Arama

Osmanlı İmparatorluğu - Sayfa 4

Güncelleme: 20 Eylül 2017 Gösterim: 173.407 Cevap: 53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #31
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Batının osmanlıya olan hayranlığı nedir?

Sponsorlu Bağlantılar
Günümüzde birçok yabancı siyaset-bilimci ve yönetim-bilimci, Osmanlı Tarihi konusunda araştırmalar yapmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri; Osmanlı İmparatorluğu'nun üç kıtaya yayılmış geniş topraklarını, nasıl olup da 6 asır boyunca büyük başarı ve adaletle yönetebilmiş olduğudur. Bu topraklarda, farklı ırklara ve farklı dinlere mensup milletlerin yaşadığı da göz önünde bulundurulduğunda, Osmanlı'nın bu başarıyı ne şekilde elde ettiği, Batılı bilim adamları için daha da çekici hale gelmektedir.

Tarihçi Jason Goodwin, New York Times Gazetesi'nde yayınlanan, "Osmanlı'dan Öğreneceklerimiz" başlıklı makalesinde, Balkanlar'daki istikrarsızlık için bir çözüm önerirken aslında, merak edilen bu başarının sırrına da dikkat çekmiştir. Yazar, Osmanlı'nın idaresi altındaki topraklarda dini, kültürel ve etnik açılardan büyük farklılıklar bulunduğunu, ancak 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, halkın hiçbir kesimine asla baskı yapılmadığını ve kısıtlama getirilmediğini söylemiştir. Bu sayede Osmanlı'nın istikrarı ve düzeni koruduğunu söyleyen Goodwin, bugün yeryüzünde barışın ve huzurun sağlanması için Osmanlı'dan öğrenilecek çok fazla şeyin olduğunu dile getirmiştir. (Jason Goodwin, "Learning From the Ottomans" 16.8.1999, New York Times.)

Bir başka tarihçi, İngiliz F. Downey, Kanun-i Sultan Süleyman'ın üstün vasıflarını anlattığı bir eserinde Osmanlı'nın adalet anlayışının zamanının diğer devletlerine göre çok üstün olduğunu belirtmiştir. Downey, birçok Hıristiyanın kendi ülkesinden ayrılarak Osmanlı'nın adaletine sığındığını bildirmiştir. (F. Downey, "The Grand Turk Suleyman the Magnificent, Sultan of Ottomans", New York, 1929, Fransızca trc. Soliman le Magnefique, Paris 1930, s. 84)

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Birçok batılı yazar ve aydının Osmanlı 'nın yönetim anlayışının üstünlüğünü vurgulayan görüşleri bulunmaktadır.

Osmanlı'nın bu başarısının anahtarı, din ahlakını gereği olan adalet kavramına derin bağlılığıdır. Bu nedenledir ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun adil idaresi, Müslümanların olduğu gibi gayrimüslimlerin de haklarını korumuştur. Dolayısıyla, Batılı bilimadamları, Osmanlı'nın sağladığı hoşgörülü ve anlayışlı yönetim sistemini çok ideal bulmaktadırlar.

Amerikalı ve Avrupalı bilim adamları, Osmanlı'nın adalet anlayışına hayranlıklarını açıklarken, aslında, Kuran'da bildirilen üstün ahlakın mükemmeliğini dile getirmiş olmaktadırlar. Çünkü, Osmanlı Devleti'nin adaletten ve doğruluktan taviz vermeyen yapısının asırlar boyunca hiç değişmemesi, Kuran ahlakının bu anlayışı gerektiriyor olmasından kaynaklanmaktadır. Yüce Allah Kuran-ı Kerim'de Müslümanlara, karşılarındaki insanlara karşı öfkelerine kapılmamalarını ve adaletli davranmaktan hiçbir suretle vazgeçmemelerini şöyle bildirmiştir:

"Ey iman edenler adil şahitler olarak Allah için adaleti ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızdan haberi olandır." (Maide Suresi,

Yüce Allah'ın bu emrini yerine getiren Osmanlı Devleti, tarihte eşine az rastlanır adil bir düzen kurmuştur

(alıntı)

__________________


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
12 Mart 2006       Mesaj #32
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunda Emeği Geçmiş Paşalar

Akçakoca

Sponsorlu Bağlantılar
Alaüddin Paşa

Ali Paşa

Bayezid Paşa

Çandarlı Ailesi

Çandarlı Halil Hayrettin Paşa

Çandarlızade Halil Paşa

Çandarlızade İbrahim Paşa

Evrenuz Bey ve Ailesi

Hacı İlbeği

Hacı İvaz Paşa

Hacı Paşa

Köse Mihal

Lala Şahin Paşa

Nizamüddin Ahmet Paşa

Şah MelikŞeyh

Ramazan Paşa

Sinanüddin Yusuf Paşa

Timutaş Paşa

Turhan Bey Ailesi

Son düzenleyen GusinapsE; 14 Temmuz 2006 00:30
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Mart 2006       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bab-ı âli' de Osmanlı I

Osmanlı tarihi hakkında değişik bir görüş
26 Mayıs 2005 Perşembe

Nisan ayında “Osmanlı İmparatorluğu hakkında farklı bir görüş bakış açısıyla yurt dışında hazırlanmış en önemli eserlerden biri olduğunu” iddia eden Osmanlı İmparatorluğu Tarihi adlı bir ilmi kitap yayınlanmıştır. Bu kitap Fransa’da Historia Üniversitesi Tarih Kurumu tarafından kaleme alınmış ve 1783 yılında Paris’te Fransa Kıralının onayı ile yayınlanmıştır. Kitap “Osmanlı İmparatorluğu bir sınır beyliğinden İslam Dünyasının en güçlü devleti haline gelen ve uzun bir süre İslam Dünyasını elinde tutma çabası veren bir dünya devletidir. İşte bu noktadan hareketle bir yazı kurulu tarafından İngilizce olarak kaleme alınan Dünya Tarihi adlı çalışmanın oldukça geniş bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu tarihine ayrılmıştır. Bu kitap söz konusu çalışmanın Osmanlı tarihini içeren 19. cildinin dilimize çevrilerek kazandırılmış şeklidir.” Kitap değerli edebiyaçtı Şiar Yalçın tarafından çevrilmiştir ve Kar Yayınları tarafından yayınlanmıştır.
Farklı bir bakış açısı söz konusudur. Timur’un Yıldırım Bayezid ile yaptığı ve Yıldırım’ın 28 Temmuz 1402’de ağır bir yenilgiye uğrayarak esir düştüğü ve Yıldırım’a ağır hakaretler ettiğini okumuşuzdur. Timur Anadolu beyliklerine topraklarını iade etti ve Fransa’da yayınlanan kitaba göre “Bayezid’in karısı Despina’yı, kızı ve bütün hizmetçileriyle birlikte Sultan’a iade etti. Yalnız o zamana kadar Hıristiyan kalmasına izin verilmiş olan bu soylu kadının Müslümanlığı kabul etmesini istedi. On iki yıldan beri Bayezid’in esareti altında yaşayan Karaman oğlu Emir Mehmet de Timur’un sarayına getirildi. Timur ona bir kaftan ve kemer hediye etti ve Konya, Larende, Aksaray, Anzarya, Alanya ve mülkahatları ile birlikte tüm Karamanoğulları ülkesinin yönetimini verdi. Kütahya’dan ayrılan Timur Tangözlük’e gitti, burada ziyafetler verdi eğlenceler düzenledi ve Bayezid’i de bunlara davet etti. Tatar Hükümdarı Bayezid’i eğlendirmek için elinden geleni yaptı, hatta ona yenilgisinden önceki haliyle Anadolu Sultanlığını bile verdi, başına bir taç giydirdi ve eline öteki hükümdarlık belirtileriyle birlikte bir asa verdi.
Timur İstanbul’a elçiler göndererek Bizans Tekfur veya İmparatorundan kendisine haraç ve geçis hakkı ödemesini istedi. Sonra da babasının İstanbul’un karşısında inşa ettirdiği Güzelhisar’da (Güzelçehisar olacak) oturmakta olan Süleyman Çelebi’ye iki elçi gönderdi. Bu elçiler Süleyman’a derhal Timur’un sarayına gelmesini ya da kendisine para göndermesini aksi takdirde Timur’un gelip kendisini bulacağını bildirmekle görevlendirilmişlerdi. Bir süre sonra Timur’un Rum İmparatoruna gönderdiği elçiler yanlarında imparatorun elçileri olduğu halde geri döndüler. Timur’a Bizans İmparatorunun iradesine boyun eğdiğini bildirdiler. Süleyman Çelebi’nin yanına gönderilmiş olan elçiler de Bayezid’in veziri ve İmparatorluk Baş Kadısı Şeyh Ramazan’la birlikte geri geldiler. Şeyh Ramazan Süleyman Çelebi’nin bir mektubunu getirmişti. Süleyman Çelebi bu mektubunda babasına yaptığı iyilikler için Timur’a minnettarlığını bildiriyor ve emrettiği anda sarayına gelmeye hazır olduğunu yazıyordu.” (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, adı geçen eser, s.105)
Eğridir’de hastalanmış olan Bayezid Hicri 805 yılının Şubat ayının dördüncü Perşembe günü (M. 23 Mart 1403) bir beyin kanamasıyla Akşehir’de öldü. Timur buna çok üzüldü, hatta bu büyük hükümdarın bu acıklı sonuna ağladığı bile söylenir. Timur Anadolu’nun fethi tamamlandıktan sonra, Bayezid’ı yeniden tahta oturtmak niyetindeydi. (Osmanlı Tarihi s. 167) Timur Bayezid’in ölümü üzerine komutanlarına değerli armağanlar verdi ve Musa Çelebi’yi yolcu ederken kedisine şahane bir kaftan, bir kuşak, murassa bir sadak, bir kasa altın, kırk at hediye etti ve babasının cenazesinin Bursa’ya nakledilerek en büyük sultanlara layık bir törenle orada yaptırmış olduğu türbeye gömüleceğini bildirdi. (Aynı yer s.107)

Yılmaz Altuğ
Türkiye Gazetesi
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Nisan 2006       Mesaj #34
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı deyince ne düşünmeliyiz?
Her şeyden evvel adaleti düşünmeliyiz.
Hangi açıdan?
Objektif açıdan, âfâkî açıdan.
Bütün Avrupa'da, Osmanlı'ya verilen değer neden o kadar üst seviyedeydi?
Çünkü Osmanlı kadıları, adaletin ateşten bir gömlek olduğunu en iyi idrak eden insanlardı. Onların gözünde, Allahû Tealâ'nın karşısında, adalet açısından herkes eşitti. Eğer bir padişah, bir kral, halktan herhangi bir kişinin hakkını haleldâr etmişse; o hakkı, hakkın sahibine iade etmek, kadıların temel göreviydi, hiç şaşmazdı bu.
Oysa ki Avrupa'da, asillerle halk arasında bir uçurum vardı. Eğer bir asil yolda giderken kazara, halktan birini atıyla çiğnemişse, onun hesabını kimseye vermezdi. Vermeye gerek görmezdi. O asildi, ötekiler de halktı. Osmanlı'da da asiller vardı; beyler, beylerbeyleri... Bunlar asaletin temsilcileriydi. Ama adalete geldiği zaman konu, beylerle, beylerbeyleriyle, padişahla halk arasında en ufak bir farklılık gözetilmezdi. İşte adalet bu demektir.
Her toplumda ileri gelenler vardır ve halk vardır. Bu ileri gelenler, her yerde kendilerine mevki edinirler, bir şeylerin sahipleridir; zengindirler, çevre yapmışlardır. Bütün ileri gelenler birbirleriyle yakın ilişki içerisindedirler ve ötekiler halktır. Adalet dağıtanlar, bu şehrin ileri gelenleri tarafındandır ve adalet hep tek taraflı olarak dağıtılır.
İşte, böyle bir Orta Avrupa, Ortaçağ Avrupası'nda Osmanlı, adaletin bütün standartlarında tam dağıtıldığı, müstesna bir ülke oluyor. Allahû Tealâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'de söylediği gibi kıst'ı, adalet müessesesini, Osmanlı tam olarak tanzim ediyor . Tatbik ediyor, %100 yerli yerine oturtuyor. Osmanlı kadısı, hiç kimsenin hakkının, çiğnenmesine müsade etmiyor. Bu hakkı çiğneyen kişi padişahta olsa bu durum değişmiyor.
İşte, Fatih Sultan Mehmet, işte İstanbul'da bir Rum:
Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki:
"Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum."
Biliyorsunuz, her arazinin bir rayiç bedeli vardır. Yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği, aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Bir alt hududu , bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katını veriyor. Ama Rum vermemekte ısrarlı. Bir Hristiyan olduğu için caminin kurulmasına gönlü razı olmuyor.
Fatih Sultan Mehmed ise "O kadar para verdiğim halde, bu adam arsayı vermiyor. Demek ki bunu, inadından yapıyor; nefsani ir davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani." diye düşünyor.
Ve sonuçta Rum'un arsasını alıyor , camiyi yaptırıyor.
Adam perişan. Sonra, diyorlar ki:
"Ya, bu kadar üzüntünün sebebi ne?"
"İşte, yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan padişah; daha ötesi yok. Onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre. Her şey bitti!" diyor.
Diyorlar ki:
"Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır."
"Yani? Ne demek istiyorsunuz?" diyor.(Adam hiç inanamıyor bir defa söylenenlere.)"
Diyorlar ki:
"Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın, Padişah da olsa, o hesabı görür."
Adamcağız hiç inanamıyor böyle bir şeye; ama diyor hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim.
Ve kadıya müracaat ediyor.
Adamın gözleri hayretten açılıyor; Fatih Sultan Mehmet mahkemeye geliyor. Padişah ayakta, kadı efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmed, adamın arsasını zorla iktisab etmektan suçlu bulunuyor ve elinin kesilmesi kararı alınıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek; ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer.
Bu kanuna göre teklifte bulunuluyor.
Deniyor ki:
"Bunun bedeli şu kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, o ödemese bile (Padişah ödemese bile) onu sana beytülmal öder. Razı mısın?"
Rum: "Şey..." Bir Padişaha bakıyor, inanamıyor, sonra: "Tabiî razıyım. Razı olmaz mıyım? O, Padişah. " diyor.
Fatih Sultan Mehmet diyor ki:
"Benden beytülmalın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim. Ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata."
Ve kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor:
"Padişahım, şu ana kadar ben Allah'ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah'ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah'ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer." diyor.
Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra Padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.
Bu size neyi anlatıyor?
Adalet müessesesini anlatıyor. Osmanlı'nın adaletini anlatıyor. Adamlar, o güne kadar bir asille, bir halktan birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan birisine hakkını verecek. Asırlar boyunca böyle bir şey görülmemiş Ortaçağda Avrupa'da. Böyle bir şey yok. İlk defa Osmanlı götürüyor adaleti. İnsanlar arasında, Kur'ân-ı Kerîm'e göre fark olmadığını orada ispat ediyorlar insanlara (İslâm'ın ne olduğunu.)
İşte bu adalet müessesesidir ki, yüz binlerce insanı Osmanlı'ya teslim etmiş.
KADI VE MAHKEME
Muhâkeme, mutlak şekilde umuma açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı, göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi) yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları, hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.
Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat, kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır? Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı, gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte, bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.
Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir. Padişaha müracaat yolu da açıktır.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir ve devleti onlar temsil etmektedirler.
Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar, esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği cezayı kesebilmektedir.
Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat asker sınıfından sayılmaktadırlar.

Hızlı Yargı

Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:
"2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır." (d'Ohsson, VI, 204-5).
"En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez". (Sir Paul Ricaut, II, 327).
"XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi." (Cantacasin,14-5).
Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir: (Kânûnî Devrinde İstanbul, 95-102).
"Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."
"Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz..."
Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur.
HUKUK
Dînî Hukuk ve Millî Hukuk
.
Osmanlı'da hukuk sistemi için "Hâkânî" veya "Sultânî" denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar durum bu şekildeydi.

Yükselme devri boyunca Padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan Padişah, aslında Allah'ın Padişah'ı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman, önce Allah'ı görüyoruz, sonra Allah'a bağlı mürşid, mürşide bağlı Padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah'a dostlar.
Medenî Hukuk ve Ceza Hukuku

Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça görülebilir.

Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar yaygın değildir.
Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde, evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.
SOSYAL SINIFLAR
Devletten dirlik veya maaş alan bütün görevlilere "askerî" denirdi. "Askerî" sınıf, yalnız savaşan sınıf değil, bütün devlet görevlileri idi. Vergi vermezlerdi. Yani sistem şu idi: Kendilerine bir maaş verilip o maaştan vergi kesilmek yerine, devletin ödeme gücü neyse, o miktarda net olarak hesaplanır ve verilirdi. İkinci bir sosyal sınıf, şehirlilerdi: Tüccar ve esnaftı. Nihayet "reâyâ" denilen köylü gelirdi.
"Reâyâ" adı altında, herkesin zannettiği gibi, aşağı derecede bir sınıf veya mezheb kastedilmemektedir. İmparatorluğun bütün çiftçileri, Anadolu'nun İslâm halkı ile Tisza vâdisindeki Hristiyanlar, Padişah'ın bütün tebaası, reâyâ olarak adlandırılır. Daima reâyâ, Padişah'ın himayesinde yaşar.
Askerî, şehirli ve râiyyet dışında bir sosyal sınıf daha vardır: Esirler. Harp esirleri değil, hizmet maksadıyla kullanılan, para ile alınmış insanlar, kölelerdi. Esir, daha doğrusu köle ve cariye, efendisi aleyhine kadı'ya müracaat edip dâvâ açabilmekte, hakkını koruyabilmektedir. Kölesine efendi, kızını verebilmekte, efendisi cariyesi ile evlenebilmektedir. Demek ki; kölelik de bir sosyal baraj değildir.
Sosyal sınıfların batıdaki sosyal sınıflardan farkı, asaletin olmamasından ve serf bulunmamasından doğmaktadır. Bu iki büyük fark, Avrupa ile Türkiye'nin sosyal yapıları arasında çok büyük bir ayrılık manzarası arz etmektedir. Osmanlı Türkiyesi'nin her asrında pek çok örneği gösterilebileceği gibi, ayağında çarık, sırtında heybe, beş parasız İstanbul'a gelen bir Türk köylüsü, gerekli kademelerden geçip, bir çeyrek asır sonra, bazen daha fazla, fakat bazen de daha kısa bir müddet içinde, sadrazam olmakta, hattâ Padişahın kızını almaktadır. Böyle bir durum, Batı'da mümkün değildir. 1975 Batısı'nda bile başbakan olması mümkün bulunan böyle bir şahıs, kral kızı ile evlenememektedir.
Geri >> Osmanli`da Sistem
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
18 Mayıs 2006       Mesaj #35
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Döneminde Sosyal Hayat

Osmanlilarda sinifsiz toplum hayâti vardi. Köle vardi, fakat; Osmanli ülkesinden alinmazdi. Kölelik devamli degildi; âzâd edilip, hürriyete kavusarak, devlet kademesinde vazife alabilirdi. Kölelikten yetisme ve köle çocugu pekçok devlet adami yüksek memuriyetlerde bulunurdu. Kölelikten yetisme sadr-i âzamlar da vardi. Bunlardan Koca Yusuf Pasa, Yusuf Ziyâeddin Pasa, Ibrâhim Edhem Pasa, Resid Mehmed Pasa, Hursid Ahmed Pasa, Sâhin Ali Pasa, Silâhtar Süleyman Pasa, Siyavus Pasa gibi sadr-i âzamlar kölelikten yetiserek devlet kademesinde yükselen sahsiyetlerdir. Köylü hür olup, serflik yoktu. Köylüler ve kasabada oturan halk üretici durumundaydi. Sehirlerde esnaf, îmâlâtçi, sanatkâr, idâreci ve ilmiye teskilâti mensuplari otururlardi. Askerligi Müslüman halk yapardi. Bütün ülke halki Osmanlilik suuru tasirdi. Milliyet ayirimi yapilmayip, ümmet esâsi aranirdi. Gayr-i müslimler askerlik yapmayip, erkekleri cizye vermekle mükellefti. Müslümanlar çogunlukta olup, dört hak mezhep (Hanefî, Sâfiî, Hanbelî, Mâlikî) ve bimezhep firka mensuplari da olmasina ragmen resmî mezhep Hanefiliktir. Müslümanlarin temsilcisi Halîfe olup, 1516 târihinden îtibâren Osmanli pâdisâhlari bu mânevî makamin da temsilcileridir. Hiristiyanlardan Ortodoks mezhebinin merkezi Istanbul'dadir. Ermeni patrikligi de Istanbul'da olup, merkezleri de Osmanli hâkimiyetindeki Revan'di. Osmanli topraklarinda Katolikler de bulunmasina ragmen merkezleri Vatikan'di. Yahûdîlerde olan Filistin, Osmanli tebeasindandi. Mûsevîligin dogus yeri ve merkezi Osmanli topragi idi. Avrupalilarin zulmünden kaçan Yahûdîleri de Osmanlilar himâye ediyordu. Osmanli vatandasi olan Müslüman ve gayri müslim topluluklar Rum, Ermeni, Yahûdî, Gürcü, Sirp, Bulgar, Macar, Rumen, kendi din ve dillerinde mâbet, okul açip, ibâdetlerini yapabilme hürriyetine sâhiptiler. Bu hosgörü, günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkân tanimadigi ölçüde serbestti. Gayri Türk Müslümanlar devlet kadrosunda ve orduda vazife alirdi, fakat gayri müslimler, Tanzimatin îlânina kadar bu hakka sâhip degildi. Gayri müslimler, Tanzimat ve Mesrutiyet ile devlet memuru ve orduya girme hakki kazanmislarsa da, askerlik yapmak istemediklerinden silâh altina alinmamislardir. Serbest meslekle ugrasirlardi. Gayri müslimler tarafindan islenen hirsizlik, yol kesme, gasp, soygun, adam öldürme, devlet makâmina zarar verme, Islâm dînine karsi hareketler, devlet tarafindan yasaklara uymama, câsusluk ve bunlara benzer suçlar devletçe ve disindakiler de, kendi kilise ve havralarinda bakilirdi. Pâdisâhin, ülkedeki gayri müslim ve Türkler üzerinde tâvizsiz hâkimiyeti olup, din adamlari ve kavmî liderleri, Avrupalilarin ve Prusya'nin tahrikine kapilmadan önce merkeze hürmetkârdilar. Osmanli tebeasi olup da, propaganda ve tahriklerine kapilarak Osmanliya ihânet eden kavimlerin hiçbiri bugüne kadar huzur yüzü görmemislerdir.


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
25 Mayıs 2006       Mesaj #36
arwen - avatarı
Ziyaretçi
FETRET DEVRİ

Fasıla-i Saltanat olarak da bilinir. Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda ( 28 Temmuz1402) yenilmesiyle başlayan bu döneme, kardeşleriyle girdiği mücadelede başarılı olarak yönetimi yeniden ele geçiren Mehmed Çelebi son vermiştir.


Ankara Ovası'nda yapılan savaşın kötüye gittiğini gören Yıldırım bayezid'in oğullarından Süleyman Çelebi, yanına Sadrazam Çandarlı Ali Paşa, Murad Paşa ve yeniçeri ağası Hasan Ağa ile birlikte kendine bağlı olan birlikleri de yanına alarak Edirne'de saltanatını ilan etti.

Savaşa katılan diğer şehzadelerden İsa Çelebi Balıkesir'de, Çelebi Mehmed ise Amasya'da kendi hükümdarlıklarını ilan ettiler. Yıldırım Bayezid ile birlikte Musa çelebi ve Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) Timur'a tutsak düştüler.

Timur, zaferden sonra sekiz ay kadar Anadolu'da kalarak Osmanlı topraklarını yağmaladı. Anadolu'da daha önceden bulunan ancak Osmanlı topraklarına katılan eski Anadolu Beyliklerini yeniden canlandırdı. Osmanlı topraklarını ise 4 şehzade arasında paylaştırarak Anadolu'dan çekildi. Böylece Osmanlı Toprakları bölünmüş oldu.

Şehzadelerden ilk olarak Mehmed Çelebi harekete geçti. Orta Anadolu'daki Türkmen beylerini safdışı bırakarak güçlü bir Türkmen ordusu kurdu. İlk çarpışma ise Musa Çelebi ile İsa Çelebi arasında Bursa'da meydan geldi. Musa Çelebi Bursa'yı alarak hükümdarlığını ilan ettiyse de kısa bir süre sonra İsa Çelebi Bursa'yı yeniden ele geçirdi. Bu olay şehzadeler arasındaki mücadelenin kızışmasına yol açtı. Çelebi Mehmed, diğer kardeşlerini safdışı bırakarak Osmanlı İmparatorluğunu yeniden bir birlik altında toplamıştır.
Ankara Savaşı (1402) sonunda Anadolu'da Türk birligi bozulmuş ve Osmanli Devleti dagilma tehlikesi ile karsilasmisti. Yildirim Bayezid'in ogullari, babalarinin ölümünden sonra taht mücadelesine basladilar. Osmanlı tarihindeki en büyük kargasa dönemi böylece baslamis oldu. Fetret Devri adı verilen bu dönemdeki taht mücadeleleri, Timur'un Anadolu'da kuvvetli bir devlet birakmak istememesi ve Bizans'in entrikalariyla daha da artti. Süleyman Çelebi Edirne'de, İsa Çelebi Bursa'da, Mehmed Çelebi Amasya'da, Musa Çelebi Balikesir'de padisahliklarini ilan ettiler. Mehmed Çelebi ile Musa Çelebi aralarinda anlastilar ve Bursa'da vali bulunan İsa Çelebi'yi ortadan kaldirdilar. Mehmed Çelebi, Süleyman Çelebi'nin de ortadan kalkmasi gerektigini biliyordu. Bu amaçla Musa Çelebi'yi Edirne'ye Süleyman Çelebi'nin üzerine gönderdi. Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Çelebi'yi yenerek, Edirne'yi ele geçirdi. Ancak Mehmed Çelebi'ye verdigi sözü tutmayarak Edirne'de kendini padisah ilan etti. 1413 yilinda, son olarak Musa Çelebi'yi de saf disi birakan Mehmed Çelebi Fetret Devrine son verdi.
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
25 Mayıs 2006       Mesaj #37
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Osmanlı komutanı Tiryaki Hasan Paşanın,Avusturyalıların kuşatmasına karşı sağladıkları görülmemiş başarıdır.(1601)Haçova savaşında Avusyuryalıları yenilgiye uğratan Osmanlı ordusu 3 yıl sonra da Kanije kalesini almıştı.Kale komutanlığına Tiryaki Hasan Paşa atandı.Yanına 5.000 kişilik bir birlik,cephane ve erzak bırakıldı;ordu geri çekildi.

Avusturya hükümdarı,Osmanlı ordusunun geri çekilmesini fırsat bilerek 50.000 kişilik bir ordu ile Kanije kalesini kuşattı.Avusturya ordusunda 42 büyük top vardı.Kale,altı yerden dövülmeye başlandı.Her gün 1.000 den çok gülle atılıyordu.Hasan Paşa,düşmanın kaleye girmek için yaptırdığı köprüyü bir gece yaktırdı.İkinci köprüyü de çengellerle çektirdi.Köprünün üzerindekiler ırmakta boğuldular.Avusturyalılara yardım geldiği halde,Kanije'yi savunan Türk kuvvetleri yardım alamıyordu.Böyle bir durumda Hasan Paşa türlü önlemlerle askerin savaş gücünü artırıyordu,düşmanı güç durumlara sokuyordu.Yardım alan düşmanın saldırıları,18.000 ölü verdirilerek püskürtüldü.Tiryaki Hasan Paşa ve yönetimdeki Türk askerleri,insan gücünün çok üstünde başarılar ve yararlılıklar gösterdiler.


Artık cephane ve yiyecek tükenmek üzereydi.Tiryaki Hasan Paşa,gizlice düşmana kaçmış gibi adamlar gönderiyor,yollara düşürülmüş kanısı veren mektuplar bıraktırıyor,bunlarla Avusturyalılara,Türklerin durumunun çok iyi olduğunu bildirmek istiyordu.Ayrıca erzaklarının ve cephanesinin bol olduğu,Macarlarla anlaşmaya varıldığı hakkında haberler salıyordu.Tiryaki Hasan Paşa,bir karlı kış günü,kuvvetleriyle kaleden çıktı.Bir baskın yaparak düşman ordusunu bozguna uğrattı.Çok sayıda tutsak ve arabalar dolusu ganimet ele geçirdi.

Avusturya kralı 2.Ferdinand,kaçarak canını güçlükle kurtarabildi.Otağı,Türklerin eline geçti.Hasan Paşa burda beylere,''Güçlüğe ve yokluğa karşı yılmadan dayanma,birlikte hareket etme sonucunda bu zaferin kazanıldığını''söyledi.Kanije kuşatması 3 ay kadar sürmüştü.Elde edilen savaş araç ve gereçleri 2 ayda kaleye taşınabilmiştir.Padişah 3.Mehmet,Tiryaki Hasan Paşaya vezirlik rütbesi verdi;üç hil'at,üç at,işlemeli ve çok değerli bir kılıç gönderdi.
Gerçektende akıl almaz bir işi başarmıştı...
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
26 Mayıs 2006       Mesaj #38
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
"...Yıl, 1783... Avrupa standartlarına göre mütevazi da olsa, yeni bir
denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak gezdirmeye
başladı...

Daha 25 Temmuz 1785'te, Atlantik'te Cadiz açıklarında, bu yeni bayrağı
taşıyan ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı gemileri tarafından ele
geçirildi. Bu gemi, Boston limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens'in
idaresindeki Maria idi.

Arkasından, Philadelphia limanına bağlı, Kaptan O'Brien'in Dauphin'i
de aynı akıbete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi
daha Osmanlıların eline geçti...

Kongre, 27 Mart 1794 yilinda, Osmanli denizcilerine karşı koyacak güçte
savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için, Başkan George
Washington'a 700.000 altına yakın harcama yetkisi verdi.

Osmanlılarin oluşturduğu deniz tehdidi sayesinde, ABD donanmasının
temelleri atılıyordu. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma
yapmayı kabul etti. Bu anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin
iadesi ve gerek Atlantik'te, gerekse Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan
hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında, 642.000 altın ve yılda
12.000 Osmanlı altını (216.000 dolar)ödeyecekti.

Dili Türkçe olan ve 22 maddeden olusan anlaşmaya, Başkan George
Washington ve Cezayir Beylerbeyi Hasan Dayı imza koydular...

Boylece ABD yillik vergiye baglanmis oldu. Bu, ABD'nin iki asrı aşkın
tarihinde, yabanci bir dille imzalanan tek anlaşma olduğu gibi,
yabancı bir devlete vergi
ödemeyi kabul eden tek Amerikan belgesidir...

ABD tarihinde kendi dilinde olmayan tek uluslararası anlasma Turkçe'dir ve
ABD tarihinde vergi vermeyi kabul ettiği tek ulke Osmanlı İmparatorluğudur....
ABD başkani George Washington Efendi Osmanli İmparatoru tarafindan
muhatap görülmemiş ve anlaşma Cezayir beylerbeyi tarafından
imzalanmıştır. İnanılacak gibi değil, değil mi? Ama inanın 200 yıl
önce biz buyduk. "

İspatı mı? Yale Üniversitesi'nde yayınlanan Türkçe'sinden İngilizce kopyası
için asağıdaki adrese tıklayın; Yale Ünivesitesi



kompetankedi - avatarı
kompetankedi
VIP Bir Dünyalı
27 Ağustos 2006       Mesaj #39
kompetankedi - avatarı
VIP Bir Dünyalı
History Channel'da Osmanlı belgeseli

27 Ağustos, 2006


ABD'de History Channel'in hazırladığı belgesel yayınlandı
History Channel tarafından hazırlanan Osmanlı belgeseli, ABD'de yayınlandı. Belgeselde Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Süleyman dönemleri uzun uzun anlatıldı.

Hakkın ve adaletin koruyucusu olduğu ifade edilen Osmanlı Devleti'nin, bütün din ve inançlara açık olduğu vurgulandı.

Belgeselde Osmanlı'nın fetih politikalarına ayrıntılı olarak değinildi ve fetihlerin dine ve etnik temellere dayalı olmadığı anlatıldı.

Belgeselin İstanbul'un fethi ile ilgili bölümünde ise Fatih Sultan Mehmet'in fetihten sonra kenti yağmalatmamasına dikkat çekildi.

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u kozmopolit bir şehir haline getirdiği vurgulandı. Yavuz Sultan Selim için ise, 'yaşasa dünyayı fethederdi' ifadesi kullanıldı.

Belgeselde, Kanuni Sultan Süleyman döneminde hazırlanan hukuk sisteminden de övgüyle bahsedildi ve Kanuni'nin Hürrem Sultan ile evliliğinin Osmanlı tarihini kökten değiştirdiği belirtildi.

Osmanlı Devleti'nin çöküşünde ise, yolsuzlukların ve dünya ekonomisi ile rekabet edebilecek modern bir ekonominin geliştirilmemesi de gerekçe olarak gösterildi.

Ermeni soykırımı iddialarına da değinilen belgeselde Ermenileri göçe Jön Türklerin zorlamadığı iddia edildi.

Belgeselde Atatürk ise 'tarihin en büyük liderlerinden biri' olarak değerlendirildi.
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:34
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
20 Şubat 2007       Mesaj #40
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
OSMANLI PADİŞAHLARININ SON SÖZLERİ VE VASİYETLERİ-I





“Ölüm gerçeği”, insanoğlunun hayatına “ilâhî” anlam ve yön veren, başlı başına bir “ibret/nasihat kaynağı” ve nihayet kaçınılmaz bir mukadderattır. Âlemde belli bir dönem kudret, azamet ve debdebe ile saltanat süren Osmanlı hükümdarlarının ölümü söz konusu olunca; elbette ki “ölüm hâdisesi” daha derin bir mânâ kazanmakta ve tam bir “ibret manzûmesi” haline gelmektedir:

“Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar?” (Enbiyâ, 21/34) “Nerede olursanız olunuz ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde, tahkim edilmiş kalelerde olsanız bile, ölüm sizi yine de bulur.” (Nisa, 4/78)

Sözü fazla uzatmadan sizleri, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), şu hadis-i şerifleri doğrultusunda, tarihimizin parlak ya da karanlık sayfalarını süsleyen bir kısım Osmanlı hünkârlarının son anları, ibretli son sözleri ve vasiyetleriyle baş başa bırakmak istiyorum:

“Hz. Peygamber, “Mü’minlerin akılca en üstün olanı kimdir?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Ölümü en çok anan ve ölümden sonrası için hazırlıkta en güzel olandır. İşte akıllı onlardır.” (İbn Mâce, Zühd, 31; Dârimî, Mukaddime, 56) “Lezzetleri yok eden ölümü çok anın.” (Tirmizi, Zühd 4)

Osman Gazi’nin Orhan Gazi’ye Vasiyeti

Ömrünü, kurucusu olduğu Devlet-i Âl-i İslâm’ın temellerini sağlamlaştırmak ve onu parlak bir geleceğe kavuşturmak uğrunda adayan Osman Gazi, 1326’da Söğüt’te vefat etmeden önce oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı şu vasiyet, tam bir siyasetnâme niteliğindedir:

“Allah-u Teâlâ’nın emirlerine muhalif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini şeriat ulemâsından sorup anlayasın; iyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı (nimeti), ihsanı (ikramı) eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve cihadı terk etmeyerek beni şâd et!..

“Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet, ikbâl (ilgi) ve yumuşaklık göster. Askerine ve malına gurur getirip müminlerden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsanda bulun. Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahu Teâlâ’ya emânet ediyorum!” Sözlerini tamamladıktan sonra tekrar yanına çağırmış ve vasiyetine hususî olarak şunu da eklemişti: “İslâmbol’u (İstanbul’u) aç gülzâr (gül bahçesi) et!”

Osman Gazi’nin Oğluna Vasiyet Gibi Nasihati

Osman Gazi, oğluna olan vasiyetinde belirttiği hususlara, başka bir vesileyle yaptığı nasihatte, daha derinlemesine ve geniş bir biçimde şöyle dikkat çekmişti: “Oğul! Din işlerini her şeyden evvel ele alıp, yürütmek gayret ve esâsını dâimâ göz önünde bulundur ve bu sakın gevşekliğe uğratma. Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, din ve devletin kuvvetlenmesine sebep olur. Din gayretine sahip olmayan, sefahate düşkün olan, tecrübe edilmemiş kimselere devlet işlerini verme! Zirâ, yaradanından korkmayan bir kimse, yarattıklarından da çekinmez. Zulümden ve hangisi olursa olsun bid’atten, yani İslâmiyet’e aykırı şeylerden son derece uzak dur! Seni zulüm ve bid’ate teşvik edip sürükleyenleri, devletinden uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa sürüklemesinler.




“Allah-u Teâlâ’nın rızası için, devlet hizmetinde ömrünü tüketen sâdık devlet adamlarını dâimâ gözet. Böyle kıymetli kimselerin vefatından sonra, aile efrâdını koru, ihtiyacı olanların da ihtiyaçlarını karşıla, tebandan hiç kimsenin malına mülküne dokunma. Hak sahiplerine haklarını ver, lâyık olanlara ihsân ve ikrâmlarda bulun ve ailelerini gözet. Özellikle, devletin ruhu mertebesinde olan ve en büyük dayanağı bulunan asker tâifesini (topluluğunu) güzelce idâre edip rahatlarını temin eyle.

“Devletin bedeninde, kuvvet mertebesinde olan hakikî âlimleri ve fazilet sahiplerini, edip ve yazarları, sanat erbâbını gözetip koru. Onlara hürmet, ikrâm ve ihsânda bulun. Bir ülkede, olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, uygun ve lâyık bir usûl ve ifade ile onu memlekete getirt. Onlara her türlü imkânı tanıyarak ülkene yerleştir ki, hükümetin süresince âlim ve ârifler, bilginler, memleketinde çoğalsın. Din ve devlet işleri nizâma oturup ilerlesin.

“Sakın, orduya ve zenginliğe mağrur olma. Hakikî âlim ve âriflere, bilginlere hürmet edip, sarayında onlara yer ver. Benim hâlimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misâli, hiç lâyık olmadığım hâlde buraya geldim ve Allah-u Teâlâ’nın nice ihsânlarına ve inâyetlerine kavuştum. Sen de benim uyduğum ve uyguladığım nizâmı uygula, Muhammed Aleyhisselâm’ın dinini, bu yüce dinin mensuplarını ve itaat eden diğer tebanı himâye eyle! Allah-u Teâlâ’nın hakkını ve kullarının hakkını gözet.

“Dinimizin tâyin ettiği beytülmâldeki (devlet hazinesi) gelirin ile kanaat eyle! Devletin zarurî ihtiyaçları dışında sarfiyatta bulunmaktan son derece sakın! Senden sonra geleceklere de aynı nasihatlerde bulun ve iyice tembihle. Dâimâ adâlet ve insaf üzerine bulun. Zulme meydan verme. Herhangi bir işe başlayacağın zaman, Allah-u Teâlâ’nın yardımına sığın! Tebanı, düşmanların ve zâlimlerin saldırılarından koru. Haksız olarak hiç kimseye muamelede bulunma. Dâimâ halkını hoşnut edecek şeyleri arayıp, yapılmasını sağla. Onların gönlünü kazanmayı, bunun devamını ve artmasını büyük nimet bil! Tebanın sana olan güveninin sarsılmamasına son derece dikkat eyle.”

Orhan Gazi’nin Murad Hüdâvendigâr’a Vasiyeti
Babasının vasiyetini tüm titizlik ve duyarlılığıyla yerine getirme çabasında olan Orhan Gazi, aynı doğrultuda oğlu Murad Hüdâvendigâr’ın da gayret göstermesi ve fetih bayrağını elden düşürmemesi dileğiyle bir tür vasiyet mahiyetindeki şu nasihati dile getirmişti: “Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükmetmek yetmez! Zirâ i’lâ-yı kelimetullâh azmi iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir davadır. Selçuklu’nun vârisi (mirasçısı) biz olduğumuz gibi Roma’nın (Avrupa’nın) vârisi de biziz!..”

Murad Hüdâvendigâr’ın Son Duâsı ve Şehâdeti

Murad Hüdâvendigâr, Osmanlı’nın Balkanlardaki varlığını koruması ve devam ettirmesi noktasında çok mühim bir kader mücadelesi olan 1389’daki Kosova Savaşı’nda, harpten bir gün önce gece kalkıp iki rekat hâcet (ihtiyaç) namazı kılar ve ellerini duaya kaldırarak yaşlı gözlerle Yüce Allah’a, zafer ihsanı ve şehitlik niyazında bulunduğu şu son duayı seslendirir:

“İlâhî, bunca kere duamı kabul edip beni mahcup etmedin. Bir yağmur ver, şu tozu-toprağı def edip dünyayı aydınlığa boğ; tâ ki kâfir leşlerini gözümüzle görüp yüz yüze cenk edelim. Yâ İlâhi, mülk ve kul senindir, sen kime istersen verirsin. Benim fikrimi ve sırlarımı sen bilirsin; istediğim mülk ve mal değildir. Temiz kalbimle senin rızânı isterim. Yâ Rab, beni bu Müslümanlara kurban eyle! Tek mü’minleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme! Bunları mansûr (gâlip) ve muzaffer eyle! İlâhî, beni yanına alıp, mü’minlere ruhumu fedâ kıl!.. Şimdiye dek beni gâzi kıldın, sonunda da şehâdeti göster!..” Hüdâvendigâr, zafer nasip olduktan sonra savaş meydanını dolaşırken Sırp Kralı Lazar’ın damadı Miloş Obiliç tarafından sinesine saplanan bir hançerle arzu ettiği şehitliğe kavuşur ve dudaklarından son olarak şu söz dökülür: “Attan inmeyesiniz!” (Yani, sürekli seferlere ve cihada devam ediniz.)

Çelebi Mehmed’in Son Sözleri ve Vasiyeti

Sultan Çelebi Mehmed, çocuk denecek yaştan beri üzerine almak mecburiyetinde kaldığı ağır mesuliyetlerden son derece yıpranmıştı. Osmanlı’yı, yıkılma tehlikesi geçirdiği fetret döneminden kazasız belasız çıkarmayı başarmıştı. O kadar ki, vücudunda 40-50 muharebe yarası taşıdığı belirtilmektedir. Son derece ağır ve karmaşık problemler yumağıyla boğuşmuş; fakat hepsinin de hakkıyla üstesinden gelmeyi bilmişti.




Bazı tarihçiler, devletin en kritik anındaki fevkalâde hayatî hizmetlerinden dolayı, ona devletin “ikinci kurucusu” ünvanını layık görmüşlerdi. Sultanın şu sözü, tamamen zorlu tecrübelerin imbiğinden geçirilerek elde edilmiş som bir hakîkatin ifadesidir: “Çocuk yaşımda bunca belâları herhâlde benden başka kimse çekmiş değildir!.”

Ölüm döşeğinde ifade ettiği şu vasiyeti ise ne denli tâkat yetmez sıkıntılar yaşadığının ve verilen ünvânı fazlasıyla hak ettiğinin bir alâmetidir: “Tez ulu oğlum Murad’ı getirin! Ben bu döşekten herhâlde kurtulamayacağım. Murad gelmeden eğer ölürsem; korkarım ki memleket yine birbirine karışır. Onun için Murad gelinceye kadar, aman benim vefâtımı duyurmayasınız!..” Bu vasiyet gereğince vefatı, şehzâde Murad Bursa’dan gelinceye dek, 40-42 gün kadar büyük bir özenle gizlendi ve cesedi tahnid edilerek (ilaçlanarak) sarayda muhafaza edildi.

II. Murad’ın, Geleceğin Fâtih’ine Nasihati
Sultan II. Murad, oğlu şehzâde Mehmed’e, onu ‘Fâtih’liğe hazırlayacak keyfiyetteki, derin manalar içeren şu nasihatlerde bulunmuştur: “Ey benim sevgili oğlum! Bütün varlıkların kulluk eylediği yüce Rabbim, sana verdiği üstün meziyetleri artırsın... Ey oğlum! Ben, hayatlarını doğruluk üzere geçirenlerin ahiret Âleminin sonsuz nimetlerine kavuşacaklarına inanıyorum. Bunun için Rabbim’e karşı yaptığım ibadetleri, samimi bir şekilde can-ı gönülden yaparım. Ben çektiğim sıkıntıların karşılıklarının, Allah tarafından verileceğine inanıyor ve bu hususta O’na ilticâ ediyorum. Ayrıca O’nun takdirinin benim için büyük bir safâ olduğunu düşünüyorum. Ey oğlum! Her söylenene inanıp aldanmaktan uzak durmak, her durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve kendi gerçeğine yaklaşmak gerek.

“Ey oğlum! Ara sıra ecdâdımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin âkıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülilllah bugüne kadar hürmet ve bağlılık görerek geldik; bugünden sonra da aynı şekilde devam etmemizi arzularım. Nasıl doğup geldiysek, yine öylece gidelim isterim... Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devamı, yalnız kaba kuvvet, kılıç ve kahramanlık zoruyla mümkün değildir. Akıl, tedbir, sabır, ileriyi görme ve yorucu tecrübeler çok mühimdir. Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur. İkinci yol da tek başına işe yaramaz. Büyük muvaffakiyetler için her ikisini de bir arada yürütmek gerek!

“Unutma ki, yüce ecdâdımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da hakikatte akıl, mantık ve muhabbet güçleriyle gerçekleşebilmiştir.

“Ey oğlum! Adâletten hiç ayrılma! Çünkü Allah âdildir ve âdil olanı sever. Bir bakıma sen O’nun yeryüzündeki halifesisin. O, sana lütuflarda bulunmuş ve kullarının başına serdar eylemiştir; bunu unutma!..

“Ey oğlum! Bu dünyada üç türlü insan vardır: Birinci grup, akıl ve fikirleri yerinde, istikbâli az çok gören ve düşünen, hiçbir gayr-i tabiilikleri olmayan kimselerdir. İkincisi, hangi yolun doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak kimselerdir. Ancak bu duruma kendi istekleriyle değil, etraflarının tesiriyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde doğru yola gelip hakikati kabul eder ve söz dinlerler. Bununla birlikte çoğu zaman da duyduklarına uyarak yaşarlar. Üçüncüsü ise ne kendileri bir şeyden haberdardır, ne de yapılan ikaz ve nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini zannederler; bunlar en tehlikeli olanlardır.

“Ey oğul! Yüce Allah, eğer seni ilk sırada saydığım kimselerden yaratmışsa sevinir, Rabbim’e şükrederim. Yok eğer ikincilerden isen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncülere dâhil olmayasın! Onlar, ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değillerdir. Ey oğul! Pâdişahlar, ellerinde terazi tutmuş kimselere benzerler. Ancak asıl pâdişah odur ki, ellerindeki teraziyi doğru tuta. Sen pâdişah olunca, teraziyi doğru tutmanı tavsiye ederim. O zaman Yüce Allah da, senin hakkında hayır murad eder; seni sâlihlerden kılar...”

KAYNAKLAR:
Joseph von Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, Çev: Mehmet Ata, C.2, İst.1330, s.293; Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, Haz: İsmet Parmaksızoğlu, Ank.1992, Kül. Bak. Yay.; Neşrî, Kitâb-ı Cihân-nümâ, Haz: F. Reşit Unat, M. Altay Köymen, Ank.1987, T.T.K. Yay.; Mustafa Nuri Paşa, Netâic’ül-Vuku’ât, Haz: N. Çağatay, Ank.1987, T.T.K. Yay.; Mehmed Neşrî, Neşrî Tarihi, Haz. M. Altay Köymen, C.1, Ank.1983; Tayyarzâde Ahmed Atâ, Târih-i Atâ, C.1, İst.1293; Solakzâde Mehmed Hemdemi Çelebi, Solakzâde Tarihi, C.1; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ank.1982, T.T.K. Yay.; İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İst.1972, Türkiye Yay.; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İst.1994, Ötüken Yay.; Tarih Sohbetleri, İst.1988, Ötüken Yay.; Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yay.; Aşıkpaşazade, Aşıkpaşazade Tarihi, İst.1332; Nihad Sami Banarlı, Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, İst.1984; Hüseyin Algül, Büyük Fetih ve Sonrası, İzmir 1989; Erol Güngör, Tarihte Türkler, İst.1989; Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, C.1, İst.1977; İbrahim Refik, Efsane Soluklar, İzmir 1992; Burhan Bozgeyik, Meşhurların Son Anları, İst.2003, Cihan Yay; İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, İst.2004, Gelenek-Okul Yayınları.


Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti: “Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet, ikbâl (ilgi) ve yumuşaklık göster. Askerine ve malına gurur getirip müminlerden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir…”

İSMAİL ÇOLAK
Son düzenleyen Safi; 24 Şubat 2016 00:35

Benzer Konular

21 Ağustos 2008 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
6 Ekim 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu
3 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Taslak Konular
27 Ekim 2005 / ByKatip Taslak Konular
23 Mart 2010 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu