Arama

Doğa Tarihi

Güncelleme: 13 Kasım 2010 Gösterim: 4.858 Cevap: 5
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
9 Ekim 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Doğa Tarihi
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar

Doğa tarihi, hayvanları ve bitkileri inceleyen, deneyden çok gözleme dayalı bir bilim dalıdır. Bu bilimle uğraşanlara doğa tarihçisi ya da natüralist denir.
Bir doğa bilimi olan doğa tarihi, doğal varlıkların ve organizmaların sistemli olarak etüd edilmesidir. Bu geniş tanıma rağmen doğa tarihi, birçok detaylı disiplinden meydana gelir.

Tarihi çok eskilere dayanan doğa tarihi, Antik Grekoromen çalışmaları, Ortaçağ'daki İslami doğa tarihi çalışmalarını, Rönesans Avrupa'sındaki kesintili çalışmaları da kapsar. Günümüzdeki doğa tarihi bilimi, jeobiyoloji gibi birçok bilim dalını kapsayan bir şemsiye gibidir.
Doğa tarihi tablosu. Cyclopaedia, sayı 2
tableofnaturalhistory2c

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
Rios - avatarı
Rios
Ziyaretçi
18 Kasım 2009       Mesaj #2
Rios - avatarı
Ziyaretçi
Doğa Tarihi

Sponsorlu Bağlantılar
'''Doğa tarihi''', hayvanları ve bitkileri inceleyen, deneyden çok gözleme dayalı bir bilim dalı.Oxford|natural history Bu bilimle uğraşanlara '''doğa tarihçisi''' ya da '''natüralist''' denir.Oxford|natural historianOxford|naturalist Bir doğa bilimi olan doğa tarihi, doğal varlıkların ve organizmaların sistemli olarak etüd edilmesidir. Bu geniş tanıma rağmen doğa tarihi, birçok detaylı wikt:disiplin|disiplinden mey
Doğa Tarihi hakkında ansiklopedik bilgi

Doğa tarihi, hayvanları ve bitkileri inceleyen, deneyden çok gözleme dayalı bir bilim{{Oxford|natural history}} Bu bilimle uğraşanlara doğa tarihçisi ya da natüralist denir.{{Oxford|natural historian}}{{Oxford|naturalist}} Bir doğa bilimi olan doğa tarihi, doğal varlıkların ve organizmaların sistemli olarak etüd edilmesidir. Bu geniş tanıma rağmen doğa tarihi, birçok detaylı disiplinden meydana gelir. Tarihi çok eskilere dayanan doğa tarihi, Antik Grekoromen çalışmaları, Ortaçağ'daki İslami doğa tarihi çalışmalarını, Rönesans Avrupa'sındaki kesintili çalışmaları da kapsar. Günümüzdeki doğa tarihi bilimi, jeobiyoloji gibi birçok bilim dalını kapsayan bir şemsiye gibidir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
batuta - avatarı
batuta
Ziyaretçi
13 Kasım 2010       Mesaj #3
batuta - avatarı
Ziyaretçi
İnsan, insan olduğundan beri doğayı ve kendi doğasını merak edip öğrenmek istedi. Bir zamanlar sanıldığı gibi, tüm canlıların aynı anda oluşmadığı düşüncesi son yüzyılda kabul görmeye başladı. Henüz ne kendimizin, ne de ilişkide olduğumuz doğal varlıkların soy ağacını tam doğru olarak çıkarabilmiş değiliz. Soyağacı dışında bugünkü canlıların sınıflandırılmasında kullandığımız ağacımız da var. Canlıları sınıflandırırken eskiden bitkiler ve hayvanlar alemi olarak ayırdığımız, şimdi ise prokaryotlar ve ökaryotlar olarak ayırdığımız ve altına dallar eklediğimiz sınıflandırma.
Sorularımıza verdiğimiz yanıtlarda doğruya en yakın olanlar son yüzyılda keşfettiklerimizde. Bitkiler hakkında bildiklerimiz, önceleri hangilerinin yenilebileceği ve hastalandığımızda hangilerinin işe yarayacağıydı. Tarıma başlandığından bu günlere geçen 10.000 senede ise, önce tohumu ne zaman tarlaya atacağımızı öğrendik.
İnsanın diğer konularda öğrendikleri, besinleri hakkında bildiklerimizden daha fazla ve daha doğru değildi. Yanıt veremediğimiz sorularımıza, yanıt olarak yarattığımız mitlerden ibaret bilgi ile günümüze ulaştık. Bilimsel yöntemin yaygınlaşması ile artık bilgilerimiz daha farklı ve öğrendiklerimiz sürekli sorgulandığından doğruya daha yakın.
Yaşam 3.5 milyar yıl öncesi ilk basit bakterilerden günümüzün evrilmiş tüm canlılarına kadar, enerjiye ve enerjiyi kullanabilecek bileşiklere bağımlı. Bu bileşiklerin temel elementlerinin sayısı oldukça azdır. Karbon tüm organik bileşiklerin moleküler iskeleti olup karbon atomlarının kendi aralarında ve hidrojen atomları ile kurulduğu büyük moleküller, canlıların yapısını ve onların ürettiği maddeleri oluşturur. Azot tüm amino asitler ve nükleotidlerde kullanılır. Amino asitler proteinlerin, nükleotidler ise, nükleik asitlerin (RNA, DNA) yapı taşları, tuğlalarıdır. Fosfor nükleotidlerde ve enerji dönüşümünü, aktarımını sağlayan tüm moleküllerde bulunur. Yeşil dünyada klorofil (magnezyum), kırmızıda ise hemoglobini (demir) oluşturan elementler ve diğer gereksinimler için çok az miktarda olanlar ve eser miktarda kullanılan elementler ile canlılar oluşmuş, düzenli dediğimiz dengesiz yapılarını sürdürmek için programlanmışlardır. Tüm bitkilerin karbondioksiti kullanması ve çoğu canlının oksijen gereksinimi yanında su molekülü yaşam için kaçınılmaz maddelerdir.
Bitkiler organik bileşikler yapmak için topraktan azot, fosfor bileşiklerini ve diğer iz elementlerle suyu, havadan ise karbondioksit alıp, su ile birlikte, atık madde olarak oksijen üretip atmosfere verirler. Ürettikleri organik maddelere besin deriz. Besinleri sadece bitkiler üretebilir. Kendileri enerjiye gereksinim duyduğunda oksijen kullanarak depoladığı yakıtını yakar. Bu işlemin atık ürünü ise fotosentez yaparken kullandığı karbondioksittir. Bitkilerin ürettiği besinden hayvanlar bitkileri yiyerek yararlanır. Bitki ile beslenmeyen hayvanlar ise bu işi yapmış olanları yer. Hayvanlar da enerji sağlamak için metabolizmalarında, bitki kökenli besinleri oksijen ile birleştirerek atık madde olarak karbondioksit üretir. Hayvanlar asla besin maddesi üretemediklerinden bitkilerin varlığı yaşam için kaçınılmazdır. Bitki ve hayvanlar birçok farklı işlemler için suya gereksinim duyar. Bitkilerin şeker üretiminde atık olarak ürettiği oksijen ile birlikte su da vardır, yapraklarda suyun buharlaşması kökten yukarı yine su ile birlikte topraktaki inorganik maddelerin taşınmasında yararlandıkları yollardan biri. Bitkilerin dolaşım sistemlerinde köklere suyun girişinde osmotik basınç olayını ve kök ile yapraklar arası basınç farkının dolaşım için yüksek ağaçlarda yetersiz kalmasını, bitkilerin nişasta depolarındaki nişastayı şekere parçalayarak kök suyunun yükselmesinde Turgor olayına yardımcı olarak kullanıldığını da eklemek gerek. Hayvanlar da atıklardan kurtulmak için su kullanır, ayrıca vücut sıcaklığını korumak için su buharlaştırır.
Sonuç olarak bitkiler ve hayvanlar aynı maddeleri sürekli çevrimleyen döngüdedir.
Tüm bu dönüşümlere enerji sağlayan ise güneşin ürettiği fotonlardır. Fotonlar üzerine ulaştıkları cismin elektronlarının enerji kazanmasını sağlar. Foton üzerine düştüğü nesnelerden elektron koparıp bunun yayınlanmasına neden olur. Canlı madde olan bitkilerin klorofil moleküllerindeki foton ile etkinleştirilmiş elektronlar kapana kısılmıştır. Bitki hücresinden ayrılmaz, alt hücresel pilleri doldurur. Pillerde toplanan enerji ile ATP nin kemosentez faaliyeti ile büyüme sağlanır. Enerjinin fazlası ile karbondioksit ve suyun, şekere dönüşmesini sağlanır.
batuta - avatarı
batuta
Ziyaretçi
13 Kasım 2010       Mesaj #4
batuta - avatarı
Ziyaretçi
1 milyar yaşındaki artık soğumuş olan dünyanın, atmosferindeki su buharı yoğuşup, dünya yüzeyini su ile kapladığı zaman atmosferde oksijen yoktu. Azot, karbondioksit, amonyak, metan, hidrojen sülfür ve şimdikinden daha yoğun su buharı vardı. Ve su buharının oluşturduğu bulutlarda şimşekler o zamanlar mavi olmayan gökyüzünü aydınlatıyordu. Araştırmalar ile o zamanın atmosfer koşulları öğrenildiğinde, fanus içinde eski atmosfer oluşturulup, elektrotlar arası akım geçirildiğinde ortaya amino asitler çıktı. Bu deney yanlış hatırlamıyorsam ilk 1962 de yapılmış. Ve denizler canlı maddenin temel taşı olan amino asitlerle ve şeker türevleri gibi organik maddelerle doldu. Buna denizlerin organik çorba devri diyorlar. Amino asitler, alkol, şekerler olmak üzere 70 kadar organik madde dünya dışı evrende de mevcut, bu da yakın zaman önce kuyruklu yıldız ve uzayın tozları toplandığında görüldü. Ve yaşamın, dünyaya uzaydan gelmiş de olabileceği varsayımı oluştu.
İlk yaşamın oluşması hala en büyük gizem. Belki gelecekte keşfedilecek, belki de, insan canlı madde yapmayı becerse bile nasıl başladığını asla öğrenemeyeceğiz. Puzzle’ın bazı parçaları yerlerine konsa da, eksiklerimiz çok fazla, yerlerini bulduğumuz sanılanlar da bilginin artmasıyla değiştirilmekte. Organik çorbada koruyucu zarlar nasıl oluştu da, ilk canlılar olan bakteriler sularda yaşar, bölünerek çoğalır oldular? Enerji dönüşümünde olduğu gibi bu kılıfların oluşumunda, elektronların doğası önemli olabilir.
Kovalent bir bağla bağlı iki hidrojen bir oksijen atomunun oluşturduğu su molekülü polardır. (Kovalent bağ atomların ortak elektron kullanımı ile oluşan güçlü bağın adı) Çekirdeği 8 protonlu oksijen atomunun ilk bölgesinde, hidrojen dışında diğer elementlerde olduğu gibi 2 elektron bulunur, ikinci olasılık bölgesine de 6 elektron kalmakta. Atomların ikinci bölgesi elektron sayısını 8 e tamamlamak özelliğinde olduğundan oksijen birçok elementle kolayca bağ kurar. Demirin paslanması gibi. Bir oksijen atomu tek elektronlu iki hidrojen atomunun elektronlarını ikinci elektron bölgesinde iki hidrojen atomuyla ortak kullanıp 8 e tamamladığında oluşan su molekülünün hidrojen tarafı pozitif oksijen tarafı ise negatiftir. Bu da su molekülünün polar, yani kutuplu olmasına neden olur. Su molekülleri polar olduğundan birbirini çeker. Düzgün ve pürüzsüz bir yüzeye döktüğümüz su tam olarak yayılmaz. Belli bir yüksekliği vardır yani damlalar oluşturur. Göllerin yüzeyinde böceklerin batmadan yürüyebilmeleri, suyun yüzey gerilimi dolayısı ile suyun kohezyon özelliği nedeniyledir. Su moleküllerinin bir arada durmasını sağlayan kutupsal bağ zayıf bir bağdır. Fizik derslerinde öğrendiğimiz “suyun kohezyon özelliği” ya da türdeş yapılaşma adı verilen zıt yüklerin birbirini çekmesi hidrojen bağları olarak adlandırılır. Dev organik zincir molekülleri de, kutupsal kuvvetlerle bağlanmış moleküllerdir. Suyu damlacıklar halinde tutan bu bağa benzer özellikteki polar moleküllerin bir arada olabilmesinin etkisi ile hücre zarlarının da oluşumunu sağlanır. Fosfolipidlerden oluşan hücre dış ve içindeki zarlar da kutupsal kuvvetle bir aradadır. Fosfolipid moleküllerinin oksijence zengin polar bölgeleri olup, karbon ve hidrojen atomlarının bulunduğu apolar kısımları vardır . Bu moleküllerin oksijen atomu yönü su molekülleri tarafından çekilerek sıralanır. Diğer uçlar ters yönde kalarak, hücre zarını oluşturacak diğer fosfolipidlerden benzer uçları ile içte ve dışta oksijen yönü kalmak üzere çift katmanlı küresel biçimli lipozom taneciği oluşur. oluşturur. İç yüzeyi de diğer fosfolipid moleküllerinin oksijen yönü ile içerisinde su hapsolmuş yapıdır. Bunlar laboratuar ortamında da becerebilinen yeni fosfolipidler eklendiğinde küre çapı büyüyebilen lipozom tanecikleridir. Tahminler yaşamın başlangıcında şimdikinden çok farklı gazlardan ve yoğun su buharından oluşan atmosferdeki yıldırımların ve radyasyonun etkisiyle besin maddelerinin ve hücre zarı oluşturacak fosfolipidlerin ortaya çıktığıdır. Şu anda ilk canlıların değiştirdiği eski atmosfer ve diğer koşulları çok farklı bir dünyamız var. Önceleri ilk yaşamın denizlerde ortaya çıktığı düşünülürken son birkaç yıla ait, tatlı sularda başlamış olabileceği varsayımı araştırma ve testlerden geçmekte. Bunun dışında organik maddelerin uzayda da bulunması, göktaşları ile dünyaya ulaşmaları olasılığı nedeniyle yaşamın dünya dışı kaynaklı olabileceği varsayımları ile hipotez sayısı birkaç tane. Ancak sonuçta dünya da, meteorlar gibi evrenin bir parçası. Yaşam burada da oluşmuş olabilir, dünya dışından gelmiş veya her ikisi de.
Organik bir madde olan ürenin insan tarafından üretilmesi, vital teorisini 19. Yüzyılın sonlarında çökertmişti. O zamana dek organik maddelerin sadece canlılar tarafından yapılabileceği kabulü vardı. Bu kadar kısa sürede ulaşılan bilgi ve teknoloji ile insan yüz binlerce organik madde yapmayı becererek endüstride ve evlerimizde kullandığımız organik malzemeler her gün artmakta. Organik maddelerin yaşam başlamadan önce de oluştuğu artık biliniyor.

Her nasıl olduysa, 3.5 milyar yıl öncesine ait katmanlarda görülen yaşamın kambriyen öncesi arkeyan devrinin başlarında oluştuğunu biliyoruz. Darwin türlerin kökenlerini araştırdığında kambriyen başlangıcının canlılarına kadar ulaşabiliyor, tribolit gibi karmaşık canlıların ortaya nasıl birden çıktığına yanıt veremiyordu. Bu canlılardan önceki fosil birikimleri bulunamıyor, bunları varlayacak teknoloji de yoktu. Bu canlı türlerinin nasıl ortaya çıktığını çözemediği için teorisini kabul etmeyecek olanların en önemli argümanı olabileceğini söylemişti. O zamanlar yanıtlanamayan sorunun yanıtı, kambriyen öncesi katmanlardaki ilkel canlı fosillerinin 35 yıl önce bulunmasıyla verilebildi.
Laboratuarlarda şu anda ancak; fosfolipidlerden oluşturulan, zehirli kimyasalları hücre dışında tutabilen büyürken bir süre sonra bölünebilen ve hatta elektrik yükünü koruyan lipozomlar yapılabilmekte. Bunlar bugünkü canlıların hücre zarı özelliklerine sahip olmasına rağmen içlerinde bilgi aktaran moleküller henüz yapılamamakta. İlk genlerin oluşumunun sırrı çözülmüş değil.
Oluşan ilk ilkel yaşam, tek başına neredeyse aynı özellikleri ile tam 2 milyar yıl dünyamızın tek yaşam türü oldu. Ve dünyamızda önemli değişimler becerdi. İlk canlılar sulardaki şekeri fermantasyon yoluyla alkole dönüştüren bakterilerdi. Dünyadaki kaynakların hiçbiri sonsuz değildir. Şeker tüketimleri, atmosferde yeni oluşacak şekerden fazlaydı ve kısa süre sonra şeker kıtlığında klorofile sahip mavi yosunlar ortaya çıktı. Kendi şekerlerini üretmek için atmosferdeki karbondioksiti, oksijene dönüştürürlerken okyanuslarda kireci, demiri çökelttiler. Tortul kireç katmanları, demir madenleri ve atmosferdeki oksijen onların yaşamlarının etkileridir.
Bu değişimler, doğaya ait insanın tarım yapmaya başladığından günümüze kadar yaptığı değişimlerden önemlidir. İnsan 10.000 yıl önce, tohumu rüzgarın sürüklediği kuşların götürdüğü yerlerde değil, kendi istediği yerde filizlenmesini sağlayarak yani tarımı keşfederek dünyayı ve besinlerini değiştirmeye başlamıştı. Sonra şehirler kurup, yollar barajlar yaparak ve bunları yaparken fosil kaynaklı enerji kullanarak dünyanın gidişini değiştiren canlı oldu. İlk mikroskobik canlıların atmosferi değiştirmesi, kalker katmanlarını oluşturması, yani bu bakterilerin dünyayı değiştirmedeki payı, insanın yaptıklarından çok daha fazladır. Bu değişim bilinçsizdi ve bizim iyi olarak kabul ettiğimiz, biz dahil şu anki canlıların oluşmasını sağlayan ilkel yaşamın etkinliğidir. İnsan oluşturduğu değişimlerle bugünkü doğal yaşamın köküne kibrit suyu döktüğünün bilincine henüz varmıştır. İlk yaşamın değiştirdiği dünya, canlı türlerinin gelişmesini sağlamıştır. Fakat insanın uygarlık adına değiştirdiklerini de doğa olumlu biçimde değerlendirebilir. Gelecekte çok daha farklı canlıları ile dünya yeniden düzenlenecektir.
batuta - avatarı
batuta
Ziyaretçi
13 Kasım 2010       Mesaj #5
batuta - avatarı
Ziyaretçi
Canlıların sınıflandırılmasında bitkiler ve hayvanlar alemi olarak ayrılan dallar artık böyle değil. İlk ayırım Prokaryotlar ve Ökaryotlar olarak değiştirildi. İlk canlılar prokaryottu. Yani zarla çevrili çekirdeği olmayan bakteriler ve siyano bakteriler(mavi algler). Bu canlılar günümüze dek varlıklarını korumuş 1-10 mikron boyutunda DNA ları zarla çevrili olmayan, oksijensiz veya oksijenli ortamda yaşayabilen, ikiye bölünerek eşeyiz üreyen canlılardır. Ne bitkiler ne hayvanlar alemine aittirler. Klorofile sahip siyano bakteriler yaşamın başlangıcında 2 milyar yıla yakın süre içerisinde fotosentez ile oksijenli atmosferi oluşturdular. Ve klorofilsiz bakteriler ile birlikte hala yaşamaktalar.

2 milyar yıl süren bakterilerin egemenliği sonrası ökaryotlar sınıfının ilk canlıları oluştu. Bunlar sitoplazma içerisinde zarla çevrili çekirdeklerinde DNA molekülleri kromozomlar halinde örgütlenmiş canlılardı. Eşeysiz üremeleri mitoz denen karmaşık işlemle gerçekleşirken, daha sonra eşeyli üreme ile evrim hız kazanıp canlı çeşitliliği artmıştır. 10-100 mikron hücre boyutları ile prokaryotlardan büyük hacimlidirler. Çekirdeklerinde olduğu gibi, hücre içinde daha küçük zarlarla çevrili kloroplast, mitokondri gibi organcıkları mevcuttur. Ortaya çıkışları hakkında, aşırı büyümüş hücrelerin türdeşlerini yutarak ortak yaşama başlaması (simbiyoz) ile bu organellerin oluştuğu hipotezi Boston üniversitesinden Lynn Margulis’e ait olup şimdilik kabul gören varsayımlardan. Bir hücre tarafından yutulmuş siyano bakteri kendisini yutanla ortak yaşama başlamış olabilir. Hücre içindeki çekirdek, kloroplast ve mitokondrinin böyle oluşmuş olabileceği varsayılıyor. (Simbiyotik yaşamın günümüzdeki aklımıza ilk gelen örnekleri çok hücreli canlılardan olan karayosunları ile mantarların ortak yaşamından oluşan likenler). Hatta denizin 4000 metre derinliklerinde hidrotermal kaynaklarda yaşayan solucanlar ile bunların vücutlarında yaşayan kükürt yükseltgeyici bakterilerin ortak yaşamı en ilginç olan ortak yaşam biçimidir.
Ökaryotların 1.5 milyar yıl önce ortaya çıkmasını fosiller dışında farklı bilim dalları da desteklemektedir. Sularda ve atmosferde oksijenin bulunmayışının bir kanıtı 3 milyar yıllık uraninit UO2 çökelleridir. Ortamda oksijen bulunduğunda uraninit U3O8 e yükseltgenir. Uraninit çökeltileri 3 milyar yıl öncelerine aittir. Mineralojiye ait diğer bilgi dünyanın demir rezervlerinin yaşıdır. Serbest oksijenin bulunmadığı dönemlerde okyanuslarda demir +2 değerindeydi. Bu özellikteki demir deniz suyunda çözünür. Oksijen oranının artması durumunda demir 3 oksitleri oluşarak suda eriyik durumda kalamayarak çökelir. Siyano bakterilerin ilk ürettikleri oksijen ile 1.5 milyar yıl öncesine kadar okyanuslarda demir, paslanarak çökeldi. Demir rezervlerinin son oluşma tarihi de 1.5 milyar yıl öncesine dek sürmüştür. Sulardaki eriyik demirin tükenmesi ile oksijen oranı artmıştır. Daha öncesine ait dönemlerde oksijen oranının yetersizliği nedeniyle ökaryotların oluşması olanaksızdı. Yani en ilkel bitkiler olan yosunların ve bir hücreli hayvanların fosilleri bu çağdan sonra ortaya çıkmıştır. Bunlar ökaryot canlılardır. Yaşamak için mutlaka oksijene gereksinim duyarlar. Bazıları düşük oksijen oranlarında yaşamlarını sürdürebilmelerine rağmen mitoz bölünmede bitki de olsalar ortamdaki oksijen değerinin düşmesi üremelerini engeller. Prokaryotlarda ise ortamdaki oksijenin varlığına göre çeşitli tepkiler gösterenler vardır. Oksijenli ortamda yaşayamayanlar(anaerobik bakteriler) olduğu gibi, oksijene katlanıp ancak oksijen olmadığı ortamda faaliyetlerini sürdürebilenler ve yaşamak için mutlaka oksijene gereksinim duyan bakteriler (aerobik) vardır. Ökaryotların tümünde oksijen yaşamaları için en önemli koşuldur. Jeoloji, mineraloji, biyokimya fosil bilimin bulduklarını desteklemekte olup bulunan ökaryot fosilleri de 1.6 milyar yıldan öteye gidememekte 1.4 milyar yıl öncesi de türlerin arttığı görülmektedir.
Kısaca 3.5 milyar yıl öncesine ait bakteri fosilleri sonrası 3 milyar önce ortaya çıkmış fotosentez yapan siyano bakteriler döneminde uranyum dioksit çökelleri oluşmuş. Bu döneme ait azot sabitleyici siyano bakteriler sonrası 2.3 milyar yıl önce oksijenli ortamda fotosentez yapan bakteriler döneminde sulardaki demir paslanıp çökmüş, okyanustaki eriyik demir tükenince 1.5 milyar yıl önce sularda ve atmosferde oksijen oranının artması ile ilk bitkiler olan yosunlar gelişmiştir.
batuta - avatarı
batuta
Ziyaretçi
13 Kasım 2010       Mesaj #6
batuta - avatarı
Ziyaretçi
İlk ökaryotlar peridiniidae familyasından ilkel bir yosun ve klorofilsiz tek hücreli canlılardı. Bu yosun klorofil içermekte fakat bitki olmasına rağmen kamçısı ile hareket eden, üstelik hiç kullanmamasına rağmen ağza benzeyen yarığı olan canlıdır. Bir de bunun klorofil içermeyen fakat ağzını kullanıp bakteri ile beslenen hayvan formu vardı. Ve bu iki canlı türü de hala yaşamaktalar. Bunlar 1.5 milyar yıldan beri var olan, bulunabilmiş ilk ökaryotlar. Bunlar öncesi geçiş canlıları iz bırakamadılar veya henüz rastlanmadı. Bir türün fosilini bulabilme şansı o türün seri üremesiyle doğru orantılıdır. Düşük sayılarda kısa süreler içerisinde yaşayıp değişme uğramış olan canlıları bulabilmek genellikle olanaksızdır. Hele 1.5 milyar yıl öncesine aitlerse.
1.4 milyar yıl öncesi eşeyli üremeye geçen ökaryotların tür sayısında artış gözlenmiştir. Milimetrik boyutlara ulaşmaları ise 750 milyon yıl önce gerçekleşmiş. Yosunlarda sert kısımların oluşmaya başlaması ise 600 milyon yıldan biraz öncedir. 570-500 milyon yılları arası canlı türlerinde artış dönemidir. Kambriyen dönemi olarak adlandırılan zamanda karalarda toprak yoktu ve hiçbir canlı izi bulunmuyordu. Sular ise yosun türleri ve özellikle çok yüksek sayıda hayvan türleri ile kaynıyordu. Su yaşamında bitkiler çok hücreli yosunlar haline gelmelerine rağmen, hayvanlar kadar çeşitlenemedi. Diğer yandan hayvanlar elbette henüz sürüngen, kuş, olamadılar ama 400 milyon yıl öncesine dek kabuklusundan omurgalılara kadar formları sularda geliştirdiler. Atmosferdeki oksijenden 3 atomlu ozon tabakası da oluşunca ultraviyole koruması sağlanmıştı. Sığ sular ve karalar yaşam için güneşin öldürücü ışınlardan arınmıştı.
Şu an kıyı şeritlerinde kayalar üzerinde yaşayan yeşil yosunlar fotosentez için derinlerde yaşayan kahverengi ve kırmızı yosunlara göre daha fazla güneş enerjisi almakta. Fakat suların çekildiği zamanlarda ise zor durumda kalıp yüksek klorofil miktarları ile yeşil ışınları yansıtıp hayatta kalırlar. 10 metre derinliklerde yaşayan kahverengi yosunlar ise daha şanslı olup en gelişmiş yosun türleridir. 50 metre dolaylarında yaşayan kırmızı yosunlar düşük ışık oranı ile gelişmemişlerdir. 440-417 yıl öncesi silüryen dönemi ismi verilen dönemde suların geri çekilmesiyle oluşan lagünlerde hapis kalan yaşam sadece minerallerce zengin, humussuz karaya uyum sağlamaya yeşil yosunlarla başladı. Dünya 4 milyar yaşına geldiğinde yani 430 milyon yıl öncesi. Ve 420 milyon yıl öncesine ait 3-5 cm boyunda minik saz biçiminde, kökten suyu yukarı damarlarla taşıyan, karaya adapte olmuş, cooksonia adı verilen bitkiler kıyı bataklıklarında gelişti. Aynı yıllarda gelecekte kurbağaya dönüşecek bir balık ta yüzgeçleri üzerinde yürüyerek karaya çıkıp su birikintilerindeki canlılarla beslenmeye başlamıştı bile. İlk bitkilerin ürettikleri sporlar rüzgarla yayılırken su ortamı, onlar için üremek ve yayılmak için gereksiz kalmıştı. 390 milyon yıl öncesine ait fosilleri bulunan kara bitkileri ise 40-50cm boyunda, gövdeleri üzerinde fotosentez yapan tüyleri olan hala yapraksız damarlı bitkilerdi. Minik sazlar sonrası kara bitkileri bunlardı ve sulardaki yosunlara göre çok daha gelişmiş canlılardı. Yaprağın görevini yapan tüylere sahiptiler. Karaya ilk çıkanların deniz yosunlarından türemiş kara yosunları oldukları düşünülürken son yıllardaki fosil buluntuları bu varsayımı değiştirmiştir. Karaya ilk çıkan kıyılardaki yeşil yosunlar ve klorofillerini denizde yitirmiş mantarlardı. Karaya ayak uyduran kara yosunları ise odunsu yapı oluşturamadıklarından fosillerine az rastlanmakta bulunan en eski fosilleri 350 milyon yıl öncesine ait. Bu nedenle yeşil yosunlar ve mantarlardan sonra karaya uyum sağladıkları kabul ediliyor. Kara yosunları önemli bir evrim geçirmeyip yine kara yosunu olarak kalmış ve bazı mantarlarla ortak yaşama geçmişler. Ayrıca, kara yosunlarının damarlarını yitirip geriye dönük evrim geçirerek ıslak ortamlarda yaşayan cooksonia benzeri canlılardan türemiş olabileceği varsayımı da mevcuttur.
Fotosentez yapabilmek için yüzeylerini genişletmek zorunda olan sazlar yaprak oluşturup, yapraklarını çoğalttıkça hayatta kalarak yeni türlerin ortaya çıkmasına neden oldular.
Damar sayılarının artması ve damarların demetler oluşturması suyun topraktan emilmesini arttırmakta, boylarının uzamalarını sağlamakta. Uzmanlaşmış hücrelere sahip kara bitkilerinde fotosentez yapamayan damar ve kök hücrelerinin artması yapraklarının da geliştirmesini sağladı. Devoniyen sonlarına doğru 360 milyon yıl önce eğrelti otları oluştu. Onların da damar yapıları vardı ve günümüzde de yaşayan ağaçsı türleri ortaya çıkıp şu an var olanlar gibi oluşturdukları sporlar ile ürüyorlardı.

Karalarda iklimin her yerde benzer ve sıcak olmasıyla tüm dünya yeşerdi. Boyları 30 metreyi bulan atkuyrukları, palmiye benzeri kibrit otları ve tabii eğreltiler karbonifer döneminin en önemli bitki gruplarıydı. Onlardan günümüze kalan sadece eğrelti otları ve zararlı ot boyutlarına küçülmüş at kuyruğu türleri ile tabii ki enerji sağladığımız fosilleri olan çağımızın maden kömürleri.
Bugünkü kara bitkilerinin ve tekrar suya dönenlerin tamamı bu üç gruptan evrimleşmiştir. Damarlı gövde olarak palmiyeleri düşünebilirsiz. Palmiye kesmiş kişiler gövdenin balık ağı biçiminde örülmüş kat kat su deposu damar katmanlarından oluştuğunu bilirler. Palmiye kesmemişler de en azından onların sakallarını görmüş veya yaprak kenarlarındaki kıl biçimde damarlarına dikkat etmiş olabilirler. Daha sonraki gelişme bugün tamamen yok olmuş ya da değişip farklı bitki sınıflarının oluştuğu tohumlu eğrelti otlarıdır. Sporun yere düşüp yerde döllenmesi yerine bitki üzerinde kalıp polenle burada birleşiyordu. Bu polenler henüz ortaya çıkmamış çiçek yerine protalyumda ürüyordu. Yumurtacık da koruyucu bir organ içindeydi. Polen rüzgarla uçup, yumurtacığa denk geldiğinde yumurtacığın oluşturduğu sıvı içinde yüzerek yumurta hücresine ulaşması su yaşamından kalma özellik. Havada eril hücrenin uçması ise sudan uzaklaşma sonrası gelişmiş özellik. Günümüzde, ginkgo ve ekmek ağacı da denilen sikas hala bu yöntemle üremekte olup, tohumlu eğreltilerin şu an yaşayanı yoktur.
Bir sonraki yapı damarların gövde merkezinden yayılması her yıl halkalar oluşturan odunsu yapıdır. Karbonifer sonlarına doğru iklimin değişmesi ile daha kuru bölgelere, köklerdeki gelişmeler ile daha iyi uyum sağlayabilen türlerin ortaya çıktığı görülüyor. 292 milyon yıl önce başlayan paleozoik zamanın (birinci zaman) son dönemi permiyen başladı. İklimin aşırı soğuması, karboniferin sıcak ve nemli iklimine iyi uyum sağlayanları yok etti. Permiyen dönemi, karbonifere tam uyum sağlamış canlılar için katasrofik olaydı. Bu yeni dönemde farklı özellikleri olan bitkiler ortama uyum sağlarken üremede müthiş bir gelişme ile çözüm buldular, tohum. Bitki üzerinde polenle birleşip, burada olgunlaşıp kuruduktan sonra toprağa düşen ve uygun ortam oluşunca yaşama başlayan tohum. Yumurtlayan kara hayvanlarından kuşların yumurtası gelişmeye belirli bir sıcaklıktan sonra başlar. Ama bu süre çok uzun değildir. Örneğin, ördek yumurtalarının tamamını yumurtladıktan sonra kuluçkaya yatarak onların aynı günde yumurtadan çıkmasını sağlar. Ancak bu yumurtaların yaşamlarına devam etmesi için bir ay gibi kısa süre içerisinde ısı almaya başlamaları gerek. Bitkilerdeki gibi bir yıl sonraki kuluçkayı bekleyemez ölürler. Memeli hayvanın döllenmiş yumurtası ilk saatlerden itibaren bölünmeye başlar. Ancak insanın geliştirdiği teknoloji ile dondurulmuş embriyo saklanabilir. Bitkilerde gelişen bir özellik olan tohum ile, yani embriyo, seneler sonrası oluşacak uygun ortama kadar yaşamına devam etmek için bekleyebilir. Hayvanlarda nadiren rastlanan bu durum kurak bölgelerde yağmur mevsimlerini bekleyen ilkel birkaç kabuklunun yumurtaları ile Afrika’da bir balık familyasının yumurtaları. Ayrıca birkaç keselide döllenme sonrası embriyo gelişiminin bir süre durulabilmesi olayı olsa da bitki tohumlarının özellikleri ile kıyaslamak olanaksız.
Permiyenin baskın bitkileri ilk kozalaklılardı. Zamanın kozaklılarından günümüze kalanlar ise sadece ağaçlar. Küçük boyutlu kozalaklılar yok oldu. Kalanlar da, şu anda tropikal bölgelerde değil ılıman ve güney Sibirya’ya kadar soğuk bölgelerin bitkilerdir. Oğlak ve yengeç dönenceleri arasında nadiren bulunurlar. En sert buzul çağında gelişmiş bu ağaçlar yavaşlatılmış yaşam özelliklerini kazandılar. Ortaya çıktıkları ve çok uzun süren soğuk çağlarda kazandıkları özellikleri nedeniyle ekvator onların yaşam alanı değildir. Uzun kış dönemlerinde donmuş toprakla kesilmiş ilişki ve durdurulmuş metabolizmalarıyla ölü gibi ayakta kaldılar. Çok kısa süren yaz mevsiminde kısa süre faaliyete geçip tekrar kendilerini çevreden koruyucu kütikül tabakalarıyla izole edip aylarca beklediler. Ve yavaş yaşama yavaş büyüme özelliklerini, kazandılar. Çam ağaçlarının tohum oluşturması bile üç yıl sürmekte. Önce minik morumsu kozalak taslakları ertesi yıl biraz daha büyük yeşil kozalaklar, üçüncü yıl kurutulmuş tohum içeren kahverengi kozalaklar. Bugün dünyada insan tarafından götürüldükleri tüm soğuk iklimlerde bol miktarda bulunan 600 kadar türleri var.
Mezozoik (ikinci zaman) zamanın ilk dönemi triasa gelindiğinde kuzey yarımkürede aşırı soğuklar nedeniyle neredeyse kozalaklılar dışında bitki kalmamıştı. 45 milyon yıl sonra başlayan Jura dönemi daha sıcak ve nemli iklimiyle boşluğu önce kozalaklıların yayılması ve tür sayılarının arttığı dönem. Yapraklı ve iğne yapraklı, diğer türlerin soğukta yok olmasıyla meydanı boş bulmuş 10.000 den fazla yeni kozalaklı türü ve dinozorların dönemi. 245-140 milyon yıl öncesindeki bu dönemde.
İkinci zamanın son dönemi kretase ortalarında 100 milyon yıl önce ise tropikal bölgelerde soğuk permiyenden etkilenmeyip hayatta kalanlardan ilk kapalı tohumlular yani çiçekli bitkiler oluşup yaygınlaşmaya başladı. Bu sıcak dönemde hızla dünyanın her yerini kapladılar. Kratase iklimi Gröndland’ta hurma ağaçlarının dahi yaşamasını sağlayacak iklimdi. Britanya tropikal ormanlarla kaplıydı. Ancak 1.8 milyon yıl önce başlayan buzullaşmaların bir ilerleyip bir geri çekildiği dördüncü zamanda flora çeşitliliği ekvatora doğru çekilmeye, dönencelerin dışı daha az sayıda türün hayatta kalabildiği dönemdir. 12.000 yıl önce sona eren, son buzul çağında Avrupa bitki türleri bakımından bu nedenle bugün fakirdir. Tropikal bitki türleri şu an insan tarafından buralara getirilip ancak bahçe ve saksılarda yetiştirilmekte. İki milyon yıl önce değişen koşullara çalılıklar ve ağaçlar yaprak dökme yöntemini geliştirerek uydular. Ağaçlar tropikal bölgeler dahil sürekli yaprak döker. Tropikal bölgelerde dökülenin yerine yeniler oluşur. Ancak diğer bölgelerde kışın soğuyan toprakla bitkinin ilişkisi kesilir. Fotosentezde kökten alınan suyun bir kısmı ile şeker üretilip, büyük kısmı ise yapraklardan kaybedilir. Bitki tüm yapraklarını aynı anda dökerek susuz kalıp kurumaktan korunur. Bu dönem, havalar soğumaya başlayınca yaprak dökümünün yaygınlaştığı dönemdir. Ve ağaçların mevsimlere uyum sağlama dönemi. Ancak ağaç tür sayısının kutuplara doğru azaldığı kuzeye doğru otların yaygınlaşmasını unutmamak gerek. Finlandiya, Kanada yoğun kozalaklı ormanları nedeniyle kuzeyde de ağaç çok olduğundan bunun yanlış olduğu akla gelebilir, konu tür sayısının azalmasıdır.
Çiçekli bitkilerin hızla yaygınlaşmasının bir nedeni de bu boşluğu dolduracak, yani onların nektar ve poleninden yararlanacak böceklerin bu dönemde gelişmesidir. Ayrıca meyvelerinden yararlanan kuş ve diğer hayvanların artması. Tozlaşmayı sağlayan böcek ve kuşlar, tohum taşıyan kuş ve memeliler onların tüm dünyayı kaplamasında rüzgar dışındaki faktörlerdir. Onlar da çiçeklerine renk ve türlü biçimler kattılar, koku eklediler, meyvelerini geliştirdiler. Yani bunlar yapıp karşılığında onlardan yararlananlar oluştukça yeni türler ortaya çıktı. Darwin, boru şeklindeki taç yaprağının 20 cm altında tepeciği bulunan tropikal çiçeği görünce buraya nasıl polen ulaşacağını düşünmüş ve mutlaka buralarda 20 cm uzunluğunda hortumu olan bir böcek vardır demişti. Ve bu 22cm uzunluğunda hortumu olan gece kelebeği birkaç yıl önce bu çiçekleri ziyaret ederken bulunup filmi çekildi.
Ağaçlardan otlara, buğdaya bugün bilinen 270.000 çiçekli bitki türü var.

Benzer Konular

4 Nisan 2013 / Ziyaretçi Cevaplanmış
10 Aralık 2012 / badyboyss Soru-Cevap
9 Ekim 2009 / ThinkerBeLL Çevre Bilimleri
 Doğa
13 Şubat 2007 / Kral_Aslan Müzik tr