Arama

Ekonomi (İktisat) Nedir?

Güncelleme: 1 Eylül 2018 Gösterim: 139.502 Cevap: 12
kompetankedi - avatarı
kompetankedi
VIP Bir Dünyalı
7 Ekim 2006       Mesaj #1
kompetankedi - avatarı
VIP Bir Dünyalı

Ekonomi (İktisat)

Ad:  1.jpg
Gösterim: 1433
Boyut:  20.7 KB

Klasik Yunan’da, iktisat sözcüğünün karşılığı olan "ekonomi” sözcüğünün en yaygın anlamı bir evin mal varlığını yönetme sanatıydı. Yunan filozoflarında, ekonomi bir davranış biçimini ya da bir eylem kuralını belirtir. Bu gibi etkinlikleri ve kuralları anlatmak için yalnızca eski Yunanlıların bir sözcük ortaya çıkarmak gereksinimini duymuş olduklarını belirtmek gerekir. Öte yandan, oikonomia ve oikonomos (yönetilecek bir anavarlığın ekonomisi) yunan dilinde görece geç ortaya çıkmış sözcüklerdir, bu sözcüklere ne Homeros'ta, ne Hesiodos'ta, ne de Thukydides’te rastlanır. Gerçekte, ekonomi öncelikle o dönemde başlıca servet olan tarımla ilgilidir.
Sponsorlu Bağlantılar

Politik iktisat mı, iktisat bilimi mi?


Yüzyıllarca sonra tüccarların ve gemicilerin etkinliğiyle iktisadi etkinliğin genişlemesi üzerine, ekonomi, değişimlerle ve bugün piyasa ekonomisi dediğimiz ve bir sitenin anavarlığının iyi yönetilmesini sağlamak amacını güden şeyle de ilgilenmeye başladı. işte bu anlamda, Antoine de Montchrestien, 1615’e doğru, fransız kralına ve ana kraliçesine armağan ettiği bir yapıtın başlığı olarak ilk kez “ekonomi politik" (politik iktisat) deyimini kullandı. Montchrestien bir öğütler derlemesi olan bu kitabında, kralı "sitenin anavarlığını yönetmek" konusunda bu öğütlerden esinlenmeye çağırıyordu. Böylece, "politik iktisat" deyimi, krallık ülkesinin zenginleşmesini, dolayısıyla güçlenmesini kolaylaştırmayı amaçlayan bir pratik davranış kuralları bütünü anlamına geliyordu. Böylece yapıt açıklayıcı olmaktan çok, kural koyucu bir nitelik taşımakta ve politik iktisat burada, bugün "iktisadi politika” denilen şeye yaklaşmaktaydı.

Daha sonra, “özel iktisat" ile "kamu iktisadı” arasında bir ayrım yapmak gereği ortaya çıktı. Devletin iktisadi yaşama müdahalesinin artması bu ayrımı temel bir ayrım durumuna getirdi. Özel iktisat özel kişilerin ve özel kuruluşların davranışını inceler. Kamu iktisadıysa kitle gücünün müdahalesinin nedenlerini, sonuçlarını ve mekanizmalarını çözümlemekle kalmaz, devletin neden özel kesim dışındaki etkinliklerin yönetimini kendi üzerine almak zorunda kaldığını da açıklamaya çalışır. Bu biçimde anlaşılan kamu iktisadı, "mali iktisat" denen ve devlet harcamalarıyla vergilerin neden ve sonuçlarını inceleyen bilimin de yerini almıştır. Daha geniş bir kapsamda, kamu iktisadı, kamu toplulukları harcamalarının sürekli olarak artması karşısında, bu harcamaların ille de devlet tarafından mı, yoksa başka kamu iktisadi birimlerince mi finanse edilmesi gerektiğini araştırır.

Öte yandan, "politik iktisat" deyimi iktisadi olaylarla ilgili iki düşünce biçimi arasında temelli bir ayrım yapmaya elverişli bir deyim değildir. Bu iki düşünce biçiminden biri, gerçeği olabildiğince nesnel ya da bilimsel bir biçimde anlatıp açıklamaya çalışır, öteki ise bazı ahlaki ya da kuramsal ölçütlere başvurarak, aynı gerçek hakkında bir değer yargısı getirir ve bu ölçütlerden esinlenerek belli bir davranış biçimini öğütler. Bu durumda, iktisadi sorunların bilimsel bir biçimde ele alınıp incelenebileceğini belirtmek amacıyla iktisat bilimineden (bazen de çoğul olarak iktisadi bilimler'den), iktisadi çözümlemeden ya da yalnızca iktisat'ian söz edilir. Böylece, gündelik dilde “politik iktisat” (ya da "ekonomi politik") deyimi hâlâ kullanılmakta olsa bile, bu yalnızca bilimin normatif yönünü, nesnel çözümlemenin ardından mutlaka siyasi bir seçimin gelmesi gereğini vurgulamak içindir.

Mikro iktisat ve makro iktisat


iktisadın kıtlığa tepki gösteren insanların (iktisadi birimler) davranışlarını incelemeyi konu aldığı ölçüde, başka bazı ayrımlar da ileri sürülmüştür. Bunlardan ilki mikro iktisat ve makro iktisat karşıtlığıdır. Mikro iktisat ya da mikro iktisat çözümlemesi belirtici değer taşıdığı kabul edilen özel bir olayı inceler. Gerçekten de, burada temel olarak bireysel nitelikli olaylar göz önüne alınır. Örneğin bir bireyin davranışı (arz ya da talep konusunda), bir malın piyasa fiyatı, bir girişimin işleyişi incelenir. Öyleyse çözümlemenin temeli ekonomik topluluğu oluşturan en küçük hücre olarak niteleyebileceğimiz şey, yani somut' öznedir. Birimlerden birinin bu incelenişinden, bütün için geçerli sayılan kurallar çıkarılır. Mikro iktisat çözümlemesinin en belirgin örneği marjinalist okulun çözümlemesidir. (MARJİNALİZM.)

Makro iktisat ise, iktisadi bütünler (bunların öğelerine ayrılması da olanaklıdır) arasındaki ilişkileri inceler, bu ilişkileri iktisadi birim gruplarının, tüketicilerin, üreticilerin, yatırımcıların, devletin davranışıyla açıklar. Bu çözümleme, tasarruf ve yatırım gibi global büyüklükler üzerinde duran Keynes'in çalışmalarıyla oldukça geniş yankılar uyandırmıştır.

Salt iktisat, uygulamalı iktisat


Bu ayrım, iktisatçılara göre, tümdengelimle tümevarım arasındaki karşıtlığı yansıtmaktaydı.
Tümdengelime! yöntemin yandaşları, birtakım varsayımlar belirledikten sonra, bir varsayımdan kalkarak, mantıksal bir usavarım dizisi izleyerek sonuçlar çıkarmaya çalışırlar. Bu yöntem, bir ön soyutlamaya (genel kavramlara başvurma) ve kavramlar arasındaki ilişkiler hakkında varsayımlar belirlemeye dayanır: örneğin enflasyonu ücretlerle fiyatlar arasındaki ilişkilerle açıklamak gibi. Bu durumda, salt iktisat, iktisadi birimlerin davranışlarının basitleştirilmesiyle sonuçlanır, birtakım biçimsel kavramlara dayanarak ve ölçülmesi olanaksız psikolojik etkenleri gözardı eden mekanik açıklamalara varabilir.
Uygulamalı iktisat ise, tersine, tümevarıma ve tarihsel bir yol izleyerek, bulguların gözlemlenmesinden genel önermelere varmaya ve belli bir sorunu çözmeye yönelik çözümleri bulup çıkarmaya yönelir.

Matematiksel iktisadın, ekonometrinin ve modeller yönteminin gelişmesiyle, salt iktisat ile uygulamalı iktisat arasındaki bu karşıtlık bir ölçüde aşılmış görünmektedir: gerçekten de, başlangıçta kavramsal bir şemaya dayanmadan olguları gözlemleme olanağı olmadığı gibi, gerçekle sınanmamış varsayımlar ileri sürmek de olanaklı değildir: demek ki, iki yöntem birleştirilmelidir.

Başka ayrımlar, iktisadi çözümlemede uzmanlaşmalar ya da çeşitlenmeler arttıkça, başka sınıflandırmalar da önerilmiştir. Örneğin, iktisadi olayları tutarlı bir biçimde açıklamak için ileri sürülen yorumların tümünü uluslararası iktisat’ı, gelişme iktisadı'nı, matematiksel iktisat, iktisadi düşünce tarihi'ni, iktisat tarihi'ni, ekonometri'yi, vb. kapsayan iktisat kuramı öne sürülmüştür.

iktisat yasaları


iktisat yasaları, çoğu kez, iktisat alanı dışındaki birtakım olayların müdahalesi ya da ortaya çıkmasıyla engellenebilecek ya da değişebilecek bazı eğilimleri belirtir. Ancak, iktisadi olayların doğası, zorunlu ilişkiler'in varlığını gerektirir Gerçekten de, bütün iktisadi olaylar birbirlerine bağlıdır, öyle ki, iktisadi etkinlik gerek insanların kendi aralarında, gerekse insanlarla iktisadi mallar arasında bir dizi ilişki olarak ortaya çıkar.

iktisadi sorunun verileri (bir yanda, giderilecek gereksinimler, öte yanda bunların giderilmesinde yararlanılan mal ve hizmetler) derin değişikliklere uğrarlar, bu değişiklikler, zaman içinde ele alınınca, iktisadi yaşama köklü bir istikrarsızlık özelliği verir. Bu yüzden, başlangıçtaki statik iktisat anlayışına, bir de dinamik iktisat anlayışı (ya da ideal amacı iktisadi olayları önceden kestirmek olan, konjonktör bilimi) katmak durumunda kalınmıştır. Gerçeğin daha iyi bilinmesiyle elden geldiğince bilimsel bir biçimde yapılan bir çözümlemeden ve durum saptamasından kalkarak, tutarlı bir iktisat siyaseti oluşturulabilir.

iktisadi olaylar tarihi


iktisadi sorunları çözmek için insanlar bir örgüt geliştirir, kurumlar oluşturur ve aralarında belirli bir ilişkiler bütünü kurarlar. Bu bütün, iktisadi sistem denilen şeyi ya da iktisadi etkinliğin düzenlenme biçimini oluşturur.
Uzun yüzyıllar boyunca, egemen iktisadi düzenlenme biçimi kapalı aile sistemi oldu. Bu sistemde ev topluluğu temel toplumsal birim olarak baş rolü oynuyordu.
Bu sistem yerini yavaş yavaş yeni bir iktisadi düzenlenme biçimine, bir güç odağı şatonun çevresinde yerleşmiş, kapalı ekonomi halinde yaşayan bir topluluğa dayalı feodal ekonomi'ye bıraktı. (DEREBEYLİK.)

Kentlerin gelişmesi, oldukça kesin kurallarla yönetilen ve malların imal ve satışını çoğunlukla sıkı bir denetime tabi tutan meslek loncaları kent iktisadıyla birlikte gelişirken, feodal düzen de yavaş yavaş gerileyerek yerini ulusal diye nitelendirilen yeni bir iktisadi düzenlemeye bıraktı. Bu ulusal iktisadın özellikleri, krallık güçlerinin iktisadi alana gittikçe daha çok müdahale etmesi, sınai ve ticari etkinliklerin gelişmesi, evlerde ücretli imalat karşısında bağımsız zanaatkârlığın gittikçe gerilemesiydi. XVIII. yy.’ın ikinci yarısından sonra, demir ve dokuma sanayisinde yeni tekniklerin ortaya çıkması ve buhar makinesinin bulunması ile başlayan sanayi devrimi yerleşik durumu yeniden değişikliğe uğrattı: ev atölyesinin yerini fabrika, zanaatkârın yerini ücretli fabrika işçisi aldı.

Sanayi devrimi, ayrıca, sınai ve ticari etkinlik dallarında çok büyük bir gelişmeye yol açarak bazı ülkelerde (İngiltere), geleneksel tarım çalışmalarını tümüyle ortadan kaldırdı. Merkantilist ve korporatif düzenlemeler bırakıldı ve bunun kalıntıları üzerinde yeni bir hukuk düzeni kuruldu. Büyük ölçüde eski Roma hukukundan esinlenen bu yeni hukuk, mirasla geçen özel mülkiyeti mutlak bir hak olarak tanıyor, iktisadi alanda bireylerin tümüyle özgür olduklarını (işçiler için dernek kurma özgürlüğü dışında) kabul ediyordu. Bu hukuksal bireyciliğin yeni sanayi tekniği ile birleşmesi, iktisadi yaşamın kapitalist düzenlenme biçimini büyük ölçüde geliştirdi. (KAPİTALİZM.)

Şu var ki, kapitalist model iktisadi etkinliğin bütün kesimlerine aynı başarıyla giremedi, ayrıca, çeşitli ülkelerin değişik yapılarına göre, eski (kapitalizm öncesi) düzenlenme biçimleri, bu etkinliğin (köy ekonomisi ve zanaatkârlık) teknik ve hukuksal çerçevesi yıkılmış olmasına karşın, varlığını sürdürdü. Bundan başka, kapitalist sistemin kendisi de sürekli olarak değilse de belirli bazı etkinlik alanlarında, büyük işletmelerin, küçüklere göre üretimi daha ucuza mal edebilmeleri, merkezileşme denilen olayın gelişmesine yol açtı. Bu durum, büyük teknik ve iktisadi birimlerin daha küçük boyutlu işletmeler üzerindeki zaferini gösteriyordu. Böylece, rekabet'in yerini tekel almaya başladı: o zamana kadar birbirleriyle mücadele eden üreticiler, özellikle sayıları az olduğu zaman, aralarındaki mücadeleye son veren anlaşmalara kolayca varabiliyorlardı.

Ûte yandan, gittikçe kalabalıklaşan bir işçi sınıfının ortaya çıkması ve yeni rejimin bu sınıfa sefil bir yaşamdan başka bir şey sağlamaması, kolektif bir eylemin gelişmesine yol açtı, bu eylem de en sonunda kendine uygun hukuksal çerçeveyi sendikacılıkta buldu. Bundan başka, “kapitalist" ekonominin, görece düzenli aralıklarla ortaya çıkan az ya da çok şiddetli bunalımlarla birçok kez sarsıntıya uğraması, bu sistemin sağlamlığı ve otomatik olarak denge kurabilme olanakları hakkında kuşkuların doğmasına yol açtı.

Yapısı nedeniyle, hatta zorunlu olarak enternasyonalist ve yayılmacı olan liberal kapitalizm, XIX. yy.'ın ikinci yarısında ulusçu ve emperyalist temele dayanan siyasi eğilimlerle karşılaştı. Bir ölçüde kendi iç gereklerinden doğmasına karşın, bu eğilimler, kapitalizmin gelişmesini baltalayacak yönde rol oynadı. Klasik iktisatçılar tarafından uzun uzun incelenip övülen liberal iktisat sistemi bütün bu olguların ortak baskısı sonucunda büyük ölçüde değişikliğe uğradı. Bundan başka, yeryüzünün önemli bir bölümünü kaplayan topraklar üzerinde 1917‘den sonra, bir iktisadi sistemin otoriter nitelikli kuruluş denemesi başladı. Bu sistem, her durumda, temel iktisat yasalarının gereklerine uymak zorunda olsa bile, kapitalizmin değişik bir biçimi olarak kabul edilemez. Bu tip merkezileştirilmiş ekonomi, kapitalizmin ölçülerinden köklü bir biçimde farklı birtakım ölçülere göre işlemektedir.

Başka birçok ülkelerde iktisadi etkinlik büyük çapta devletin denetimine, hatta yönetimine bağlı kılınmış bulunmaktadır. Öyle ki bu ülkelerde bireyler özgürce girişimde bulunabilmekle birlikte, bunu yaparken hiç değilse ilke olarak az çok tutarlı bir hukuksal yapıya uymak zorundadırlar, ya da ulusallaştırma adı verilen ve ekonominin anahtar kesimlerini, özellikle de kredi kesimini içine alan bazı önlemlerle devlet, daha önce özel işletmeler tarafından yapılan bazı işleri doğrudan kendisi yapmaya başlar ya da para politikası ve kamu harcamaları yoluyla gerek zorunluluktan, gerek kendi isteğiyle, tümüyle tarafsız bir tutum içinde bulunmaktan vazgeçer. Böylece yavaş yavaş, kapitalizm biri kamu kesimi, biri özel kesim olmak üzere iki kesimli bir ekonomi tipine doğru gelişmektedir Bu iki kesim etkinliğinin bağdaştırılması iktisadi siyasetin oluşturulmasına çeşitli iktisadi birimleri (bireyler, gruplar, topluluklar, devlet) ortak eden demokratik bir iktisadi yönetim çerçevesi içinde gerçekleşebilir. Bu düzenleme, iktisadi birimlerin sorumluluklara tam anlamıyla katılmalarını, devletin de iktisadi gelişme konusunda tutarlı ve uzun vadeli bir anlayışı benimsemesini gerekli kılar.

iktisadi düşünceler tarihi

DEVAMI Ekonomi Tarihi (İktisat Tarihi)
Antikçağ'da, filozoflar, yazılarında özellikle siyasal kurumlan ele almışlar, buna karşılık iktisadi olgularla pek az ilgilenmişlerdir. Bununla birlikte, işbölümünden, özel mülkiyetten, devletin müdahalesinden söz etmişlerdir. Bu arada, Roma hukuk kurumlan bireysel mülkiyet, sözleşme özgürlüğü, daha sonraki dönemlerde, kapitalizmin gelişip serpilmesi için sağlam bir temel sağlayacaktır.

Kaynak: Büyük Larousse

Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2017 19:47
karayel - avatarı
karayel
Ziyaretçi
13 Şubat 2007       Mesaj #2
karayel - avatarı
Ziyaretçi

ölçek iktisadı


içsel ölçek iktisadı, işletme boyutlarının büyümesiyle, işgücünün daha fazla uzmanlaşmasının, ileri teknik kullanılmasının, alış ve satışların daha akılcı örgütlenmesinin bir sonucudur, içsel iktisat, bir firmanın büyümesine doğrudan bağlıdır ye maliyet fiyatında bir azalmaya yol açar. İçsel iktisat, özellikle bir işletmenin büyük boyutlu olmasıyla elde ettiği üstün pazarlık gücünden doğar, örneğin, işletmenin verdiği mal siparişlerinin büyük olması daha elverişli fiyat koşulları elde etmesini sağlar.
Sponsorlu Bağlantılar

Ölçek iktisadı işletmenin boyutlarıyla birlikte sonsuzca artmaz, belli bir boyuttan sonra eksi iktisat ya da dev firmaların eşgüdüm ve yönetim güçlüklerinden doğan ölçek zararları görülebilir.

işletmelerden başka iktisadi birimlerde de ölçek iktisadına rastlanır Nitekim, kentlerin optimal boyutları hakkındaki araştırmalar bazı hizmet tipleri için kentte nüfus başına düşen harcamalarla, yerleşim yerlerinin boyutları arasındaki ilişkileri saptamaya çalışır (gerçekte, belediye hizmetlerinin maliyetlerindeki eşitsizlikler boyuttan başka etmenlerle açıklanır: kentlerin yoğunluk ve büyüme derecesi, idari hizmetlerin yönetimindeki etkinlik, personelin etkinliğini denetleme olanağı vb.).

kamu iktisadı


Kamu harcamalarının son derece artması karşısında, iktisat kuramcıları, 1965’ten bu yana, devletin neden böyle bir etkinliği üstlenmek zorunda kaldığını, ve bununla ilgili görevleri yerine getirmek için özel kesimden çekilen kaynakların ne büyüklükte olduğunu soruşturmaya başladılar. Sorunun özü, ulusun yararlanılabilir kaynaklarının özel kesimle kamu kesimine tahsisinin tüketicilerin gereksinimleri bakımından optimal olup olmadığıdır. Ülke kaynakları üzerinden kamu için alınan pay, ülkeden ülkeye büyük ölçüde değişmektedir: eğitim harcamaları özel kesime ya da kamu kesimine bağlanabileceği için, ülkeler arasında hiçbir biçimde karşılaştırılamaz. Oysa kamu harcamaları çoğu kez siyasi ölçülere göre kararlaştırılmaktadır.
R. A, Musgrave'ın bir sınıflandırmasına uyularak, salt betimsel olmak üzere, devletin iktisat alanına müdahalesi, işlevlerine göre üçe ayrılabilir: kaynakların çeşitli üretici etkinliklere ya da tüketime tahsisi işlevi; yeniden bölüştürme işlevi (birçok devlet etkinlikleri, iktisadi birimlerin mal varlıklarını ve gelirlerini etkiler); düzenleme işlevi (iktisadi gelişmenin denetlenmesi ve kimi zararlı etkileri düzeltilmek istenmesi durumunda).

Özellikle, Samuelson gibi bazı amerikan yazarlarınca savunulan bir anlayışa göre, devlet, bireylerin amaçlarına erişmek için kullandıkları basit bir araçtır. Bu yüzden, bu yaklaşıma "bireyci" yaklaşım ya da değişim kuramı adı verilir. Gerçekten de, bu kuramın yandaşları için, devletin kendi başına bir varlığı yoktur, bireylerin davranışlarının bir yansımasından başka bir şey değildir.

Devlet çerçevesinde alınan iktisadi kararlar gerçekte hiç de devletin tutumuna dayanan kararlar değildir, tıpkı piyasa çerçevesi içinde alınan kararların piyasadan kaynaklanmadıkları gibi. Siyasi karar süreçleri piyasada olduğu gibi bireysel seçimlerin ortaya çıkmasını sağlamaya yönelik teknik araçlardan başka bir şey değildir Böylece, bireyci yaklaşım, geleneksel iktisat kuramının temel varsayımını, yani iktisadi etkinliğin başında ve sonunda yer alan tüketicinin egemenliğini bir kez daha doğrular, iktisadi etkinliğin konusu, gereksinimlerin tatminidir ve bu tatminin gerçekleşmesi, bireylerin özgür seçimine dayanır; bireylerin özgür seçimi ise, onların kişisel tercihlerine göre dile gelir. Ama, bu gereksinimlerin tatmini için zorunlu olan bazı mallar, piyasa mekanizması çerçevesi içinde etkili bir biçimde üretilemez: o zaman, bu kolektif malların üretimini kolaylaştırmak ya da sağlamak için devletin müdahalesi zorunlu olur ve bireylerin bazı gereksinimlerinin toplu tatmini konusunda ortaya koydukları istence dayanır Böylece devletin tek tek üyelerinin amaçları dışında amaçları yoktur ve hiçbir biçimde özerk bir karar birimi oluşturmaz. Onun kararları gerçekte bireylerin toplu kararlarından başka bir şey değildir. Mali otoriteler, yalnızca bazı toplu amaçların gerçekleşmesini sağlayan bir kanaldır, Böyle bir açıdan bakıldığında, kamu gücünün, tüketicilerin, değişim mekanizmaları aracılığıyla elde edemedikleri mal ve hizmetleri sağlamakla kaldığı düşünülebilir. Bu durumda, kamu iktisadının alanı, "kolektif mallar”ın incelenmesi olur.

"Global” denilen ikinci bir anlayışsa devleti, kendi amaçlarına göre hareket eden bağımsız bir iktisadi birim olarak görür Bu görüş kimi avrupalı yazarlar (özellikle Alaın Barrâre) tarafından savunulmaktadır Bu yazarlar, tüketicinin egemenliği varsayımını eleştirirler. Gerçekten, Schumpeter'in de söylediği gibi, günlük yaşamın en sıradan davranışlarında bile, tüketiciler iktisat kitaplarına uygun davranmazlar: kitlesel üretim, reklamın rolü, bu varsayımın, dolayısıyla bireysel yaklaşımın geçerliliğini azaltmış görünmektedir. Devlet organik bir bütün olarak anlaşılan toplum adına davranan tek bir karar birimi olarak görülmelidir. Devlet yalnızca kimi gereksinimlerin toplu tatmin aracı değil gerçek bir iktisadi birimdir. Devletin, kendi öz amaçları bulunan bir iktisadi özne olarak tanınması, bir eylem "eşiği"nin aşılmasına bağlıdır, bu eylem eşiğinin ötesinde, kamu güçleri, ekonominin genel bütününe karşı duyarlı duruma gelirler. Bu biçimde anlaşılan devlet, kârlarını en yükseğe çıkarıp, zararlarını en aza indirmeye çalışacaktır (ama toplumsal bakımdan değerlendirilen kâr ve zararlarını). Devletin amacı, kendi gereksinimlerinin tatmini değil, toplumun gereksinimlerinin tatminidir. Bireyci yaklaşımdan farklı olarak, devlet tarafından üretilmesi gereken kamusal malların seçimi tıpkı gelirlerin yeniden dağılımıyla ilgili kararlar gibi siyasal bir karar sonucudur.

Kaynak: Büyük Larousse

Son düzenleyen Safi; 12 Ağustos 2017 23:33
Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
24 Eylül 2008       Mesaj #3
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Ekonomi
Ekonomi, insanların yarattığı değerlerin ve ülkelerin zenginliklerinin nasıl ortaya çıktığı­nı; bunların nasıl bölüşüldüğünü inceleyen bir toplum bilimidir.

Fiyatların neden inip çıktığı, neden bazı firmaların ötekilerden daha fazla kâr ettiği, bir hükümetin hangi vergileri toplayacağına nasıl karar verdiği ekonomi alanında ortaya çıkan bazı soru türleridir. Bu soruları yanıtla­maya çalışan ekonomi bilimiyle uğraşan kişi­lere iktisatçı adı verilir.

Hemen hemen herkes çocukluk dönemin­den başlayarak her istediği şeye sahip olama­yacağını, istekleri arasında bir seçim yapması gerektiğini öğrenir. Benzer bir biçimde çok zengin bir sanat koleksiyoncusu da dünyadaki bütün değerli tabloları satın alamayacağını bilir. İşte iktisatçılar insanların sınırsız oldu­ğunu varsaydıktan isteklerini sınırlı gelirleriy le nasıl karşıladıklarıyla; yaptıkları seçimler için ne kadar çalışmaya ve para harcamaya hazır olduklarıyla ilgilenir.

Ekonomi biliminde insanların satın aldıkla­rı şeyler mallar ve hizmetler olarak iki bölüme ayrılır. Mallar ekmek, araba gibi nesnelerdir. Hizmetler ise bankacılık, sigorta ve televiz­yon programları gibi hizmetlerdir. Bu mal ve hizmetleri satın alan kişilere tüketici denir.Mal ve hizmet yaratma süreci üretim olarak adlandırılır. Buğday üreten çiftçi de, öykü yazarı da üretim sürecinde yer alır.

Üretimde kullanılan ve üretim güçleri ola­rak bilinen üç temel öğe vardır. Üretimin temel öğelerinden biri işgücüdür. İnsanlar işgüçlerini kullanmazlarsa hiçbir üretim ol­maz. İkinci ana öğe, doğal üretim gücü olarak da tanımlanan topraktır. Toprak hem tarım­sal üretim, hem de kentleşme ve sanayi için gereklidir. Ekonomide toprak kavramı aynı zamanda petrol, madenler ve öteki hammad­deler gibi doğal kaynakları da içerir. Üretimin üçüncü öğesi sermayedir. Sermaye üretimde kullanılan makine, fabrika gibi malvarlıkları­nı ve üretimi gerçekleştirmek için gerekli olan parayı içerir.

Yalnızca işgüçlerini satarak üretime katkı­da bulunanların gelirine "ücret" ya da "ma­aş"; topraklarını kiraya verenlerin gelirine "rant" ya da "kira"; sermaye sahiplerinin gelirine de "kâr" denir. Sermaye sahipleri kârlarının bir bölümünü, daha çok üretebil­mek için yeni makine ya da fabrika almaya yatırırlar (bak. yatırım). Mal ve hizmet üreten firma ya da şirketler sanayi olarak bilinen grup içinde toplanır. Otomobil, giyim, ilaç gibi mal üreten sanayi­lere yapım sanayileri; bankacılık, turizm gibi hizmet veren sanayilere ise hizmet sanayileri denir.

Mikroekonomi

Ekonomi biliminin mikroekonomi bölümü tüketicilerin ve firmaların davranış biçimlerini inceler. Tüketicilerin gelirlerini var olan mal ve hizmetler arasında nasıl bölüştürdüğünü araştırır. Firmalar hangi malı üreteceklerine karar verirken, tüketicilerin o malı hangi fiyattan, ne kadar istedikleri önemlidir. Bir malın fiyatı düştükçe o mala olan talep artar.

Ama düşük fiyatla fazla üretim her zaman firmanın en kârlı olduğu duruma karşı gelme­yebilir. Bu yüzden firmalar en çok kâr elde edecekleri üretim miktarını ve fiyatını belirle­meye çalışır. Bunu yaparken de o malı üreten firma sayısı göz önünde bulundurulur. Eğer bir malı çok sayıda küçük işletme üretiyorsa "rekabetçi" bir piyasa var demektir ve tek tek firmalar ürettikleri malın fiyatını değiştiremez. Ama eğer bir mal bir ya da az sayıda işletmece üretiliyorsa, o zaman firmalar ürettikleri malların fiyatlarım değiştirebilir. Bu durumda rekabetçi olmayan piyasalardan söz edilir.

Bunların yanı sıra mikroekonomi ücret farklılıklarını, sendikalar ile hükümetlerin üc­retler ve çalışma koşullarını nasıl etkilediğini de açıklamaya çalışır (bak. çalışma ve işgücü; Sendika). Mikroekonomi ile ilgilenen iktisat­çılar, firmalara ürünlerini olabilecek en düşük maliyetle üretip üretmedikleri ve bunların doğru fiyattan satılıp satılmadıkları konusun­da önerilerde bulunabilirler. Bazen de bir firma için kârlılığın artışına yol açan bir davranış, toplumun zararına olabilir. Maliye­tini düşürmek için çevre kirliliğine neden olan bir firmanın davranışı buna bir örnektir.

Makroekonomi

Makroekonomi bir ülke ekonomisinin işleyi­şini bütünüyle ele alır. Ekonomik yaşamda insanlar birbirlerine bağımlı olduğu için bir kişinin harcaması, ötekinin kazancını oluştu­rur. Buna gelirin dairesel akışı denir. Daha basit bir deyişle, insanlar firmalardan mal ve hizmet satın alırlar; firmalârsa kazandıkları parayla çalışanların ücretlerini öder, öbür üretim araçlarına yatırım yaparak kazançları­nı artırmayı amaçlar.

Bir ülkenin ekonomisini açıklayabilmek için, tek tek kişilerin değil, toplumun bütünü­nün gelirini nasıl kazandığına ve harcadığına bakmak gerekir. Örneğin çok sayıda insan yerli üretim yerine, yabancı araba ya da çamaşır makinesi satın alırsa, yerli malı üre­ten firmaların kârları düşebilir ve fabrikalar kapanabilir. Kazancını yerli sanayiden sağla­yan insanlar işsiz kalabilir. Bu durum da öteki sanayileri etkiler. Başka ülkelere daha fazla para ödendiği için, bir bütün olarak ulusun zenginliği azalabilir.

İktisatçılar için bir ülkenin zenginliğinin önemli bir ölçütü ulusal gelirdir. Ulusal gelir, belirli bir dönem boyunca, genellikle bir yıl içinde, üretilen mal ve hizmetlerin parasal değeridir. Ulusal geliri düşük olan ülkeler az­gelişmiş ülkeler olarak adlandırılırken; ABD. SSCB, İngiltere ve Japonya gibi daha zengin ülkelere gelişmiş ya da sanayileşmiş ülkeler denilmektedir. Bir ülkenin zenginliğinin za­man içinde artmasına iktisadi büyüme denir.
Ekonomi biliminin kapsadığı konulardan biri de devletin ekonomik yaşamdaki rolüdür. Devletler sağlık, eğitim, ulaşım gibi alanlara yatırım yapmak için vergi toplar. Çağdaş devletin görevleri arasında vergi adaletini sağlamak, işsizliği ve enflasyonu önlemek de vardır

Ekonomik İlişkilerin Gelişimi


Kazançlarını eskiden basit üretim araçları ile sağlayan insanların ekonomik ilişkileri tekno­lojik yeniliklerle birlikte gelişti. Bütün gereksinimlerini üretmek yerine, daha iyi yapabildikleri ürünleri üretmeye başladılar. Böylece işbölümü sayesinde uzmanlaşma art­tı, çeşitli zanaatlar ortaya çıktı, ticaret gelişmeye başladı.

Daha önceleri yalnızca ülke içi gereksinim­leri karşılamak için üretim yapan küçük işyer­leri, başka ülkeler için de üretim yapan büyük sanayi kuruluşlarına dönüştü.
Toplumların gelişme süreci boyunca her ülkenin kendi içinde olduğu gibi. ülkeler arasında da bir işbölümü düzeni kuruldu. Uluslararası işbölümü de dünya ülkelerini ekonomik bakımdan birbirine bağladı.

Bugün hemen hemen bütün ülkeler birbi­riyle ticaret yapar. Uluslararası ticaret öde­melerinde döviz adı verilen yabancı paralar kullanılır. Zengin ve ekonomisi güçlü olan ülkelerin parası öbürlerine göre daha değer­lidir.

MsXLabs.org & Temel Britannica
Son düzenleyen Safi; 12 Ağustos 2017 23:34
ener - avatarı
ener
Ziyaretçi
17 Temmuz 2011       Mesaj #4
ener - avatarı
Ziyaretçi

Ekonomi Nedir?


İnsanın ve toplumun ihtiyacı olan maddelerin üretim, tüketim ve bölüşümüyle ilgili etkinliklerin tümü ve bunu inceleyen bilim. İnsan doğada tek başına yaşasaydı bile yaşayabilmek, varlığını sürdürebilmek için birtakım maddî değerlere gereksinimi olacaktı. Yiyecek-içecek, ev, yakacak, alet vb. maddeleri ya doğada olduğu gibi değiştirmeden alacak, ya az çok değiştirecek, ya da kendisi üretecekti. Fakat biliyoruz ki Robenson, yalnızca çocuk masallarında yaşayabilir. İnsan her zaman büyük ya da küçük bir toplum içinde olagelmiştir ve toplumun ürünüdür. Toplum içinde insanın gereksinimi olan maddî değerleri sağlamak içinse işbölümü zorunludur. Öte yandan insanın ve toplumun ihtiyaçları sınırsız, doğal kaynaklar ise sınırlıdır. Bu nesnel durum kişioğlunu gereksindiği maddî değerleri düşünmeye, araştırmaya, elde etmeye ya da üretmeye, üretme olayını, yol ve yöntemlerini, en uygun tüketim biçimini, toplam servetin nasıl bölüştürüleceğini saptamaya ve hesaplamaya zorlar. Ürettiğini ya da kazandığını aynı anda tüketmeyip bir bölümünü, hiç değilse ihtiyacından fazlasını geleceğe saklamasını zorunlu kılar.

Ekonomi sorunu ve bilimi böylece kendiliğinden doğar. Toplumların deneyim ve bilgi birikimi ise çağdan çağa zenginleşerek bilimsel ekonomi bilgilerini oluşturur. Bir bilim olarak iktisat 18. yüzyılda kuruldu. O gün bugündür de ekonomide üç akım süregelmiştir. Biri fizyokratlarla başlayıp "Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler" ilkesinden devlet müdahaleciliğine değin dış görünüş ve ayrıntılarda değişikliklere karşı özde aynı olan liberal/kapitalist görüş (Adam Smith, Malthus, Ricardo, Stuart Mill vb.), diğeri kökleri kooperatifçilik (Owen, Fourier, Blanc vb.) Proudhonculuğa dayanan, fakat Karl Marx ve Engels'in bilimsel sistematiğini kurduğu sosyalizm, öteki ise karma ekonomi ya da devlet kapitalizmidir. Çağımızda kapitalizm saf olarak hiçbir ülkede uygulanamamaktadır. Çünkü saf kapitalizm serbest arz-talep ilkesine dayanır. Rekabetçilik ve sınırsız kâr isteği ise sık arz-talep dengesini bozar, talepten çok arza neden olur. Bu da üretimi durdurmayı ya da yavaşlatmayı, dolayısıyla işçi sayısını azaltmayı gerektirir ve çözümsüz bir istihdam sorunu yaratır.Öte yandan kapitalist şirketlerin tekelleşmesi ve çokuluslu şirketler biçimine dönüşmesi, serbest rekabeti yok etmiştir. Sonuç olarak üretim fazlası ve istihdam sorunu kapitalist ekonominin her zaman önemli bir sorunu olmuştur.

Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi & MsXLabs.org
Son düzenleyen Safi; 12 Ağustos 2017 23:35
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
13 Ağustos 2017       Mesaj #5
Safi - avatarı
SMD MiSiM

iktisat


EKONOMİ olarak da bilinir,
servetin üretimini, bölüşümünü ve tüketimini konu alan toplumsal bilim.

İktisat bazı ana bölümlere ayrılabilir. Mikro iktisat tüketiciler, şirketler, tüccarlar ve çiftçiler gibi ekonomik birimlerin tekil davranışlarını ele alır. Makro iktisat ise bir ekonomideki gelir düzeyi, toplam çalışan sayısı ve toplam yatırım miktarı gibi büyüklükler üzerinde durur. İktisadın bir başka dalı olan kalkınma iktisadında, iktisadi etkinliğin zaman içindeki değişimi ve belli bir dönemdeki örgütlenmesi ele alınır, iktisadi gelişmeyi sürekli kılacak kurumlar incelenir. Bu bölümlerin içinde kamu mâliyesi, para ve bankacılık, uluslararası ticaret, emek, sanayi örgütlenmesi, tarımsal iktisat gibi iktisadın özel ilgi alanları yer alır, iktisadın araştırma alanları öbür toplumsal bilimlerin, özellikle de siyaset biliminin ilgi alanıyla kesişir, ama iktisat temelde malların üretimi, değişimi ve tüketimiyle ilgili sorunlar üzerinde yoğunlaşır.

Genellikle iktisadın, İskoçyalı düşünür Adam Smith’in An Inquiry into the Na- ture and Causes of the Wealth of Nations (1776; Ulusların Zenginliği, 1985) adlı yapıtını yayımlamasından sonra ayrı bilim haline geldiği kabul edilir. Bununla birlikte iktisadi olgular Smith’den önce de tartışma konusu olmuş, Eski Yunanlılar ve ortaçağ skolastik düşünürleri bu konuda önemli katkılarda bulunmuşlardır. 15. ve 18. yüzyıllar arasında, bugün merkantilizm olarak bilinen ve ekonomik milliyetçiliği temel alan öğreti yaygınlık kazandı. 18. yüzyılda Fransız fizyokratları oldukça ileri düzeyde bir iktisadi model geliştirdiler. Ama iktisat üzerine ilk kapsamlı incelemeyi kaleme alan ve sonraki kuşakların klasik iktisat okulu olarak adlandıracakları öğretiyi geliştiren A. Smith oldu. Smith, Ulusların Zenginliği adlı yapıtında, iktisadi gelişmeyi hızlandıran ya da engelleyen etkenleri ele alarak merkantilistlerin görüşlerine karşı serbest ticareti savunmuş, özgür girişim sisteminin işleyişini incelemiştir. Ona göre rekabetçi bir piyasada bireylerin fiyatlar üzerinde son derece küçük bir etkisi vardır; fiyatları veri olarak almak zorunda olduğundan yalnızca bu fiyatlarla alacağı ya da satacağı malların miktarlarını değiştirebilir.

Ama tek tek bireylerin eylemlerinin toplamı fiyatı belirler. A. Smith’in sıkça kullandığı deyimle piyasanın “görünmez eli”, bireylerin amaçlarından bağımsız bir toplumsal sonuca yol açarak piyasada dengeyi sağlar. A. Smith’in yapıtında basit düzeyde ele alınan değer (ya da fiyat), bölüşüm, uluslararası ticaret ve para kuramları, bütün eksikliklerine karşın, klasik ve modern iktisadın temel taşlarını oluşturur. David Ricardo’nun Principles of Politiçal Economy and Taxation (1817; Siyasal İktisadın ve Vergilendirmenin İlkeleri) adlı yapıtı, bir yönüyle Ulusların Zenginliği üzerine basit bir eleştirel yorum olmakla birlikte, başka bir açıdan, gelişmekte olan siyasal iktisat bilimine önemli katkılarda bulundu. Ricardo’nun geliştirdiği sistemin temelinde, sınırlı topraklar üzerinde yetiştirilen tarımsal ürünlerin maliyetlerinin sürekli artmasından dolayı iktisadi büyümenin er geç duracağı düşüncesi yatar. Bu düşüncenin önemli bir öğesini, Thomas Robert Malthus’un Essay on Population (1798; Nüfus Üzerine Deneme) adlı yapıtında açıkladığı nüfus kuramı oluşturur. Ricardo’ya göre, işgücü arttıkça, büyüyen nüfusu beslemek için gerekli tarımsal ürünler, ancak daha verimsiz topraklar işlenerek ya da ekilmekte olan topraklarda daha fazla sermaye ve emek kullanılarak elde edilebilir. Ücretlerin düşük tutulmasına karşın, rantların sürekli olarak yükselmesinden dolayı, kârlar aynı oranda artmaz.

Ekonomik gelişmeden yarar sağlayanlar toprak sahipleridir. Ricardo bu soruna çözüm olarak İngiltere’nin başka ülkelerden ucuz buğday ithal etmesini önermiş, belirli bir sanayi dalında uzmanlaşıp ihracata yönelmesinin İngiltere’ye yarar sağlayacağını kanıtlamak amacıyla “karşılaştırmalı maliyetler yasası”nı geliştirmiştir. Ona göre, ticaretten sağlanan yararı ülkeler arasındaki maliyet farkları değil, her ülkenin ekonomisinin farklı dalları arasındaki maliyet farkları belirler. Göreli olarak daha ucuz üretebildiği malların üretiminde uzmanlaşan ve öbür malları ithal eden bir ülke bundan yarar sağlar. Böylece, örneğin, Hindistan oldukça ucuz bir biçimde üretebildiği dokumacılıkta uzmanlaşmalı ve İngiltere’ den sermaye malları ithal etmelidir. Ricardo’nun bu yasası 19. yüzyılın serbest ticaret öğretisinin temelini oluşturmuştur.

19. yüzyılın ortalarında Kari Marx kapitalist sistemin çelişkileri üzerinde durarak rekabetçi piyasa kuramlarına köklü eleştiriler yöneltti. Oluşturduğu bilimsel sosyalizm öğretisinin bir parçası olarak Marksist iktisat kuramını geliştirdi. Ona göre, siyasal iktisadın temel konusunu, üretim sırasında insanlar arasında kurulan ve üretim ilişkileri denen toplumsal ilişkiler oluşturur. Değer ise, mallar arasındaki niceliksel bir ilişki değil, tarihsel koşulların, biçimlendirdiği toplumsal bir kategoridir. İktisadi anlamda değerin tek yaratıcısı insan emeğidir, dolayısıyla kapitalist düzende kârın kaynağını, işçilerin yarattıkları değerle kendilerine ödenen ücret arasındaki fark olan artı değer oluşturur. Marx, kapitalizmin temel yasası olarak adlandırdığı bu kurama dayanarak işçilerin kapitalistlerce sömürüldüğünü savunmuştur. Marx’a göre bu yasa aynı zamanda sermaye birikimi ve üretimin genişlemesinin kaynağıdır. Bu yasanın işlemesiyle üretici güçler gelişecek ve kapitalizmin çelişkileri büyüyecektir. Ayrıca D as Kapital (Kapital, 1936, 1. cilt 3. bas. 1986, 3. cilt 2. bas. 1990) adlı yapıtında belirttiği gibi kapitalist düzenin iç dinamikleri sonucu işçi sınıfı giderek yoksullaşacak, kâr oranı düşecek ve iktisadi dalgalanmalar sıklaşacaktır. Ona göre, bu dinamikler nedeniyle kapitalizmin yıkılması ve yerine sosyalist bir toplumun kurulması kaçınılmazdır.

1870’lerden sonra birçok iktisatçı tam rekabet koşullarında kaynak dağılımı sorununu incelemeye başladı. Aralarında İngiliz iktisatçı Stanley Jevons, AvusturyalI iktisatçı Kari Menger ve Fransız iktisatçı Leon Walras’ın bulunduğu ve marjinalistler olarak adlandırılan bu iktisatçılar emek değer kuramının yerine marjinal fayda kuramını geliştirdiler. Bir malın değerini sağladığı faydaya dayandırarak, fiyatların oluşumunu, mal ve hizmetlerin artan büyüklükleri arasında seçim yapan tüketici davranışına indirgediler. Bu yaklaşım, klasik kuramla modern iktisat arasındaki ayrımı oluşturdu. Klasik iktisatçılar, araştırmalarını emek ve sermaye miktarındaki değişmenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisi konusunda yoğunlaştınrlarken, marjinal fayda yaklaşımını benimsemiş olanlar üretim faktörlerinin, tüketicilerin tatminini en yüksek düzeye çıkaracak biçimde dağılımı konusuyla ilgilendiler.

Avusturya iktisat okulu değerin belirlenmesinde son tüketici açısından sağlanan faydanın önemini vurgulayarak klasik iktisadın tümüyle geçersiz olduğunu öne sürdü. Alfred Marshall’ın önderliğindeki İngiliz iktisat okuluysa klasik iktisatçıların öğretileriyle bir uzlaşma arayışına girdi. Marshall’a göre klasik iktisatçılar çabalarını arz üzerinde yoğunlaştırırlarken, marjinal fayda kuramı talep üzerinde durmuştu; ama fiyatlar hem talep, hem de arz tarafından belirlendiğinden her iki kuram da yetersiz kalıyordu. Marshall, geliştirdiği “kısmi denge analizini” belirli piyasalara ve sanayilere uygulamaya çalıştı. Fransız iktisat okulunun önde gelen ismi Leon Walras ise iktisadi sistemi genel matematiksel formüllerle açıklayarak marjinal yaklaşımı en uç noktasına götürdü. Walras’a göre her malın, kendi fiyatına, başka malların fiyatlarına, tüketicilerin gelirine ve zevklerine bağlı olarak değişen bir “talep fonksiyonu” ile üretim maliyetlerine, üretici hizmetlerin fiyatlarına ve teknik bilgi düzeyine bağlı olarak değişen bir “arz fonksiyonu” vardır. Piyasada her mal için hem tüketicileri, hem de üreticileri tatmin edecek bir “denge” fiyatı oluşur. Modern bir ekonomide milyonlarca piyasa olduğundan “genel denge” her piyasadaki kısmi dengenin eşanlı belirlenmesini içerecektir.

Marshall’ın Principles of Economics (1890; İktisadın İlkeleri) adlı yapıtının yayımlanmasından 1929’daki Büyük Bunalım’a kadar geçen dönemde, marjinal fayda kuramını savunan değişik okulların kaynaşmasıyla neo-klasik iktisat okulu oluştu. Fayda kuramı, tüketici davranışını gelir ya da fiyat gibi değişkenlere bağlı olarak ele alan aksiyomatik bir sisteme indirgendi. Marjinal kavramının üretime de uygulanması “marjinal verimlilik” düşüncesini doğurdu. Böylece ücretlerin, kârların, faizin ve rantların düzeyini, üretim faktörlerinin marjinal verimliliğine dayandıran yeni bir bölüşüm kuramı geliştirildi. Marshall’ın “dışsal ekonomiler” kavramını geliştiren öğrencisi Arthur Pigou kişisel maliyetlerle toplumsal maliyetler arasında ayrım yaparak iktisadın ayrı bir dalı plan refah kuramının temelini attı. Özellikle İsveçli iktisatçı Knut Wicksell’in katkılarıyla da tek tek malların fiyatlarının belirlenmesinden ayrı olarak genel fiyat düzeyinin belirlenmesi sürecini açıklayan para kuramı geliştirildi.

1930’ların iki yeniliğini ise tekelci (ya da eksik) rekabet kuramıyla Keynesçi iktisat oluşturdu. Tekelci rekabet kuramı, bir malın tüm piyasasını tek bir satıcının denetlediği “saf tekel” ile tek bir standart mal ve çok sayıda satıcıyla nitelenen “saf rekabet” arasında kalan bir dizi farklı piyasa yapısını ele alır. Gelişmiş ülkelerin çoğunda az sayıda büyük şirket piyasaya egemen durumdadır. Bu şirketler tam rekabet koşullarında uygulamak zorunda kalacakları fiyattan daha yüksek bir fiyatı dayatma gücüne sahiptir. Eksik rekabet kuramı, fiyat kuramı üzerinde, tartışması günümüze değin uzanan etkiler yaratmıştır. İngiliz iktisatçı John May- nard Keynes ise firma dengesi ya da kaynakların dağılımı yerine ulusal gelir ve istihdam düzeyini ele aldı. Sorun gene bir arz ve talep sorunu olmakla birlikte, Keynes talebi ekonomideki toplam efektif talep düzeyi, arzı da ülkenin üretim kapasitesi olarak tanımlıyordu. Efektif talep üretim kapasitesinin altında kalırsa işsizlik ve durgunluk, üzerine çıkarsa enflasyon doğuyordu. Keynesçi iktisadın temel ilgi alanı efektif talebin öğeleri olan tüketim, yatırım ve kamu harcamalarıyla ilgili çözümlemelerdir. Çalışmalarını toplam tüketim ve toplam yatırım harcamaları gibi makro ekonomik büyüklükler üzerinde yoğunlaştıran Keynes, bu iktisadi değişkenler arasındaki ilişkileri bilinçli olarak basitleştirerek bir dizi pratik soruna uygulanabilecek etkili bir model geliştirmiştir.

II. Dünya Savaşı sonrasında iktisatta önemli bazı değişiklikler ortaya çıktı. Önceleri diferansiyel ve integral hesabı dışında matematikten hemen hiç yararlanılmazken, savaştan sonra matematik iktisadi araştırmaların temelini oluşturmaya başladı. Girdi-çıktı analizinin gelişmesiyle birlikte matris cebiri önem kazandı. İktisatçıları ilk kez kesin denklemler yerine eşitsizlikler matematiğiyle yüz yüze bırakan ve birçok işletme sorununa sayısal çözümler getiren doğrusal programlama gibi teknikler geliştirildi. Matematiksel iktisadın pratik sorunlara uygulanmasıyla birlikte matematiksel modeller ve ekonometri gelişti. Savaş sonrası yıllarda azgelişmiş ülkelere olan ilginin artması sonucunda kalkınma iktisadı iktisat kuramının önemli bir bölümünü oluşturdu. Ayrıca bölgesel iktisat, kentsel iktisat, sağlık iktisadı, eğitim iktisadı gibi yeni dallar ortaya çıktı. 1960’ların sonlan Batı’da iktisadın niteliğiyle ilgili eleştirilerin yoğunlaştığı yıllar oldu. Bu eleştirileri yöneltenler, iktisadın insan hakları, açlık, emperyalizm ve nükleer savaş gibi günün büyük sorunlarını da ele alması gerektiğini öne sürdüler.

kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
13 Ağustos 2017       Mesaj #6
Safi - avatarı
SMD MiSiM

iktisadi bunalım


iktisatta, iktisadi dalgalanmanın aşamalarından biri.

Sanayi üretiminde büyük düşüşler, yaygın işsizlik, inşaat etkinliklerinde duraklama ya da gerileme, nüfus ve işgücü artışında yavaşlama ve uluslararası sermaye hareketlerinde önemli düşüşlerle belirlenir. Tek tek ülkelerde başka ülkelerdeki iktisadi dalgalanmalardan bağımsız olarak görülebilen küçük çaplı daralmaların tersine, önemli bunalımlar genellikle dünya çapında etkili olur. Bunun 20. yüzyılın ilk yarısındaki en ciddi ve yaygın örneği 1929’da başlayan Büyük Bunalım’dır.

iktisadi bütünleşme


iki ya da daha çok ülkenin karşılıklı ekonomik kazanç sağlama amacıyla giriştiği işbirliği türlerine verilen ortak ad. Uluslararası iktisadi bütünleşmeden beklenen temel ekonomik kazanç, ülkelerin sahip oldukları karşılaştırmalı üstünlüklere göre uzmanlaşmaları sonucunda ortaya çıkacak üretim artışıdır. Öte yandan, iktisadi bütünleşme sonucunda üretimin daha büyük bir pazara yönelik olarak yapılması ölçek ekonomilerini ve birim maliyetlerde düşüşü de beraberinde getirecektir. Ayrıca, iktisadi bütünleşme dışında kalan ülkelerle ticarette, ticaret hadlerinin birliği oluşturan ülkeler lehine değişerek söz konusu ülkelerin dış ticaret gelirlerini artırması beklenir. Rekabetin artmasıyla ortaya çıkacak olan etkinlik artışı ile iktisadi bütünleşmenin yapısal değişikliğe neden olarak işgücü, sermaye, teknoloji gibi girdilerin niceliğini ve niteliğini yükseltmesi bütünleşmeden beklenen öteki yararlardır.

İktisadi bütünleşme tercihli ticaret, serbest ticaret birliği, gümrük birliği, ortak pazar, ekonomik birlik ve tam iktisadi bütünleşme gibi biçimler alabilir.
Bir tercihli ticaret anlaşmasına taraf olan ülkeler birbirlerine karşı uyguladıkları gümrük vergilerini karşılıklı olarak indirirler. Böylece, anlaşma dışında kalan ülkelere yüksek, birbirlerine karşı düşük oranda vergi uygularlar. Büyük Britanya ile Uluslar Topluluğu ülkelerinin 1919’da uyguladıkları karşılıklı tercihli gümrük tarifeleri bu alandaki örneklerden biridir.

Serbest ticaret birliklerinde, birliğe üye ülkeler aralarındaki ticarette uyguladıkları tüm vergi ve resimleri kaldırırlar. Ama, üçüncü ülkelere karşı uygulayacakları gümrük tarifelerini belirlemede serbesttirler. Dolayısıyla, ortak bir gümrük tarifesi uygulamaları söz konusu değildir. 1959’da Stockholm Sözleşmesi ile kurulan Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ve 1960’ta Montevideo Antlaşması ile kurulan Latin Amerika Serbest Ticaret Birliği (LAFTA) bu tür iktisadi bütünleşmenin örnekleridir.

Gümrük birliği iktisadi bütünleşmenin daha ileri bir aşamasını oluşturur. Gümrük birliğinde amaç malların birlik içinde serbest dolaşımının sağlanması ve birlik içi üretimin üçüncü ülkelere karşı tek bir tarife ile korunmasıdır. Dolayısıyla, üye ülkeler arasında dış ticarette var olan tüm tarife ve tarife dışı engeller kaldırılır ve birlik dışından ithalatta ortak gümrük tarifesi uygulanır. 1834’te kurulmuş olan Alman Gümrük Birliği (Zollverein) bilinen en eski örnektir. Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında ortaklık bağı kuran Ankara Anlaşması (1963) ve bu anlaşmada öngörülen geçiş döneminin süre ve koşullarını düzenleyen katma protokol (1970), taraflar arasında 1995’e değin gümrük birliği kurulmasını öngörmekteydi.

Ortak pazar, gümrük birliğine oranla daha ileri bir iktisadi bütünleşmeyi ifade eder. Ortak pazarda, üye ülkeler arasında malların serbest dolaşımı ve üçüncü ülkelere yönelik ortak gümrük tarifesi uygulanmasının yanı sıra, işçilerin ve sermayenin de serbest dolaşımı söz konusudur. 1921’de Lüksemburg ve Belçika tarafından kurulan ve Hollanda’nın da katılmasıyla 1958’de Benelüks Ekonomik Birliği’ne dönüşen örgütlenme ortak pazara örnektir.

Ekonomik birlikte ortak pazara sahip üye ülkelerin ekonomik politikaları arasında uyum sağlamaları da söz konusudur. Günümüzde en iyi örneğini Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) oluşturmaktadır. AET, 1951’de imzalanan Paris Antlaşması ile kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun bu sektörde kazandığı başarıyı tüm ekonomiye yaymak için 1957’de Roma Antlaşması ile kuruldu. Roma Antlaşmasında üye ülkeler arasında malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımının gerçekleşmesi için gerekli düzenlemeler getirilmiş, tarım, ulaştırma, ticaret ve rekabet gibi alanlarda izlenecek politikalar arasında uyum sağlanması öngörülmüştür.

Tam iktisadi bütünleşme ise ilgili siyasi birimlerin de katılımı ile ortak ekonomik politika uygulanmasını içerir. Ortak ekonomik politika oluşturulması ve uygulanması tek bir para biriminin kabulü, ortak bir Merkez Bankası kurulması gibi kurumsal düzenlemeleri de gerektirir. Avrupa Topluluğu’nun (AT) nihai amacı tam iktisadi bütünleşmedir. Temmuz 1987’de yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi (SEA) 1993’te “Avrupa tek pazarı”nın oluşmasını öngörmektedir. AT üyesi ülkelerin devlet ya da hükümet başkanlarının Aralık 1991’deki Maastricht doruğunda vardığı anlaşmanın yürürlüğe girmesi durumunda 1999’a değin tek para kullanımına geçilecek ve bir Avrupa merkez bankası kurulacaktır.

kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
13 Ağustos 2017       Mesaj #7
Safi - avatarı
SMD MiSiM

iktisadi büyüme


bir ülkenin zenginliğinin zaman içinde artmasını sağlayan süreç.

Çoğu kez kısa dönemli iktisadi gelişmelerle ilgili tartışmalarda kullanılan bir kavram olmakla birlikte iktisat kuramında genel olarak uzun dönemdeki servet artışını anlatır. Azgelişmiş ülkelerdeki gelişme süreciyse iktisadi kalkınma kapsamında incelenir.

İktisadi büyümenin incelenmesinde iki ana güçlük vardır. Birincisi, büyümenin temel öğe ve koşulları üzerinde oldukça geniş bir görüş birliği olmakla birlikte bunların karşılıklı etkileri konusunda iktisatçılar arasında önemli görüş ayrılıklarının bulunmasıdır. İkinci sorunsa, tam olarak neyin iktisadi büyüme sayılabileceği konusunda uzlaşmaya varılamayışıdır. En yaygın kullanılan ölçüt, enflasyona göre düzeltilmiş gayri safi milli hasılayla (GSMH) ölçülen toplam mal ve hizmet üretimindeki gerçek büyümedir. Ama kişi başına milli gelirin, kişi başına tüketimin ya da başka bir ölçünün daha uygun olduğunu öne sürenler de vardır.

iktisatçılar ve iktisat tarihçileri öteden beri büyüme sürecini ve değişik ülkelerin büyüme oranlarındaki belirgin farklılıkların nedenlerini anlamaya çalışmışlardır. Amaç, iktisadi büyümeyi en yüksek düzeye çıkarmanın en uygun yollarını gösterecek iktisadi modelleri geliştirmekti. 18. yüzyılda Adam Smith ekonominin nasıl ve neden işlediğini tanımlamaya çalışarak emeğin rolüne ve piyasa güçlerinin serbestçe işleyişine büyük önem verdi. Yakın zamanlardaysa iktisatçılar değişik kuramlar geliştirdiler. W.W. Rostow büyüme sürecinin aşamalara bölünebileceğini belirterek, bu aşamaların geleneksel (büyük ölçüde tarımsal) aşama, hızlı ilerleme için insana ve teknolojiye ilişkin koşulların sağlandığı bir geçiş aşaması, hızlı büyümenin gerçekleştiği kalkış aşaması ve geniş ölçekli üretimle kitlesel tüketimin gerçekleştiği olgunluk aşamasından oluştuğunu öne sürdü. Bazı iktisatçılar büyümeyi bir ülkenin birincil (tarımsal) üretimden ikincil (imalat), sonra da üçüncül (hizmet) üretime doğru gelişmesi biçiminde açıklamaya çalıştılar. Bazılarıysa, iktisadi üretkenliğin başlıca öğeleri olan emek, sermaye, teknolojik değişim ya da girişimcilik etkenlerinden birindeki ya da öbüründeki değişikliklerin yarattığı etkenler üzerinde durdu.

Gene de iktisadi büyümenin temel koşulları üzerinde geniş bir görüş birliği vardır. Bunlar iç ve dış koşullar olmak üzere ikiye ayrılabilir. Temel iç koşul doğal kaynakların niteliği ve genişliğidir; bunlar maden kaynaklarını, enerji kaynaklarını, toprağın verimliliğini, suyollarım ve benzeri zenginlikleri kapsar. Özellikle gelişmenin ilk aşamalarında, doğal kaynakların iktisadi büyüme oranı üzerinde önemli etkide bulunduğu kabul edilir. Daha da önemlisi insan kaynaklarıdır. Bunlar toplam nüfusa göre işgücünün büyüklüğünü; eğitim düzeyinin yanı sıra sağlık, girişkenlik, yaratıcılık vb gibi özelliklere bağlı olarak işgücünün niteliğini; çalışma süresi, işin örgütlenme biçimi ve uygulanan siyasal ve ekonomik sistemin yarattığı baskı ve sağladığı özendiricilerle belirlenen emek yoğunluğunu kapsar.

Doğal kaynakların ve insan kaynaklarının büyüklüğü ile yakından bağlantılı bir başka etken sermaye kaynaklarının genişliği ve teknolojik gelişmedir. Modern ve verimliliği yüksek makinelerle donatılan işgücü, kullanılan her birim hammadde ya da zaman için görece fazla miktarda mal üretir. Benzer biçimde, ileri teknoloji gerektiren malların üretiminde çalışan işçiler, basit imalat sanayilerinde çalışanlara göre daha fazla katma değer (malın son satış fiyatıyla hammaddelerin maliyeti arasındaki fark) yaratırlar. Bu nedenle, iktisatçıların çoğu sermaye kullanımı ve teknolojiye yatırım ne kadar yüksekse, iktisadi büyümenin de o kadar yüksek olacağını öne sürer. Kaynaklarının göreceli olarak yüksek bir oranını tüketim yerine yatırımlara ayıran ülkelerin, görece yüksek uzun dönemli iktisadi büyüme oranları gerçekleştirdiklerini gösteren çok sayıda kanıt vardır. Ekonomik ilerlemenin bir başka önemli iç koşulu da siyasal istikrardır. Bütün öbür koşullar eşitken, siyasal istikrar içindeki ülke hem iç, hem de dış yatırımcılar açısından daha çekici olacağından, görece daha hızlı büyüyecektir.

Bir ülkenin ekonomik ilerlemesi için bir dizi önemli dış koşul da vardır. Bunların en önemlisi uluslararası ticaretin düzeyini belirleyen dünyadaki ekonomik etkinlik düzeyidir. Birçok ülke üretiminin önemli bölümünü ihraç ettiğinden, uluslararası ticaretin büyüklüğü ülke içindeki üretime duyulan talebin düzeyini belirlemede önemli bir etkendir. Bununla yakından ilgili başka bir etken, bir ülkenin ihraç ettiği malların değerini, dolayısıyla fiyatını bu ülkenin ithal ettiği malların değeriyle ölçen dış ticaret hadleridir. Bir ülkenin ihraç mallarının fiyatları, ithal mallarının maliyetlerine göre uzun dönemli bir düşüş gösterirse, bu ülkenin ithal kapasitesi azalır. Bu durum, yatırım malları ya da hammaddelerin sağlanmasını zorlaştırarak iktisadi büyümeyi yavaşlatabilir.

Tarihsel olarak, birincil malların üreticisi olan ülkelerde dış ticaret hadleri olumsuz yönde gelişmektedir. Bu ise iktisadi büyümenin ve teknolojik ilerlemenin yavaşlamasına yol açar. Dış ticaret hadleri olumsuz gelişen bir ülke kalkınması için gerekli malları ithal edebilmek amacıyla dış borç ve yabancı yatırımlara başvurabilir. Yabancı yatırımlar ayrıca ülke içindeki teknolojik bilgi eksikliğinin giderilmesine de katkıda bulunabilir.

Modern iktisadi büyüme kuramının kurucularından AvusturyalI iktisatçı Joseplı A. Schumpeter büyüme sürecinde en önemli etkenin girişimci olduğunu öne sürmüştür. Schumpeter’e göre sermayenin hızlı büyüyüp büyümeyeceğini ve bu büyümenin yenilikle değişimi, yani yeni ürünlerle yeni üretim tekniklerini içerip içermeyeceğini belirleyen öğe girişimciliğin niteliğidir. Bu nitelikse kapitalist sınıfın taşıdığı belirli tarihsel ve kültürel değerleri yansıtır. Öte yandan, 1930’ların sonlarında, kapitalizmin tehlikede olduğunu öne süren ABD’li iktisatçı Alvin H. Hansen’e göre coğrafi sınırların yarattığı sınırlılık, nüfus artış oranının düşmesi ve son buluşların daha az sermaye kullanıcı niteliği gibi etkenler yatırım gereksinimini azaltarak durgunluk olasılığını artırır.

Olgun bir ekonomide tasarrufların miktarı, tam istihdam düzeyinde yapılması tasarlanan yatırım miktarının üstüne çıkacak ve aradaki fark zamanla artarak büyüyecektir. Taleple potansiyel üretim arasındaki farkın büyümesi doğal olarak artan işsizlik oranlarına yol açacaktır. İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in kuramında ise yatırımlar toplam harcamanın genellikle beşte biri ile altıda biri arasında bir miktarı oluşturmakla birlikte bir ekonomideki toplam harcama düzeyinin belirlenmesinde en önemli etken olarak ele alınır. Keynes yatırımların oynadığı temel rolü çarpan süreciyle açıklar. Ingiliz iktisatçı R. F. Harrod’la ABD’li iktisatçı E. D. Domar, arzın (ya da üretim kapasitesinin) taleple dengeli bir biçimde, aşın kapasiteye ya da aşın talebe yol açmadan büyüme koşulunu çok basit matematiksel denklemlerle açıklamaya çalışır. Denklemlerinde arzın büyüme hızının sermaye stokunun büyüme hızına eşit olduğunu varsayarlar. Sermaye stoku ise yatırımlarla birlikte artar. Talebin büyüme hızı yatırımların, bir başka deyişle, tüketim dışındaki harcamaların büyüme hızına bağlıdır. Böylece yatırımlar hem talebi, hem de arzı etkiler.

Çağdaş büyüme kuramları, talebin büyüme hızıyla arzın büyüme hızını eşitleyecek kuramsal bir model geliştirme çabaları olarak görülebilir. Büyüme modelleri talepteki ya da arzdaki ayarlamaları vurgulamaları bakımından sınıflandırılabilir. Arz belirtenindi modellerin iyi tanınan bir örneğini İngiliz iktisatçı J. R. Hicks geliştirmiştir. Hicks’e göre tüketicilerin ve yatırımcıların harcama eğilimleri, talebin büyüme hızının, sürekli olarak en yüksek düzeydeki üretimin büyüme hızının üstünde gerçekleşmesini sağlar. Ekonominin uzun dönem büyüme hızıysa işgücünün büyüme hızı ile teknik ilerleme ve üretkenliğin büyüme hızı gibi arz etkenlerince belirlenen bir tavanın yükselme hızına bağlıdır. Bu arz etkenleri belirli nedenler sonucu daha hızlı büyürlerse talep de arzdaki daha hızlı büyümeye uygun olarak yükselecek, buna bağlı olarak üretim de daha hızlı büyüyecektir.

Talep belirlenimli büyüme modelinin bir örneğini ABD’li iktisatçı J. S. Duesenberry geliştirmiştir. Duesenberry’nin modelinde, tüketicilerin ve yatırımcıların harcama eğilimleri her zaman talebin düzenli biçimde büyümesini sağlayacak bir büyüklükte oluşur. Eğer talebin daha yüksek bir hızla büyümesine üretkenlik artışı ya da teknolojik ilerleme eşlik ederse, üretimin de daha hızlı büyümesi sağlanır. İngiliz iktisatçı N. Kaldor ise tam istihdama yol açan bir mekanizmanın işlediğini varsayar. Onun modelinde, yatırım oranının yetersiz olduğu durumlarda, gelirin kârlar ve ücretler arasında yeniden bölüşülmesi sonucunda yeni bir denge oluşacak ve tüketimin yatırım yetersizliğini giderici biçimde değişmesi nedeniyle toplam talep miktarı değişmeden kalacaktır. HollandalI iktisatçı Jan Tinber- gen’in geliştirdiği modelde, taleple arz arasındaki dengenin piyasa tarafından sağlandığı neo-klasik büyüme modellerinin tersine, siyasal iktidarın talep ve arzı yönlendirdiği varsayılır. Tinbergen’e göre iktisatçıların görevi ekonominin işleyişini yaklaşık olarak yansıtan, örneğin yönetimin uygulamayı düşündüğü vergi ve kamu harcamalarına ilişkin politikalarını değiştirmemesi durumunda neler olacağını gösteren bir model hazırlamaktır. Siyasal iktidarsa izleyeceği toplumsal ve ekonomik politikaları belirlerken bu tahminleri göz önünde tutacaktır.

Bu büyüme kuramlarının yanı sıra matematiksel modellerle ilgili geniş bir iktisat yazını oluşmuştur. Genel olarak'matematiksel büyüme modellerinde üretim, sermaye, yatırım ve tüketim gibi iktisadi değişkenler arasındaki önemli ilişkileri tanımlayan bir dizi denklem kurulur. Bu denklemlerde, değişkenlerin farklı zamanlardaki durumları arasında belirlenen ilişkiler yansıtılır. Örneğin, geçen yılın üretimi bu yılın tüketimini belirler, bu yılın tüketimi de bu yılın üretiminin, dolayısıyla gelecek yılın tüketiminin belirlenmesi için kullanılır. Bu tür modellerin iktisadi planlama açısından değeri, dayandıkları varsayımların doğruluğuna ve önemli iktisadi değişkenler arasındaki ilişkileri yansıtmadaki başarılarına bağlıdır.

kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
13 Ağustos 2017       Mesaj #8
Safi - avatarı
SMD MiSiM

iktisadi dalgalanma


iş ÇEVRÎMİ ya da KONJONKTÜR olarak da bilinir, iktisadi etkinlik düzeyinde görülen dönemsel dalgalanma.

İstihdam, fiyat ve üretim değişmeleriyle kendini gösterir. İktisadi dalgalanmalar ne çok düzenli, ne de çok kestirilebilir olduğundan bazı iktisatçılar çevrim kavramını kullanmamayı yeğler. Bu tür dönemsel değişiklikler bir gün boyunca elektriğe ya da bir yıl boyunca yakıta olan talepteki değişikliklerden, yıllarca süren iktisadi durgunluk ve iktisadi büyüme dönemlerine kadar farklılık gösterebilir.

ABD ve Avrupa ekonomilerinde öteden beri hisse senedi piyasasında çöküşler, yaygın işsizlik, banka, şirket ve kişi iflaslarıyla ortaya çıkan iktisadi bunalımlar görülmüştür. Eskiden bu dönemler insanların geçirdiği hastalıkların ekonomideki karşılığı sayılmış, büyüme ve gelişme ise sağlıklılık biçiminde anlaşılmıştır. 19. yüzyıl ortalarında Clement Juglar adlı Fransız hekim dönemsel değişikliklerin ekonomilerin olağan özelliği olduğunu öne sürdü. Juglar’ın görüşlerini geliştiren başka araştırmacılar gelişme, bunalım ve düzelme biçiminde üç aşamadan oluşan ve 8-10 yıl süren dönemler belirlediler. Bu 8-10 yıllık dönem içinde, stok miktarlarındaki yaklaşık 40 ay süren dalgalanma dönemi gibi daha kısa süreli dalgalanma dönemleri saptandı. Tarımsal mallarda, (örn. domuz besiciliğinde 3-4 yıllık, pamuk üretiminde 2 yıllık dönemler biçiminde), arz ve talep ilişkisindeki dönemsel değişikliklere bağlı dalgalanmalar belirlendi. Bazı iktisatçılar daha uzun dalgalanma dönemlerinin de ayırt edilebileceğini belirtti. Bunlardan Rus iktisatçı Nikolai Kondratieff, Batı’daki piyasa ekonomilerinde 50 yıllık genişleme ve daralma dönemleri olduğunu öne sürdü.

İktisadi verileri kullanarak kesin istatistiksel çözümlemeler yapmada, bu verilerin karmaşıklığı, savaşlar, devrimler ve doğal felaketlerden başka teknolojik ilerlemeler, iktisadi örgütlenmedeki değişiklikler gibi çevrimsel olmayan gelişmeler yüzünden büyük zorluklarla karşılaşıldı. Tipik bir iktisadi dalgalanma modelini oluşturmak için geçmiş dalgalanmaların araştırılması yoluna gidildi. Ayrıntılı istatistiksel modeller temelinde iktisadi etkinliği inceleyen ekonometriden yararlanılarak iktisadi gösterge adı verilen bir grup istatistiksel dizi belirlendi. Bunlardan hisse senedi ve inşaat ruhsatları gibi temel göstergeler iktisadi etkinlikle aynı yönde değişerek, bu değişimi önceden haber veriyor, gecikmeli göstergeler ise iktisadi etkinlikteki değişimi arkadan izliyordu.

Bununla birlikte iktisadi dalgalanmaların özelliklerini belirlemekle bu dalgalanmaların nedenleri açıklanmış olmaz. Savaşlar, felaketler, teknolojik değişiklikler gibi düzensiz etkenler bir yana bırakılırsa, iktisadi etkinliğin düzeyini etkileyen iki temel öğe yatırım ve tüketim harcamalarıdır. Örneğin, yeni bir fabrikanın kurulması gibi bir yatırım artışı, fabrikanın yapımında çalışan işçiler ücretlerini harcayacakları için başlangıçtaki yatırım miktarından daha büyük bir gelirin doğmasına yol açacaktır. Buna karşılık, tüketici talebindeki artışlar sonuçta talebin karşılanması için yeni fabrikaların kurulmasını gerektirecektir. Yatırım çarpanı ve tüketim hızlandıranı adı verilen bu etkiler dalgalar biçiminde yayılır ve birbirlerinin etkilerini güçlendirerek ekonominin tam kapasiteye ulaşmasını sağlar. Bu noktada ne kullanılmayan sermaye ve yeni talep bulunur, ne de yeni yatırımlar için gereksinim ve kaynak vardır.

Daha sonra, süreçte geriye dönüş görülür ve daralma başlar. Yatırım ya da tüketim harcamalarındaki bu değişikliklerin ilk nedenlerini açıklamak amacıyla birçok kuram öne sürülmüştür. İlk kuramlar ekonominin bütününe yayılan meteorolojik ve başka doğal çevrimlerin etkilediği tarımsal ürün piyasalarındaki değişiklikleri temel alır. Görüşlerini psikolojik etkenlere dayandıran kuramcılara göre ise bireylerin birbirini taklit ve önderi izleme eğilimi, özellikle de mali piyasalardaki dönemsel canlanmaları ve iflasları etkiler. Savaşların, teknolojik ve demografik değişikliklerin iş koşulları üzerinde önemli ve belirgin etkileri vardır, ama bu olaylar tam olarak çevrimsel değildir ve kendileri ekonomik etkenlerin sonucunda ortaya çıkmış olabilir.

Birçok araştırmacı iktisadi dalgalanmalarda dışsal sayılabilecek bu etkenlerden başka içsel etkenlerin önemini vurgular. Eksik tüketim kuramlarına göre üretim, tüketicilerin satın alabileceklerinden hızlı büyür; böylece, bir canlanma dönemini kaçınılmaz olarak bir gerileme dönemi izler. Para kuramcılarına göre ise para arzındaki (nakit ve banka kredileri) değişiklikler iktisadi etkinliğin temel belirleyicileridir. Kredi kolaylıkları, düşük faiz oranları ve nakit bolluğu iktisadi etkinlikleri canlandırırken, kredi kısıtlamaları, yüksek faiz oranları ve nakit darlığı durgunluğa yol açar. Bazı iktisatçılarsa yatırımlar için sermaye arzının ekonomik etkinlikte kilit bir rol oynadığını belirtirler; bütün sermaye yatırıma yönelince canlanma da sona erer.

II. Dünya Savaşı’ndan beri kamu harcamaları, vergilendirme ve para arzına ilişkin hükümet politikaları ekonomi üzerinde önemli bir etken olmuştur {maliye politikası; para politikası). Hükümet, gerileme dönemlerinde canlandırıcı, genişleme dönemlerinde de kısıtlayıcı politikalarla yüksek enflasyonun ve iktisadi bunalımın önlenmesini hedefler. Konjonktür dalgalarına karşı uygulanan bu politikalar büyük ölçüde otomatik bir nitelik taşır. İktisadi durgunluk sırasında vergi gelirleri düşer ve sosyal yardım niteliğindeki harcamalar artar, böylece kişisel gelirdeki azalma sınırlanarak büyük bir çöküş önlenir. İktisadi genişleme sırasında vergi gelirleri genel zenginlikten daha hızlı artar, böylece tehlikeli olabilecek bir canlanma hızı yavaşlatılır. II. Dünya Savaşı’ndan beri iktisadi dalgalanmalar aşırılıktan uzaklaşmakla birlikte, 1950’ler ve 1960’lara göre 1970’lerde ve 1980’lerde daha ciddi durgunluk dönemleri görülmüştür.

Piyasa ekonomisine karşı merkezî planlamayı savunanlar, planlayıcı organların planın uzun dönemli uygulamasını da denetlemesi durumunda iktisadi dalgalanmaların ortadan kalkacağını öne sürerler {bak. iktisadi planlama). Gerçekten de 1990’lara değin merkezî planlamanın ağırlık taşıdığı SSCB gibi eski sosyalist ülkelerde, kapitalist ülkelerdeki gibi konjonktür dalgaları görülmemiştir. Gene de bu ülkeler Batı’yla olan ticari ve mali bağları yüzünden piyasa ekonomilerindeki dalgalanmalardan etkilenmişlerdir. Daha da önemlisi, piyasanın “otomatik” uyarı ve ayarlama mekanizmalarından yararlanmayan bir merkezî planlamanın, kaynak dağılımındaki potansiyel dengesizlikleri düzeltme olanağını bulamayacağı ve dengesizliklerin birikimli etkisinin ekonominin bütünüyle çökmesi biçiminde patlak vereceği, 20. yüzyıldaki sosyalist deneyimlerin de bu nedenle başarısız kaldığı öne sürülmektedir. Öte yandan iktisadi dalgalanmaların gerek kapitalist, gerek sosyalist ekonomilerde büyümenin bir bedeli olduğunu savunanlar da vardır.

kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
13 Ağustos 2017       Mesaj #9
Safi - avatarı
SMD MiSiM

iktisadi durgunluk


RESESYON olarak da bilinir, iktisatta, iktisadi dalgalanmanın etkinliklerin gerilemesiyle belirlenen aşaması.

Bu aşamada üretim ve istihdamın düşmesi sonucunda hanehalklarının gelir ve harcamaları da azalır. Bütün hanehalklarının ve firmaların gelirleri gerçekten azalmasa da, geleceğe ilişkin beklentilerin belirsizleşmesi nedeniyle büyük harcama ya da yatırımlar ertelenir.

Durgunluk dönemlerindeki üretim düşüşünün bir nedeni, hanehalklarının dayanıklı tüketim malları, firmaların ise makine ve donanım alımlarmı kısmaları ve stoklara yapılan eklerin azalması olabilir. Durgunluğun en büyük etkisi gene stoklarda görülür; işadamları stoklarını artırmaktan kaçınırlar ve siparişleri stoklardan karşılama yoluna giderler. Böylece stoktaki azalmalar üretim miktarı üzerinde ikili bir etkide bulunur.

İktisadi durgunluğun derin ve uzun süreli bir iktisadi bunalıma dönüşüp dönüşmemesi bir dizi koşula bağlıdır. Bunlar arasında, önceki canlanma dönemi sırasında açılan kredilerin süresi ve niteliği, izin verilen spekülatif işlemlerin miktarı, hükümetin uyguladığı para ve maliye politikaları aracılığıyla gerileme eğilimini durdurmakta gösterdiği başarı ve kullanılmayan üretim kapasitesinin büyüklüğü sayılabilir.

iktisadi göstergeler


genel iktisadi etkinlik düzeyini, özellikle bu düzeyin gelecekteki durumunu belirlemek amacıyla başka göstergelerle birlikte kullanılan istatistiksel diziler. Ekonomideki iniş çıkışları önceden oldukça güvenilir biçimde yansıtan istatistiksel diziye “temel gösterge” adı verilir. En yaygın kullanılan temel göstergeler, gelecekteki inşaat etkinliklerinin hacmiyle ilgili bilgi veren inşaat ruhsatları, hisse senedi fiyatları, işletmelerdeki stok miktarı, tüketicilerin taksit borçları, iş ve işçi bulma kurulularına yapılan iş başvuruları ile şirket kârlarıdır. Öteki gösterge türlerinden bazıları genel ekonomik durumla birlikte değişirken (eşanlı göstergeler), bazılarının değişmesi ekonomik durumdaki değişmenin ardından gelir (gecikmeli göstergeler). Satışların birçok türü iktisadi gelişmelerle birlikte artış ya da düşüş gösterdiği için eşanlı göstergelere örnek oluşturur. Gecikmeli göstergeler tahmin amacıyla kullanılamaz. Örneğin inşaatların başlıca ekonomik etkileri, planların yapıldığı, sözleşmelerin imzalandığı ve inşaatın sürdürüldüğü sıralarda ortaya çıktığı için, taahhüt sözleşmeleri ve tamamlanmış inşaatların miktarı tahmin yürütme açısından güncelliğini yitirmiş sayılır.

iktisadi istikrar araçları


iktisatta, iktisadi dalgalanmaların harcanabilir gelir üzerindeki etkilerini dengeleyerek bu dalgalanmaları sınırlandırmayı amaçlayan yöntemler. En önemli otomatik istikrar araçları arasında artan oranlı gelir vergisi, işsizlere yapılan ödemeler ile öbür transfer ödemeleri, tarım destekleme fiyatları ile aile ve şirket tasarrufları sayılabilir.

Örneğin toplanan gelir vergisi miktarı, iktisadi durgunluk dönemlerinde brüt vergilendirilebilir gelirle birlikte otomatik olarak azalır. Bu etki, kişilerin gelirlerindeki artış ya da azalışla birlikte vergi oranlarının da arttığı ya da azaldığı artan oranlı vergi sisteminde çok daha büyük olur.
İktisadi durgunluk dönemlerinde, işsizliğin artmasıyla kendiliğinden artan işsizlik sigortası yardımları ve kamu yardımı niteliğindeki öbür ödemeler satın alma gücünün korunmasını sağlar. Tarım destekleme fiyatları da tarımsal ürün fiyatlarının düştüğü dönemlerde tarımsal geliri aynı düzeyde tutmaya yarar. Kullanabilecekleri tasarrufları bulunan ailelerin yaşam standartlarını düşürmek istememeleri de durgunluk dönemlerinde tüketici talebinin düşmesini önler. Böyle dönemlerde şirketler de olağan kâr payı ödemelerini tasarruflarından karşılama eğilimini taşırlar.

Bazı istikrar araçları iktisadi canlanma döneminden çok özellikle durgunluk döneminde etkilidir. Örneğin, iktisadi refah dönemlerinde tüketiciler harcamalarını artırmayı genellikle sürdürürler. Ayrıca durgunluk dönemlerinde artan kamu transfer ödemeleri ekonomik canlanma sağlandıktan sonra da aynı düzeyini koruyabilir.

iktisadi kalkınma


gelir düzeyi düşük, ekonomisi gelişmemiş ülkelerin modern sanayi toplumuna dönüşme süreci. Bazen iktisadi büyümeyle eşanlamlı kullanılırsa da genellikle bir ülkenin ekonomisinde hem niceliksel, hem de niteliksel iyileşmeleri içeren değişimi anlatır. İktisadi kalkınma kuramı azgelişmiş ülkeler açısından büyük önem taşır ve iktisadi kalkınma sorunları genellikle bu bağlam içinde tartışılır.

İktisattaki çoğu kavram gibi azgelişmişliğin öğeleri konusunda da iktisatçılar arasında görüş birliği yoktur. Genellikle kişi başına düşen ulusal gelir düzeyi ülkenin zenginliğinin geçerli bir göstergesi olarak kabul edilir, ama gelişmekte olan ülkeler arasında çok önemli farklılıklar vardır. Bu durum, azgelişmişliğin nedenleri ve kalkınmanın en etkili yolları konularında genel sonuçların çıkarılmasını büyük ölçüde zorlaştırmaktadır.

Gene de temel ilkelerin belirlenmesi amacıyla bazı genellemelerin yapılması zorunludur. Bütün iktisadi kalkınma kuramları, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gelir düzeyleri arasındaki farklılıkların, insan denetimi dışındaki doğal kaynaklar, iklim vb gibi koşulların sonucu olmadığını varsayar. Bu varsayım, her ülkenin gelişmişlik konumuna ulaşabileceği anlamına gelir. Dolayısıyla kalkınma iktisadının görevi bu potansiyeli gerçekleştirmenin en iyi yolunu belirlemektir. Bu ise azgelişmişliğin temel nedenlerinin ve belirtilerinin incelenmesini gerektirir. Önemli farklılıklara karşın azgelişmiş ülkelerin bir dizi ortak özelliği de vardır. Çoğunda tarımsal ürünlerin ya da belirli madenlerin üretimi milli gelirin çok büyük bölümünü oluşturur. Bunun içinde de çoğunlukla bir ya da iki mal büyük ağırlık taşır. İmalat sanayisi etkinliklerinin düzeyi ve kapsamı çok düşük, teknolojisi geridir. Gene çoğunda büyük miktarlarda işgücü fazlası, önemli ölçüde işsizlik ve eksik istihdam, oldukça yüksek nüfus artış oranları vardır. Bir başka ortak özellik altyapının (karayolu ve taşımacılık kapasitesi, sulama kanalları vb) yetersizliğidir. Aynı ölçüde önemli ortak özellikler arasında insan kaynaklarının beceri ve eğitim düzeyi bakımından azgelişmişliği ile iktisadi ve mali kuruluların zayıflığı sayılabilir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra benimsenen kalkınma politikaları daha çok, ekonomide eksikliği duyulan tasarruflar, döviz, teknik beceri gibi belirli öğelerin yetersizliğini gidererek azgelişmişlik koşullarını değiştirmeye ağırlık verdi. Bu yaklaşım azgelişmiş ülkelerde bir dizi yeni sanayinin kurulmasına yol açtı. Böylece azgelişmiş ülkelerin hem sınırlı sayıda temel mala bağımlılıktan kurtulacağı, hem de teknolojik kaynaklarının ve gelirlerinin artacağı düşünülüyordu. Ülke içindeki sermaye kaynakları bu tür büyük sanayileşme programlan için yetersiz kaldığından yabancı yatırımlar, devlet borçları ve hibe biçiminde büyük miktarlarda dış fon sağlandı. 1950’lerden sonra birçok gelişmekte olan ülkede önemli sayılabilecek bir sanayileşme görüldü. Altyapının geliştirilmesi amacıyla büyük miktarlarda yerli ve yabancı sermaye kullanıldı. Eğitilmiş ve beceri kazanmış personelin sayı ve niteliğini artırmaya yönelik programlara ağırlık verildi. Aynı zamanda, gelişmiş ülkeler, dünya ticaret sisteminde gelişmekte olan ülkelerin yararına bazı düzenlemeler yapmak zorunda kaldılar. Bu düzenlemeler arasında bir dizi temel maddenin fiyatlarındaki olası dalgalanmaları azaltmaya yönelik önlemler ve azgelişmiş ülkelerin yeni kurulan sanayilerinde üretilen mallara ihracat kolaylıkları sağlamak bulunuyordu.

İzlenen bu politikalar ekonomik gelişmeye katkıda bulunduysa da, bir bütün olarak bakıldığında sonuçları genellikle başarısızdı. Başlangıçta sanayileşmeye verilen ağırlık, ileri teknolojiye dayalı, ama çoğu kez yetişmiş personel ya da yeterince büyük, güvenilir bir iç ve dış pazar bulunmadığından etkin biçimde işletilemeyen fabrikaların kurulmasına yol açtı. Ayrıca bu tür sanayiler sermaye yoğun olduğundan önemli bir istihdam yaratıcı etkisi de yoktu. Üstelik kaynaklar büyük ölçekli sanayi projelerine ve aynca otoyollar ve büyük havaalanları gibi gösterişli altyapı yatırımlarına yöneltildiğinden halkın büyük çoğunluğunun istihdam edildiği daha geleneksel alanlara yeterli fon akta- nlamadı. Ekonominin geleneksel alanlarında hemen hiçbir gelişme sağlanamadı. İddialı eğitim programlan, çoğu durumda eğitim düzeyleri ekonomiye pratik hiçbir yarar sağlayamayacak kadar yüksek kişilerin yetiştirilmesine yol açtı. Nüfus artış oranları düşürülemedi. 1970’lerde petrol fiyatlarının yükselmesine koşut olarak ulusal gelirleri önemli ölçüde artan petrol ihraç eden ülkelerin yanı sıra, petrol ihraç etmeyen gelişmekte olan ülkeler de bu dönemde ulusal gelirlerini bir ölçüde artırabildiler. Bu gelişmeye karşılık hızlı nüfus artışları kişi başına gelir artışlarının önemsiz kalmasına yol açtı. Birçok gelişmekte olan ülkenin ekonomisinde ciddi yapısal dengesizlikler sürdü; yüksek düzeyde işsizlik, ödemeler dengesinde büyük açıklar ve hızlı dış borç artışı görüldü.

Günümüzde, büyük yatırım programlarıyla azgelişmiş ülkelerde gelişmiş ülkelerin ekonomik yapısını oluşturmaya çalışmanın en etkili kalkınma yolu olmadığı kabul edilmektedir. Azgelişmiş ülkelerin belirli kaynaklarını ve doğal üstünlüklerini değerlendirerek hem boyutları, hem de teknolojik içeriği bakımından daha ölçülü bir kalkınmaya yönelmeleri ise gittikçe daha uygun bir yol olarak görülmektedir. Böylece söz konusu ülkelerin kalkınmalarını hem daha hızlı, hem de toplumsal açıdan daha sarsıntısız biçimde gerçekleştirebilecekleri öne sürülmektedir.

Kalkınma iktisadının ilk kez belirgin biçimde ortaya çıktığı 1950’lerde gelişmişlik ve azgelişmişlik üzerine birçok genel kuramsal model öne sürüldü. Bağımsızlıklarını yeni kazanan azgelişmiş ülkelerde serbest ticaret ve temel mal üretimiyle özdeşleştirilen eski sömürge yapılarına büyük tepki duyuluyor, sanayileşmek için bir model sağladığı düşünülen kalkınma kuramlarına yoğun ilgi gösteriliyordu. Akademik düzeyde ise, kıt kaynakların etkin dağılımı sorununa ağırlık veren eski iktisat kuramının iktisadi kalkınma sorununa çözüm getirmediği ileri sürülerek, bunun yerine yeni ve dinamik yaklaşımlar oluşturulmaya çalışılıyordu. Bütün bu etkenler kalkınma iktisadı adı altında yeni bir iktisat dalının gelişmesi ve bir dizi kalkınma kuramının oluşması sonucunu doğurdu. Kalkınma iktisadının geliştirdiği düşük düzey denge tuzağı kavramı, büyük itme kuramı, ikili ekonomi modelleri, bağımlılık kuramı gibi yeni model ve kavramlar kalkınma sürecinin anlaşılmasına belirli katkılar sağladı. İktisadi kalkınma tartışmalarında bu yeni kavramların önemi sürmekle birlikte genellikle sorunun bazı yönlerine ağırlık vererek bütünsel olamadıkları ve belirli sınırlılıklar içerdikleri görülmektedir.

kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
13 Ağustos 2017       Mesaj #10
Safi - avatarı
SMD MiSiM

iktisadi model


herhangi bir ekonomik birimin işleyişini özetlemek amacıyla kullanılan denklemler ya da ilişkiler kümesi. Ulusal ekonomiler ya da şirketler gibi her türden ekonomik birim için uygulanabilen ekonomik modellerin çok basitten çok karmaşığa kadar uzanan çeşitli türleri vardır.
Bu modeller kuramsal bir ilkeyi göstermek ya da iktisadi davranışı tahmin etmek için kullanılabilir. Bir ülkedeki iktisadi etkinliğin incelenmesi için kullanılan bazı ekonometrik modeller yüzlerce denklemden oluşur. Ayrıca bak. ekonometri; iktisadi planlama; iktisadi tahmin.

iktisadi müdahale


devletin ekonomik yaşama çeşitli biçimlerde ve sistemli olarak karışması. Serbest piyasa ekonomisinin karşıtı olan iktisadi müdahalecilik, kamu girişimciliği biçiminde ortaya çıkan devletçilikten daha geniş bir kavram olduğu gibi bir devletçilik politikasını içermesi de zorunlu değildir. Bu açıdan bakıldığında gelişmiş ekonomilerde bile devletin ekonomiye farklı kapsam ve yoğunluklarda müdahale ettiği gözlenebilir. En ileri iktisadi müdahaleciliğe devletin bütün ekonomik etkinlikleri yönettiği sosyalist sistemlerde rastlanır. Azgelişmiş ülkelerde de genellikle yoğun bir iktisadi müdahalecilik uygulanır.

İktisadi müdahalenin iki temel biçimi vardır:
1) Dolaysız müdahale,
2) dolaylı müdahale.

Dolaysız müdahale, kamu girişimciliği ve zorlayıcı ekonomik önlemler biçiminde ortaya çıkabilir. Dar anlamda devletçilik demek olan kamu girişimciliği, devletin ve yerel yönetimlerin sınai ve ticari nitelikte işletmeler yönetmesidir. Bu işletmeler ilk kez kamu kesimince kurulabileceği gibi ulusallaştırma ve devletleştirme yoluyla özel kesimin elinden alınmış da olabilir. Bazen bu iki yöntem bir arada kullanılır. Fransa’ da, İngiltere’de, Avusturya’da, Türkiye’de ve sosyalist ülkelerde her iki yöntemin uygulandığı görülür. ABD’de ise ulusallaştırma ve devletleştirme yöntemine hiçbir zaman başvurulmamış olmakla birlikte, 1933’te suyollarının denetimi, sulama ve elektrik üretimi işleriyle uğraşmak üzere federal devlet kapsamında Tennessee Vadisi İdaresi (TVA) adı altında bir kamu girişimi kurulmuştur.

Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen dönemde devlet Sümerbank, Etibank, Ziraat Bankası, Toprak Mahsulleri Ofisi ve benzeri işletmeleri ilk kez kurmuş, demirollannı, telefon ve telgraf işletmelerini ve azı maden işletmelerini de devletleştirme yoluyla yönetimi altına almıştır. Devlet girişimciliği büyük ölçüde ekonomik kamu hizmeti anlayışına dayalı olarak ortaya çıkmış, ama zamanla kamu hizmeti amacı dışına taşacak biçimde genişlemiştir.

Zorlayıcı ekonomik önlemler, özel girişimciliğe yasalar ve yönetsel düzenlemelerle getirilen, emir ve yasakları içeren sınırlamalardır. Bu sınırlamalar ithalat ve ihracatın kotalara ve kambiyo hükümlerine bağlı tutulması, fiyat sınırlamaları (narh), kalite belirleme ve denetleme gibi ekonomik amaçlı ya da sağlık açısından belli esaslara bağlı tutma ve denetleme gibi sosyal amaçlı da olabilir.

Dolaylı müdahale, yönlendirme ve özendirme gibi zorlayıcı olmayan yöntemlerle gerçekleştirilir. Fransa’da ekonominin yönlendirilmesi 1947’den bu yana uygulanan uzun vadeli merkezî ve yol gösterici planlama yöntemiyle sağlanmaktadır. Türkiye’deki planlama da aynı amaca yöneliktir.

Özendirme önlemleri vergi indirimleri, vergi iadeleri, faizsiz ya da düşük faizli kredi ve öteki sübvansiyon yöntemlerinden oluşur. Bu tür müdahale yöntemlerine bazen liberal ekonomi sistemlerinde de rastlanır. Özellikle ekonomik dar boğazların ve işsizliğin ciddi boyutlara ulaştığı dönemlerde liberal ekonomi sistemini uygulayan devletler, zorlayıcı önlemlere başvurmadan önce mali olanakların elverdiği ölçüde söz konusu önlemlerle durumu iyileştirmeye çalışırlar. Bu önlemlerden sonuç alınamadığı durumlarda zorlayıcı önlemler kaçınılmaz olur.

iktisadi panik


iktisatta, yaygın banka iflasları ya da piyasada çöküşe yol açan aşırı hisse senedi spekülasyonu gibi şiddetli mali kargaşalara verilen ad. İktisadi bunalımların ya da bunalım beklentisinin yol açtığı korku ortamı da iktisadi panik olarak nitelenir. Terim genellikle yalnızca mali alandaki sarsıntının şiddetlendiği aşama için kullanılır ve iktisadi dalgalanmada gerileme döneminin tamamını kapsayacak biçimde genişletilmez.

19. yüzyıla değin iktisadi dalgalanmalar büyük ölçüde mal darlığı, piyasa genişlemesi ve spekülasyonla bağlantılı biçimde ortaya çıkardı. Örneğin 1720’de hisse senedi spekülasyonu Fransa ve İngiltere’de panik boyutlarına (Güney Denizi Olayı) ulaştı. Ama 19. ve 20. yüzyılların sanayileşmiş toplumlarında iktisadi panik, gelişmiş bir ekonominin artan karmaşıklığını ve iktisadi istikrarsızlığın değişen niteliğini yansıtmaya başladı. Mali panik artık ticari etkinliklerden tüketim ve sermaye mallan üreten sektörlere doğru genişleyen bir bunalımın başlangıcını oluşturuyordu. Örneğin ABD’ deki 1857 Paniği, demiryolu şirketlerinin tahvil borçlannı ödememeleri üzerine demiryolu menkul değerlerinin düşmesi ve bankaların varlıklarını kolayca paraya çevrilemeyen demiryolu yatırımlarına bağlaması gibi bir dizi gelişmenin sonucuydu. Panik, ABD’de birçok bankanın kapanmasına, işsizliğin büyük ölçüde artmasına, ayrıca Avrupa’da bir para piyasası kargaşasına yol açtı. Haziran 1873’te Viyana’da, eylülde de New York kentinde mali bunalımla başlayan panik, dünya ekonomisinde 1840’lann sonundan beri görülen uzun dönemli genişlemenin de sonu oldu. Ama en büyük panik 1929’da ABD ekonomisini sarsan ve dünyada ekonomik ilişkiler dengesini altüst eden Büyük Bunalım’la gerçekleşti.

iktisadi planlama


siyasi iktidarların önemli ekonomik kararları alma ya da etkileme süreci. Devletin ekonomiyi yönlendirecek her türlü girişimden kaçınmasını, ekonomik gelişmenin hızına, yönüne ve niteliğine ilişkin belirlemelerin piyasa güçlerine bırakılmasını savunan laissez-faire’t (bırakınız yapsınlar) karşı bir yaklaşımı yansıtır.

İktisadi planlama ilk kez 1920’lerde SSCB’de uygulamaya kondu. Bu dönemde sosyalist yönetim temelde tarımsal ve son derece dağınık bir ekonomide hızlı sanayileşmeyi gerçekleştirmek amacıyla katı denetim altında merkezî planlı bir ekonomi oluşturdu. Planlama, sosyalist olmayan ülkelerde de iki dünya savaşı arasındaki dönemin ekonomik zorluklarına karşı sık sık başvurulan bir araç oldu. Daha sonra II. Dünya Savaşı sırasında pek çok ülkenin yönetimi ekonomide sıkı bir denetim uygulamak zorunda kaldı. 1950’lerde hemen her ülkede hükümetlerin ekonomik etkinlikleri planlamada ve yönlendirmede önemli roller üstlenmesi kabul edilmeye başladı.

Bir ülkede iktisadi planlamanın kapsamı ve niteliği, söz konusu ülkedeki hükümetin siyasal yaklaşımıyla yakından bağlantılıdır. Bir uçta, yakın geçmişe değin sosyalist ülkelerde uygulanan ayrıntılı ve katı planlama yer alır. Bu planlama, üretim araçlarının çoğunda kamu mülkiyetini ve yönetimin saptadığı ekonomik, siyasal ve toplumsal hedeflerin ışığında belirlenen merkezî kaynak dağılımını öngörür. Neyin üretileceği, tek tek malların fiyatları, ücretlerin ve yatırımların düzeyi ile dış ticaret ve ekonominin bütün öbür değişkenleri merkezî olarak belirlenir. Bu tür planlama tek tek işletmelerin son derece ayrıntılı biçimde denetlenmesini, geniş ve pahalı bir merkezî planlama bürokrasisini gerektirir.

Bu iktisadi planlama anlayışını savunanlara göre piyasa güçleri, toplumsal değerlerden bağımsız olduğundan ve servet sahiplerince yönlendirildiğinden, toplumsal ve siyasal açıdan özlenen hedeflere ulaşmada güvenilir bir temel oluşturamaz. Ayrıca, tam istihdamı gerçekleştiremeyen piyasa güçlerinin, böylece var olan kaynakların etkin kullanımını bile sağlayamadığı öne sürülür. Buna karşı çıkanlarsa merkezî planlamanın rekabeti ortadan kaldırarak girişim ve yaratıcılık dürtüsünü yok ettiğini, böylece verimsizliğe yol açtığını savunur. Bunlara göre, geniş bir planlamacı kadrosu bulunsa bile, ekonomiyi oluşturan çok sayıdaki etkinliğin denetlenmesi, hatta saptanması olanaksızdır; dolayısıyla iktisadi büyümenin yavaş ve düzensiz olması, kıtlıkların, zaman zaman da büyük çapta, masraflı yeniden ayarlamalar gerektiren yapısal dengesizliklerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

İktisadi planlamaya en çok bağlı kalman ülkelerde görülen ekonomik başarısızlıklar, özellikle 1950’lerle birlikte sistemin katılıklarına karşı eleştirilerin artmasına yol açtı. Bunun da etkisiyle, 1950’lerde bazı sosyalist ülkeler daha esnek ve dar kapsamlı bir planlama anlayışına yöneldiler. Bu süreç 1956’da Polonya’da başladı ve SSCB’nin şiddetli itirazlarına karşın 1960’larda ve 1970’lerde çoğu Doğu Avrupa ülkesinde yaşandı. Sonuçta, daha küçük oranda olmakla birlikte SSCB’de de etkisini gösterdi. Reform uygulamasının ileri düzeye ulaştığı Macaristan’da tüketim malları ve hizmet sektörlerinde geniş bir alan özel girişime açıldı; kamu mülkiyetindeki işletmelerin yönetimine üretim ve fiyatları belirlemede bir ölçüde özgürlük tanındı; kâra bağlı primler biçiminde maddi özendiriciler kullanıldı.

Bu reformlar yer yer başarılı olmakla birlikte, sosyalist ülkelerin üretim ve tüketim standartları bakımından Batı’nın büyük ölçüde gerisinde kalmasını önleyemedi. 1980’lere gelindiğinde özellikle SSCB ekonomisindeki büyük dengesizliklerin bunalım boyutlarına varması karşısında perestroika (yeniden yapılanma) adı verilen yeni bir reform girişimi başlatıldı. 1990’lara girerken Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist rejimlerin çözülmesiyle birlikte merkezî planlama ilkesinden resmen vazgeçildi ve piyasa ağırlıklı bir ekonomiye geçiş hedefi benimsendi. SSCB’de ise perestroika’nın bir uygulama politikasına dönüşmesine bile fırsat kalmadan Sovyet federasyonunun dağılması ve sosyalist rejimin sona ermesiyle merkezî plan dönemi de kapandı.

Yelpazenin öbür ucunda Batı ülkelerinin karma ekonomileri yer alır. Planlamanın ve hükümet denetiminin kapsamı ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, bu ülkelerin tümünde kapitalist ekonomik çerçeve ve büyük bir özel sektör varlığını korumaktadır. Ayrıca, kamu mülkiyetindeki önemli bir iki sektörde uyguladıkları ayrıntılı denetimin dışında, Batı hükümetlerinin çoğu ekonomilerini para arzı, kamu harcamaları, faiz oranları vb gibi iktisadi etkenleri düzenleme yoluyla etkilemeye çalışırlar. Sistemin özünü üretim ve fiyatlarla ilgili kararların büyük bölümünün hükümetçe oluşturulan geniş, genel bir çerçeve içinde, özel sektör tarafından alınması oluşturur. Bunun sonucunda kalabalık, pahalı bir planlama bürokrasisinin ortaya çıkması önlenir ve geniş bir girişim alanı sağlanır. Batı’daki iktisadi planlama uygulamada çok farklı özellikler gösterir.

ABD planlamaya geleneksel olarak Batı Avrupa’dan daha az eğilimlidir. Fransa ise, sosyalist olmayan öteki gelişmiş ülkelere göre ekonominin hükümetçe denetlenmesine daha büyük ağırlık vermiştir. Belirli bir ülkedeki uygulama zaman içinde de değişiklik gösterir. İngiltere’de 1960’larda iktidarda bulunan İşçi Partisi hükümeti müdahaleci ve planlama yönelimli bir yaklaşımı benimsedi, ama 1976’dan sonra Muhafazakâr Parti hükümetinin temel hedefi devletin ekonomideki rolünü azaltmak oldu. Bu yaklaşım 1980’lerde yeni-liberal akımın güçlenmesiyle birlikte öteki Batı ülkelerinin de çoğunda etkili oldu {bak. liberalizm). Bu çerçevede yaygın bir özelleştirme politikası uygulandı.

Çoğu hükümetin görece müdahaleci bir politika izlediği bir alan bölgesel planlamadır. Bölgesel planlamanın temel hedefi, ülkenin değişik bölgeleri arasındaki refah, ekonomik altyapı, gelir ve istihdam dengesizliklerini azaltmaktır. Bu amaçla kullanılan başlıca araçlar vergi teşvikleri, devlet yardımları, tercihli krediler, tercihli satmalına politikaları ve öteki mali teşviklerdir.

Gelişmekte olan ülkelerin bazıları da iktisadi planlama kuramını ve uygulamasını benimserler. Bu ülkelerin çoğu orta vadeü (beş ya da altı yıllık) iktisadi kalkınma planlan hazırlamakla birlikte, planlamaya yaklaşımlannda ortak bir temel yoktur. Çoğu ekonomilerinin önemli sektörlerini devlet mülkiyetinde ya da denetiminde bulundururlar, ama ayrıntılı bir merkezî planlamayı uygulamaya çalışanı pek azdır. Gelişmekte olan ülkelerdeki iktisadi planlamanın temel hedefi genellikle altyapının ve seçilmiş sanayi alanlarının geliştirilmesi için gerekli fonların sağlanması, ayrıca ülke gelirinin çok büyük bir bölümünün elde edildiği sektörler (genellikle temel malların üretimi) üzerinde belirli bir denetimin kurulmasıdır. Bu ülkelerde iktisadi planlamanın her durumda başarılı olduğu söylenemez. Çoğu zaman bu planlar genellikle siyasi nedenlerle benimsenen, birbirinden kopuk bir hedefler listesinden ya da kullanılabilir kaynakların gerçekçi biçimde değerlendirilmesine dayanmayan ve a priori (önceden) belirlenen aşırı iddialı bir hedefler taslağından oluşur. Bazı durumlarda, fiyatları sık sık değişebilen temel mallara aşırı bağımlılık uzun vadeli planlamayı son derece güçleştirir; bazı ülkelerse planlama hedeflerini uygulamak için gerekli yönetsel kaynaklardan ve siyasal istikrardan yoksundur. Ayrıca bak. beş yıllık kalkınma planları; beş yıllık sanayi planları.

kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

12 Ağustos 2017 / Misafir X-Sözlük
10 Ağustos 2017 / ThinkerBeLL Ekonomi
24 Ağustos 2009 / ThinkerBeLL Ekonomi
28 Mayıs 2016 / ecce Cevaplanmış
1 Aralık 2010 / Misafir Cevaplanmış