeyh Edebâli, Eskişehir yakınlarında halkı irşad ediyor, insanlara sulh ve sukûn dağıtıyordu.
Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Bey, Şeyh Edebâli'nin derslerine devam ediyorlardı. Osman Bey bir gece bir rüyasında, Şeyh Edebâli Hazretleri'nin koltuk altından çıkan bir nurun gelip göğsüne indiğini; o nurun girmesiyle, karnından bir ağaç peydah olduğunu gördü. Rüyasında ağaç birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifade etmeye başladığı sırada Osman Bey uyandı.
Rüyasını Şeyh Edebâli Hazretleri'ne anlattığında, yüce şeyh şöyle buyurdu:
"Oğul! Sen; Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra 'bey' olacaksın. Kızım Mal Hatun'la evleneceksin; benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz ******zdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahû Tealâ nice insanın, huzur ve saadete kavuşmasına, TESLİME ULAŞMASINA, senin neslini vesile edecek."Şeyh Edebâli Hazretleri, Osmanlı Devleti'nin temellerine duasını da kattı. Anadolu'ya dervişlerini yolladı. Kardeşlik ile aşkla, îmânla, tevhidi; Osmanlı çatısı altında oluşturabilmek için çalıştı.

AKŞEMSETTİN HAZRETLERİ

" Konstantiniye bir gün mutlaka feth olunacaktır. Onu feth eden asker ne büyük bir asker, onu fetheden kumandan ne büyük bir kumandandır. " buyurmuştu güzeller güzeli Peygamber Efendimiz (S.A.S)
14 Asır önce müjdelenmişti İstanbul'un fethi, kıymetlilerin en kıymetlisi tarafından. Alemde kaç kişiye nasip olurdu, Allah'ın sevgilisinin övgüsüne mazhar olmak ? Allah aşkı için, Resulu Ekrem sevdası uğruna ; gözü, gönlü Allah'a dönük nice Hakk dostu, nice Hakk sevdalısı dayanmıştı surların kapısına.
Ama bir Osmanlı vardı ki Onu kuranlar hamurunu imanla yoğurmuş, aşkla işlemişti. Osmanlı sultanlarının herbiri bu şerefe mazhar olmak için dayanmıştı Bizans'ın kapısına...

Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri II. Murat'a şöyle söylüyordu.
--- Sultanım, fetih şu bizim köseyle, sizin Mehmed'e nasip olur, ben dahi o günü göremem!...
Üstâdının bu sözlerini duyan Akşemseddin büsbütün vahdet deryasına atıldı. Çünkü kendisini büyük bir vazife bekliyordu. İstikbâlin Fâtih'i onun elinde şekillenecekti...
Nitekim öyle de oldu. Zaman ırmağı sonsuza doğru aktı, günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Sultan Murad Han oğlu Muhammed Osmanlı tahtına çıktı... Hiç vakit kaybetmeden bütün âlimleri Edirne'ye dâvet etti ve onlardan sordu. Herkes fikrini söyledi. Sıra Ak Şeyh'e gelince şöyle dedi:
--- Allah Resûlü'nün iltifat-ı seniyyesi size vâki olmuştur! Gayret sizden, yardım yüce Allah'tan... Hiç tereddüt etmeden küffâr üzerine yürüyünüz!...
Her zaman keskin bir bıçak gibi parlayan zekânın sahibi İkinci Sultan Muhammed Han, ordusuna dikkat emrini verdi ve fetih ordusu nurdan bir ırmak gibi Konstantiniyye üzerine aktı...
1453 Nisan'ının beşinci Perşembe günü, güneş ak tepeli dağlar ardında gülümserken, İstanbul surları önüne geldiler... Hünkâr, o gün öğle namazını binlerce cengâverin arasında kıldı ve namazı müteakip kuşatmanın başladığı ilân edildi...
Fetih ordusunda kimler yoktu ki... Velîler, âlimler, cengâverler, sırtı yere gelmemiş pehlivanlar, bülbül sesli hâfızlar... Ulubatlı Hasan gibi ay yüzlü delikanlılar ve Zühre gibi parlak vezirler...
Ve cenk bütün şiddetiyle başladı... Bir gün, iki gün, üç gün derken, günler zincir gibi uzayıp duruyordu.
İşler böyle sıkışınca ümit yıldızı da ufukları terk etti ve konuşanlar oldu:
--- Bir şeyhin sözüyle asâkir-i İslâm'ı burada helâk edeceğiz!...
Bu sözler genç hünkârın kulaklarına çarptı. Derhal paşasını şeyhin huzuruna gönderip sordurdu:
--- Fetih ne zaman?
Cevap hiç de iç açıcı değildi... O kat'i bir cevap istiyordu, istiyordu ama alamıyordu...
Yine günler süren cenk ve yine müyesser olmayan fetih... Artık sabır taşı da parçalanmıştı... Aslında sabır güzel bir şeydi de, bu an herkes kendisini bir sevdânın alevine kaptırmıştı. Âşık ise sabır bilmezdi... Fatih haykırdı:
--- Ya ben bu şehri alırım, ya Bizans beni alır!
Ve paşalardan birini yine Ak Şeyh'e gönderdi:
--- Hazret, ta'yîn-i vakt eylesün!... Fetih ne zaman vâki olacaktır?
Paşa koşar adım Ak Şeyh'in çadırına gitti... O da ne? İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu... Ak Şeyh, mübârek alnını yerlere koymuş ağlıyordu. Seccadesi gözyaşı incileriyle ıslanmıştı... Feryâd ü figânı Arş'a merdiven dayamıştı ve o demde kendisine kesin işaret vâki oldu, hemen hünkâra haber uçurdu:
--- Mayısın 28. gecesi şafağında genel hücum yapılırsa Allah'ın yardımıyla fetih müyesser olacaktır!...
Bu haberi alan genç hünkârın yüzünde görülmemiş bir ışık pırıldadı ve bütün hazırlıklar yapılıp surlara doğru akın başladı... Genç hünkâr atının üstünde ve dimdik, gözleri ufukları kucaklayacak gibi keskin bakıyor... Birden Ak Şeyh'in olmadığını fark etti... Onu bulmalıydı, ondan mânevî destek almalıydı...
Etrafına ateşli nazarla baktı... Hayır!... Şeyh yoktu... Çadırında olsa gerekti. Atını şeyhin çadırına sürdü. Kapıdan içeri bakmak istedi. Nöbetçi haykırdı:
--- Dur Sultanım! Şeyhin kesin emri vardır!...
Fatih, nöbetçiyi dinlemedi ve başını uzatıp içeriye bir göz attı. Ak Şeyh başını secdeye koymuştu. Dili de hep inciler saçıyordu:

--- Yâ Rabbî, diyordu; bir bölük mücâhidi yerindirme, küffârı sevindirme, asâkir-i İslâm'ı mansur ve muzaffer eyle!...
Bu hâli gören Fâtih yepyeni bir ümitle doldu ve atını şaha kaldırıp yıldırım gibi cenk sahnesine düştü... Bir taraftan da nâra atıyordu:
--- Haydi arslanlarım; Allah için can verecek gündür!... Koman yiğitlerim... Vurun hâ vurun!...
Kulağının dibinde bir ses çınladı:
--- Yetiştim padişahım!...
Bu Ulubatlı Hasan'dı... Surlara doğru ilerliyordu... Hünkâr, bu genç adama bir nazar attı, dudakları tebessümlerle doldu ve dedi:

--- Allah seni nazardan saklasın!...
Ulubatlı şehid olmak için kalelerin burcuna tırmanıyordu... Bir anda sanki kıyâmet kopmuştu... Okların çekirge bulutu göklerde yüzüyordu. Binlerce, yüzlerce ok yağıyor, yağıyordu... Ne var ki, göğsü îman dolu cengâverler bir nefes olsun durmadan ileriye hamle yapıyorlardı... Bütün bu ateşten âlem sürüp giderken Ak Şeyh de yüzünü secdegâhın topraklarına sürüyor ve inliyordu:

--- İlâhî! Nûrun şerefine, Habîbin hürmetine bize zafer nasip et! Bir bölük mücâhidi mahzun etme!...
Secdeden başını kaldırdığında yüzünde elmaslar oynaşıyordu. Artık vakit tamamdı. İstanbul fethi gerçekleşiyordu... Gözyaşları şimdi de sevinçten akıyordu...
Tekbir sesleri, ezan ve Kur'ân nağmeleri surlarda bulutların kanadına konup semâ semâ yükselirken beklenen an geldi ve İstanbul kapıları ebedî olarak Müslümanlara açıldı... Fetih, Akşemseddin Hazretlerinin dediği demde olmuştu... Hünkâr, saâdetinden uçacak gibiydi... Mübârek yüzünden nurlar akıyordu... Beyaz atı üstünde ilerliyordu... Hemen yanı başında yüce mürşidi bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selâmlayan mağlûplar, Akşemseddin'i hünkâr sanarak ona doğru koştular ve ellerindeki çiçekleri Ak Şeyh'e uzattılar:
--- Buyurunuz, ey âlem padişahı!...
Yüce şeyh, eliyle hünkârı işaret ederek:
--- Sultan Muhammed Han odur, ona gidiniz!...
O zaman, genç ve muzaffer kumandan güneş güneş gülümsedi ve dedi:
--- Gidiniz, yine ona gidiniz!... Evet, ben padişahım, ama o benim hocamdır!
Bir hoca, bir üstâd ve bir şeyh için bundan büyük saâdet hayâl edilebilir mi?...


AZİZ MAHMUT HÜDÂYİ HAZRETLERİ

BUZLARI KAYNATAN AŞK

Hüdâyi Hazretleri, tasavvuf denizine dalmış, vahdetin halis ırmaklarından gönül kovasını doldurmuştu. Mürşidi Üfdâde Hazretlerini Allah kapılarına ulaştıran bir güneş olarak görünüyor ve onun eteğine öyle sarılıyordu. Ona öyle candan hizmet ediyordu ki; sanki başını onun yolunda ayak yapmıştı.

Bursa'da derin ve şiddetli bir kış hüküm sürüyordu. Mevsim, kara kış denilen mevsimdi. Evlerin saçakları, buzların billur avizeleriyle dopdoluydu.
Hüdâyi, bir sabah gözlerini açtı ki; mürşidinin abdest vakti gelmiş, yüce mürşid halvetten çıkmış, o hâlâ abdest suyunu ısıtmaya vakit bulamamıştı. Ateş yakacak zaman da yoktu. Neredeyse mürşidi kendisine seslenecekti. Pürtelaş, bakır ibriği kaptı. Kaptı ama ibrik sanki buz kesmişti. Telaştan ne yapacağını şaşırmış bir halde, buz kesmiş ibriği kalbinin üstüne koydu ve sıkıca sarıldı, Rabbine sığındı. Üftâde Hazretleri, ağır ağır merdivenin basamaklarından iniyordu. Kucağında ibrikle Hüdâyi'yi gördü.

-Dök bakalım suyu evlâdım.
diye buyurdu.

Hüdâyi, mürşidinin eline soğuk suyu nasıl dökecekti? Lâkin emri yerine getirmek gerekti. Çekinerek ve utanarak üstadının mübarek eline su dökmeye koyuldu. Üftâde Hazretleri, her zamanki gibi abdestini alıyordu. Döktüğü suyun sanki kaynamış gibi soğuk havayla karşılaşınca, hafif bir duman çıkardığını gören Hüdâyi, şakınlık içerisinde bakarken üstadı:
-Aziz'im, bu su, odun ateşiyle ısınmış suya benzemiyor. Aşkının ateşi, elimizi yaktı.
-Ey Rabbim! Bu Hüdâyi, bana çok güzel hizmet ediyor, ona da padişahlar hizmet etsin!…diye dua etti....
......
16 yıl kadar sonra, Sultan Ahmed Han bir gece rüyasında; Avusturya Kralı ile güreşe tutuştu. Şiddetli bir boğuşmadan sonra, sırt üstü yere düştü. Kral, göğsünün üzerine çıkıp oturdu.
Bu rüyanın tesiriyle uyanan Sultan, derhal tabiri için bir Allah dostu aramaya koyuldu. İşte o dem, veziri kendisine Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri'nden bahsetti. Sultan, rüyasını kendi eliyle yazdı ve itimada şayan bir adamıyla, Üsküdar'daki dergâha gönderdi.
Hüdâyi Hazretleri ise Allahû Tealâ'nın bildirmesiyle rüyadan haberdardı. Önceden tabirini yapıp, aynı itinayla bir mektup şeklinde Sultan'a göndermek için hazırlamıştı. Padişahın adamı, kapıyı çalınca hiçbir sual etmeden:
- Al, sorularının cevabı burada.

dedi.

Sultan, mektubu defalarca okudu.
- En kuvvetli dayanak topraktır, insanın en kuvvetli uzvu da sırtıdır. Sırtınız toprakla birleşerek, güç üstüne güç kazanıyor. Bu ise, yüce İslâm'ın küffara galebesi demektir. İşte rüyanın içindeki gerçek ! Allah kılıcınızı keskin etsin...
Böylece Sultan, ezelde kendisi için tayin edilen mürşidiyle tanışmıştı ve ömür nefeslerinin incilerini, O'nun yanında, O'na karşı hürmetlerin en güzelini göstererek tüketiyordu.
Hüdâyi Hazretleri, elli yaşlarını geride bırakmışlardı. Bir gün, Osmanlı Hünkarı at üstünde, Üsküdar çarşısında geziniyordu. O an yol güneşi, gönüllere gaybî inciler saçan sultanı Hüdâyi Hazretleriyle karşılaştı, hemen atından indi ve hürmetlerin en güzeliyle mürşidine atına binmesini rica etti. Bir süre sonra, Hüdâyi Hazretleri at üstünde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yüce hakanı ise yaya olarak yürüyorlardı. Bir müddet gittikten sonra:
- Ey devletlü Sultanım, yanımda yaya olarak yürümenizi asla istemem. Ne var ki, şeyhimin emri yerini bulsun diye bindim.

dedi ve böylece mürşidinin senelerce önce söylediği sözü vuku bulmuş oldu.

Mürşidine hürmetlerin en güzelini gösteren Osmanlı sultanları, Osmanlı'yı Nizam'ul Âlem yapanlardı. Onlar, koskoca bir imparatorluğu yönetirken, Allah'ın en sevgililerin yardımı doğrultusunda yönetmişlerdi ve işte koskoca bir imparatorluğun temellerini bu şekilde sağlamlaştırmışlardı.

OSMAN BEDRETTİN HAZRETLERİ
Erzurum, Rusların hücumuna uğramıştı. 8 kasım 1877'de vuku bulan bu savaş, tarihte 93 harbi adıyla bilinir. Aziziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silahlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdafaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihat için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp; balta, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı.
Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Camii şerifi minaresinden sabah ezanı okunmaya başladı. Bu ezanı Osman Bedrettin Hazretleri okuyordu. Ezan ihlas ve sadakatla öyle okunuyordu ki Erzurumun dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezanı tekrar ediyordu. Ezan sesi dalga dalga yayılıyor, ufukları aşıyordu. Bu ezan halka bambaşka bir şevk ve cesaret vermişti. Okuyanda bir başka hal vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesaretle Allah Allah nidalarıyla, Aziziye tabyalarını işgal etmiş olan moskofların üzerine hücum etti. Ilk hücumda moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu Miralay Bahri Bey, halkı gazaya teşvik için haykırıyor; "urun kardaşlarım, dadaşlarım urun" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Aziziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getirerek Ezanı Muhammediyi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yaverlerine emretti. Etrafa dağılan yaverler ve çavuşlar ezanı okuyan zatı arayıp buldular. Bu zat, Erzurumun Abdurrahman Ağa mahallesinde Hoca Selman Sukuti Efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin idi. Bu husus Gazi Ahmet Muhtar Paşa'ya arz edilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt Ismail Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecenla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezanı okuyan zatı tanıdım. Erzurumlu Miralay Fahri Bey'in kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silah yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hal idi. Çok dikkatli seyrediyordum bu zatta manevi bir hal var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazaya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın şöyle diyordu: "hatice bacı, bak görüyormusun? Selman efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor." Ben bu sözü duyunca bu sefer daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hadiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın veli bir zat olduğunu anladım ve kerametini gözlerimle gördüm."
Gazi Ahmet Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; " Bre Paşa kardaş niçün demezsinizki bu cenkte üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle beraberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsanıdır" dedi. Bunun üzerine Kurt Ismail Paşa şöyle ilave etti. "Şu anda o şehit düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Bey'in başındadır" Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen Hafız Osman Bedrettin Hazretleri 28.alayın 3. taburu imamlığına tayin edildi. Ve artık "İmam Efendi" diye tanındı.
İşte Allah dostları ve onların elinde yükselen, yücelen Osmanlı ordusu…



SÜMBÜL EFENDİ HAZRETLERİ

Sümbül Sinan ile cihangir padişah Yavuz Selim Han arasında geçen bir hadise vardır ki, efsane çapında güzel. Çirkinleri güzelleştiren, dikenleri güller haline getiren etrafta ıtırlar ve miskler saçan bu veli kullar Osmanlı'nın batmaz güneşleridir onlar…
Yıl 1512… Alem padişahı Yavuz Sultan Selim vezir vüzerasını, paşasını, kumandanını, alimini, ulemasını yanına alıp Bursa istikametinde yola revan oldu. Bursa'da aziz cedlerinin kabirlerini ziyaret edecekti. Yeşil Bursa'ya şanlar şereflerle girdi. O sırada Koca Mustafa Paşa, küçük vezir sıfatıyle hünkarın yanında bulunuyordu.
Türbeleri bir bir ziyarete başladılar. Ziyaret sırası talihsiz Cem Sultan'a gelmişti. Padişah sandukanın başında derin düşüncelere daldı.
Yüreğine sanki zehirli hançerler çakılıp kalmıştı. Amcası Cem'in çileli hayatı gözünün önünde billurlaştı. Basina neler gelmemisti ki, vatan topraklarını terk etmiş, kafirlerin azap diyarında son uykusuna dalmıştı.
Cem Sultan, güzel vatandan, aziz topraktan uzakta, gündüzü olmayan hicran gecelerinde ne acılarla kıvranıp zari zari ağlamıştı. Ne mısralar söylemiş, fakat kimsenin yüreğini yumuşatamamıştı. Nihayet ecel rüzgarı can kandilini söndürmüştü. Ama nasıl söndürüş?
Kuruyan dudaklarına bir damla su verecek kimsesi bile yoktu başında. Firkat şimşeğiyle yana yana vefasız dünyadan ayrılmıştı.
Yavuz Sultan, babasıyla amcasının aralarını bozanın küçük vezir olduğunu düşünüyordu ve O'na haddini bildirmek niyetindeydi.
Yavuz Selim Han'ın yüzünde damar damar gazap belirdi. İstanbul'a döner dönmez kükredi:
_Tiz küçük vezirin camisi yıkılsın. Böyle bir adamın camisi de, imareti de İstanbul'a gerekmez, yerle bir edilsinler.
Yavuz bu, kükreyişi gökleri titreten alem padişahı. Emrine kim karşı koyabilirdi ki….Lakin nedendi bu kadar öfke, başka birşey daha vardı içini yakan kavuran bir arayış, ama kime, nereye…

Kama, kürek, balta alanlar yola koyuldu. Padişahın emriyle Koca Mustafa Paşa Camii'ni yıkmaya gidiyorlardı. Gürül gürül avlu kapısından içeri doldular.
Sümbül Efendi hiçbir şeyden habersiz gibi toprak kazmakla meşguldü. Çapasını bir yana fırlatıp padişahın adamlarının yüzüne sakin sakin baktı ve dedi ki:
_ Hayrola ne istersiniz?
Sanki herkesin dili tutulmuştu. Şu sevimli Şeyhin hitabı ve bakışı gelenleri mecnuna döndürmüştü. Şeyhin mana dolu gözleri insanın ta ciğerine oklar yağdırıyordu. Mümkün müydü ona karşı durulsun? Padişahın adamları da karşı duramadılar ve izleri üzerine geri dönüp dediler ki:
_ Biz o camiye elimizi süremeyiz.
Bu söz, dalgalana dalgalana ta hünkarın huzuruına kadar vardı. Hem de cihanı titreten heybetli hünkarın. İsmi Yavuz'a çıkmış bir padişahın emri yerine getirilmesin. Bu hiç olacak şey mi ki? Ne var ki olanlar oldu, kimsecikler o dergaha kazma vurmaya cesaret edemedi.
Hünkarın yüzünde celal şimşekleri öyle bir çaktı ki, görenler ak çiçekli söğüt dalı gibi titrediler.
Hünkarın gür sesi kubbelerde çınladı:
_ Tiz atımı hazırlayınız, o yeri ben kendim yerle bir edeyim!..
Ve öfkeyle atına atladı, yanına alacakalrını aldı. Rüzgar rüzgar uçarak Sümbül Efendi'nin dergahına vardı. Nazlı Sümbül'ün inciler dolu gönlüne Hakk, ilham yağmurunu yağdırmıştır bile. Sümbül Efendi derhal hırkasını sırtına, tacını başına giydi. Birkaç dervişiyle cami avlusunda beklemeye koyuldu.
Şimşek şimşek gelen hünkar atının nal seslerini duyunca gözlerini kapadı. Yanık gönlünün diliyle:
_ Ya Allah, ya Fettah, ya Cebbar! Diye inledi.
Cihan padişahı Yavuz Selim Han, kapı önünde attan atladı, ok gibi ileriye fırladı. Yüzünde yine alevler oynaşıyordu. Küt küt yürüyerek birkaç adım atmıştı ki, hızı birdenbire kesiliverdi.
Onu, olduğu yerde çivi gibi çakan neydi ki?
Aşıklar ve dervişler niyaz duruşunda, başları yerdeydi. Dervişlerin ortasında ise dergahın şeyhi süt gibi beyaz sakalıyla ve arslan gibi dik başıyla Yavuz'a nazar ediyordu. Öyle bir nazar ki bu Allah'ın nazarıydı. Allah'ın gözlükleriyle bakıyordu Sümbül Sinan…
İnsanın ciğerinin zarına işleyen bu bakışlar, taşların bile sinesindeki cevheri meydana çıkarıyordu. Kaldı ki Yavuz'un kalbini delmesin. Yavuz Sultan Selim Han daha fazla dayanamadı, usul usul yürüyerek Sümbül Efendi'nin önüne kadar vardı:
_ Peki, dedi; yıkılmasın!.. Gelişimiz sizi ziyaret olsun!..
_ Ey devletlim dedi; padişahların ahdinin yerine getirilmesi gerekir. Hiç değilse ocakları yıksınlar, hünkar sözü vücut bulsun!..
Yavuz ne diyebilirdi ki:
_ Öyle olsun, ey yol güneşi dedi.
Aradığını bulmuştu artık, içini yakıp kavuran mürşidine kavuşma arzusuydu ve Onun bir tek nazarıyla sönmüştü gönlündeki yangın…
Sırtından kendisine pek yakışan beyaz samur kürkünü çıkardı, hürmetlerin en güzeliyle Sümbül Efendi'ye giydirdi.
_ Ey İsa nefesli Pir dedi. Bu kürk hoş bir hatıra olarak sizde kalsın.
Ve Sümbül Efendi'nin huzurundan ayrıldı. Yarenleriyle beraber saraya davet etti. Ne var ki olup bitenlerden herkes hayretteydi. Dayanamayıp sordular:
_ Ey devletli! Bu ne acayip bir iş, niyet ne idi, ne oldu?
Yavuz Selim Han tatlı tatlı gülümsedi:
_ Behey ademler! Bir adamın ki elini Hakk tutar, ona padişah gücü yeter mi? Bir adam ki sadece Hakk'tan korkar, padişah ona ne etsin?



SOMUNCU BABA HAZRETLERİ

Somuncu Baba adı ile anılan tasavvuf büyüğü Şeyh Ebû HâmÎdeddin-i AksarayÎ, Bursa'da ekmekçilik yapmıştı. Çevresinde çok sevilen ve sayılan bir kişi olan Somuncu Baba yaptığı ekmekleri satarak geçimini sağlıyordu. 1358 yılında Bursa'ya geldiği ve topraktan iki fırın kurarak ekmek yaptığı söylenir. Yaptığı ekmekleri alan bir daha almak istiyordu. Çünkü, bu lezzet başka hiçbir ekmekte yoktu.
Somuncu Baba somunlarını yaparken kardığı hamuru Allah, Allah zikri ile pişiriyordu. Bütün Bursa halkı bu tadı başka hiçbir ekmekte bulamıyorlardı. Ne yazık ki, iki küçük fırında ancak 90 ekmek, oda zorlukla çıkıyordu. Bir merkebi vardı, Bursa sokaklarında sabah, akşam onunla ekmek satıyordu. Günde iki kez Bursa sokakları onun saçı sakalı ağarmış ve nurlu yüzü ile şenleniyordu. Ekmek ihtiyacı olmayan bile onun o kulağa hoş gelen sesini ve nurlu yüzünü görmek için sokağa fırlıyordu.

-Somunlar, MÜ'MİNLER!

Evet, Somuncu Baba Bursa sokaklarında mü'minlere ekmek satıyor, ekmeklerin mis gibi kokusu her yanı sarıyordu.
Bu ara Emir Sultan Hazretleri de Bursa'da idi ve çömlekçilik yapmakta idi. Emir Sultan Hazretlerini babası şu sözlerle büyütmüştü.

- Ey Oğlum! Resûl'ü babandan ve annenden daha fazla sevmelisin.

Soyunla öğünmelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı. İlim öğrenmekte asla üşenmemelisin. Selam vermeden hiçbir topluluğa girmemelisin.!
Emir Sultan'ın yaptığı çömlekleri de dervişler Bursa çarşılarında satarlardı. O çömlekle yapılan yemeklerin lezzeti başka bir kapta bulunmazdı.

Bu iki ulu kişinin bu âlemde tanışması şöyle rivayet edilir:
Somuncu Baba bir gün fırınlarının yanında duruyor ve ekmeklerin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık, sırtında nohudi renkte bir elbise olan genç bir adam geldi.elinde bir çömlek vardı,üstünde de bir kapak.

- Selâmün aleyküm babam diyerek Somuncu Baba'nın yanına sokukldu.

- Aleykümselâm, diyen Somuncu Baba,bu genç ziyaretçiyi şefkatli bakışlarla süzdü hiç konuşmadan tanıştılar.

Somuncu Baba sordu:
-Çömlekte aş var herhalde .

Emir Sultan:
-Evet baba'm, diye cevap verdi.

Çömleği Emir Sultan'nın elinden alan Somuncu Baba:
-Koyayım fırına, o da ekmeklerle pişsin, dedi.

Fırının Kapağını açtı. Kürekle çömleği içeri sürecekti. Hayretle çömleğin fırına girmediği gördü. Bir, iki deneme, ama nafile. Çömlek fırından içeri girmiyordu. Döndü, sımsıcak bakışlarla Emir Sultan'ı süzdü. "Anladım" diye mırıldandı.

-Bunu ancak sen koyabilirsin fırına.Buyur kendin sür.

Emir Sultan saygı ile küreği aldı, fırına sürdü. Ama fırın buz gibiydi. Ateş yoktu. Hayret etme sırası Emir Sultan'daydı. Somuncu Baba rahatlatan bir gülümseme ile baktı Emir Sultan'a. Yumuşacık bir sesle:

-Birazdan pişer, dedi.

Mana aleminde zaten tanışıyorlardı. Zahirde de bu olay tanışmalarına vesile oldu.

Somuncu Baba hem somunlarını satıyor, hem de öğrencilerine ders vermeye devam ediyordu. İlm-i ledun sahibi Somuncu Baba Bursa halkını İRŞAD ediyordu.

Yıldırım Beyazıd zamanında Bursa'daki ünlü Ulu Caminin açılışı yapılacaktı. Emir Sultan, Yıldırım Beyazıd'ın kızı Hindu Sultanla evlenmiş, onun damadı olmuştu. Ulu Caminin açılış konuşması için Yıldırım Beyazıd damadı Emir Sultanı görevlendirdi.

-Ulu Caminin açılışını sen yap, dedi. Yıldırım Bayezid Han bu ricada bulunurken biliyor du ki karşısında Rabbinin sevdiklerinden, dostlarından bir zat vardı. Bu da Yıldırım Bayezid Han'ın gözünde Emir sultanı damat olmasından çok daha öte mertebelere taşıyordu.

Emir Sultan Besmele ile konuşmasına başlamak için hazırlanırken, durdu ve Allahu Teala'dan aldığı bir işaretle
"Devrin Gavs-ı Azamı buradayken konuşma yapma yetkisi bizim değildir"diyerek, cemaatin içinde bir başka Allah dostunun daha olduğunu onlara bildirdi. İşte şimdi Yıldırım Han'ın gözleri bir başka ışıkla parlıyordu. Allah'ın o devirde yaşayan en yüksek mertebeye sahip evliyalarından biri oradaydı. Yıldırım Han, Allah dostlarına karşı olan sevgiyi ve saygıyı atalarından öğrenmişti. Biliyordu ki koskoca bir imparatorluğun temelleri evliyalarla birlikte atılmış, onlarla şekillenmişti. O mübareklerin duasıyla çıkıyordu her seferine, Allah için, Allah yolunda savaşıyordu. Damadının cemaate bildirdiği zat emin adımlarla ve büyük bir mütevazilikle minbere doğru ilerliyordu.

İnsanlar ancak o an Somuncu Babanın Allah'ın ne büyük bir evliyası olduğunu öğrenebilmişlerdi.
Somuncu Baba meraklı bakışlar arasında minbere çıktı ve cemaate, Allah'ın katında sahip oldukları ilimlere göre üç ayrı konuşma yaptı. Konu takvaydı,ön takva, ekber takva, bihakkın takvayı anlatıyor.

Ön takvayı avam da anladı, havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi.
. Ekber takvayı havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi. Sıra bihakkın takvaya gelince, bunu sadece hass-ül havas anladı, dedi.

Somuncu Baba konuşmasını bitirince minberden iniyor. Avamdan, havastan, hass-ül havastan birer kişi Somuncu Babayı o akşam yemeğe davet ediyorlar. Ayrı ayrı yerlerde... Somuncu Baba hepsinin davetini kabul ediyor.
Ertesi gün hass-ül havas diyor ki:
-Dün gece Somuncu Baba bizdeydi, çok güzel sohbet yaptı.

Havas diyor ki:
-Nasıl olur, Somuncu Baba bizdeydi, sohbeti esas bize yaptı.

Avam:
-İkiniz de yanılıyorsunuz, Somuncu Baba bizdeydi, diyor.

Günlerden cuma... Cuma ezanı okunurken Ulu Camiye Somuncu Baba üç kapıdan aynı anda giriyor. ruhları. O günden sonra da Somuncu Babayı gören olmamış.

Yolu belirlenmişti, Hakk'tan yana yol tutmuştu. Hakk'ı dileyenleri Hakk'a kavuşturmak ve Osmanlıyı Nizamul Alem Osmanlı yapanları yetiştirmek üzere yollara revan oldu.

DERYA ALİ BABA HAZRETLERİ
Fetih ordusunun sakası…Kerametlerini o demde göstermiş namsız ve nişansız bir veli…
Sene 1453…Fetih ordusu İstanbul surlarına kadar dayanmış ve İstanbul'un düğüm düğüm olmuş çözülmek bilmez kaderi açılmak üzere…
Genç hükümdar kır atının üstünde heybet ve celâlletle haykırıyor, nur serpen ordu dalga dalga oradan oraya akıyor…Şehir neredeyse düştü düşecek…Köhne Bizans'ın bir solukluk işi kalmış. Askerin sevinci yüzlerde benek benek gezinip dururken, evet, bütün bu saadet gönüllerden taşarken hiç beklenmedik bir şey oldu.. Bütün bu sevinci gölgeleyen ve yüreklere zehirli hançerler gibi oturan bir haber dalga dalga yayıldı:
-Fetih ordusu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, kuyular boş, musluklar kuru, çeşmeler sessiz!.
Kötü haber bir anda korkunç bir süratle her tarafı sardı ve nihayet Fatih Sultan'ın kulağına kadar geldi.
-Ordu susuzluktan kırılacak!..
Genç hükümdarın yüzünde celal şimşeği yanıp söndü ve
-Tiz varıp saka başını bana getiriniz!. Diye haykırdı.
Nefes nefese bir koşuşmadır başladı.. Az sonra sırtında kırbası, hafiften beli bükülmüş, fakat yüzünde nurlar harelenen Ali Efendi genç padişahın huzuruna getirildi…
Fetih ordusunun başbuğu telaşlı ve üzüntülüydü. Aksine Ali Efendi tebessümler yağdırarak genç hükümdarın güzel yüzüne nazar ediyordu. Artık bu kadarı da fazla idi.Fatih'in sabrı , kararı, iradesi elden gitmek üzereydi.
- Ey sakabaşı olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun! Ordu susuz kalmış, asker susuzluktan kırılmak üzere. Neden tedbir almazsın da bizi müşkül duruma düşürürsün, söyle neden?
Sakabaşı Ali Efendi sanki Hızır'ın kutlu çeşmesine malik gibi bir tavırın içindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi sakin ve güleçti:
-Devletlü Padişahım, merak buyurmayınız, su çok!
Fatih büsbütün öfkelendi:
-Alay mı edersin sakabaşı?
-Haşa sultanım!..
-Benim askerim susuzluktan kıvranıyor, bu ne biçim söz ki sen işin dalgasındasın!
- İş bildiğiniz gibi değil devletlüm!.
-Ben su istiyorum bre!.Sen hala konuşuyorsun
Ali Efendi birden arkasını döndü ve sırtındaki kırbayı Padişaha göstererek tane tane konuştu:
-Ben yalan söylemem sultanım!..Bakın istediğiniz kadar su…Bunun ile kaç orduyu sularım ben. Yeterki siz su isteyin!..
Genç hükümdar yerinden bir ok gibi fırladı. Fena halde öfkelenmişti. Elini su kırbasına takıp içine bir nazar etti…
O da ne?
Gözleri yuvalarının içinde fır fır dönüyordu. Çünkü gördüğü manzara akılları oynatacak derecede dehşetti. Kırbada sanki okyanus kaynıyordu. Bir değil, belki yüzlerce orduya yetecek su vardı..Belki gözlerim aldanmıştır diye düşündü…Tekrar tekrar baktı…
Ali Babanın kırbası denizler misali çağlıyordu…
Bu defa paşalara, vezirlere seslendi:
- Tiz koşun ve siz de bakın!..
Paşalar ve vezirler tarifi imkansız bir merakla Ali Efendi'nin başına düştü. Kırbaya göz atan içeride deryaların kaynadığını görüyordu…
Fatih Sultan'ın sesi yine gök gibi gümbürdedi
- Bre nedir bu yaptığın?
Ali Efendi neler olduğunu tek tek anlatmaya başladı.:
- Ey alem Padişahı!.. Su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk vermiyorum. Çünkü onlar cenk meydanında vuruşuyor ve terliyor. Diledikleri kadar su versem belki hasta olurlar ve zaferimiz tehlikeye girer..
Yüzünde hiç öfke eseri görülmeyen Ali Efendi, sözünü bitirir bitirmez sırtındaki kırbayı olanca kuvvetiyle yere vurdu. Herkez gözlerini hayret ve dehşetle açmış ona bakıyordu. Kırbanın düşüp parçalandığı yerde az sonra bir su, hem de coşkun bir su…
Sanki toprak ağlıyor da gözyaşlarını fetih ordusunun ayaklarına sepiyordu…
O dem oracıkta bir su pınar pınar çağlamaya başladı. Fatih Sultan Muhammed Han, sakabaşı Ali Efendi'nin kerametler sahibi mübarek bir zat olduğunu anladı ve ona:
- Ne murad edersin ey derya Ali? Iste ki verelim!..
Derya Ali'nin bu dünya ile nesi olabilirdi ki…O tamamiyle gönlünü yüce Rabbine bağlamış, Hakkın zikriyle ömür nefeslerinin incilerini pırıldatmıştı. Bir başka sevdanın, bir başka aşkın deryasında gark olmuştu.

O fetih ordusunda çarpışan nice Allah dostu vardı ki adı, sanı bilinmez ama onlar Allah yolunda Allah için kurmuş oldukları bu devletin her döneminde onu yükseltmek için çabalamışlar, ömür nefeslerini bu uğurda tüketmişlerdi.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:29
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ocak 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şeyh Vefa Hazretleri
Hz. Ali Bin Zeyd
Emir Sultan Hazretleri


ŞEYH VEFA HAZRETLERİ

Fatih Sultan Mehmed Han, cihanlar dolu aşkın sahibiydi. Allah'ın veli kullarına karşı içinde muhabbet ırmakları çağlıyordu.. Hele mürşidi Akşemseddin'e bağlılığı dillerle anlatılacak gibi değildi..Ama gün geldi, Akşemseddin, İstanbul'u ve İstanbul'un Fatihini terk etti. Görevi devam ediyordu,Hakkı dileyenleri Hakka ulaştırmak amacıyla Allahu Teala'dan almış olduğu görevi yerine getirmek üzere Göynük'e gitti ve orada kaldı.. Kaldı ama, Fatih de onun hasretine dayanamıyordu.


O cihanlar aydınlatan yüce pir gitmiş, İstanbul kendisine dar gelmeye başlamıştı. Sıkılan gönlünü kim feyiz ırmaklarıyla dolduracaktı? Yalnızlığın ızdırabını nasıl çekecekti?..

Genç ve dirayetli hükümdar günlerce düşündü Koskoca bir imparatorluk Allah dostlarından uzak nasıl idare edilebilirdi. Onlar olmasa bu devlet nasıl ayakta kalabilirdi. Fatih Sultan Akşemsettinin ellerinde şekillenmişti. Allah'ın ilmini ondan almaya başlamıştı, feyz ırmaklarını gönlüne ilk kez o çağlatmıştı.Hep mürşidinin izinde onun dedikleri doğrultusunda hareket etmeyi düsturu haline getirmişti. Şimdi bu kalp o nurlardan mahsun kalamazdı. .. Düşündü de bir çare buldu aklınca.. Aklına Şeyh Vefa geldi.. Niçin olmasındı? Onu çağırır, ondan nice gayb incileri elde ederdi.. Derhal bir yakınını Pir efendinin evine gönderdi:
-Tez varıp Vefa Hazretlerine selamlarımı söyle.. Kendilerini sarayımızda görmekten saadet duyacağız!..
Padişahın adamı sokaklarda rüzgar rüzgar uçarak Vefa Pirin evine vardı. Ve kapının halkasını tutup çaldı:
İçeriden bir velinin yumuşak sesi aksetti:
-Kim o?
Dışarıdaki aceleyle cevap verdi:
-Padişahın adamıyım, pir efendiyle görüşmek ve onu saraya götürmek için geldim!..
Veli:
-Bir dakika, dedi; Pir efendiye sorayım. Sizi kabul buyurursa ancak o zaman kapıyı açarım!.
Ve koştu yüce pirin huzuruna, anlattı.. Pir düşünceliydi:
-Koş dedi; benim namıma o adamdan özür dile. Bu davete icabet etmeyeceğim!..
Veli kapıya varıp pirin sözlerini bir bir anlattı.Padişahın adamı şaşkın, bir türlü aklı bu işi kavramıyordu.. Padişah davet etsin de gitme.. Hiç olur muydu?
Burnundan soluya soluya sarayın yolunu tuttu. Gelip olanları tane tane anlattı.. Fatih'i kızacak, köpürecek, öfkelenecek sanıyordu. Ne var ki, koca sultan gülüyordu.. Büyüklük, ince gönüllülük, Hak anlayışı işte buydu.. Koca devletin koca reisi, zaferler kazanmış orduların başbuğu, ışıklar dolu gözlerini ufuklara dikip:

-O gelmezse, dedi; biz onun ayağına gideriz!..


Artık sıra kendisindeydi. O arif kişiydi, kalkar gider, evinin eşiğinde boyun bükerdi.. Nitekim öyle de yaptı. Istanbul'un eğri büğrü sokaklarına koyuldu. Herhangi bir insan gibi tozlu yollarda gidiyordu. Yolu onu evinin kapısına kadar götürdü. Demir kapı yine kapalı idi.. Bahçede ne bir kul, ne bir can, ne bir nefes. Hiç kimsecikler yoktu.. Yüce Fatih bunun ne demek olduğunu anlamıştı.. Güzel yüzünde ızdırap çizgileri gezindi. Yaralı gönlüne bir hançer daha saplanmıştı.. Halbuki o yaralı ceylanlarla dönmüştü. Dinlenecek, derdini dökecek bir makam, sığınacak bir gönül arıyordu… Ne ki, güzellerin cefası da çok olurdu. Bu yola baş koyan her cefaya katlanmalıydı.
Koca sultan nermin ellerini demir kapının parmaklarına takıp mırıldandı:
-Ey Vefa, sende hiç vefa kokusu yok mu?
Pir Vefa ise, indirilmiş hücre penceresinden manzaraya bakıyordu. Gözlerinde iki damla yaş vardı. O da pek mahzun olmuştu:

Çağ açıp çağ kapayan hünkar boynunu büküp evden uzaklaştı. Fakat içindeki arzu ateşi büsbütün alevlenmişti.. Bu alevler dolu dünyada yaşamak ne kadar da zordu..

O günlerden birinde erenlerden biri dayanamadı:
-Ey yüzü Ülker yıldızına benzeyen pirim, dedi; madem ki hünkarı görmek istemezsin, neden gelişinden rengin sararır, mahzun olur, gözyaşını tutamazsın
Pir Vefa, aya benzeyen yüzünü ona tutup dedi ki:
-Ah, çocuğum ah! Bilmezsin benimde onu görme arzum o derece fazladır. Lalkin Rabbimizin takdiridir ki bu onun imtihanıdır ve geçici bir müddettir . Allahu Teala'nın bundan muhakkak ki bir muradı vardır. Elbette koskoca imparatorluğu tek başına idare edemiyecektir. Allah ona onun dilinden öğretecek birini, zamanı gelince mutlaka gönderecektir, lakin şimdi bu yangındır, bu hasret onun imtihanı…




HAZRETİ HALİD BİN ZEYD (EYÜP SULTAN HAZRETLERİ)

O ki, İstanbul'un medâr-ı iftiharı, Nebîler Nebîsinin mihmendârı...
O ki; Sahâbîler sarayının meşhur sultanlarından ve Peygamberler Peygamberinin bağrı yanık sevdalılarından biri...
Medine'de dünyaya gelen Hazret-i Halid Bin Zeyd, Allah Resûlü'nden duyduğu bir söz üzerine İstanbul surlarına kadar gelmiş ve beka âlemine orada göçmüştür.
Varlığın sebebi olan Cenâb-ı Peygamber (S.A.V) kâinatın merkezine îmân bayrağını dikmiş, insanları Rabbin birliğine davete başlamıştı...
13 sene Mekke müşrikleriyle pençeleşen Allah'ın Resûlü, nihayet Yüce Hakk'ın emriyle Medine yollarına düştü. Kâinatın Efendisi Medine'ye girdikleri zaman gördüler ki; şehir cıvıl cıvıl kaynamakta ve insanlar saadetle taşmakta...
Güzel Medine'nin etrafı Evz ve Hazrec kabileleriyle çevriliydi. Her kabilenin reisi kendini yola atıyor, peygamber devesinin yularını tutup yalvarıyordu:
-Ey Allah'ın Resûlü! Ey kokusu güzel Peygamber! Bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, saygıdeğer, düşmanlarınızı tepelemeye gücü yeten ailemize misafir olunuz! Bize şeref bahşediniz...
Mülkün Seyyidi olan Cenab-ı Peygamber kendilerini karşılayan bu vefakâr insanlara hitap ediyorlardı;
- Deveyi kendi hâline bırakınız. Çünkü o memurdur, emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!..
Nebîler Nebîsini taşıyan Kusvâ isimli deve yürüyor halkı da peşinden sürüklüyordu. Bütün gözler hayretle açılmış, herkes heyecandan boğulur gibi olmuştu. Nihayet deve; döndü dolaştı ve ensârın büyüklerinden Ebû Eyyûb Hazretleri'nin hanesi önünde çöküverdi.

Artık göklerin ötesindeki mânâyı getiren Allah'ın Resûlü orada kalacaklardı. Hazreti Halid (r.a) yaralı bir ceylan gibi koştu. Gözlerinin yaşı iplik iplik akıyordu. Sevinç ve saadet içinde sesini yükseltti:
- Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Resûlü! Buyurunuz, hanemize şeref veriniz!..
Hazret-i Halid, ensarın en ileri gelenlerindendi. Akabe biatında bulunmuş ve oracıkta Allah'ın Resûlü'nün mübarek elini tutarak ona biat etmiş ve İslâmiyet'e can atmıştı. Sadece kendi müslüman olmakla kalmamış, bütün kabilesini de İslâm dairesinin içine almıştı. İşte Cenab-ı Peygamber, şimdi kendi hanesindeydi. Âlemde böyle bir devlet kime nasip olurdu ki?..
Varlığın sebebi olan Hazret-i Peygamber ona dedi ki:
- Ey Eba Eyyûb! Sendeki emaneti bize ver:
Ebû Eyyûb hayeretle sordu:
- O emanet nedir, ey Allah'ın Resûlü?
- Bize ait bir mektup!..
Gerçekten de onda bir mektup vardı. Babadan evlâda intikal ede ede gelmiş, nihayet Ebû Eyyûb'un eline geçmişti. Bu mektup; Tüban Ebû Keris Es'ad isminde biri tarafından yediyüz sene evvel yazılmıştı. Kâinatın Efendisinin şan ve şerefini belirtiyor ve Ona îmân ediyor, şöyle diyordu:
- Ben, Hazret-i Ahmed'in Allah tarafından gönderileceğine kesin olarak kanâat getirdim! Ömrüm, onun ömrüne yetişseydi, muhakkak Ona yardımcı olurdum.
O günden sonra kâinatın Efendisi, yedi ay boyunca Hazret-i Halid'in evinde kaldılar. Ebû Eyyûb ve zevcesi; Hazret-i Peygamber'in bütün hizmetlerini aşk ve şevk içinde yapıyorlardı.
Gönlü eşsiz incilerle dolu yüce sahâbî, Nebîler Nebîsinin bütün gazalarına iştirak etmişti. Allah Resûlü'nün öteler âlemine geçişlerinden sonra da İslâm ordularında yer aldı ve durmadan kılıç salladı. Allah'ın Resûl'üne karşı o kadar candan bir muhabbet taşıyordu ki, bu aşkın kanatlarını saymaya sayılar kâfi gelmez...
Ve kâinatın Efendisinin şanlar şerefler dolu hayatı son bulmuş, cennetteki ebedî saraylarına gitmişlerdi. Onun gidişi Ebû Eyyûb'un yüreğine sanki mızrak gibi saplanmıştı. Gözleri bulut gibi yaş döküyor, gönlü alev alev yanıyordu. Fakat Peygamberler Peygamberi bu dünyadan ayrıldı diye Ebû Eyyûb'un görevi bitmiyor, asıl mukaddes vazife bundan sonra başlıyordu.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi Yüce Peygamberden; "İstanbul fetholunacaktır! Onu fetheden emir ne güzel bir emir, onun askeri ne güzel bir askerdir!.." müjdesini duymamış mıydı?
O hâlde duracak zaman değildi. Son nefesine kadar bu ilâhi müjdenin gerçekleşmesi için gayret göstermeliydi. Ebû Eyyûb (r.a), gözlerini yeni ufuklara dikmişti. Peygamber Aleyhisselâm'dan sonra İslâm devletinin başına geçen halifeler devrinde de cihad ordularında yerini almıştı.
Hazreti Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin gönlü, çırpınan bir alev gibiydi. Fetih güneşinin ışıklarını görmek istiyordu. Toprakların her zerresini bir ikbâl yıldızına çevirecek olan fetih, elbette gerçekleşecekti. Çünkü kâinatın hilkat sebebi Yüce Peygamberimiz buyurmuştu ki:
"Allah, Rum Konstantiniyye'sini (yani İstanbul'u) mü'minlere tesbih ve tekbirlerle açmadıkça, kıyâmet kopmaz!.."
Artık güzel İstanbul'un surlarına toslamanın zamanı gelmişti. Hicretin 52. senesi, İslâm ordusu harekete geçti. Denizleri kaynata kaynata yoluna devam eden İslâm ordusu, tâ İstanbul surlarına kadar gelip dayandı. Surların çevresinde müthiş bir cenk başlamıştı. Savaşın devam ettiği günlerde Hazret-i Halid'i amansız bir hastalık yakalamıştı. Artık ölüm yatağındaydı. Ordunun başkumandanı Yezid, derhal onun huzuruna koştu ve dedi:
- Bir arzun var mı Ey Eyyûb'ün babası?
Hazret-i Halid (r.a), kuruyan dudaklarını dili ile ıslatıp tane tane cevap verdi:
- Ben ölür ölmez; beni alıp tâ ilerilere, surların dibine varıncaya dek götürünüz ve oracıkta toprağa veriniz... Kabrimin üzerinde atlarınızla yürüyüp dümdüz yapınız.
- Ya Halid! Bunu ne maksatla yapmamızı istiyorsun?
- Maksadım odur ki; İstanbul'u fethe gelen İslâm orduları gayrete gelsin ve benim kabrimin, surların dibinde olduğunu bilsin. Bu onlara şevk ve cesaret verecektir...
Peygamber sancaktarı Hazret-i Halid (r.a), daha fazla konuşamadı... Îmân dudakları bir yay gibi gerildi, kelime-i tevhidi heceleyen sesi birden kesildi. Şanlı sahâbî, artık bekâ âlemine açılan kapıdan adımını atmıştı.
Zaman ırmağı durmadan akmıştı. Takvimler 1453'ü gösteriyordu. Hazret-i Halid (r.a) İstanbul surlarının dibinde yatalı 784 sene olmuştu. Türk-İslâm ordusunun başında bulunan genç hükümdar Fatih Sultan Mehmed, mürşidi Akşemseddin Hazretleri'nin işaretiyle, 28 Mayıs gecesi yaptıkları genel bir hücum sonunda Bizans'ın elinden İstanbul'u almıştı. Peygamberler Peygamberinin ilâhi müjdesi gerçekleşmiş, Fatih yıllardır özlemini çektiği zaferi elde etmişti.
Genç padişahın işi henüz bitmemişti. Sultan; sahâbînin surlar dibinde yattığını biliyordu. Fakat mübarek kabir neresiydi? Türk, İstanbul'u yapmaya oradan başlamalıydı... El uzatıp başvuracağı biri vardı. Hemen yüzü aydınlandı. Ak Şeyh'in çadırına koştu. Gönlü inciler dolu büyük velî, Fatih'in iki elmas kılıç gibi ışıldayan gözlerine hayran hayran baktı ve gülümsedi:
- Devletlim, yine neyiniz var?
Fatih Sultan, ışık dolu gözlerini yere eğdi ve dedi:
- Sevgili Pirim! Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin kabrini bulmanı istiyorum!..
- Güç bir şey istiyorsunuz Sultanım!
-Allah'ın izniyle sizin çözemediğiniz bir düğüm olamaz!

-İnşaallah size karşı mahçup olmam!

-İnşaallah!
Yüce mürşidin gözlerinde ışıklar yanıp sönüyordu. Fezâlar kadar derin gözlerini bir noktaya dikmişti...
Dervişlerine emir buyurdu:
- Seccademi şu noktaya seriniz!
Emir aynen yerine getirildi. Ak Şeyh, derin bir vecd içinde namaza durdu. İki rekât namaz kılıp selâm verdi. Tekrar secdeye kapandı. Göz ırmağı yine akmaya başlamıştı. Hem hıçkırıyor hem de Yüce Allah'a yalvarıyordu. Bir süre sonra o has incinin başı yerden doğruldu. O derin gözleri, ağlamaktan kırmızı yakutlara dönmüştü. Fatih Sultan derhâl koştu, mürşidinin ellerine sarıldı. Ak Şeyh'in îmân dudakları kıpırdadı:
- Hünkârım! İlâhi hikmete bakınız ki; seccademizi Hazret-i Halid (r.a)'ın kabri üzerine sermişiz. Hemen bu noktayı kazsınlar!..
Talebelerden üç kişi ileriye fırladılar. İşaret edilen yere kazmayı vurdular. Kazma savuranlardan biri de Fatih Sultan'dı. Az zaman sonra toprağın bağrı deşildi. Kazmaların dişleri somadaki mermerden yapılma bir taşa değince madenî bir ses duyuldu. Alıp baktılar. Mermer üzerinde kûfi yazı ile:
"Hâzâ kabri Ebû Eyyûb-el Ensarî!" yazıyordu.
Fatih ve dervişlerinin tekbir sesleri birden ufukları tuttu. Hazır bulunanlar derhâl secdeye kapandılar. İşte böylece yüce sahâbînin kabri bulunmuş ve İstanbul'un fethi tamam olmuştu.
Cihan padişahının İstanbul'da temelini attığı ilk binalar, Eyüp Sultan türbesi ve camisi oldu...
Artık Eyüp Sultan'sız bir İstanbul düşünülemez...



EMİR SULTAN HAZRETLERİ

Anadolu'yu aydınlatanlardan... İç gözlerine hikmet sürmesi çekilen Hak kahramanlarından...
Asıl adı Mehmed Şemseddin. Babaları Seyyid Mehmed bin Ali... Bir zamanların irfan beldesi Buhara'da dünyaya geldi.. Fakat asıl adıyla değil de "Emir Sultan" olarak şöhret buldu ve öyle tanındı...
Bursa deyince akıllara ilk gelen Emir Sultan'dır. Çünkü Bursa'ya manevî gıdaların salkımını veren O büyük Velî'dir.
Emir Sultan, yeni yepyeni ve taptaze bir toprakta mekân tutmak üzere Orta Asya'dan Anadolu'ya akan Türk boylarını mayalamak gayesiyle, Horasan illerinden kopup gelmiştir... Nesepleri tâ Hazret-i Ali'ye, ondan da Allah'ın Sevgilisi Cenâb-ı Muhammed (S.A.V)'e uzanmaktadır.. Yani seyyidler kolundan...
Buhara'da bulunduğu günlerden birinde bir gece bir rüya gördü. Kâinatın Efendisi, onu Medine'ye çağırıyordu. Derhâl hacılar kervanına katıldı ve mukaddes beldenin yolunu tuttu... Yolları eline dolayıp gece gündüz bir su gibi aktı. Ve nihayet peygamber şehri Medine'ye vardı...
Gönlü tıpkı alevler gibi çırpınıyordu.. Gözleri şebnem damlası yaşlarla doluydu.. Büyük ceddini, Allah'ın biricik sevgilisini ziyaret edecekti. Saadetin bundan büyüğü olur muydu? Medine'nin kıvrım kıvrım uzayan sokaklarında ağır adımlarla ilerliyordu... Dili de hep inciler saçıyor ve diyordu ki:
- Ey cihanın kıblesi! Ey eşi bulunmaz tek inci! Ey Arabın ve Acemin medâr-ı iftiharı; selâm sana!..
O; bu ulvî düşünceler içinde çağlayıp dururken, hacılar kafilesi de menzilinde varıp konaklamıştı. Herkes kendine bir yer bulup yerleşmişti. Ne var ki, Emir Sultan ortada kalıvermişti.. Çaresizlik içinde çırpınırken seyyidlere ait bir odayı boş görerek oraya doğru yürüdü. Biri hemen karşısında duvar gibi durdu ve dedi ki:
- Ey ahbap, nereye?
Emir Sultan böyle bir şey beklemiyordu. Boyun büktü, tatlı tatlı gülümseyerek:
- Bana mı soruyorsun?
Adam öfkelendi:
- Burada senden başka yabancı olmadığına göre, elbet sana söylüyorum1
- Yabancı olduğum doğru! Fakat bu hücreyi boş gördüm de onda konaklamak istedim!
- İşte ben de onu anlatmak istiyorum zaten.
- Ne gibi?
- Bu hücre seyyidlere mahsustur. Hiç zahmet çekip buraya yerleşmeye kalkma..
- Benim seyyidlerden olmadığımı nereden biliyorsun?
- Şu başındaki acaip külâh, sırtındaki hırkayla mı seyyidlerden olduğunu iddia ediyorsun?
- İş külâh işi değil gönül işidir. Hiç kimse sırtındaki elbiseye göre kıymet kazanmaz.

- Uzun ettin ama yabancı! Artık al başını git de buraya biz yerleşelim!.. Hem senin seyyid olduğuna kim şehâdet eder ki?
- Allah'ın Resûlü şehâdet eder:
Adam duyduğu bu söz karşısında şiddetle sarsıldı ve haykırdı:
- Ne dedin, ne dedin?
Emir Sultan yine tatlı ve yumuşak bir edâ ile cevap verdi:
- Allah'ın Resûlü şehâdet eder, dedim İsterseniz yüksek huzuruna gidelim. Ve kendisine selâm verip; "Ey ceddim!" diye seslenelim. Hangimize: "Oğlum!" der ve selâmımızı alırsa o seyyidlerin seyyidi ve reisi olsun. Kabul mü?
-Kabul!
Bunun üzerine seyyidlerden olduklarını iddia edenler, cihan sultanının mübarek ravzasına bile gitmeden sadece yüzlerini türbeden tarafa çevirip selâm verdiler:
- Esselâmü aleyke ya ceddi!..
Nefes almaktan korkarak sessizce gelecek cevabı bekliyorlardı. Ne var ki, mübarek türbeden hiçbir nidâ yükselmiyordu.. Herkes sıra ile selâm verdi.. Hayır! Yine cevap yoktu.. Sıra Emir Sultana gelmişti. Büyük bir aşk ve vecd içinde ayağa kalktı. Yumuşak ve tatlı bir sesle Kâinatın Efendisine selâm verdi:
- Esselâmü Aleyke ya ceddi!..
Emir Sultan Hazretleri'nin yüzünde ışıklar yanıp sönüyordu. Derken mübarek türbeden bir nidâ yükselmeye başladı:
- Ve aleykesselâm ya veledi, ya Seyyid Muhammed Buhari!..
Bu tecelli karşısında herkes yıldırım çarpmış gibi dondu. Hakir gördükleri; külâhına, cübbesine, kılığına göre hüküm verdikleri şu derviş işte gerçekten seyyiddi..
Birden herkesi bir hıçkırıktır tuttu. Gözler yaşlarla doldu ve hep bir ağızdan haykırdılar:

- Essalâtü vesselâmü aleyke ya Resûlallah!..
Sonra Emir Sultan'ın önünde boyun büktüler eline eteğine sarılıp af dilediler. Emir Sultan gönül eriydi. Hepsini de hoş gördü ve onlara hayır dualarda bulundu...
Aşk ve istiğrak içinde günlerini geçiriyordu Emir Sultan. Gönlüne fezâ pınarlarından nurlar akıyordu. Allah Resûlü'nün mübarek kabrine yüz sürdükçe dünyası da değişiyordu, ömrü de...
Bir geceydi.. Yatağına uzanmış uykunun yumuşak kanatlarına kendini bırakmıştı.. Rüyasında Allah Resûlü'nü gördü.. Rahmet Peygamber Hazret-i Ali'yi de huzuruna almıştı. Kendisine gülümseyerek bakıyorlardı. Allah'ın yenilmez arslanı Hazret-i Ali ona nazar etti ve dedi:
- Ey oğlum! Sana burada mekân tutmak yok! Hak tarafından ceddin Cenâb-ı Muhammed'in yolunu ehl-i İslâm'a göstermen için vazifeli kılındın! Rum'a gidecek, halkı irşad edeceksin. Senin önünde ilerleyen nurdan üç kandil belirecek. O kandiller hangi yerde gözden kaybolursa, orayı kendine mekân tutacak ve ebedî olarak orada kalacaksın. Mezarın dahî orada olacaktır.
Emir Sultan hayretler içinde yatağından fırladı. Etrafına nazar etti, hiç kimsecikler yoktu.. Damarında sanki hicran alevleri dolaşıyor, yüreğine ızdırap damlaları akıyordu. Kendisine yol görünmüştü. Artık Medine'de kâinatın biricik yaradılış sebebi ve Allah sevgilisi Cenâb-ı Ahmed (S.A.V)'in miskler kokan toprağına yüz süremeyecekti. Hani peygamberler peygamberinin nazlı kızı Hazret-i Fatıma-i Zehra (radıyallahü anha) ne güzel demişti:
"Hazret-i Ahmed'in toprağını koklayan, zaman boyunca misk kokusu alması ne gam!.."
Ayrılık ona acı veriyordu. Ne var ki ayrılmalarını isteyen de mübarek ceddi idi.. Bu ızdırap veren düşüncelerden bir müddet sonra sıyrıldı. İçine yepyeni bir heves doldu. Rum diyarına gitmek hevesiyle güvercinler gibi çırpınıyordu. Derken yola revan oldu.. Yine uçsuz bucaksız çöllerdeydi.
Rüyada gördüğü üç nurânî kandil, yine gözlerinin önünde titreşiyordu.. Hiç vakit geçirmeden titreşen kandillerin gösterdiği istikamette yürüyüşe geçti.. Ve nurânî kandiller Yeşil Bursa'ya kadar pır pır yanarak ona yol gösterdi. Bursa'ya adımını atar atmaz da gözden kayboldu. Demek ki Emir Sultan'ın mekân tutacağı toprak burasıydı. Burada mekân tuttu... Gökler ülkesinin yıldızları, dergâhının damını öpmeye başladı.. Ve artık Bursa'ya göklerin gözünden çiğ taneleri düşüyordu..
Ay yüzlü pir Bursa'ya geldiklerinde, Yıldırım Bayezid, Rumeli fethinde bulunuyordu. Türk akıncıları yeni bir zafer elde etmişler, fetihten dönüşte Edirne'de konaklamışlardı... İlâhi tecelliye şimdi bakınız ki; Yıldırım Bayezid Han'ın huri yüzlü güzel kızı Hundi Sultan'a saadet devletinin kapısı açılıyordu. Bir gece rüyasında Allah'ın Resûlü'nü gördü... Kâinatın Fahri ona emir buyurdu:
-Ey güzel kız! Seyyid Muhammed Buharî ile evlen! O benim oğlumdur!
Bir gün daha nihayetlendi ve ertesi gün Hundi Sultan yine odasına çekilip yatağına uzandı... Güzel olduğu kadar da tevazu ve ahlâk sahibi olan Hundi Sultan, uykunun kollarındaydı. Ve yine aynı rüya. Bu defa da kendisine şöyle buyuruyordu Rahmet Peygamber:
- Muhammed Buhari ile hayatını birleştir.
Azîz ve Celîl olan Allah'a yalvardı:
- Ey Rabbi Rahîmim... Bu rüyada geçen hadiseden Seyyid Muhammed Buhari'nin haberi var mıdır? Haberi yoksa onu bundan haberdar et..

Sabah olur olmaz hizmetçisini huzuruna çağırdı ve ona dedi:
- iki gecedir üst üste aynı rüyayı görüyorum, var Emir Sultana olanları anlat. Bu rüyadan o da haberdar mıdır bileyim?
Hundi Sultan'ın cariyesi derhâl Emir Sultan'ın kapısına vardı ve kapıyı fiskeledi. Emir Sultan da geleni bekliyordu. Kapıyı açıp dedi ki:
- Var hanımına söyle, bu husus bizim de malûmumuzdur!
Hundi Sultan olanları işitince:
"Takdir-i İlâhi bozulmaz! Bu hâlden herkesi haberdar etmeliyiz" diyerek rüyasını saray halkına anlattı.
Neticede iki sultanın nikâhları kıyıldı fakat, kötü huylu kişiler derhâl Yıldırım Bayezid'e haber uçurdular:
- Sultan kızınız hoca kılıklı biri ile evleniyor!
Yıldırım Han fena hâlde öfkelendi, vezirlerinden Süleyman Paşa'yı huzuruna çağırıp kükredi:
- Paşa! Kendi kapı halkından kırk kişi al ve birçok sipahi ile beraber Bursa'ya git, Emir Sultan denen kişiyle Hundi Sultan'ın başlarını koparıp bana getir! Çabuk davran!
Süleyman Paşa Edirne'den yola koyuldu. Ardında sipahiler ve silahlı 40 cengâver.. Yeşil Bursa'ya gelip kaplıca tarafında bir yere kondu...
Hâle bakınız ki; birden 40 yeşil ok belirdi ve gelen askerlerin yüreğine saplandı. Süleyman Paşa ölür, diğer cengâverler yerlere serilir de artık bu işin üstüne gitmek olur mu? Paşanın ve askerlerin başına gelenleri duyanlar hemen geriye döndüler ve rüzgâr gibi uçarak Edirne'ye vardılar;
Hükümdarın huzuruna çıkıp:
"Ey Devletli Hükârım" dediler; "Emir Sultan'a kılıçlarımız işlemedi ve kumandanımız da öldü..."
Yıldırım Beyazıd kaşlarını çattı. Yüzünde fırtınalar geziniyordu. Ne yapacaktı şimdi? Derhâl Bursa kadısına bir name gönderdi. Bursa kadısı Molla Fenarî ona, Emir Sultan'ın yüce bir şahsiyet olduğunu kerametler sahibi bulunduğunu ve Nebîler Serverinin bir işareti üzerine Bursa'ya geldiğini anlattı. Yıldırım Han hata işlediğini anlamakta gecikmedi... Bursa'ya tekrar bir adamını gönderdi ve Emir Sultan'dan özür diledi...
Böylece padişah kızı ile Seyyid Muhammed Buharî evlenmiş bulunuyorlardı.

İKİ SULTANIN KARŞILAŞMASI
Emir Sultan Buhara'dan kalkıp Bursa'ya geldiğinde, Bayezid Han Macaristan üstüne yürümüş bulunuyordu. Türk akıncıları düşmanı ot gibi biçerek ilerliyorlardı. Macaristan'ın büyük bir kısmı Türklerin eline geçmişti. Ne var ki, asıl merkez fethedilmemişti. Padişahın cengâverleri kelle koltukta surlara tırmanıyor, Allah Allah nidâlarıyla gökleri inletiyordu.
Bir sabahtı.. Güneş ak tepeli dağlar ardından gülümsemeye çalışıyordu. Birden hiç kimsenin ummadığı bir şey oldu. Kale kapısı ardına kadar açılıverdi.
Padişah akıncıları açılan kapıdan coşkun seller gibi içeriye aktılar... Bu sırada da Yıldırım Bayezid kale kapısını açanı gördü. Gördü ama onu tanımıyordu... Bir müddet sonra da o esrarengiz adam ortadan kayboldu. Kale muhafızları ellerindeki silahları atıp toptan teslim oldular. Ve kale fethedildi.
Yıldırım Han kale kapısını açan adamı düşünüyordu:
"Ey gaziler" diyordu, "kim bu adam?"
Cevap verdiler:
- Bilmiyoruz Devletli Hünkârım...
- Her tarafı arayınız ve onu bana bulunuz!
- Ferman sizindir Sultanım!
Paşalar, vezirler akıncı beyleri ve herkes o meçhul adamı aramaya koyuldu... Ne var ki, ondan bir iz bile bulamadılar. Artık sultanın da ümidi kalmamıştı. İçini saran hasret ateşiyle kıvranıp duracaktı. Kim bilir belki ilâhi takdir onları bir yerde yüzyüze getirirdi.
Padişahın elde ettiği zaferi müjdelemek üzere Bursa'ya atlı öncü birlikleri gönderildi. Bütün Bursa halkı sevinç çığlıkları atarak ve Allah'a şükrederek sokaklara döküldü. Muzaffer orduyu karşılamak için devlet büyükleri de halkın arasına karışmıştı. Devlet ricalinin arasında Emir sultan da bulunuyordu..
Yıldırım Han'ın ordusu cenk türküleri ve tekbir sesleri arasında Bursa'ya girdi Padişahın gözleri sıcaklıkla doluverdi... Çünkü kale kapısını açan meçhul adamı görmüştü. İşte devlet ricalinin arasındaydı. Derhâl atından yere indi ve birkaç adım attı:
- Engiros kalesinin kapısını bana açan sensin değil mi?
Emir Sultan Hazretleri'nin dudakları bir yay gibi gerildi.
- Evet, bu fakirdir..


Yıldırım Han kollarını açıp onu kucakladı. Birbirlerinin ellerini öptüler ve böylece tanışmış oldular.. Emir Sultan dergâhına, padişah da sarayına yürüyüp gitti..


Son düzenleyen asla_asla_deme; 14 Haziran 2012 11:46 Sebep: Sayfa Düzeni
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ocak 2006       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretleri
Merkez Efendi Hazretleri
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri


MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RUMÎ HAZRETLERİ

O ki; irfan semâsının yıldızı, hakikat ufkunun batmaz güneşi...
O ki; aşk denizinin en parlak incisi, muhabbet kervanının başı, Hak dostlarının gözünün nûru...
İç gözlerine ilâhî hikmet sürmesi çekilen ve bir ömür boyu okyanuslar gibi çağlayan eşsiz velî...
Belh şehrinde cihan toprağına bir çiğ tanesi gibi düştü...Onun doğumu her tarafta çiçek bayramları gibi karşılandı. Aşk incisi Mevlâna, Hüseyin Celâleddin-i Hatibî'nin oğlu, Sultânü'l Ulemâ Muhammed Bahâeddin Veled'in sülbünden dünyaya geldi... Sanki bir top inciden meydana gelmiş, her azasından nur ve ışık fışkıran, bakışı insanın içini yakan ay yüzlü bir çoçuktu...
Çok sevdiği babasının vefatından sonra Mevlâna Hazretleri, kendisini tamamen ilim yoluna verdi. Gece ve gündüzlerini ibadetle zikirle ihya eden Mevlâna, Halep ve Şam'a kadar uzanıp, nice mürşidlerden irfan incileri elde etti. Ciddî bir tahsilden sonra memleketine geri döndü.
Artık tefsir, hadîs, fıkıh, usûl ve kavaide tamamen vâkıf, yüksek bir âlim olmuştu. İsmi dillerden düşmüyordu. Gün geçtikçe etrafındaki halka genişliyor, ilme susayanlar onun pınarından kovalarını dolduruyorlardı.
Birgün....
Mevlâna Hazretleri, medresesinden çıkmış, geyik bacaklı bir ata binmiş evine gidiyordu. Ardından bir sürü talebe ve bağlıları... O ağır ağır yol alırken bir çift göz de uzaktan onu süzüyordu. Tabiî ki Mevlâna'nın bundan haberi yoktu. Ansızın hiç tanımadığı bir adam kendisini sokağın ortasına attı ve atının dizginlerine yapışıp haykırdı:
- Ey Müslümanların Efendisi! Söyle bana Allah'ın Resûlü mü daha büyüktür yoksa Bâyezid-i Bistâmî mi?
Mevlâna bu haykırışın ve bu sualin dehşetinden atın üstünden düşecek gibi oldu. Yüzünde hayret çizgileri şimşek gibi gezindi. Bu nasıl bir sualdi böyle? Birden rengi sapsarı kesildi, dudakları şiddetle büzüldü. Fakat çabuk toparlandı; gökler kadar mavi ve derin gözlerini bu garip adama çevirip:
- Ey adam, sen neler söylüyorsun? Bâyezid ümmetten bir kimsedir; Allah'ın Resûlü ise âlemlerin ve âdemlerin efendisi. O'nun yanında Bâyezid kim olabilir ki?
Şems-i Tebrizî'den başkası olmayan bu garip adam daha hiddetle bağırdı:
- Ya niçin peygamberler peygamberi her an: "Biz seni lâyıkıyla bilmedik Yâ Rabbî" dediği hâlde Bâyezid: "Ben noksandan beriyim ve şanım pek yücedir." diyor. Öyle biri, böyle bir sözü ne hikmetle söylemiş?
Mevlâna'nın dudakları bir yay gibi gerildi.
- Çünkü, Nebîler Nebîsinin mübarek kalbi sahili bulunmaz bir denizdir. Ona ne kadar aşk ve marifet ırmakları aksa hepsini ihata eder ve ziyadesini isterdi. Halbuki Bâyezid, susuzluğunu bir damlayla giderir ve daha fazlasına tahammül edemeyerek taşar ve bu coşkunlukla öyle söylerdi. Kâinatın Efendisin'nin kalbi fezâ kadar derin olduğu içindir ki, her an daha büyük tecellileri bekler, hiçbir derecede kalmaz, daima biraz daha yakınlık dilerdi. İşte bu sözlerdeki hikmet tamamıyla bundan ibarettir.
Mevlâna Celâleddin-î Rûmî'yi can kulaklarıyla dinleyen Şems, birden yıldırım çarpmış gibi titredi. Bu sözler ruhuna şimşek şimşek inince bir acayip oldu ve müthiş bir ceryana kapıldı. Gönlünün derinliklerinden gelen bir hisle müthiş bir nâra attı: "Allah!" diye haykırdı ve oracıkta yerlere serilip kaldı.
Mevlâna derhâl atından inip Şems'in başını kucağına aldı. Ne var ki; Şems bir türlü kendine gelemiyordu. Şems'in başı dakikalarca Mevlâna'nın kucağında kaldı. Ve sonra usul usul gözlerini açtı. Gözlerinin içinde okyanuslar kaynıyordu. Bir tutam aşk kıvılcımını Mevlâna'nın gönül ocağına attı. Mevlâna, eğilip onu alnından öptü ve elinden tutup doğruca evine götürdü.
Şimdi ikisi de çırpınan alev gibi dalgalanıyorlardı. Mevlâna'da coşkun bir zevk ve çağlayan bir aşk başlamıştı. Kendisini Allah'a daha çok yaklaştıracak irfan ehlini, hikmet denizinden nice damlalar alacağı mürşidini bulmuştu. Uçan güneş gelip koynuna girivermişti. Artık bir ömür boyu aşk ve îmânla çağlayıp duracaktı.
Hazretî Mevlâna'nın havuz kenarında oturduğu bir gündü...
Yanında birtakım kitaplar vardı. Derin düşüncelerin denizinde akıl gemisini yürüttüğü bir andı ki, birden Şems göründü ve sordu:
- A yol eri, bunlar ne cins kitaplar?
Mevlâna cevap verdi:
- Bunlara dedi-kodu derler!
Şems-i Tebrizî'nin gözlerinde müthiş bir ışık belirdi. Pençesini bu kitaplara taktı ve kavradığı gibi havuza, suların ıslak tenine atıverdi.
Mevlâna Hazretleri, tarifi imkânsız bir telaşa düştü, yüzü ıstırap çizgileriyle damar damar gerildi ve gayr-i ihtiyari bağırdı:
- Ey benim güneşim, ne yaptın? Bunlar bana atalarımdan kalmış şeylerdi. İçlerinde çok faydalandıklarım da vardı. Vah ki, vah bana!
Şems Hazretlerinin dudaklarında çiçek çiçek bir tebessüm belirdi. Sadef parmaklarını havuza doğru çevirdi ve oynatıverdi. Kitaplar birden kanatlanmış kuş gibi gelip Şems'in avucunda eski hâlini aldı. Hiçbirinde en ufak bir eksiklik ve ıslaklık eseri yoktu.
Mevlâna hayran hayran baktı ve haykırdı:
- Ey hayat ışığım, bu ne hâldir?
Şems deniz deniz çağlayarak anlattı:
- Buna da zevk ve halet derler; ya sende bundan eser var mı?
Mevlâna boynunu büküp mırıldandı:
- Ne gezer!...
O andan itibaren Mevlâna'nın gönlüne bir başka ateş düşüverdi... Şems'in etrafında bir pervane gibi dönmeye başladı. Aşk denizinin dalgaları Mevlâna'yı sahili bulunmaz bir okyanusa itmişlerdi. Onda artık dur durak yoktu.
Bir gün, Hazret-i Mevlâna aşıklarından birine dedi ki:
- Hazır ol bu gece sana geleceğim!
O da gönül gönül çırpınarak:
"Ah yüce sultanım, beni ihya edersiniz!" dedi. Ve bu müjdenin verdiği sevinçle elde avuçta nesi varsa hepsini dağıttı. Gönüller sultanı gelecek, belki bir an dinlenmek ister diye güzel bir yatak hazır etti. Çünkü Mevlâna gece gündüz ak çiçekli bir gül dalı gibi titriyordu. Kâbe mumu gibi yanıyor, ney'ler gibi inliyordu. Mübarek vücudu incele incele gümüş tellerine dönmüştü.
Akşam oldu. Mevlâna, Siraceddin'in evine vardı, içeri girdi ve dedi:
- Siraceddin, sen bana bakma git yat!
Siraceddin ne yapabilirdi ki? Baş kesip "eyvallah" dedi. Hazreti Mevlâna namaza durdu. Yüce Rabbin huzurunda adeta kendinden geçti. Sabah ezanları gök kubbeyi çınlatmaya başladı. Siraceddin bütün gece yatağında dönüp durdu. Belki şimdi bitirir diye düşünüyordu. Ne var ki, Mevlâna hâlâ Yüce Rabbinin huzurundaydı. Başı kesik bir mum gibi geceler boyu yanmıştı. Artık Siraceddin dayanacak gücü kendinde bulamadı ve dedi:
- Sultanım, sabahlar oldu; bir nefes olsun dinlenin!
Mevlâna, îmân aynası berrak yüzünü Siraceddin'e döndürdü, elini uzatıp sırtını okşadı:
- İyi ama, eğer biz de uyursak bu kadar uyuyana kim deva eder?
Aşk sultanı Mevlâna, çocukların bile gönlünde taht kurmuştu. Çocukları ve fakirleri çok severdi. Sokaktan geçecek olsa bütün çocuklar peşine takılır, elini öpmek için sıraya girerlerdi.
Bir gün yine bir sokaktan geçiyordu. Onu gören çocuklar ceylanlar gibi sıçradılar. Koştular, elini eteğini öpmeye koyuldular. Oyun oynayan çocuklardan biri ona seslendi:
- Dur ey Hüdavendigâr! İşte oyunum bitiyor. Bitsin de ben de elini öpeyim!
Hazret-î Mevlâna olduğu yerde çakılıp kaldı. Dakikalarca orada bekledi. Nihayet çocuk oyununu bitirdi, bir kuş gibi uçup Mevlâna'nın huzuruna geldi ve ellerine sarıldı, öptü, öptü, öptü... Mevlâna da o güzel yavrunun saçlarını tel tel okşayıp sordu:
- Artık gidebilir miyim, ey çocuğum?
Çocuk başını salladı:
- Gidebilirsin!
Ve Mevlâna tatlı tatlı gülümseyerek oradan uzaklaştı.
Peygamberler Peygamberinin yüksek ahlâkından bir numune göstermiş bulunuyordu Mevlâna. Çünkü Allah'ın Sevgilisi de yolda rastladığı çocuklara selâm verir, gönüllerini alır, başlarını okşar ve hatta onlarla şakalaşır, neşelendirirdi.
Bir bahar sabahıydı...
Çemenin fezasında kuşlar uçuşuyor, altın başaklı lâleler yakut gibi parlıyordu. Bülbülle gül dalların koynunda cilveleşiyorlardı. Bir tatlı bahar ki, gönülleri yakıyordu. Aşk pervanesi Hazret-î Mevlâna, seher vakti kendisini sokağa attı, gidiyordu. Aksaray kapısına kadar vardı. Bu kapının önünde gözleri kör bir fakir vardı. Sabahtan akşama kadar oturur, gelip geçenlere el açardı. Adamın kafa gözleri kördü ama gönül gözlerinde bir pencere açılmıştı. İç gözlerinin aydınlığıyla Mevlâna'nın kutlu makamını gördü.
İşe bakınız ki; Yüce Sultan'ın önünde bir çoban yürüyordu. Tam Aksaray kapısından çıkıyordu ki; âmâ:
- Ey adam, Mevlâna'nın aşkına bana biraz ekmek ver!
Bu sözü Mevlâna da işitmişti. Hiç ses çıkarmadı, belindeki kemerini çözüp adamın önüne bıraktı ve yürüdü. O kapıyı geçer geçmez çoban dönüp âmâya:
- Ey kör, al şu dinarı da elindeki kemeri bana ver!
Âmâ, başını bir aslan gibi dik tutarak haykırdı:
- Bin dinar da versen yine onu sana vermem! Ben onu boynuma bağlayıp birlikte mezara götüreceğim!
Ahi çoban beynine yıldırım düşmüş gibi çarpıldı. Hayretle âmâ'nın yüzüne baktı. Kendi gafletinden utandı, yürüyüp gitti. Âmâ'nın gönül ocağında bir ateş yanıyordu. O gece sabaha kadar uyumadı. Ağladı, inledi, feryad kopardı, Allah'a yalvardı, gözünü bir çeşme misali akıttı:
- Rabbim, Rabbim! Bu kemerin sahibi hakkı için beni bu bel kaydından kurtar. Canımı al da ben bu dünyanın ötesine sefer edeyim.
Hâle bakınız ki; Ahi çobanı da o gece uyku tutmamıştı. Yatağının içinde dönüp dururken kulağının dibinde bir ses çınladı:
- Aksaray kapısındaki kör dünyadan el yudu, gerçek hayata geçti!
Ahi çoban, birden yatağından fırladı. Aksaray kapısındaki âmâ'nın evine koştu. Olanca kuvvetiyle kapıyı yumrukladı. Gerçekten âmâ ölmüştü. Bütün hizmetlerini üzerine aldı, onu kefenledi. Mevlâna'nın kemerini de boynuna bağladı ve onu öylece kara toprağın koynuna verdi.
Allah'ın sevgililerinin eteğine sarılanlara ne mutlu!...
Gece ile gündüz, tatlı ile acı, soğuk ile sıcak, kuru ile yaş, iyi ile kötü nasıl birbirinin zıddı ise, bazı insanlar da hidayet ışığının zıddı olmuşlardır.
Şemseddin Mardinî isimli kişi de böyle bir bahtsızlığa düşmüştü. Bir türlü Mevlâna'nın yüce şahsiyetini ve faziletini kabul edemiyordu, hatta aleyhinde bile konuşuyordu.
Bir gece yatağına uzanmış yatıyordu. Derken kendisini derin bir uyku bastırdı. Daha sonra rüyaların denizinde yüzmeye başladı. Rüyasında âlemlere rahmet olan Hazreti Peygamber'i görmüştü. Allah'ın Sevgilisi topyekün zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın peygamberi yüksek bir yere oturmuştu.
Mardinî huzura varıp selâm verdi. Ne var ki Kâinatın Efendisi mübarek yüzünü ondan çevirdi. Bu sefer, Mardinî onun yüzünü çevirdiği tarafa koştu. O ışıklar saçan güzel ve mübarek yüz, yine aksi tarafa döndü. Şemseddin Mardinî aklını yitirecek gibi oldu. Çırpınan alevler gibi döndü:
- Ey kokusu güzel Peygamber! Ey eşi bulunmaz tek inci! Senin şefaatine nail olmak için nice zamandır çalışmaktayım. Nice zahmetler çektim, nice üstadların önünde diz çöktüm. Şimdi bu mahrumiyete sebep nedir?
Nihayetsiz olan Mülkün Seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi olan Cenab-ı Mustafa (S.A.V):
- Dediklerin doğrudur. Ne var ki, senin yaptığın bizim hoşumuza gitmiyor. Bu günahın bütün günahlarına bedeldir. Çünkü sen Mevlâna'ya inkâr gözüyle bakıyorsun.
Şemseddin ölüm terleri dökmeye başladı. Bu rüyanın tesiriyle yatağından fırladı. Sabah olur olmaz Hakk dostu Mevlâna'nın kapısına koştu ve kapıyı tıkırdattı. İçeriden bir ses çağladı:
- Kim o?
Şemseddin Mardinî inledi:
- Günahına tevbe etmek isteyen biri.
Kapı derhâl açıldı. Şemseddin kendini yerlere attı, olanı biteni bir bir anlattı ve dedi:

- Ey Hûdâ'nın has kulu! Beni affedebilecek misin?
Gönül Sultanı Cenab-ı Mevlâna gülüyordu. Şemseddin yüce mürşidin önünde tövbe etti, affa uğradı, Mevlâna'nın pınarında yıkanarak kurtuluşa ermişdi. Artık mutlu ve mesuttu. Saadetinden uçacak gibi olmuştu. Nefsin ve gururun zincirlerini bir hamlede koparmış, erenlerin denizine dalmıştı.
Şimdi Mevlâna'nın dizinin dibinden ayrılmıyordu. Mevlâna coşkun pınarlar gibi çağlıyordu ve diyordu ki:
"Ey heva ve hevesi derununda tazeleyen kimse! Îmânını tazele. Fakat yalnız dilin söylemesiyle değil! Heva ve şehvet taze bulundukça, îmân taze değildir. Çünkü bu heva, hakikat kapısının kilididir. Rüzgârın esişine tâbî olan, ot gibi nefis ve hevanın zevkine uyma! Zira arşın gölgesi bir kulübeden evlâdır!"
MERKEZ EFENDİ HAZRETLERİ
Güzel İstanbul'un manevî sultanlarındandır Merkez Efendi. Asıl adı Musa, babası Muslihuddin'dir.
Musa bin Muslihuddin nice zaman medreselerde tahsil gördükten ve ulemâ sınıfına dahil olduktan sonra, İstanbul'a gelip yerleşti. Kısa zamanda müstesna bir mevkii elde etti. Fakat hayatının akışı asıl bundan sonra değişecekti...
Ona Kur'ân'daki hakikatleri, Allah'ın ilmini öğreten de Allah sevgilisi, mürşidi Sümbül Efendi'dir. Önceleri Sümbül Efendi'yi inkâr edenlerden biri de kendisiydi aslında. Ama Allahû Tealâ ona bir rüya ile yanlışta olduğunu malum etti.
Rüyasında; Sümbül Efendi evinin kapısında dayanmıştı. Kapının arkasına yığdıkları onca eşyaya rağmen Sümbül Efendi bir hamlede kapıyı yıkıp içeri girmişti. Rüyasından o kapının kırılma sesiyle uyanan Musa bin Muslihuddin düşünce deryasına dalıp gitti. Düşündükçe ufku açıldı ve bu rüyanın büyük bir mânâ ifade ettiğini bildi:
- Biz, meğer ne büyük gaflet içindeymişiz!..
Sabahı iple çekti Musa Efendi. Artık duracak zaman değildi. Gökleri inleten ezan sesleriyle birlikte evinden dışarı çıktı. Rüzgâr önündeki yapraklar gibi gitti, bir çırpıda o kıvrım kıvrım yolları bitirdi ve sonunda Sümbül Efendi'nin dergâhına vardı. Hiç kimseye görünmeden yavaşça içeri süzüldü, bir direği siper edinerek arkasına geçip oturdu, başını göğsü üzerine eğip beklemeye koyuldu.
Bir müddet sonra Sümbül Efendi gönüllere inciler yağdıran konuşmasına başladı. İnsanı mest eden tatlı, ılık yumuşak bir lisanla konuşuyordu. Her bir sözü insanın yüreğine kurşun gibi işliyordu adeta. Ötelerin ve buraların nice hikmetleri dile geliyordu.
Musa Efendi'nin gönlüne bir pencere açılmıştı bile. Kendisini bambaşka bir âlemin içinde yüzüyor sandı ve ılık bir ışık bütün içini doldurup aydınlattı. Şimdi her şey daha güzeldi. Sümbül Efendi, gözlerini dervişlerin üzerinde gezdirdikten sonra sordu:
- Ey temiz canlı adamlar, söylediklerimi anlıyor musunuz?
Hiç kimsede ses yok. Herkes başını eğmiş susuyordu. Her kelime esrar hazinesi gibi bir şeydi. Sümbül Efendi yine ışıklar dolu gözlerini dervişlere dikti:
- Hayır, anlamıyorsunuz! Ama o direğin dibindeki! O var ya, söylediklerimi tamamen anlıyor, çünkü bugün hep onun için söylüyorum!
Direğin dibindekinin hâli perişan... Onun burada olduğunu güzel Sümbül Efendi nereden biliyordu? Bunca tahsil, bunca medrese hepsi nafileydi burada. Burası vahdet denizinin dalgalarıyla çağlayıp duruyordu.
O andan itibaren Musa bin Muslihuddin, Sümbül Efendi'nin eteğine sıkıca tutundu, ondan aldığı Allah'ın ilmiyle tasavvuf denizine daldı, Allah'ın nice manevî nimetlerinden nasibini aldı. Genç medreselinin gönül toprağına ilâhî aşkın zerresi düşmüştü. O bir zerre aşk, dünyalar dolusu cevherden daha iyiydi. Şimdi medreselinin can sazı bir acaip nağme ile inliyordu...
Bir gün Sümbül Efendi, dervişlerini çetin bir imtihana tâbî tuttu. Onlara dedi ki:
- Ey bir avuç topraktan ibaret olan canlar! Âlemi siz yaratmış olsaydınız nasıl yaratırdınız?
Bu suale ne denir ki? Her derviş kendi gönlünce cevaplar sundu. Ne var ki hiçbiri Sümbül Efendi'nin arzu ettiği cevaba muktedir olamadı. Sıra Musa Efendi'ye geldi ve yüzünde elmaslar oynaşan Sümbül Efendi tatlı bir tebessümle:
- Eee, bir de sen söyle bakalım Musa Efendi, sen nasıl bir dünya isterdin? Âlemi sen yaratsaydın nasıl yaratırdın?
Musa Efendi başını kaldırmadan cevap verdi:
- Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım! Âlem öyle tatlı bir nizam içinde ki; buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez!
Sümbül Efendinin istediği de buydu. Ay yüzünde görülmemiş bir ışık belirdi ve dedi:
- Aferin derviş Musa! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın? Öyleyse senin adın bundan böyle Merkez Muslihuddin olsun!
Bundan sonra Musa bin Muslihuddin adı Merkez Muslihuddin oldu ve artık O, Merkez Efendi ismiyle gönüllerde taht kuracaktı.
Yine dervişlerin Sümbül Efendi etrafında birer pervane misali döndüğü günlerden biri, Sümbül Efendi dervişlerini imtihana tutmak istedi.
- Ey dervişler, diye seslendi. Hakk rahmetinin tecellisi toprak *****n bağrından renk renk, türlü türlü, çeşit çeşit çiçekler fışkırıyor. Her biriniz bana bir top çiçek getireceksiniz. O miskler saçan çiçeklerle gönlümüz, gözümüz aydınlanacak.
Dervişler durabilir miydi? Sümbül Efendi ilk defa kendilerinden bir şey istiyordu. Bütün dervişler dışarı süzüldü. Kırlara, bahçelere doğru koştular ve demet demet, kucak kucak çiçekler topladılar. Getirdikleri çiçeklerle dergâh çiçek bahçesine dönmüştü.
Bütün dervişlerin yüzü çiçekler gibi gülüyordu. Sadece Merkez Efendi düşünceliydi. Elinde bir tane, tek bir tane solmuş, kurumuş, cevheri gitmiş papatya vardı. Bu rengârenk çiçeklerin içinde kuru bir papatyanın ne kıymeti olurdu ki? Sümbül Efendi'nin önüne varıp boyun büktü:
- Ey tertemiz canların ışığı! Hangi çiçeğe el atsam, onu zikr-i İlâhî ile titrer buldum. Allah Allah diye feryad eden o güzelleri koparmak elimden gelmedi. Onun için yüksek huzuruna şu kupkuru papatya ile geldim! Kusurum af ola!
Zaten Sümbül Efendi'nin beklediği de buydu. Merkez Efendi'ye derin derin baktı:
- Hamdolsun Yüce Allah'a ki, senin iç gözlerine İlâhî hikmet sürmesini çekmiş!..
Mürşidinden bu müjdeyi aldıktan bir süre sonra Sümbül Efendi'ye damat oldu. Kızı Rahime ile evlenip kendi dergâhına çekildi. Gönül dudaklarıyla ilâhî aşkın şurubunu içmişti Merkez Efendi.
Artık o da Allah'ın irşad zincirinin bir halkasıydı.

HACI BAYRAM-I VELÎ HAZRETLERİ
Anadolu'yu aydınlatan ışıklardan biridir Hacı Bayram-ı Velî. Hakikat yolunun kılavuzu...Hak erenlerinin baş tâcı, kurtuluş kervanının önderidir. İstanbul'un fethini müjdelemiş, bir ilim ve hikmet hazinesidir.
Hacı Bayram-ı Velî'nin asıl adı Numan'dı. İlim tahsiline doğduğu il olan Ankara'da başladı. İlim ve irfan yuvası Bursa'da Medrese ilimlerini bütünüyle ikmâl edip iyi derece ile mezun olduktan sonra, derhâl Ankara'da Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'ye müderris olarak tâyin edildi.
Ankara Medresesi'nin başmüderrisi Numan, kendisine uzanan sevgi ve muhabbet iplikleriyle yumak yumak sarıldı, şan ve şöhreti günden güne etrafa yayıldı. Ne var ki bunların geçici ve aldatıcı şeyler olduğunu; ebedî olanı, Hakk rızasına erdireni, gönülleri nur deryası haline getireni araması gerektiğini o da biliyordu.
Kendi kendine:
- Ey Numan, şöhrette helâk vardır! Aklını başına devşir! diyordu.
Bu düşüncelerin ırmağında yüzdüğü bir gün Kara Medrese'ye yüzünde aydınlığın benekleri gezinen biri geldi. Bu pak yüzlü insan, ona Kayseri'den, Somuncu Baba'dan haber ve davet getirmişti. Bu daveti duyan Numan, derhâl Somuncu Baba'nın emrine boyun büktü ve yola koyuldu. Sonunda bir kurban bayramı günü Kayseri'ye vardı.
Somuncu Baba kendilerini bekliyordu. Yüksek huzura çıktı. Müderris Numan'ı karşısında gören Somuncu Baba ayağa fırladı ve haykırdı:
- Bilmem bu iki Bayram'ın hangisiyle sevineyim?
Ve bu andan sonradır ki, Numan adı unutuldu Bayram ismi dillerde gezinmeye başladı.
Müderris Numan, (yeni ismiyle Bayram) o Allah'tan kopmayan kulba yapıştı, ondan Allah'ın ilmini öğrendi ve yine mürşidiyle beraber hac farizasını eda etmek için mukaddes topraklara gitti. Artık o Müderis Numan değil, Hacı Bayram'dı. Mürşidinin öğretisinde, onun ayak izlerinden giderek Allah'a emanetleri teslim etmiş ve o da bir mürşid olmuştu. Bundan sonra Ankara'ya dönüp irşad halkasını Anadolu'nun tam merkezine kurdu.
Zaman ırmağı hikmet çağıltılarıyla akıp gidiyordu. Hacı Bayram-ı Velî vahdet deryasına dalmış, ilâhî aşkın şurubunu içmiş, Allah aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Etrafı ise günden güne dervişlerle dolup taşıyordu.
Aşkın çilesini çekmek kolay değildi ve şimdi onu yeni bir çile bekliyordu. Etrafında safâ ve seyran süren dervişler çoğaldıkça, kara kalpli insanların huzursuzluğu da artıyordu ve Osmanlı Sultanı'na kara haberler uçuruyorlardı:
- Hacı Bayram cümleyi etrafına toplamış, dervişlerden bir ordu peyda etmiş de saltanat davası güdüyor!..
İkinci Sultan Murad, ilk zamanlar buna inanmadı. İnanmadı ama, iftiracıların zehirli nefeslerinin de arkası kesilmedi. Yeni bir kardeş kavgasına izin verilemezdi. Saltanatı tehlikeye sokacak her hareket anında bastırılmalıydı. Osmanlı hünkârı derhal iki çavuş görevlendirdi ve dedi ki:
- Kuşlar gibi uçup, Ankara'ya varın ve o Hacı Bayram denilen adamı alıp gelin! Karşı koyacak olursa zincire vurun!
Çavuşlar kartopu alınlı atlar üzerinde rüzgâr gibi uçarak tâ Edirne'den Ankara'ya geldiler. Yolda nur yüzlü, aydın bakışlı birine rastladılar. Selâm verdiler, hâl hatır sordular ve muhabbete başladılar.
- Ey çavuşlar, nereden gelip nereye gidersiniz? diye sordu nur yüzlü adam.
- Hacı Bayram derler, biri varmış. Kötülüklerini Hünkâra arzettiler. Osmanlı Sultanı ferman çıkardı; onu alıp sultanın katına götüreceğiz!
Nur yüzlü ve aydın bakışlı yolcu gülümseyerek;
- Ol dedikleri işte bu fakirdir!
Çavuşlar yaralı serçeler gibi titremeye başladı. Çünkü bu yüzde bir başka ışık pırıldıyordu. Bu adam mübarek bir adamdı. İftiracıların dediği gibi biri olsaydı kendisini tanıtmazdı. Çaresiz kalıp Hacı Bayram-ı Velî'nin yüzüne nazar ettiler. Bu yüzde elmaslar oynaşıyor, bu gözlerin içinde okyanuslar dalgalanıyordu. Oldukları yerde durup haykırdılar:
- Biz sizi derdest edip nice götürürüz? Gam seline değirmen olamayız!
Hacı Bayram:
- Ey iyi yürekli gaziler, sitem şişine kebap olacak benim! Ben bunun için yola çıktım, sizi bekler dururdum. Padişah fermanı yerine gelse gerekir. Yanınızda bulunan zincirleri bend kılın, gidelim!
Padişah fermanıyla buralara kadar gelen çavuşlar büsbütün hayrete düştüler. Gözleri bulutlar gibi yaş dökmede, gönülleri güvercin kanadı gibi çırpınmadaydı; ama elden ne gelirdi? Yine Hacı Bayram Hazretleri'nin emriyle yola revan oldular ve sonunda Edirne'ye vardılar.
Çavuşlar önde Hacı Bayram arkada padişah huzuruna yürüdüler. Asıl hayret etmek sırası Sultan Murad'da idi. O, karşısında devletin selâmetine ve tahtına kasdetmiş bir celali bekliyordu. Ne var ki, getirilen adam sanki bir güzellik Yusuf'uydu. Yüzünde güneş bir ışık vardı. Şimdi utansın mıydı, ağlasın mıydı, dövünsün müydü? Ne yapsındı Sultan Murad?
Beynini akrep kıskacı gibi sıkıyordu bu düşünceler. Çaresizdi, utanmıştı. Hacı Bayram Velî Hazretleri, onun düşünce zincirine bir ışık halkası takmak istedi ve dedi:
-
Hiç gerekmez sultanım! Madem ki birbirimizi bildik ve bulduk!..
İkinci Murad gönlünden bir "oh!" çekti. Bütün sıkıntılar ve ızdıraplar rüzgâra katılmış tüy misali uçup gidivermişti. Şimdi Hacı Bayram Velî'nin gönlünü nasıl alacağının telaşı içindeydi. O kadar ihsanlarda ve ikramlarda bulundu ki, saray da şaştı bu işe, âlem de...
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri'nin dünya malında ve varlığında gözü yoktu elbette; ama Sultan II. Murad mahcubiyetin yanı sıra; atalarından öğrendiği Allah dostlarına duyduğu saygı sebebiyle çırpınıyordu Hacı Bayram Hazretleri'nin gönlünü almak için.
Osmanlı Sultanları, her devrede Allah dostlarına danışmışlar ve böylece Allah'ın yardımını almışlardır. İşte Sultan II. Murad'ın mürşidi de Hacı Bayram-ı Velî'ydi. Nitekim kendisine İstanbul'un fethinin, oğlu Mehmed'e nasip olacağını müjdeleyen yine Hacı Bayram-ı Velî Hazretleriydi.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:30 Sebep: Sayfa Düzeni
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ocak 2006       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI İMPARATORLUĞU
Osmanlı Dönemine Ait Eserler


Osmanlı Kalkanları
Günümüze dek orijinal haliyle konxnmuş olan kalkanlann çoğu ya Osmanlı kökenlidir ya da Osmanlı kalkanlan örnek alınarak yapılmıştır.
Bunlann özel olarak incelenmesi ve bir “tarihi eserler grubu” içinde yorumlanmaları gereklidir. Bu konudaki arşivlerin araştırılması da Türk bilim adamlarının görevi olmalıdır. Özellikle Alman, İngiliz, Amerikan ve Türk bilim adamları tarafından birkaç kuşaktan beri ayrıntılı olarak incelenen minyatürlerdeki betimlemeler, bu konuda faydalı olabilir. Ancak Osmanlı minyatürlerinde İran minyatürlerine oranla çok daha az sayıda kalkan betimlemesi görülür. Ayrıca Osmanlı askerlerinin Macar kalkanlanndan esinlenerek yapılmış, üst kısmı diyagonal kesimli, dışbükey, dikdörtgen biçimli bir tür kalkan da kullanmış olduğu minyatürlerde görülmektedir.
Başka minyatürlerde de, örneğin Topkapı Sarayı atölyelerinde yaklaşık 1555 yılında hazırlanan Süleymannâme'deki 1552 Rodos Kuşatması'nı betimleyen minyatürde, kalkan taşıyan yeniçeriler betimlenmiştir.15 Kalkanlı yeniçeriler, 16. yüzyıl sonunda Bağdat minyatür okulu tarafından gerçekleştirilen ve tahtta oturan Hülagu Han'ı gösteren minyatürlerde de göze çarpar.16
Birçok başka eserde de görüldüğü gibi, kalkanların yapıldığı malzeme ve bezemeleri, kullanıcılarının hiyerarşik konumunu yansıtır. En iyi malzeme, biçim ve bezemeler padişahların, vezirlerin, beylerbeylerinin, yüksek rütbeli subaylann ve devlet memurların kullandıkları eşyalarda göze çarpar. Kalkanın yüzündeki bezeme türü, belli bir sınıflandırmanın ölçütü de olabilir.
Avrupa koleksiyonlarındaki Osmanlı kalkanlarının çoğu, özellikle 1683 Viyana Kuşatması'nda ve sonraki bazı seferlerde ele geçirilen savaş ganimetleridir. Kalkan her zaman cazip bir ganimet olmuş ve özenle korunmuştur. Türkiye'deki, özellikle lstanbul'daki müzelerin dışında Viyana, Dresden, Karlsruhe, Venedik, Budapeşte, Krakov, Varşova, PoznaD, Moskova gibi pekçok müzenin koleksiyonunda kalkanlara rastlanmaktadır. Aynca özel koleksiyonlarda da yayınlara geçmemiş ömeklerin varolduğu bilinmekte ve korunagelmiş kalkan sayısının birkaç yüzü tahmin edilmektedir.
Kayıtlarda rastlanan kalkanlar üç gruba ayrılabilir: İlk grup yalnızca askeri amaçlarla kullanılan bezemesiz kalkanlardır. İkinci grupta, savaşta ya da törenlerde kullanılan, göbekligi, metal kısımları, perçin başları ya da plakaları sade veya bezemeli kalkanlar vardır. Üçüncü grup ise simgesel anlam taşıyan ve yalnızca törenlerde kullanılan, simli kumaşla kaplı, işlemeli, altın, gümüş kaplamalı ve kıymetli taşlarla bezeli kalkanlardan oluşur.
Sade savaş kalkanı, üstünde düz çelik bir göbekliğin yerleştirilmiş olduğu ahşap bir parça etrafına 16-20 sıra, iple sarılmış kalın saz ya da söğüt dalı kullanılarak yapılırdı. Bu kalkanların iç yüzeyi kumaş ya da deri kaplıydı ve çelik başlı perçinlerle tutturulmuş deri kayışlardan bir de sapı vardı. Bu grupta Dresden Tarih Müzesi Silahhanesinde ve Karlsruhe'deki Baden Müzesi'nde Ernest Petrasch tarafından ayrıntılı olarak tanımlanan ve çoğunluğu büyük olasılıkla 1683 Viyana kuşatmasından kalma çok sayıda örnek vardır.
osmanli kalkan 2İkinci gruba giren süslemeli kalkanlara ait ömekler, diğerlerine göre daha çok sayıda günümüze ulaşmıştır. Bunlar yalnız cazip ganimetler değil, aynı zamanda değerli armağan ve ticari mal olarak değerlendirilmişlerdir. Renkli bir kalkan çoğu zaman saray, şato ve hatta soylu köşklerindeki silah koleksiyonunun en önemli parçasıydı. 19. yüzyıldan itibaren bu kalkanların müze sergilerinde de şekilde önemsendikleri gözlenmektedir. Ortalama 60 cm çapında olan bu bezemeli kalkanlann ortasında yaklaşık 20 cm çapında, ıhlamur ağacından yuvarlak bir göbeklik vardır. Ortalama 40 sıra hasır örgü, bu göbeğe tutturulmuştur. Çok esnek ve dayanıklı olan bu saz türü, ilk grupta kullanılan sazdan daha incedir. Renkli ipek ipliklerin bu saz örgüye büyük bir incelikle ve sıkıca sarılmasıyla, Osmanlı sanatına özgü geometrik selvi ağacı, çiçekli dallar, arabesk desenler, Çin bulutları ve kitabeler içeren süslemeler yapılmaktaydı. Kırmızı ana renk mavi, yeşil ve sanyla vurgulanıyordu. Üzerinde "Allah", "Muhammed" ve "Ali" ya da Kuran'dan ayetlerin görüldügü kısa yazılar da yer alabilmekteydi.
Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan ve hayli tartışma konusu olan kalkanın yüzeyi, tümüyle karanfil ve lale motifleriyle kaplıdır. Göbekliği ise sadedir. Ancak, bu gruba giren kalkanlann göbeklikleri metal kesilerek yapılmış Osmanlı zambak motifiyle ya da üzeri değerli taşlarla süslü gümüş kaplama örneklerde olduğu gibi genellikle süslemeli olur. Krakov'da Wawel Kraliyet Şatosu'nda bulunan zarif kalkanın (res. 4) yüzeyi tipik saz yaprağı ve göbekliği savat tekniğinde helezoni rozet motifiyle bezenmiştir. İran ve erken dönem sanatından esinlenerek yapılmış bu helezoni rozet motifiyle, yapımı çok kolay olan dalgalı Çin bulutu gibi motifler, Osmanlı kalkanları üstünde sıkça görülmektedir.
Krakov'daki Czartoryski Müzesi'nde, bu gruba giren iki eşsiz kalkan bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi ünlü Polonyalı Hetman Stefan
Czarniecki'ye (öl. 1665) aittir (res. 1). Göbekliği oymalı ve gümüş kaplama olan kalkanın yüzeyinde beş kollu yıldız motifi vardır. Diğeriyse, Hetman Mikolaj Hieronim Sieniawski tarafından Viyana kuşatması sırasında ganimet olarak alınmıştır. Bu kalkanın saz örme yüzeyinin üstünde "X" biçiminde bir bitki motifinden oluşan bezeme, savatlı gümüş göbek üstünde birkaç kez tekrarlanmıştır (res. 3). Kısa bir süre öncesine kadar Thurnau Şatosu'nda Von Giech Kontları'nın koleksiyonunda bulunan, 1685 Türk seferinden kalma kırmızı bir kalkanın üstünde, ender rastlanan bir bezeme görülmektedir; bu kalkanın üst kısmında iki flama, alt kısmında da Arapça yazı kartuşu vardır. Varşova'daki Polonya Ordu Müzesi'nde de gümüş kaplama göbekliğin üstünde rozet motifi çevresine kakılmış firuzeler ve üç hilal motifi bulunan, kırmızı, mavi ve yeşil iplikle çalışılmış bir kalkan bulunmaktadır. Bu motifler gizemli bir insan yüzü ifadesi yansıtmakta ve bir Osmanlı motifini insan formuna dönüştürme çabasının nadir örneklerinden birini oluşturmaktadır. Bu kalkanın yüzeyinde bu motife benzer altı yuvarlak motif daha bulunmaktadır (res. 5).
Varşova'daki Polonya Ordu Müzesi koleksiyonlarında yer alan, bir muhafazası, taşınması için deri bir kılıfı ile bakır bir kutusu olan kalkan, çok ender rastlanan bir parçadır (res. 7). Buna bakarak tüm Osmanlı kalkanlarının ve özellikle de üçüncü gruba girenlerin benzer kılıfları olduğu düşünülebilir.
Üçüncü grup, değerli taşlarla bezeli kalkanlardan oluşmaktadır. Bunlar da örülmüş sazlardan yapılmış olmakla birlikte, tümüyle altın simli kumaş ve nakışlarla ya da tümüyle değerli taşlarla bezeli gümüş kaplama metal bir plakayla kaplanmıştır. Bu tür kalkanlarda orta tabaka göbeklik işlevi görür, ancak bu göbeklik birinci ve ikinci gruptaki kalkanlarınkinden daha küçüktür. Ortada değerli bir taş, firuze ya da Seylan taşı görülür. Bu gruba dahil olan kalkanlarda, yukarıda sözü edilen ve Kral III. Zygmunt'un tabutundan çıkarılan Wawel'deki İran kalkanına benzemekle birlikte, bazı farklılıklar göze çarpmaktadır. Bunlar İstanbul'da saray atölyelerinde yapılmış örneklerdir ve 16. yüzyılda, özellikle de Kanuni Sultan Süleyman döneminde gelişen zengin süslemeli bir Osmanlı üslubunu yansıtmaktadır. Bu bezeme üslubunun kullanıldığı parçalar, eyer, koşum takımları, kılıç, mızrak ve silah gibi askeri gereçler, altın, gümüş, firuze ve nefrit kullanılarak âdeta birer mücevhere dönüştürülmekteydi. Murassa kalkanlara sahip çok az koleksiyon vardır. Bunlardan büyük olasılıkla 1683'te Viyana'da ele geçirilmiş olan iki tanesi Krakov'daki Czartoryski Müzesi'nde (res. 2), bir tanesi Wawel'de, ikisi Moskova Kremlin Oruzheynaya Sarayı'nda, biri Budapeşte Magyar Nemzeti Müzesi'nde ve İsveçliler tarafından Polonya'da ele geçirilen diğeriyse, halen İsveç'te Skokloster'da General Wrangel'in şatosunda bulunmaktadır.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:30
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Ocak 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nadir Osmanlı Sikke, Nişan ve Madalyalar

- Osmanlı Dönemi Sikkeleri

- Osmanlı Dönemi Nişan ve Madalyaları


OSMANLI DÖNEMİ SİKKELERİ

Osman Gazi dünyanın sayılı imparatorluklarından biri olacak olan Osmanoğullarının ilk sikkesini kestirerek Anadolu'nun karmaşık ortamında adını duyurdu. Gümüşten kesilen ve akçe adı verilen bu sikke, Osmanlı'nın para birimi olarak 15. yüzyıla kadar değerinden hiç bir şey kaybetmeden geldi. Beyliğin sınırlarını başarılı akınlarla genişleten Orhan Gazi akçelerini önce Anadolu'daki İlhanlı baskısı yüzünden İlhanlı tarzında, vali Timurtaş'ın ölümünden sonra ise sadece kendi adının ve kısa bir duanın bulunduğu farklı bir tarzda kestirir.
Osmanlı sikkelerde uzun dua cümleleri yer almaz. Sultanın ve babasının adı, darphanenin adı ve darp tarihi rakamla yazılmış olarak bir de "hullide mülkehu" (mülkü devamlı olsun),"azze nasrehu" (yardımı aziz olsun) gibi kısa dua (temenni) yazılır.

Orhan Gazi Bursa'yı aldıktan sonra ilk defa akçelerde darp yerinin yazıldığını görüyoruz. Avrupa'ya ayak basan I. Murad zamanında akçelerin yanısıra mangır denen bakır sikkelerin kesimine de başlandı. Yöresel kullanım için ve akçenin alt birimi olarak darbedilen mangırlar çok çeşitli ve zengin süsleme motifleriyle Osmanlı sikkelerinin belki de en renkli malzemeleridir.
Osmanlılar'ın 14. yüzyılda Anadolu'da ve Avrupa'da yaptıkları başarılı akınları ve kazandıkları toprakları gören diğer beyliklerden akıncıların da katılmasıyla Osmanlı Beyliği hızla büyüyordu. 14. yüzyılın sonunda I. Murad ve Yıldırım Bayezid'in yaptığı akınlarla sınırlar Fırat'tan Tuna'ya kadar genişlemişti.

Kendisini İlhanlıların mirasçısı sayan Timur, doğuya ilerleyen Yıldırım'ı Ankara Savaşında (1402) esir etmiş ve Osmanlıların diğer beyliklerden aldıkları toprakları sahiplerine iade etmişti. Kalan topraklarda Bayezid'in oğulları arasında paylaşılınca tam genişlemeye başlamış olan Osmanlı Beyliği bir kaosa sürüklendi. Fetret Devri denilen bu döneme Çelebi Sultan Mehmed son verdi. Bu dönemde Yıldırım Bayezid'in oğullarından Emir Süleyman'ın sikkelerinde Sultanın ve babasının isminin bir arada nakış gibi işlendiği ve Osmanlı'ya has olan tuğrayı, ilk defa kullandığı görülür.
Çelebi Sultan Mehmed ve II. Murad, saltanatları boyunca gerilemiş olan sınırları eski haline getirmeye çabaladılar. Fatih Sultan Mehmed, hazırlanan bu ortamda hâlâ büyük bir imparatorluk olan Bizans İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'i uzun ve zorlu bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453'de aldı. Yerleşik belli bir yeri olmayan devlet merkezini topraklarının doğal başşehri olan bu şehre taşıdı, adına da Kostantiniye dendi.

Beylikten devlete geçişi altın sikke kestirerek duyurdu dünyaya Fatih Sultan Mehmed. Sultanî denen bu sikke ticarette zorluk çıkmasın diye Venedik Dükaları ayarında ve ağırlığında idi. Bu dönemde Osmanlılar Anadolu'daki fetihlerin yanısıra Avrupa içlerine de yerleştiler.Akçe ve mangırlar Serez, Novar, Ayasluk, Edirne, Amasya, Bursa ve Konya gibi şehirlerde, altın ise sadece Konstantiniye'de kesiliyordu. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'u fethetmesinin yanında Osmanlı sikkelerinin tuğra ile birlikte belirgin özelliği olan "Karaların sultanı , denizlerin hakanı, sultan oğlu Sultan" ifadesini de torunlarına miras bıraktı.
Şehzade Cem Sultan'ın Rodos Şövalyeleri tarafından rehin tutulmasına karşılık II. Bayezid Avrupa'daki Osmanlı yayılmasına ara vermek zorunda kalmıştı. II. Bayezid'in Konstantiniye dışında bir taşra darphanesi olan Serez'de altın sikke kestirdiğini görüyoruz.

Yavuz Sultan Selim, Osmanlı'nın yerleşik düzeninden ve kurallarından sıkılan Türkmen göçebelerin, siyasi bir güç kazanan Safevî'lere katıldığını görmüş ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için Çaldıran Savaşıyla (1514) Şah İsmail'i yenmişti. Bu zaferden sonra I. Selim sikkelerinde "Şah" ünvanını kullandı. I. Süleyman'ın da kullandığı bu ünvan daha sonra terkedilmiştir. Yavuz Sultan Selim Portekizli denizcilerin ticaret yolu olarak Afrika yolunu keşfetmeleri üzerine tehlikeye giren Asya ticaret yolları için Ridaniye Savaşıyla (1517) Memlük Sultanlığı'na son verdi.

İslamiyetin en kutsal iki şehri olan Mekke ve Medine de Osmanlı topraklarına katıldı. Böylece Mısır, Amid (Diyarbakır), Dimaşk (Şam), Haleb, Ruha (Urfa), Mardin, Harput, Hısn Keyfa (Hasankeyf) ve Hicaz'da da sikke kesilmeye başlanmıştı.
Kanunî Sultan Süleyman 1520'de tahta oturduğunda Osmanlı'yı yükselen Şii değerlere karşı, Sünniliğin önderliğini üstlenmiş ve Hint ticaret yollarını kontrol eder bulmuştu. Belgrad'ı aldıktan sonra Avrupa'da güçlenen Habsburg Hanedanı ile arasında Budin'i alarak tampon bölge oluşturdu. Osmanlı'nın Avrupa'da olmasını fırsat bilerek kıpırdanmaya başlayan Safevîlere Bağdad'ı alarak ağır bir darbe daha vurdu. Türk kaptanı Barbaros Hayreddin Paşa'nın kuzey Afrika'daki bağımsız beyliğini bağışlamasıyla, Osmanlı Afrika'da ilk toprağına sahip oldu. Bu seferlerin sonunda Cezayir, Bağdad, Zebid, San'a, Belgrad da Osmanlı darphaneleri arasına katıldı.

Kanunî devri devletin ve halkın en zengin olduğu devirdi. Kırktan fazla darphanede para basılıyordu. Osmanlı fethettiği toprakların yönetiminde gösterdiği esneklik ve hoşgörü politikasını, o bölgelerde basılan sikkelerde de göstermiş ve her yörede farklı nakış ve istifte sikkeler basılmaya başlamıştı. Ayrıca yabancı paralar da Osmanlı paralarıyla aynı anda İmparatorluk topraklarında kullanılıyordu.
Osmanlı'yı 600 yıl boyunca bu kadar geniş topraklarda yaşatan bu hoşgörü politikasıdır.
İspanyol ve Portekizli denizcilerin başarılı keşifleri sonunda Amerika'dan getirilen tonlarca gümüş ve altının Avrupa pazarlarına girmesiyle Avrupa'da oluşan zenginliğe karşın, Osmanlı'daki enflasyon neticesi akçenin değeri 1585-1640 arasında ardarda düşürüldü ve darphaneler birer birer kapanmaya başladı. IV Murad zamanında akçeden daha hafif "para" adıyla yeni bir sikke çıkarıldı. Artık sadece Kostantiniye ve güney illerinde sikke kesiliyordu.

II. Süleyman bu durum karşısında Avrupa'daki "grosso"larla aynı değerde olmak üzere gümüşten "kuruş" bastırdı. Yeni mangır birimi de kullanılmaya başlandı. IV. Mehmed'in son dönemlerinden beri Avrupa'dan getirilen makinalarla darphanede altın para basılıyordu, II. Süleyman altınlarla birlikte gümüş ve bakırları da makinalarda bastırmaya başladı.
II. Mustafa'nın tuğrayı gümüş ve bakırın yanında altınlarda da kullanmaya başladığını görüyoruz.
18. yüzyılda, Osmanlı'da III. Ahmed'in barışçı siyaseti dikkati çeker. Karlofça ve Pasarofça antlaşmaları ile genişleme siyaseti bırakılmıştı. Bu döneme, gelişen ince zevkin ve kültürel gelişmelerin simgesi olarak "Lale Devri" dendi ve bu sembolik lale motifi bitkisel süslemelerle birlikte bu devir sikkelerinin en belirgin özelliği oldu. Ayrıca bu dönemde Venedik altınına eş değerde Cedid Zer-i İstanbul altını da basıldı.

Sultan II. Mustafa'nın Osmanlı sikkelerinde ilk defa olarak cülûs tarihinin yanında, saltanatın kaçıncı yılında bastırıldığını gösteren rakamı da eklemesiyle sikkelerin kesim tarihi kesin olarak anlaşılabilir oldu.
18. yüzyıldan başlayarak Osmanlı bitmek bilmeyen savaşların masraflarını karşılıyamaz hale gelmişti ve yenilgilerden sonra gittikçe toprak kaybediyordu. İç karışıklıkların ardı arkası kesilmiyordu. Padişahlar saray entrikaları, sıkça görülen kısa saltanatlar ve sarayın müsrifliği yüzünden devlet kasasını kontrol edemiyordu. Avrupa ortaçağı aşmış, her konuda âtılım yapıyordu. Batıyı örnek almaya karar veren Osmanlı, III. Selim ve II. Mahmud'un yenilikçi politikalarıyla yeniden yapılanmaya başlamıştı. Bu yenilikçi hareketin izlerini II. Mahmud'un birim ve tipte hayli fazla çeşitte sikke bastırmasında görebiliyoruz. 1818 yılında Osmanlı'nın kurulduğundan beri esas para birimi olan fakat uzun bir süredir adı sadece hesaplamalarda kâğıt üstünde kalan akçenin darbına son verildi.

Abdülmecid döneminde "Tanzimat-ı Hayriyye" ıslahat planı dahilinde Londra'dan yeni makinalar ve ustalar Darphaneye getirildi. Alınan "Tashih-i Ayar" kararları ile kuruş üzerine kurulu para sistemi belirlendi ve 100 kuruş = 1 liralık çıkarıldı.
II. Abdülhamid bugün bile bir gelenek olarak devam eden ziynet altınını çıkardı. Çalışmalarına başlayan Islah-ı Meskükat Komisyonu, Sultan V Mehmed zamanında aldıkları kararlarını patlak veren I. Dünya Savaşı nedeniyle uygulamaya koyamadılar. Savaş sırasında Almanya ve Avusturya'dan borçlanarak para basıldı. Savaş sonrasında yenik sayılan Osmanlı İmparatorluğu Hazine'si, toprakları gibi galip devletler tarafından talan edildi. Bu dönemde Osmanlı'da ilk defa nikel para basılmıştır.
600 yıl dünya siyasetini belirleyen Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı sonrasında içinden filizlenen yenilikçi bir hareketle kabuk değiştirmiş ve Türkiye Cumhuriyeti ni yaratmıştır. İstanbul Darphanesi lirayı temel alan para basımını hâlâ sürdürmektedir.


ANTİK ÇAĞLARDAN...
ELMALI SİKKELERİ
"Yüzyılın Definesi"


Elmalı Sikkeleri'nin Tarihçesi

M.Ö. V. Yüzyılda Perslerin Yunanistan'ı istila etmelerinden sonra Atina Şehir Devleti'nin önderliğinde Akdeniz çevresi şehirlerinden oluşan bir birlik kurulmuştu (Atik - Delos Deniz Birliği). Birliğin bir merkezi ve bir bütçesi vardı. Her ülke kendi bastığı gümüş sikkeden kendi gücü oranında katkıda bulunuyordu.
1984 yılında Antalya'nın Elmalı İlçesi'nde kaçak kazılar sonucu bulunan yüzyılın definesi Elmalı Sikkeleri o bölgede bulunan bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Yaklaşık 1900 adet sikkenin binden fazlası ise Likya bölgesindeki şehir devletlerinin parası idi ve içlerinde şimdiye kadar bilinmeyen hanedanların sikkeleri de vardı.
Söz konusu sikkelere yüzyılın definesi denmesinin en önemli nedeni; Yunanlılar Persleri yendikleri için bir anı parası çıkarmışlardı. Normal olarak o zaman para birimi bir drahmi, en fazla 4 drahmi iken anma nedeniyle 10 drahmilik para çıkarılmıştı (10 drahmilik para = Dekadrahmi).
Bu sikkeler çok az sayıda basılmıştı ve 1984 yılına kadar dünyada sadece 13 tanesinin varlığı bilinmekte idi. Elmalı Definesi'nde ise bunlardan 14 tane bulunmaktaydı.
Elmalı Definesi'nin bulunmasıyla insanlık tarihinin bilinmeyen önemli bir bölümü aydınlanmış ve dünyada bilinen Dekadrahmi sayısı iki katına çıkmıştır.
Elmalı Sikkelerinin Anadolu'ya Geri Getirilişi

18 Nisan 1984 tarihinde Antalya / Elmalı İlçesi'nin Bayındır Köyü'nde gerçekleştirilen kaçak kazılar sonucunda yaklaşık 1900 adet gümüş sikke bulunmuştur. Kaçak kazının ihbar edilmesi sonucunda kazıyı yapanlar ve sikkeleri pazarlamak isteyenler Mali Polis tarafından takibe alınmışlar ve tutuklanarak çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.
Ancak yurtdışına kaçan ve defineyi Avrupa ve ABD.'nde müzayede firmalarına, özel koleksiyonlara pazarlayan Fuat Üzülmez, Edip Telliağaoğlu ve Nevzat Telliağaoğlu hakkında gıyabi tutuklama kararı bulunmaktadır. INTERPOL kırmızı Bülteni ile aranan Edip Telliağaoğlu ayrıca Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır. Fuat Aydıner ise Şubat 1989'da İstanbul'da tutuklanmıştır.
10 Mart 1988 tarihinde Los Angeles'ta antik sikke müzayedecisi "Numismatic Fine Arts" adlı şirketin çıkardığı katalogta Elmalı Sikkelerinden 10 adeti yayınlanmıştır. Katalogta sikkeler "Güney Anadolu'da 1984 yılında bulunmuş" cümlesiyle tanıtılmıştır.
Türk Hükümeti anılan açık artırmaya müdahale ederek, sikkelerin satışını durdurmuştur. Fima sahibine söz konusu 10 sikkenin ülkemizden kaçırıldığının avukatlarımız aracılığı ile bildirilmesi üzerine sikkeler herhangi bir bedel ödenmeksizin ve dava yoluna gidilmeksizin ülkemize iade edilmiştir.
26 Mayıs 1988 tarihinde ise bu kez Zürih'te 3 adet Elmalı Sikkesi "Bank Leu" adlı müzayede firmasınca satışa çıkarılır. Los Angeles'ta gerçekleştirilen girişimler Zürih'te tekrarlanır ve sikkelerin iadesi sağlamıştır.
Mayıs 1991 tarihinde yine Zürih'teki bir başka müzayede firması olan "Tkalec", 3 sikkeyi açık arttırmaya çıkarınca aynı girişimlerle bunlar da geri alınır.

Bayındır Köyü'nde kaçak kazı ile bulunan sikkelerin yaklaşık 1800 adedinin Amerikalı İşadamı, Kolleksiyoncu William Koch'un da dahil olduğu OKS Partners Şirketince satın alındığı saptanmıştır.
Adı geçen koleksiyoncudan sikkelerin iadesi talep edilmiş ancak olumlu bir sonuç alınamaması üzerine 1989 yılında ABD Massachusetts Eyalet Mahkemesi'nde dava açılmıştır.
Söz konusu davayı ABD'de "Lidya Eseleri" davasını da takip eden Herrick Feinstein Avukatlık Firması'nın takip etmesi konusunda New York Başkonsolosluğu'nun yetkili kılınmıştır.

Elmalı Sikkelerini iade etmemek için dört ayrı avukatlık firması ile savaş veren OKS PARTNERS'a karşı sürdürülen her türlü hukuki mücadele başarıyla verilmiştir.
Yasa dışı yollarla yurt dışına kaçırılan toplam 1.900 adet sikkenin 1.661 adedinin davalının elinde bulunduğu, diğer bölümünün ise davalı veya diğer şahıslar tarafından başka kişilere satılmış veya hediye edilmiş olduğu anlaşılmıştır.
Elmalı Sikkeleri ile ilgili tüm bilgi ve gelişmelr 16 Şubat 1998 tarihinde yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında görülmüş ve Elmalı Sikkeleri'nin uzlaşma suretiyle geri alınması için gerekli çalışmaların yapılması konusunda Kültür Bakanlığı'na yetki verilmiştir.
1998 yılı içince yapılan yoğun görüşme ve çalışmalar sonucu Elmalı Sikkeleri'ni elinde bulunduran taraflara anlaşma noktasına gelinmiş, ve anlaşma 01 Şubat 1999 tarihi itibari ile tüm taraflarca imzalanmıştır.
Uzlaşma yoluyla sikkelerin geri alınması için davayı adımıza yürüten avukatlık firması tarafından hazırlanan ve taraflarca imzalanan sözleşmede ülkemizin çıkarları azami düzeyde korunmuştur.
Yapılan anlaşma sonucunda söz konusu sikkeleri iyi koşullarda ülkemize iade eden Amerika'lı işadamı William I. Koch'a, bu olumlu davranışı nedeniyle 04 Mart 1998 günü ABD/Washington Büyükelçiliğimizde düzenlenen bir törenle bir rozet verilmiştir.
Elmalı Sikkeleri 28 Nisan 1999 tarihinde Kültür Bakanı sayın İstemihan TALAY tarafından ülkemize getirilmek üzere teslim alınmış ve 29 Nisan 1999 tarihinde Ankara'ya getirilmiştir.
Söz konusu Sikkelerin kamuoyuna tanıtılması amacıyla Anadolu Medeniyetleri Müzesinde düzenlenen törende eserlerimizin iadesi sürecinde Bakanlığımız uğraşlarına sağladığı katkılardan dolayı Gazeteci-Yazar Özgen ACAR'a, eserlerimizin getirilişi sırasında sigortalanma işlemini gerçekleştiren Başak Sigortaya Kültür Bakanı İstemihan TALAY tarafından bir teşekkür plaketi verilmiştir.
1984 yılında ülkemizden yasa dışı yollarla yurt dışına çıkarılmış olan bu değerli eserlerin yurda getirilmesi için çok yoğun bir hukuk savaşı verilmiş, sergilenen kararlı tutum ile konunun peşinin bırakılmayacağı ve ülkemize ait her türlü kültür mirasına mutlak suretle sahip çıkılacağı tüm dünyaya gösterilmiştir.
Yüzyılın definesi olarak tanımlanan bu sikkelerin, 21. yüzyıla girerken Türkiye'ye kazandırılmasından insanlık adına onur duymaktayız.

MADALYA VE NİŞAN

Avrupa kültürüne ait bir gelenektir. Bu sebeple Osmanlı'da kullanılmaya çok geç başlanmıştır.
Askeri, Mülki ve idari personele, halktan kişilere ve üst düzey yabancılara, devlet adına göstermiş oldukları yararlılık ve üstün başarıdan dolayı onurlandırmak amacıyla, Padişah emriyle çıkarılmışlardır.

Osmanlı' da ilk madalya, I. Mahmud zamanında (1730) çıkarılan Ferahi dir. Daha sonra Sikke-i Cedid ve Vak'a-i Mısrıyye madalyaları yapılır. Madalya sayısı Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz döne- minde çok artar. Madalyalar isminden de anlaşılacağı gibi, bir savaşın kahramanlarına, resmi ziyaretlerin, görüşmelerin anısını ve önemli tarihi olayları ölümsüzleştirmek için ilgili kişilere verilmek için belli sayıda yaptırılır ve kime verildiğini açıklayan beratlarıyla birlikte verilirdi.

Nişanların ilk örnekleri,, III. Selim zamanında Fransız Donanması'nı yakan İngiliz ,Amiral Nelson'a verilen ve bugün İngiltere'de National Maritime Museum'da bulunan mücevherli çelenk ve İskenderiye savaşlarında üstün başarı gösteren İngiliz kaptanı Hacenson'a boynuna asılmak üzere verilen ay şeklinde nakışlar ve elmasla süslenmiş bir nişandır.
Avrupa'da haç şeklinde olan nişanlar, Osmanlı'da önceleri oval veya çelenkli askı şeklinde olup, Abdülmecid döneminde çıkarılan Nişan-ı İmtiyaz'la birlikte yıldız formunu almıştır.

Nişanlar, devlet adına gösterilen üstün başarı ve yararlılıklarından dolayı hak eden kişileri onurlandırmak amacıyla belli sayıda yapılır. Kişiye özel ve hayatta olduğu sürece kullanılmak üzere; ne için verildiğini açıklayan beratıyla padişah tarafından törenle takılırdı. Her nişan için ayrı çıkarılan nizamnamelerde, nişanın kaç dereceli olduğu kimlere verileceği, nasıl kullanılacağı maddeler halinde yazılı olurdu. Yüksek dereceleri elmaslı (murassa) olan nişanlar şemseleri ile birlikte kullanılırdı. Sadece Şefkat Nişanı ve Hanedan-ı Âli Osman Nişanı ölüm halinde geri alınmaz ve kullanılmak kaydıyla varislere hatıra diye saklanmak üzere bırakılırdı.
Yabancı devlet büyükleri için yapılan nişanlar nizamnamede belirtilen sayıların dışında tutulurdu.

Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:31 Sebep: Sayfa Düzeni
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ocak 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı Dönemine Ait Eserler

Osmanlı Kalkanları


Günümüze dek orijinal haliyle konxnmuş olan kalkanlann çoğu ya Osmanlı kökenlidir ya da Osmanlı kalkanlan örnek alınarak yapılmıştır.
Bunlann özel olarak incelenmesi ve bir “tarihi eserler grubu” içinde yorumlanmaları gereklidir. Bu konudaki arşivlerin araştırılması da Türk bilim adamlarının görevi olmalıdır. Özellikle Alman, İngiliz, Amerikan ve Türk bilim adamları tarafından birkaç kuşaktan beri ayrıntılı olarak incelenen minyatürlerdeki betimlemeler, bu konuda faydalı olabilir. Ancak Osmanlı minyatürlerinde İran minyatürlerine oranla çok daha az sayıda kalkan betimlemesi görülür. Ayrıca Osmanlı askerlerinin Macar kalkanlanndan esinlenerek yapılmış, üst kısmı diyagonal kesimli, dışbükey, dikdörtgen biçimli bir tür kalkan da kullanmış olduğu minyatürlerde görülmektedir.
Başka minyatürlerde de, örneğin Topkapı Sarayı atölyelerinde yaklaşık 1555 yılında hazırlanan Süleymannâme'deki 1552 Rodos Kuşatması'nı betimleyen minyatürde, kalkan taşıyan yeniçeriler betimlenmiştir.15 Kalkanlı yeniçeriler, 16. yüzyıl sonunda Bağdat minyatür okulu tarafından gerçekleştirilen ve tahtta oturan Hülagu Han'ı gösteren minyatürlerde de göze çarpar.16
Birçok başka eserde de görüldüğü gibi, kalkanların yapıldığı malzeme ve bezemeleri, kullanıcılarının hiyerarşik konumunu yansıtır. En iyi malzeme, biçim ve bezemeler padişahların, vezirlerin, beylerbeylerinin, yüksek rütbeli subaylann ve devlet memurların kullandıkları eşyalarda göze çarpar. Kalkanın yüzündeki bezeme türü, belli bir sınıflandırmanın ölçütü de olabilir.
Avrupa koleksiyonlarındaki Osmanlı kalkanlarının çoğu, özellikle 1683 Viyana Kuşatması'nda ve sonraki bazı seferlerde ele geçirilen savaş ganimetleridir. Kalkan her zaman cazip bir ganimet olmuş ve özenle korunmuştur. Türkiye'deki, özellikle lstanbul'daki müzelerin dışında Viyana, Dresden, Karlsruhe, Venedik, Budapeşte, Krakov, Varşova, PoznaD, Moskova gibi pekçok müzenin koleksiyonunda kalkanlara rastlanmaktadır. Aynca özel koleksiyonlarda da yayınlara geçmemiş ömeklerin varolduğu bilinmekte ve korunagelmiş kalkan sayısının birkaç yüzü tahmin edilmektedir.
Kayıtlarda rastlanan kalkanlar üç gruba ayrılabilir: İlk grup yalnızca askeri amaçlarla kullanılan bezemesiz kalkanlardır. İkinci grupta, savaşta ya da törenlerde kullanılan, göbekligi, metal kısımları, perçin başları ya da plakaları sade veya bezemeli kalkanlar vardır. Üçüncü grup ise simgesel anlam taşıyan ve yalnızca törenlerde kullanılan, simli kumaşla kaplı, işlemeli, altın, gümüş kaplamalı ve kıymetli taşlarla bezeli kalkanlardan oluşur.
Sade savaş kalkanı, üstünde düz çelik bir göbekliğin yerleştirilmiş olduğu ahşap bir parça etrafına 16-20 sıra, iple sarılmış kalın saz ya da söğüt dalı kullanılarak yapılırdı. Bu kalkanların iç yüzeyi kumaş ya da deri kaplıydı ve çelik başlı perçinlerle tutturulmuş deri kayışlardan bir de sapı vardı. Bu grupta Dresden Tarih Müzesi Silahhanesinde ve Karlsruhe'deki Baden Müzesi'nde Ernest Petrasch tarafından ayrıntılı olarak tanımlanan ve çoğunluğu büyük olasılıkla 1683 Viyana kuşatmasından kalma çok sayıda örnek vardır.

İkinci gruba giren süslemeli kalkanlara ait ömekler, diğerlerine göre daha çok sayıda günümüze ulaşmıştır. Bunlar yalnız cazip ganimetler değil, aynı zamanda değerli armağan ve ticari mal olarak değerlendirilmişlerdir. Renkli bir kalkan çoğu zaman saray, şato ve hatta soylu köşklerindeki silah koleksiyonunun en önemli parçasıydı. 19. yüzyıldan itibaren bu kalkanların müze sergilerinde de şekilde önemsendikleri gözlenmektedir. Ortalama 60 cm çapında olan bu bezemeli kalkanlann ortasında yaklaşık 20 cm çapında, ıhlamur ağacından yuvarlak bir göbeklik vardır. Ortalama 40 sıra hasır örgü, bu göbeğe tutturulmuştur. Çok esnek ve dayanıklı olan bu saz türü, ilk grupta kullanılan sazdan daha incedir. Renkli ipek ipliklerin bu saz örgüye büyük bir incelikle ve sıkıca sarılmasıyla, Osmanlı sanatına özgü geometrik selvi ağacı, çiçekli dallar, arabesk desenler, Çin bulutları ve kitabeler içeren süslemeler yapılmaktaydı. Kırmızı ana renk mavi, yeşil ve sanyla vurgulanıyordu. Üzerinde "Allah", "Muhammed" ve "Ali" ya da Kuran'dan ayetlerin görüldügü kısa yazılar da yer alabilmekteydi.
Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan ve hayli tartışma konusu olan kalkanın yüzeyi, tümüyle karanfil ve lale motifleriyle kaplıdır. Göbekliği ise sadedir. Ancak, bu gruba giren kalkanlann göbeklikleri metal kesilerek yapılmış Osmanlı zambak motifiyle ya da üzeri değerli taşlarla süslü gümüş kaplama örneklerde olduğu gibi genellikle süslemeli olur. Krakov'da Wawel Kraliyet Şatosu'nda bulunan zarif kalkanın (res. 4) yüzeyi tipik saz yaprağı ve göbekliği savat tekniğinde helezoni rozet motifiyle bezenmiştir. İran ve erken dönem sanatından esinlenerek yapılmış bu helezoni rozet motifiyle, yapımı çok kolay olan dalgalı Çin bulutu gibi motifler, Osmanlı kalkanları üstünde sıkça görülmektedir.
Krakov'daki Czartoryski Müzesi'nde, bu gruba giren iki eşsiz kalkan bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi ünlü Polonyalı Hetman Stefan
Czarniecki'ye (öl. 1665) aittir (res. 1). Göbekliği oymalı ve gümüş kaplama olan kalkanın yüzeyinde beş kollu yıldız motifi vardır. Diğeriyse, Hetman Mikolaj Hieronim Sieniawski tarafından Viyana kuşatması sırasında ganimet olarak alınmıştır. Bu kalkanın saz örme yüzeyinin üstünde "X" biçiminde bir bitki motifinden oluşan bezeme, savatlı gümüş göbek üstünde birkaç kez tekrarlanmıştır . Kısa bir süre öncesine kadar Thurnau Şatosu'nda Von Giech Kontları'nın koleksiyonunda bulunan, 1685 Türk seferinden kalma kırmızı bir kalkanın üstünde, ender rastlanan bir bezeme görülmektedir; bu kalkanın üst kısmında iki flama, alt kısmında da Arapça yazı kartuşu vardır. Varşova'daki Polonya Ordu Müzesi'nde de gümüş kaplama göbekliğin üstünde rozet motifi çevresine kakılmış firuzeler ve üç hilal motifi bulunan, kırmızı, mavi ve yeşil iplikle çalışılmış bir kalkan bulunmaktadır. Bu motifler gizemli bir insan yüzü ifadesi yansıtmakta ve bir Osmanlı motifini insan formuna dönüştürme çabasının nadir örneklerinden birini oluşturmaktadır. Bu kalkanın yüzeyinde bu motife benzer altı yuvarlak motif daha bulunmaktadır .
Varşova'daki Polonya Ordu Müzesi koleksiyonlarında yer alan, bir muhafazası, taşınması için deri bir kılıfı ile bakır bir kutusu olan kalkan, çok ender rastlanan bir parçadır . Buna bakarak tüm Osmanlı kalkanlarının ve özellikle de üçüncü gruba girenlerin benzer kılıfları olduğu düşünülebilir.
Üçüncü grup, değerli taşlarla bezeli kalkanlardan oluşmaktadır. Bunlar da örülmüş sazlardan yapılmış olmakla birlikte, tümüyle altın simli kumaş ve nakışlarla ya da tümüyle değerli taşlarla bezeli gümüş kaplama metal bir plakayla kaplanmıştır. Bu tür kalkanlarda orta tabaka göbeklik işlevi görür, ancak bu göbeklik birinci ve ikinci gruptaki kalkanlarınkinden daha küçüktür. Ortada değerli bir taş, firuze ya da Seylan taşı görülür. Bu gruba dahil olan kalkanlarda, yukarıda sözü edilen ve Kral III. Zygmunt'un tabutundan çıkarılan Wawel'deki İran kalkanına benzemekle birlikte, bazı farklılıklar göze çarpmaktadır. Bunlar İstanbul'da saray atölyelerinde yapılmış örneklerdir ve 16. yüzyılda, özellikle de Kanuni Sultan Süleyman döneminde gelişen zengin süslemeli bir Osmanlı üslubunu yansıtmaktadır. Bu bezeme üslubunun kullanıldığı parçalar, eyer, koşum takımları, kılıç, mızrak ve silah gibi askeri gereçler, altın, gümüş, firuze ve nefrit kullanılarak âdeta birer mücevhere dönüştürülmekteydi. Murassa kalkanlara sahip çok az koleksiyon vardır. Bunlardan büyük olasılıkla 1683'te Viyana'da ele geçirilmiş olan iki tanesi Krakov'daki Czartoryski Müzesi'nde (res. 2), bir tanesi Wawel'de, ikisi Moskova Kremlin Oruzheynaya Sarayı'nda, biri Budapeşte Magyar Nemzeti Müzesi'nde ve İsveçliler tarafından Polonya'da ele geçirilen diğeriyse, halen İsveç'te Skokloster'da General Wrangel'in şatosunda bulunmaktadır.

Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:32 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi / Kaynak Eklendi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Şubat 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Döneminde Mutfak Kültürü


Osmanlı Mutfağı

Bir zamanlar, Asya'dan Anadolu'ya doğru akan Türk boyları, eski uygarlıkların mayaladığı bu topraklara Uzak Doğu'da oluşan o zengin kültürü büyük bir ustalıkla ve yol boyu, geçtikleri her ülkeden aldıkları malzemeyle zenginleştirerek taşımışlardı. Bu hareket sırasında elbette mutfak kültürüne de gereken yeri vereceklerdi.
"Açları doyurun, çıplakları giydirin, yıkılanları yapın, az halkı çok edin" gibi kutsal öğütlerle yola çıkan göç kafilelerinin yeni vatandaki görevleri kendilerine böylece bildirilmişti.
İşte, yıllar sonra Anadolu ve Rumeli'nde gelişen Osmanlı kültürü ve de bu kültürün önemli bir bölümünü oluşturan mutfak ve yemek töreleri Asya Türklerinin tarihsel birikimiyle birlikte oluştu, gelişti ve ünlendi.
Bu hareketli kültür birikimini yeni vatanda geliştirecek, destekleyecek ve üretkenliğini arttıracak bir çok eleman vardı. Yeni toprak, her şeyden önce üç ayrı denizle çevrilmişti: Karadeniz, Akdeniz, Ege Denizi. Bu üç deniz bütün mal varlıklarını Anadolu göçmenlerinin emrine sunmuştu ve bu üç denize bağlı iki boğaz (Çanakkale ve İstanbul Boğazları) ve de onları birbirine bağlayan Marmara Denizi, bir yandan kendine özgü bereketi ile bir yandan da Anadolu'da, dört mevsimi birarada yaşamanın özellikleri ile, Batı'da bahar keyfi sürerken, Güney'de yaz, Karadeniz'de ılıman bir sonbaharı yaşama imkanını kullanarak, ülkenin bütününü, her mevsim taze sebzeler ve değişik meyvelerle donatıyordu. Bizler de, bugün bile aynı keyfi yaşamıyor muyuz?
İşte bu nedenlerle Osmanlı mutfağının ve yemek kültürünün özelliklerini, tarihsel kültürel birikiminin verdiği çeşitlilik ve coğrafyanın ve iklimlerin verdiği zenginlik ve de denizlerin, göllerin getirdiği bereketle birlikte incelemek ve düşünmek gerekiyor sanırım.
Bu koşullar, Osmanlı yemek kültürünü dünyanın üç büyük mutfağından biri olma kıvamına getirdi.
Yaşadığımız günler, yaşadığımız koşulların büyük değişimleri nedeniyle bu kültür elbette durmadan yenileniyor. "Kalıcı olma" şansı her gün biraz daha azalıyor. Bugün tüm dünyada insanlar evlerinde ve aile sofralarında birlikte yemek keyfini çok az bulabiliyorlar. Gelişen iş töreleri, sıcak yemek alışkanlıklarını, ayakta yenen "tost, sandviç" gibi kuru yemeklere dönüştürülüyor, davet yemekleri daha çok lokantalarda veriliyor. Çağdaş tıp, eskilerin en çok sevdiği yağlı yemeklere, hamur işlerine, hamur tatlılarına iyi gözle bakmıyor, fazla kilolu olmaktan korkanlar devamlı "diyet" gayretiyle kolay yemeklere önem veriyor.
Ve böylece... Yeni dünyanın yemek sistemi kendi kurallarına göre, eski sistemden ayrılıyor.
Ama, eski sisteme de dikkatle bakıldığı ve araştırmalar yapıldığı zaman onların da, özellikle sağlık açısından bir çok tedbirleri olduğunu, o günlerin koşullarına göre bazı kurallar ve kararlarla bu konuyu yürüttüklerini görüyoruz.

Madem ki bizim konumuz Osmanlı mutfağı... Bu konularda, ne demiş Osmanlı'nın akıllısı biliyor musunuz? Ne demiş? Yemekten, içmekten, tatlıdan, tuzludan söz açıldığında... o bolluk ve bereket sofralarında... Haber vermiş ki:
"Az yiyen melek olur

Çok yiyen helak olur"
O zamanlar, buna benzer vurgulu sözleri usta hat sanatçıları o sanat eseri olan süslü yazılarıyla yazan, zarif levhalar yaparmış. Akıllı ev sahipleri de bu levhaların bir iki tanesini yemek odalarının duvarlarına asarmış:
"Az yiyen her gün yer

Çok yiyen bir gün yer" gibi.
"Ağız yer, yüz utanır" gibi.
Çok yemek yemenin insanın işine yaramayacağını anımsatan aşağıdaki dize gibi.
"Neler yedi neler yedi bu diş"


AİLE SOFRASI
Osmanlı ailesi günde iki kez yemek yiyor. Kuşluk yemeği - Akşam yemeği. Bu tür sofranın merkezi babadır. Büyük anne ve büyük baba (varsa) babanın iki yanına oturur. Anne, çocukların arasındadır. Onlara yardım eder. Sofra örtüsü yere yayılır, üstüne genelde altı ayaklı bir tahta konur. Onun üstüne de büyük yemek sinisi.
Kaşıklar sininin çevresine sıralanır.

İslam peygamberinin aile sofrası için önemli bir buyruğu vardır:

"Yemeklerinizi ailenizle birlikte yiyin. Çünkü, o yemeğin bereketi vardır" diye buyrulmuştur.
Aileler bu buyruğa genelde önem verir ve uygularlar.
Sininin çevresine minderler dizilir, sofraya oturanlar sağ kolları sofaya dönük olarak minderlere, hafif bir çaprazla oturur. Sürahi yerde, sofra örtüsünün üstündedir.
İlk yemek genelde çorbadır ve büyücek bir bakır k'se içinde sofraya gelir.
Babanın seslice bir besmelesi ile yemek başlar. Bu sofralarda, yemek sırasında pek konuşulmaz. Yüksek sesle gülünmez, yemeği beğenmeyen, sevmeyen biri varsa, bunu açıklamaz. Kesinlikle ağız şapırdatılmaz ,ekmek ısırılarak değil koparılarak yenir.
Asık suratlara ,durumu usulca bildirilir. Sofrada su içmek isteyen olursa, gençlerden biri bardağına suyu koyar. Ve o, suyunu bitirinceye kadar, sofradakiler bekler, su içenin yemek hakkı böylece korunur.
Yemekler aynı kaptan yenir. Bu sofralarda çatal ve bıçak yoktu. Sofra töresi ancak Tanzimat'la birlikte değişmeye başlamış ve herkes tabağına konulan yemeği çatal ve bıçak kullanarak yemeği zamanla öğrenmiştir.
Çorbadan sonra et yemeklerinden biri, yanında pilav, ardından ya bir soğuk yemek ya bir börek, sonra da tatlı türlerinden yada meyvelerden bir tabak, tepsiye gelir.
Yemek sonunda baba şükür duasını ettikten sonra herkes tuzluktan bir tutam tuz alarak ağzına atar ve yemeği pişirene "Anne elinize sağlık" gibi, "Çok güzel olmuş" gibi bir teşekkür deyimi söyler. Sonra, evin yetişmiş genç kızı büyüklere kahve yapmak üzere mutfağa geçer. Büyük anneler, babalar oturuyorken, sofradan kalkanlar, sırasına göre, sinideki sofra eşyasını toplar ve mutfağa götürürler. Yerde ekmek kırıntısı asla bırakılmaz.

MİSAFİR SOFRASI
Genellikle yakın akrabalara, arkadaşlara, komşulara verilen davetlerde yemek töresi bazı küçük değişikliklerle gerçekleşir. Ailenin ve davet edenlerin yakınlığına göre ve kişilerin seçimine göre bu davetler ya kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı sofralarda verilir; ya da sofralar aynı odalarda kurulabilir. Bir üçüncü ihtimal, kadın sofralarının gündüz evde, erkek yokken yapılmasıdır. Erkek sofraları gece işten sonra verilir.
Yemeğe davet eden, "filan akşam yemeği bizde yiyelim, Allah ne verdiyse" gibi alışılmış sözle işi bağlar.
Konuklar yemeğe gelirken "teşekkür b'bında" konuk evine yada evin çocuklarına uygun bir armağanla gelirler. Yalnız erkeklerin olduğu davetlerde bu armağan töresi pek yoktur. Konuk hanım, paketi ev sahibi arkadaşına "Size layık değil ama" gibi bir küçültme ifadesiyle uzatır. Ev sahibi hanım da, "Ne zahmet ettiniz aşk olsun" diye karşılar, teşekkür eder.
Çok eskilerden başlayarak, bu sofralarda konuklara önce bir kaşık bal sunulurdu. Ya da reçel. Bu ikram, "Tatlı tatlı konuşalım, tatlı tatlı yiyelim" deyiminin balla ifadesi olarak kabul edilirdi.
Bir de aileye, adı "Tanrı misafiri" olan ve yemek vakti habersiz gelenler olurdu. Onlara ilk sorulan soru "Yemek yediniz mi" ya da "Aç mısınız" dı. Eve sahibi tel'şlanmaz, zora girse bile öfkesini (varsa), asla belli etmez, "Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer" diye, konuğunu sofraya oturturdu. Arada, gelen konuk yeterince doymadı endişesiyle, salata gibi, peynir gibi yan yemeklerden birini uzatır, konuk, "istemem, doydum" gibi bir nedenle kabul etmeyince:
"Misafir ev sahibinin kuzusudur, üzme beni al" gibi bir ısrarla salatayı yada peyniri ya da onlar gibi bir yiyeceği konuğunun önüne sürerdi.
Haberli ya da habersiz, misafir sofrasındakilerden biri su ister ve içerse suyu verene "Su gibi aziz ol" diye teşekkür eder ya da kendinden genç biri su vermişse "Berhüdar ol, oğlum" ya da "kızım" der, gülümserdi.

Sofraya, ailenin parasal durumuna, yaşadığı şehre ya da yöreye göre kış günleri çorbayla başlayan yemek, et türlerinden biriyle devam eder, ardından pilav gelir, soğuk yemekler ya da börekler, tatlılar birbirini kovalar, herşey bitince konukların en yaşlısı teşekkür eder, küçük bir dua okur, sonra da burada okuyacağınız şiirsel bir ikramla yemek olayını kapatırdı.
Yağsın sofranıza nur

Kaza- bel', bu evden geri dur
Evin sahipleri olsunlar m'mur.
Bu sofralarda sıkça tekrarlanan teşekküre ait deyimler:
Konuk, evin bereketidir. Var olun, sağ olun.

Misafirin baş üstünde yeri var.
Türke selam ver, sen yiyeceğini düşünme.
Peynir ekmek, hazır yemek... Ve en güzeli de: "Yiyeceğini değil, yedireceğini düşün" anımsatmasıdır.
TOPLU YEMEK SOFRALARI

Geleneksel kuruluşlarımızın yaşam biçiminden doğduğu belli olan toplu sofra töresi asker ocağında, tekke, dergâh ve zaviyelerde, okullarda, kervansaray ve hanlarda gerçekleşmiştir. Bu sofralarda yemek parası genellikle vakıflardan ödenirdi.
Yemek zamanı, görevlisi tarafından bina dışında uygun bir yerden, yüksek sesle yapılan "sofraya s'l' ya huuu" çağrısı ile duyurulur, o binadaki herkes işini bırakır ve kimseyi bekletmemek için hemen elini yıkayıp yemekhaneye giderdi. Herkes bu sofralardan hangisine oturacağını bildiği için hiyerarşideki yerine oturur, saygıyla, edep kuralları içinde, ortak peçete diyebileceğimiz uzun, "yağlık" adlı el dokuması örtünün, önüne gelen bölümünü dizlerine örter, sofra büyüğünün besmelesini beklerdi. Hemen bütün kaşıklar birden o kocaman çorba k'sesine dalar ve yemek töreni böylece başlardı.
Aile sofrasının kuralları burada da geçerliydi. Konuşma, gülüşme, yemek seçme, ekmeği ısırarak yeme başkalarının hakkına el uzatma yoktu.
Yemek bitiminde toplumun büyüğü ya da onun seçtiği biri yemek dualarından birini okur, sonra da bir tutam tuz ağıza atılırdı.
Toplu yemek sofraları doğal olarak erkeklerin yemek yediği yerdi ve kadınlar bu sofralara katılamazdı.

İMARETHANELER
Toplu yemek türlerinden biri de Osmanlı'da yoksulları doyurmak için kurulan ve adı İmarethane olan mutfaklardı. Bu kuruluşların kökeni İslam'ın "zek't ve fitre" gibi dini vecibelerinin yerine getirilmesine dayanıyordu. İmaretlerde parasızdı yemekler ve onların masraflarını zenginlerin bir araya getirdiği vakıflar üstleniyordu. İstanbul'daki İmarethanelerde günde en az 4-5 bin kişiye yemek verilirdi. Bayram ve şenlik günlerinde çoğalırdı bu rakamlar.
İmarethane açan kişiler mülklerini kurdukları imarete bağlamaya mecburdurlar. Bu zorunluluk imaretin devam etmesini sağlamak için gerekliydi. İmaretlerin yaptığı ekmeğin özel bir adı vardı: Fodla.

KAHVE TÖRESİ
Hangi yemekten sonra olursa olsun, kahve vazgeçilmez bir son noktadır. Günlük hayatta da önemlidir. Türk kahvesinin özellikle o dönemde kendine has nükteleri, deyimleri, töresi vardı. Kahve tiryakisi, kahve ocağı, kahve falı, kahve fincanı ve.. "Bir fincan kahvenin kırk yıla varan hatırı"..
Kahve çeşitleri de vardı:
Sade kahve, şekerli kahve, orta şekerli (Bir adı da adeta) az şekerli kahve..
Bir de zamana göre içilen kahveler vardı.
Sabah kahvesi (İki türlü olur). Biri yataktan kalkar kalkmaz içilir. Öbürü kuşluktan az önce. Bu kahveler bazen "sütlü kahve" de olur. Yorgunluk kahvesi, fal kahvesi, dedikodu kahvesi, mola kahvesi, yemek sonu kahvesi gibi..

Türk töresinde yemeğe konuk çağırmak genellikle: "Hiç değilse bir acı kahvemizi içmek için buyrun" diye yapılırdı. Bir de ne zaman tiryakilerle, kahve ve sigara bir araya gelir, tiryakiler:
"Kahve tütün

Keyifler bütün".. diye hoşluklarını ifade ederlerdi.
Bu arada yemek arkasından kahve yerine çay içenleri de unutmayalım.
Çayı icat etti bir Pir

Sabahları iki, akşamları bir.. diye tanıtırlardı çay lezzetini.
EKMEK VE ÖTESİ

Osmanlı'da ekmek önceleri ev fırınlarında, komşu hanımların birbirine yardımıyla, belli günlerde, daima kadınlar tarafından yapılan ve pişirilen bir nimetti.
Sanıyorum ki, Türk mutfağında ekmeksiz bir sofra hiç düşünülememiştir.
Ekmek, buğdaydan, çavdar unundan, mısırdan, kepekten yapılır; somun, pide, şepit, bazlama, yufka ekmeği gibi çeşitleri vardır. Karadeniz'in mısır pastası denilen mısır unu ekmeği ve İstanbul'un francalası incelmiş ekmek türlerinden sayılırdı. Zaman elbette ekmeklerimizle de oynamakta ve kendine uygun değişiklikleri yapmakta. Pide ekmeğini, söz gelimi, insanlar artık yalnız ramazan ayında görüyorlar.
Osmanlı, Batı yaşamından etkilenmeye başladıktan sonra ekmek üretiminden de değişim başlamış ve ev fırınlarındaki ekmek üretimine karşılık çarşı ekmeği gündeme gelmişti. Çarşı ekmeğini ev kadınları önceleri sevmediler. Hatta ayıpladılar. Ev dedikodularına, "onlar çarşı ekmeği yer" l'fı bazen ayıplama olarak, bazen de alay etmek için kullanılan bir deyim olmuştu..

Ekmeğini evinde yapan veya yaptıran hanımlar sıkıntılarını şu deyişlerle ifade ederlermiş:
Samanlıkta saray oldu

Kadınlara kolay oldu.
veya:
Ekmek çarşıya düştü

Elâlem aç kaldı, küstü.
Ama aslında ekmek ne küstü, ne darıldı. Ekmek her haliyle vazgeçilmez bir yiyeceğimiz olduğu için ilk günden bugüne bütün zarafeti ve tadıyla sofralarımızın baş tacıdır. Öyle değil mi efendim?

Öyle ise dilinmiş ekmeklerimizi soframıza koyar, biz de Osmanlı yemeklerinin sohbetine başlarız.

OSMANLI YEMEKLERİ
Fatih Sultan Mehmet'in babası 2. Sultan Murat zamanına kadar gerek halk sofralarında, gerek saray sofralarında yemek düzeni çok sade, çeşitler de çok azdı. Osmanlı mutfağının gelişip oluşması ancak 2. Murat döneminden sonra başlıyor.
Osmanlı yemekleri, biliyorsunuz, her zaman sofraların baştacı olan çorbalarla başlıyor. Sağlıklı yemeklerin birincisi kabul edilen çorbalar et suyu, tavuk suyu, yoğurt; balık çorbaları da balık suyu ile zenginleştiriliyor ve pirinç, bulgur, tarhana unu, kuru ve taze sebzeler ve sebze kökleriyle kaynatılarak yapılıyor. Ve adeta, mideleri kendinden sonra gelecek yiyeceklere hazırlamak ve hazmettirmek için görevlenmiş sayılıyor.
Düğün çorbası, yoğurt çorbası, tarhana çorbası, yayla çorbası ön sıralarda tutuluyor her zaman ve özellikle kuşluk yemeklerinin en hoşa giden çorbaları sayılıyor.
Sofraların temel yemeği olarak çorba ve ekmek öne alındığına göre çorbaların lezzeti ve sağlıklı içeriği olması elbette gerekliydi.
Çorba konusu yazıya dökülmeye başlandığında sonu kolay kolay gelmiyor. O dönemlerin hamarat hanımları sadece çorba isimlerini sıralamaya kalktıkları zaman çorba türlerinin sayısı yüzü kolay kolay geçiyor.

Çorbanın önemi Osmanlı'da o kadar belli ki evlenme yaşındaki kızların anneleri ve büyük annelerin en büyük korkusu, kızının "adam gibi çorba pişirmeyi bile bilmiyor" diye evde kalmasıydı. Ve bu konuda annesi gibi düşünmeyen kızlara verilen nasihat:
"Akılsız başa söz neylesin

Tatsız çorbaya tuz neylesin
Ya baba evinde kalan kız neylesin" idi.
ET YEMEKLERİ

Koyun, kuzu, dana gibi kırmızı etler, balık, tavuk gibi beyaz etler, kümes hayvanları ve av etleri et yemeklerinin temel taşlarıdır. Salça, soğan, saramsak gibi yan malzemeyle tatlandırılan et yemeklerinin bir kısmı uzun sürede ve ağır ateşte pişer. Kebaplar, köfteler, fırında, mangalda, ızgarada pişirilir.Genelde, yörelere göre değişen ezmeler, taratorlar, turşular, yeşil salatalar ya da yoğurtla birlikte yenir. Patlıcan salatası, patates kızartması, şiş kebap ve döner kebabı mutlaka domates, biber ile birlikte sofraya gelir.
Genelde tandırda, güveçte, fırında, testide, kuyuda (özel yapılır) şişte pişirilen et yemeklerinin yanında ya da ardından pilavlardan bir pilav da bulunmalıdır.
Tavuk ve aynı türün çeşitleri olan hindi, kaz, ördek vb. hayvanların etleriyle yapılan yemeklerin bu sofralardaki yeri de önemlidir. Özellikle misafir sofralarının unutulmaz yemeği olan çerkes tavuğu, hindi dolması, lezzeti eşsiz yemeklerdendir.
Ayrıca, et yemekleri içinde sayılan Marmara'nın lüferi, palamutu, tekir, pisi, dil balıkları ve izmarit-istavrit balıkları, Karadeniz' in kalkanı...Ama asıl sayısız pişirme çeşidi olan hamsisi; Ege'nin çupurası deniz yemeklerinin seçilmişleridir.
Balıklar, tavası, ızgarası, çorbası, buğulaması, tuzlaması, kurutması, fırınlaması yapılan, sağlık açısından da lezzet çeşitleri açısından da çok önemli olan et yemekleri arasındadır. Özellikle padişahların bir çoğunun sevdiği yemeklerdir bunlar. Maraş, Adana, Urfa'da yapılan kebaplar, sonradan bütün ülkeye yayılıyor. Hünk'rbeğendi, imambayıldı, papaz yahnisi, çerkez tavuğu, kadınbudu gibi yeni ve yapımı önemli olan yiyecekler sofraları süslüyor. Yerel yemeklerin seçilmişleri ülke içinde yayılmaya başlıyor ve tatlı konuşanlar, yiyeceklerin de tatlısını isteyince Türk mutfağında şenlik zamanla büyüyor.
Elbette hepsi bu kadar değil. Biz ilk elde aklımıza gelenleri anımsattık sizleri.
Kıyı şehirlerinde tabii balıklar ve diğer deniz ürünleri.. Tatlı sularda yine balıklar.. Izgarada, tavada pişen türleri. Tuzlamaları, kurutmaları..
Bu zenginlikte elbette yazımızın başında konuştuğumuz ülke coğrafyasının, mevsimlerin ve toprağın veriminin çok büyük etkisi var.
Karides ise güveci, salatası, pilavlısı ve salması ile aramızda.
Ama herkes bilir ki Karadenizlinin tek tutkusu olan hamsi balığı: tavası, ızgarası, fırınlanmışı, çorbası, yahnisi, buğulaması, tuzlaması ve kurutulmuşu (füme) ile tüm balık türlerinin önüne geçmiş ve birincilik yarışını kazanmıştır.

PİLAVLARA GELİNCE
Et yemeklerinin çoğuna, kuru fasulye gibi kurutulmuş sebzelerin hemen hepsine eşlik eden pilav türleri yalnız pirinç değil, bulgurla ve kuskuslu da yapılır. Sade pilav, domatesli pilav, bademli, fıstıklı, üzümlü, bezelyeli, patlıcanlı, tavuklu türleri vardır.
Bu çeşitli yemekler Osmanlı mutfağında, özellikle saray mutfaklarında doğmuştur. Pirinç pilavları değişik pirinç türlerine göre yapılır. Düğünlerde zerdeyle birlikte ikram edilir.
Yalnız Osmanlının değil, Türklerin tümünün vazgeçilmez yemeklerinin başında gelir pilav.
Meraklı Osmanlı hanımları 27 çeşit pirinç pilavı yapıyorlardı mutfaklarında. Aside, beyinli, bezelyeli, domatesli, düğün pilavı, l'pa, patlıcanlı pilav, sade, salma, şehriyeli, tavuklu ve daha da neler..

SEBZELER
Osmanlı sofraları etli ya da zeytinyağlı sebze yemeklerinde inanılmaz bir zenginlik taşır.
Başta fasulye türleri gelir, ardından 40 türlü yemeğiyle patlıcan. Arkası saymakla bitmez. Domates, biber, lahana, patates, bakla, kabak, ebegümeci, enginar, havuç, ıspanak, karnabahar, kereviz, kuşkonmaz, semizotu, mûlukiye, yer elması, pırasa. Başka, unuttuklarım da olabilir.
Kuru sebzeler ise, bakla, bamya, barbunya, kuru fasulye, mercimek, nohut, bezelyedir.
Bu yemeklerin etli ve sıcakları sırada öndedir, zeytinyağlılar arkada. Mutfağın tel dolabında sırasını bekler.

YA HAMUR İŞLERİ
Tükenmez bir konu olan Osmanlı mutfağının hamur işleri, börekler ve hamur tatlıları olarak ikiye ayrılır. Börekler sıcak yemektir genelde. Fırında yapılır ya da tavada pişirilir. Hamur arasına konulan malzeme ise , kıyma çeşitli peynirler ve ıspanaktır. Ramazan sofralarının vazgeçilmez yiyeceklerinden biridir börekler. O zamanlar börek yufkaları da evlerde yapılıyordu. Oklava ile açılan hamurlarla. Evin özel ekmek fırını yoksa tepsiler, üstü örtülü olarak çarşı fırınına gönderilirdi. Bu böreklerin adı tepsi böreğiydi.
Tava böreklerinin en güzeli sigara böreğiydi. İçi kaşar peyniri rendesiyle doldurulan sigara börekleri kızartılır, içkili sofraların pek hoşuna giderdi.
Genelde, peynir, ıspanak, kıyma, sütle yapılan börekler bazen tek yemek olarak bile (ama yanında mutlaka ayranla) o sofraların doyurucu yemeği oluyordu.
Hoşaf da, özellikle ramazanın sahur yemeklerinde sofraya gelirdi. Ya da tükenmez adlı meyve sularından evde yapılan o harika içecekle yenirdi.

VE DE OSMANLI TATLILARI...
Üç türlü tatlısı var bu Osmanlının. Yani ağzının tadını bilenlerin. Hamur tatlıları, süt tatlıları, meyve tatlıları. Bir de, az önce adını ettiğimiz baklavalar.
Baklavaların temel maddesi unla açılan ince yufkalar, yağ şeker ve bal. Bir de fındık, fıstık, cevizden biri ve kaymak. Baklava türlerinin hepsi fırında pişer. Karadenizli kadın, bayramlarda şeker yerine konuklarına baklava ikram ediyor ve konuğuna baklava tabağını uzatırken de usulca:
"Buyur, 60 yaprak yufkayla yaptım" diye gülümsüyor. 60 ince yufkayı düşünün. Bu sayı bazen 70, bazen 80'e doğru da gidiyor.
Süt tatlılarıysa, muhallebi, sütlaç, kazandibi, tavukgöğsü, keşkül ve güllaçtır.
Keşkül, davet-ziyafet yemeği olarak başta gelmiştir sofralarda. Kazandibi ve tavukgöğsü uzun süre çarşı imalatı olarak yapılmıştır. Güllaç ise, ramazan sofralarının baş tatlısıdır. Malzemesi çarşılarda hazır satılır., evlerde evin hanımı sütle pişirir güllaç tatlısını. Azıcık ılık sütün içinde gelir sofralara. Kaymağıyla beraber.
Ramazan sofralarının en saygı gören tatlısı, tabii güllaçtı. Günümüzde güllacı seven, pişirmesini bilen kimse kaldı mı bilemiyorum.
Ama yemek ve tatlı seçiminin ustası olanlar yine de keşküle dayanamıyorlar. Süt tatlılarından en duyarlılarından biri olan keşkül Ankara'nın son Osmanlılarından olan rahmetli Vehbi Koç ile babamın, en sevdiği tatlısıydı. Bütün bunlar unutulup gidiyor. Ne yazık ki sofralarımızın şimdi yabancı sofralara dönüştü. En azından Konya'nın "etli ekmeği" İtalya'nın pizzası oldu sanki.
Amaa.. Osmanlı sofralarının en yaygın tatlısı aşuredir. Aşure, bir tören tatlısıdır. Genellikle muharrem ayının onu ile yirmisi arasında yapılır. Bu tarihin Kerbela Vak'ası günleri ile ilişkisi olduğu söylenir.
Söylencelere göre Nuh Tufanı'nın bitiminde, gemideki yolculara, kilerdi kalan son yiyecekler bir araya getirilerek yapılan ve kurtuluşun kutlandığı son yemekte yenilen aşure kırk türlü malzemeyi içerir. Eski günlerin evlerinde bu kırk türlü malzeme okumalarla konurmuş kazanlara, tencerelere. İlahiler okunarak karıştırılırmış uzun süre.
Ve sonra, hemen her Osmanlı evinde bulunması âdet olan büyük aşure sürahileriyle komşulara dağıtılırmış, aşurenin bir kısmı.
Bu ünlü tatlının başka hikayeleri de var. Muharrem ayının onuncu günü Adem baba ile Havva anamızın ilk tanıştığı günmüş. İlk aşure bu gün için pişirilmiş.
"Hayır öyle değil" diyenler de var. Onlara göre ise aşure, Adem'le Havva'nın cezalandırılıp yeryüzüne indirilmelerinden sonra (Hani Havva Ana Adem Babaya izinsiz ilk elmayı yedirmişti ya...) İşte bu nedenle dünyaya cezalı olarak yollanmışlar. Ama bir gün Tanrı onları affetmiş. İşte o affın müjdesi olarak pişirilmiş ilk aşure...
Biz bu nefis, ama yapımı hayli zor tatlıyı bir af tatlısı olarak değil, tatlıların şahı olarak çok seviyoruz, kim icad ettiyse Tanrı ondan razı olsun.

VE DE HELVALAR
Temel malzemeleri un ya da irmik, yağ, şeker, süt, kaymaktır.
Doğumlarda, ölümlerde, askere giderken, hac dönüşünde, okula başlayan çocuklar için, yeni bir eve sahip olunca, okul bitince, yağmur dualarında, kuzunun sütten kesilme günü olan "yoğurt bayramı"nda, "çiğdem düğünü"nde (ilk çiğdemin görüldüğü gün) Osmanlı evlerinde kesinlikle çeşitli helvalardan biri yapılır ve eşe dosta dağıtılır.

RAMAZAN SOFRALARI
Türkler arasında 11 ayın bir sultanı diye anılan Ramazan ayının kendine özgü pek çok töresi vardır. Biz burada sadece bu törenin sofrasından söz edebileceğiz.
Ramazan günlerinde de sofraların her gün iki türlüsü kuruluyor. Bir iftar sofrası. Öbürü sahur sofrası.
İftar sofrası, saati belli olan ve akşam saatlerinde açılan sofradır. Genelde oruç açma zamanını ve sofraya daveti şehirlerde ve kasabalarda toplar patlatarak haber verirlerdi insanlara.
Top sesini duyanlar aile sofralarının töresine uyarak yerlerine otururlar ve oruç açarlardı. Yani bütün günü hiçbir şey yemeden geçirenler oruç bozarlardı. Ya birkaç yudum suyla. Ya bir zeytinle.
Ramazan sofralarının ilki olan iftar sofrası iki aşamalıdır. Birinci aşama "İftariye" denilen ilk fasıl, ikincisi de yemeklerin yendiği ikinci fasıl.
İftariye, açlığın verdiği hızla yemeklerin üstüne atılmayı önlemek üzere tertiplenmiş çerez sofrasıdır bir anlamda. Küçük tabaklarda ve sahanlarda reçeller, peynirler, zeytinler ve benzeri yiyeceklerden teker teker alınır. Bunların yanında fırınlardan yeni çıkmış pideler vardır.
İftar sofrası bittikten sonra bir anda kaldırılır. O sıra akşam namazının okunma sırasıdır. İsteyenler ezanla gelen sese uyarak akşam namazını kılar. Sonra, yeniden hazırlanmış olan sofranın başına oturulur. Çorbadan sonra araya giren yemek normal sofralarda pek olmayan yumurtalı pastırmadır. Yalnız pastırma da olabilir. Bu pastırmanın pişiriminde bazı özellikler vardır. Soğanlı pişmesi gibi.
Saray sofralarında hemen her ramazan günü var olan pastırma evlerde her gün olur muydu bilemiyorum.
Sonra gelen yemekler etle başlar ve genel olarak güllaçla biter.
Belli saatlerde yenen sahur yemeği ikinci ve orucu karşılama yemeğidir. Sabaha karşı yenir. Bu yemeğin misafiri olmaz. Ev halkı arasında yenir. Gündüz, insanı susatmayacak, ama tok tutacak yemekler yapılır. Sahur sofrasında mutlaka hoşaf olur. Pilav, makarna, börek türleri bu yemeğin tutucu yemekleridir.
Hıdırellez gibi, bayram günleri gibi, ailede ölüm ayı gibi, düğünler, sünnetler gibi sayılı özel günlerde bazılarının özel bir yemeği vardır, o da pişirilir. Ama her zamanki yemek listelerinden seçmeler yapılır. Özel gün yemekleri ve tatlıları içinde dikkati çeken en önemli yemek helvadır.
Doğum, ölüm, gurbetten gelme, gurbete gitme, sünnet, hastalıktan kurtulma gibi pek çok olayda... ya bir kazanç ve hoşluk sonnuda ya da bir kayıp ve keder nedeniyle Osmanlı evlerinde mutlaka helva pişer ve eşe dosta ya helva dağıtılır ya da helvaya davet edilirdi.
Neden helva? Bunu bilemiyorum. Ama bu törenlerin baş oyuncusu bakıyorum her zaman HELVA.

Osmanlı İmparatorluğuna ilk İngiliz büyük elçisi olarak gelen Sir Edward Burton'un İstanbul'da şerefine verilen ilk ziyafetin raporunda Kraliçeye yazdıkları için şunlar da var:
-Yaklaşık yüz türlü yemek saymış.

-Gül şerbetinin nefis lezzetini unutamıyormuş.
-Yemek bitince ellerini buhur suyu denilen, içinde öd ağacı, misk, sandalağacı ve çiçek suyu bulunan çok güzel kokulu bir suyla yıkamışlar.
Bir de: Her padişah, her ramazanda her on yeniçeriye bir büyük tepsi olmak üzere baklava yaptırıyor. Her tepsiyi iki yeniçeri saraydan alarak yeniçeri ocağına getiriyor. Ertesi gün bu gümüş tepsiler ve üstüne örtülen futalar saraya gönderiliyor.

Yeniçeriler, yönetimden memnunsalar tepsilerdeki baklavaları kabul ediyorlar ve bitiriyorlar. Ama memnun değilseler, baklavalar olduğu gibi geri gönderiliyor.

Benzer Konular

21 Ağustos 2008 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Ekim 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
3 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Taslak Konular
27 Ekim 2005 / ByKatip Taslak Konular
23 Mart 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu