Arama

Zamansızlık Gerçeği

Güncelleme: 8 Mayıs 2016 Gösterim: 10.577 Cevap: 20
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
27 Şubat 2010       Mesaj #1
Avatarı yok
Yasaklı
Zamansızlık Nedir?

Sponsorlu Bağlantılar
Bugüne kadar, gelmiş geçmiş bütün din aleyhtarı kişilere ve akımlara bakıldığında hemen hepsinin felsefi temelinde materyalist (maddeci) düşüncenin yattığı görülür. Bilindiği gibi materyalistler yaratılış gerçeğini reddederler. Bunun yerine maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza kadar da mutlak bir varlık olarak kalacağını iddia ederler. Diğer bir deyişle maddeyi ilahlaştırırlar. Materyalistlerin kendi kaynaklarında materyalizm (maddecilik) şöyle tarif edilir: Materyalizm dünyanın ezeli ve ebediliğini (öncesiz ve sonrasızlığını), Allah tarafından yaratılmış olmadığını ve de zaman ve mekanda sonsuzluğunu kabul eder.

Materyalizmin maddeyi bu derece ilahlaştırmasının nedeni, her ne olursa olsun bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmemektir. Çünkü madde mutlak değilse bir başlangıcı var demektir; bir başlangıcı varsa da yoktan var edilmiş, yani yaratılmış demektir.

Nitekim 20. yüzyılın sonunda tüm bilim dünyasının vardığı ortak sonuç, maddenin mutlak olmadığı, bir başlangıcı olduğu gerçeğini doğrulamaktadır: Tüm evren yaklaşık 15 milyar yıl önce "sıfır" hacimdeki bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana gelmiş ve genişleyerek günümüzdeki şeklini almıştır. Büyük Patlama (Big Bang) adı verilen bu olayın doğruluğu, pek çok somut delil ve gözlemle, aynı zamanda da teorik fizikçilerin hesaplamalarıyla da kanıtlanmıştır.

Bugün bilimin ulaştığı son nokta, Kuran'ın ve tüm ilahi dinlerin bildirdiği "evrenin yoktan var edildiği" gerçeğini doğrulamaktadır. Yine bununla birlikte çağdaş bilim, materyalizmi ve bunu esas alan ideolojileri her alanda yalanlamakta, materyalist görüşe sahip olanların maddeye dayalı dünyalarını yıkmakta, yaratılışa karşı açtıkları savaşta onları yenik düşürmektedir.

Buna rağmen materyalistler, maddenin mutlak değil, yaratılmış olduğu gerçeğini bilimle çatışmak pahasına da olsa kabul edemezler. Çünkü bu gerçeği kabul etmek Allah'ın varlığını kabul etmelerini, Allah'a iman etmeleri ise dini kabul etmelerini ve yaşamalarını gerektirecektir. Din ise herşeyden önce Allah'a kesin bir boyun eğmeyi ve teslimiyeti gerektirdiğinden, elbette ki böyle bir tutum, kibirlerine yenik düşmüş bu insanlara ağır gelecektir. Kuran'da, gerçekleri gördükleri halde, kibirleri yüzünden gerçeklerden kaçanların durumu şöyle tarif edilmektedir:

Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak (Neml Suresi, 14).

Materyalistler, maddenin yanı sıra zamanın da mutlak olduğunu, yani sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini savunurlar. Bu çarpık anlayışa dayanarak da kaderi, ahiret gününü, cenneti ve cehennemi reddetmeye çalışırlar. Oysa bugün modern bilim, maddenin olduğu gibi, maddenin bir türevi olan zamanın da maddeyle birlikte yokluktan var edildiğini ve zamanın da bir başlangıcı olduğunu ispatlamıştır. Aynı zamanda, zamanın izafi (göreceli-rölatif) bir kavram olduğu, materyalistlerin yüzyıllardır zannettikleri gibi değişmez ve sabit olmadığı, değişken bir algı biçimi olduğu da bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanın ve mekanın izafiyeti Einstein'ın "Rölativite" teorisiyle kanıtlanmış ve bu gerçek bugünkü modern fiziğin temelini oluşturmuştur.

Sonuç olarak, zaman ve mekan mutlak olmayan, başlangıçları olan, Allah'ın yoktan var ettiği kavramlardır. Zamanı ve mekanı yaratan Allah, elbette ki bunlara tabi değildir. Allah, zamanın her anını zamansızlıkta belirlemiş, tespit etmiş ve yaratmıştır. İşte materyalistlerin akıl erdiremedikleri "Kader" gerçeğinin özü de buradadır.

Bizim için geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanacak olan olayların tümü, zamana tabi olmayan, zamanı yoktan var eden Allah'ın bilgisi ve hakimiyeti dahilindedir.

Kuran'ın 1400 yıl önce bildirdiği ve inananların gönülden inandıkları gerçekleri bugün modern bilim de doğrulamakta ve Kuran'ın Allah'ın sözü olduğuna şahitlik etmektedir. Asırlardır Allah'ın varlığını ve yaratılış gerçeğini reddeden materyalist düşünce ise, dilinden düşürmediği ve her fırsatta arkasına sığınmaya çalıştığı bilim tarafından her alanda yalanlanmaktadır. Burada, materyalistlerin öne sürdükleri iddiaların hiçbir bilimsel ve mantıksal geçerliliği olmadığını, aksine materyalizmin bugünün bilimi ile tamamen çökertildiği delillerle ispat edilmiştir. Burada anlatılan konular maddenin aslı, zamanın ve mekanın izafiyeti ile ilgili çok önemli deliller içermektedir. Öyle ki belki de bugüne kadar hiç düşünmediğiniz bazı gerçeklerle karşılaşacak, maddenin özünün materyalizmin iddia ettiğinden veya size öğretilenden çok daha farklı olduğunu anlayacaksınız.

Kaynak:Bilimnet
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen nötrino; 8 Mayıs 2016 00:01
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
8 Nisan 2010       Mesaj #2
Avatarı yok
Yasaklı
Bilinç ve Zaman

Sponsorlu Bağlantılar
“Zamanı ölçmeye kalkarsanız onu ölçüsüz ve ölçülemeyen olarak bulursunuz. Zamanı ırmak yapar
ve başında oturup akışını seyrederiz.”
Halil CİBRAN

“Dün hatıra, yarın hayal, bugün ne? İki renk arası bir çizgicik pay.”
N.F.Kısakürek

“Kendi tecrübelerimizin oluşturduğu sürekli var oluşta yaşıyoruz. Kendi başına zaman yoktur.”
Lucretius, MÖ 95

13.7 milyar yıl kadar önce, evrenin doğum sancısı büyük patlama ile başladığında zamanda ortaya çıktı. Zamanın büyük patlama ile başlamadığını öne sürenler de vardır. Ilya Prigigone ve Stephen Hawking’e göre büyük patlamadan önce zamanın olmadığı konusunda bir yorumda bulunamayız. Hatta Prigigone’a göre patlamandan önce de olasılıkla zaman vardır ve büyük patlama bu zaman içinde olmuştur. Modern bilimden önce de benzer ifadeler kullanılmıştır. Augustine (MS 354-430) “Evrenin zamanda değil, ama zamanla eş zamanlı olarak yaratıldığını” yazar ve “Zaman, aynen bir ırmak gibi oluşan olaylardan yapılmıştır ve akıntısı güçlüdür; bir şeyin görünmesiyle sürüklenmesi birdir.” der. Thomas Aquinas zamanı, “önce ve sonra içinde olan hareket ve ard ardalıkların sayılması, ölçülmesidir” diye tanımlar ve zamanı yaratılışla başlatarak, başlangıcı olduğunu söylemekle zamanın sonu olduğunu dile getirir.

Genel görelilik, uzay-zaman oluşturmak üzere, zaman boyutunu uzayın üç boyutu ile birleştirir. Bu kuram, uzaydaki madde ve enerji dağılımının, uzay-zamanı büktüğünü, bu nedenle uzay-zamanın düz olmadığını söyler ve kütle çekim etkisini de içine alır. Uzay ve zaman ayrılmaz bir bütün olduğundan, büyük patlamadan hemen sonra uzayın oluşumu ile beraberinde zaman da ortaya çıkmış oldu. Geçmişe doğru bakıldığında ve gidildiğinde madde yoğunluğun sonsuz olduğu “tekilliğe” gidilir ve zaman kaybolur. Augustin’e, Tanrı’nın yaratılıştan önce ne yaptığı sorulduğunda yanıt olarak “zamanın kendisinin Tanrı’nın yaratılışının bir parçası olarak oluştuğunu, bu nedenle basitçe önce olmadığını” belirtir. Bazıları ise “işine fazla karışanlar için cehennemi hazırlıyordu” ifadesini ona gönderme yaparlar.


Neden ve etki, zamana ait kavramlardır ve zamanın var olmadığı durumda uygulanamazlar. Zaman daima, sebep olunmuş olan şeyden önce var olmalıdır. Evren var olmasa da var olacağı kabul edilen zamanın sonu ve başlangıcı yoktur. Çizgisel ve sürekli bir niteliği vardır. Zamanın büyük patlamayla başladığı bir spekülasyondur ve büyük patlamanın zamanın değil evrenin başlangıç noktası olduğu, öncesinde olan kararsızlık ortamında zaman diye bir kavramın olamayacağı öne sürülür. O dönemde zaman olsun ya da olmasın, bilinçli bir beyin olmadığından belki zaman algısı önemli değildi. Bilinçli bir insan beynini ortaya çıkışı ile birlikte zamanın gerçekten var olduğu hissedildi.

Uzay ve zaman, bütün fiziksel olayların ortak sahnesidir. Olaylar bir zaman ve üç uzay koordinatıyla sembolize edilerek çözümlenirler. Yani evren, geometrik yapıdan ziyade uzay-zamansal yani “kronogeometrik”dir. Bu nedenle, zaman uzaydan farklı olarak ele alınamaz. Sadece zaman ya da uzay ifadesinden ziyade uzay-zamandan bahsetmek gerekir. Bu hem fizik hem de beyin için geçerlidir. Zaman genişleyebilir, bükülebilir, durabilir. Bunları uzayla ilişkisiyle oluşturur. Uzay-zamanın karşılıklı ilişkisine bakıldığında, zamanın her saniyesi, uzayın 180 bin mili değerindedir.

Stephen Hawking ise üç değişik zaman okunun varlığından bahseder; 1.Termodinamik; entropinin arttığı zaman yönü, 2.Psikolojik; bizim zamanın geçtiğini hissettiğimiz yön, 3.Kozmik; evrende sürekli artan zaman oku. Ancak, görelilik teorisine göre zaman kişiden kişiye farklı olabilir. İki şeyin aynı anda olduğunu düşünüyorsanız, bu sizin kanınızdır; başka birisi olaylardan birinin diğerinden önce olduğu sonucunu çıkarabilir. Bu nedenle “aynı anda olma” durumu, öznel bir izlenimdir. Evrensel olarak “şimdiki zaman” kavramı yoktur. İnsan beyninin şimdiki konumu ile bir anlam ifade edebilirlerse de evrendeki her yere bu “şimdi” uygulanamaz.

İkizler paradoksu zamanın hem nesnel hem de öznel olarak nasıl farklı akış gösterdiğini anlamak açısından ilginçtir. Yüksek hızlarda giderken sadece saatler yavaşlamaz, aynı zamanda canlı ya da cansız tüm süreçler ışık hızına yaklaşıldığında yavaşlar. Yani kalbimiz ve biyolojik saatlerimizde yavaşlar. Bir ikizimiz olduğunu ve onu ışık hızına yakın hızda uzayın derinliklerine seyahate gönderdiğimizi düşünelim. Geri döndüğünde kardeşinden daha genç olacaktır. Sahip olduğu tüm saatler (kalp atımları, kan dolaşımı, beyin dalgaları...) dünyadaki gözlemci kardeşine göre gezi sırasında yavaşlamış gözükecek, fakat geziye çıkan kişi hiç bir olağan üstü durum hissetmeyecektir. Ancak, dünyaya döndüğünde ikizinin kendinden daha fazla yaşlandığını görecektir.

4.Boyut Zaman ve 5.Boyut Bilinç
Günlük hayatımızda, düşüncelerimiz ve eylemlerimiz büyük oranda zaman algısına bağımlıdır. Hayatımızı oluşturan olaylar dizisini bir sıraya sahipmiş gibi hissederiz. Doğarız, bebeklik, çocukluk, erişkinlik ve yaşlılık dönemi yaşarız. Bu akış yönünden dolayı doğrusal bir zaman yaşadığımız gibi mantıklı bir sonuca ulaşırız. Zamanın okunu ruhsal yapımızda hissederiz.

Çevremizdeki nesne ve olayları bir düzene sokmak için uzay ve zaman tasarımlarımız doğanın anlaşılmasında hayati öneme sahiptirler. Bir birey olmak ve benlikten bahsedebilmek için yaşantının sürekliliği şarttır. Süreklilik düşüncelerimizi oluşturur ya da tersi. Bu zaman cetveli, kişiden kişiye değişir ve süreklilik zamanın var olmasıdır. Düşüncelerimiz ise düşünen ve bilinçli bir beynin varlığını gerektirir. Yani, bilinçli bir insan beynin varlığı bir ölçüde zamanın ve diğer boyutların varlığını anlamlı hale getirir. Diğerlerinin yanında olmazsa olmaz gibi durur. Bazılarının iddia ettiği gibi zaman 5.boyutu oluşturur.

Doktorlar her gün hastalarla konuşurken onların öykülerini, şu ana kadar olan geçmiş olayları, o an muayene bulgularına bakarak şimdiyi değerlendirir ve geleceğe yönelik ön tahmin ve ön tanılara varır. Hastanın durumu bir bakıma uzay-zaman ilişkisi içinde değerlendirilir. Zamana uyumun bozukluğu bazı hastalıklarda sık olarak karşımıza çıkar ve “nörolojik görelilik” olarak değerlendirilebilir. Bilinçli varlıklarda, uzay-zamanın var olması büyük oranda sinir sistemi ve beynin algılamasına bağlıdır. William Goddy’nın deyişiyle; “Beyin uzay ve zamanın eşitliği için bir organ olarak görülebilir, bu nedenle uzay-zamanın var oluşu için esas mekanizma sinir sistemidir.” Carl Jung’da bu ilişkiden bahseder: “Psişik varlığımızın en azından bir parçasının, uzay ve zamanın göreliliği tarafından tanımlandığına düşüncesindeyim.”

Rüyalarımızda zamansızlık yaşarız. Oysa aynı rüyanın gerçek dünya da gerçekleşmesi birkaç saati alır. Uyku esnasında hem geçmişe hem geleceğe erişmemize izin veren zamansızlık ve mekânsızlık deneyimleriz. Uykuya, zamanı ve uzayı yanımıza almadan gireriz. Hem zamanı hem de uzayı tam olarak beynimizin dışında bırakırız. Uyandığımızda ise günlük zaman akışı içine gireriz ve rüyamızı bu zaman akışı içinde bir noktaya yerleştiririz. Ama gördüğümüz rüya, günlük zaman akışı içinde bir bölgede sıkıştırılmış bir rüyadır. Çünkü içeriğini, normal günlük yaşamda deneyimlemek saatler ya da günler alabilir.

Zaman ve bilinç arasındaki en önemli ilişki, zamanın ne ölçüde bilinçli yaratıkların varlığına bağlı olduğudur. Bir olgunun “şimdi” sözünden bahsetmesi, olayın kişinin bilincinin şu andaki durumuyla ya da bu sözün söylendiği an ile eşzamanlı olduğunu belirtmek anlamına gelir. Böylece, bilinçli varlıkların yokluğunda geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kavramı yoktur. Zaman algısı her zaman yaşanan zamanı kapsar. Kişi geçmişe dönüp ya da geleceğe gidip, yaşanmış ya da yaşanacak olayların zamanı algılanamaz.

Farklı ruhsal durumlar altında zaman algısı ve akışı farklı algılanabilir. Kişinin yapmaya istekli olmadığı iş, gerçekte olduğundan daha uzun süreli algılanabilir. Einstein’ın deyimi ile “kızgın bir sobanın üstünde geçen iki dakika ile sevgilinin yanında geçen iki saat aynı değildir”. Uyanıklık durumuna göre, uyku ve anestezi altında zaman daha kısa algılanır. Uyaranların azalması durumunda yaşanan olaylardaki değişiklik düzeyi son derece düşük olduğundan zaman duygusu ve algısı baskılanır. Yani zaman akışı algısı hızı tam olarak özneldir.

Doğrusal zaman, yaşamımızın büyük bir bölümünü kapsadığı için, zamanın başka biçimde var olacağını kavramak oldukça güçtür. Zaman akışını hissetmek bilinçli farkındalığın sonucudur. Normal bilinç biçiminde zaman doğrusaldır. Zaman aslında doğrusal akmaz. İçinde durağan olayların yerleştiği, sabit bir uzay zamana sahibiz. Algılarımızdan dolayı zamanı “akar” algılarız. Akan sadece bizim düşüncelerimiz ve bilincimizdir. Sıralama, öznelliğimizle zorla kabul ettiğimiz bir şeydir. Bu akış zihnin varlığına bağlıdır. Bütün günlük düşünce, umutlarımız, korkularımız, inançlarımız şimdi ve gelecek üzerinde şekillenir.

Bilinçli duyularımızdan belki de en önemlisi, zamanın ilerleyişini duyumsayarak, şu an, geçmiş ve gelecek beklentimizin olmasıdır. Geçmişe ait bilgimiz daha önceki deneyimlerimizi imgelememizden kaynaklanır ve geçmişe ait bu imgeler, geçmiş bir yaşamda “şu an”ı oluşturan beynimize kayıtlanmış imgelerdir. Şu anı yaşayarak oluştururuz ve onu geçmiş dediğimiz dosyalara–anılarımıza kaydederiz. Şimdiki zamanı, geçip giden zaman olarak sürekli yaşarız. Yani, hep şimdi içindeyiz. Geçen her anla şimdi, geçmiş olur ve gelecekle yer değiştirir. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği içerir ve birbirini izleyen olayların ardışıklığından oluşur.


Kaynak:Kuantumbeyin

Zaman Algısı ve Beyin

Akan Zaman

KronoBiyoloji
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen nötrino; 21 Temmuz 2014 12:16
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
12 Nisan 2010       Mesaj #3
Avatarı yok
Yasaklı
Zaman kavramının ne olduğu ve Canlı yaşam veya Zeka için ne anlama geldiği, Zekanın Bilinç sisteminde ne gibi süreçleri olduğu, kuşkusuz çok önemli olmakla birlikte bu konu o kadar sisli ve karmaşık görünür ki herkes bu konuda fikir üretmekten kaçar.


Ancak bununla beraber herkes bu konuda konuşmayı sever. Zaman, kendisi hakkında üretilen mitlerle ilgi çeker. Zaman makinesi gibi popüler senaryolar her zaman çok izlenir. Ancak çoğu insanın bunun mümkün olup olmadığı hakkında gerçek bir fikri yoktur. Yanısıra Yapay Zeka ile ilgili tartışma ve makalelerde bedenin neden bir saati olduğu, bu zaman ölçerin metabolizmanın kimyasal süreçlerini, dünyanın güneş ile olan konumuna göre ayarlamanın ötesinde bilinç sisteminin uyanıklık merkezleri üzerindeki işlevlerine değinildiğine hiç rastlamadım.

Zaman Nedir? Aslında zaman kavramı da renkler gibi sadece canlıların algıladığı bir olgumudur? Yoksa Evren için de zamanın bir anlamı varmıdır? Zaman da gerçeklik gibi insanlığın ilgisini hep çekmiştir. Sonunda felsefe zamanın göreceli olduğuna karar vermiştir. Einstein'ın görelilik kuramları da evrendeki referanslarla ilgili belirgin bir görecelilik ortaya koymuştur. Zaman kavramının devinim ile doğrudan ilişkisi olduğu için de görelilik kuramları zaman kavramı için bir referans teşkil eder. Ancak, Einstein bile kuramlarını oluştururken hangi evrensel sabitleri referans alacağı konusunda zorlanmıştır.

Örneğin, E = mc2 (Enerji=kütle x ışıkhızının karesi ) gibi varoluşu, devinimi açıklayan ve dolaylı olarak zaman olgusu hakkında bize ipuçları veren bu süper formül, bize potansiyel enerjiyi verir. Enerjinin ne kadar iş yapacağı ise homojen olmayan evrenin farklı bölgelerindeki değişik çekim alanlarına bağlıdır. Bağıntılı olarak bu formül, evrenimizin başka çekim alanlarından etkilenmediği varsayımı üzerine kuruludur ve fotonu referans alır. Foton, kütlesini ölçemediğimiz bir temel parçacıktır. Zaman makinesi senaryolarını üretenlerin dikkatinden kaçan bu referansın Foton olması ve ışık hızında gidebilecek maddenin foton kadar kütlesiz ve ağırlıksız olması gerektiği gerçeğidir. Işınlanma yani bedeni foton boyutundaki temel parçalara indirmek veya bedeni, aklı oluşturan temel bilgileri radyo dalgaları ile (radyo dalgaları ışık hızında ilerler. ) uzaklara göndermek ve yine birleştirmek mümkün olabilir. Ancak bu daha çok bir kopyalamadır. Ve gidilen yerde bu bilgiyi birleştirerek yeniden beden haline getirecek bir düzenek gerekir. Sonuçta gidilen heryere önceden gitmek zorunluluğu doğar.

Fiziksel bir açıklamayla zaman aslında sadece bir uzunluk ölçüsüdür. Nedir bu uzunluk? Evrenin merkezinden küresel dış yüzeyine doğru ivmelenen maddenin aldığı yol. Peki, zaman sadece bir uzunluk ölçüsü ise neden bizim için çok önemli. Neden bizim için bir yokoluş anlamına geliyordur?? Evrendeki madde için de bir yokoluş söz konusu olabilirmi? Anahtar kelime Çekim kuvvetidir. Çekim kuvvetinin yarattığı baskı metabolizmamızın yaşlanmasına yolaçar. Ancak ironik olarak, bu çekim olmasa bedenimiz de varolmaz. Aynı şekilde evren de yaşlanabilir. Termo dinamik kanunları bize düzenin giderek bozulduğunu söylemiyor mu? İndüksiyon teorisini ortaya atan fizikçiler genişleyen maddenin tekrar evrenin çekirdeğinin üzerine çökeceğini söylüyorlar. Böylece evren, bir soluk alıp verme gibi daralıp genişleyerek yeniden doğacak. Sıkışan madde tekrar patlayacak ve genişleyecek, bu böyle sonsuza kadar devam edecek. Dikkat ederseniz, evrenin mekaniğindeki bu yokoluş ve yeniden doğuş ne kadar dünyadaki eko sistemin mekaniğine benziyor ve Determinizm burada da kendini gösteriyordur.

Ancak yine de şunları bilmiyoruz :

Büyük patlama ile evrendeki maddenin ne kadarının saçıldığını,
Büyük patlamadan önceki Evrenin çekirdeğinin kütlesini,
Büyük patlamadan önceki Evrenin çekirdeğinin yoğunluğunu,
Büyük patlamadan önceki çekirdeğin potansiyel enerjisini.

Eğer bu sabitleri bilseydik zaman göreceli olmaktan çıkacaktı. İndüksiyon teorisi çeşitli sebeplerden ötürü yanlış da olabilir. Eğer potansiyel enerji büyükse veya evrene dıştan etkiyen başka çekim alanları varsa, saçılan madde yüzünden evrenin çekirdeğinin kütlesi azalacağından saçılan maddeye etkiyen çekim kuvvetide giderek azalacak ve saçtığı maddeyi tekrar geri çekemeyecektir. Bu durumda evren genişlemeye devam eder. Madde ya diğer çekim kuvvetlerinin etkisiyle diğer evrenlerin üzerine çöker veya kararsız kalarak serbest elektron gibi hareketsiz kalabilir. Her iki durumda da bu zamanın durması anlamına gelir. Bizim Evrenimiz için bu bir yokoluştur.

Zaman ve evrenin yaşı ile ilgili bahsi geçen büyüklükler insanın ömrü ile kıyaslandığında endişelenmemize şimdilik gerek yok. İndüksiyon teorisi doğru da olsa, yanlışta olsa görünen o ki bizim için gerçekten bir son var. Ve bu öyle bir son ki kültürümüzü ve medeniyetimizi kimseye miras bırakamıyacağız. Eğer daha genç bir evrende yaşamaya uygun bir ortam bulamazsak. Bu çoğu insanı ilgilendirmeyen konular ile ilgilenecek ve insanlığın çıkış noktalarını araştıracak olan Yapay Zeka olabilir. Belki de bizim türümüz günün birinde yokolacak, kültürümüzü ve uygarlığımızı yapay zekaya sahip yeni bir tür olan robotlar devralacak.

Bedenimiz ve aklımız, güneş sisteminin kapalı yörüngelere sahip olması sayesinde periyodik bazı süreçler geliştirmiştir. Her gün güneşin yeniden doğması ve batması, güneş ışığının tüm canlılar için enerji anlamına gelmesi biyolojik saatlerin oluşmasına sebep olmuştur. Biyokimyasal süreçler kimyasal dönüşümler için bu döngüye ihtiyaç duyarlar. Bedenimizde temel olarak üç tür biyolojik saat sistemi vardır. Biri bir günlük kozmik döngüyü referans alan Sirkadyen saat, bir diğeri saniyede birden fazla periyodu bulunan Ultradian saat, diğeri ise her ay veya yıllık kozmik döngüleri referans alan infradian saattir.

Zekanın algı sistemlerinden gelen uyarıları alarak değerlendirmeye koyabilmesi için, tıpkı bir timer objesinin seri porttan bağlı bir sıcaklık sensöründen gelen dijital sinyalleri dinlemesi ve el sıkışma sinyalini aldığı anda veriyi işlemesi gibi, periyodik olarak kendisini algılamaya hazır hale getirmesi gerekir. Aynı zamanda, biyolojik saat canlının 4 boyutlu uzayda kendi konumunu ve çevresi ile olan ilişkilerini düzenlemesini sağlar. Örneğin, hareket halinde bir nesneyi yakalamak, bir hedefe doğru koşarken ne kadar enerji harcayacağını bacaklarını ne kadar açacağını ve ne zaman yavaşlamaya başlayacağını biyolojik saat sayesinde hesaplar. Bu sistem olmasa, burnumuzun ucuna bile dokunamayız. Çünkü basit görünen bu eylem bile, kol kaslarımızın ne kadar kasılacağını, kasa ne kadar oksijen yollanacağını, hareket halinde iken konum düzeltme gibi karışık ve periyodik komutlar Ultradian saat sayesinde hesaplanabilir.

Bazal gangliyonların "Striatum" adı verilen bölgesi, beynin diğer bölgelerinden gelen sinyalleri algılayan nöronları içerir. Bu bölgedeki sinir hücrelerinin uzantıları, her biri farklı bölgede bulunan sinir hücrelerinden bilgi alan yaklaşık 30.000 adet daldan oluşmaktadır. Bu bölge, beyinde binlerce nöronun tek bir nöron üzerinde birleştiği ender yerlerden biridir ve beynin tüm zamanlama mekanizmalarından da buranın sorumlu olduğu düşünülmektedir. Aslında bu bölgedeki nöronlar, organize bir şekilde çalışmamakta; ancak, herhangi bir durumda aniden uyarılmaları sonucu, yaklaşık 300 milisaniye içinde cevaplanacak bir elektriksel tetiklenmeye uğrarlar ve daha sonra yeniden düzensiz hallerine dönerler. Eski hallerine dönmelerine kadar geçmesi gereken süre de, bazal gangliyonların bu kez "Stratia Nigra" olarak bilinen boz tabakasından gönderilen dopamin patlaması ile belirleniyor. Dopamin, bir nörotransmitter (sinyal iletici) maddedir. Söz konusu nöronlar belirli bir olaya ait süreci öğrendiklerinde, olay ile tekrar karşılaşıldığında hem kortikal tetikleme mekanizması, hem de dopamin patlaması sürecin en başında gerçekleşiyor. Süreci kısaca özetleyecek olursak, Kortikal nöronlar tarafından başlangıç sinyali veriliyor, Substantia Nigra tabakasından dopamin salgılanıyor, Dopamin tarafından uyarılan stiratum tabakasındaki nöronlar harekete geçiyor, süreç sonu sinyali talamusa iletiliyor, Talamus yeniden korteks ile bağlantıya geçiyor. Böylece periyodik bir döngü oluşuyor.

Böylece zekanın gelen uyarıları değerlendirmek ve hesaplamalar yapmak için gerekli davranış kalıplarını yürürlüğe koyması için gerekli bir döngü oluşmuş oluyor. Demekki insan davranışlarının da belirli bir çözünürlüğü olduğunu anlamış oluyoruz. Ancak bilinç üstünün sahip olduğu bu tepki süresinin devre dışı bırakılarak çok daha hızlı tepkilerin oluştuğu karar mekanizmalarının beyinde mevcut olduğunu önceki makalelerimde belirtmiştim. Bilinç sistemi, Bilinç altı ve Bilinç üstü olarak ikiye ayrılır, yaşanan şiddetli deneyimler bilinç altına itilir. Bu gibi deneyimlerin tekrarı durumunda aynı travmatik etkinin yaşanmaması için Talamustan Amigdala'ya bilinç altına itilen uyaranın önem taşıdığı dolaysız yoldan iletilir. Böylece bilinç üstü değerlendirme sistemi by-pass edilir ve uyarana tepki olarak üretilecek davranış için gerekli emirler Kas-motor sistemlerine Amigdala tarafından ön lob motor iletim alanları aracılığı ile aktarılır.

Çevresel faktörlerin organizma üzerindeki etkisinin ne denli büyük olduğu görülüyor. Jet-Lag etkisi, uzayda çok kalan astronotlar üzerinde görülen olumsuz değişimler gibi gözlenebilir sonuçlardan biyolojik saatin, canlının bulunduğu ortamın, yerçekimi katsayısı, gezegenin güneş sistemi içinde bulunduğu konum, diğer gezegenlerin çekim etkileri, hava sıcaklığı, atmosferik etkiler, psikolojik faktörler gibi çok sayıda değişkenden etkilenebildiğini anlıyoruz. Sanırım bu bilgilere sahip olan insan başka gezegenlerde yaşama hayallerini gözden geçirmek zorunda kalacak ve bu tip araştırmalar için akıllı robotlar planlayacak.






Kaynak:Yapay-zeka(Devrim Çamoğlu)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
15 Nisan 2010       Mesaj #4
Avatarı yok
Yasaklı
Zaman Kavramı ve ikizler Paradoksu


Zaman kavramının tam olarak anlaşılması, özellikle fizik biliminde pozitif bağlamda çok büyük bir sıçrayışa vesile olmuştur. Simetrik bir devinim olan güneşin doğması ve batması (Gündüz-gece) olayı insanoğlunun ezelden beri aşina olduğu bir kavram olduğundan pratik hayatında kullandığı birçok olguyu bu kavram doğrultusunda sıraya yerleştiriyordu.
Mesela sabah koyunlar otlaklara çıkartılır akşam yatılır gibi. Gündüz-gece kavramı zaman kavramının ilk tohumudur diyebiliriz. Daha sonraları insanoğlu çok özel durumlarla karşılaşmış ve o an yaşadıkları zamanı veya daha önce yaptıklarını ya da daha sonra yapacaklarını zaman kavramı altında tanımlama gereği duymuştur. Böyle bir kavram oluşturmak içinde herkse göre sabit bir niceliği zaman ölçüsü olarak tanımlamak gerektiğini fark etmiştir. Bu doğrultuda 1960 yılından önce, zaman standardı “ortalama güneş günü” cinsinden hesaplanmıştır. Ortalama güneş saniyesi bir güneş gününün (1⁄60)(1/60)(1/24)’ü olarak alınmıştı.[1] Ama bu kavram gelişen teknoloji karşısında yetersiz kalmış, hassasiyetini gelişen teknoloji karşısında günden güne kaybetmiştir bunun üzerine bilim adamları 1967 yılında zaman kavramı için yeni bir sabit geliştirmişlerdir: Atomik saat. Bu olguya göre sezyum atomunun 9 192 631 770 defa titreşim yaptığı süreye 1 saniye denilmiştir. Çok kesin ve net gibi gözüken bu tanım şimdiki zamanlarda gelişen nano –teknolojinin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaktadır.

Modern fizikte zaman kavramının önemi Einstein ile beraber ortaya çıkmıştır. Einstein’dan önceleri geçerli olan Newton fiziği uzay-zamanı ayrı ele alarak, zamanı; evrenin her noktası için mutlak kabul etmekte ve zamanın bütün referans sistemlerinden bağımsız olduğunu söylemekteydi. Einstein bu kavramın yanlış olabileceğini daha o günlerde kestiriyordu. Işık hızı ve zaman arasında bir kopma noktası olabileceğini düşünen Einstein bu düşüncesini bazı örneklerle desteklemeye çalıştı. Mesela bir saat kulesinin yakınlarında olduğunu tasavvur eden Einstein, saat kulesinin tam 12 yi gösterdiğini varsaymıştır. O saat kulesinin Einstein’a saatin tam 12’i olduğunu göstermesi, ışık ışınlarının önce saat kulesine ve oradan da Einstein’ın gözlerine yansıması demektir. Ama burada bir gariplik vardır; ışık ışınları tam saat kulesindeyken de Einstein’ın gözlerine gelirken aldığı yol boyunca da dahil olmak üzere bütün bir zaman aralığında hep aynı bilgiyi taşıdığını(saatin 12 olduğu bilgisi) görmüştür ve ışık ışınları için zamanın durduğu sonucuna ulaşmıştır. Einstein “eğer o ışık ışınının üzerinde yolculuk yapsaydım dünyayı nasıl görürdüm” diye düşünür ve bu düşüncesinde yıllar sonra bulacağı özel görelilik teorisinin altyapısı bulunduğu açıkça görülmektedir.

Einstein özel görelilik teorisinde kısaca; evrende hiçbir ivmeli hareket eden nesnenin ışık hızına ulaşamayacağını söyler. Einstein bu durumu şöyle özetlemektedir; “Görelilik kuramına uygun olarak m kütleli bir maddeciğin kinetik enerjisi m.v²/2 ifadesiyle değil, mc²/√1-v²/c² ifadesi verecektir. V hızı, c ışık hızına yaklaştıkça, bu ifade de sonsuza yaklaşmaktadır. Bu yüzden, ivmeyi yaratmak için kullanılan enerji ne kadar büyük olursa olsun, hız her zaman c’den küçük kalmalıdır.”Yani yeterli güçte bir roket yaptığımızı düşünelim. Işık hızına çok yakın hızlara ulaşmamıza rağmen hızı arttırmakta ısrar ettiğimiz taktir de verdiğimiz enerji sürekli olarak kütleye dönüşecektir. Başka bir deyişle kütlesi olan hiçbir şey ışık hızına ulaşamaz. Zaten ışığı oluşturan taneciklere(fotonlara) baktığımızda kütlesiz olduklarını gözlemleriz. Ayrıca fotonlar ışık hızında hareket etmeleri zamanlarının olmaması anlamına gelir yani sıfır zamanda hareket ederler. Görelilik teorisiyle birlikte zamanın göreceli bir kavram olduğu ortaya çıkmış ve yepyeni bir bilimin(modern fizik) kapısı aralanmış oldu. Einstein’ın 1905 yılında ileri sürdüğü özel göreliliğin iki postülasının(1)Birbirlerine göre düzgün doğru hareket yapan tüm gözlemciler için ışık hızı aynıdır. 2) Birbirlerine doğru hareket halindeki tüm gözlemciler için fizik kanunları aynıdır.) yanı sıra evrendeki bilinen 3 boyut haricinde birde zaman boyutunun olduğunu ortaya koyması fizik dalındaki en büyük devrim olarak nitelendirilmektedir.

Şimdi zamanın göreceliği kavramını en iyi şekilde özetleyen ve çok popüler bir örnek olmasına rağmen hala kavram hatalarının yapıldığı ikizler paradoksuna Richard GOTT’un özgün anlatımıyla bakalım: “İkiz kız kardeşler, Dünya ve Evren(orijinali Earth ve Astra’dır.) bu paradoksun klasik örneğidir. Tahmin ettiğiniz gibi Dünya Dünya’da kalır, Evren ise bir roketle ışık hızının %80 hızıyla Alpha Centauri yıldızına gider. Alpha Centauri Dünya’dan 4 ışık yılı uzaklıkta olduğuna göre, Evren’in oraya varışı 5 ışık yılı sürer. Evren’in saati Dünya’nın saatine göre %40 daha yavaş ilerler, Bu nedenle Evren bu yolculukta sadece 3 yıl yaşlanırken; Dünya, Evren’in yıldıza varışını 5 yıl olarak ölçer. Evren, Alpha Centauri’ye ulaştığı anda yön değiştirir ve yine ışık hızının %80’i bir hızla geri döner. Dönüş yolculuğu yine aynı şekilde Dünya tarafından 5 yıl, Evren tarafından da 3 yıl olarak ölçülür. Sonuç olarak Evren Dünya’ya vardığında; kendisinin toplam 6 yıl, Dünyanın ise toplam 10 yıl yaşlandığını görür. Yani Evren dünya zamanına göre 4 yıl ileri gitmiştir. İşte paradoks tam bu noktada ortaya çıkar. Evren ışık hızının %80’i hızla Alpha Centauri’ye doğru giderken, roketin camından bakıp, aslında Dünya’nın ışık hızının %80 hızıyla gittiğini ve kendisinin sabit durduğunu ileri sürebilir. Bu düşüncedeki yanlış şudur; İkiz kardeşler aynı deneyimleri yaşamadılar. Dünya’da bulunan Dünya, yön değiştirmeksizin sabit bir hızla hareket eden bir gözlemci(Dünya’nın Güneş etrafındaki hızı ihmal ediliyor) olduğundan Einstein’ın ilk postülasını sağlar(postülayı hatırlayalım: Birbirine göre düzgün doğru hareket yapan tüm gözlemciler için ışık hızı aynıdır). Buna karşın Evren, yön değiştirmeksizin sabit hızla hareket eden bir gözlemci değildir. Evren, Alpha Centauri’ye vardığında yön değişitirir. İşte üzerinde durulması gereken en kritik nokta “yön değiştirme” olgusudur. Şimdi Evren’in bu yolculuk sırasında neler düşündüğüne bakalım: Evren, Alpha Centauri’ye doğru giderken camdan bakar ve Dünya’nın ışık hızının %80 i hızla hareket ettiğini görür. Alpha Centauriye vardığında saatine bakar ve 3 yıl geçtiğini görür, bunun üzerine ışık hızının %80’i hızla hareket eden Dünya’daki Dünya’nın kaç yıl yaşlandığını bulmak için işlem yapar ve çıkardığı sonuç 1,8 yıl olur. Yani kendisi 3 yıl, Dünya ise 1,8 yıl yaşlanmıştır Evrene göre. Alpha Centauriye vardığında Evren konumunu Dünyaya doğru çevirir. İşte tam bu yön değiştirme hareketini yaptığı anda uzay-zamanı farklı bir eğimle diler ve aslında hareket edenin kendisi olduğunu algılar. Dönüş yolu boyunca yine ışık hızının %80’i hızla hareket eden ve Dünya’ya varan Evren, yaptığı hesaplar sonucunda dönüş yolu boyunca Dünya’nın 8,2 yıl dolayısıyla 8,2(dönüş) +1,8(gidiş) olmak üzere toplamda 10 yıl yaşlandığını kendisinin ise 3+3 yıl olmak üzere 6 yıl yaşlandığı sonucuna varır. Görüldüğü gibi ortada paradoks yoktur. Evren’in Dünya’daki olayların eş zamanlı olduğuna dair olan fikri “dönüş hareketi” sonrasında tamamen değişir ve aslında hareket edenin kendisi olduğunu algılar. Yani böylece her iki kardeşinde yaşları hakkındaki hesaplarının doğru olduğu ortaya çıkar.” Burada da çok net bir biçimde görüldüğü üzere zaman göreceli bir kavramdır. Ama bu görelilik fizik yasalarını kesinlikle etkilememektedir. Fizik yasaları sahip oldukları simetri sayesinde(o da belki bir başka yazının konusu olabilir) her koşulda kesinliğini muhafaza etmektedir.

Şu unutulmamalıdır ki, eğer hız, zaman gibi kavramlardan bahsediyorsak anlam kargaşasını önlemek için mutlaka bir referans noktası belirtmeliyiz. Kim bilir belki de zaman kavramını daha ayrıntılı bir şekilde anlayabilirsek birçok bilim adamının ve bilim-kurgu yapımcısının fantezisi olan geleceğe ve geçmişe yolculuk rutin yapılan işlerden birisi olacaktır.






Kaynak:Fenomen
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
23 Nisan 2010       Mesaj #5
Avatarı yok
Yasaklı
Holografik Evren ve Zaman


Holografik Düzen

Zaman, asla bizlerin düşündüğü gibi birşey değildir. Çünkü bizim "zaman'ımız", bizlerin, yani insanın algılama kapasitesinden doğan bir şekilde anlaşılmaktadır. Zaman, insanın, evreni algıladığı beş duyusunun eseri olan bir biçimde zihinlerimizde şekillenir.

Gerçekte ise, sınırı, sonu olmayan "evrensel tek bir an" mevcuttur ve bu "tek an", değerlendiricinin algılama kapasitesinden doğan bir biçimde "zaman" şeklinde algılanır.

Hologram tekniğinin izahı, "evren" ismiyle tanımlamaya çalıştığımız sınırsız ve sonsuz tek varlık, yani "Bütün'e" ait tüm bilginin hologramik bir biçimde her zerrede mevcut olduğunu anlamamızı kolaylaştırmıştır. Buna göre, evrenin holografik yapısında, bizim gözlemlediğimiz evrenimizde, olmuş veya olacak diye bildiğimiz her olay, her oluşum, bilgi olarak yüklüdür. Ve yine, evren içi olan her bir varlık, bu "holografik düzenlenmiş bilgi'yi" kendi algılama kapasitesi ölçüsünde değerlendirir. Çünkü "evrensel tümel bilgi'nin" bir sınırı ve dolayısıyla bir merkezi olmaması dolayısıyla, algılamanın oluştuğu, ortaya çıktığı her noktada, algılayıcıya "bütüne ait tüm bilgi" açıktır. Ancak, algılayıcı, kendi algılama kapasitesince bu bilgiyi değerlendirebilir. Yani, algılanan bilgi, tamamen algılayıcının algılama kapasitesinin bir eseridir. Zaten, algılayıcının kendisi de oradaki bilginin özden açığa çıkışından başka birşey değildir.

"Evrensel tek an'da" evrene ait tüm oluşumların bilgi olarak mevcut olmasından dolayı, o boyutta herşey olmuş-bitmiş hükmündedir. Yani, evrenimizde ortaya çıkacak herşey "evrensel tek an'ın" kapsamında olup, bitmiştir. Ancak, sınırlı algılama kapasitesine sahip birimler, "bütüne ait bu tüm bilgi'nin" ancak kendi kapasiteleri elverdiği ölçüsünü değerlendirebilirler. O halde bizler, hologramik düzenlenmiş evrenin sadece içinde bulunduğumuz kesitine (boyutuna) ait bir bilgiyi algılamaktayız ki bu da içinde bulunduğumuz "bizim evrenimiz'dir". Algılamakta olduğumuz tüm bu bilgi, -sınırsız bir yapıdan alınan kesitsel veriler-, yani "bizim evrenimiz", kendi kapasitemizden doğan bir biçimde duyularımız önüne serilmektedir. Böylece de holografik evreni kapsayan "tek kozmik an'ı", kendi kapasitemizden doğan bir biçimde, yıllarla, aylarla, günlerle vs. ifade edilen bir biçimde şekillendirmekteyiz. Eğer holografik evreni bir başka kesitinden algılıyor olursak (farklı bir kapasiteyle), "şu anda içinde bulunduğumuz zaman" o boyuta göre belki birkaç saniyelik bir değer ifade edecektir. Çünkü, "bizim zamanımız", holografik evrenin sadece belirli bir kesitidir ki bu kesit belki de "kozmik tek an'a" nispetle okyanusta bir damla bile değildir. Öyleyse, "kozmik tek an'ı" ne şekillendiriyor isek, o boyuta ve algılama kapasitesine göre bir " zaman değerlendirişi" içinde oluruz. Başka bir haldeki "zaman" algılayışımız, şimdikiyle hiç mi hiç bağdaşmayacaktır...

Nitekim, "bizim evrenimizin başlangıcı" diye kabul edilen big-bang anından şimdiye dek geçen zamanı kapsayan "kozmik yıl'a" nisbetle bir insan ömrü 10 saliselik bir anlam ifade etmektedir. Eğer bilinç boyutunda, bizde bir üst boyuta sıçrama gerçekleşirse, yani o boyutun bilgileriyle rezonansa girebilirsek veya bir diğer ifadeyle o boyutun bilgileri bizde açığa çıkarsa, içinde bulunduğumuz "kendi evrenimiz boyutu", bir rüya misali değere sahip olacaktır. Acı, tatlı günlerle, yıllarla geçen bir ömrün tamamı sanki uykuda yaşanmış bir rüya gibi hatırlanacaktır...

O halde, bizlerin olageldiğini gözlemlediği herşey, sınırsız evrenin holografik yapısında mevcut bilginin kesitsel örnekleridir. Ve bizler, "tümel bilgi'nin" bizde açığa çıkan boyutunu "yaşadığımız zaman" olarak kabul ediyor, buna göre de geriye kalanını değerlendiriyoruz.

"Kozmik tek an'a" göre ise herşey, kendinde, hologramik düzenlenmiş bilgi'den ibarettir, yani tüm zamanlar yaşanmıştır. Çünkü herşey, O'nun bilgisinde mevcuttur. Bizler dahi, O'nun bilgisinden oluşmuş, yeralan birimsel görüntülerden başka birşey değiliz!.. Fakat, aynı zamanda sahip olduğumuz bilinç yönüyle "tümel bilgi" sınırsız bir biçimde bize açıktır. Bilinç boyutunda bizde oluşacak derinliğine bir sıçrama ile, öz varlığımız, "evrensel Öz'de" mevcut tümel bilgiye vakıf olabilir. Yani, "Bütün", kendi bilgisini bizde seyretmekte olur ki bu, şu anda da böyledir ve gerçek budur! Çünkü, o boyutta "tek bir an" ve "tek bir varlık" sözkonusudur. Holografik evren ise, tüm bunları kendi bilincinde oluşturan "Bilgi Sahibi'nin", diğer bir yönüyle "Sınırsız An'ın" sahip olduğu ve kendinde ortaya çıkan özelliklerinin görünür olmasından başka birşey değildir...

Acaba, mistiklerin "bütün alemlerin aslı hayaldir, çünkü herşey ALLAH'ın ilminde olmuş-bitmiştir" şeklindeki ifadeleriyle kastettikleri Bilgi'nin "hologramik düzenlenmiş evrenleri", yani "varlığın gerçeği ve özü" müdür!.. Ve acaba,"tayyi mekan" ve "tayyi zaman" olayları, bu "hologramik bilgi'nin" değişik boyutlarına bilinç sıçramalarıyla gerçekleştirilen mekan ve zaman seyahatleri midir?..

Eğer insanlık, "Evrensel Bilinci" tanımak suretiyle günü geldiğinde kendindeki "öz değerlere" erişebilirse, belki de bu "holografik bilgi evreni'nde" değişik zaman ve mekan boyutlarına bilinç sıçramalarıyla seyahatler gerçekleştirebilecek güce erişecektir!.. Bütün bu anlatılanlar gibi, her sorunun cevabı da gerçekte evrensel hologramik bilgide mevcuttur; ancak, gerçeği, tabii ki bize "zaman" gösterecektir...





Kaynak: Popülerbilim
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
9 Mayıs 2010       Mesaj #6
Avatarı yok
Yasaklı
Zaman Sadece Bir İllüzyon mudur?

Platon, “Zaman sabittir...İllüzyon olan hayat!” demiş.Galileo felsefesini boş vermiş, grafikler çizerek fizik kanunlarından yararlanmıştır.Albert Einstein ise zamanın dördüncü bir boyut olduğunu her gün içinde ileri geri, yukarı aşağıya gidip geldiğimizi iddia etmiştir. Zaman anlayışımızda Einstein, zamanı iletişim kavramına benzetmiştir. “Basitçe, ne kadar hızlı hareket edersen zaman o kadar yavaşlar” demiştir fakat en radikal teorisi geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman kavramlarının hayal ürünlerimizin bir eseri olduğunu söylemesidir. Yani beynimizin inşa ettiği bir sürece hayatımızı yayarak her şeyi bir sıraya sokabilmek için basit bir hayal ürünüydü onun teorisinde zaman.

Elbette ki Einstein’in teorisi grafik üzerinde gerçek halinden daha iyi işliyor gibi çünkü zaman diğer boyutlar gibi değil. Sadece bir tek yolda ilerleyebildiğiniz sonsuz bir patika gibi.Ontario Waterloo şehrindeki Çevre enstitüsünden Fizikçi Lee Smolin bu konuya başka bir yorum eklemiş; “İhtiyacımız olan zamanın niyetini veya ilişkisini öğrenmek yerine yepyeni bir şeyler keşfetmek olmalı.” diyor.

Diğerleri en başta ünlü astrofizisyen Stephen Hawking, zamanı genişlemeyle açıklıyor. Yani evrenin doğumundan bu yana şu anki yönünde her geçen gün daha da fazla genişlediğini ve dağınıklığın meydana geldiğini, bunun da kaosa sebep olduğunu söylüyor. Zamanın kısaca; evrenin dağınık bir ölçüsü olduğu iddia ediliyordur.

İnsanoğlunun hayatında zaman yemek, uyumak, işe gitmek, yaşlanmak, çocukları okula götürmek gibi kavramlarla çok ilintili. Oysa zaman kavramı bundan çok daha ötede. Çünkü evrensel zaman ilerlemiyor, genişliyor. Aslında bunu anlamak o kadar kolay da değil. her şeyin bir başı ve sonu varsa arasını ancak geçen zamanla tanımlamamız gerekiyor gibi gözüküyor. Ama evrenin ilerlemediğini ama genişlediğini düşünürsek başka bir varsayım ortaya çıkıyor. Eğer evren genişlemek yerine daralmayı tercih ederse olan her hareket geriye dönüş moduna geçer mi? Yani yere düşen bir bardak evren o anda küçülmeye başlarsa tekrar hiçbir şey olmamış gibi yerine döner mi? Daha da ileri gidersek hayatı tersten yaşamaya başlar mıyız? Veya evrenin genişlemeye son verdiğini düşünelim. Öylece kalır mıyız?

Bazı bilim adamları bizim için hiçbir şeyin değişmeyeceğini, diğerleri ise yukarıda yazılanların olacağını söylüyor. Aslında bizler çok büyük bir varoluş içindeyiz. Ara sıra bunu görebilmek gökyüzünü gözlemlemek, karanlığın içinde beliren yıldızların görüntüsünün aslında milyonlarca yıl evvelin kalıntıları olarak bize ulaştığını bilmek korkutucu olsa da heyecan verici. Evren bizim anlayamayacağımız kadar büyük bir dili konuşuyor. Çözemediğimiz bir dili var. Bir gün çözebilecek miyiz bilinmez ama sanki bana keşfettikçe daha da karışıyormuş gibi geliyor teoriler. Açıkçası halen evrenin sadece kapısını çalmış bile değiliz. Yine de her zaman keşfetmeli, araştırmalıyız. Çünkü bilinmeyeni keşfetmekten daha güzel bir duygu olamaz.

Kaynak:Fenomen
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen nötrino; 8 Mayıs 2016 00:10
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Mayıs 2010       Mesaj #7
Avatarı yok
Yasaklı
Zaman Duyusu Nedir? / Zaman Duyusu Var mıdır?



Duyu kavramı, özünde bedene etkide bulunan fiziksel bir uyaranın sinirsel yollarla kod edilmesi anlamı taşıyor. Beş duyumuzla görüp, duyup, tadıp, koklayıp hissediyoruz. Ancak zaman, elbette ki, sinir sistemimizin yanıt vereceği kimyasal ya da fiziksel bir uyaran niteliği taşımıyor. Örneğin, zaman duyularını harekete geçirecek herhangi bir çevresel zaman uyaranı bulunmuyor. Buna rağmen şu da bir gerçek ki yaşadığımız fiziksel fenomenler, zihnimizde illa ki bir zaman bağlamı içinde değerlendiriliyor. Öyleyse, kimi çevresel olayların içeriklerinde zaman bilgisi de taşıdıklarını çıkarımına varabiliyoruz.

Güneşin gökyüzündeki konumu ve çevremizde olup biten sosyal aktiviteler bizlere günün hangi diliminde olduğumuz konusunda kabaca bir bilgi verebiliyor. Fakat zaman algısı dediğimizde, böylesi ipuçlarından elde ettiğimiz çıkarımlardan ziyade aslında herhangi bir sürecin dolaysız ve net farkındalığından bahsediyoruz. Bu da içsel bir saatin var oluşunu gerektiriyor. Kalp ritimlerinin, nefes alıp verişlerin ya da beyindeki elektriksel aktivite döngülerinin sayımı gibi beden referanslı ölçümlerin varlığını. Hepimizin tahmin edebileceği üzere biyolojik saatlerimiz aslında tam da bu görevi görüyor. Adına "Sirkadyan Ritimler" de denen bu döngüler tek hücreli canlılardan insanoğluna değin evrim basamağındaki tüm canlılarda bulunuyor.

Biyolojik döngülerle günlük zaman süreçlerinin farkına varan organizmalar, yiyeceğe erişim, avcıların varlığı ya da karanlığın bastırması gibi pek çok yaşamsal değişimler konusunda beklenti oluşturabiliyor. Örneğin, uyku, beslenme, beden sıcaklığı, hormonsal ve metabolik döngüler biyolojik saatlerce kontrol ediliyor. Biyolojik saatleri güneş ışığı gibi temel çevresel etmenlerden soyutlayarak yalnızca bedensel ve içsel bir referans kaynağı olarak değerlendirebiliyor oluşumuzsa deneysel dayanaklara sahip. Yapılan araştırmalarda, ışık, ses, sıcaklık gibi her türlü çevresel ipucundan yalıtılmış mağaralarda tutulan bitki ve hayvanların tüm bu koşullara rağmen yaşamsal döngülerini yine de düzenleyebildikleri görülüyor. Ancak, biyolojik saatlerin tamamen içsel kaynaklı oluşunu iddia ederken deneysel bir hata payımızın da bulunduğunun altını çizelim. Çünkü dünyanın dönüş hızı ve manyetik çekimler gibi ilk başta göz ardı edilebilecek dış uyaranlar özellikle de bazı canlı türleri için kimi kez büyük bir referans kaynağı olabiliyor.

Tüm bu bilgilerin ışığında, biyolojik saatlerimizi bir tür zaman duyusu olarak görebilir miyiz? İşte bu sorunun yanıtı, bilim dünyasında halen tartışmalara neden oluyor. Bir grup bilim insanı biyolojik saatlerle zaman algısı arasında bir ilişki olabileceğini düşünüyor. Öyle çalışmalar var ki, deneyde uyku döngüsü aksayan ve uykuya dalma ve uyanma süreleri uzayan katılımcıların zaman tahminleri de nesnel zaman birimlerini aşıyor. Bu veriler, biyolojik ritimlerle zaman algısının aynı mekanizmalarca kontrol edilebiliyor olacağı şüphesi uyandırıyor. Karşı görüşte olan bilim insanlarının fikirlerini destekler nitelikte de bulgular yok değil. Örneğin, kimi etkiler zaman algısını değiştirirken biyolojik saatlerde bir değişiklik oluşturmayabiliyor. Tıpkı beden sıcaklığının artıp azalmasının zaman algısını değiştirip, biyolojik döngülerde herhangi bir etki oluşturmaması gibi.


Fizyolojik Etkiler ve Zaman Algısı


Zaman algısının fizyolojik bir takım etkilere açık olduğuna dair erken dönem bulgularından biri, fizyolojist Hudson Hoagland'ın eşinin ateşli bir hastalığa yakalandığı dönemde edindiği gözlemlere dayanıyor. Hoagland, eşinin ateşinin yükseldiği dönemlerde belli süreçleri zamansal açıdan daha "uzun" değerlendirdiğini fark ediyor. Bu gözlem, O'nu zaman algısındaki bir takım algısal çarpıtmaların beden sıcaklığına bağlı fizyolojik işleyişlerden kaynaklanabiliyor olabileceği fikrine itiyor. Öyle ki, yüksek sıcaklığın bedende gerçekleşen kimyasal tepkimeleri ve pek çok biyolojik mekanizmayı hızlandıracağını göz önünde bulunduran fizyolog, zaman duyusunun beyindeki sıcaklığa duyarlı kimyasal saatlerle ilişkili olduğunu öne sürüyor.

Fizyolojik etkilerin önemine vurgu yapan ikinci bir örnekse psikoaktif ilaç çalışmalarından geliyor. Yatıştırıcı ilaçlar, uyarıcılar ya da alkol kullanımı da zaman algısında çarpıtmalara neden olabiliyor. Maddelerin bu etkisi, fizyolojik hız ayarlayıcı mekanizmaların çalışmalarını etkilemeleriyle açıklanıyor. Vücutta dopamin seviyesini arttıran maddeler zamanın daha hızlı geçtiği izlenimi uyandırırken, dopamin seviyesini azaltan maddeler zaman algısını yavaşlatıyor. Dopaminin mutluluk salgısı olarak da geçtiğini düşünecek olursak, mutluluğu tetikleyen bir maddenin zamanın çabuk geçtiğini düşündürüyor olması aslında bizleri başladığımız noktaya geri getiriyor. Mutluyken niçin zaman daha çabuk geçiyor?


Bilişsel Süreçler Zaman Algımızı Etkiliyor


Her ne kadar fizyolojik değişimler ve biyolojik saatler zaman algımıza dair önemli ipuçları verse de, bilişsel süreçlerimizin etkisi kuşkusuz yadırganamayacak ölçüde büyük ve önemli. Bu noktada herhangi bir sürenin zaman birimleri ölçüsünde tahmininde duyusal uyaranların zenginliği, dikkat ve belleğin rolü de ön plana çıkıyor. Duyusal uyaranların zenginliği, belli bir süre içinde duyu sistemimizi etkinleştiren çevresel etkilerin sayısını kapsıyor. Örneğin, kalabalık ve gürültülü bir ortamda kısıtlı bir sürede daha fazla zamanın geçmiş olduğunu düşünebiliyoruz. Ancak bu genellemeye uymayan durumlar da yok değil. Boş bir odada tek başımıza vakit geçirdiğimizi düşünelim. Can sıkıntısı, dakikaları saatler olarak yorumlamamıza bile neden olabiliyor. Böyle bir durumda, zihnimiz ne zaman birilerinin odaya gireceği, bu bekleyişin ne zaman sona ereceği konusunda öyle meşgul oluyor ki, küçük anları bile yine büyük zaman dilimleriymişçesine algılayabiliyor. Öyleyse zihinsel aktivite de, zaman algısında en az çevresel uyaranlar kadar önem kazanabiliyor. Öyle ki, uyarıcı ilaçların zaman algısında oluşturdukları değişim çoğu kez düşünce, duyu ve duygu deneyimlerindeki artışla da açıklanabiliyor. Kısaca toparlamamız gerekirse, zaman algımız gerek dış dünyadaki fiziksel uyarımlardan gerekse zihnimizdeki düşünce yoğunluğu ve duygu durumumuzdan kaynaklanabiliyor. Bir diğer etmense dikkat unsurları olarak göze çarpıyor. Bir işe yoğunlaştığımızda, saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamayabiliyoruz. Ancak tam aksine, zamanın kısıtlı olduğu bilgisini aklımızda tutup da herhangi bir sürecin sonlanmasını beklerken de dikkatimiz dış ve iç uyaranlara çabucak yönelebildiğinden o zaman dilimi olduğundan daha uzun algılanabiliyor.


Arıların, buldukları bir yiyecek kaynağını kolonilerine haber verirken, kovanla yiyecek arasındaki uzaklığı diğer işçi arılara, yaptıkları özel bir dansla ve bu dansın süresiyle bildirdiklerini biliyoruz. Bu uzaklığı algılarıysa yol sırasında gözlerinin önünden geçen görsel uyaran konturlarının sıklığıyla azalıp artabiliyor. Örneğin, uyaranın az olduğu bölgelerde kat ettikleri mesafeleri daha kısa algılayabiliyorlar. Tıpkı bizlerin zaman algısının da duyusal uyaran zenginliğinden etkilendiği gibi.




Kaynak:Tübitak
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
3 Haziran 2010       Mesaj #8
Avatarı yok
Yasaklı
Zamansızlık İçinde Zaman


Zaman ve mekan mutlak olmayan, bir başlangıç noktaları olan, Allah'ın yoktan var ettiği kavramlardır. Zamanı ve mekanı yaratan Allah, elbette ki bunlara tabi değildir. Allah, zamanın her anını zamansızlıkta belirlemiş, tespit etmiş ve yaratmıştır. İşte materyalistlerin akıl erdiremedikleri "kader" gerçeğinin özü de buradadır.

Zaman; duyu organlarımız tarafından ardı ardına gelen birtakım olaylar neticesinde hissedilen bir tür algıdır. Zamanın akışını, etrafımızdaki, hareket değişikliklerini birbirlerine kıyaslayarak anlarız. Örneğin güneş doğar, batar ve ertesi gün tekrar doğduğunda "bir gün geçti" deriz. Bu olay 30–31 kez tekrarlandığında bu kez "1 ay geçti" deriz; ama sorulduğunda bu bir ayla ilgili fazla bir detay hatırlamadığımızı, geçen zamanın sanki sadece bir an gibi olduğunu düşündüğümüzü itiraf ederiz. Yine de gözlemlediğimiz tüm bu hareketlilik ve sebep-sonuç ilişkileri bize zamanın geçtiğine dair ipuçları verir. Eğer gündüz geceyi, gece gündüzü takip etmese ve elimizde zamanın geçtiğini gösterir bir saatimiz olmasa, belki de geçen zamanın ne kadar olduğuna, bir günün ne zaman başlayıp ne zaman biteceğine dair doğru bir tahminde bulunmamız mümkün olmayacaktı. Bu açıdan, bizim için böyle belirli dayanak noktaları olmaksızın, zamanın ne hızla aktığı konusunda kesin bir yargıya varamayız.

Zamanı ölçmek için kullandığımız kavramlar, çok değişkendir. Örneğin, "bir saat" dediğimiz süre, eğer sıkıcı bir bekleme içindeysek, saatler kadar uzun gelebilir. Aynı saati, çok eğlenceli ve bitmesini istemediğimiz bir durumda, üç-beş dakika kadar kısa bir süre gibi algılarız. Yani aslında zaman algısı, bizim için farklı "hız"larda akabilmektedir. İşte bizim kendi içimizde hissettiğimiz zamanın bu değişken yapısı fiziksel olarak da ispatlanmış bir gerçektir.

Oysa bu konu, "madde"ye bağımlı kalarak düşünen insanların ısrarla kavrayamadığı çok önemli bir gerçektir. Bunun nedeni, zamanın sabit, mutlak ve değişmez olduğunu ve herkes için zamanın eşit geçtiğini zannetmeleridir. Oysa ki, zaman sabit ve değişmez değildir. Her cismin hızına ve konumuna (çekim merkezine olan uzaklığına) göre, zaman hızlı veya yavaş geçmektedir.

Herşeyden önce bir cisim hızlandıkça o cismin üzerinde zaman yavaşlamaktadır. Bu gerçek, ünlü fizikçi Albert Einstein tarafından Genel Görelilik Kuramı'nda ortaya konmuştur. Buna göre, ikiz kardeşlerden birini bir rokete koyup ışık hızına yakın bir hızla uzaya göndermeyi başarabilseydik uzaydaki kişi döndüğünde, dünyadaki ikiz kardeşini yaşlanmış olarak bulacaktı. Aynı deney bir baba ile oğula uygulandığında ise baba dünyaya döndüğünde oğlu kendinden daha yaşlı olacaktı. (Einstein ve Görelilik Kuramı, sf.57)

Bu örnekten açıkça anlaşılacağı üzere, bir sistem hızlandıkça o sistem üzerinde zaman yavaşlamaktadır.

Ayrıca bir cismin sadece hızı değil, konumu da zamanı etkilemektedir. Genel Görelilik Kuramı, çekim merkezlerinin yakınında zamanın daha yavaş geçtiğini ispatlamıştır. Ünlü fizikçi Stephen Hawking, bu gerçeği yukarıdaki ikiz örneğini kullanarak şöyle anlatmaktadır:

"Görelilik Kuramı mutlak zamanı çöpe attı. Bir çift ikizi düşünelim. Diyelim ki ikizlerden biri dağın tepesinde yaşasın, ötekisi deniz düzeyinde. İlk ikiz (yani dağın tepesinde yaşayan) ikincisinden daha çabuk yaşlanacaktır. Yani yeniden karşılaştıklarında öbüründen daha yaşlı olacaktır." (Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, sf.54)

Materyalistler zamansızlığı kavrayamamasına rağmen zamansızlık kavramı fizik formüllerine girmiş bilimsel bir gerçektir.

Sonuçta izafiyet teorisi, hıza ve konuma göre uzayda farklı zaman dilimleri olduğunu göstermiştir. Kara delikler ise zamanın durduğu zamansızlık ve sonsuzluk boyutunun meydana geldiği fiziksel mekanlar olarak karşımızda durmaktadır. Tüm bunlar, Kuran'da bahsedilen zamanın izafiliğinin bilimsel açıklamalarıdır.

Zamana ve mekana bağımlı olan bizler, sadece yaşadığımız anı biliriz. Zamansız ve mekansız olan yani zamana ve mekana bağlı olmayan Allah, "zaman"ı her şekliyle bilir. 50.000 yıl olarak, 1.000 yıl olarak veya yıl, ay, gün, saat, dakika, saniye, salise olarak bilir. Gelecek bizim için gelecektir. Zamandan münezzeh olan Allah için ise, geçmiş ve gelecek, hepsi birdir; çünkü tümünü Allah yaratmıştır.

Bilim Adamları, Zaman Ve Mekanın Maddeyle Birlikte Yaratıldığını İspatladılar

Evrenin nasıl oluştuğu ve şu anki konumu, astronomlar ve fizikçiler tarafından uzun bir süredir araştırılıyor. Bugün bilim evrenin "Büyük Patlama" denen başlangıca sahip olduğunu, büyük bir ivme ile genişlediğini ve kesinlikle bir gün yok olacağını saptamış bulunuyor.

Gün geçtikçe daha fazla bulguyla varlığı kesinleşen "Büyük Patlama" hakkında bilim adamlarının aktardıkları gerçekler çok şaşırtıcı. Evrenimizin varoluşunu açıklayan "Büyük Patlama" modeline göre, kainattaki galaksileri, yıldızları ve gezegenleri oluşturan maddenin hepsi, bundan 15 milyar yıl önce tek bir atomun çekirdeği boyutunda küçük bir hacme sıkışmış olarak duruyordu. Bu an, zaman ve mekanın oluşmasından önceydi. Hemen sonraki anda, tarifi imkansız bir patlama ile sonsuz yoğunlukta trilyonlarca derecelik bir sıcaklık oluştu. Bu sırada maddeyi meydana getiren atom parçacıkları ve enerji, kainatı ortaya çıkardı. Bu ortaya çıkan parçacıklar da hareketle birlikte zamanı oluşturdu.

Nature dergisinin 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında yer alan habere göre, maddenin çok yüksek bir enerji halinde sıkışmış olarak durduğu bu ortamda, zaman ve mekan gibi boyutlardan asla bahsedilemiyor. (Nature, 12 Temmuz 2001, sf. 130) Harvard Üniversitesi ile Illinois'deki Ferni Ulusal Hızlandırıcı Laboratuarı’ndan nükleer fizikçi araştırmacılar, daha hiçbir şeyin olmadığı bu başlangıcı "boyutların ortadan kalkması" olarak tanımladılar. Boyutların ortadan kalktığı "büyük patlama" ortamında yerçekimi gibi bilinen fizik kanunları işlemiyor. Bu yüzden nükleer fizikçiler, maddeyi ilgilendiren fizik kanunlarının çok yüksek enerji koşullarında bir anlam ifade etmeyeceği yönünde ortak bir kanaate sahipler. Bu patlama öncesi ortamı, "boyutsuzluk" ya da "sıfır boyut" olarak tanımlıyorlar. (Harun Yahya, Zamansızlık ve Kader Gerçeği)

Bu keşif, sıkıştırılmış haldeki maddenin bilinen klasik fizik kanunlarına göre değil, kuantum fiziği kanunlarına göre değerlendirilmesi esasına dayanıyor. Buna göre, elektromanyetik güçler yüksek enerji seviyelerinde kuvvetlenirken, atom çekirdeğindeki nükleer çekim gücü zayıflıyor ve maddenin elektron alışverişi de duruyor. Bu durum boyut sayısının azalması anlamına geliyor. Çünkü elektronlar herhangi bir yöne hareket edemediği için, hareketle oluşan 3 boyut ve 4. boyut olan zaman ortadan kalkmış oluyor.

Nature dergisinde yayınlanan, nükleer fizik alanındaki bu keşif, evrenin oluşmaya başlaması öncesinde hiçbir boyuttan bahsedilemeyeceği gerçeğini ortaya koyuyor. Boyutlar düşük enerji koşullarının bir sonucu olduğu için, uzayda zaman ve diğer boyutların daha sonra yani evren soğumaya başladıkça ortaya çıktığı böylece anlaşılmış oldu. Bilimsel alanda yapılan bu keşif Büyük Patlamayı bir kez daha kanıtlarken, Yüce Allah'ın evreni bütün boyutlarıyla yokluktan yarattığı gerçeğini gözler önüne seriyor.





Kaynak:İlmi Mercek Dergisi/4.Sayı,Ekim 2001 ,Sayfa:14
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
10 Haziran 2010       Mesaj #9
Avatarı yok
Yasaklı
Zaman Canlı mıdır?

Nedir Bu Zaman Dedikleri?

Çok az sayıda düşünce insan bilincine zaman kadar derin bir şekilde nüfuz etmiştir. Zaman ve uzay fikri, insan düşüncesini binlerce yıl işgal etmiştir. Bunlar, ilk bakışta basit ve kavranılması kolay şeylermiş gibi görünebilirler, çünkü günlük deneyimimizle çok sıkı bağları vardır. Her şey uzay ve zaman içinde varolur, bu nedenle de bu kavramlar tanıdık kavramlar gibi görünürler. Ne var ki, tanıdık olan şeyin mutlaka kavranmış olması gerekmez

Daha yakından bakıldığında, zaman ve uzay, kavranması o denli kolay olan şeyler değildirler. 5. yüzyılda, St. Augustine şunu fark etmişti: “O halde nedir zaman? Eğer bana birileri sormazsa, zamanın ne olduğunu bilirim. Ama eğer bana onun ne olduğunu soran birine zamanı açıklamak istersem, bilmiyorum.” Sözlükler de bu noktada pek yardımcı olmuyor. Zaman, “bir süre” olarak tanımlanıyor ve süre de “zaman” olarak. Bu bizi bir adım bile ileri götürmez! Gerçekte, zaman ve uzayın doğası, oldukça karmaşık bir felsefi sorundur.

İnsanlar geçmiş ve geleceği birbirinden açık bir şekilde ayırt ederler. Fakat zaman duygusu, insanlara ve hatta hayvanlara özgü bir şey değildir. Gündüz bir yöne, gece başka yöne dönen bitkiler gibi organizmalar da, genellikle bir çeşit “iç saate” sahiptirler. Zaman, maddenin değişen durumunun nesnel bir ifadesidir. Ondan bahsetme biçimimizde bile bu ortaya çıkar. Zamanın “aktığından” söz etmek yaygındır. Aslında, sadece nesnel sıvılar akabilirler. Tam da bu metaforun seçilmesi, zamanın maddeden ayırt edilemez olduğunu kanıtlar. Zaman yalnızca öznel bir şey değildir. Fiziksel dünyada varolan gerçek bir süreci dile getiriş biçimimizdir.

Zaman bu nedenle, tüm maddelerin sürekli bir değişim durumunda oldukları gerçeğinin ifadesidir aslında. Tüm nesnel varlıkların oldukları şeylerden başka bir şeye dönüşme kaderi ve zorunluluğudur. “Varolan her şey yok olmayı hak eder.”

Her şeyin altında bir ritim duyusu yatar: Bir insanın kalp atışları, konuşma ritmi, yıldız ve gezegenlerin hareketi, gelgitin yükselişi ve alçalışı, mevsimlerin değişimi. Bunlar insan bilincine, keyfi hayaller olarak değil, evren hakkındaki esaslı bir hakikati dile getiren gerçek bir olgu olarak derin bir şekilde kazınmıştır. Bu noktada insan sezgisi yanılgı içinde değildir. Zaman, tüm biçimleriyle maddenin ayrılmaz özellikleri olan hareket ve durum değişikliğini ifade etme tarzıdır. Dilde kullandığımız zamanlar vardır, gelecek, şimdiki ve geçmiş zaman. Aklın bu muazzam keşfi, insanlığın, kendisini zamanın esaretinden kurtarabilmesini, somut durumun ötesine geçebilmesini ve yalnızca burada ve şu anda değil, en azından zihnimizde, geçmişte ve gelecekte de “var” olmasını mümkün kıldı.

Zaman ve hareket birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Bunlar, yaşamın tümüne ve, düşünme ve hayal gücünün her dışavurumu da dahil, dünya hakkındaki tüm bilgimize esas teşkil eder. Ölçme, ki tüm bilimin köşe taşıdır, zaman ve uzay olmaksızın imkânsız olurdu. Müzik ve dans zamana dayanır. Sanatın kendisi, yalnızca fiziksel enerjinin sunuluşunda değil tasarımda da mevcut bulunan bir zaman ve hareket hissi taşımaya çabalar. Bir tablonun renkleri, şekilleri ve çizgileri, göze yüzey üzerinde belli bir ritim ve tempoyla kılavuzluk ederler. Sanat faaliyetiyle iletilen bu özel ruhsal durumu, düşünceyi ve duyguyu ortaya çıkaran şey budur. Zamansızlık, sanat faaliyetini tanımlamakta sıklıkla kullanılan bir sözcüktür, ama bu sözcük amaçlananın gerçekten de tam tersini ifade eder. Zamanın yokluğunu tasarlayamayız, çünkü zaman her şeyde vardır.

Zaman ve uzay arasında bir fark vardır. Uzay aynı zamanda konum değişimi olarak değişimi de ifade edebilir. Madde uzayda varolur ve onun içinde hareket eder. Ancak bunun gerçekleşme biçimi sonsuz sayıdadır: İleri, geri, yukarı, aşağı, şu ya da bu derecede. Uzayda hareket tersinirdir.* Zamanda hareket ise tersinmezdir. Bunlar maddenin aynı temel özelliğini, yani değişimi dile getirmenin iki farklı (ve aslında çelişik) yoludur. Mevcut yegâne Mutlaklık budur.

Uzay, Hegel’in terminolojisini kullanırsak, maddenin “başkalığı”dır, zaman ise, maddenin (ve aynı şey olan enerjinin) onun aracılığıyla, olduğu şeyden bir başka şeye sürekli değiştiği süreçtir. Zaman –“içinde hepimizin tükendiği ateş”– çoğunlukla yıkıcı bir etken olarak görülür. Ancak zaman bir o kadar da, sürekli öz-oluşum sürecinin ifadesidir, ki bu süreç vasıtasıyla madde sürekli olarak sonsuz bir biçimler dizisine dönüşüp durur. Bu süreç, organik olmayan maddede, her şeyden önce de atomaltı düzeyde çok açık bir biçimde görülebilir.

Değişim fikri, zamanın geçmesinde dile geldiği şekliyle, insan bilincine derin bir şekilde nüfuz eder. Edebiyattaki trajik unsurun, yaşamın geçip gitmesindeki keder duygusunun temelidir bu. Zamanın durmak bilmez hareketi hissini canlı bir biçimde ele alan Shakespeare’in sonelerinde en güzel ifadesine ulaşır bu duygu:

Çakıllı sahillere yol alan dalgalar gibi,
Kendi sonlarına koşuşturur dakikalarımız da;
Geçip gidenin yerine gelen her biri,
Hepsi ilerleyen bir yürüyüş kolunda.

Zamanın tersinmezliği yalnızca canlı varlıklar için mevcut değildir. Yalnızca insanlar değil, yıldızlar ve galaksiler de doğar ve ölürler. Değişim her şeyi etkiler ama yalnızca olumsuz bir biçimde değil. Ölümün yanı başında yaşam vardır, ve düzen kaostan kendiliğinden çıkagelir. Çelişkinin iki tarafı birbirinden ayrılamaz. Ölüm olmaksızın yaşamın kendisi de mümkün olmazdı. Her insan yalnızca kendisinin değil, kendi olumsuzlanmasının ve kendi sınırlarının da farkındadır. Doğadan geliyoruz ve doğaya geri döneceğiz.

Ölümlü varlıklar, birer fani varlık olarak kendi yaşamlarının ölümle sonuçlanmak zorunda olduğunu anlarlar. Eyüp Kitabı’nın hatırlattığı gibi: “İnsan ki, kadından doğmuştur. Günleri kısadır ve sıkıntıya doyar. Çiçek gibi çıkar ve solar; ve gölge gibi kaçar ve durmaz.”[1] Hayvanlar ölümden aynı şekilde korkmazlar, çünkü onun hakkında bir bilgileri yoktur. İnsanoğlu, ölümden sonra hayali bir doğaüstü varoluşa sahip ayrıcalıklı bir mezhep oluşturmakla, kendi kaderinden kaçmaya girişmiştir. Sonsuz yaşam fikri neredeyse tüm dinlerde şu veya bu biçimde vardır. Bu günahkâr dünyadaki “Gözyaşı Vadisi” için bir teselli sağlayacağı varsayılan Cennetteki hayali ölümsüzlüğe bencilce susamışlık duygusunun ardındaki itici güç budur. Böylece yüzyıllardır insanlara, öldüklerinde mutlu bir yaşam beklentisiyle dünyadaki sıkıntılara ve acılara uysalca boyun eğmeleri öğretilmiştir.

Her bireyin göçüp gitmek zorunda olduğu iyi bilinir. Gelecekte, insan yaşamı kendi “doğal” uzunluğunun çok ötesine geçecektir; yine de bu yaşamın sonu gelmek zorundadır. Ancak tek tek insanlar için geçerli olan şey türler için geçerli değildir. Çocuklarımız sayesinde, dostlarımızın anıları sayesinde ve insanlığın çıkarlarına yaptığımız katkılar sayesinde yaşayacağız. Arzu etme hakkına sahip olduğumuz yegâne ölümsüzlük budur. Kuşaklar ölür gider, ama yerine insan eyleminin ve bilgisinin alanını geliştiren ve zenginleştiren yenileri gelir. İnsanlık dünyayı fethedebilir ve ellerini göklere uzatabilir. Gerçek ölümsüzlük arayışı, insanlar kendilerini öncekinden daha yüksek bir düzeyde yeniledikçe, insan gelişiminin ve mükemmelleşmesinin bu sonu gelmez sürecinde somutlanır. Bu nedenle, önümüze koyabileceğimiz en büyük hedef, öteki dünyadaki hayali bir cennetin hasretini çekmek değil, bu dünyada bir cennet inşa etmenin gerçek toplumsal koşullarını elde etmek için mücadele etmektir.

İlk deneyimlerimizden, zamanın önemini kavrama noktasına gelmişizdir. Bu nedenle, birilerinin, zamanı bir yanılsama, aklın bir icadı olarak düşünmüş olması şaşırtıcıdır. Bu fikir günümüze kadar inatla sürdürülmüştür. Gerçekte, zamanın ve değişimin salt birer yanılsama olduğu düşüncesi yeni değildir. Bu fikir, Budizm gibi antik dinlerde ve Pythagoras, Platon ve Plotinus’un idealist felsefelerinde de mevcuttur. Budizmin özlemi, zamanın son bulduğu nokta olan Nirvana’ya ulaşmaktı. “Her şey hem kendisidir hem de değildir, çünkü her şey akar” ve “aynı nehre iki kere girilmez” derken zamanın ve değişimin doğasını doğru bir şekilde anlamış olan, diyalektiğin babası Herakleitos idi.

Devirsel bir değişim fikri, mevsimlerin değişimine mutlak bağımlı olan tarım toplumunun bir ürünüdür. Eski toplumların üretim tarzına kök salan durgun yaşam tarzı, ifadesini durgun felsefelerde bulur. Katolik Kilisesi Copernicus ve Galileo’nun kozmolojisini içine sindiremezdi, çünkü bu kozmoloji, dünya ve topluma mevcut bakış açısına meydan okumuştu. Eski, ağır aksak köylü yaşamını ancak kapitalist toplumda sanayinin gelişimi altüst etmişti. Üretimde yerle bir edilen şey yalnızca mevsimler arasındaki fark değil, aynı zamanda, makineler günde 24 saat, haftada yedi gün, yılda elli iki hafta yapay ışıkların göz kamaştırıcı parlaklığı altında çalıştığına göre, gece ve gündüz arasındaki farktır da. Kapitalizm üretim araçlarını ve onunla birlikte insanın aklını da devrimcileştirmiştir. Ne var ki, bu sonuncusunun ilerleyişinin ilkinin ilerleyişinden çok daha yavaş olduğu da kanıtlanmıştır. Aklın muhafazakârlığı, fazlasıyla eskimiş düşüncelere, miadını çoktan doldurmuş eski kesinliklere, ve nihayet ölümden sonra yaşam umuduna dört elle sarılmaya dönük çabalarda açığa çıkar.

Son onyıllarda, evrenin bir başlangıcı ve bir sonu olması gerektiği fikri kozmolojik büyük patlama teorileri tarafından yeniden canlandırıldı. Bu yaklaşım, evreni birtakım sırrına vakıf olunmaz planlara göre hiçlikten yaratan ve kendisi gerekli gördükçe onu sürdürmeye devam eden bir doğaüstü varlığı kaçınılmaz olarak içerir. Musa, İsa, Tertullian ve Platon’un Timaeusu’nun eski dini kozmolojisi, bazı modern kozmologların ve teorik fizikçilerin yazılarında inanılmaz bir şekilde tekrar baş gösteriyor. Bunda yeni olan hiçbir şey yok. Geri dönüşsüz bir çöküş aşamasına giren her toplumsal sistem, kendi ölümünü her zaman dünyanın ya da dahası evrenin sonu olarak sunar. Yine de evren, dünyadaki şu ya da bu geçici toplumsal formasyonun kaderinden bağımsız olarak varolmaya devam eder. İnsanlık, yaşamaya, mücadeleye ve tüm aksiliklere rağmen gelişmeye ve ilerlemeye devam eder. Böylece her dönem bir öncekinden daha yüksek bir düzeyde varolur. Ve genel olarak bu sürecin bir sınırı yoktur.




Kaynak:Bilimnet
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
30 Temmuz 2010       Mesaj #10
Avatarı yok
Yasaklı
Zaman Mutlak Değildir, Bir Tür İnançtır

Allah bu dünyada çok büyük sırlar yaratmıştır. İlginç olan bu sırların gün ışığına bilimsel veriler yoluyla birer birer çıkmasıdır. Bu yazıda zamanın mutlak ve değişmez olmayıp, algı ve bir tür inanç olduğu gerçeğini göreceğiz.

Materyalist felsefenin varsayımlarına göre ise zaman mutlaktır. Bu tamamen bir zandır ve hiç bir geçerliliği yoktur. Zamanın mutlak bir varlık olmadığı bugün bilimsel olarak da bilinen bir konudur. Öyle ki artık bu gerçek günümüzde teknik bir konu halini almıştır. Her şey Allah’ın yaratması ile vardır. Her şey O’nun yaratması ile hayat bulur, varlık mertebesine çıkar. İnsan tek bir ilahı kabul etmezse sayısız sahte ilaha bağlanır. Buna uygun yaratılmadığından ruhu büyük sıkıntı çeker. Sahte ilahlardan olan zamanın da yaratılmış olduğu bir büyük gerçektir.

Zaman Nedir?

Zaman yaratılan anların birbirleri ile karşılaştırılması sonucu ortaya çıkan bir tür histir. Gerçekte herşey tek bir anda yaratılmıştır. Ancak bize izlettirilen kareleri karşılaştırdığımızda geçmiş gelecek gibi hisler oluşur. Bu yazıda hep beraber göreceğiz ki geçmiş ve gelecek gerçekten de kare kare yaratılan anların karşılaştırılması ile elde edilir. Biri için geçmiş olan bir an, bir başkası için gelecektir. Bu da zamanın mutlak bir varlık olmadığının en açık delilidir.Hayat kare kare yaratılan anların bütünüdür. Geçmiş de gelecek de Allah’ın yaratmasıdır. Bize izlettirdiği sırada olayları geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek zaman olarak adlandırırız.

Özel Relativite Teorisi ve Zamanın İzafiyeti

Özel Relativite teorisine göre ışığın hızı bütün gözlemciler için aynı ve sabittir. Bizler olaylardan ışığın gözümüze ulaşmasıyla haberdar oluruz. Işığın hızı muazzam büyüktür. Öyle ki saniyede dünyanın etrafını 7.5 kez dolanır. Bu yüzden dünyamızda şahit olduğumuz olaylar arasında olan zaman farklarını anlayamayız, hepsini eş zamanlı zannederiz. Aslında durum biraz daha değişiktir. Ne demek istediğimizi gözümüzü biraz daha uzaklara çevirerek daha iyi anlayabiliriz.

Geceleyin gözlerimizi göğe çevirdiğimizde müthiş güzellikleri ile yıldızları görürüz. Bu ışıklar bizden çok uzaktadır. Öyle ki gördüğümüzü sandığımız pek çok yıldız, aslında çoktan ölmüş olabilirler. Yani aslında o an var zannetiğimiz şey belki de yoktur.

Geceleri gökyüzünde gördüğümüz ve Allah’ın en sevimli sanatlarından biri olan ve bakanlara içlerinde ferahlık veren yıldızların ışıkları bize çok öteden gelirler. Öyle ki bazı ışıklar milyarlarca yıl önceden gelen yıldızın ışığıdır. Ve izlediğimiz bu yıldız belki de çoktan yakıtını tüketmiş ve ölmüştür.

Işık o kadar hızlıdır ki bir saniyede Dünyamızın etrafını 7.5 kez dolaşabilir. Işığın bu muazzam hızı dolayısıyla zaman kavramının anların karşılaştırması üzerine oluşan bir inanç olduğunu günlük hayatta gözden kaçırabiliyoruz. Uzaklıkları çok arttırdığımızda, yani ışığın hızının görünebilir farklara sebep olabileceği uzaklıklarda bu büyük gerçeği daha kolay anlayabiliriz.

Zaman An An Yaratılan Görüntülerin Karşılaştırılması Üzerine Yaratılan Bir Histir, Mutlak Varlık Değildir

Andromeda galaksisi bizden çok uzaktadır. Işığın etkilerini gözlemleyebilmek için iyi bir örnektir. Işık hızı çok büyük de olsa neticede sonlu bir değerdedir. Bu sonlu değer hakkında daha derin düşündüğümüzde aslında zamanın mutlak bir varlık olmadığı gerçeği karşımıza çıkar.

Şöyle bir düşünce deneyi yapalım. 3 gözlemcimiz olsun. Gözlemcilerimizden birini çok uzaklarda örneğin Andromeda galaksisinde bulunduralım. Diğeri de dünyamızda bulunsun. Bu iki gözlemcinin tam ortasında olan bir mesafede ise bir uzay mekiği bulunsun. Bu uzay mekiğinde ise 3 astronot bulunsun. Bu mekiğin bize bakan yanında ve Andromeda galaksisine bakan yanında olmak üzere ayrılan bölmeleri olsun. Astronotlardan ikisi bu bölmelere binsin ve biri dünyamıza diğeri de Andromeda galaksisine doğru ışık hızına yakın olmak üzere eşit hızlarda mekikten ayrılarak hareket etsinler. 3. Astronot ise uzay mekiğinde kalsın. Hareket eden astronotlardan dünyamıza yaklaşanı bir saat boyunca kitap okusun diğeri ise 1 saat boyunca müzik dinlesin. Şimdi aynı olayları 3 farklı gözlemci açısından ele alalım ve zamanın nasıl mutlak olmayıp, önceden de gördüğümüz gibi anların karşılaştırılması neticesinde yaşanılan bir his olduğunu görelim.

1.Uzay mekiğinde hareketsiz kalan astronot, süratle hareket eden astronotları gözlediğinde mekikten ayrılan iki astronotun müzik dinleme ve kitap okuma işlerini aynı anda yaptığını ve bitirdiğini düşünecektir.
2.Biz ise aynı olayları gözlemlediğimizde astronotlardan dünyamıza yaklaşanın kitap okuma işini bitirdikten sonra diğer astronotun müzik dinleme işini bitirdiğini görürüz.
3. Andromeda galaksisinde bulunan gözlemci ise bize göre tam tersi zamanlamada olaylara şahit olur. Yani önce müzik dinleme işinin bittiğini düşünürken sonra kitap okuma işinin bittiğini düşünür.
2 olay bir gözlemci için aynı anda olurken, diğer iki gözlemci için önce ve sonra sırası tamamen birbirine zıt olacak şekilde farklı zamanlarda gerçekleşir. Böylece bu örnekle de görmüş olduk ki zaman mutlak bir varlık değildir. Şimdi, geçmiş ve gelecek tamamen algıların karşılaştırılması ile oluşur. Eğer zaman mutlak olsaydı nasıl aynı olaylar tamamen birbirinden farklı olarak geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman olabilirdi? Zaman algıların birbirleri ile karşılaştırılması üzerine oluşan bir histen ibarettir.

Gözünüzü Çevirdiğinizde Zaman Yolculuğu Yaptığınızı Biliyor muydunuz?

Allah’ın verdiği en büyük nimetlerden olan gözünüzü evrende gezdirdiğinizde size ulaşan ışığın çok farklı yerlerden geldiğini gördük. Bu ışıkların kimi saniyenin milyarda biri kadar mesafeden gelirken kimisi de milyarca yıl öncesinden gelir. Bütün bu farklı anları bizde tek bir an olarak Allah toplar. Bu yolla beynimizde toplanan anlar başkaları için geçmiş, gelecek veya şimdiki zaman olabilmektedır. Dolayısıyla gözümüzü çevirdiğimizde hiç farkında olmadan aslında bir tür zaman yolculuğu yaparız.

Sizin muhatap olduğunuz şimdiki zaman aslında başkaları için gelecek ve geçmiş zaman olabilmektedir. Gözünüzü her çevirişinizde de sayısız farklı zaman kesitleri gözünüzde tek bir anda toplanmaktadır. Dolayısıyla zaman materyalistlerin zannettiği gibi mutlak değildir. Size bir algı olarak gösterilmektedir.

Ölçtüğünüzü Düşündüğünüz Zaman da Anların Bir Tür Karşılaştırmasından İbarettir

Hep beraber gördük ki aynı iki olay bir gözlemci için eş zamanlı olabilir. Bir başka gözlemci için ise biri diğerinden önce gerçekleşebilir. Bir başkası için ise geçmiş olan olay aslında gelecektedir. Bu da zamanın mutlak olmadığını ispatlamaktadır.

Peki ölçtüğünüzü düşündüğünüz zaman nedir? Zamanı ölçmek için saatlerden faydalanırız. Tarih boyunca pek çok farklı saat sistemi kullanılmıştır. Su saatleri, güneş saatleri, mekanik saatler, elektronik saatler, atomik saatler gibi çok çeşitli saatler kullanılmıştır. Ancak bütün bu sistemlere dikkat edilirse hepsinde ortak bir yan vardır: tekrar eden olayları kullanmak. Tekrar eden olaylar ölçü yapılarak diğer olaylar karşılaştırılır ve “geçen zaman”ın miktarı belirlenir. Dikkat edilirse burada da mutlak bir zamandan bahsedilmiyor. Sözkonusu olan anların karşılaştırmasıdır. Dolayısıyla zaman Allah’ın bize hissettirdiği bir tür algıdır. Zamanı ölçtüğünü düşündüğünüz saatler anlar içinde yaratılan görüntüden ibarettir. Dolayısıyla mutlak bir varlıkları yoktur.

Sonuç


İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir (En'am Suresi, 102).

Kur'an ayetinde belirtildiği gibi herşey Allah’ın yaratması ile vardır. Buna zaman da dahildir. Geçmiş, gelecek ve şimdiki gibi zamanlar bize hissettirilen bir algıdan ibarettir. Hafızamızda olan bir bilgi üzerine yapılan yorumla böyle bir hissin oluşması ise apayrı bir mucizedir. Zaman Allah’ın yaratmış olduğu muhteşem sanatlı eserlerinin en güzel ve en ilginç örneklerindendir.


Kaynak:Metafizikbilgiler(Casa)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen nötrino; 8 Mayıs 2016 00:19

Benzer Konular

16 Temmuz 2012 / Misafir Genel Mesajlar
8 Temmuz 2012 / Misafir Taslak Konular
17 Temmuz 2015 / Misafir Siyasal Bilimler
22 Aralık 2007 / KENCISii Astroloji/Fallar
2 Mart 2010 / _KleopatrA_ X-Sözlük