Arama

Ölüm - Sayfa 4

Güncelleme: 1 Aralık 2018 Gösterim: 63.528 Cevap: 198
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Ocak 2006       Mesaj #31
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ölümün son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır." der Nietzsche.
Düşündüğümüzde, ölüm bir son mudur? Yoksa başlangıç mı? Başlangıçsa boşa mı geçiriyor ömür? Şu satırları yazarken bile ölüme adım adım yaklaşıyorum, herkes gibi. Evet herkes için geçerli olması ve "çaresinin" olmaması ne garip değil mi? İnançlarımızın dışında bize verilen "aklımız" bu konuda neler diyor?
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Şubat 2006       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ölüm Nedir
Her şeyin bir ömrü, bir de hak ölümü var
Sponsorlu Bağlantılar
Aslında mevt her yerde ve her zaman var
Bedenimizdeki hücrelerde her an ölüm var
Duygu ve düşüncelerde her vakit mevt var

Kainaattaki canlılarda her zaman ölüm var
Küre-i arzdaki gece ve gündüzde ölüm var
Bak şu semadaki yıldızlarda dahi ölüm var
Hayat olan her yerde her zaman mevt var

Ölüm, hayatın son noktası, son durağıdır
Ölenin yatağı toprak, yorganı ot yapraktır
Lâyık olanın ondan sonraki bineği Buraktır
Yoksa, gideceği yer malum işiyse haraptır

Esasen, ölüm her an, göz kırpıp duruyor
Genç ihtiyar tanımıyor her an gelebiliyor
Her şeyin faniliğini en güzel ölüm anlatıyor
Hey nefis hisse almadınsa şair ne anlatıyor

Şu fani dünyada insanlar, farklı farklıdır
İnsanoğlunun ölümleri de farklı farklıdır
Alimin ölümü ile zalimin ölümü aynı mıdır
Söyle şehit ile teröristin ölümü aynı mıdır

Bazı hayatlar vardır, ölümden de beter
Eğer aradığını bulduysan o sana yeter
Eğer aradığını bulmadıysan sonun beter
Ey nefis, bu kadar nasihat da sana yeter

Her akşam kefensiz yatıp, kefensiz kalkarız
Görüp duyduğumuz mevti hayretle bakarız
Hiç aldırmadan hayatımızı boşuna geçiririz
Dünyalık her şeyi, kabir kapısında bırakırız

Madem ki kabir kapası açık, ölüme çare yoktur
O zaman ömrümüzü baki bir ömre çevirmeliyiz
Madem ömür kısa, hayatta lüzumlu işler çoktur
Ömrümüzü her an lüzumlu işlerde harcamalıyız

Kimbilir Azrail, ne zaman ne şekilde kapıyı çalacak
Bilemiyoruz, canımızı neyi vesile edip, nasıl alacak
Sizi bilmem ama bana hayatta birkaç kez ikaz etti
Dünya fani, ölüm hak, sakın ola unutma bak dedi

Ey Âdemoğlu, inanmazsan ölüm bir idam-ı ebedidir
Eğer ki inanırsan, o senin için bir terhis teskeresidir
İnanmayanları, kabir de adeta bir zindan-ı ebedidir
Ama inananlara cennet bahçesine açılan bir kapıdır

B. TUNCA/10.02.2001-09.35
Bayram Tunca

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Şubat 2006       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ne güzel açıklamış dimi ölümü şiirinde bayram tunca kardeşimiz...
Allah ondan razı olsun...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2006       Mesaj #34
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİZ YAŞARKEN ‘ÖLÜM’ YOK MU?

“Kenan’ın babası Rüştü Bey vefat etmiş ve onun taziyesi dolayısıyla arkadaşı Fikret, Levent,
Erdem beyler ve cenaze namazında tanıştıkları Mesut Bey birlikte sohbet etmektedirler.”


ODAYA derunî bir hava hakim olmuştu. Herkes cenazeyi de kendilerini de unutmuş, bir başka iklime girmiş gibiydiler. O sırada kapı vuruldu. Kapıyı Levent açtı.
Kenan, ‘Amca!’ diyerek yerinden fırladı ve yaşlı adamın eline kapandı. Sonra ona sımsıkı sarılarak ağlamaya başladı. Yaşlı adam da bir süre göz yaşı döktü. Sonra köşedeki koltuğu ilişti. Dirseklerini dizlerine dayadı, çenesini kenetlenmiş olan ellerine dayayarak bir süre sessizce kalakaldı. Sonra doğruldu ve odadakilere,
“Kenan’ı bu acılı gününde yalnız bırakmadığınız için hepinize çok teşekkür ederim” dedi ve kendini tanıttı:
Kenan’ın amcasıyım. İsmim Veysel. Almanya’da ikamet ediyorum. Acı haberi hemen aldım, ama ancak bugün için uçakta yer bulabildim.
Bir iç çekti:
“Ağabeyimin cenazesine yetişmek nasipte yokmuş!” dedi.
Kısa bir sessizlikten sonra Fikret Bey, misafire Almanya’da ne görev yaptığını sordu.
“Şu anda bir görevim yok. Zaten yaş altmışa dayandı. Oğlum bir firmada çalışıyor. Onunla kalıyoruz” dedi ve ekledi:
“Almanya’ya gideli dört sene oldu. Daha önce basın dünyasında değişik görevlerde bulundum. Mülkiye mezunuyum ama mesleğimi icra etmedim. Gençliğimden beri edebiyata özel bir merakım vardı. Hem Doğu hem de Batı klasiklerinin büyük çoğunluğunu okudum. Kaderin sevkiyle kendimi Bab-ı Alide buldum. Bir dergide köşe yazarı olarak başlayan yazı hayatım, tam yirmi beş sene sürdü. Şimdi yazmaktan çok okumakla vakit geçiriyorum.
Fikret Bey,
“Kaderin sevki dediniz. Biraz açıklasanız memnun kalırız.”
“Mülkiye son sınıftaydım. O yıl hemen her ay yeni bir dergi çıkıyordu. Bunlar bir tek merkezden emir alıyor gibiydiler. Hepsinin tek ve ortak bir hedefi vardı: Gençleri dejenere etmek.
İçimde müthiş bir heyecan baş gösterdi:
Şehvet, menfaat ve eğlence üzere kurulu bu çarka kapılanlar insanlıklarını kaybediyorlar. Ben yarın bu adamların amiri olsam, yöneticisi olsam kaymakamı, valisi olsam ne yazar. Ben ahlâksızlara güzel bir eğlence ortamı hazırlamak için mi görev yapacağım. Ben bu selin önüne geçmenin çarelerine kafa yormalıyım. Ta ki benden sonra gelecek insanlar daha temiz bir toplumu yönetebilsinler.
Kafam bu ve benzeri düşüncelerle çalkanıyordu. O günlerde bir arkadaşım malûm dergilerden biriyle yanıma geldi.
‘Sana bir yazı okuyayım, bakalım ne diyeceksin.’ dedi.
Yazının en çarpıcı cümlesi başlığın altına büyük puntolarla verilmişti. Onu okuyunca yazının tümünü okumaya gerek kalmıyordu.
Şöyle diyordu yazar:
“Biz yaşarken ölüm yok, ölüm geldiğinde de zaten biz yokuz. Neyi, niye dert edinelim, hayatımızı zindan etmeye gerek yok, sefamızı sürelim.”
Kendini unutmuş, dünyaya geldiğini unutmuş, ölüme doğru durmadan yol aldığını unutmuş bir insan için bu demagoji yüklü cümleler bir cankurtaran simidi gibi görünebilirdi. Çok gencin bu gibi sinsi oyunlarla yolda çıkarıldığını bu cümleler zihnime iyice yerleştirdi ve beni bir fikir mücadelesine doğru adeta sürükledi.
Artık kararımı vermiştim: Yazar ve araştırmacı olacaktım.
İşte bütün bu olup bitenleri ben iki kelimeyle özetlemiş oldum: Kaderin sevki.”
Veysel Beyin konuşması odadakilerin hepsinin dikkatini çekmişti. Şu var ki, bakışlarda farkı mânâlar okunuyordu: Fikret Bey düşünceli, Mesut Bey üzgündü, diğerlerinde merak ve heyecan karışımı bir ruh hali hakimdi.
Mesut Bey söze karıştı. Kendini tanıttıktan sonra:
“Değerli kardeşim.” dedi, “Öncelikle seni tebrik ederim. Her devirde insanlar iki gruba ayrılmıştır:
Birinci gurup çoğunluğu teşkil eder. Bunlar hayatlarını kendi anlayışlarına göre değişik şekillerde sürdürür, daha doğrusu ömürlerini farklı şekillerde tüketirler.
Diğer gurup ise bu kalabalığa yön vermek, hayatı gerçek gayesine çekmek için çalışırlar. Bunlar sayıca azınlıkta kalırlar, ama hizmetlerine paha biçilmez.
Bu bahtiyar gurubun başında peygamberler gelir. O rehber şahsiyetlerin izinde gidenler de ikiye ayrılırlar:
Bir kısmı, o Hak elçilerinden öğrendiklerini hayatlarına tatbik etmeğe çalışır, fakat başkalarıyla fazla ilgilenmezler veya ilgilenemezler. Bunlar da bu grubun çoğunluğunu teşkil ederler. Az bir kısmı ise hayatlarını peygamber terbiyesiyle tanzim etmekle kalmaz bu noktada başkalarının da imdadına koşmaya çalışırlar.
Seni tebrik ediyorum, çünkü sen bu ikinci gruba girmeyi başarmış ve bu yolda çalışmayı hayatına gaye edinmişsin."
Dinleyenleri kısa bir süre süzdükten sonra bakışlarını tekrar Veysel Bey’de yoğunlaştırarak sürdürdü konuşmasını:
“Meslek hayatımda üzerinde hassasiyetle durduğum bir prensipten söz etmek isterim: Okuyucularımın kafasına bir soru attığımda onu mutlaka cevaplandırmam gerekir. Eğer buna zaman ve mekân fırsat vermiyorsa o zaman soruyu hiç ortaya atmam.
Bunu şunun için söyledim:
Siz gençlere karşı şefkat duygunuzu harekete geçiren bir sinsi oyunu burada gözler önüne serdiniz. Merakla dinledik. Ama bunun cevabını bizden, özellikle şu genç misafirlerimizden esirgememeniz gerekir.
Zaten taziye ziyaretimizle de doğrudan ilgili bir konu. Biz buraya bir bakıma ölümü hatırlamak için toplanmış bulunuyoruz. Her Fatiha okudukça ruhumuz iki hazzı birden yaşıyor. Birisi rahmetle Rüştü Bey’e bir hediye göndermiş olmanın mutluluğu, diğeri ise kısa bir süre de olsa bu dünyanın boğucu problemlerinden sıyrılıp kabir ötesinin sonsuzluk alemine yönelmenin zevki.
Ancak, sizin naklettiğiniz o manşet yazılar bizi adeta tenkit ediyor: ‘Bırakın taziyeyi de eğlenmeye kaldığınız yerden devam edin.’ mesajı veriyor.
Biraz açıklama getirmenizde fayda olur sanıyorum.”
“Haklısınız” dedi Veysel Bey. Ben de yıllar sonra okuduğum bir eserden aynı dersi almıştım:
“Bâtıl şeyleri iyice tasvir safi zihinleri idlaldir." Yani, yanlış yola, sapık yola itmektir.
Buna göre yanlış fikirleri tafsilatıyla anlatmak da karşıya zarar verebiliyor. Bunu önlemenin yolu o yanlışı düzeltecek açıklamalar getirmektir.”
“Çok yerinde bir tespit.” diye söze karıştı Erdem:
“Ben de bunun zararını çokça çekmiş birisiyim. Okuduğum kitaplarda kafama bir sürü şüphe girer ve bir daha da çıkmak bilmezler. Bundan çok huzursuz olmuşumdur.”
Veysel Bey, haklısın mânâsına başını esefle salladı ve devam etti konuşmasına:
“Bilirsiniz, yanlış faraziyelerle doğru sonuçlara ulaşılmaz. Bu cümlelerde bir hayli yanlış önyargı var. Dolayısıyla sonuç da yanlış çıkıyor.
‘Biz yaşarken ölüm yok,’ deniliyor. Halbuki biz yaşarken ölüm var. Kasaptan koyun yahut sığır eti alırken, tavukçudan tavuk, balıkçıdan balık alırken hep ölüleri satın aldığımızı ve onlarda beslendiğimizi unuturuz.
Her akşam günümüz ölüyor.
Her mevsim bir öncekinin ölümü üzerine kurulmuş.
Öte yandan bedenimiz durmadan hücre değiştiriyor. Bir saniyeye 250 milyon alyuvar yaratılıyor, bir o kadarı da görevini tamamlayıp ölüyor.
Her gece uyumakla yarı ölü haline geliyoruz.
Böyle ölümle iç içe yaşayan bir insanın, ‘Biz yaşarken ölüm yok.’ demesi bir tezat.
‘Ölüm geldiğinde de zaten biz yokuz.’ cümlesi de yanlış bir faraziye üzerine kurulu.
Bizler bir şehirden bindiği otobüsten bir başka şehirde zorla indirilip idam edilen yolcular gibi değiliz. Aksine bir limanda gemiye bindirilip bir başkasında indirilen askerleri andırırız. Binmemiz kendi irademizle olmadığı gibi inmemiz de yine kendi isteğimizle değil.
Böyle bir insan, ölüm ötesinin hiçlik olduğunu nasıl iddia edebilir. Onu yaratan zat, onu hiçliğe atacağını bildirmemiş ki böyle bir hükme varabilsin.
Demek oluyor ki, yokluk denilince bütün bütün mahvolmak, bir daha varlık yüzü görmemek anlaşılmamalı. O zaman varlığın bir mânâsı kalmaz.
Bir insan yüz sene de yaşasa sonunda yok olacaksa sonsuza göre yüz senenin hükmü yoktur, dolayısıyla dünyaya hiç gelmemiş, hiç var olmamış gibi olur.
O halde yokluk denilince, mevcut varlığın elden çıkması anlaşılmalıdır, hiçliğe gömülmesi değil.
Meselâ ben şu anda ihtiyarlamışım, benim gençliğim artık yok. Ama ben varım ve o gençlikten kalma nice miraslarla yaşıyorum. O zamanlar edindiğim bilgiler aklımda, gezdiğim yerler hafızamda duruyorlar.
İşin çok önemli bir yönü daha var ki, o da, o gençlikte işlediğim bütün ameller kaydedilmiş.
Bilirsiniz, Allah kelamında şöyle haber verilir:
“Kim zere miskal hayır işlese onu görür ve her kim zerre miskal şer işlese onu görür.”
O halde, hayır olsun şer olsun, hiçbir şeye yokluk ilişemiyor demektir. Hepsi var, hepsi mevcut ve hepsi bir hesap gününü adeta bekliyor gibiler.
O halde mutlak mânâda yok olma diye bir şey yok demektir.
Böyle bir düşünce, Allah’ın bir emaneti olan varlığını, yine O’nun mülkü olan bu muhteşem alemde O’ndan habersizcesine boşuna harcayan, yahut O’nu bildiği halde isyan yolunu tutan insanların kuru bir temennisinden ibarettir.
İnsan yokluktan gelmiyor ki yokluğa gömülsün. Onu, ezelî ve ebedî var olan Allah yarattı. Demek ki insan, Allah’ın bir kudret eseri, rahmet eseri, ilim eseri, irade eseri. İlâhî sıfatların ve isimlerin tecellisiyle yokluktan kurtulup varlığı tadan insan, yokluktan gelmiyor demektir.
Şu noktanın altını önemle çizmek isterim:
Yok iken var olma başka, yokluktan gelme daha başkadır. Bunlar birbirine karıştırılmamalı. Şu gördüğümüz varlıklar, yokluktan gelmiyorlar, yok iken var ediliyorlar.”
Veysel Bey, etrafa şöyle bir bakındı. Sonra ayağa kalktı. Televizyonun üzerine konulmuş gazeteyi alıp tekrar yerine oturdu:
“Bir kağıt baktım da. Neyse bu da işimizi görür.” dedi.
Gazetenin kenarındaki boş kısmı göstererek,
“Bakınız burada bir yazı yok, değil mi?” diye sordu.
Cevap beklemeden devam etti:
“Şimdi ben buraya bir cümle yazacağım.” diyerek elini cebine soktu. Kalemini çıkardı, o boş kısma bir cümle yazdı.
“Bu yazı az önce yoktu, şimdi var. Yok iken var oldu. Ama onun bu varlığı yokluğa dayanmıyor; benim varlığıma dayanıyor; ilmime, kudretime dayanıyor, irademe dayanıyor. Bunlar olmasa zaten o var olmaz.
Demek ki varlığın temeli yokluk değil, daha ileri bir varlık.
Benim varlığım kağıdın varlığından daha ileri derecede. Ben ona bir yazı yazıyorum. O, benim yazım oluyor.
O yazıyı bir an için akıllı farz etseniz o da kendisi için “Ben varım” diyecektir.
Veysel Bey, gazete kenarındaki o yazılı kısmı kopardı ve
“Şimdi artık soba devri geçti, her yer kaloriferli. Onun için bu kağıdı şu anda yakamayacağım.” diyerek kağıdı cebine koydu.
“Fakat, siz hayal âleminizde bu kâğıdı yaktığımı kabûl ediniz. Şimdi, “O yazı nereye gitti?” desem, “Yok oldu” demezsiniz; “Kağıt yandı” dersiniz.
Kağıdın yanması başka, yazının yok olması daha başkadır.
İşte, insan Allah’ın mahlûku. Onu yine kendi yarattığı element mürekkebiyle dünya sayfasında yazıyor. O yazı bir ömür boyu kendi varlığından, bilgisinden, iradesinde söz ediyor. Kendine tanınan ömür sermayesini doğru veya yanlış yolda dilediği gibi harcıyor. Ve sonunda ölüm gelip çatıyor. Ölen insan bir süre sonra kabirde yine elementlere dönüşüyor. Ortada artık o insan yok. Ama herkes biliyor ki, o yokluğu gitmedi. Az önceki yazı gibi, o da ömrü boyunca kendi varlık sayfasına neler yazdıysa onlar yine duruyorlar.”
Kenan,
“Çok güzel amca, çok güzel!” diye yüksek sesle takdirlerini dile getirdi. “Babam öldü ama amelleri ölmedi. Onlar durduğuna göre babam da hayatta demektir.”
Sonra, “Öyle ya!” diye seslice düşünmeye başladı:
“Böyle olmasa herkesin yaptığı yanına kâr kalacak demektir. Böyle bir dünya tasavvur etmek bile ruhuma çok ağır geliyor."
Veysel Bey, yeğeninin böyle düşünmesine memnun kalmıştı.
“Az önce,” dedi, “zihnimde bir fikir çaktı ve kaybolup gitti. O anda, çok kısa bir zamana müthiş bir mânâ birikimi adeta sıkıştırıldı. Ben sizden hayalinizi kullanmanızı isterken bir anda gözümün önünde o hayal mahsulü dev romanlar sıralandılar. Onlara büyük bir ustalıkla yerleştirilmiş olaylar geçti gözümün önünden. O romanlar hayal mahsulüydüler, olaylar da öyle. Hiçbiri bu dünyada olmuş şeyler değillerdi. Ama yine de yokluğa dayanmıyorlardı. Öyle olsa onlardan zevk alamazdık. Onlarda bir varlık kokusu alıyorduk. Bu koku, yazarın varlığından ve sanatının mükemmelliğinden geliyordu.”
Devam etti:
“Roman tahlillerini çokça okumuşumdur. ‘Falan roman şu yönüyle gerçekçi değil.’ denir. Meselâ, yazar romanında ismi geçen bir ilkokul öğrencisine yüksek Matematik bilgisi gerektiren şeyler konuşturursa hemen tepki görür. Çünkü olay gerçekçi değildir, inandırıcılıktan uzaktır.
Aslında her günümüz ayrı bir roman konusu. Bu dünyada insanlar sayısınca, hatta insanların yaşadıkları olaylar sayısınca gerçek romanlar yazılıyor gibi.”
Bakışlarını dinleyenlerin üzerinde süratle dolaştırdı:
“Bu gerçek romanlara ne deniliyor biliyor musunuz?” diye sordu.
Sorusuna yine kendisi cevap verdi:
“Amel defterleri.”
“Çok enteresan!” dedi Fikret Bey. “Demek ki biz şu anda bir gerçek romanda rollerimizi oynuyoruz. Siz Almanya’dan kalkıp buralara gelmişsiniz. Mesut Bey de bir cenaze vesilesiyle daha iki gün önce bizimle tanışmış. Şimdi bir aradayız ve değerli konuşmalarınızı zevkle dinliyoruz.”
Çok duygulanmış, bir o kadar da heyecanlanmıştı:
“Güzel, çok güzel, gerçekten harika!” dedi.
Gözünde hayret şimşekleri çakıyordu. İç aleminde müthiş bir çalkantı olduğu rahatlıkla hissediliyordu.
İçini çekerek,
“Evet! İşte böyle geçiyor ömür.” dedi. Sonra şu sözler döküldü ağzından:
“Bir filimde görev alan oyuncular ne kadar da dikkatli olurlar! Çünkü oyun bir kez seyredilir; beğenilir, yahut beğenilmez. ‘Bu defa olmadı, aynı oyunu bir kez daha sergileyeceğiz.’ deme hakkına sahip değillerdir. O seyirciyi bir daha bulamazlar. Onun için çok hassas olmak, her sözlerine, her davranışlarına çok dikkat etmek mecburiyetindedirler.
İşte insanlar bunu bilse ve buna göre ömür sürseler ne kadar güzel olur! Kimse kolay kolay yanlış yapmaz.
Herkes kendi rolünü iyi oynadığı için de sonunda iyi bir toplum yapısı çıkar ortaya. Bunun nimetlerini herkes tadar. Bu yapılmayışının acısını yine hep birlikte çekiyoruz.”
Odada çok tatlı bir hava oluşmuştu. Cenaze, keder, elem unutulmuş, yerini fikir sohbeti, bilgi alışverişi almıştı.
Bundan herkes mutluydu. Artık yokluk tartışmaları unutulmuş, varlığın tadı çıkarılıyordu.
Alaaddin Başar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2006       Mesaj #35
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
OTUZ BEŞ DUVARI

Ölümü düşünüyorum
O büyük yalnızlık içindeyim
Kulaklarımda duymadığım bir musiki
Kaskatı kesilmişim, kalbim durmuş
Artık hiç bir şeyi görmüyor gözlerim
İçimde ne bir umut, ne yasama zevki
Elim, ayağım buz gibi olmuş
Olumu düşünüyorum
Kulaklarımda duymadığım bir musiki

Olumu düşünüyorum
Lalelimde bir sokaktan tabutum geçiyor
Saygı durusunda bilmediğim insanlar
Butun pencereler acık biri kapalı
Kederlerim, ümitlerim, hayallerim
Ve gelen bir iki dost mezarlığa kadar
Sonra kadınlar gözleri yaşlı
Olumu düşünüyorum
Butun pencereler açık biri kapalı

Ölümü düşünüyorum
Simdi beni gömüyorlar bak
Ağlıyorsun, ellerinde dağ menekşeleri
Hazin bir parıltı gözbebeklerinde
İçin ziyanla doluyor, kahroluyorsun
Hatırladıkça geçmiş günleri geceleri
Bir acı ki öyle büyük öyle derinde
Olumu düşünüyorum
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2006       Mesaj #36
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Küçük Bir Öykü-Ölüm Üzerine

“Hayat bir durak gibidir aslında.Gelir,biner,inersin.Son durak ölümdür,yapacak şeyin kalmamıştır,inmelisin..”
Ölümü bu kadar basitleştirmişti.Takmazdı kafasına,öyle bir insandı işte...Ama bazı şeylerin farkına varmak,onları anlamak için ve aslında öyle olmadığını farketmek için;o şeyleri yaşamalısınız.O da,ölümü yaşadı...Kendi yaşamış gibi oldu,bu kadar basit olmadığını anladı.Sevgilisini kaybetmişti,herşey den çok sevmişti üstelik...Yanmıştı kız;aptal bir sigara izmariti yüzünden,tamamen yanan küçük evinin bir odasında...Herşeyi görmüştü adam,oradaydı çünkü..Sıyrılmıştı ölümün pençesinden,ama ölüm O’na unutamayacağı bir anı bıraktı ve şöyle dedi,”..kaderin ölmekti,olmadı,o zaman yaşarken ölmelisin..”
Sevgilisinden kalan bir avuç külü yanında aldı giderken..Uzaklaştı geceye doğru..Bir daha da gören olmamıştı O’nu...
Kimse görmedi...

*****

Yalnızdı...Bir banka oturmuş,denizi ve gökyüzünü seyrediyordu..Avuçlarının içinde kadife,küçük bir bohça vardı.Bazen gözleri bohçaya kayıyor sonra tekrar denize bakıyordu..

pıt...

pıt...

“Yağmur” dedi adam,hiç hareket etmedi ama...ıslanıyordu..Yarım saat oturdu,bir saat oturdu,iki saat...
Ayağa kalktı,bohçanın iplerini çözdü..Havaya baktı,damlalar ok gibi yüzüne çarpıyordu...
Fırlattı...
Küçük bohça havada süzülürken küçük,siyah tozlar yayıyordu..Ama hiç denize düşmedi...

*****

“Bu da neyin nesi?”.Gülüşmeler...”Adamın biri ölmüş,küllerimi Cihangir’den bırakın,demiş!”.Daha çok gülüşme...

*****

“Geri döneceğini biliyordum” dedi hafif ses tonuyla...Yüzüne yapışan siyah tozu aldı,üfledi...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2006       Mesaj #37
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜM. . AMA NASIL ÖLÜM?
Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz. (Hadis)
Yıllarca insanlara “iman bir vicdan işidir” diyerek imanı vicdanlara hapsedenler, bugün “Elhamdülillah müslümanım” diyenlere bile İslamî yaşantıyı askıya aldırdılar. Adeta inandığı gibi yaşamayan bir ülke haline getirdiler. Tabii bu anlayıştan “Ölüm” gerçeği de nasibini alarak unutulanlar arasına girdi.
Ölüm hakkındaki:
“Lezzetleri yenen ölümü çokca anın.”
“Siz insanoğlunun ölüm hakkında bildiklerinizi hayvanlar bilseydi onların vücutlarında et bulup yiyemezdiniz.”
“Mü’minin armağanı ölümdür.”
“Ölümü çokca anınız. Zira o günahları eritir ve dünyadan yüz çevirtir.”
“Ölüm öğütten ibarettir.” gibi hadisler hiç anılmaz, hatırlanmaz, anlamları üzerinde tefekkür edilmez oldu.
Ölümün dehşeti ve ölüm gerçeğini anlamak istemeyenlere, anlaşılmasını istemeyenlere şair aşık Seyrani bakın ne güzel söylemiş:
Can ipini ten yönünden. Soran kirmen olur bir gün
Sulu yalçınlar önünden. Açılan güller solar bir gün.
Gül dalında diken yarar. Diken güle vermez zarar
Turâb saçın baştan tarar. Saçakların yolar bir gün
Dünya olur bir gün harab. Ne bülbül kalır ne gurab
Rızka sebep olan turab. Gözlerine dolar bir gün
Acı tatlı yenmez olur. Yalan gerçek denmez olur
Taş çarh ile dönmez olur. Hep kesilir sular bir gün
Çal Seyrâni durma sazı. Hakk’a sen eyle niyazi
Sana secdesiz namazı. Kısmet olan kılar bir gün.
Ateist olsun, inkârcı olsun, meydanlarda laiklik ve çağdaşlık nutku atarak verilen Kur’an-ı Kerim’i, öptükten sonra fötr şapkasının altına koyanlara sorsan “ölüm gerçektir.” derler (yiğitlikleri varsa demesinler) demesine ama ölüme hazırlanmak (İslamî ölçüler içerisinde) sözkonusu olunca “ıgık, mıgık” derler.
İslam’ın dışında bir hayatı isteyen ve bu uğurda mücadele vererek Bedir Savaşı’nda ölenlere Peygamberimiz (s.a.v.):
“Ey falan oğlu falan! Ey filan oğlu filan! Uğrunda mücadele verdiğiniz idarenin temsilcilerinin vadettiği yardım size zafer kazandırdı mı?
Ey ölüler! Bilmiş olunuz ki ben Rabbimin bana vadettiği yardım ve zaferi gerçek olarak buldum.” demek suretiyle dünyadaki yalancı ilahların kendilerine bir şey kazandırmadıklarını vurgulamıştır.
Ölüm ve ölümü hatırlama, ölüme hazırlık konularını hadisler ışığı altında kısaca değindikten sonra yazımızın asıl konusu olan “Nasıl ölüm?” konusu üzerinde duralım.
Evet ölüm ama “Nasıl ölüm?” Ölüm anına gelinceye kadar yaşantımızla büyük ilgisi olan bu an nasıl gerçekleşecek. Yani ölümümüz iyi mi olacak, kötü mü olacak?
Ölüm anlarındaki hal ve durumları bir takım kaynaklardan anladığımıza göre Rasulullah (s.a.v.) şunları söylemiştir:
“Ölüm halinde olan kimsede üç şeye dikkat ediniz. Alnı ve yanakları terlerse; gözlerinden yaş akarsa; burun delikleri şişip genişlerse, ona Allah’ın rahmeti inmiştir.”
“...Zira hiç bir müslüman yoktur ki; ölümü anında Kelime-i Tevhid’i söyleyip de cehennemden kurtulmuş olmasın.”
Peygamberimizin ölümü hakkında Aişe (r.anha) diyor ki:
“Rasulullah (s.a.v.) benim evimde, benim kollarımda öldü. Efendimizin önünde su dolu bir kova vardı. Elini içine soktu ve:
- “La ilahe illallah, gerçekten sekeratı, sarhoşlukları, sancıları varmış” diyerek ellerini açtı ve:
- “Rafik-i A’lâ, Rafik-i A’la” dedikten sonra:
- “Allah’a, Sidret-i Münteha’ya, Me’va Cennetine, Firdevs-i Â’la’ya, dolu dolu kaselere, Refik-i A’lâ’ya, Paya Kutlu hayata! ifadelerini kullanıyor.
Allah Rasulü her baygınlık geçirdiğinde, bilakis “Rafik-i A’lâyı isterim” diyordu. Yine kendinde konuşacak kuvveti bulduğunda “Namaz, namaz”, “Cemaatla namaz kıldığınız sürece birbirinize bağlılığınız devam eder” diye tekrarlıyordu.
...
Rasulullah (s.a.v.) pazartesi günü kuşluk ve zeval arasında ruhunu teslim etti. (Cenab-ı Hak şefaatına bizi nail eylesin. amin)
Hz. Ebubekir Rasulullah’ın vefatından sonra yüzüne bakarak:
- “Sağ iken de güzeldin, ölünce de güzelsin.” ifadesini kullanmıştır. Ölümlerin en güzelini Cenab-ı Hak Rasulullah’a nasib etmiştir.
Yine unutulmayan ölüm anlarından biri de biliyorsunuz Yavuz Sultan Selim’in ölüm anıdır.
Yavuz Sultan Selim ölümle pençeleşmektedir. Hasan Can’ın elinde Kur’an-ı Kerim Yavuz’a: Haşmetlim.
- Allah’la beraber olmanız yaklaştı deyince o cengaver kumandan yattığı yerden aniden doğruluyor:
- Hasan Can... Hasan Can biz ne zaman Allah’la beraber olmadık?..
Harun-i Reşid öleceği sıra kefenlerini kendi eliyle seçer, onlara bakar ve Hakka süresinin.
“Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu” mealindeki yirmi sekiz ve yirmi dokuzuncu ayetlerini okuyarak vefat eder.
Muaz (r.a.) vefat ederken şöyle yakarır:
- Allah’ım! Ben daha önce senden korkuyordum. Ama bugün senden umuyorum! Allah’ım! Sen biliyorsun ki ben dünyayı ve dünyada kalmayı seni zikretmek için istiyordum.
Çok büyük sancılar çeken Muaz zaman zaman bayılıyor, ayılınca:
“Allah’ım! Beni ne kadar boğarsan boğ! İzzetime yemin ederim ki kalbim seni sevmektedir.” diyerek vefat ediyor.
Selman-i Farisi son demlerini yaşarken ağlar.
- Niye ağlıyorsun? diye sorarlar.
- Dünyadan ayrılacağım için değil, ancak Allah Rasülü bizlere dünyalık olarak bir süvarinin menziline varacağı kadar aldığı azık kadar azık almamızı vasiyyet etmişti. Acaba bu vasiyyeti yerine getirebildim mi?” diye ağlıyorum der.
Ölüm döşeğindeki Ruveyme’ye:
- La ilahe illallah de, denilir.
O da:
- Ben zaten ondan başkasını güzel söyleyemem ki der.
El-Ceriri anlatıyor:
- Cüneyd-i Bağdadi son demlerini yaşarken yanına vardım. Günlerden Cuma idi ve Nevruz gününe isabet etmişti. Kur’an-ı hatmetmek üzereydi.
Kendisine:
- Ebul Kasım bu halde mi Kur’an’ı hatmediyorsun?
Cüneyd:
- Ömür sayfam dürülürken bu işi yapmaya benden daha layık kim olabilir? diyor.
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz... Evet İslam’a göre yaşayanlar onun gerektirdiği güzellikleri (sıkıntılı da olsa) tadarak öldüler.
Bir de madolyonun öbür yüzüne bakalım.
Bizzat şahit olduğum bir olayı konuya açıklık getirmesi için anlatmaya çalaşacağım.
Kesin olarak hatırlayamadığım bir tarihte Kayseri’ye bir dostumu ziyarete gitmiştim. Hal hatır, hoş sohbetten sonra ev sahibi kardeşimiz:
- Bir komşumuz var. Kendisi şu anda ölüm döşeğinde. Hayatı hiç İslam’a uygun olmamasına karşın inancımızın gereği ziyaretine gitmem gerekir. Gelin beraber gidelim dedi.
Ömrü boyunca içki, kumar bilhassa tavla oyununun müptelası olarak ömrünü geçiren komşusunun yanına vardık. Gerçekten ölmek üzereydi. Arada bir ellerini kaldırarak anlaşılması güç bir şeyler söylemeye başladı. Söylediklerine kulak verince “şaşı, beşi” gibi sözlere benzer bir şeyler söylediği anlaşılıyordu. Bunu duyan aile ve çevresi buruk ama memnuun bir ifadeyle:
- Görüyor musunuz, kelimeyi şehadet getiriyor. İmanın kimde olduğu belli olmaz der gibi yüzüme baktılar. Sevinmişlerdi. Sonra hastanın el hareketi ile sözleri iyice netlik kazanmaya başladı. Eliyle zar atıyor, diliyle de “şeş-beş” diyordu. Hayatta çok kullandığı sözlerle ve el hareketlerini yaparak ölüyordu...
“Allah’ım! Ahiretin hayrını engelleyen herşeyden Sana sığınırım. Ölümüm hayrını engelleyen hayattan Sana sığınırım! Amelin hayrına mani olan kuruntulardan yine Sana sığınırım.” (Amin)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Şubat 2006       Mesaj #38
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çizginin Bittiği Yer


HEPİMİZ aynı yöne koşuyoruz. Var gücümüzle. Yanımızda günahlarımız, sevaplarımız.

Çünkü hayat, hep aynı yöne doğru sürdürülen bir koşudur.
Koşu biter; biz biteriz, koşu biter...
• • •
Dünyaya ölmeye gelinir.
Yaşanmaya gelinseydi, koşunun sonu hep yeni yaşamalara çıkardı. Koştukça hayata yaklaşır, bitmeyen ömürleri tekrar tekrar yakalardık.
“Her fâni ölümü tadacaktır...”
Koşuların, hedeflerin, bitirişlerin son soluğunda ölümü tatmak var...
Geldik, gideceğiz... Çare yok. Giderken doğduğumuz günkü gibi saf, temiz ve haramsız olabiliyor muyuz? Kazanç budur. Zor olan, imkânsız görünen budur. Ve inanmak, imkânsızı başarabilme gücü, azmi ve kuvvetidir.
İnanmak, dolu dolu yaşamaktır.
• • •
Aylardan ne, günlerden hangisi, ayın kaçındayız?
Dün kimler göçtü, bugün kaç kişi uğurlandı, yarınlar kimleri çağırmada? Dünler, bugünler ve yarınlar, bizleri hem çağıran, hem uğurlayandır.
Dünler de bitiyor.
Dünler de koşmakta idi bizim gibi... Demek, “dünya zamanı” da ömürlü. Bugün, dünün bittiği çizgi. Bugün ancak yarının sınırına kadar yaşayacak...
Zaman bile sonsuz değil, mekân bile.
Ve insan, zaman ve mekân ile birlikte eskiyor, koşuyor, tükeniyor.
• • •
Zaman, mekân ve insanın benzerlikleri kaderlerinde. Üçü de bitişe hizâlı ve hızlı.
Güneş her sabah bir başka zemine doğuyor; bir gün daha yorulmuş olarak, yorulmuş bularak... Bütün büyümeler sona doğrudur. Kâinat bile büyümekte ve kaderine koşmakta.
Demek ki, yaratılmışların tamamı ölüme yönelik...
Bu ölümde, beraberlikler ve büyüklükler olmalı...
Şair ne kadar haklı.. “Ölüm bunca güzel olmasaydı, Efendimiz ölmezdi...”
• • •
Ölüm bunca güzel olmasaydı, güzeller ölmezdi...
Giden, gitmeyi hak edebilmeli.
Dünyaya yaşamaya gelmek; ölüm varsa, yalandır, yanlıştır...
Çiçekler ölüyor, kuşlar ve ağaçlarla birlikte... Ekinler ölüyor, yamaçlarla, dağlarla beraber... Gün gelecek, ân gelecek, ölüm bile ölecek... Zaman, mekân ve insan ile birlikte.
Ölüm, “ölecekler” tükenince ölecek.
Çünkü, kâinat çapında bir görev sona ermiş olacak.
En son, en başa kardeş olacak.
Sonsuz büyüklükte bir aynaya bakar gibi, en son, en başı; kendini görecek...
• • •
Ölüm “kötü son” değil. Sürpriz netice değil.
Ölüm, koştuğumuz ve ulaştığımız tazeliktir...
Ölümün bir adım ötesi yenilik.
Ölümde konaklamadan ölümsüzlüğe varılmaz.. Ölümde dinleniriz. Ömür boyu süren yorgunluklar orada üstümüzden atılır.

Yaradana ve İki Cihan Efendisi’ne (asm) yorgunluksuz kavuşuruz...
Yepyeni!... ?




Gürbüz Azak
Son düzenleyen Blue Blood; 20 Şubat 2006 08:55
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Şubat 2006       Mesaj #39
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ne kadar yaşayacağınızı bilmek ister misiniz?
Korkmayın!
Bu sadece bir oyun...

http://www.deathclock.com/
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mart 2006       Mesaj #40
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Size de olur mu bilmem ; her ölümün ardından yaşamın pesine düşerim ben...Yakın bir dostu toprağa verir vermez, kabrinin çiçekleri kurumadan daha, ihmal edilmiş kapıları çalar, özlenip gidilmemiş adresleri ararım; eski dostlukların tozunu alır, cam gibi parlatırım. İşi gücü boslar, gecikmiş hal hatır sormaların, dar günde omuz omuza durmaların kapısını aralarım.

Hele erken ölüm...

Tuhaftır, yitirilmiş ortak dostların ardından `sesini duymak istedim` telefonları gelir es dosttan da...`hadi kaçıp bir şeyler içelim` davetleri, `sana gecen gün haksizlik ettim` itiraflarına dönüşür; gecikmiş günah çıkarmalar, samimi özeleştiriler, sıcak dokunuşlar getirir ardı sıra... Anlarım ki herkes benim gibi paniktedir. Bir musalla tasının ogukluguyla ürperir yalnız kalpler ve ısınmak için hayırsız sevdalara koşulur, gündelik telaşta kırıp döktüklerini tamire çıkarır insanoğlu...

Ölüm, yaşamı öğretir bize; döverek sevmeyi belleten hoyrat bir anne gibi... sevgi doğurur ecelinden... Kalbinize yakın bulduklarınızı çantada keklik sanmayın. Sıkıca asilin onlara, tıpkı hayata asıldığınız gibi... Çünkü onlarsiz hayat da anlamsızdır. Hayatinizi asla aşka kapatmayın. Aşkı bulmanın en kısa yolu, aşık olmaktır, korumanın en iyi yolu ise ona kanat takmak... Hayati çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın. Hayatin bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Dün tarih oldu...Yarin bir sır... Bugünün kıymetini bilin.

Benzer Konular

16 Haziran 2011 / ThinkerBeLL Türkiye Cumhuriyeti
17 Eylül 2010 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Din/İlahiyat
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji