Arama

Filozoflar

Güncelleme: 29 Aralık 2016 Gösterim: 42.000 Cevap: 11
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Ekim 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

filozoflar

Ad:  filosof.jpg
Gösterim: 3854
Boyut:  32.5 KB

Fransa’da 18. yüzyılda, farklı görüşleri benimsemekle birlikte, usun üstünlüğüne ve etkisine duydukları inançla bir araya gelen edebiyatçı, bilim adamı ve düşünürler. Rene Descartes’ın felsefi düşüncelerinden, Libertinlerin şüpheciliğinden ve halkın anlaması için bilim dilini sadeleştiren Bernard de Fontenelle’in yaklaşımından esinlenen “filozoflar”, kilise içindeki bölünmeler, mutlak monarşinin zayıflaması ve XIV.
Sponsorlu Bağlantılar

Louis döneminin sonlarındaki savaşların yol açtığı yıkım gibi nedenlerle gündeme gelen toplumsal, ekonomik ve siyasal reformları desteklediler. 18. yüzyıl başlarında Voltaire ve Montesquieu’nün yönlendirdiği hareket, yüzyılın ikinci yarısında daha gevşek bir yapı kazandı. Yüzyılın en büyük düşünsel ürünlerinden biri olan L’Encyclopedie'nin (Ansiklopedi) yazımına katkıda bulunan “filozoflar” arasında Diderot, Rousseau, Georges-Louis Leclerc de Buffon, Etienne Bonnot de Condillac, Anne-Robert-Jacques Turgot ve Marquis de Condorcet sayılabilir.

kaynak: Ana Britannica

Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 04:07
Biyografi Konusu: Filozoflar nereli hayatı kimdir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Ekim 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

FİLOZOF


a. (fr. philosophe; yun. philophos'tan lat. philosophus, bilgelik dostu'ndan).
Sponsorlu Bağlantılar
FELSEFECİ’nin eşanlamlısı. (Esk. eşanl FEYLESOF.)

—Sim. Filozof taşı, çok saf altınla temas ettirilerek metalleri altına çevirme özelliği kazandırılmış taş.

—Tar. XVIII. yy.’da Aydınlanma çağı yanlısı.

♦ sıf. ve a.
1. Felsefe yapmaktan hoşlanan kimse için kullanılır.
2. Hayatı iyi yönlerinden alan,'hoşgörülü, güçlükleri tevekkülle karşılayan kalender kimse için kullanılır. (Esk. eşanl. FEYLESOF.)

Kaynak: Büyük Larousse

Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 03:43
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Kasım 2005       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

THALES (M.Ö. 624-545)


Klasik Yunan felsefesinin Thales ile başlatılması geleneği, felsefenin mahiyeti hakkında Aristoteles’in verdiği bilgilere dayanmaktadır. Thales, evrenin ana ilkesinin su olduğunu bildirmiştir. Thales’in, suyu yani tek bir tözü evrenin temel maddesi olarak görmesi, değişmeksizin kalan tek tözün su olduğunu düşünmesinde yatar. “Bir şeyin kendisinden geldiği şey” olarak açıklanan “arkhe”, Thales’in her şeyin su ile beslendiği ve varlığını onunla sürdürdüğü gözleminde bulunmasından ötürü suya nispet edilmiştir. O, maddi varlık olan suya metafizik bir nitelik vermiş olmakla, hayatın anlamının da metafizik bir yapıya sahip olduğunun bilincine varmıştır. Ancak bu ilke her açıdan maddi olmaktan da kurtulamamıştır.

Thales’in bu teorisi, eski Yunan dininden esinlenerek yapılan bir açıklama olmadığı gibi, bu dinden izler taşıyor olup ondan tamamen ayrık da değildir. Thales’e göre her yerin Tanrılarla dolu olduğu fikri, bir anlamda bunu ortaya koymaktadır. Çünkü daha önce Aristoteles’in eskiler diye nitelediği Homeros ve Hesiodos tarafından yazılı hale getirilen destanlarda Styks adındaki evren Tanrısının su olduğu ve tüm varlıkların Okeanus ve Tethys denilen şeylerden yaratıldığı söylenmektedir. Thales bu suyun bir ruha sahip olduğuna inanmaktadır. Bu durum “hylosoism” olarak adlandırılmıştır ve böylece her ne kadar bu şey maddi de olsa, dünyanın birliğine ilişkin bir teori ortaya konulmuş bulunmaktadır.

ANAKSIMANDROS (M.Ö. 610-546)


Thales, suyu her şeyin temelinde bulunan canlı bir töz olarak anlamasına rağmen, Yunan felsefesinde arkhe sorunu son bulmuş değildir. Anaksimandros, bu tözün yani evreni oluşturan temel ilkenin “apeiron” denen sonsuz ve sınırsız, aynı zamanda belirsiz bir şey olduğunu öne sürmüştür. Bu ilke, göklerin ve yerlerin ortak anasıdır ve var olan her şey varlığını bu ilkeden almıştır. Apeiron denen sonsuz ve sınırsız ilke, Tanrı, deneyimlerden elde edilen maddi şeylerin ötesinde bir olgusallık oluşturur ve bu yüzden de algılanamazdır. Bu ilke, taşıdığı belirsizlik yüzünden metafizik değildir. Aristoteles’in hakkında bir bilgi vermediği bu filozofun ortaya attığı apeironun, var olanın temel ilkesi olarak ortaya çıkması bir yana, yine var olan şeylerin kendisine geri döndüğü ilke olarak da karşımıza çıktığı görülür.

Anaksimandros’a göre var olan şeyler ceza ödemek üzere varlığını oluşturan apeirona geri döneceklerdir. Apeiron yaratılmamıştır ve yok olmayacaktır. Onun hareketi de kendisi gibi öncesiz ve sonrasız olduğundan, bu hareket sonucu belli tözlerin ayrışmasıyla varlıklar meydana gelmiştir. Dünyayı evrenin merkezinde gören ve boşlukta hiçbir şeye dayanmaksızın duran bir silindir şeklinde kabul eden filozof, ilk evren tasarımını da ortaya atan kişi olmuştur.

ANAKSIMENES (M.Ö. 585-528)


Thales, değişmeyen ilkenin su olduğunu söylerken, değişmeyen halindeki suyun değişen halindeki suya dönüşünün nasıl gerçekleştiğini belirtmemiştir. Anaksimenes bunu hava ile çözmeye çalışmıştır. Hava hem sıkışan hem de genleşen bir şey olmakla, evrendeki her şey bu sıkışma ve genleşme sonucu meydana gelmiştir. Anaksimenes’in arkhe olarak öne sürdüğü hava, ona göre sürekli bir hareket ve değişim durumundadır ve bu yüzden de canlı varlıklardaki hayat belirtisi ve hareketin sebebidir.

Anaksimenes, dinin de etkisinde kalarak insanın aldığı nefesle ruhu bir ve aynı saymakla, küçük evren olan insanla büyük evren olan kainatın aynı ruhu taşıdığını söylemiş olmaktadır. O bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Nasıl hava olan ruhumuz bizi hükmü altında bir arada tutuyorsa, bütün kozmosu da soğuk ve hava öylece sarıp tutar.” Anaksimenes’in, sonsuz ve sınırsız olan apeiron fikrini bırakıp yeniden maddi ilkeye dönmüş olmasını bir gerileme olarak görenlerin yanında, havanın bütün bu nitelikleri karşıladığını ileri sürenler de olmuştur.

PYTHAGORAS (M.Ö. 580-497)


Pythagoras ile birlikte felsefenin artık Miletli filozoflarda olduğu gibi arkhenin bilgisi değil de bir yaşama formu halini almış olduğu görülmektedir. Bu durumda arkhe problemi yine önemini korumuş, ancak temel problemi oluş fikri belirlemiştir. Bu durumda, ilkel bir arkhe düşüncesinden daha karmaşık ve daha formel bir ilke düşüncesine adım atılmış olmaktadır.

Pythagoras arkhe olarak sayıyı kabul etmiş, her şeyin bu sayıdan çıkıp yine ona geri döneceğine inanmışlardır. Zira onlara göre sayı, eşyanın içkin sebebi ve tözüdür. Miletli filozofların maddi ilkelerine karşın Pythagoras, maddedeki maddi olmayan ve evrene egemen olan düzeni hatırlatmış, karşıtlar arasındaki birlik ve ahenge dikkati çekmiştir. O, sayıyı evrenin tözü olarak kabul ederken, her bir varlığın bir sayıya karşılık geldiğini ve bu suretle her şeyin özünün “bir” sayısına indirgenebileceğini ileri sürmüştür. Aristoteles, Pythagorasçıların matematik ilkeleri her şeyin ilkesi olarak gördüklerini, ayrıca bu evrenin sayılardan meydana geldiği düşüncesine sahip olduklarını söylemektedir. Pythagoras sayıyı ideal değil de real bir varlık olarak düşündüğü için, öne sürdüğü formel görünen arkhe de doğal olarak maddi olmaktan kurtulamamıştır.

HERAKLEITOS (M.Ö. 544-484)


Herakleitos ile birlikte felsefede oluş fikrinin ön plana çıktığını görmekteyiz. Görünürdeki karşıtlıkların aslında bir bütünü oluşturduklarını savunan Herakleitos, her şeyin Bir’den ve Bir’in de her şeyden kaynaklandığını söylemiştir. Herakleitos’a göre varlığı oluşturan ilke durmadan yanan bir ateştir. Bu ateş her şeyin kaynağı olarak nesnelerin dönüşümünü sağlamaktadır.

Ateş bütün evrene kaynaklık ederken, bu anlamda logos ile özdeş görünmektedir. Herakleitos, her şeyin logosla olup bittiği ve bu logosun bilgeliğin de temelini oluşturduğu görüşündedir. Logos onun için bir ölçüyü ifade ettiği gibi, bu ölçü de ateşin miktarını ifade etmektedir. Ateşin yanıp sönmesini ayarlayan logos, burada Tanrısal bir anlama sahip değildir. Ateş ise ezeli-ebedi bir hayata dayanak olarak daima yaşamın içinde bulunmaya devam edecektir. Yaşam, ancak akılla kavranabilir bir nitelik arz etmekte, aynı zamanda logosla eş anlamlı kullanılarak Tanrısal yasayla ahenk oluşturmaktadır. Ateşten kasıt akkor veya alev hali olmayıp sıcaklığın bizzat kendisi kastedilmektedir. Nesneler, önce ateşten kendi tözlerine dönüşümü gerçekleştirirler ve sonra da aksi bir süreçle ona geri dönerler.

Herakleitos, diğer nesnelerin onun zatından olması dolayısıyla, ruhu bir ilke olarak kabul etmektedir. O, eşyayı bir nehrin akışına benzeterek evrendeki oluşu açıklamaya çalışmıştır. Herakleitos, bir nehre iki kez girilemeyeceğini, girildiği zaman da aslında girilmemiş olacağını, çünkü her şeyin değişmesi dolayısıyla girenin biz olmadığını söylemektedir. Böylece oluş, varlığın inkarıyla sonuçlanmış olmakta ve bu oluşun değişkenliğini ateş ve ateşin değişkenliğini de logos ayarlamaktadır. Herakleitos için asıl olan da bu değişkenlik değil, varlıktaki birlik olmuştur.

KSENOPHANES (M.Ö. 570-478)


Elea okulunun kurucusu olarak gösterilen Ksenophanes, varlığın temel ilkesi gibi bir sorunla uğraşmayan bir filozof olmakla birlikte, bu konuda bazı görüşler de ileri sürmüştür. Evrenin oluşumu hakkında şiir tarzında eserler yazmış, etkisi altında kaldığı dine ve panteistik düşünceye bağlı kalarak ana ilkeler olan su, hava, toprak ve ateşi gerçek ilke olan Tanrıya bağlamıştır. Ksenophanes, fenomenlerin çeşitliliğinden yola çıkarak kozmosun tinsel birliğine ulaşmış, bunu da tıpkı panteizmde olduğu gibi Tanrıda içkinleştirmiştir.

Ksenophanes’e göre varlıklar toprak ve sudan yaratılmış olup yine ona döneceklerdir. Bütün bu şeylerin hepsi Tanrının tezahürüdür. Tanrı, kendisi değişmeksizin kalmasına rağmen, hem varlığa gelen hem de değişime uğrayan süreçleri yaratan evrensel, sonsuz, güçlü ve saltık bir ilkedir. Böylece Tanrı ve evren aynı olgusallıkta ve yine aynı aşkınlıkta buluşarak bir panteizm oluştururlar. Bunu göz önünde bulundurursak evrenin de Tanrı gibi sonsuz ve saltık olduğunu söyleyebiliriz. Aristoteles, bazen önemli bir filozof olarak addettiği Ksenophanes’i, bazen de madde ve formu anlamadığını ve yalnızca Tanrıyla evreni birleştirdiğini söyleyerek önemli bir filozof olmadığını öne sürmektedir.

PARMENIDES (M.Ö. 540-470)


Parmenides’in felsefesi ve dolayısıyla da evrenin mahiyeti hakkındaki görüşü, Herakleitos düşüncesindeki oluşun inkarından kalkar. Parmenides, var olmanın olduğu ve var olmamanın ise olmadığı düşüncesine varırken, var olmamanın olmamayı zorunlu kılacağından hareketle var olmanın zorunlu olduğunu belirtmiştir. Eğer varlıktan başka olanın varlığı yoksa, kaçınılmaz olarak varlığın çokluğu problemi ortaya çıkacaktır. Bu da bir “kendinde Bir” veya “kendinde Varlık” düşüncesini sıkıntıya sokmaktadır. Var olanın dışında hiçbir şeyi kabul etmeyen Parmenides, tanımsal bir birlikten bahsetmiş olmakla beraber, duyusal çoklukla karşılaştığında iki ilkenin varlığını kabul etmiştir. Bunlardan sıcak olanı varlığı, soğuk olanı ise yokluğu temsil etmektedir. Sıcaklık aynı zamanda kuruluğu ve netice olarak da toprağı temsil etmektedir.

Parmenides, kozmosun yaratılışını mitoslara döndürerek varlığın yaratıcısı olarak Aphrodithe’i gösterirken, ilk yaratılan şeyin de aşk yani eros olduğunu söylemiştir. Herakleitos’un, duyuların yanılsamaya düştüğü kanısını o da kabul etmekle birlikte, duyuların oluş ve bozuluşta yanılsamaya düşmeleri nedeniyle onun ardındaki değişmez varlığın gözlenmesi gerektiği düşüncesine varmıştır. Bundan dolayı Parmenides, duyulur evreni değişme nedeniyle sahte olarak nitelemiş, küre şeklinde olduğunu ileri sürdüğü ve devamlı sabit kalıp değişmeyen alemin gerçek var olan evren olduğunu belirtmiştir. Böyle bir görüşün sonucunda, var olanın bilgisinin salt akıldan çıkarılması, değişen ve hareketli olan deney dünyasının yadsınmasını gerektirmiştir. Çokluk bir aldanma, yanılsamadan başka bir şey değildir. Ona göre düşünce yoluyla var olanın birliği kavranır.

ZENON (M.Ö. 490-430)


Aristoteles’in dialektiğin kurucusu olarak gösterdiği Zenon, çokluğu ve hareketi kabul etmenin çelişkilere yol açtığını göstermeye gayret ederek, Parmenides’in varlığın birliği öğretisini desteklemeye çalışmıştır. O, sonsuzca bölünebilen bir zaman ve mekanı kabul etmenin hangi güçlükleri doğuracağını göstermek istemiştir. Olan bir şeyin hem sonsuzca büyük hem de sonsuzca küçük olması gerektiğini öne süren Zenon, ayrıca bu şeyin sayıca hem sınırlı hem de sınırsız olacağını iddia etmiş ve bunların her birinin hem kanıtlanıp hem de çürütülebileceğini göstermek suretiyle çokluk düşüncesinin çelişkilerini göstermeye çalışmış, buna karşılık olarak birliği savunmuştur. Zenon’un “kurbağa meseli”, hareketin inkarını anlatan garip bir paradoksu gündeme getirir. Filozofa göre, hareket eden şey ne bulunduğu yerde ne de bulunmadığında hareket etmektedir.

Zenon’a göre, var olan bir şeyin bir büyüklüğü olması gereklidir. Eğer varlık bir büyüklükse, cisimsel olmak zorundadır. Çünkü cisimsel olan şey, bütün boyutlarda varlığa sahiptir. Buna karşılık noktalar, eklendikleri şeylerde bir değişiklik yapmazlar. Zenon, hareket noktasıyla varış noktasını birbirinden ayıran çizginin de yine noktalardan oluştuğu görüşünden yola çıkarak, hareketin olmasının imkansızlığını ileri sürmüştür. Zira nokta yer kaplamadığı ve bu nedenle sonsuz sayıda nokta olacağı için, noktalardan oluşan en küçük bir mesafe bile sonsuzdur. Zenon, “ok meseli” ile de hareketin olmadığı tezini güçlendirmeye çalışır. Havaya atılan bir ok, her an hareket alanının bir noktasında bulunur. Mekanın belli bir noktasında bulunan bu ok, tüm hareket boyunca sükun halindedir. Varlığın çokluğu ve hareketin imkanı hakkında Zenon’un ileri sürdüğü itirazlar, bazı kavramların insanları nasıl çelişkiye düşürdüğünü göstermektedir.

EMPEDOKLES (M.Ö. 492-432)


Empedokles’i diğer tabiat filozflarından ayıran yön, ana ilkeyi birden fazla olarak kabul etmesi ve bunun yanına bir de etkin nedeni koymasıdır. O, oluşu inkar etmekle Elealılara, hareketi kabul etmekle de İyonyalılara yaklaşmış, değişmeyen ve ezeli-ebedi bir maddeyi alemin temeline yerleştirmiştir. Dört unsur, bu maddenin ayrışmasıyla oluşmakta ve sonra birleşerek tekrar bu maddeyi meydana getirmektedir. Bu ayrışma ve birleşmeler ise, evrendeki varlıkların oluşumunu gerçekleştirmektedir. Tüm bu ayrışma ve birleşmeleri sağlayan unsurları, Empedokles, sevgi ve nefret ikilemi olarak göstermiştir. Aslında o, dört unsuru iki guruba ayırmış, sevginin yanına ateşi ve nefretin yanına diğerlerini yerleştirmiştir. Empedokles, dört unsurdan hiçbirinin birbirine dönüşmeyeceğini, hatta bunların asla birbirine karışmayacağını savunmakla, başta dile getirdiği birlik fikrinden vazgeçmiş görünmektedir. Ancak buradaki birlikten kasıt, herhangi bir şekildeki birleşme değildir. Şu halde bu birlik yalnız ruhta bulunmakta ve ruh bu ilkelerle özdeş olmaktadır. O, bir şeyi o şeyle görmekten bahsetmekte ve ruhun ilkelerden oluştuğunu ileri sürmektedir.

Empedokles, değişimin zorunlu olduğunu kabul ettiği halde, bu değişimin kendisiyle ilgili herhangi bir nedenin bulunmadığını, eşyanın doğasının böyle olduğunu söylemektedir. Bu değişime Empedokles, oluştan ayrı olarak başkalaşma demektedir. Çünkü cinslerin çokluğu benimsenmekle, başkalaşmanın oluştan ayrı olduğu vurgulanmış olmaktadır. Şimdi unsurların birleşmesinden ve ayrılmasından oluş ve bozuluş doğmakta, karışımın ayrışması ve karışmasından başkaca bir oluş olmamaktadır. Aynı kalan bir töz içinde büyüme ve küçülme denilen bir değişim algılandığı gibi, başkalaşma da algılanmış olacaktır. Ancak Empedokles, bu büyümeyi, eklemeden başka bir şey olarak anlamamıştır. Böylece her şey kendi cinsiyle büyüyüp çoğalmakta ve hareket etmektedir.

ANAKSAGORAS (M.Ö. 500-428)


Anaksagoras, Empedokles’in iki ana ilkesini tek bir ilkeye indirgemiş ve bunu da çoğulcu bir yapıya bağlamıştır. Her şeyin bir arada bulunduğu fikrini kabul eden filozof, bunların sonsuz sayıdaki tohumlardan ibaret olduğunu ve hiçbiri birbirine benzemeyen nesnelerin burada var olduklarını söylemektedir. Başka bir şekilde söylersek, yeryüzündeki varlıklar kadar tohum yani spermata vardır.

Anaksagoras’a göre, her şeyde her şeyden bir parça bulunur, ancak nous bundan müstesnadır. Çünkü nous yahut akıl, yalnızca bir ruha sahip varlıklara özgüdür ve bu nous, saf ve temiz olduğundan her şeyin bilgisine sahiptir. Hiçbir nesne sonradan meydana gelmediği gibi, asla yok da olmayacaktır. Meydana gelmeye ancak birleşip karışma, yok olmaya ise ayrışma denmesi daha uygundur. Bu durum, ezeli olup ebedi olarak devam eder. Bu görüş, daha önce gördüğümüz gibi, Empedokles’ten alınmış düşüncelerden biridir. Anaksagoras’ın doğanın düzeninde bir akıl unsuru olduğunu söylemesi, fail bir nedeni kabul etmesi anlamına gelir. Ancak Aristoteles’e göre Anaksagoras’ın öne sürdüğü akıl, tabiata yalnızca mekanik ve maddi neden olarak etkide bulunur. Herhangi bir şeyin nedenini açıklarken güçlük çektiğinde akla başvuran filozof, diğer durumlarda akıldan başka şeylere izafe etmektedir.

Anaksagoras etkin neden olarak aklı yani nousu gösterirken, Empedokles’in sevgi ve nefret ikileminin mistik yanlarını bir kenara bırakmış, onların ancak bir güç tarafından yönlendirildiğini düşünmüştür. Bu güç ise maddi nesnelerden farklı olan ve ruh olarak da telakki edilen noustan başkası değildir. Hiçbir nesneyle karışmayan bu akıl, aynı zamanda diğer nesneleri de harekete geçiren ve birleşmeyi sağlayan güç olarak karşımıza çıkar. Ezelde hareketsiz bulunan kaos (karışım), bu nous yani Tanrı tarafından hareket ettirilip kozmosun ortaya çıkışı sağlanmıştır. Anaksagoras, böylece nous sayesinde kozmosun bir karışımdan (khaos) meydana geldiğini anlatmaya çalışmış, sonsuz nesne fikrini kabul edip kemik, et, ilik vb. şeylerin türdeş olduklarını kabul etmiştir. Tüm bunlar birbirinden farklı şeyler olup nous tarafından birleştirilirler.

DEMOKRITOS (M.Ö. 460-400)


En eski materyalist okulun lideri olan Demokritos’un öğretileri hocası Leukippos’unkilerle karışmış durumdadır. Bunun için pek çok felsefe tarihçisi onun fikirlerini hocasının fikirleriyle beraber zikrederler. Demokritos’un doktrini atomlar üzerine kuruludur. Ona göre varlık, atom ve boşluklardan meydana gelmiş olup en az atom kadar boşluk da bulunmaktadır. Bu da demektir ki, her bir atomun karşılığında bir boşluk ve her bir varlığın karşısında da bir yokluk bulunmaktadır. Demokritos, bütünün ilkelerini katılıkları ve boşluktan yoksun olmaları nedeniyle parçalanamayan küçük cisimler olarak kabul etmiştir. Bu cisimlerse sayıca sonsuz, boşlukta sonsuzca yayılmış, doğal yapılarında tözleri biçim olarak benzer olup oluşturdukları şekiller yönünden farklılaşan ve boşlukta sürekli hareket eden atomlardır. Onların birbirlerine çarpmalarından rastgele olarak bütün oluşur ve bunlardan da evren meydana gelir.

Demokritos’un dolu dediği şeyler, atomların oluşturdukları varlıklardır. Boş olanlar ise varlığı olmayan şeylerdir yani yokluktur. Ona göre şeylerin maddi nedenleri atomlar ve boşluklar olup öğelerin farklılıkları da bütün diğer niteliklerin nedenidir. Varlıkların farklılıkları oran, temas ve dönüşten ileri gelir ki, bunlar da bir durumu temsil ederler. Demokritos’un atom dediği cisimler, bölünmez olarak, varlığın en küçük parçacıklarını oluştururlar. Bu bölünmez cisimlerin yardımıyla oluş ve başkalaşmayı, düzenleme ve yapılış aracılığı ve şekil farklılıklarıyla aynı nesneyi değiştirerek yapmak mümkündür. Atomlar bölünmeye değil de vehmen bölünmeye yatkın, özü itibarıyla daimi hareket halinde olan küçük parçalardan oluşmuşlar, bu parçalar birbirlerine özel bir şekilde rastlayarak evreni meydana getirmişlerdir. Önce gökler ve unsurlar, ardından göksel hareketlerden bu unsurların karakterleri ve onlardan da bileşikler oluşmuştur. Demokritos’a göre, var olan ve yok olmayan bu atomlardan küre biçiminde olanları ruhu varlığa getirirler. Ölüm denen olay, varlıklardaki atomların ayrışmasından başka şey olmayıp bu atomların her biri diğerinden ayrıdır.

Demokritos düşüncesinde atomlar, gerçek bilgiye ulaşmanın en mantıklı yoludur. Gerçekte hiçbir şeyin bilinmediğini öne süren filozof, atomların şekline ve durumuna göre varlık hakkında bir şey deneceğini söyler. Gerçek olan varlıklar, yalnızca duyularla elde edilebilir ve atomları gören de en yüksek bilgiye ulaşmış olur. Lukács, Demokritos’un atom öğretisini, tüm görüngü dünyasının, maddenin unsurlarının ilişki ve hareketlerinin yasal ürünü şeklinde kavranması olarak tanımlar.

PROTAGORAS (M.Ö. 480-410)


Sofistlerin en büyüğü kabul edilen Protagoras, aynı zamanda sofistike düşüncenin de kurucusudur. O, varlık ve arkhe üzerine yapılan tartışmaları boş bir uğraş olarak nitelelemiş, insanı merkeze alan bir felsefe kurmayı hedeflemiştir. Herakleitos’un her şeyin değişimini öne sürdüğü “akış” fikriyle Demokritos’un duyumların dışındaki gerçekliğin görülemeyeceği düşüncesinden yola çıkarak bir şüphecilik ortaya atmıştır. Protagoras, insanı ölçüt olarak almış, hakikatin öznel yapısına işaret ederek onun göreceli bir şey olduğunu öne sürmüştür. Bu konuda filozof şunları söylemiştir: “Bütün şeylerin ölçüsü insandır, var olanların var olduğu, var olmayanların var olmadıkları için. Her bir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse yine senin için de öyle.”

İnsanın her şeyin ölçüsü olduğu düşüncesini dile getirmek, her bir insana görünen şeyin gerçeğin kendisi olduğunu söylemek demektir. Böyle olunca da, sonuçta bir şeyin hem var olduğu hem de var olmadığı aynı ölçüde doğru olacaktır. Burada göz önünde bulundurulan tek insan olduğuna göre, genel-geçer bilgi de olmayacaktır. Bu durum eşyanın bize göründüğü şekliyle bir şey ifade ettiği bir tür görecelilik düşüncesine zorunlu olarak insanı götürmektedir. Aristoteles, Protagoras’ın bu sözünün, bilen veya duyan insanı dile getirdiğini, çünkü bu insanın nesnelerin ölçüsü olan duyum ve bilime sahip olduğunu söylemekte ve bu sözün olağanüstü hiçbir şey söylemediğini belirtmektedir.

Protagoras, insanı her şeyin ölçüsü yapmakla öznel bir gerçeklik düşüncesi ortaya koymuş olmaktadır. Hakikatin göreceli olması, onun birden çok olduğu anlamına gelir ki, bu da doğası gereği hakikat yok demektir. Zira hakikatin tanımı, onun saltık bir niteliğe sahip olduğunu zorunlu kılar. Nesnel dünyanın hakikati içermeyip yalnızca öznelliği bize gösterdiğini savunan Protagoras, doğal olarak hakikat hakkında şüpheye düşmüştür.

PLATON (M.Ö. 427-347)


Platon’un felsefesi, ilk ciddi sistematik felsefe girişim olarak kabul edilmektedir. Platon, tüm felsefesinin temelini “idealar kuramı” ile atmış ve tüm öğretilerini bu kuram üzerine kurmuştur. Platon için idealar gerçekliği temsil ederken, real alem denilen bu dünyadaki nesneler de yalnızca birer gölgeden ibarettirler. Platon, idealar alemine iki yoldan gitmeye çalışır: bunlardan birincisi Sokrates’in kavramının tözleştirilmesi, ikincisi de anlıkta bulunan ve duyuların ötesine geçen matematik nesnelerden. Duyulur alem ancak idealar aleminin bir kopyası olduğu için, Platon için pek fazla değer taşımaz. “Varlık olarak varlık nedir?” sorusu Platon felsefesinin en temel noktasına yerleştirilir ve cevap olarak da varlığın “idea” olduğu söylenir. Platon, idealara yükselmek için bu dünyanın bir basamak olduğunu “hades” denen diğer dünya hayatıyla olan ilişkinin bir hatırlama dolayısıyla ruh tarafından gerçekleştirildiğini söylemektedir.

Platon felsefesinde idealar ontolojik, teleolojik ve lojik olmak üzere üç anlama sahiptir. Ontolojik yönü kendinde varlığı yani gerçek varlık olan ideal formu temsil eder. Bir şey, ideanın ona katılmasıyla her neise o şey olabilmektedir. Platon’a göre gerçekliği olmayan ve bu yüzden de gerçekliği akılla değil de duyular ve arzularla kavranılan varlıklardan oluşan doğa (physis) yahut evren, idealar dünyasının kopyasıdır. Nesneler dünyasının varlığı bir vehim veya kanıdan ibaretken, gerçek olanın varlığının bilgisi, varlığın var olma sebebinin bulunduğu yer olan idealar dünyasındadır. İdealar dünyasındaki formların kavrayışını yalnız bilge insanlar gerçekleştirebilirler.

Platon’un idea öğretisi, atomculuğun kökten maddeci tutumu ve hakikati inkarına karşı Tanrısal hakikatin ne olduğunu ortaya koyma çabası olarak görülmelidir. İdealar değişmediği halde fenomenal dünya sürekli bir değişim içinde bulunur. İdeaların tam ve eksiksiz oluşuyla fenomenal nesnelerin eksik ve görüntü oluşu arasındaki uyumsuzluğu, Platon, her iki taraftan da izler taşıyan bir madde (hyle) ile aşmaya çalışmaktadır. Bu madde biçimsiz, görünmez, olmuş olan nesnelerin anası, sığınağı ve besleyicisi olarak bütün evrenin temelini oluşturan, kendisine dahil olan her şeyle biçimlenen ve hareketlenen plastik yığını, bir tür mekan ve oluşun meydana geldiği şeydir.

Platon, madde anlayışında mutlak mekanı kastetmemektedir. Aksine bu mekanı dolduran, bütünüyle biçimsiz ve nitelikten yoksun olan bir tözü kasteder. Bu biçimsiz töz, her türlü varlık formundan yoksun olsa bile, Platon, onu boş bir mekan gibi hiçlik olarak düşünmemektedir. Onun vasfı yalnızca değişen olmakla bir düzensizliği de temsil etmektedir. Varlıklar da Tanrının şekil vermesiyle işte bu khaostan kozmosa çıkarlar. Bu maddenin parçaları birleşerek dört unsuru meydana getirmiş ve Tanrı onları birleştirerek onlara bir ruh vermiştir. Ancak ruh, tüm bunlardan önce yaratılmıştır. İdealar dünyasının kalıplarına göre bu evrene şekil veren Tanrı, yukarıda bahsettiğimiz biçimsiz madde sayesinde her iki alemi birbirine bağlamıştır.

Bu şekil değiştiren nesne (arkhe), algılama yetisine sahip olan varlıklar tarafından algılandığı zaman, nesnelerin oluşumu gerçekleşir. O halde her şey bu şekilde değişerek ve yer değiştirerek oluşmaktadır. Nesne olduğu gibi kaldığı sürece vardır, başka bir duruma geçip değiştiğinde ise yok olmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, yer değiştiren nesnelerin ideaların sabit durumuna aykırı bir şekilde bulunduklarından, gerçek varlık olmadıkları anlaşılmış olmaktadır. Öyleyse Platon’a göre, varlığın gerçekliği, sabit kalmasında ve hiç değişmemesinde aranmalıdır. Bu dünyadaki varlıkların Platon tarafından niçin gerçek olarak kabul edilmediği anlaşılmış olmaktadır.

ARISTOTELES (M.Ö. 385-322)


Tüm zamanların tartışmasız en büyük filozofu olarak görülen Aristoteles, var olmak bakımından varlığın ne anlama geldiğini sorgulayarak, asıl varlık bilimini “ilk felsefe” olarak tanımlar. Ona göre var olmak, bir şey olmak demektir. Şu halde onun düşüncesine göre gerçekten var olan şeyler, Platon’un ideaları gibi evrensel değil, kendisine mantıkta bahsedilen kategorilerin yüklendiği özne olan bireysel tözlerdir. Bu açıdan, Aristoteles için var olmak, belirli türden bir töz olmak anlamına gelmektedir. Töz bağımsız bir var oluşa sahip olup diğer her şeyin varlık sebebi olarak karşımıza çıkar. Aristoteles’a göre, tözler bulunmasaydı, başka herhangi bir şeyin var olması imkansız olurdu. Kategorilerin ilki olan töz, diğer kategorilerin hepsine öncelikli olması bakımından onların da var oluşunun nedenidir. Tözün kategorilerden önce gelmesi, onlar olmaksızın var olması anlamına gelmez. Herhangi bir kategori, varlığın bir dalı olması bakımından varlık için gereklidir.

Varlık, bölünebilir olma açısından madde ve formdan meydana gelmektedir. Meydana gelen varlık ne Platon’da olduğu gibi salt bir form ne de Demokritos’taki gibi salt bir maddedir. Form veya töz meydana gelmez olup meydana gelen şey ise, bu formun bir maddeyle birleşmesinden dolayı ortaya çıkan bütündür. Madde ve form ayrımı, doğada bulunan her şeye uygulanmak durumunda olan bir ayrımdır. Aristoteles’e göre, somut varlık anlamında ele alınan her töz oluş ve bozuluşa bağlıyken, form ise oluşa bağlı olmadığı için bozuluşa da bağlı değildir. Meydana gelen şey mahiyet değil de o şeyin varlığı olduğundan, durum bu şekildedir. Bireysel duyusal tözlerin ne tanımı ne de kanıtlanması mümkündür, zira bu tözlerin maddesi vardır ve maddenin doğası ise olmak ya da olmamak imkanıdır. Bundan dolayı bireysel duyusal tözlerin tümü bozuluşa yani yok oluşa tabidir.

Aristoteles dört unsurun da madde ve formunun bulunduğunu ve bunların maddelerinin, bütünüyle belirsiz ve yapısız yerlerde durma gereğinin bir sonucu olarak var oluşu varsayılan, ancak analoji yoluyla bilinen ilke olan ilk madde (prote hyle) denilen şey olduğunu söylemektedir. Duyulur cisimlerin maddeleri formdan ayrık değildirler ve sürekli bir karşıtlığa eşlik ederler. Karşıtların konusu olduğu için maddeyi ilke ve ilk saymanın gerektiğini belirten Aristoteles, başta ileri sürülecek ilkeyi, edim halinde duyusal bir cisim olarak tanımlar. Formun maddeyle olan ilişkisi, hareket veya maddeyi içeren dünyadaki her şeyin tabi olduğu değişime olanak sağlar. Gerçekte hareket kuvve halinde olanın gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.

Aristoteles, üç türlü varlığa geliş tarzından bahseder: Doğal, sanata dayalı ve kendiliğinden oluş. Birincisinde Aristoteles, doğayı tanımlayarak onu her türlü varlığı içinde bulundurup değişimlere yol açan güç olarak gösterir. Doğal oluşta her şey bir şey tarafından, bir şeyden meydana gelir ve bir şey olarak ortaya çıkar. İkincisinde, formun önceden varlığı daha az açıktır ve bilfiil var edeni gerektiren bu oluşta bilfiil bir var olanın ortaya çıkması gerekmemekte, varlığın formu bilfiil var edenin zihninde olmaktadır. Üçüncü tür oluş, ilk iki türe bağlı olarak ortaya çıkar ve burada önemli olan taklit (mimesis) kavramıdır. Gerek doğal gerekse sanatsal meydana gelmelerde meydana gelen şeyin bir kısmının daha önceden var olması gerekir. Var oluşta ne form ne de madde oluşmaktadır. Aristoteles’e göre, zaten formun ezeli bir varlığı vardır. Form, içlerinde gerçekleştiği varlıkların aralıksız olarak birbirlerinin ardından gelmeleri sayesinde ezeli-ebedi olmaktadır. Form, somut varlığa işaret etmez, bundan dolayı da Platoncu ideaların açıklamaları bize bir şey ifade etmez.

Aristoteles, fiili, kuvvenin kendisine yöneldiği erek (telos) olarak açıklar. Bir şeyi yapabilmek için o yetiye sahip olunur, bunun tersi değil. Kuvve de böylece fiilin gerçekleşmesi için vardır. Ezeli-ebedi olan, doğal olarak bozuluşa tabi olandan önce gelmektedir ve kuvveyle hiçbir şey ezeli-ebedilik kazanmış değildir. En gerçek anlamda bilfiil olan, kuvveye sahip olmadığı için Tanrıdır. Salt kuvve olması nedeniyle madde de ezeli-ebedi olmuştur. Hareket ise, bunlardan bir kuvve değildir, zira her şey doğası gereği ezeli-ebedi hareket halindedir. Hareketin oluşu bir hareket ettirici sayesinde olabilir. Kendisi hareket edenin hareket ettirmesi imkansız olduğundan, hareketin bir sebebi olan hareketsiz bir şeyin olması gerekir. Formlar, ezeli-ebedi hareketi güçten yoksundurlar ve salt bilfiil değildirler. Bu güce sahip olmayan bir şeyin verdiği hareket ezeli-ebedi olamayacağından, tüm bu niteliklere sahip ve hareketi zorunlu olarak devam ettirecek ezeli-ebedi bir töz, hareketin gerçek sebebidir. Bu tözün de salt form ve salt fiil olan Tanrı olduğu muhakkaktır. Tanrının, değişimin ereksel nedeni olarak fail neden olmasını, etkisinin daima tüm evren içinde devam etmesi olup bu harekete şevk katmasında aramalıdır.

Var olan şeylerdeki oluşum ve değişimi, Aristoteles, dört nedenle açıklar: Birincisi kendisinde değişmenin ortaya çıktığı dayanak olan maddi neden, ikincisi bir şeyin ne olduğunu belirleyen formel neden, üçüncüsü hareketin veya değişmenin kaynağına karşılık gelen ve aynı bireyde birleşen fail neden, dördüncü ve sonuncusu da bir şeyin amacını veren ereksel nedendir. Aristoteles’in dört nedeninden yalnızca etkin ve ereksel neden bugün için neden kavramına karşılık gelmektedir.

Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 03:47
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Nisan 2006       Mesaj #4
arwen - avatarı
Ziyaretçi

İlk Filozoflar


Türkçede ilk olarak Kutadgu Bilig adlı eserde geçer. Filozof adlandırmasını kullanan ilk kişi Pisagor (Pythagoras, Mö. 570-495)’dur. Pisagor filozof sözcüğünü “sorgulayıp bulmaya çalışan kişi” anlamında kullanıyordu. Bundan önce filozoflar bilge, alim gibi sözcüklerle çağırılıyordu. İlk filozofun Miletli Thales (MÖ. 624-546) olduğu varsayılır. Tabi böyle bir tanım yapmak zordur. Zira felsefe ve filozof gibi tanımlar göreli ve değişkendir.

Tarih boyunca bilge kişilere filozof sözcüğü yakıştırılmıştır. Bilim adamları 18. yy. a kadar “doğa filozofları” olarak anılmıştır. “Filozof” herhangi bir konuda düşüncelerin ötesini soruşturan, sorgulayan, arka perdesini bulmaya çalışan kişilere yakıştırılan bir ünvan olmuştur. Filozof adını kullanan ilk kişiler Yunanlı bilginlerdi. Batı Anadolu, Trakya ve Mora Yarımadası çevresinde kullanılmaya başlanan isim giderek tüm dünyaya yayıldı. Yunan kültürü üzerine yükselen Roma İmparatorluğu da bu geleneği devam ettirdi.

Felsefenin başladığı tarih olarak 6.yy düşünülür. Tabi ki, bir başlangıç tarihi yoktur. Ancak bu tarih sistemli felsefenin yapılmaya başlandığı zamana denk gelir. Buda, Konfüçyüs ve Thales 6. yüzyılda yaşamıştı. Thales(mö.624-546) kendine filozof demiyordu ama sonradan ilk filozof sayıldı. Doğayı din dışı nedenlerle açıklamaya çalıştı. Gautama Buda(mö. 563-483) daha sonra Budizm adıyla anılacak bir yaşam felsefesi oluşturdu. Konfüçyüs(mö.551-479) ise önemi sonradan anlaşılan bir politika düşünürüydü. Üçünün aynı anda yaşadığı bu zaman başlangıç kabul edilse de, sonradan felsefe adını alan bu bilgelik hareketi daha eskilere uzanmaktadır. Her şeyin bir etkisi ve bir tepkisi olduğu gibi felsefenin de nedenleri vardır. Felsefe Kant’ın dediği gibi boş zamanı olan Yunanlılarca icat mı edilmiştir? Belki sistematik olması Yunanlılardandır ancak bilgelik, sorgulama, merak etme insanın eski zamanlarına kadar ulaşır. Aristo’nun dediği gibi: “insan doğal olarak bilmek ister.” Felsefede doğal bir yan olmalıdır. Felsefenin nedenleri vardır.

Felsefe neye tepki göstermiştir?


Filozof, bilge, alim diye adlandırılan kişilerin özellikleri nelerdir? Filozoflara baktığımızda, günlük heveslerden ve maddi zevklerden arınmış, kurtulmuş kimseler görürüz. Hırs sadece sorgulamalarında vardır. Çoğunluğun ve kalabalığın yaptığını, yaşamak için yok etmeyi yapmazlar. Doğu bilginlerinin çoğu bir canlıyı inciteceğim diye bir yere gitmez, bazı bakliyat ve sebzeler hariç bir şey bile yemezlerdi. Batıda da filozofluk, halka danışmanlık yapan, geçimini hocalık veya basit işlerden karşılayan kişiye denk gelirdi. Tarih boyunca benzer özellikler ile anılan filozoflar yaşamıştır. Filozofun temel özelliklerinden biri de “Karşı çıkmak”tır. Filozof doğal olarak sorgulamak ister. Çünkü her şeyi sorgulayan, onu akıl süzgecinden geçiren felsefe farklılığı getirir. Bir bilgiyi benimsemek felsefe değildir. Ancak sorgulanırsa felsefeye ait olabilir.

Diğer insanlardan farklı olarak filozof sömürmez. En başta bilgelik, filozofluk böyle çıkmıştır. Sorgulanacak bazı şeyler vardır. Mesela insanın en temel özellikleri sorgulamaya değerdir. “bencillik” en başta gelir. İnsan epey bencil olmalı ki, filozofta en az bulunan özelliklerden biridir. Felsefeyi doğuran da filozofun bu bencilliği fark etmesidir. İnsanın kendince uydurup kendince inanmasını saçma bulan ve eleştirene filozof denir. İnsanın geri dönülmeyecek ölçüde bozulduğunu söyleyen, uyaran, ölçülü olmayı tavsiye eden kişiler genelde filozoftur.

Filozoflar genelde fikirleri adına bir eyleme geçmezler. Sadece söylerler. Felsefede uygulama aşamasına geçmek pek nadirdir. Platon’un 2400 yıl önce dediği gibi “filozofların iktidarı” hiç mümkün olmamıştır. Çünkü uygulamaya geçecek bir şey yoktur. Zorla felsefe olmaz. Özgün bir düşünce olmadıkça, felsefe yapıldığı söylenemez. Belki, Sokrates gibi “doğurtma yöntemi” uygulanabilir. Sokrates çarşıda pazarda halka sohbet ediyor, felsefe yapıyordu. Cevapları vermek yerine tartışıyor, insanlara ip uçları vererek kendileri için keşfetmelerini sağlıyordu. Böylelikle filozof hem kendine, insanlığa fayda sağlıyordu; hem de çevredeki tüm varlık alemine farklı bakış açılarından yaklaşabiliyordu. Bak.dmy.info/felsefe gerekli midir?

filozof nedirWittgenstein tüm filozofları “suyu bulandırmakla” suçlamış, felsefe yapmak yerine el işlerinde çalışmayı öğütlemişti. Marks, filozofları dünyayı sadece yorumlamakla eleştirmişti. Hawking gibi fizikçiler felsefenin öldüğünü ve bilimlerle yarışamadığını söylemişti. Birçok filozof ve bilgin felsefeyi ve filozofları eleştirmişti. Felsefeyi öldürdüğünü söyleyen bir sürü insan vardı. Ne yazık ki tüm bu kişiler yok olsa da felsefe dediğimiz etkinlik halen mevcuttur. İnsanlık bile yok olsa felsefe muhakkak vardır. Tabi felsefe tanımını çok geniş alıyoruz. Sözlüklere bakmayıp, geneli eleştiren bir felsefe anlayışını göz önüne alırsak evrende her zaman felsefi bir yön olduğunu görürüz.
Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 03:52
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Nisan 2006       Mesaj #5
arwen - avatarı
Ziyaretçi

DIOGENES:


412-320 yillari arasinda yasamis olan, ve kendine yetme ile sadelik ilkelerine dayanan Kinik yasam biçiminin öncülerinden çileci düsünür.
Hakkinda dogrulugu kuskulu pek çok öykü anlatilan Kinik Diogenes hakkinda, onun gündüzleri Atina sokaklarinda elinde fenerle dolasarak, dürüst bir adam aradigi söylenir. Atina'da gelenekçilige karsi bir tavir alan Diogenes, toplumdaki yapayliklara ve uzlasimsal degerlere meydan okumus ve, her tür yerlesik kuralin insanin dogalligina aykiri düstügüne inandigi için, toplumun tüm yerlesik kurallarina karsi çikmayi, uzlasimsal ölçü ve inanislarin çogunun bos oldugunu göstermeyi ve insanlari yalin ve dogal bir yasam biçimine çagirmayi amaçlamistir.

Ona göre, sade bir yasam tarzi, sadelikten baska, örgütlenmis, dolayisiyla uzlasimsal toplumlarin görenek ve yasalarini da önemsememek anlamina gelir. Diogenes, dogaya aykiri bir kurum olan ailenin yerini, kadinlarin ve erkeklerin tek bir ese bagli olmadigi, çocuklarin ise bütün toplumun sorumlulugunda bulundugu dogal bir durumun almasi gerektigini savunmustur. Diogenes yoksulluk içinde yasadigi, halka açik yerlerde yatip kalktigi ve yiyecegini dilenerek topladigi halde, herkesin ayni sekilde yasamasi gerektigini savunmamistir. Onun tek amaci, kisinin en kisitli yasam kosullarinda bile, mutlu ve bagimsiz olabilecegini göstermek olmustur.

Diogenes'in savundugu yasam tarzinin ilk ilkesi kendine yetme, yani kisinin, mutluluk için gerekli herseyi kendi içinde tasiyabilmesi ilkesidir. Ikinci ilke olan 'utanmazlik', kendi basina zararsiz olan bazi eylemlerin hiçbir sekilde yapilamayacagini öne süren uzlasimlari umursamamak anlamina gelir. Bu ilkeden yola çikarak yerlesik davranis kaliplarina uymadigi için, kendi açisindan sade ve dogal, toplumsal degerler açisindansa sefil denebilecek bir yasam dürdügü için, Diogenes'e kinik denmistir.

Onun üçüncü ilkesi, yozlugu ve kendini begenmisligi açiga vurmaktan ve insanlari yenilenmeye yöneltmekten asla çekinmemek anlaminda 'sözünü sakinmazlik'tir. Diogenes'in dördüncü ilkesine göre, ahlaki yetkinlige ancak yöntemli egitimle, iradenin gücünü sinayan pratik egzersizlerle ulasmak mümkün olabilir.

DEMOKRITOS


Demokritos’un dogdugu yer Ionia’da Teos ( Urla’nin güneyinde) olmali. Kendisine “Abderali filozof” deniyorsa da, belki de sonradan buraya gelip yerlesmistir.Uzun yolculuklara çikmis, bütün Yunanistan’dan baska, Misir’i, Anadolu’yu, Iran’i dolasmis. Yurdunda siyaset islerine hiç karismamis, kösesine çekilmis bir bilgin hayati yasamis. “Bir taniti bulmayi, Pers krali olmaktan üstün tutarim” dermis. Ilkçagin en büyük doga arastiricisi sayilir.“Varolan” ona göre de, meydana gelmemistir, yok olmayacaktir, degismezdir, hep kendi kendisiyle ayni kalir. Ama “varolan”in disinda bir de “varolmayan”, yani “bosluk” da, uzay da vardir.Uzay yüzünden “varolan”, kendileri artik bölünmeyen, görülemeyen kiliklara (ideai) ayrilir.Bunlara da Demokritos atom (bölünemeyen) adini verir. Atomlarda olabilen biricik degisiklik harekettir, yani yer degistirmedir. Atomlarin birbirlerinden ayrilmalari, sadece nitelik bakimindandir, sadece büyüklük, küçüklük, yer, düzence vb. ayriliklaridir. Onun için Demokritos atomlarda ( bu gerçek varliklarda) renk, ses, sicaklik, sogukluk vb. niteliklerin bulunmadigini söyler. Renkleri görmemiz, sesleri isitmemiz, sicakligi duyumlamamiz, tatliyi, aciyi tatmamiz, ancak, bir duygu yanilmasidir, bir “karanlik” bilgidir. Duyular, asil gerçegi, yani nesnelerin artik bölünemeyen son parçalarini (atomlari) bilebilecek gibi keskin degildirler. Duyu bilgisi nesnelerin iç dokusunu, gerçek yapisini göremez, bunu ancak düsünen akil kavrayabilir. Ama bunu söylemekle Demokritos, henüz düsünme ile algi, düsünülen dünya ile algilanan dünya arasinda ilkece bir ayrilik yapmiyor; bu ikisini birbirinden ayiran yalniz, keskinlik ve kesinlik dereceleridir.Demokritos Anaxagoras’in anlayisi ile savasarak, onun teleolojik açiklama denemesi karsisina çok kesin bir mekanist görüsü koyar: Evren yalnizca atomlarin çarpismalari ve birbirleri üzerindeki basinçlari ile olusmustur; evrendeki olusa kesin bir zorunluluk egemendir; bütün olup bitenler, nedenlerden zorunlu olarak meydana gelmislerdir. Böylece Demokritos, Anaxagoras’in ögretisinde belirir gibi olan erek (telos) kavramini kabul etmedigi gibi, rastlanti kavramini da açik olarak reddeder: Rastlantinin sözünü etmemiz yalniz bilgisizligimizden ileri gelir; bir olayin nedenini bilmedik mi, bunu rastlantiyla açiklamaya kalkisiriz.Bu görüsüyle de Demokritos mekanist bir doga biliminin temellerinin atmis oluyordu.Demokritos “ gerçek, atomlar ve atomlarin hareketleridir” ögretisini ruhu açiklamada da kullanir. Örnegin, algi ile düsünme, bu iki ruh olayi ona göre vücudumuzdaki atomlarin en incesi, en hafif ve en düzü olan ates atomlarinin( bunlar vücudu sicak tutarlar, hareketli, dolayisiyla canli kilarlar) bir hareketidir. Bu da açikça materialist bir anlayistir. Gerçi Demokritos’tan önceki filozoflar da “varolani”, bu arada ruhu da, cisimsel saymakla materialisttirler, ama Demokritos’unki çok bilinçli bir materializm.Demokritos’un ahlak ögretisi de doga felsefesine dayanir. Kalan birçok fragment’den, onun “dogru bir yasayisin dayanaklari nedir?” sorusunu, kendisinden önceki felsefede bulamadigimiz bir ölçüde arastirdigini görüyoruz. Bu bakimdan Demokritos bir geçit döneminin düsünürüdür. Ondan önce baslica kosmos (doga) sorunu üzerinde durulmustu: Demokritos’ta ise insan hayati ile ilgili sorunlar, kosmos sorunu kadar yer almislardir. Nitekim Yunan felsefesinin bundan sonraki dönemi de baslica insan ile ilgili sorunlari ele alacaktir.Demokritos’a göre duygular ile istekler de ates atomlarinin hareketleridir. Bu hareketler durgun, ölçülü iseler insani mutlu yaparlar, çok kizisik iseler mutsuzluk yaratirlar. Onun için mutluluk, ruhun dinginligidir. Demokritos ruhun bu durumuna euthymia (ruhun iyi durumda olmasi) diyor. Euthymia’yi insan eylemlerinin son eregi yaptigi için, Demokritos, bundan sonra Yunan ethiginde baslica bir anlayis olacak olan eudaiminizm’in ( mutçulugun) kurucusu sayilabilir.Demokritos’un eudaimonizmi çok temiz ve soylu. Mutluluga erismek isteyen, yararina olanla olmayani ayirt etmeyi bilmelidir. Bunun ölçüsünü de insan, haz ve aci duygularinda bulabilir, yalniz, göreli olarak iyi olanla, mutlak olarak iyi olani ayirmayi da bilmelidir. Göreceli olarak iyi olanla, mutlak olarak iyi olani ayirmayi da bilmelidir. Göreli olarak iyi olanlar: maddi-duyusal sevinçler, güzellik, seref ve zenginlik gibi seylerdir. Mutlak iyi ise, ruhun iyi bir durumda bulunmasidir (euthymia). Ruh böyle bir durumda olunca, insan yalniz iyi olandan sevinç duyar, kötüyü yapmak söyle dursun, istemez bile. Insanin ahlakça degerinin ölçüsü, düsünüsüdür. Insan disaridan bagimsiz olarak, sevinçlerini kendisinden devsirebilecek durumda olmalidir. Mutlu olmak için yapilacak sey, ruh dinginligine erismek, bunun için de her türlü sarsici tutkulardan, duygulanimlardan kaçinmaktir. Demokritos bu duruma en iyi bilgelikte varilacagi kanisindadir.Demokritos, astronomide Pythagorasçilari bir yana birakirsak, gelismenin en yüksek noktasidir. Ama Demokritos, öbür yandan, dogadan çok insanla ilgilenen yeni bir gelismenin, baslica insan sorunu üzerinde duran bir düsünürler toplulugunun da çagdasidir.Bu düsünürlere de Sofistler adi verilir.
Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 03:53
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
8 Nisan 2006       Mesaj #6
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi

HERAKLEİTOS:

Parmenides'in durağan ve değişmez varlığına karşi, niteliksel değişme olarak oluşun gerçekliğini öne süren Yunan filozofu.

Bilgi bakımından, empirik ya da duyusal bilgiye hiç değer vermeyen Herakleitos, gözlerin ve kulakların kötü tanıklar olduğunu öne sürerek, rasyonalizmin savunuculuğunu yapmıştır. Çok şey bilmeye, ansiklopedik bir bilgiye karşi çikan filozof, çok şey bilmenin akıllı olmayı ögretmedigini söylemiştir. Siyasi alanda, demokrasi karşitı eğilimlerini, çogunluk geniş halk yığınlarına karşi duyduğu nefretle birleştiren ve 'bir kişinin, yetkin biriyse eğer, kendisi için, on bin kişiden daha değerli olduğunu' söyleyen Herakleitos'un metafiziğinin en önemli tezi, hiç kuşku yok ki, çatisma ve savaşin herşeyin babası olduğu düşüncesidir. Ona göre, karşitların savaşi, varlık ya da oluşun tek ve en önemli koşuludur. Zira bu savaş olmasaydı, hiçbir şey varolmayacaktı. Bundan dolayı, varlıkların doğuş ya da varlığa gelişi, birbirlerine karşit olan ve dolayısıyla birbirlerini varlıkta tutan karşitların çatismasina bağlıdır.

Onun varlık ögretisinin ikinci tezi ise, herşeyin birliğini ortaya koyar. Birlik, tıpkı İyonyalı düşünürlerde olduğu gibi, evrenin ilk maddesinden, evrendeki herşeyin kendisinden doğduğu maddi tözden meydana gelir. Bu birliği ateşte bulan Herakleitos'a göre, ateş, örnegin yoğunlaştığı zaman, nemli hale gelir ve basınç altında suya dönüşür. Su donduğu zaman ise, toprak olup çikar. Onun ilk madde olarak ateşi seçmesi, daha çok ondaki oluşu, değişme ve birlikten çokluga geçiş sürecini en iyi, yakarak ve yıkarak yaşayan ateş ifade ettiği için önem taşir.

Herakleitos birliğin olduğu kadar, çoklugun da hakkını veren bir filozoftur. Başka bir deyişle, o monist bir filozof olduğu kadar, aynı zamanda bir çokluk filozofudur. Onun çokluk filozofu olmasını mümkün kılan şey ise, oluşu ön plana çikartmis olmasıdır. Herakleitos'a göre, çokluk ya da karşitlar olmaksızın, varlık ya da oluş olamaz. O, bir yandan da çoklugun birliğe dayandığını söylemiştir. Bundan dolayı, çokluk olmadan birlik, birlik olmadan da çokluk olamaz. Evren, aynı zamanda hem bir ve hem de çoktur; bu da, oluşla ifade edilir.

Herakleitos, birlikten çokluga geçiş ve oluş sürecini, ateşle ve dolayısıyla akış düşüncesiyle ifade etmiştir. Bu onun varlık görüşünün üçüncü temel tezini meydana getirmektedir. Şeylerin sürekli akışı, herşeyin akmakta oluşu, evrenle ilgili en önemli doğrudur. Ona göre, evrende kalıcılık ve durağanlık yoktur; herşey değişmekte, yakarak, yıkarak yaşamaktadır.

Herakleitos kendisinden önceki filozofların boşu boşuna evrende kalıcılık ve süreklilik aradıklarını, oysa evrende kalıcılık bulunmayıp, mutlak bir değişmenin söz konusu olduğunu öne sürmüştür. Nehir akıp gittiği için, o aynı nehre iki kez giremeyeceğimizi belirtir. Evrende hiçbir nesne, nesnelerin hiçbir özelligi yoktur ki, değişmeden aynı kalsın. Herşey bir başka şeyin yıkımı ve ölümü sayesinde varlığa gelmekte ve daha sonra yok olup gitmektedir. Evrendeki tüm ögeler arasında sürekli bir çatisma ve savaş hali vardır ve değişmeyen tek şey, bu değişme halinin sonucu olan kozmik denge durumudur.
Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 03:53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Nisan 2006       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Sokrates öncesi düşünürler


Bu maddedeki bilgilerin eksik ve/veya yetersiz olduğu düşünülmektedir. Konuyla ilgili tartışma için maddenin tartışma sayfasına bakabilirsiniz. Maddeyi geliştirerek veya konuyla ilgili tartışmaya katılarak yardım edebilirsiniz.
Batı felsefesi M.Ö 6. yy'da Antik Yunan'da başladı. Sokrates öncesi düşünürler çoğunlukla Yunan dünyasının batı veya doğu çevrelerindendiler. Felsefi projeleri asıl, nihai ilkeyi bulmaya ve dış dünyanın doğasını çözmeye yönelikti. Şeylerin maddi ilkesini, kökenlerini ve yok oluşlarını algılamaya çalıştılar. İlk düşünürler olarak şeylerin ussal briliğini vurgulayarak dış dünyanın mitolojik açıklamalarını reddettiler. Cevap aradıkları başlıca meseleler şunlardır: Her şey nereden geliyor? Her şeyin yaratılış kaynağı nedir? Doğada bulunan şeylerin çoğul oluşlarını nasıl açıklarız? Matematiksel olarak doğayı nasıl tanımlarız? Sokrates öncesi düşünürlerin çalışmalarından sadece çok azı günümüze gelebilmiştir. Onlar hakkında bildiklerimiz sonraki düşünürlerin ve bazı dinbilimcileri n yazdıklarından ibarettir.

Milet Okulu


İlk Sokrates öncesi düşünürler Anadolu'nun batısında yer alan Miletttendiler. Thales (M.Ö. 624-546) Yunan felefesinin babası sayılır; suyu her şeyin temeli olarak göstermişti. Sonraki Miletli düşünür, ilk kez felsefi yapıtlar veren filozof

Anaksimandarostur. (M.Ö.610-546)


Anaksimandros ilk maddeyi tanımlanamaz, sınırsız olarak düşündü; bu düşüncesine göre bu ilk maddenin bir özelliği yoktu, ve sıcak-soğuk, nemli-kuru gibi karşıtlar farklılaşarak bu maddeden çıkıyorlardı. Kendisinden genç çağdaşı Anaksimenes (M.Ö 585-525), her şeyin başlangıcını oluşturan esas maddeyi, kalınlaşıp incelerek ateşe, rüzgara, bulutlara ve toprağa dönüştüğünü varsaydığı hava olarak kabul etti.

Pisagorizm


Felsefeyi pratik yönden inceleyen ilk düşünür İyonyalı Pisagor(M.Ö. 582-496)'dur. Dünyada sayılar üzerine kurulmuş mükemmel bir uyum gören Pisagor, insan ırkını aynı şekilde kendi içinde uyumu yakalamış bir hayat sürdürmeye şevk etmeyi amaç edinmişti. Öğretisi, İtalya'nın güneyinde yer alan Kroton'da yer alan okulunda etrafına toplamış olduğu Pisagorcular tarafından geliştirildi. Takipçileri arasında Filolaos(M.Ö.470-380), Krotonlu Alkamion, ve Archytas(M.Ö. 428-347)bulunur.

Efes Okulu


Efes'li Heraklit(M.Ö. 535-475) doğada bulunan her şeyin aralıksız bir değişim içinde bulunduğunu ve Logos adını verdiği dinamik, sonsuz bir yapı tarafından bir arada tutulduğunu öne sürdü. Heraklit, bu sonsuz yapıyı temsil etmesi için ateşi kullandı. Her şeyin kökeninin ateşten geldiğini, ve asla bitmeyen bir süreç ile ona döndüğünü varsaydı.

Elea Okulu


Adını Güney İtalya'da bulunan-şu ankiadıyla Velia- Elea şehrinden alan Elea okulu Birlik öğretisini savundu. Kolofon'lu (şu anki İzmir)Ksenofanes(M.Ö.570-470), sonsuz birlik olarak Tanrı'yı gösterdi ve onun evrenin içine işlemiş ve onu düşüncesiyle yöenten bir varlık olduğu düşüncesini savundu. Elea'lı Parmenides (M.Ö.510-440), değişmeyen bir varlığın olduğunu ve bu varlığın tek gerçek olan ve kavranabilir olduğu görüşündeydi. Bu öğreti kendisinden daha genç hemşerisi Elea'lı Zeno(M.Ö. 490-430) tarafından şeylerde sürekli değişim ve dönüşüm olduğunda dair olan ortak görüşe karşı bir polemikte de savunuldu. Zeno sonraki düşünürler tarafından çok tartışılan ve bir değişim ve çeşitlilik olduğunu varsaymanın çelişkilere götürdüğünü göstermeye çalışan birçok ünlü paradoks öne sürdü. Sisam'lı Melissus da (d. yaklaşık M.Ö. 470) bu okulun belli başlı üyelerindendi.

Çoğulcu Okul


Agrigentum'lu Empedokles (M.Ö. 490-430) günümüzde Sisilya'da bulunan, eski Yunan'da Akragas olan Agrigento'luydu. Düşüncesi Elea okuluna kısmen ters, kısmen de katılıyor gibi görünür. Bir yandan ilk maddenin değişmezliğini savundu; öte yandan bu ilk maddenin, yani cevherin çoğul olduğu görüşündeydi: 4 klasik element, toprak, su, ateş ve hava. Bunlardan oluşmuş dünyada iki yöenltici güç, itki olduğu görüşündeydi-birleştiren sevgi ve ayıran çekişme. Klazomenai'li(günümzde Urla sınırları içerisindedir)Anaksagor(M.Ö. 500-428) da ilk maddenin değişmezliğini vurgularken, bozulmaz ilk elementlerin sonsuzluğunu savundu; tanrısal neden veya Akıl(nous)'ı bu maddeleri yöneten olarak gördü.

Atomcu Okul


İlk kesin materyalist system Leukippos(M.Ö. 5. yy.)ve öğrencisi Abdera'lı Demokritos(M.Ö. 460-370) tarafından oluşturuldu. Bu, atomlar öğretisiydi. Atomları, sayısız sayıdaki, bölünmez, niteliksel olarak benzeyen fakat biçimleriyle birbirinden ayrılan temel maddeler olarak tanımladılar. Bu öğretiye göre atomlar,sonsuz boşlukta hareket ederek, çarpışarak ve birleşerek, atomların çeşitlerine, sayılarına, biçimlerine ve dizilişlerine göre farklılıklar gösteren cisimleri oluşturuyorlardı.

Diğerleri


Sokrates öncesi doğa düşünürlerin sonuncusu Sinop'lu Diyojen'dir. Diyojen, Milet okulunun başta havayı ilk madde olarak tanımlayan ilkesi olmak üzere bir çok ilkesini kabul eden eklektik bir düşünürdü. Doğal süreçleri bu ilk maddenin seyrelmesi ve yoğunlaşmasıyla açıkladı. Ayrıca Anaksagor'un kozmik düşüncesini de benimsemiştir.

Sofizm


Bilgicilik veya sofizm, antikçağ Yunan felsefesinde önemli bir düşünce akımı. Eski Yunan’da İ.Ö 5. yüzyılın ikinci yarısından İ.Ö 4. yüzyılın başlarına değin para karşılığı felsefe öğreten gezgin felsefecilerin (sofistler) oluşturdukları akıma bilgicilik denir.
Sofist deyimi, bilgeliği yeğleyen öğreti, bilgi öğretmeni, siyasada yararlı olma sanatı, söz söyleme sanatı anlamlarında kullanılmıştır. İ.Ö 5. yüzyıl, antik çağ Yunan felsefesinde bilgicilik akımının egemen olduğu çağdır. İlk düşünür sayılan Thales'den beri ortaya atılan sayısız varsayımlar, sonunda insan zekasını şahlandırmış ve bütün olup bitenleri yeniden gözden geçirerek kıyasıya eleştirmeye yöneltmişti.Doğa bilimlerinin denetiminden yoksun insan düşüncesi, varlığın temeli konusunda daldığı hayal aleminden kendisine dönüyordu. Bilgicilik akımının inceleme amacı, insanın kendisiydi. Protagoras'a göre , “İnsan her şeyin ölçüsü”ydü. Bilgi, teorik bir merak değil, pratik bir yarar olmalıydı.
Bilgiciler , özdekçi düşünceleri sürmekle beraber, ürünü oldukları idealist çizgiyi sürdürmüşler ve dünyayı tanıma olanağını yadsımışlardır. İşte bu idealist çizgidir ki, bir yandan bilgicilik akımını yozlaştırarak felsefeyi güzel söz söyleme sanatına dönüştürürken diğer yandan idealist ilkelerin gelişmesi sürecini doğurmuştur.
Platon'dan ve özellikle Aristoteles'den sonra küçümsenmeye başlanmış ve isim olarak yanıltmak amacıyla yapılan yanlış usavurma anlamına kaydırılmıştır. Mantıkta bu yanıltmacaların çeşitli biçimleri saptanmıştır. Genellikle bu yanıltmacalar uslamlamanın biçimsel kurallarına uygundur, karşısındakini kandırmaz ama kolaylıkla yadsıyamayacağı biçimde şaşırtır. Örneğin söz konusu olan sorundan büsbütün başka bir sorunu tanıtlamak, tanıtlanması gerekeni kendisiyle tanıtlamak, eksik tümevarım yapmak bu gibi yanıltmacalardandır.
Bu kısma kadar wikipedia kaynaklıdır.

Doğa Filozofları


Felsefe'nin doğuşunu, "Doğa filozofları" olarak isimlendirilen düşünürlere bağlamak, genel kabul görmüş bir prensiptir.
Ben de, felsefe tarihinin bu başlangıç noktası üzerinde kısaca durmak istiyorum:
Doğa filozofları, güney batı Anadolu kıyılarında, İonia'da, kadim Yunanistan'da ya da güney İtalya'da, İ.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda yaşamış Yunan düşünürleridir. Gerçeği, tabiat üstü güçler yerine, doğal olguların yardımı ile izâha çalışan ilk beyinler olarak, batı felsefesinin kurucuları sayılırlar.
Sistematik bir düşünce ekolüne sahip olmayan bu düşünürlerin, “Sokrates öncesi filozoflar” şeklinde isimlendirilmesi, İ.Ö. 5. yüzyılın sonlarında öğretisini geliştirmiş ve hakkında ayrıntılı sayılabilecek bilgilere sahibi olduğumuz ilk önemli filozof Sokrates'ten önce yaşamış olmalarındandır. Doğa filozofları hakkında bildiklerimiz, Platon, Aristoteles ve sonraları bu konuya eğilmiş bir kaç yazardan yapılmış alıntılarla sınırlıdır.
Bu dönem öncesi, Orta Doğu medeniyetlerinde, Hint uygarlığında ya da Kadim Yunan kültüründe karşılaştığımız düşünsel yapıtlar, hemen tamamı itibariyle dinî ve özellikle mitolojik unsurlar içermekte, her olayın kökenindeki gerçekler ve doğal hâdiselerin sebepleri, tanrıların işlevleri ile izah edilmektedir.
Aristoteles'in anlattığına göre, "Doğa filozofları" felsefî düşünceye ilk adımı, bir ilk neden (ilk temel töz, ilk temel madde, temel ilke, yunanca arkhe) aramak maksadiyle atmışlardır.
Onları bu düşünceye iten söylem, "Hiçten, hiç bir şey çıkmaz” (Ex nihilo, nihil fit) prensibidir. Kendisi meydana gelmemiş, yok olmayacak bir varlığın mevcudiyetini kabul etmek, sistematik düşünce açısından bir zorunluluk olarak belirmiş ve ilk düşünürlerin tüm beyinsel çabalarını odakladıkları ana merkez hâline dönüşmüştür.

Miletos Üçlüsü :


İlk filozoflar, İonia'nın Ege denizine açılan, yakın doğu'nun eski, köklü ve uygar ülkeleri ile yapılan ticaretin merkezi, hareketli bir liman kentinden, Miletos'dan çıkmıştır. Miletos'luların kadim Mısır ve Bâbil öğretilerine nüfûz edebilme imkânları yanında, şehirdeki fikir hürriyeti, felsefenin bu kentte doğmuş olmasını kolayca izâh edebilmektedir.
Miletos Okulu olarak da isimlendirilen, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, varoluşun sistematiği ile değişim üzerinde düşünerek, çeşitli, ama benzer teoriler geliştirmişlerdir. Miletos Okulu, başardığı işlerle olmasa bile, giriştikleri açısından ve özellikle daha sonraki felsefî çalışmalara ışık tutan, yerinde sualleri ile büyük önem kazanmıştır.
Prensip itibariyle, Doğa'da mevcut her şeyin bir tek öz maddeden oluştuğu görüşündedirler. Bu inanca dayanarak, önce "doğa"nın (Physis) varlık bulduğunu öne sürmüşlerdir.

Thales :


Yalnız bir filozof değil, aynı zamanda çok önemli bir bilim adamı olan Thales'in yaşadığı dönemi, (# İ.Ö. 625 - 545) İ.Ö. 585 yılında olduğu bilinen bir güneş tutulmasını, önceden haber verdiği bilgisinden hareketle tahmin edebiliyoruz. Yunan mitolojisinin etkilerini üzerinden atamamış bir düşünür olmasına rağmen, felsefenin babası olarak nitelendirilmesi, doğa görüşünü ilk defa deneylere ve bunları da düşünsel prensiplere bağlama başarısı yüzündendir.
Thales felsefesinde önem taşıyan husus, “neyin var olduğu”, “neyin gerçek olduğu” ya da “neyin gerçekten var olduğu” sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanır. Doğada var olan şeylerin tahdidî bir listesini yapmaya değil, nenlerin varlığa dönüşmeleri ve sonra da yok olup gitmeleri olgusunu irdelemeye çabalamıştır. Onun gözünde, “Neyin var olduğu” sorusunu yanıtlamanın geçerli yolu, birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifâde edebilmektir. Gözle görünebilir ya da algılanabilir varlıkların ve bunların geçirdiği değişimlerin oluşturduğu kaotik düzenin gerisinde, akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales bu gerçekliğin, “su” olduğunu öne sürmüştür. Bir başka deyişle Thales için temel töz, ya’ni "arkhe" sudur. Her şey sudan türemiştir ve yine suya dönecektir. Düz bir tepsi gibi olan yeryüzü, su üstünde, sonsuz Okeanos'da yüzmektedir. Kendisinden sonra gelen düşünürlerce en çok üzerinde durulacak konulardan biri olan, "Bu temel tözden, nasıl ve niçin bir takım nenler meydana geldi ?" sorusu üzerinde, hemen hiç durmamıştır.
Kadim felsefenin bir anlamda tarihini yazmış olan Aristoteles, Thales’i bu sonuca, herşeyin sıvı bir varlıktan beslendiği, sıcağın da sudan türeyip, suyla beslendiği, herşeyin tohumunun nemli bir yapıda olduğu gözleminin götürdüğünü söyler. Buharlaşma, suyun buhar ya da hava olabilmesini, donma ise suyun toprağa dönüşümünü akla getirmiştir. Onu arkhenin su olduğu sonucuna götüren nedenler ne olursa olsun, onu felsefe tarihinde önemli kılan unsur, verdiği yanıttan çok, sorduğu “Temel töz nedir?” sorusudur.
Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 03:57
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
14 Mayıs 2006       Mesaj #8
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

Anaksimandros :


Anaksimandros’da, ( İ.Ö. 610 - 540) bilimsel faaliyetle felsefi düşünce, iç içe geçmiş durumdadır. Dinden ya da mitolojiden ayrılarak kendisine yer açan felsefenin, onda biraz daha gelişmiş bir düzeye ulaştığını söyleyebiliriz. Anaksimandros’un Evren anlayışı, Thales’in çok daha ötesine geçer. Thales’in, tepsinin üzerinde yüzdüğünü iddia ettiği su kütlesini neyin taşıdığı sorusuyla, batıdan yok olan Güneşin, ertesi sabah nasıl olup da doğudan doğduğu sorusuna tatmin edici bir yanıt getirmenin güçlüklerini görmüştür. Böylelikle Anaksimandros, Dünyanın bir tepsi değil de, genişliği yüksekliğinin üç katı olan bir silindir şeklinde olduğu düşüncesine ulaşmıştır. Bu görüşe göre Dünya, Evren’in tam merkezinde, boşlukta ve dayanaksız olarak durmaktadır. Evren küresinin her yerine eşit uzaklıkta bulunan Dünya’nın, şu ya da bu yöne gitmesi için hiçbir neden yoktur.
Arkhe ya da temel töz konusunda da, Thales’i aşar. Thales temel tözü su ile özdeşleştirmiş, ya'ni bilinen bir madde olarak görmüştü. Anaksimandros'a göre bu mümkün değildir. Bilinen bir nen kesinlikle sonludur. Karşıtı ile sınırlandırılmıştır. Ama Temel töz, sonsuz ve tükenmez olmalıdır. Su gibi nicel açıdan sınırlı bir maddeden, Evreni meydana getiren sonsuz varlık kütlesi doğamaz. Sonsuz sayıda Evren olduğunu öne süren Anaksimandros’a göre, sonsuz miktarda maddenin mevcudiyeti gereklidir. Bu yüzden ana maddeyi, "aperion" (sınırı olmayan madde) olarak isimlendirmektedir. Bilinen elementlerden herhangi biri temel töz olsa idi, diğerlerini kaçınılmaz olarak egemenliği altına alırdı. Hava soğuk, su nemli, ateş sıcaktır. Bunlardan biri sonsuz hacimde olursa, diğerlerini derhâl ortadan kaldırır. Bu yüzden ana töz, kozmik (evrensel) çatışmada tarafsız olmalıdır. Başka bir deyişle, değişme, doğum ve ölüm, büyüme ve küçülme, bir öğenin sınırlarını diğerinin aleyhine olacak şekilde genişletmesinin bir sonucu olduğu için, suyun doğasına aykırı bir yapıda olan öğe ya da şeylerin, su içinde nasıl olup da eriyip gitmedikleri sorusuna doyurucu bir açıklama getirilemez. Sudan, yalnızca ıslak ve soğuk olan şeyler türeyebilir. Oysa, dünyada sıcak ve kuru olan şeyler de vardır. Suyun nitelik bakımından belirli olmasının yarattığı güçlükten kurtulsak bile, bu kez suyun nicelik bakımından sınırlı oluşunun yarattığı güçlük karşımıza çıkar. "O hâlde temel töz, (arkhe) belirsizdir.”
Anaksimandros, bu teze karşı ileri sürülebilecek, “O hâlde evrensel denge nasıl oluştu?” sualine, oldukça karmaşık bir evrimsel doğa teorisi ile cevap vermektedir. Sıcak ve soğuk kavramlarının “aperion"dan evvel oluştuğunu söylemesi, bu yetmezmiş gibi, doğal dengenin oluşumu ile ilgili olarak, "adâlet" kavramını da analizinin içine sokmuş olması, “Arkhe” târifi ile doğa teorisini, iyiden iyiye muğlâk bir hâle getirmiştir. Yaşamın denizlerde ve suda başladığını, insan da dahil olmak üzere, tüm canlıların önce denizlerde yaşamış olup, karaya daha sonra çıktıklarını söyler. Anaksimandros’a göre, insan türünün ataları da, önce balıkların vücudunda doğmuş ve ancak yaşamlarını kendi başlarına sürdürebilecek bir olgunluğa eriştikten sonra karaya çıkmışlardır. Hayatın oluşumu ile ilgili olarak geliştirdiği bu kuram ne kadar zayıf olursa olsun, yaratılışı bir evrim teorisi içersinde izâha çalışan ilk düşünür olma özelliği ile çok önemli bir filozof sayılmalıdır.

Anaksimenes :


Ustası Anaksimandros gibi, temel tözün sonsuz olması gereğini savunmuştur. Ancak ona göre arkhe'nin, bir de ruhu (psykhe) vardır. Ruh kavramını felsefeye ilk sokan düşünür olarak bilinen Anaksimenes'e (# İ.Ö. 570-526) göre temel töz, havadır. Ruh havadır. Onun felsefe alanındaki yeniliği ise, ilk kez olarak birlikten çokluğa geçiş süreci üzerinde, varolan herşeyin havadan nasıl varlığa geldiğini açıklamaya yoğunlaşmış olmasıdır. Birlikten çokluğa geçiş sürecini açıklarken, dudaklarımızı birbirine yaklaştırıp avucumuza üflediğimiz zaman, ağzımızdan çıkan havanın soğuk, ağzımızı fazlaca açıp, avucumuza üflediğimiz zaman da, ağzımızdan çıkan havanın sıcak olması gözleminden yararlanarak, sıkışma ve seyrekleşme kavramlarına ulaşmıştır. Ateş süzülmüş / temizlenmiş havadır. Hava yoğunlaştığı anda, önce su olur. Arkasından yoğunlaşma arttıkça toprak ve nihayet taş oluşur. Anaksimenes’teki seyrekleşme ve sıkışma kavramları, birlikten çokluğa geçiş sürecini açıklamaya yaradıktan başka, her tür niteliği, niceliğe indirgeme girişimini temsil eder.

Anaksimenes, yukarda özetlenen görüşleri ile felsefeye, çok önemli iki soluk getirmiş bir düşünürdür;
1- Felsefî düşünceye ilk defa girdiğini söylediğimiz "ruh kavramı", Anaksimenes'e göre insan vücuduna hayat veren, onu canlı ve ayakta, daha da önemlisi bir arada tutan, cansız bir yığın hâline dönüşüp dağılmasını önleyen nendir. Nasıl ki Evren’i kuşatan hava, onu ayakta tutuyorsa, aynı şekilde içimizdeki nefes, aldığımız soluk olarak ruh da, bize can verir. Buna göre, ruh insan varlığındaki hareket ve canlılık ilkesidir.
2- Temel töz (arkhe) kavramından, diğer maddelerin nasıl oluştuğu sualine mantıklı yanıtlar getirmeye çalışmıştır. Hava yoğunlaşması ile gevşemesinin, diğer maddeleri ortaya çıkaran süreç olduğu görüşü, bu alandaki ilk nicel teori olarak bilinmektedir.

Xenophanes :


İ.Ö. 569 - 477 arasında yaşadığı tahmin edilen Xenophanes, Kolophon'da (İzmir - Efes arasında, şimdiki Değirmendere) doğmuştur. İonia'lı olmasına rağmen, yaşamı İtalya'da geçmiş bir düşünürdür. Xenophanes, "Tanrı bilim" konusunda doğruya varmanın olanaksız olduğuna inanmış, tanrılar ve bütün maddeler konusunda kesin doğruları bilen olmadığını ve olamayacağını, her ileri sürülen görüşün, tahminden ibâret sayılması gerektiğini söylemiştir. Bu tezi, şüphecilik akımı ile "agnosticisme" in ilk adımları olarak kabul etmek, uygun bir görüştür.
Halk dininin tanrıları insan biçiminde tasarlamasına karşın Xenophanes, kendi tanrı tasarımını, tamamı ile arınmış bir varlık şeklinde betimler. Bir Tanrı vardır. Bu Tanrı, insanların ve tanrıların en ulusudur. Biçimi ve düşüncesi açısından ölümlülere benzemez. Tanrı, tümü itibariyle bir işitme ve düşünmedir. Her şeyi bu düşünme yetisi ile kolayca yönetir. Bu tanrı tasarımının, "Monotheisme"e doğru atılmış ilk düşünsel ürün olduğu, genel kabul görmüş bir anlayıştır.

Pythagoras :


Sokrates öncesi filozoflar içerisinde, çok önemli diğer bir isim, Miletos okulunun en güçlü rakiplerinden biri olarak bilinen Pythagoras’dır. Çok önemli bir bilim adamı olmasına karşın, ruhun ölümsüzlüğü ile insan yaşamını düzenleyen kurallar üzerinde yoğunlaşarak, felsefenin doğuşuna büyük katkıda bulunmuştur.

Herakleitos :


(# İ.Ö. 540 - 480) Miletos geleneğine bağlı olmayan bir İonia'lıdır. (Ephessus) Ateşi temel töz sayar. Ona göre her şey, ateşteki alev gibi, başka bir şeyin ölümünden doğmaktadır. Zıtlıkları (çelişkileri) görerek "her şey akar” (değişir - panta rei) tezini ortaya atmıştır.
Herakleitos'u, kendinden önceki düşünürlerden ayıran en önemli özellik burada yatmaktadır. Miletos okulu temel tözü, kalıcı, kendi kendisiyle özdeş, doğanın değişmeyen neni olarak betimlemişti. Düşünürümüz bu teze karşın, "her şey akar" prensibinden hareketle, "temel töz, ateş olmalıdır" sonucuna varmıştır. Mevcut maddelerden, başka maddeler çıkartabilen tek nen ateştir. Evren'de, kalıcı bir madde varmış gibi düşündüğümüzde, büyük bir yanılgı içersine düşeriz. "Aynı nehirde iki kez yıkanmak mümkün değildir." Akıp giden suları yüzünden o artık başka bir nehirdir.
Herakleitos'a göre her şey değişir. Ama bu değişim, bir kurallar manzumesi içerisinde gerçekleştiğinden, biz algıladıklarımızı kalıcı zannederiz. Kalıcı şeyler varmış sanısına kapılmamız, değişimin gelişi güzel değil, belli bir düzene, yasaya ve ölçüye göre olması yüzündendir. Düşünürümüz bu ölçüye ve yasaya, "logos" ismini vermektedir. Herakleitos'un târifinde Logos, Evren'e egemen olan yasa, düzen ve daha önemlisi "tanrısal akıl"dır.

Parmenides :


Parmenides ( İ.Ö. 540 - 480) yalnızca önemli bir filozof değil, ana yurdu Elea'da, saygın bir devlet adamı ve kanun koyucu olarak tanınmış bir kişiliktir.
Öğretisinde, Anaksimenes, Xenophanes ve Pythagoras'ın etkileri açıklıkla görünmesine rağmen, yepyeni düşünsel ürünlerin de sahibidir. Bunların içinde en önemlisi, salt kavramlar ile çalışma ve değerlendirme eğilimi olarak târif edilen "dialektike"yi, felsefî bir araç olarak ilk kez kullanan düşünür olmasıdır. Bu yüzden kadim yunanda mantığın ve dialektik'in öncüsü sayılmıştır.
Parmenides'den önceki düşünürler görüşlerini, "deneylerin düşünce yolu ile işlenmesine" dayandırmışlardı. Düşünürümüz ise felsefe tarihinde ilk kez, "varolanın niteliklerinin, salt düşünme yolu ile irdelenmesi" metodunu kullanmıştır.
Her şeyin değiştiğini savunan Herakleitos'a karşın Parmenides, "hiç bir şeyin değişmediği" tezini ileri sürmüştür. Duyumları aldatıcı saymış, algılanan şeylerin çoğunluğunu "illusion" şeklinde nitelendirerek, "değişmez teklik anlayışı"na varmıştır. Bir madde geçmişte var olduysa, bir zamanlar yoktu. Gelecekte var olacaksa, şimdi yoktur. Düşünülebilecek madde var olmalıdır. Olmayan şeyin, düşüncesi de olmaz. Düşünülmüş, ya da üzerinde konuşulmuş olan şey, her zaman var olan bir şey olmalıdır. Eğer dil bir saçmalık değilse, sözcükler bir anlam taşımalıdır. Üzerinde konuşulsun veya konuşulmasın, var olan şeyleri anlatmalıdır. (Bu görüş doğru olmasa bile, dil bilimi açısından dikkate değer bir mantık içermektedir.)
Parmenides'in Pythagoras'dan etkilendiği anlaşılıyor. Platon'a göre ise Parmenides, Sokrates'i etkilemiştir. Bize göre Platon'da etkilenmiş görünüyor. Zira bu düşüncelerde meşhur "idealar" kavramının ilk kıvılcımlarını, daha da ileri gidersek, modern bilimin (kimyanın Lavoisier prensibi gibi) ilk ışıklarını bile hayâl meyâl görebiliyoruz.

Empedokles :


Parmenides / Herakleitos zıtlığı, felsefeyi uzunca bir süre meşgul etmiştir.
Özetle Herakleitos;
1- Her şey değişiyor. (Her şey akar)
2- Bu yüzden duyumsal algılamalara güvenilebilir demekteyken;
Parmenides;
1- Hiç bir şey değişmez.
2- Bu yüzden duyumsal algılamalara güvenilemez tezini ileri sürmektedir.
Bu ikilemden (dilemma) felsefeyi kurtaran, Sicilyalı Empedokles (İ.Ö. 494 - 434) olmuştur. Empedokles'e göre Parmenides, Herakleitos zıtlığı, "özde tek bir madde" olduğu inancından kaynaklanmaktadır;
Düşünüre göre, her iki görüş de, kısmen doğru, kısmen yanlıştır.
1- Her şey değişmez;
2- Duyumsal algılamalara güvenmeliyiz, zira görüyoruz.
Sicilya adasının güney kıyılarında Akragas (ya da Agrigentum) şehrinin siyasî ortamında, çok sözü geçen bir ailedendir Empedokles. Filozof, bilim adamı ve şarlatan karışımı bir kişiliği vardır. Bilim adamı olarak, havanın ayrı bir töz olduğunu deneysel olarak kanıtlaması, nefes almanın mekaniği hakkındaki görüşleri, merkez kaç kuvvetinin kısmî izahı, ayın yansıyan ışıkla parıldadığı görüşü, bitkilerde cinsiyet olduğunu iddia etmesi, Dünya'nın küre biçiminde olduğunu ileri sürüşü, güneş tutulmasının mekaniği hakkındaki savları, ışığın bir yerden bir yere gitmesi için zaman geçmesi gerektiği konusundaki sözleri, önemli bir bilim adamı olduğunun kanıtlarıdır. Diğer bir enteresan yaklaşımı kan konusundadır. Empedokles'e göre kan, insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin merkezidir. Temel ögeler kanda, en olgun biçimde bir araya gelmişlerdir. İnsanın tüm yetenekleri ise bu karışımın olgunluğuna bağlıdır.
Din üzerindeki görüşleri ise Pythagoras'çıdır. "Orpheic" öğretiden de etkilendiği anlaşılan filozofumuz, sonunda işi, Tanrı olduğunu iddia etmeye kadar götürmüş, bunu kanıtlamak için kendisini Etna dağı kraterine atarak, ölmüştür.
Kendinden önceki doğa filozofları, su, ateş ve havayı temel töz (arkhe) olarak ayrı ayrı belirlemişlerdi. Empedokles bunlara bir de toprağı ekleyerek, ilk defa bir arada kullanan düşünür olmuştur. Ona göre bu dört temel eleman, sevgi ve uyuşmazlık / iticilik gücü ile birleşip ayrılırlar. Bir başka deyişle sevgi ve uyuşmazlık da, maddeyi meydana getiren asal tözlerdendir. Filozofumuzun bilimsel yetenekleri dışında en orijinal tarafı, değişmeyi açıklamak için sevgi ve uyuşmazlık ilkelerini kullanmış olmasıdır.
Dikkate değer bir diğer yönü, Platon'un ünlü mağara mytos'unu, ilk anlatan kişi oluşudur

Anaksagoras :


İonia'lı Anaksagoras, (# İ.Ö. 500 - 428) Clazomenae'de (İzmir - Urla - Gül adası) doğmuş, ancak yaşamının, İ.Ö. 462 - 432 yılları arasındaki en verimli 30 yılını, Atina'da geçirmiştir.
Anaksagoras'ın önemi, felsefeyi Atinaya taşıyan ilk filozof oluşudur. Sokrates'i ortaya çıkaran düşünsel etkilerin yaratıcılarından biri olması ile de ünlenmiştir. Özellikle matematik alanında, ileri seviyede bir düşünürdür. Ay ve güneş tutulmalarını doğru olarak açıklamış olduğu da bilinmektedir.
Empedokles 4 temel töz düşünmüştü. Anaksagoras, ampirik algılamalarla kavranabilir dünyada nesnelerin, nitelik yönünden sayısız çeşitliliği, dört temel ögenin birleşmesiyle açıklanamaz diyordu. Her şeyin sonsuz ölçüde bölünebilir olduğunu, maddenin en küçük parçasının bile, her elementten bir parça içerdiğini savunmuştur. Madde, en çok içerdiği eleman ile izah edilmektedir. Söz gelimi, her maddede bir miktar ateş vardır. Eğer ateş ağır basarsa, biz bu elemente doğrudan doğruya ateş diyoruz.
Sonsuz nitelikteki nenlerin hareket nedenlerini araştırmış, bu hareketi doğuran ilkeyi belirlemeye çalışmıştır. Nasıl ki algılamalarımız bize Evren'i, düzen gereği bir bütün olarak gösteriyorsa, bu düzeni bir amaca (telos – ilâhî amaç) göre düzenleyen bir kuvvet de mevcut olmalıdır. Anaksagoras bu mantıktan hareketle, yaratılışı / oluşu (genesis) meydana getiren ilkeye, düşünme yetisine olan benzerliği yüzünden, "NOUS" adını vermiştir. "Nous" gayri maddî bir kavram değildir. O da bir maddedir ama, pek özel, ince ve seçkin bir maddedir. Evren'deki oluşu meydana getiren hareketin başlangıcıdır "nous". İlk hareketi gerçekleştiren kuvvettir. Bu hareket, "nous"un istediği yönde gelişmiştir. "Nous" kavr****** "tanrısal akıl" olarak betimlediğimizde, bir çok disiplin ve özellikle Platon ve Aristoteles felsefesinde sıklıkla karşılaşacağımız bir kavrama atıfta bulunduğumuzu söylemekle yetinelim şimdilik.

Elea'lı Zenon :


Elea'lı Zenon, (# İ.Ö. 490 - 430) Parmenides'in öğrencisidir. Dialektik'i, (dialektike) düşüncenin düştüğü çelişmeler anlamında kullandığımızda, bu metodun bulucusudur.
Parmenides ve Zenon, çözülmesi gereken çelişmeleri ilk sezen düşünürlerdir. Ancak hareket noktası olarak seçtikleri, Parmenides'in "değişmez teklik" anlayışı yüzünden, çokluk ile devinimi varsaymanın, aklı başka çelişkilere sürükleyeceği inancı ile problemi çözümsüz bırakmayı yeğlemişlerdir. (Elea'lıların varlık kavramı tek yanlı lojik bir görüşten doğmuştur. Salt düşünce ile varılmış bir kavramdır. Dolayısiyle doğadaki çeşitliliği ve değişimi açıklamaya elverişli değildir.)

Elea'lı Zenon'a göre çokluk, devinim ve değişim, hem saçma, hem de uyumsuz (absurde) kavramlardır. Bunu kanıtlamak maksadiyle ortaya attığı "antinoma"lar, asırlar boyu tartışılmış, çok enteresan ögeler taşır;
1- Nesneler çokluk iseler, hem sonsuz küçük, hem de sonsuz büyük olmalıdırlar. Zira, var olanı, artık bölünemez olana kadar bölersek, bunlar büyüklüğü olmayan "hiçler" olurlar. Bunları bir araya getirsek bile, hiçlerin toplanmasından bir cesamet kazanılamaz. Yine de sonsuz küçük olurlar. Çokluğun uzayda bir yer kapladığını düşünürsek, çoğun bir araya gelmesi ile sonsuz bir büyüklük meydana gelir.
2- Çokluk, sayıca hem sonlu, hem de sonsuzdur. Sayıca sonludur; zira ne kadar ise, o kadar olacaktır. Ama çokluk, aynı zamanda sayıca sonsuzdur. Çünki hiç durmaksızın birbirlerini sınırlarlar ve kendilerini böylelikle başka nesnelerden ayırırlar. Bu başka nesneler de, yanlarındaki başka nesnelerle sınırlıdırlar ve bu böyle sürüp gider.
3- Devinim ile ilgili kanıtlardan (antinoma'lardan) en çok bilineni, Achilleus ile kaplumbağanın yarışıdır. Achilleus ne kadar hızlı koşarsa koşsun, kaplumbağaya yetişemez. Zira o süre içersinde kaplumbağa, çok çok küçük de olsa, bir yol almış olacak ve bu devinim sonsuza dek sürüp gidecektir.
4- Bir koşu pistinin sonuna hiç bir zaman ulaşamazsın. Zira pistin önce yarısını, sonra kalanın yarısını, sonra yine kalanın yarısını koşman gerekir. Bu böyle sonsuza dek sürer, gider. Sonlu bir zaman içersinde, sonsuz uzay aralıkları geçilemez.
5- Ok Paris'e asla erişemeyecek veya onu asla vuramayacaktır. Zira;
a) Uçan ok, her anda belli bir noktada olmak zorundadır. Belli bir noktada bulunmak demek, durmak demektir. Ok, hareketinin her hangi bir anında duruyorsa, katetmesi gerekli yolun tamamı itibara alındığında da durmaktadır. Duran ok, Paris'i vuramaz.
b) Ok Paris'e erişmek için bir çizgi üzerinde (bu bir parabol olsa bile) hareket edecektir. Çizgi, geometrik olarak sonsuz noktadan meydana gelir. Okun bu sonsuz noktayı, sonlu bir zamanda katetmesi olası değildir.
Zenon'un tüm bu "antinoma"larını, salt mantık süzgecine vurmazdan önce;
- "var olanı bir çokluk ve hareket diye düşünürsek, çelişkiye düşeriz.
- Öyle ise varlık, ancak bir, tek ve hareketsiz olabilir"
tezini savunmak için düzenlediğini unutmayalım.

Atomcular :


Bu öğretinin kurucuları; Leukippos ve öğrencisi Demokritos'dur. Leukippos Miletos'lu, Demokritos ise Teos'lu olmasına rağmen, her ikisine birden "Abdera düşünürleri" veya "Abdera'lılar" ismi verilir. Bu adla anılmalarının sebebi, batı Trakya'da, İskeçe yakınlarında bir kadim yunan şehri olan Abdera'da yaşamış ve çalışmış olmalarındandır.

Leukippos :


Atomculuğun gerçek kurucusu olarak bilinmesine rağmen, ileri sürmüş olduğu görüşler kesin çizgilerle belli değildir. İ.Ö. 430'lu yıllarda yaşadığı tahmin edilen Leukippos’un ileri sürdüğü tezler hakkında, Aristoteles’den başka kaynak yoktur. Kendisinden daha büyük bir üne sahip talebesi Demokritos’un, ona ait öğretilerin önemli bir bölümüne sahip çıktığı anlaşılmaktadır.
Parmenides’in boşluk kavramını reddi, Leukippos’un hareket noktası olmuştur. Felsefe tarihinde, boşluk kavramının varlığını bilinçli olarak ortaya atan ilk düşünürdür. Yokluk ile boşluk kavramlarının birbirine karıştırıldığını iddia ederek, boşluğun var olmaması hâlinde hareketin de mevcut olamayacağını söylemiştir. Pythagoras’ın boşluk târifi, bir anlamda havayı betimlerken, Leukippos’un boşluk kavramı gerçek bir vakum ifâde eder. Var olan boşluk kavramı ile, bu boşluğun içerdiği sonsuz sayıda, küçük olduğundan görünmez, maddenin mevcut olması gereğini ileri sürmüş ve böylelikle çokçuluğun (pluralism) temellerini, mantıkî bir kesinlikle ortaya koyan ilk düşünür olmuştur.

Demokritos :


Leukippos’un öğrencisi Demokritos, (İ.Ö. 460 - 370) Sokrates'den sonra ölmüş olmasına rağmen, "Sokrates öncesi doğa filozofları"ndan sayılır. Hocasının ortaya attığı teoriyi büyük ölçüde geliştirerek ünlenmiştir. Parmenides'in temsil ettiği tekçilik (monism) ile Empedokles'in çokçuluğu (pluralism) karşısındaki aracılık girişimleri sonucu, bu gün artık kanıtlanmış bulunan "Atom veya bölünmeyen öz" teorisi ile ünlenmiştir. (Bazı kaynaklar Empedokles ve Anaksagoras'ı da "atomcular" sınıflandırmasının içine sokmaktadır. Bu görüşün isabetli bir tesbit olduğunu burada zikretmeliyiz.)
Varoluş ile ilgili çok kesin bir görüş ortaya koymuştur. Evren'deki oluşuma, kesin bir zorunluluk egemendir. Bütün olup bitenleri bir raslantı ile izâha çalışmak saçmalıktır. "Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir." şeklinde özetlenebilecek bir görüşle, materialist doğa biliminin ilk temellerini atmıştır.
Atomcular, sadece bir hacim, bir şekil ve belki de bir ağırlık içeren bölünmez en küçük birim olarak târif ettikleri atomun ve atomların hareket ettiği boşluğun (eter - ether - esir) ezelî, ebedî mevcudiyetini ortaya atmışlardır. Bütün bu materyalist görüşlere rağmen, "tek gerçek, atomlar ve atomların hareketidir" prensibini, ruhun açıklanması aşamasında da tutarlı bir şekilde kullanmışlardır.
Bilinçli bir materyalist yaklaşımla, algılama ve düşünmeyi, vücuttaki en ince, en hafif ve en düzgün ateş atomlarının hareketi olarak izâh eden Demokritos, kendisinden önceki düşünürlerin üzerinde durmadığı oranda, ahlâk (ethik) ile de ilgilenmiştir.
Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 04:00
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
19 Mayıs 2006       Mesaj #9
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi

Din İle Bilginler ve Filozoflar


Dinler, bilim adamlarıyla filozofların atılganlığı hiçbir zaman hoş karşılanmadılar.
Yunan efsanesine göre, insanların zekâsını aydınlatmak istediği için Prometheus'u Olympos'un tanrıları Kafkasya'da bir kayaya bağladılar.
Bu efsane, bilim ağacının meyvesinden tatmak istediği için cennetten kovulan Adem'in İncil'deki hikâyesiyle birleşir.
Her çağda bu dinsel baskılara rastalanabilir. Atina'nın puta tapanları Sokrates'e baldıran zehri içirdiler; çünkü o, tanrılara inanmıyordu. Filozof Demokrites Abdere'den kovuldu, Heraklites Ephese'den sürgün edildi. Katolik kilisesi Galile'yi hapse attı, Kampanella'ya olmadık işkenceler yaptı; Giordano Bruno'yu Roma'da, Vanini'yi Toulouse'da diri diri yaktı. Engizisyon beş milyon insanı zindanlarda çürüttü, ateşe verilen odun yığınlarının içinde yakıp kül etti.

Cenevre'nin protestanları tanrıbilimci hekim Michel Servet'i diri diri yaktılar.
Yahudi hahamları Spinoza'yı taşa tutmaya kalktılar. Çünkü o, Traite theologique - politique (Tanrıbilimsel-Siyasal İnceleme) adlı yapıtınad Kutsal Kitap'ı özgün bir anlayışla yorumlamıştı. Modern düşüncenin kurucusu Descartes özgür olabilmek için Fransa'dan ayrıldı. Kilisenin takibinden kurtulmak amacıyla yirmi yıl Hollanda Cumhuriyeti'nde sığınmacı olarak yaşadı. Çünkü artık, "kör dehliz"de yaşamak istemiyordu.

Yakın çağlara gelelim: Darwin ve Darwincileri Amerika Birleşik Devletleri Protestan kilisesinin çömezleri mahkemeye vererek mahkûm ettirdiler.
Victor Hugo 15 Ocak 1850'de Yasama Meclisi'nde verdiği ünlü söylevinde bu din adamlarının mahkemesine seslenerek onlara şu kıtayı gönderiyordu

Kim mi sizi kızdıran? Söyleyeyim:
Siz insan aklına kızıyorsunuz!
Çünkü o, ipliğinizi pazara çıkarıyor!

Bilim alanında görülen her ilerlemenin dini gerilettiği söylenebilir. Hatta, bilimin Tanrıyı ve dini tanımadığı bile öne sürülebilir. Gök mekaniği ile ilgili çalışmalarını kutlamak üzere Napolyon, Laplace'i huzuruna kabul ettiği zaman, ondan yapıtında Tanrı'dan niçin söz açmadığını sordu. Büyük matematikçi, İmparator'a şöyle yanıt verdi: "Böyle bir varsayıma hiç ihtiyaç duymadım da ondan haşmetmeap..."

Bütün bilginler, Laplace'ın bu ünlü sözünü kendileri için de kullabilirler.
Ya bilim, ya din: İkisinden birini seçmek gerek...

Son düzenleyen Safi; 8 Temmuz 2016 04:00
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
26 Ağustos 2006       Mesaj #10
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
TARİHTE LAFI GEDİĞİNE OTURTANLAR

Bir filozofa sormuşlar:
- "Şansa inanır mısınız?" Filozof:
- "Evet, yoksa sevmediğim insanların başarılarını neyle
açıklayabilirdim."

1. Churchill, avam kamarasında konuşurken, muhalif partiden bir kadın milletvekili, Churchill' e kızgın kızgın şöyle seslenir:
- "Eğer, karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım."
Churchill, oldukça sakin kadına döner ve lafı yapıştırır:
- "Hanımefendi, eğer karım siz olsaydınız, o kahveyi seve seve içerdim."


2. Sokrates ve eşi bir türlü iyi geçinemezlermiş. Bir gün eşi
Sokrates'e verip veriştirmiş, ağzına geleni söylemiş. Bakmış
kocası hiç bir tepki göstermiyor; bir kova suyu alıp başından aşağı boşaltmış. Sokrates, gayet sakin:
- "Bu kadar gök gürültüsünden sonra bir sağanak zaten bekliyordum" demiş.

3. Bernard Shaw ile Churchill hiç geçinemez ve sık sık
birbirlerini iğnelermiş. Bernard Shaw, bir oyununun ilk gecesine, Churchill' i davet etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş:
- "Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp
gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa." Churchill, hemen cevap
göndermiş:
- "Maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu
seyretmeye gelemeyeceğim. İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa."

4. Bir gün Eflatun, talebelerinden birini kumar oynarken yakalamış ve şiddetle azarlamış. Talebesi:
- "İyi ama ben çok az bir paraya oynuyordum" diye itiraz edecek
olunca Eflatun cevap vermiş:
- "Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum."

5. Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle
ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri
kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa:
- "Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem" der. Diyojen,
kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir:
- "Ben çekilirim."

6. Meşhur bir filozofa:
- "Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar
fakirsiniz?" diye sorulduğunda:
- "Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan" demiş.

7. Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile' ye hasımlarından biri:
- "Efendim" demiş, "Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?"
Galile: - "Doğru" demiş, "Benim kulaklarım bir insan için biraz
büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mi?"

8. Bir toplantıda, bir genç Mehmet Akif' i küçük düşürmek ister:
- "Affedersiniz, siz veteriner misiniz?" Mehmet Akif hiç istifini
bozmadan şöyle yanıtlamış:
- "Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?"

9. Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere
çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri
ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- "Sen sır saklamayı bilir misin?" diye sormuş. Vezir:
- "Evet hünkarım, bilirim" dediğinde, Yavuz cevabi yapıştırmış:
- "İyi, ben de bilirim."

Benzer Konular

9 Mayıs 2007 / HayLaZ61 Felsefe