Arama

Dinler Tarihi (Genel Bilgi) - Sayfa 4

Güncelleme: 25 Ağustos 2009 Gösterim: 42.968 Cevap: 58
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #31
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Masonluk
Sponsorlu Bağlantılar

Yaklaşık olarak yüz elli yıldan bu yana, mason tarihçiler geleneksel tarihlerini çeşitli yöntemlerle araştırma çabasındadırlar ve 1717 yılında İngiltere Büyük Locasının kuruluşundan önceki dönemlere ilişkin, belgelere dayanan gerçek kanıtların taramasına girişmişlerdir. Diğer taraftan, bu tür bilimsel sayılabilecek araştırma ve yayınlara karşın, gizemci ya da romantik diye tanımlayabileceğimiz bazı mason araştırmacıların işleri daha da karıştıran yayınları da süregelmektedir.

Bu durumda, düşünsel masonluğun tarihine iki temel yaklaşımın bulunduğunu ileri sürebiliriz; doğrulanabilir olgu ve belgelere dayanan bilimsel (ya da otantik) yaklaşım ve masonluğu gizemci gelenekler çerçevesine oturtmaya çalışan, ritüelik öyküler ve simgeler aracılığı ile çeşitli ezoterik (içrek) geleneklere bağlamaya çalışan romantik yaklaşım. Sorunları daha da karıştıran bir yön de, her iki ana yaklaşımın kendi içlerinde de çeşitli fikir ayrılıkları içermesidir.

Ritüelde Tarih

Masonlar, masonluk tarihine ilişkin temel bilgilerini doğrudan kendi ritüellerinden edinirler. Çeşitli törenler sırasında, Kudüs'te Süleyman Tapınağının yapımını, orada çalışan çırak ve kalfa duvarcıları, onların başındaki usta Hiram'ı, mason gizlerini açığa vermek istemeyen Hiram'ın öldürülüş öyküsünü öğrenirler.

Ritüellerde ortaya konulan tarih, masonluğun Hz. Süleyman zamanında (İÖ 950) varolduğu ve o günlerden beri yaşayan bir sistem olarak süregeldiği biçimindedir. Oysa, ritüellerin amacı tarihsel gerçekleri ortaya koymak değil, masonluğun ilke ve öğretilerinin aktarıldığı dramatik bir öykü sunmaktır.

Anderson Yasaları

Resmi anlamda ilk mason tarihi, 1723 yılında James Anderson'un ilk Büyük Loca için kaleme aldığı "Temel Yasa"nın bir bölümü olarak yazılmıştır. Anderson'un çalışması, cennet bahçesindeki Hz. Adem'den başlayarak, 1717 İngiltere Büyük Locasının kuruluşuna kadar süren, geniş bir masonik söylenceden ibarettir.

Bu tarih yorumu nedeniyle Anderson sert eleştirilere uğramıştır. Ancak, onun bir tarihçi olmayıp, o dönemde yeni olarak düşünülebilecek bir kuruma onurlu bir geçmiş kazandırmaya uğraştığı anımsanırsa, bu eleştirilerin haksızlığı anlaşılır. Üstelik Anderson, özgün bir çalışma yaptığını da savunmamış, yalnızca Gotik duvarcı yasalarını yeniden düzenlediğini belirtmiştir.

1738 Yılında, Anderson Temel yasasının yeni bir baskısını hazırlar. Sınırsız düş gücünün egemen olduğu yeni bir tarih yorumu yaparak, İngiliz masonluğunun 10. yüzyıldan 1717 yılına kadar ayrıntılı bir tarihini verir. Kral Edwin'in 926 yılında York kentinde düzenlediği büyük toplantıyı Büyük Locanın ilk bir araya gelişi olarak ileri sürer. Ve bu toplantıların düzenli bir biçimde 1700'lere kadar yapıldığını savunur. Mimarları ve inşaat mesleğini uygulayanları korumuş olan tüm İngiliz soylularını ve bilinen tarihi kişileri büyük üstat olarak listesine alır.

İlk baskıda hak ettiği hoş görüyü, ikinci baskıda yer alan ayrıntılı ancak kanıtlanması olanaksız savlar nedeniyle yitirir. Üstelik Anderson'un Eylemsel masonlukla Düşünsel masonluk arasında hiç ayrım yapmamış olması da önemli bir eksikliktir. Anderson'un yapıtı Büyük Loca adına yazıldığı için, sonraları neredeyse kutsal bir niteliğe ulaşmış, içerdiği tarih yorumu uzun süre tartışılmamış, masonların kendi tarih anlayışlarını derinden etkilemiştir.

Tarihsel Kanıtların Peşinde

Anderson'un eylemsel-düşünsel masonluk ayrımını hiç yapmamış olması, bilimsel yaklaşıma bağlı tarih araştırmacılarını huzursuz ederek, bu resmi tarih yorumunu eleştirmeye yöneltmiş ve eylemsel masonluk ile düşünsel masonluk arasında doğrudan bir bağlantı kurma arzusunu yükseltmiştir.

Gün ışığına çıkan her kanıt kırıntısı bile dikkatle incelenmiş, araştırma alanları mimari kayıtlardan eski lonca defterlerine kadar genişletilmiştir. Amaç aşikârdır: eylemsel masonluktan düşünsel masonluğa dönüşümün kanıtlanması gerekmektedir. Gerçekten de, araştırmacılar İskoçya'daki eylemsel mason localarının ilginç özellikler gösterdiğini kanıtlamışlardır.

Bu localar coğrafi olarak birbirinden ayrı birimler biçiminde düzenlenmişler ve ülkedeki tüm inşaat işlerini sürdürüp denetlemişlerdi. İskoç eylemsel masonluğunda, bir başka locanın bölgesine geçen inşaatçıların kendilerini tanıtabilmek için, çeşitli gizli parola ve işaretleri kullandıkları da belirlenmiştir. Bu durum, farklı locaların, en azından bu tanıtım işaretlerini ve parolaları saptamak için bir araya geldiklerini, bu buluşmaların da locaları birleştiren bir örgütlenmenin ilk adımı olduğu düşünülebilir.

Öte yandan, araştırmalar, İskoçya'daki sözkonusu eylemsel locaların 16. ve 17. yüzyıllarda, inşaat mesleğinden olmayan kişileri de "kabul edilmiş" (accepted) ya da "centilmen" mason niteliğiyle aralarına üye olarak aldıklarının sarsılmaz kanıtlarını ortaya koymuştur. Üstelik, 17. yüzyılın sonlarına doğru bazı localarda kabul edilmiş üyeler çoğunluğu ele geçirmişler ve bu değişimi gösteren localar tümüyle düşünsel bir nitelik kazanmışlardır. Tüm bu kanıtların bir araya getirilmesiyle, eylemsel masonluktan düşünsel masonluğa kademeli geçiş kuramının, en azından İskoçya için, doğrulandığı söylenebilir.

İngiltere Masonlarının Yorumu

İskoçya'da belirlenen bu eylemselden düşünsele geçiş kanıtları karşısında, İngiltere masonluğunun savunusu oldukça ilginçtir. Onlara göre, yapılan araştırmalar İngiltere'de tam anlamıyla gelişmiş eylemsel locaların bulunmadığını göstermektedir. Ortaçağ'da İngiliz duvarcıların örgütlenmesi, alet ve takımların saklandığı ve dinlenme zamanlarının geçirildiği basit bir barakadan ibarettir ve bunun ötesinde önemli bir gelişme göstermemiştir.

1600 Yıllarında, İngiliz lonca sistemi zaten çökmüş durumdadır. Ne yöresel düzende örgütlenmeler, ne de gizli tanıtım işaretleri saptanabilmiştir. Hele eylemselden düşünsele geçiş dönemini belirleyen karma localara yönelik hiçbir ipucu yoktur. Kısacası, söz konusu geçiş ya da dönüşüm kuramı İngiltere için pek geçerli görülmemektedir.

Bu durumda, İngiliz mason kuramcılar, kabul edilmiş masonluğun hiç bir eylemsel öncüle bağlı olmadan İngiltere'de kendiliğinden yepyeni bir kurum olarak doğduğunu ileri sürmekten kaçınmamışlardır. Kanıtlanması pek olası olmayan bu savın yanı sıra, düşünsel masonluğun İskoçya'dan İngiltere'ye geçmiş olabileceği tezini de, geleneksel ulusçulukları ile yadsımaktadırlar. Özetle İngiliz mason tarihçilerin bir bölümüne göre, bugünkü masonluk İngiltere'den, hiç bir önceliği olmaksızın ve hiçbir başka ulustan etkilenmeksizin, kaynaklanmıştır.

İngiliz Adaları Dışında Eylemsel Masonlar

Zamanla, düşünsel masonluğun doğrudan kaynağı olabilecek duvarcı örgütlerinin İngiliz Adalarının dışında varolabileceği tartışılmış ve derinlemesine bir araştırmaya yönelinmiştir.

a) Roma İmparatorluğu

Öncelikle, Roma'nın "Collegia Fabrorum"ları, yani meslek örgütleri ele alınmıştır. Çoğu zaman, "Collegia" sözcüğüne gizemci ve düşünsel kült anlamları yakıştırılmaya çalışıldığı olmuştur. Oysa, Collegia'lar Roma'nın, varlıkları en eski çağlara kadar uzanan esnaf ve zanaatkâr dernekleridir. Bunlar arasında özellikle "Magistri Comacini" (Como Ustaları) 7. ve 8. yüzyıllarda tüm Orta Avrupa'ya yayılmış bir inşaatçı topluluğudur. Bu örgütün en önemli iki niteliği; kendi içinde bir derecelenme sistemi uygulaması ve üyeler arasında sıkı bir kardeşlik bağının kurulmuş olmasıdır. Roma mimari anlayışını Avrupa'ya yayan bu topluluk, Gotik mimarinin geliştiği 10. yüzyılda etkisini yitirmiştir.

Daha sonraki dönemlerde, Orta Avrupa lonca sisteminde ve mimar-duvarcı-taş yontucu mesleklerinin örgütlenmesinde Collegia'lardan esinlenilmiş olduğu düşünülebilir. Anadolu'daki Ahi lonca örgütlenmesinde, Bizans yoluyla aktarılan Roma Collegia'larının etkisinin olup olmadığı ayrı bir inceleme konusu olabilir.

b) Manastırlar

Yaklaşık olarak 8 yüzyılla 12. yüzyıllar arası Avrupa'da, inşaatçılık çalışmaları manastırların çatısı altında sürdürülmüştür. Eylemsel masonluğun en parlak dönemini yaşamasını sağlayan Gotik mimari stili de manastırlarda ortaya çıkmıştır. Muhteşem Gotik katedralleri inşa eden masonlar, manastırlarda oldukça huzurlu bir yaşam ve çalışma olanakları bulmuşlardır. Roma Kilisesinin manastırlar üzerinde giderek artan baskıcı denetimi ve Gotik mimarinin etkisini yitirmesi üzerine, bu masonlar zamanla manastırlardan bağımsızlaşmışlar ve Collegia'lardan örnek alarak kendi örgütlerini oluşturmuşlardır.

c) Fransız Compagnonage'ları - Alman Steinmetzen'leri

Ortaçağ sonrasında Fransa'da oluşturulan meslek birliklerine genel olarak "Compagnonage" denir. Sözlük anlamı "birliktelik" olan bu örgütler ekonomik kriz dönemlerinde meslektaşlar arası dayanışma oluşturmak ve güvence sağlamak amacındadırlar. Birer öncü sendika niteliğinde olan bu kuruluşlar, zamanına ne devletçe desteklenmişler ne de kilise tarafından korunmuşlardır. Duvarcılarla birlikte diğer meslek gruplarından kişileri de barındıran "Compagnonage" örgütlerinin amblemlerinde gönye ve pergel bulunması oldukça anlamlıdır.

Yine Ortaçağ sonrasında, bu kez Orta Avrupa'da, özellikle Almanya'da örgütlenen eylemsel masonlar "Steinmetzen" yani taş ustaları olarak adlandırılırlar. 12.yüzyıldan başlayarak, manastırlarla tüm bağlantılarını koparan duvarcı örgütleri, 13-17. yüzyıllar arasında tüm Avrupa'ya yayılmışlardır. "Steinmetzen"ler 14. yüzyılda Strasbourg kentini üs edinen bir merkezi örgütlenme oluşturmuşlar ve 1452 yılında da bir anayasa düzenlemişlerdir.

Ancak, hem Compagnonage'lar hem de Steinmetzen'ler üzerinde yapılan araştırmalar düşünsel nitelikte bir çalışmanın varolduğu hakkında herhangi bir kanıt ortaya çıkaramamıştır.

Eylemsel Masonlukla Dolaylı Bağlantı Kuramları

Otantik araştırma anlayışına bağlı bazı mason tarihçiler, duvarcı örgütleri ile düşünsel masonluk arasında doğrudan değil de, dolaylı ilişkiler olasılığı üzerinde durmaktadırlar. Bu yaklaşım, düşünsel masonluğun kurucularının zamanında açıkça uygulanması olanaksız eylem ve düşünülerini gizlemek amacıyla, kendilerine eylemsel bir örgüt görünümü verdikleri varsayımını irdelemektedir.

15. ve 16. yüzyıllar, siyaset ve dinin iç içe geçtiği ve fikir ayrılıklarının savaşlara bile yol açabildiği huzursuz bir dönemdir. Özellikle dinsel kurallara uymayan kişilere şiddetli yasal yaptırımlar uygulanmaktadır. Bu kurama göre ilk düşünsel masonlar, devlet politikalarına ve dinsel uygulamaların katılığına karşı çıkan ve toplumsal gelişmenin sağlanması amacıyla çeşitli görüş ve inançta kişileri bir araya getirmek isteyen kişilerdir. Yaklaşımları devrimci bir nitelikte olmakla birlikte, geçerli dinsel yapıyı alaşağı etmeyi düşünmeden, vicdanların özgür kılındığı bir toplum düzenini kurmak arzusundadırlar.

Yine bu dolaylı etkilenme kuramı çerçevesinde, bir alternatif görüş de, masonluğun kaynağına düşünsel açıdan değil de, bir hayır kurumu niteliği açısından yaklaşmaktır. Bu varsayım, masonluğu 17. yüzyılda gelişen bir yardımlaşma örgütü olarak ele alır.

Diğer Örgütlerle Doğrudan Bağlantı Kuramları

Düşünsel masonluğun kaynağına ilişkin olarak geliştirilen diğer bazı kuramlar da, eylemsel masonluğun tümüyle dışında bulunan bir takım toplulukları ele almışlardır.

a) Gül-Haç Örgütü (Rozikrüsyen'ler)

Bu topluluk 16. yüzyılda Almanya'da ortaya çıkmıştır. Kurucusu, gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinemeyen Christian Rozenkreutz isimli bir kişidir. Bu örgüt 17. yüzyılda Fransa ve İngiltere'yi de kapsayan geniş bir alana yayılmayı başarmıştır. İlk bakışta hem localar, hem de dereceler açısından masonlukla büyük benzerlikler göstermektedir. Gül-Haç örgütü özünde gizemci bir topluluktur. Evrenin ve yaşamın gizlerini tümüyle gizemci bir yaklaşımla, hermetizm ve kabala gibi uygulamalarla tanımaya çalışmaktadırlar.

Masonluğun hemen her ritinde bulunan "Gül-Haç Şövalyesi" derecesi nedeniyle, düşünsel masonluğun Gül-Haçlardan kaynaklandığı sıkça ileri sürülmüştür. Öyle ki, İngiltere'deki ilk düşünsel masonlar arasından bazılarının aynı zamanda Gül-Haç örgütüne üye olduklarının bilinmesi, doğrudan bir bağlantının kanıtı olarak sunulmuştur. Bazı savlar masonluğun, Gül-Haç'ların İngiltere'deki şubesi olduğu noktasına kadar vardırılmıştır.

b) Tampliye'ler

Düşünsel masonluğun kaynağı olabilecek örgütler arasında belki de üzerinde en çok durulmuş ve tartışılmış olanı Tampliye'lerdir. Özellikle, bir çok mason ritinde bazı yüksek derecelerin adı olarak "Tampliye Şövalyesi" unvanının benimsenmiş olması dikkatleri bu örgüt üzerine çekmiştir.

Bir keşiş-şövalye tarikatı olan Tampliye'ler, 1118 yılında Kudüs'te kurulmuştur. Görünen amaçları, Hıristiyanların Kutsal Topraklar'da esenlik içinde yolculuk yapabilmelerini sağlamaktı. Bir adı da "İsa'nın Yoksul Askerleri" olan bu tarikat, Kudüs'te Süleyman Mabedinin yıkıntılarının bulunduğu bir bölgede yerleşmişti. Bu nedenle de, aynı zamanda "Tampliye" yani tapınak tarikatı adı ile tanındılar.

Tampliyeler, 1128 yılında toplanan Troy konsilinde, St. Bernard'ın girişimleri ile Roma Kilisesi tarafından onaylandı ve Papa'dan başka hiçbir otoriteye hesap vermeyecek bir statüye kavuştu. Tarikat kısa sürede tüm Avrupa'lı soylulardan ve dinsel kurumlardan parasal destek gördü ve hızla gelişti, hem üyelerinin sayısı, hem de mal varlığı arttı. Zamanla, bankerlik işlemlerine de başladılar. Para ve değerli malların para karşılığında bekçiliğini yapıyorlar, faiz karşılığı borç veriyorlar, Avrupa limanları ile Filistin arasında kredi mektubu, çek gibi işlemler uyguluyorlardı.

12. yüzyıl sonlarına doğru, topluluk tüm Avrupa'ya yayılmış, yaklaşık 30.000 üyesi bulunan ve inanılmaz bir mal varlığına sahip bir güç haline gelmişti. Tarikat tarafından, köprüler, yollar, katedraller ve şatolar inşa edilmişti. Tampliyeler artık Fransa ve İspanya krallarına bile borç verir duruma gelmişlerdi.

Doğu'da, Filistin'de Müslümanlarla ilişkilerini geliştirmişler ve özellikle Sünni otoriteye karşı çıkan Şii-batıni İslam tarikatleriyle (Lübnan'da Dürzi'ler ve Suriye'de Haşhaşi'ler) dostluk kurmuşlardı.

Ancak, önce Kudüs'ün sonra diğer Kutsal Toprakların tekrar Müslümanların eline geçmesi, Tampliyeler'in prestijini sarstı. Ellerinde bulundurdukları büyük maddi güç, Fransa kralı IV. Philip'i huzursuz etmekteydi. Nihayet, Avignon kentinde zorunlu olarak ikamet etmekte olan V. Clement, Philip'in politik baskılarına dayanamayarak, Tampliye tarikatının düzmece suçlamalarla yargılanmasına karar verdi.

1309 Yılında, Fransa'da bulunan şövalyeler Büyük Üstatları Jacques de Molay ile birlikte tutuklandılar. Suçlamalar, dinden çıkarak şeytana ve puta tapma ile sapık cinsel ilişkilerdi. Bir çok şövalye engizisyonun işkenceleri ile can verdi. Suçlarını itiraf etmeyen Büyük Üstat Jacques de Molay ile iki önde gelen şövalye 1314'te Paris'te yakılarak öldürüldü. Tarikat Papa tarafından kapatıldı ve tüm taşınmaz malları Hospitallier tarikatına devredildi. Tüm nakit varlıklar da Fransa kralının kasasına aktarıldı.

Bazı kaynakların ileri sürdüğüne göre, 1309 yılındaki tutuklamadan kaçan kimi şövalyeler İskoçya'ya kaçmıştı. Burada bulunan yerel Tampliye örgütüne sığınan bu kaçaklar, İskoç kralı Robert Bruce'ün ordusuna katılarak 1314 yılında İskoçya-İngiltere savaşına katılmışlar ve daha sonra da Heredom yakınlarında bulunan Kilwinnig isimli bir eylemsel mason locasına girmişler. Kesin olarak kanıtlanamayan bu savlara göre, Tampliyeler daha 14. yüzyıl başlarında, ilk kabul edilmiş masonlar olmuşlar. Aynı görüş, Avrupa'nın diğer ülkelerinde bulunan Tampliyeler'in de çeşitli localara katıldıkları biçiminde yinelenmiştir.

Tampliyeler en güçlü oldukları dönemlerde, Avrupa'nın hemen her yerinde çeşitli loncalar ve meslek dernekleri ile yakın ilişkiler kurmuşlardı. Tarikatın her şubesinde, önde gelenler arasında bir "Magister Carpentarus" bulunurdu ki bunlar gerçek mimarlardı. Tarikat özellikle Paris'te çok güçlüydü. Kentin yaklaşık üçte biri tarikatın denetiminde ve kralın yargılaması dışındaydı. Tampliyeler'e bağlanan meslek kuruluşları özgür dernekler olarak kabul ediliyorlar ve kraliyet yargıçlarının yetkilerinin dışında kalıyorlardı. Böylece haraç, angarya, göz altı gibi yaptırımlardan kurtulan tüm bu meslek sahipleri tarikatın kurallarına göre yaşıyorlardı.

Tampliyeler'in 1314 yılına kadar olan tarihleri sağlam belgelere ve kanıtlara dayanmaktadır. Ancak, mason localarına katıldıklarına dair tutarlı kanıtlar bulunamamıştır. Yalnızca, "Rite de Bouillon" adı verilen bir 18. yüzyıl yazmasında, düşünsel masonluğun Tampliyeler'den kaynaklandığını belirten bir ritüel saptanmıştır. Aslında, bir adı da "Eski İskoç Riti" olan Bouillon riti Andrew Michael Ramsay tarafından kurulmuştur. Ramsay bu ritin kuruluşunu 1737 yılında başlatmış ve düşünsel masonluğun Tampliye kaynaklı olduğunu savunmuştur. Bu rit, 1758 yılında "Olgunlaşma Riti"ni, 1786 yılında da "Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti"ni doğurmuştur.

Romantik Kuramlar

Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin diğer bir büyük kuramlar topluluğunu, genel olarak "romantik kuramlar" olarak adlandırmak olasıdır. Bu kuramlar şu ana akımlara indirgenebilir:

a) İçrek Yaklaşım

Bu yaklaşım mason ilkelerinin, ritlerin, simgelerin ve ritüelik terimlerin, diğer içrek örgütlerdeki unsurlarla olan benzerliklerinin irdelenmesi ve bulunan benzerliklerin rastlantısal olmayıp kasdi olduğunun savunulması ve böylelikle diğer içrek örgütlerle gelenek bağlarının kanıtlanabileceği savlarına dayanan yaklaşımdır.

Bu anlayışta, ilke ve çoğu simgelerin evrensel olabileceği göz önünde tutulmadan, tüm inisiyasyon töreni aracılığı ile girilen örgütlerin, gerçek ya da zorlama benzerlikler aracılığıyla, düşünsel masonlukla bağlantısı olduğu düşünülmektedir. Bu tür içrek örgütler arasında İsis-Osiris kültleri, Gnostik tarikatler, Pisagorculuk, Mitracılık, Orfizm, Kabalacılık, Simyacılar, Gül-Haç örgütü gibi topluluklar bulunmaktadır.

b) Gizemci Yaklaşım

Masonluk mesleğinin, düşünsel öğeleri ile birlikte, ezelden beri süregeldiğini, özünde Hıristiyanlık değerlerini içeren bir kurum olduğunu, Orta Çağ'dan itibaren lonca sistemi ile bütünleştiğini, dereceler biçiminde örgütlenme ve nesiller boyu mason gizlerinin aktarılması gibi unsurlar nedeniyle gizemci bir sisteme dönüştüğünü savunan bir yaklaşımdır.

Bu yaklaşımın bir hareket noktası da simgelerdir. Mason simgelerinin çeşitli dinler, tarikatler, gizli örgütler ve gizemci kurumların simgeleri ile karşılaştırma ve ilişkilendirme yolunu tutar.

c) Gelenekçi Yaklaşım

Anderson geleneğini sürdürerek, düşünsel masonluğu cennet bahçesine ve Adem'e kadar geri götürür. Kesin belge ve kanıtların bulunduğu dönemlerde bile, masonluğun değişim ve gelişmelerini yadsıyarak, ritüelin tüm ayrıntıları ile ezelden beri uygulana geldiğini savunan, tam anlamı ile dogmatik bir anlayıştır.

Sonuç

Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin kesin bilgi ve belgelerin bulunmaması, bu konudaki yaklaşımların çeşitliliğini arttırmıştır. Masonlukta, merkezi denetime bağlı tek bir ritüel ve standart bir ritüel yorumlaması bulunmadığı için, her mason topluluğu kaynak konusunda kendine ait ayrı bir tarih yorum ve anlayışı geliştirebilmiştir.

Bugün için, tüm mevcut loca ve eski meslek örgütlerinin kayıtları gözden geçirilmiş olmasına karşın, düşünsel masonluğun gerçekten nereden kaynaklandığını kanıtlamak olası değildir. Ancak mason tarihini araştıranlar, henüz kilise ve özel aile arşivlerini incelemek olanağını elde edebilmiş değildirler.

sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #32
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Paflikyanlar
Sponsorlu Bağlantılar

Ermenistan'da Hıristiyan inancı, II. ve III. yüzyıllarda hızla ilerlemiş ve III. yüzyılın sonlarında (287 yılında) ya da IV. yüzyılın başında (301 yılında), Hıristiyanlık resmi din olarak Ermeni ulusunca kabul edilmişti. Hıristiyan inancına bağlı akımlar, Kuzey-Batı yönünden "Helen Tipi" ve Güney-Batı yönünden "Suriye Tipi" biçimlerinde Ermenistan'a girip tüm IV. yüzyıl süresince yan yana var olmuşlardı. Ayrıca pagan inançlar da Hıristiyanlığın kabul edilmesinden çok sonralarına kadar etkisini sürdürmeyi başarmıştı.

Öteden beri süregelen Zerdüştçü ve Mazdeist kurum ve gelenekler de bir anda sökülüp atılamamıştı. Hıristiyanlığın tüm kültürel, sosyal ve politik gerekleriyle birden kabul edilmesinden sonra, Ermenilerin Batı'ya yönelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Hıristiyan inancının korunması için eski inançlar zamanla Batılı bir yaklaşıma dönüştürülmüştü. Bu düzeni sürdürmek için Ermenistan'ın güçlü Hıristiyan komşuları sık sık Ermeni Kilisesinin yaşam alanına müdahale etmişler, dogmatik çekişmelerde çeşitli gerekçelerle kendileri için elverişli olan çözümleri sağlamak için baskı uygulamışlardı.

Bu gelişmelere rağmen, Ermeniler arasında artan Hıristiyan etki dalgasını dengelemek üzere politik ve dinsel akımlar ortaya çıkmıştı. Bir akım, pagan inançlarının yeniden canlanması için harekete geçerken, bir diğeri, Hıristiyanlığı denetimi altına almak isteyerek, Hıristiyan inançlarının en koyu bir biçimde savunmasını yüklenmişti.

Ermeni Kilisesi'nin başlangıç tarihi, çok sayıda dinsel akımla birlikte, ruhban sınıfı karşıtı çekişmeler ve aralarındaki ilişkilerin belirlenmesi çok zor olan tarikatlar karmaşasını içerir. Bu tarikatların eğilimleri ya Hıristiyanlığın ahlak öğretisini aşan, çarpıtan ve bu öğretiye karşı duran, ya da kilise uygulamalarından daha fazla bir tutuculuğu içeren aşırılıklara yönelmekteydi.

Maniciler, Messalianlar, Montanistler, Tondraklar, Borboritler ve Paflikyanlar gibi çeşitli tarikatlar Ermenistan'da verimli bir ortam bulmuşlardı. Helenizm ve Gnosis Hıristiyanlık, Kudüs'ün M.S. 70 yılında yıkılmasından sonra kendini Yahudi etki alanından kurtarmış olarak, ancak çevresindeki Helenizm'in inanç ve düşünceleriyle çelişki içinde bulmuştu. Bu yeni olgu, Hıristiyan inancını bozabilecek tehditler içeriyordu.

İlk yılların Hıristiyan Kilisesinin ilk girişimi, kendini Helenizm ruhuna kolayca teslim etmemek için çabalamak oldu. Hıristiyanlık, Yahudi kalıbında kalsaydı yayılamayacaktı. Kolaylıkla Helen kültürünü benimsemiş olsaydı, yine günümüzdeki durumundan çok farklı bir konumda olacaktı. Gerçekleşen gelişim, erken Hıristiyan inancıyla Helenizm arasında beliren bir sentezdir. Helen dünyasında oldukça yaygın olan Gnostisizm, M.S. 80 ile 150 yılları arasında Hıristiyanlığın gizemci uygulamaları için kullanılmış bir ad olup, aslında Hıristiyan Kilisesinin en korkulacak rakibi durumundaydı.

Gnostik akımın yandaşları, Kilise'nin basit inancını hiçe sayan gizli bir bilginin (Gnosis) sahibi oldukları savıyla ortalıktaydılar. Yeni-Platonculuk'tan, Helenleşmiş Zerdüşt inancından ve Yahudilik'ten aktarılmış sistematik bir öğreti durumuna ulaşan Gnostisizm, bir tür kozmolojik yaklaşım ortaya koymuştu. Bu yaklaşım, tinsel unsurların maddenin tutsaklığından zamanla kurtulması görüşünü içeriyordu. Bu düşünce, Basilides ve Valentinus'un kurduğu Gnostik gruplarda, İsa'nın insan biçiminde belirmesini reddetmeye kadar vardırılmıştı.

Gnostisizm, Ermeni tarikatları üzerinde de önemli bir etkiye sahip olmuştu. Örneğin Messalianlar, Gnostisizmin etkisinde kalmış bir dilenci tarikatıydı. Önerdikleri köktenci inanç biçimi, dünyadan tümüyle koparak, insanın kurtuluşu sorunun çözümleneceği yolundaydı. Messalianizm, tam anlamıyla bu dünyaya ait her türlü çalışma ve etkinlik biçimlerinin inkarına dayanan bir dinsel akımdı.

Paflikyanlar, Manicilikten türemiş düalist sapkın bir Ermeni tarikatıdır Paflikyanlar. Paflikyan (Pavlikyan, Bavlikyan) ya da "Paulician" adının kökeni karanlıktır. Gibbon, bu adın "Aziz Pavlus'un öğrencileri" anlamına geldiğini belirtir. Paflikyanların bu havari iç in besledikleri özel ilgi ve tüm Paflikyan önderlerinin Aziz Pavlus'ün öğrencilerinden birinin adını almaları bu görüşü desteklemektedir. Ancak, Paflikyanların düşmanları tarafından kullanılan biçimi ile "Paulikianoi" adı oldukça ilginçtir ve bu terimin "Samsat'lı Pavlus'un izleyicileri" anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Oysa Samsat'lı Pavlus'un öğretisi ile Paflikyanların hiçbir bağlantısı yoktur.

Photius'un aktardıklarına göre ise, Samsatlı Kallinice adlı Manici bir kadın Pavlus ve Yohan adlı iki oğlunu bu öğretiyi yaymak üzere Ermenistan'a göndermiştir ve Paflikyanların adı işte bu Pavlus'tan gelmektedir. Ancak, bunun sadece bir öykü olduğu ve bu kişilerin gerçekten var olmadıkları tarihçiler tarafından ileri sürülmüştür. Konunun uzmanlarından Ter-Mkrttschian, Paulician adının Ermenice'de "küçük Pavlus'un izleyicileri" anlamına geldiğini belirtmekte, ancak bu küçük Pavlus'un kim olduğu konusuna bir açıklık getirememektedir.

Paflikyan adı ilk kez, 719 yılında Ermeni Kilisesinin Duin Sinod'unda kullanılmış ve bu Sinod'da "hiç kimse Paflikyan denilen kötü sapkınların evini ziyaret etmeyecek" biçiminde bir kural konulmuştur. Paflikyanların Tarihi Kendi adını Silvanus olarak değiştiren Mananali'li Constantine, Colonia yakınlarındaki Kibossa'da ilk Paflikyan topluluğunu bir araya getiren kişidir. Öğretisini yaymaya 657 yılında başlamıştır. Kendisi kitap yazmadığı gibi, tüm öğrencilerinin sadece İncil'i esas almalarını istemiştir.

Constantine'den sonra Paflikyanların önderliğini Symeon-Titus üstlenmiştir. Aslında Bizans tarafından Paflikyanları yok etme görevi ile gönderilen Symeon, Constantine'i 684 yılında öldürdükten sonra inancını değiştirmiş ve Paflikyanlara katılmıştır. Ne var ki, 690 yılında Symeon-Titus da, Bizans görevlileri tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra ciddi bir bocalama dönemi geçiren tarikat, 715 yılında Pavlus adlı bir kişinin önderliğinde Phanaroea yakınlarındaki Episparis'te yeniden toparlanmıştır. Akımın adının bu Pavlus'tan kaynaklandığı da ileri sürülmektedir.

Pavlus ölünce iki oğlu, Gegnesius-Timothy ile Theodore, önderlik için kavgaya tutuşmuşlar ve Gegnesius, 717 yılında İstanbul'a giderek imparator III. Leo ve patrik I.Germanius'u kendisinin bir Ortodoks olduğuna inandırmış, bir imparatorluk birliği ile Mananali'ye geri dönerek Theodore'u yenilgiye uğratmıştır.

Paflikyanların başına geçen Gegnesius bir süre sonra ölmüş, bu kez de onun iki oğlu, Zachary ve Joseph-Epaphroditius arasında kavga çıkmıştır. Kısa zaman sonra Zachary ve izleyenleri Müslüman orduları tarafından yok edilince, tüm Paflikyanlar yine Joseph'in önderliğinde birleşmişlerdir. Joseph, tüm Anadolu'da Paflikyan toplulukları oluşturmayı başarmıştır. Ne var ki, Joseph'ten sonra başa geçen Vahan zamanında tarikat hem sayıca ve hem de etki olarak gerilemiştir.

Bu dönemde ortaya çıkan Sergius-Tychius adlı bir kişi, Vahan'dan ayrılarak, Paflikyan tarikatını güçlendirmek ve reforme etmek için harekete geçmiştir. Paflikyanlar, "Vahanitler" ve "Sergitler" olmak üzere ikiye bölünmüştür. Sergitler, kısa süre içinde başarılı olmuşlar ve rakiplerini neredeyse tümüyle ortadan kaldırmışlardır. Bu dönemde Paflikyanlar, Bizans İmparatorluğu'nun bazen baskısı, bazen de koruması altında kalmaktaydılar.

IV. Constantine ve II. Justinian, Paflikyanlara şiddetli bir baskı uygulamıştı. III. Leo ve onu izleyen "İkona Kırıcı" (Iconoclast) imparatorlar ise, genellikle Paflikyanlara sempati beslemişlerdir. I. Nicephorus, Paflikyanları Phrygia ve Lycaonia yörelerinde asker olarak kullanmak istemiştir.

I. Michael, yeniden Paflikyanlara karşı şiddet uygulamasına başlamış, özellikle V. Leo, kendisinin de bir Paflikyan olduğu iddialarını yalanlamak amacıyla, müthiş bir Paflikyan avına çıkmıştır. Bu dönemde bir çok Paflikyan, Bizans'tan kaçarak Müslümanlara sığınmıştır. Sergius 835 yılında öldürülmüştür.

İmparatoriçe Theodora zamanında da baskı sürmüş, Karbeas yönetiminde isyan eden Paflikyanlar kitle halinde Müslüman topraklarına göç etmişlerdir. Artık Bizans'ın kanlı düşmanı durumuna gelen Paflikyanlar, Müslümanlar tarafından desteklenmişlerdir. Tephrike'de (Divriği) bir kale kuran Paflikyanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını yağmalamışlar, giderek etkilerini arttırarak politik bir güç durumuna yükselmişlerdir.

İmparator I. Basil zamanında, Paflikyan ordusu Anadolu'yu boydan boya geçerek Efes'e kadar gelmiş, İzmit'i işgal ederek neredeyse İstanbul'un karşı kıyılarına kadar ulaşmıştır. Ancak sonunda yenilgiden kurtulamamışlar ve 871 yılında Tephrike kalesi yerle bir edilmiştir. Bu durum tarikatın askeri gücünü yok etmiştir. Paflikyanlar Anadolu'nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır.

V. Constantine ve I. Johannes, Paflikyanları kitleler halinde Trakya'ya, özellikle Filibe kenti ve çevresine göçe zorlamışlar ve Slavlara karşı askeri güç olarak kullanmışlardır. Dokuzuncu ve Onuncu yüzyıllar süresince Bizans yönetimi ve Kilisesi, Anadolu ve Trakya'daki Paflikyanlar ile uğraşmış, onları Ortodoks inancına çekebilmek için sürekli çaba harcanmıştır.

Ermenistan'da Paflikyan hareketi, dokuzuncu yüzyılda Smbat adlı bir kişinin kurduğu "Tondrak" tarikatı biçiminde varlığını sürdürmüştür. Trakya'da ise zamanla yok olmuşlardır. Alexius Comnenus tarafından 1081 yılında Ortodoksluğa dönmeye ikna edildikleri ileri sürülmüştür. Onuncu yüzyıldan sonra, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak, öğretilerinin izleri bir çok yerde görülmüştür. Bulgaristan'daki Bogomil tarikatı Paflikyanların devamıdır.

Bogomiller, Ortaçağ boyunca Batı'ya doğru öğretilerini yaymışlar, Katharlar (Albililer) ve diğer Manici akımları etkilemişlerdir. Ermenistan'da da Paflikyanlardan türeyen benzer tarikatların günümüze kadar varlıklarını sürdürdükleri kabul edilmektedir. yüzyıllar sonra, 1717 yılında Lady Mary Wortley Montagu, İstanbul'a gelirken Filibe'de durakladığında, aynen şunları yazıyor: "Filibe'de kendilerine Paulin adını veren bir tarikat buldum. Bunlar eski bir kiliseyi göstererek Aziz Pavlus'un burada vaaz verdiğini söylüyorlar.

Pavlus, bunların en makbul azizleridir..."Paflikyanların Öğretisi Paflikyan öğretisinin temel görüşü, maddi dünyayı yaratan ve yöneten Tanrı ile tapılması gereken, ruhları yaratan göklerin Tanrısı arasındaki ayrımdır. Paflikyanlara göre tüm maddi varlıklar kötüdür. Bu yaklaşım Paflikyanların, Manicilikten etkilenen akımlardan biri olarak kabul edilmeleri gerektiğini ortaya koyar. Ancak, Paflikyan öğretisinde güçlü bir "Marcionist" etki de vardır. Eski Ahit'i kabul etmezler, İsa'nın yeniden doğacağına inanmazlar; Paflikyanlara göre İsa Tanrı'nın dünyaya gönderdiği bir melektir ve gerçek annesi göklerdeki Kudüs'tür; İsa'nın tüm eseri yaydığı öğretisidir; İsa'ya inanmak insanı son yargıdan kurtarır; gerçek vaftiz İsa'nın sözlerini duymakla olur.

Paflikyanlar haça değer vermezler, yalnızca İncil'in bir kısmına inanırlar; İsa'yı reddettiği için Aziz Petrus'un mektuplarını dikkate almazlar; yalnızca Luka İncili ve Pavlus'un mektuplarına değer verirler. Tüm resim ve heykellere karşıdırlar. Maddi dünyaya ait herşeyin sadece simgesel bir değeri vardır. Bu bakımdan, Paflikyanlar Kiliseyi de, Kilisenin geleneklerini, dogmalarını, kurumlarını, ruhban sınıfını da reddemişlerdi. Onlara göre, herkes kutsal metinleri okuyup yorumlama hakkına sahiptir.

Paflikyanlar kendilerini kabul ettirmek için çok şiddetli bir misyoner etkinliği göstermişlerdi. Ayrıca korku duyulan savaşçılar olup, bu nitelik kuşkusuz bulundukları bölgenin coğrafyasından kaynaklanıyordu. Zira Paflikyanlar, dinleri ve uygarlıkları ayıran bir sınır üzerinde yer alıyorlardı. Akımın bu militan görünümü, toplumsal alanda da radikal bir ideoloji ile koşuttu. Yeryüzünde tüm tinsel yetkeyi reddetikleri için, dünyasal iktidar ve politik hakların varlık nedenini de inkar ediyorlardı. Böylece, dinsel düzeydeki eşitlikçiliğe, toplumsal düzeyde de bir eşitlikçi anarşizm eklenmekteydi.

Paflikyanlara göre, tüm Kilise hiyerarşisi kötüdür, aynı biçimde tüm ayinler ve kutsal eşyalar da reddedilmelidir. Örgütlenmelerinde en önde gelen kişiler, tarikatın farklı yörelerdeki kurucularıdır. Bu kurucu azizler, genellikle adlarını Aziz Pavlus'un öğrencilerinden alırlar ve onların yeniden dünyaya gelmiş ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerler. Azizlerden sonra, bir konsil oluşturan "synechdemoi" (yoldaşlar) ile toplantılarda düzeni sağlayan "notarioi" gelir.

Toplantılarını kiliselerde değil, "proseuchai"nde (dua evleri) yaparlar. Baskı altındayken inançlarını saklamanın ve hatta reddetmenin doğru olduğuna inanırlar. Bu nedenle, dışardan Kiliseye bağlı bir görünüm sunarken, gizlice Paflikyan inançlarını sürdürebilmişlerdir. Ülküleri, tüm ırk ayrımlarını giderecek olan inananların tinsel birliğine ulaşmaktır.

Düşmanları Paflikyanları sürekli ahlaksızlıkla suçlamışlardır. Hatta dua evlerinde bile ahlaksız davranışlarda bulundukları ileri sürülmüştür. Kendilerinin "Hıristiyan" adından başka bir adla çağırılmalarından hiç hoşlanmazlar. Harnack'a göre Paflikyanlar, "Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığı reddeden, hiyerarşi karşıtı düalist Puritanlardır".

Gibbon'dan beri Paflikyanlar, ilk ve saf Hıristiyanlığı sürdürmeye çalışan, düşmanları tarafından baskı ve ıstırap altında yaşamak zorunda bıraktırılmış, İncil'e bağlı iyi insanlar olarak kabul edilmektedirler. Conybeare, Paflikyanları Adopsiyonistler'in devamı olarak nitelendirir. Adeney ise Paflikyanları "Protestanlıktan önceki Protestanlar" olarak değerlendirir.

sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #33
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Panteizm

Tanrı ile Evren'i bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık demektir. Panteizme göre Tanrı'nın Evren'den ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı; doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır.

Bu anlayış; Hindu, Buda Dinlerinde hayalgücü geleneğine göre bir panteizmi gösterir. Bir felsefe tasarımı olarak panteizm ise, eski Yunan Felsefesi'nde Plotinos, Rönesans'tan sonra Giordano Bruno ve Spinoza tarafından temsil edilmiştir. Tasavvuf (mistisizm) düşüncesi de özünde bir panteist anlam taşımaktadır. Hallac-ı Mansur ve Mevlâna bu düşüncededir.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #34
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Paskalya Bayramı

İsa'nın dirilişini dile getiren Paskalya, Hıristiyanlık'ın en büyük bayramı sayılır. Paskalya Günü, ilkbahar gün dönümünün yaşandığı 21 Mart'ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günüdür. Bu nedenle Paskalya Günü'nün tarihi değişebilmekle birlikte genellikle, Paskalya tarihi için nisan ayının ikinci pazarı önerilir.

Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (büyük perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (kutsal hafta) kapsar. Paskalya Günü'nde (paskalya pazarı) sona erer. Pentekostes (hamsın) yortusuna kadar süren 50 günlük döneme, Paskalya dönemi (hamsin dönemi) adı verilir.

Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (paskalya çöreği) yapılır; yumurta (boyalı paskalya yumurtası) haşlanır; mumlar yakılır; dualar okunur.

Paskalya'yı bütün Hıristiyan mezhepleri, kendi inanç düzenlerine göre kutlarlar. Süryanilerin temmuz ayında kutladıkları "Meryem Ana Paskalyası" adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine girer.

Katolik Kiliselerinde, Paskalya gecesi ayininde yeni ateş kutsanır, paskalya mumu yakılır; kutsal kitaptan bölümler okunur, vaftiz törenleri yapılır (Hıristiyanlığın başlangıç döneminde vaftiz törenleri, yılda yalnızca bir kez, paskalya gününde yapılırdı).

Rum ve Rus Ortodoks Kiliselerinde gece ayinlerinden önce kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir; alay, kiliseden çıkarken hiç ışık yakılmaz; dönüşte ise, İsa'nın dirilişini simgelemek için yüzlerce mum yakılır.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #35
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Patrikhane

Bizans Kilisesi'nin devamı olan Rum Ortodoks Patrikhanesi 330 yılından beri süregelmektedir. Ortodoks Kilisesi'nin başında bulunan başpapaza patrik, onun makamına ve bulunduğu yere de patrikhane denir. Bütün dünyada bulunan 5 Ortodoks patrikliğinin en büyüğü İstanbul'dakidir. Fener Rum Ortodoks patriği bütün Ortodokslarca dünya patriği sayılır. Öteki 4 Ortodoks patriği Moskova, İskenderiye, Antakya ve Kudüs'tedir.

Önceleri bütün Hıristiyanların bağlı bulunduğu kiliselerin sayısı üçtü. İsa'nın havarilerinden Petrus'un kurduğu Roma Kilisesi, Paulus'un kurduğu Antakya Kilisesi ve Yuhanna'nın kurduğu iskenderiye Kilisesi. Roma İmparatorluğu ikiye ayrılıncaya kadar bu durum devam etti. Roma Kilisesi güçlendikçe doğu kiliseleriyle ayrılıklar baş gösterdi ve iyice keskinleşti. Sonunda 1054 yılında Roma ve Bizans kiliseleri birbirinden tamamen koptu; böylece Roma Kilisesi'nin başında bulunan papa bütün Katoliklerin; İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi'nin başında bulunan patrik ise bütün Ortodoksların başı oldu.

Fener Patrikhanesi

Fatih Sultan Mehmet 1453'te İstanbul'u fethettiği zaman Ortodoks Kilisesi'ne dokunmadı, hattâ ona bütün Hıristiyanlar üzerinde geniş yetki tanıdı. İlk patrikhane şimdiki Fethiye Camii olan Pammakaristos Kilisesi'ndeydi. 1586'da patrikhane Fener'deki Eflak Sarayı Kilisesi'ne, 1602'de Aya Yorgi Kilisesi'ne taşındı. 1720'de de patrik Yeremyands, patrikhanenin şimdi bulunduğu kiliseyi yaptırarak patrikhaneyi buraya yerleştirdi.

Patrikhane Birinci Dünya Savaşı ertesinde Türkiye aleyhine çalışarak Anadolu ve İstanbul'daki Rum ahaliyi kışkırttıysa da Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, Anadolu Rumlardan arındığı için patrikhaneye dokunulmadı.

Türk Ortodoks Patrikliği

Kurtuluş Savaşı sırasında Fener Patrikhanesi'nin Anadolu'daki Rumları kışkırtarak Pontus Krallığı'nı diriltmeğe kalkışması ve Yunanlıların Anadolu'yu istilâsını alkışlaması üzerine Keskin metropoliti papa Ettim (Pavri Karahisarlıoğlu, sonra Evrenerol) 1921'de bir bildiri yayımlayarak "Türk Ortodoks Kilisesi"ni kurduğunu açıkladı. Anadolu'daki Hıristiyan Türkler adına Fener Patrikhanesi'yle savaşan papa Eftim, Kurtuluş Savaşı'nı desteklediği için Fener Patrikhanesi'nce aforoz edildi. O da 1924'te Rum Ortodoks Kilisesi'nden ayrılarak İstanbul'da Ortodoks Kilisesi'ni kurdu ve bunun başına patrik seçildi. Papa Eftim 1968'de ölünce yerine oğlu Turgut Evrenerol patrik oldu.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #36
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Reform

Katolik Kilisesi'nin bozulması ve dini amaçlardan uzaklaşması üzerine 16. yüzyılda Almanya'da başlayarak diğer Avrupa Ülkelerine yayılan dini alandaki yeniliklere Reform denilmiştir.

Reform'un Nedenleri

Katolik Kilisesi'nin bozulması ve ıslahat fikrinin yayılması.

Hümanizm sayesinde Hıristiyanlığın kaynaklarına inilmesi, İncil'in milli dillere çevrilerek temel ilkelerin ortaya konulması.

Matbaanın yaygınlaşması ile okuma-yazma bilenlerin artması üzerine Katolik Mezhebi'nin sorgulanmaya başlanması.

Endülüjans sorununun ortaya çıkması, para karşılığında kilisenin günahları affetmesi.

Rönesans hareketlerinin etkisi.

Reform hareketlerinin ilk defa başladığı Almanya'da siyasal birlik olmaması ve Almanya'daki prenslerin dinde yenilik isteyenleri desteklemesi.

1517'li yıllarda Reform düşüncesi Almanya'da Martin Luther tarafından ortaya atıldı. Sonunda Luther'in görüşleriyle Protestanlık mezhebi doğdu. Protestanlar ve Katolikler arasında mücadeleler Ogsburg Antlaşması ile sona erdi (1555). Buna göre; Protestanlık Mezhebi ve Kilisesi kesin olarak kabul edilmiştir.

Alman prensleri istedikleri mezhebi seçme ve kendi topluluklarına kabul ettirme konusunda serbest oldular. Prensler, kendi ülkelerinde din işlerinin mutlak hakimi haline geldiler. Prenslerin mezheplerini kabul etmeyen Almanların başka yerlere göç etmesine izin verildi. Almanya'da başlayan Reform hareketleri İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelere de yayılmıştır.

Reform'un Sonuçları

Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks Mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı, mezhepler arasında çatışmalar başladı.

Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybetti.

Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı.

Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu.

Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el konuldu.

Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek onların krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir.

Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon Mahkemeleri kuruldu.

Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular.

Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir.

Mezhep savaşları, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ilerlemesini kolaylaştırmıştır.

Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu Hıristiyandı. Osmanlı Devleti bunlara inanç ve din konularında serbestlik tanıyarak geniş haklar verdi. Osmanlı'da dini bakımdan bağımsız olan Hıristiyan Toplumu, Avrupa'daki mezhep kavgalarından etkilenmedi. Bunda Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkı kilisenin suistimallerine karşı koruması etkili olmuştur.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #37
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Şintoizm


İki ana bölüm vardır. Birincisi, hepsi birbirine benzeyen 13 eski mezheptir. İkincisi Şinto Eyaleti olarak bilinir ve en yüce ifadelerini İmparatora tapmada ve Eyalet ile aileye sadakatte bulan sonraki sentezlerdir Şinto'ya ("Ruhların Yolu" nu işaret eden Çin karakterleri Şin ve Tao'dan alınmıştır) anavatanı Japonya'da Kamonomiçi denmektedir, Kami çok Tanrı ya da doğa ruhları demektir.

Şinto türbeleri Japonya'da 100.000'in üzerindedir. Türbelerde hiçbir resme tapılmaz; Kamilerin orada olduğu farz edilir. Sunak üzerine günlük olarak taze yiyecekler, su, tütsü vb. şeyler konur. Tüm evrenin kutsallığında içsel bir inanç vardır ve insan bu kutsallıkla uyum içinde olabilir. İnsanın, gizli tanrısal yapısını gizleyen "tozu" kaldırabileceği saflaşmaya ve doğruluğa önem verir. Bu sayede Kamilerin kılavuzluğunu ve rahmetini elde edebilecektir.

Şintoistin anavatanına yönelik hararetli sevgisi, Japon halkının kendi ülkelerine olan bağlılığında ifadesini bulmaktadır. Şintoizm yaklaşık 2500-3000 yıl önce ortaya çıktı. 13 eski mezhebin her birinin kendi kurucusu vardır. Kutsal metinleri, Japonya Kayıtları Kokiji (Eski Olayların Kayıdı) Nikorg Yengişiki (Yengi döneminin Enstitüleri)'dir.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #38
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi
Süryanilik


Antakya Süryani Kilisesi, ilk kurulduğu dönemlerde coğrafi konum itibarıyla Doğu Kilisesi ve Batı Kilisesi olarak iki kola ayrılmıştır. Pers Hükümdarlığı'nın sınırları içinde yaşayan Süryaniler Doğu Kilisesi'ni; Roma İmparatorluğu'nda yaşayanlar ise Batı Kilisesi'ni oluşturuyordu. Ancak bir birlik anlayışı içinde faaliyetlerini yürüten Kilise'nin içinde iki nedenden dolayı anlaşmazlıklar çıktı.

Bu nedenlerden birincisi, Bizans'ın Doğu halkları üzerindeki baskı uygulamaları ve kendi çıkarına yönelik olarak oynadığı politik oyunlardır. İkincisi ise, kendisi de Süryani kökenli olan İstanbul Patriği Nasturius'un genel kilise anlayışına ters düşen öğretisidir. Bu iki neden Kilise'nin ikiye bölünmesine yol açtı. Bu anlaşmazlıkta Nasturius'un görüşlerini benimseyen Süryaniler, tarihte "Nasturiler" ismiyle anılmaya başlandı.

1445 yılında Nasturilik'ten kopan ve çeşitli nedenlerden dolayı Papalığa bağlanan Kıbrıs Nasturi Metropoliti Timotheos ve onunla birlikte hareket eden kalabalık kitle, Papa IV. Evgin tarafından "Keldani" adıyla nitelenmiştir. Bu şekilde Nasturilik'ten kopup Katolik inancı benimseyenlerden oluşan bu kilise, "Keldani Kilisesi" olarak adlandırılmıştır. M.S. 451 yılında Süryaniler arasında bir başka bölünme daha ortaya çıkmıştır. Bu tarihte politik, mezhepsel ve yerel sürtüşmelerin artması nedeniyle toplanan Kadıköy Konsili, bu bölünmeye neden olmuştur.

Bizans İmparatoru Markian'ın yapabileceği baskı ve zulüm uygulamalarından korkup, atalarının iman ilkelerini önemsemeyen ve Kadıköy Konsil'inin bu doğrultuda aldığı kararları benimseyen Süryanilere "Malkoye Melkit" denilmiştir. Bu isim "Kralın Yandaşları" anlamına gelmektedir. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla anılmaktadır.

Malkoye Melkit adı verilen bu topluluk içerisinde M.S. VII. Yüzyıl'da bir bölünme daha yaşanmıştır. Lübnan'daki Mor Marun Manastırı rahipleri Melkit Patriği Maksimus'un savunduğu dinsel teorik görüşle ters düştüler ve "Maronit Patrikliği" adı verilen bağımsız bir patriklik kurdular. Bu Patriklik 13.Yüzyıl'da Papalığa bağlandı. Diğer yandan Rum Ortodoks (Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü başka bir anlaşmazlık yüzünden Roma Papalık Kürsüsü'ne bağlandılar. Bu topluluk, 1724 yılında "Rum Katolik" ismiyle, kendilerine ait bir Patriklik Merkezi kurdu. Antakya Süryani Kilisesi, 18. Yüzyıl içerisinde bir bölünmeye daha sahne oldu.

Episkopos Mihael Carve'nin önderliğini yaptığı bir grup Süryani, Papalığa bağlandı ve "Süryani Katolik" ismi altında bir Patriklik Merkezi kurdu. Bu arada 19. asırda Protestan misyonerlerinin Süryani bireyler arasında yürüttüğü çalışmalar sonucunda bazı Süryanilerin Protestanlığı benimsediği de görülmüştür.

Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi'nin Patriklik Merkezleri

Süryani Patrikliğinin ilk merkezi Antakya'dır. Mor Petrus (Şemun) tarafından M.S. 37- 43 yılları arasında kuruldu. 518 yılına kadar Antakya'da kalan Patriklik merkezi daha sonra geçici olarak birçok yerlere ve manastırlara taşındı. 969'da Patrik VII. Yuhanna zamanında Malatya'ya yerleşti. 1058'de Özellikle Melkit (Krallığa mensup) Rum Ortodoksların baskı ve saldırılarından dolayı Diyarbakır'a alındı.

1293 yılına kadar hem Diyarbakır hem de Deyrulzafaran manastırı merkez olarak kullanıldı. 1293 yılında Patrik İğnatiyos Bin Vahip Döneminde Patriklik merkezi sürekli ve resmen Deyrulzafaran'da kaldı. 1932 yılında Humus Metropoliti Efrem Barsavm Patrik olunca Suriye'nin Humus şehrine taşıdı. 1959'da Patrik İğnatıyos III. Yakup Patriklik merkezini Suriye'nin başkenti Şam'a aldı. Bugün Antakya Süryani Ortodoks Kilisesinin Patriklik merkezi hala Şam'dadır.

Süryani Ortodoks Kilisesi, Antakya kentinin; Roma İmparatorluğu'nun üç büyük başkentinden biri olduğu dönemde kurulmuştur. Bu süreç Kudüs'ten sonraki "elçisel dönem"e denk düşmektedir. Dönemin Antakya'sı, Helenistik kültürün önde gelen merkezlerinden biri olma özelliğini taşımaktadır.

Antakya, Hıristiyanlık döneminde de bu özelliğini sürdürerek, Süryani Ortodoks Patrikliği'nin yönetim merkezi ve dinsel başkenti olmuştur. Doğu'nun gerçek kilisesi olan Süryani Kilisesi; inanç ülküsü, dogma ve liturya alanında verdiği dinsel-kültürel hizmetlerle etkin misyon çalışmaları birleştirerek, Ortadoğu'dan Uzakdoğu'ya dek uzanan bir coğrafyada yaşayan insanlara kadar inançlarını taşıma başarısına sahip olmuştur. Paganlar arasındaki Hıristiyanlık inancının öncüsü olan Kilise, aynı zamanda değişik etnik kökenlerden gelen insanları çatısı altında barındırmayı başaran ilk Hıristiyan kilisesidir.

İsa yeryüzünde iken, yaydığı yeni öğretiler sonucunda Mor Yakup'un başkanlığında Hıristiyanlık inancına sahip ilk düzenli topluluğun oluşumu söz konusudur. Ancak bu topluluk, tinsel anlamda gerçek bir kilise olma niteliğini ve yetkinliğini Hıristiyan inancına göre Kutsal Ruh'un inişiyle birlikte kazanmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan Kudüs Kilisesi, yapısı içinde sadece Yahudi kökenli Hıristiyanları barındırmaktaydı. Kudüs Kilisesi Mesih'in ilk kilisesi olması nedeniyle kilise babaları tarafından bu dönemde "Ana Kilise" adıyla tanımlanmıştır. İlerleyen süreç içerisinde İsa'nın yeni topluluğu, Yahudi kökenlilerin uyguladıkları baskı ve kovuşturma politikalarına maruz kalmıştır.

Kudüs'teki topluluk, bu baskı uygulamaları ve M.S. 34 yılında Diyakos Estefanos'un şehit edilme olayı sonucunda dağılmak mecburiyetine düşmüştür. Bu nedenlerden dolayı dağılan topluluğun bir bölümü Antakya şehrine giderek, burada yaşayan ve putperest Süryaniler ile Yahudilerden oluşan yerli halkın gönlüne, Hıristiyanlık inancının ilk tohumlarını ekmeyi başarmıştır. Böylece Süryani ve Yahudilerden oluşan ilk çekirdek topluluk Antakya'da kurulmuştur.

Kudüs Kilisesi, Antakya'da faaliyet gösteren böyle bir topluluktan haberdar olur olmaz, yetmişli müjdecilerden Aziz Barnaba'yı Antakya'ya göndermiştir. Aziz Barnaba'nın burada yürüttüğü etkili ve yoğun çalışmalarına, daha sonraları Mor Pavlus'un bir yıl süren özverili katılımının da eklenmesi sonucunda Antakya Kilisesi'nin etrafında toplanan insanların sayısı bir hayli çoğalmıştır. Bu yoğun ve etkili çalışmaların sonucunda günden güne güçlenen ve sayıları artan Antakya'daki topluluk tarafından; "Hıristiyan" ismi ilk kez belirtici bir özellik olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Antakya şehri, sosyal, kültürel ve dinsel etmenler dolayısıyla, farklı tarihlerde birçok müjdecinin uğrak yeri olmuştur. Kentteki dinsel etkinliklerin hızlanmasının ve Kilise bireylerinin sayısının hızla artmasının çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenlerden başlıcaları; şehrin yerlilerinin Yahudi baskısından uzakta ve Roma İmparatorluğu'nun vatandaşı olmaları, daha da önemlisi misyon faaliyetlerinin dili olarak Süryanice'nin kullanılmasıdır.

M.S. 37 yılında Mesih'i müjdelemek amacıyla Antakya'ya gelen ve burada bulunduğu süre içinde kentteki topluluğun programlı ve düzenli etkenliklerine şahit olan "Onikiler"den Mor Petrus ( Şemun ), Hıristiyan dünyasının üç büyük kürsüsünden ilki olan "Antakya Elçisel Kürsüsü"nü M.S.37-43 yılları arasında burada kurmuştur. Antakya Kilisesi bu şekilde, "Ana Kilise" olarak adlandırılan Kudüs Kilisesi'nden sonra kurulan ilk Hıristiyan kilisesi olmuştur.

Nitelik ve yapısı itibarıyla bakıldığında Yahudi kökenli ve putperest kökenli (Süryani) Hıristiyanları çatısı altında birleştiren ilk "Ana Kilise" olan Antakya Kilisesi, yönetimsel açıdan da Doğu Hıristiyanlığı'nın merkezi haline gelmiştir. Tarihsel süreç içinde, Yahudi kökenli Hıristiyanlar ile putperest kökenli Hıristiyanlar arasında bazı görüş farklılıklarının ve anlaşmazlıkların belirdiği görülmektedir. Bu anlaşmazlıkların temelinde Yahudi kökenli Hıristiyanların, putperest kökenli birinin Vaftiz olabilmesine ilişkin görüşleri yatmaktaydı.

Onlara göre, putperest birisinin Vaftiz olabilmesi için Musa Yasası'nı tamamlaması; yani sünnet olması gerekiyordu. Bu meseleden kaynaklanan sürtüşmelerin ve anlaşmazlıkların son bulması amacıyla M.S. 51 yılında Kudüs'te Hıristiyan dünyasının ilk "Konsil"i toplandı. Bu Konsil'in toplanabilmesi için Aziz Barnaba ve Pavlus özel bir çaba ve emek sarfettiler.

Elçi Mor Yakup'un başkanlığında bir araya gelen Konsil, putperest kökenlilerin vaftiz olabilmeleri için sünnet olmalarının şart olmadığına yönelik karar almıştır. Bu karar putperest kökenli Hıristiyanların Musa töresinden kurtulmalarını sağlamıştır. Konsilde bunun yanı sıra Antakya Kilisesi'nin güçlendirilmesine ilişkin bir takım kararlar daha alınmıştır. Bu kararlardan en önemlileri Mor Pavlus ve Aziz Barnaba'yla birlikte Yahuda ve Silasi'nin da Antakya'ya yollanması, Putperest kökenli olanlara yönelik olarak kendilerinin de putperest iken alıştıkları put kurbanlarından, kandan, boğulmuş olandan ve zinadan şiddetle kaçınmalarıdır.

Antakya Kilisesi "Ana Kilise" unvanına sahip olduktan sonra İsa'nın ismini yaymaya yönelik bütün misyon çalışmaları bu merkez tarafından yönetilmeye ve yürütülmeye başlandı. Bundan dolayı Mor Petrus misyon çalışmalarına başka yerlerde devam etmek üzere Antakya'dan ayrıldı. Ayrılışı sırasında Mor Pavlus'un da yardımı ile Mor Afudius'u putperest kökenli Hıristiyanlara; Mor İğnatius Nurani'yi de Yahudi kökenli Hıristiyanlara dinsel yönetici -Episkopos- olarak atadı. Ancak Mor Afudius M.S. 68 yılında Roma İmparatoru Neron tarafından öldürüldü. Bu olay neticesinde her iki kökenden gelen Hıristiyanlar, Kutsal Ruh'un bağıyla Mor İğnatius Nurani'nin başkanlığında birleşti. Bu birleşme, o tarihten itibaren Antakya Kilisesi'nin "Genel Kilise" unvanını almasına vesile oldu.

Mor İğnatius Nurani'nin başkanlık yaptığı dönemde özellikle Suriye, Lübnan ve Anadolu topraklarında yürütülen misyon çalışmaları bir ivme kazanmış ve kısa sürede bu coğrafyada Hıristiyan bireylerin sayısı gözle görülür bir biçimde artmıştır. Ancak Kilise'nin bu derece güçlenmesi Roma İmparatoru'nun kaygılarını artırdığı için dönem dönem çalışmalarda aksaklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de Antakya Kilisesi uygun zemin bulduğu sürece İncil'in yaşam verici öğretilerini yaymayı amaçlayan misyon çalışmalarını devam ettirmiştir. Tüm bu süreç boyunca yürütülen sistemli ve bilinçli çalışmalar, Antakya Kilisesi'nin Genel Başkanı Mor İğnatius Nurani'nin bölgedeki en büyük dinsel lider olmasını ve hakimiyeti eline geçirmesini sağlamıştır. Bu andan itibaren İğnatius Nurani'nin "Suriye Episkoposu" unvanını kullanmaya başladığı görülmektedir.

Aynı dönemde Sur, Sayda, Kayseri, Beyrut, Cubeyil, Efes, Kapadokya, Bergama, Sardiş ve Leodikiya şehirlerinin her biri 2. Yüzyılın sonlarında "Episkoposluk" statüsünü kazanmışlardır. Tüm bu merkezler M.S. 5. Yüzyıla kadar yönetim açısından Antakya Süryani Kilisesi'ne bağlıydılar. Bu gelişmelerin paralelinde dönemin dikkat çeken diğer özelliği de Mezopotamya'da yürütülen misyon çalışmalarının kaydettiği aşamadır. Bu bölgede henüz 3.yüzyılın ilk çeyreğinde; yani yaklaşık 200 yıl gibi kısa bir sürede tam yirmi Episkoposluk Merkezi kurulduğu görülmektedir. Bu merkezlerin en önemlileri, Bethzabday (İdil), Hilvan, Sincap, Katar, Kerkük, Keşker, Basra, Erbil, Urhoy (Urfa), Amid (Diyarbakır), Nsibin (Nusaybin) ve Bethgarmay'dır.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #39
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Taoculuk

Taoculuk, Çin kökenli başlıca iki dinsel felsefi sistemden biridir. Konfiçyüsilikle birlikte 2000 yıldan fazla Çin'de yaşamın her alanını biçimlendirmiş, Çin kültürünün ulaştığı Kore, Japonya ve Vietnam gibi başka Asya ülkelerinde de etkileri görülmüştür.

Resmi, pragmatik Konfiçyüsçü gelenekten farklı olarak doğaya uygun davranışı, kendiliğindenliği, mistik ve metafizik yaşantıyı, yönetimde müdahaleden kaçınmayı ve toplumsal yaşamda ilkelliği savunan bir düşünce ve inanç sistemidir. Çin toplumunda Konfiçyüsçülüğün dengeleyecisi ve tamamlayıcısıdır.

Çin geleneğinin bütünü içinde Konfiçyüsçülük, bir ahlaki ve siyasal sistemin yaratılmasıyla, Taoculuk ise daha kişisel ve metafizik konularla ilgilidir. Çin felsefesinin temel özelliklerinden olan insanla evren arasındaki karşılıklılık, Taoculuk'ta çok önemli bir yer tutar. İnsan küçük bir evrendir ve bedeninde evrenin düzenini yaratır; insanı anlayan evrenin yapısını da anlar.

Dinsel Taoculuk'ta insan bedeninin Taoculuk'ta insan bedeninin evrendeki bütün tanrıları barındırdığına, tanrısal öğretmenini Çin'in kutsal dağlarında arayan Taocu üstadın, sonunda onu kendi kafasındaki 'saraylar'da bulunduğuna inananılır. İnsanoğluyla doğal düzenin birliği inancı, açıklanamayan büyülü bir duygudan kaynaklanır; bu birliği kavramanın yolu da meditasyondur. Dinsel Taoculuk'ta ölümsüzlüğe ulaşmak için meditasyonun yanı sıra yiyecek sınırlamalarına, nefes kontroluna, cinsel disipline, simya ve tılsımlara da başvurulur.
sudeniz - avatarı
sudeniz
Ziyaretçi
19 Eylül 2007       Mesaj #40
sudeniz - avatarı
Ziyaretçi

Teizm

Bu anlayışa göre Tanrı yaratıcıdır, oluşun kaynağı ve koruyucusudur. Tanrı güç, gerçeklik ve değer bakımından en yüksek varlıktır. Ezeli ve ebedi olan salt akıl ve iyilik olan yüce bir iradedir. Teistler Tanrı'nın varlığını bazı kanıtlarla temellendirmeye çalışmışlardır.

Ontolojik Kanıt

Tanrı kavramından Tanrı'nın varlığını çıkartmaktır. Bu kanıtlama, Ortaçağ'da St. Anselmus ve Yeniçağ'da Descartes tarafından geliştirilmiştir.

Hudus (Varlığın ortaya çıkması) Kanıtı

Sonradan meydana gelen her şey, mantıken onu meydana getiren bir varlığa muhtaçtır. Evren de zaman içinde sonradan meydana geldiğine göre, onu meydana getiren varlık Tanrı'dır. Bu kanıt, ilk olarak İslâm Felsefesi'nde kelamcılar (kelam, İslâm Felsefesi'nde Tanrı'nın varlığını ve birliğini akıl ve mantık yoluyla kanıtlamak isteyen görüştür.) kullanmıştır.

Erdem Kanıtı

Bu kanıtı St. Thomas kullanmıştır. Bu kanıtlamaya göre, Evren'de var olanların bir mükemmellik sıralaması vardır. Bu sıralamanın en üst katında bulunan, her şeyin en mükemmeli olan Tanrı'dır.

Ahlâki Kanıt

İnsan iyilik yapmaya, kötülüklerden kaçınmaya eğilimlidir. Bu bir ahlâk yasasıdır. Bu yasa öğrenilmemiştir; özümüzde, vicdanımızda hazır olarak bulunur. Bunu insana kazandıran Tanrı'dır.

Teistler, Tanrı'nın varlığını nedensel olarak kanıtlamak isterler. Her bir şeyin bir nedeni vardır. Her bir neden, başka bir nedenin sonucudur. Bu nedensellik zincirini sonsuza kadar götürmek, insan aklı için mümkün olmadığından, kendisi sonuç olmayan nedende durulur. İşte, teizme göre ilk neden Tanrı'dır.

Benzer Konular

8 Mart 2018 / Misafir Biyoloji
31 Ağustos 2012 / Misafir Coğrafya
21 Ocak 2007 / Misafir Taslak Konular