Arama

Ölüm - Sayfa 5

Güncelleme: 1 Aralık 2018 Gösterim: 63.679 Cevap: 198
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mart 2006       Mesaj #41
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜLERİN HAYKIRIŞI

Sponsorlu Bağlantılar
Prof. Dr. Alaaddin Başar


DÜNYAYA gelmezden önce, bilemezdik, hangi erkeğin sülbüne geçeceğimizi, hangi hanımın rahminde büyüyeceğimizi. Şimdi de bir başka cehalet tablosuyla karşı karşıyayız. Üzerinde seyahat ettiğimiz bu dünyadan, berzah alemine hangi vasıta ile göç edeceğiz? Bu yolculukta trafik kazasına mı bineceğiz, kalp sektesine mi? Hangi hastalık bizi ölümün eşiğine getirip, ölüm meleğine teslim edecek? Beşer olarak bu sorumuza cevap vermekten son derece aciziz.

Azrail (a.s.) her gün üçyüzbini aşkın insanın ruhunu kabzediyor. Her gün bir deste insan, bir bağ beşer kaldırıyor bu dünyadan. İçinde ihtiyarı da var, genci de... Zengini de var, fakiri de, Hepsinden de önemlisi, içinde salihi de var, fasıkı da.. Mü’mini de var, kâfiri de...
Bu bağ ve desteler bize şunları haykırıyorlar:
“Ölümde herkes eşit... Bir gün de siz biçileceksiniz. Dikkat edin ve gafil yakalanmayın. Ölüm meleği sizi isyan üzere bulmasın.
Kendinizi sefahate değil, taata, ibadete kaptırın. Gözünüzü başkasının şusuna busuna değil, kendi ebedi hayatınıza dikin; onu düşünün, onun için birşeyler yapmaya gayret edin. Hayata gözünüzü dört açın ki, ölürken rahat kapayabilesiniz. Ölümünüz, vazifesini hakkıyla yapan bir askerin, kışlasını terki gibi olsun; yahut, imtihan kâğıdını doğru cevaplarla dolduran bir öğrencinin sınıftan çıkışına benzesin.

İhtiyarladığınızda sizi artık taşıyamayan ayaklarınızı eskimiş ayakkabılar gibi seyredin. Ağrılı sızılı bedeninizi yırtık elbise olarak değerlendirin. Bunlara fazla önem vermeyin. Yeter ki siz eskimeyin, ruhunuz dinç kalsın; bedeniniz yıprandıkça gönlünüze fer gelsin, kalbiniz kuvvetlensin...
Gönlünüz iman ve ibadet ile güçlü olursa, elbisenizden tamamen soyunacağınız o son günde sıkıntınız az olur. Kalbinizi ne kadar az şeye bağlarsanız, dünyadan kopmanız o kadar kolay olur.
Bu sizin elinizde.. Lakin tatbikatınız bu yolda değil. Ölümü düşündükçe dünyaya daha fazla sarılıyorsunuz. Ondan ayrılmanız, ruhunuza her geçen gün biraz daha zor geliyor. Bilmeden kendi kuyunuzu kendi elinizle kazıyorsunuz.

Halbuki bu kabir alemi, öyle pek korkulacak gibi değil. Aksine, dünyadan çok daha güzel. O alemden bu aleme sağlam doğabiliyor musunuz, gerisini hiç düşünmeyin. Buraya berzah alemi demeleri boşuna mı? Berzah, yani perde... Dünya ile ahiret arasında bir geçit, bir köprü... Mü’minler için dünyadan daha güzel, Cennetten daha geri... inanmayanlar için ise tam tersi.. Dünya’dan daha elim, cehennemden daha ferah.. Bir bakıma ilkbahar ve sonbahar gibi.. Bu mevsimler de birer perde değil mi? Birisi kış ile yaz arasında, diğeri yaz ile kış arasında...
Fırsat elinizde iken kabrinizi orada güzelleştirmeye bakın. Öyle çalışın ki, bu alem sizin için seher vakti gibi olsun, akşamın alaca karanlığına benzemesin...
Biz bütün fırsatları kaybettik.. Artık ne elimiz bizim, ne de dilimiz... Gafletinizi gördükçe, size bir şeyler söylemek, ondan da öte bir şeyler haykırmak istiyoruz. Ama artık ne dudaklarımızla, ne dilimizle, ne ses tellerimizle ve ne de hava tabakasıyla bir alakamız kalmadı... Şimdi bedenimiz, aslı olan toprağa rücu etmek üzere çürümeye terkedilmiş durumda.. Artık istesek de ayaklarımızı hak yola bir adım olsun attıramayız. Bir gün siz de bizim gibi olacak ve ömrünüzü daha iyi değerlendiremediğiniz için, ‘ah’lar çekeceksinin

Ölüm insana verilen cüz’i iradenin son sınırı. Ömür, nefes ve cüz’i irade... Çoğunun cenazesi birden kalkıyor. Artık bizim için bu üçü de çok gerilerde kaldı. Şimdi yaptıklarımızın karşılığını görmenin ilk durağındayız. Cüz'i irademizin acı ve tatlı meyvelerini burada tadıyoruz. Bize tanınan bütün fırsatlar şimdi son bulmuş durumda; Allah’ın mutlak iradesinin tam hükmü altındayız. O’nun lütfettiği kadar zevk alabiliyor ve yine O’nun irade buyurduğu kadar azap çekiyoruz. Bu alemden mahşere yine O’nun iradesiyle çıkacak ve kendi keyfimizce değil Allah’ın ceberutiyeti altında hesabımızı vereceğiz.
Biz mahşeri bekliyoruz, siz ölümden kaçıyorsunuz; ne garip değil mi?
Ölüm sizin önünüzde duruyor, bizim ise çok gerilerimizde kaldı. Yine de siz bize acıyor, bizim için elem çekiyorsunuz.

Bedenlerimizi terkedeliberi, kâinatla ve ondaki hadiselerle, sıkıntılarla hiçbir alakamız yok. Artık, dünya bizim için dönmüyor... Ne kışın soğuğu, ne yazın bunaltıcı sıcağı bizi ilgilendirmiyor.. Onlar hep bedenimizle alakalıydı. Şimdi, ayrı apayrı bir iklimdeyiz.. Bu da nasıl bir alem demeyin.. Düşünün bir kere: Şu anda sizde iki ayrı zevk ve elem iç içe değil mi? Eliniz iğneden incinirken, gönlünüz kötü sözden yaralanıyor. Mideniz lokma ile doyarken, aklınız ilimle, kalbiniz imanla tatmin oluyor. Misalleri çoğaltabilirsiniz. İşte, o bedenle ilgili zevk ve elemler bu alemde yok artık. Ama ikincisi, daha ileri derecesiyle burada hakim.. Ruhlar şimdi daha çok lezzet alıyor ve daha fazla elem çekiyorlar.

‘Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.’ Hadis-i şerifini duymuşsunuzdur. Bizler bu alemde, o Hadis-i şerifin m******* yaşıyoruz.
Size ilk ve son tavsiyemiz: Ömrünüzü öyle geçirin ki, kabrinizi bir küçük Cennet olarak bulabilesiniz.” ?

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #42
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ölüm Gerçeği

Sponsorlu Bağlantılar
Selim Gündüzalp


Ölüm Gerçeği


İnsanoğlu binlerce yıldan beri ölümü yok edemedi. Onu öldüremedi. Her gün, dünyaya veda eden ortalama 300.00 kişinin şahitliği bize bu ölümsüz gerçeği hatırlatıyor.
Çok azımızın özlediği, çoğumuzca istenmeyen ölümden hiçbirimiz kaçamıyor. En kudretli devlet başkanları, en yiğit savaşçılar bile onun karşısında boyun eğdiler. En bilgiç doktorlar kendilerini kurtaramadılar. Ne ilkçağın ölümsüzlük şurupları, ne de günümüzün en modern tıp teknikleri hayatın bu amansız takipçisiyle baş edemiyor. Bütün insanlara eşit davranan ölüm; mevkî, meslek, servet, şöhret, ırk, din, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeden bütün kapıları çalmaya devam ediyor.
Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Ölümün de bir nimet olduğunu anlıyoruz. Gerçekten öyle. Eflâtun ona "nimetlerin en büyüğü" derken, hiç de haksız olmayan bir hükmü dile getiriyor olmalı.
Aslında ölümü kendimize biz düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve düşüncelerimizi kırk-elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için ölümü tatsız kılıyor. Sonsuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, birgün işlemez olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek sevdaların, ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Herşeye endişeyle baktıran, hayatın tadını kaçıran bir bocalama.
Ebediyet arzusu; yaratılış toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler bize huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir hayatın formülünü arıyoruz.
Antropoloji, arkeoloji gibi disiplinlerle desteklenen insanlık tarihi, insandaki ebediyet arzusunu açıkça ortaya koyuyor. Tarihçi ve sosyal ilimci Richard Cavendish, insanların eskiden beri bazı tabiî olaylardan hareket ederek âhiretin varlığına dair bazı işaretler çıkardıklarını anlatıyor. Kışla bahar, med ve cezir, geceyle gündüz, güneşin batışı ve yeniden doğuşu, ayın büyüyüp küçülmesi, ipekböceğinin kelebeğe dönüşmesi, çağlar boyu insanlığa öldükten sonrasının da var olduğunu ihtar ederek, ebediyet arzusunu tatmin edegeldi. İlkçağda Mısırlılar güneşi, Yunanlılar da kelebeği âhiretin sembolü olarak kullanıyorlardı. Aztekler de âhiret hayatını sembolize etmek için güneşi kullandılar. Hindular ise, solan çiçekleri dirilişin sembolü olarak görüyorlar. Ölüm sonrasına dair araştırmalarıyla tanınan Elizabeth Kübler-Ross, ölmesi kesin hastaların ekseriyetle kelebeği kendileri için yeni bir hayatın müjdecisi olarak gördüklerini belirtiyorlar.
İnsan ruhu sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün semavî dinler ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren yüzünü aydınlığa çeviriyorlar. Ölümden 190 yerde söz edilen Kur'ân-ı Kerim'de, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle ilgili.
Bediüzzaman?ın çocukluğunda kendi nefsine dediği bir imtihanı, biz de şahsımız için uygulayalım. Bediüzzaman kendi hayaline, saltanatlı bir milyon sene dünya hayatı ile zahmet içindeki ebedî bir hayattan hangisini tercih edeceğini sorduğunda, "Zahmetler içinde de olsa, bâki bir hayat isterim" cevabını alıyor. Onun buradan hareketle çıkardığı hüküm şöyle:
"Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidattandır ki (kabiliyet) insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârı ve ebedî saadetlerin envaına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş (yaratılmış) ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhânedir ve âhiretine bir intizar (bekleme) salonudur."
Eski Yunan ve Roma felsefesiyle beslenerek boyutları belirmeye başlayan maddeci anlayış, ölümün yorumunu da değiştirdi. Her düşünceye, her hükme şüpheyle bakan ve gözün görmediğine inanmayan bir yaklaşımla, ebedî bir hayatın varlığı da inkâr edilir oldu. Nitekim zamanla bir din hüviyetine bürünen ve görülenden ötesini reddeden pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, "Ruhu ve ebediyeti aramak, insanlığın tekâmülü içindeki çocuksu bir merhalenin ürünüdür" diyordu. Âhiret inancı "isbat edilmediği için" inkâr edilince, yerini ölümün bir son ve hiçliğe açılan bir kapı olduğu "inancına" bıraktı. Diğer yandan, kapitalizmi besleyen Protestan ahlâkını benimseyen insanlar da, öbür dünyadaki mevkiin, bu dünyada ne yolla olursa olsun en üst seviyeye ulaşmaya bağlı olduğuna inanıyorlardı.
Batıda bilhassa son iki asırda ortaya çıkan ve daha ziyade bir kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal hareketliliğin ebedî hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor olmamalı. Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını -ve Batı düşüncesini benimseyen dünya insanlarını- birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara yeni bir kapı açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan, kurtuluşu intiharda bulan insanlar görüldü. Eski Yunandaki sofestai düşünce "nihilizm" kılığına bürünerek yeniden ortaya çıktı. İnsanın zaten yok olduğunu, yok olan birşeyin bir daha yok olamayacağını telkin ederek, âdeta ölümün verdiği ıstırabı, dehşeti hafifletmek istiyordu.
19. Asır şiirlerinde sonsuzluk iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık konu edilir. Yok olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile gelir. Fakat, korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî oyuncaklar formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir. Huzur, istatistik rakamlarındaki büyüme alâmetlerinde aranırken yeni yeni oyuncaklar piyasaya sürülür. Radyo, sinema, otomobil, televizyon, bilgisayar oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve uyuşturucu gibi "unutma" âletleriyle ne dünü, ne yarını hatırlamamaya çalışır. Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok olmaktan kurtulmuş olacağı ümitleriyle tesellî bulur.
Bediüzzaman, Batı felsefesinin temellerini ve tezahürlerini eşsiz bir vukufiyetle incelediği "Beşinci Nota"sında, Batının o günkü hâlini, yine ona seslenerek şöyle tasvir eder:
"Senin karanlıklı dehan nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş (çevirmiş). Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceyi ısındırmak için yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sûrur ile (sevinçle) beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hâllerinden eblehâne (ahmakçasına) gülüp eğleniyor. Herbir zîhayat (canlı) senin şakirdlerin nazarında zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhâne-i umumiyedir (bir umumî matem yeridir). Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardır."
Fakat asrımızın ilk yarısında yaşanan iki dehşetli savaş, insanlığa unuttuğu bazı şeyleri hatırlattı. Dünya hayatının gelip geçtiğini, medeniyet fantazilerinin kalıcı olmadığını gösterdi. Ebediyet arzusunu yeniden uyandırdı. Fânî mahbublara gönül bağlamayan fıtrî ?aşk-ı insanî? yi kış uykusundan kaldırdı. Artık yavaş yavaş bu uyanışın tezahürlerini görmeye başlıyoruz. İstatistikler, Batı ülkelerinde âhirete inananların günden güne arttığını gösteriyor. Life After Life gibi, ölümden sonrasıyla ilgili kitaplar ?en çok satanlar? listesinde yer alıyor. Milyonlarca insan, ruhun bedenden ayrı yaşayabileceğini telkin eden deneylere girişiyor. Bir LSD araştırması, uyuşturucu kullananların bir kısmının da, benzeri bir maksat güttüğünü açığa çıkardı. Ayrıca tıpta sağlanan ve hayatta kalma müddetini uzatmaya yönelik gelişmeler, vücut sağlığını korumayı hedefleyen çeşitli metodların gördüğü rağbet, ebedî hayat arzusunun yaşadığımız dünya dışına çıkamayan tezahürleri olarak nazara çarpıyor.
Büyük mütefekkir Muhammed İkbâl'in yıllar önce söylediği gibi, yıkılan dünyanın küllerinden yeni bir âdem ve yeni bir âlem çıkmaya hazırlanıyor. Son birkaç asırda dünya imtihanında felsefesinin sözlerine kulak veren insanlık, görmediğini inkârın kendi yaratılışıyla çelişmesi sonunda yaşadığı kaosu aşmak için ilâhî vahye yöneliyor. Hayatı yeniden keşfediyor. Ölümün, yaratılışın gerek ve gerekçelerini hatırlattığı ama dehşet vermediği huzurlu bir hayatın eşiğine adım atıyor.
Perspektifi dünya genelinden alıp, bir de kendimize çevirelim. İmtihan sırrı, hepimizi bir tercihle karşı karşıya bırakıyor. Âhireti kabul veya reddetmek elimizde. Ölümü bütün dostlarımızdan, sevdiklerimizden, herşeyimizden bizi ayıran bir darağacı veya gelmiş geçmiş bütün dostlarımızla yaşayacağımız bir hayata açılan kapı hükmüne getirmek bize bağlı.
Âhiretin varlığını öldükten sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu netice vermeyecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak, ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor. İşte o zaman ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa çürümeye, unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah'ın emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak haline gelecek. Ancak bu sayede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk katacak.
Yoksa şu perişan dünyada başıboş insanlar arasında, meyvesiz bir hayatta, sahipsiz, koruyucusuz bir şekilde bütün dünyaya sultan olsak kaç para eder? Bütün dünya saltanatı bize verilse, hergün dünyaya veda eden yüz binlerce şahidin bize verdiği "yok oluş" endişesinden gelen elem ve acıyı kaldırabilir mi? Elbette kaldıramaz. İşte bundan sonraki sayfalarda yer alan yazılar bu arayışın ve seslenişin bir ifadesidir.

nedime86 - avatarı
nedime86
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #43
nedime86 - avatarı
Ziyaretçi
Msn Rose kimine çok uzak görünsede aslında hepimize bir nefes kadar yakındır ölüm ne kaçışı nede çaresi vardır bunun . ama ben bunun bir son olduğuna inanmıyorum herçek yaşam ruhumuzun bedenimizden çıktığı an başlar çünkü o zaman ne yalanın yeri olucak hayatımızda nede sahte geçiçi bir yaşam işte asıl güzellikler ondan sonraaaaMsn Brokenheart
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #44
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜM ÜZERİNE NOTLAR


"Kimse doğrudan güneşe ve ölüme bakamaz"
Rochefoucalt


Bugün iyi birşeyler yapın. Mutlu olabilmek için sebep bulabilirseniz mutlu olun. ama yürek dolusu. Dudak kıvrımlarına biriken sahte gülümseyişlerle değil. Yazık ki o hep orada: Mutluluğa gölge düşüren süregen sebep.


"Nereden geldim?" sorusuna verilen kaçamak yanıt içinde barındırdığı bilinmezlikten kaynaklanan korkuyu "Nereye gidiyorum?" da dozunu arttırarak devam ettirir. İlkinde "Leylekler getirdi, sepette bulduk" şeklinde mizaha bürünmüş bilinmezlik, diğerinde "öte yana göçtü" deki ürpertici gerilime bırakır yerini.

Bu tür bir algılayışın altında yatan temel neden varlığın fiziksel son buluşundan sonrasının tam bir bilinmezliğin egemenliği altında olmasındandır.

Bu yüzden büyük bir kumar oynar insan: Ya fiziksel sonlanışın ardından gelen bir başka yaşam varsa diye. O yüzden elindekinin tümünü ölümden sonrası için oynar: Kazanması halinde elde edeceği büyük ödüller vardır. Kaybetmesi halinde ise sadece ortaya koydukları. Böyle müthiş getirisi olduğu varsayılan bir oyun oynanmaya değmez mi?


İki dinginlik noktası var: Doğum ve ölüm. Dinginlik sonu gelmez bir sessizlik ve huzuru çağrıştırıyor. Günün birinde "... çocuk doğar". Emekleyerek tırmanır tepeleri zirveye varmak için. Oysa tepeye vardığında iş işten geçmiştir. Heyecanla, ne olacağını bilmeden, kendini tepenin öte yanında buluverir. aman tanrım ne kadar da mutlanmıştır. Nereden bilsin zavallı ademoğlu kendini ölümün kucağına attığını. Ölümün kara-kuru kollarında sallanır durur. Pis bir koku, kulak tırmalayan bir ses ve iliklerini kemiren beynini deşen kahrolası karanlık.

Çok şeyin yanıtını şimdi biliyordur. Artık leyleklerde yalandır sepette. Zaten bunca zamandır öğrenememişsen zevk anlarının ürünü olduğunu ahmağın birisin sen ve inan başına gelenleri hak ediyorsun demektir. Bir tek gerçek vardır: yürek burkan, yüz ekşiten, dudak büktüren ö.l.ü.m.


Kahkahasını duymak istersiniz. Arasıra kolunuza sürtünmesini, omzunuza çarpmasını istersiniz. Ürpermek, monoton yaşamınıza zevk katmak için. Çünkü o, yaşama renk katan gerilimin kaynağıdır. Ölüm anı, ölüm sonrasının bilinmezliği; kısacası bir gizemdir bizleri ayakta tutan.


Her sürecin sonu, onun amcıdır. Yaşamın ise iki amacı var. Birinci süreç doğumdan biyolojik varoluşun doruğuna kadar olan zaman, diğeri ise ölüme değin geçen zaman. Yaşamın bu iki parçadan oluştuğunu bilenler için, ilk sürecin amacı çoğalma, anlamlandırma ve coşku anlamlarına gelirken; ikinci sürecin amacı, herkes içim ölümdür.


Bu süreçleri kesintiye uğratmak, her anlamda, normalliğin dışına çıkışı ifade eder.

Nefesini ensenizde duyunca vazgeçersiniz, nasıl da yakıcıdır. İpin ucuna bağladığınız taşı elleriniz kendiliğinden çözer. Boynunuzdaki urgan kendiliğinden koğar. Nefes almaz ciğerleriniz ve ne kadar zayıf olsa da vücudunuz taşlaşır birden. Bıçak kemiğe dayansa, eğilir.

Tepenizde bütün iğrençliğiyle sırıtan cellat sizi hala öldürmemişse, tek nedeni sadist benliğini doyuramamış olmasındandır. az sonra etrafınızda bir sis bulutu bırakarak çekip gider.


Mavi olduğundan söz açılan bu küre üzerinde ölümle flört bitmeyecek gibi. Siyah cüppeli ajan hep aklında kalacak.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #45
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
biliyorum ki; ölümü de seveceğim!
Biliyorum ki Ölümü de Seveceğim

R. Ranuna

“Hepimiz ölümü kendimizde taşırız, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi...”

RİLKE

Cenaze teneşir tahtasına konmuş, bekleşiliyordu. Kimse yıkamaya yanaşamıyordu.
Kaynayan kazanlardan çıkan suların buğusu, soğuk atmosfere ürpertili bir sıcaklık aşılamaya çalışıyor gibiydi.
Cenazenin etrafını çepeçevre saran kalabalıktan hiç ses çıkmıyor,
sadece evden en içten melodileri bile yavan bırakan bir- iki kadının hafif ağıt sesleri etrafa yayılıyordu.
Dramatik, ağlamacıl, içli ve ürpertili bir ağıt.
İçten kopan fırtınaların dışa yansımasına yol veren insanın kılcallarından sıcak, acı damlalarını damıtan bir ağıt.
Oğlunu kaybeden bir annenin feryadı gibi...

“Ölüm, alıp götürdü düşlerimi güzelliğin ülkesine.

Ben işte böyle tanıdım ölümü; tanışınca ağlatan ölümü...”

Cenazenin yüzündeki hafif pembelik, beyazlıklar içinde ona ayrı bir albeni vererek güzelleştiriyordu.
Ölen gençti, zeki idi. Altı yaşında Kur’ân öğrenmiş, küçük yaşlarda câmide ezan okuyarak müezzinlik yaparak,
mahallenin ve câmi eşrâfının sevgili küçüğü hâline gelmişti.
İlk ve orta öğretimini başarıyla bitirmiş, başladığı lise öğreniminin başında takdir almıştı.

“Acıdır bütün ayrılış kelimeleri, acıdır ölüm.”

Fakat garip bir yanı vardı. Yerinde duramıyordu.
Sürekli hareket hâlindeydi; koşuyor, oynuyor, konuşuyor, okuyordu.
Bin dokuzyüz yetmiş dokuzdan bin dokuz yüz doksan iki ye kadar süren bir ömürdü bu...

“Biliyorum yaklaşıyoruz her an. Biliyorum oruçlu doğar insan, ölümün iftar sofrasına.”

Şimdi ise suskun, boylu boyunca uzanmıştı. İnsanın inanası gelmiyordu.
Bir rüya gibi, sanki kalkacak, şaka yaptığını söyleyecek,
yine sevimli yaramazlıklarını sürdürecekti.

“Bir akşam en yakın arkadaşımda güle düşen yağmur gibi ölüm.”

Olmadı, kalkamadı. Artık şaka yapmıyordu. Yüzündeki vakur ifade kararlı olduğunu gösteriyordu.
Sular kaynadı bekleşme sürdü.

“En güneşli günde ayrılır yollar. Aşk çiçeğini olgunlaşmadan yiyen bir kurt var.
Her kapıyı ölüm açar, ölüm kapar...”

geliyor dediler, işaret edilen yere çevrildi gözler. Orta yaşlı,sakalları bütünüyle aklaşan biri geliyordu.
Sakin sakin yürüyordu. Gelişi de öyle oldu. Oradakileri esenledi. Ölüye yaklaştı.

Avuçlarını ölünün yüzünde gezdirdi. Geriye döndü, en yakınındaki gence işaret etti, ceketini çıkarıp uzattı, kollarını sıvadı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm”

Ölüye ilk su ondan döküldü. Sakallarından süzülen yaşlar ölünün üzerinde hafif damlacıklar oluşturuyordu.
Ölü sanki gözyaşı ile yıkanıp, göz yaşı ile sarmalanıyordu.
Köpüklerle her taraf ustaca ve özenle bezeniyordu. Gözlerinden sessizce süzülen yaşların sahibi,
bir ara eğildi ve genç ölünün yanaklarından, alnından öptü.
Beyaz sakalı sabun köpüğüyle daha da beyazlaştı, aklaştı.
Karşıda duran gözlüklü adamın gözlerinden, genç ölünün üzerine dökülen su mîsalî yaşlar süzülüyordu.
Kolay değildi, on dört yıllık vazgeçil mez dostunu kaybetmek.

“Öldü, kim ısıtır artık onun ellerini ?!

Suların aynasında üşüyen ellerini

Suların saygısıyla üşüyen ellerini...”

O ise, ısıtıyordu onun ellerini; yıkıyor, öpüyor ve yıkama eylemi bu ikilem arasında sürüp gidiyordu. Ölünün yüzündeki, saçlarındaki beyazlıklar suyla birlikte yok oldu. Ortaya bembeyaz bir yüz ve simsiyah bir saç çıktı. Genç ölü hafif buruk bir tebessümle, kendini yıkayan beyaz sakalları köpükle kaplı orta yaşlı adama kendisini suyla ve göz yaşıyla yıkadığı için sanki teşekkür ediyor,saygı sunuyordu.

“Bir ölü ayağa kalkarsa, sonra yürürse alana, sonra konuşursa yürekten, yürürse buz tutmuş ellerini ovmadan ve ölüler susarsa...”

yüzlerce göz kırpış, nefes alış- veriş bitmiş, atan nabz, çarpan yürek, yürüyen ayak, konuşan dil susmuştu...

Biliyorum ki ölümü de seveceğim; ölüm sevdiklerimi alıp götürdükçe.

Ben de ölümü seveceğim; biliyorum ki ölüm beni de alıp götürecek sevdiklerime.
__________________
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #46
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ecel gelince can bedenden ayrilir. Ten eski bir hirka gibi bir yana atilir.Topraktan gelen ten topraga, ezeli nurdan gelmis olan ruh da kendi yerine giderler.
Rubailer, 1210/ Mevlana
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2006       Mesaj #47
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Öncelikle tüm arkadaşlarıma merhaba. Ölümü en güzel anlatan ve Türk Sanat Müziğimizin bir klasiği olan "Dönülmez Akşamın Ufkundayız" şarkısının şiiri ile açmak istiyorum Evrensel Işık penceremi. Bu ay ölümü ve bize düşündürdüklerini anlatmaya çalışacağım, insanlık için kabul edilmesi en zor gerçek olan ölümü...
Kaybettiğimiz her yakınımız veya tanıdığımız bize acıyı tattırır. Paylaştığımız zaman dilimi ne kadar çok olursa bir canlıdan, hatta cansız maddeden ayrılmak bize o kadar zor gelir. Bazen paylaştığımız zaman dilimi azdır fakat o kadar yoğun duygu yüklü yaşanmıştır ki, yıllara değer. Bazılarımızın hayatın bir anında yaşadıklarını, tüm hayatları boyunca yaşayamayacak birçok insan vardır. Ben, yaşanan her anın değerli olduğunu bilen ve ona göre yaşayan birisiyim. Çevremdeki insanlara da bunu anlatmak istiyorum. Sonuçta hepimiz ölümlüyüz ve bu gerçek ile yaşamak zorundaysak yaşamın değerini bir an bile olsun unutmamalıyız. Çünkü hayatı bize anlamlı kılan, birgün sonlanacağı gerçeğidir.
Oysa yaşam şartları bize bu gerçeği o kadar güzel unutturmaktadır ki, ne yaptığını bile
bilmeyen, yaşama amacının ne olduğunu unutan kuklalar gibi olmaktayız. İnsanı diğer varlıklardan ayıran özellikleri unutan ve değerlerini kaybeden bir toplum yaşantısı içinde yaptıklarımızın doğru olduğu bilinci ile yaşıyoruz(!)
Yaşam sizce nedir?
Bu fiziksel bedenimiz, bir ucu mutfakta, diğer ucu tuvalette olan bir öğütme makinesi mıdır? Bedeniniz yok olduğunda geriye ne kalacak? İşte her ölüm bana bu soruları bir kez daha sorma ve unuttuklarımı hatırlama nedeni oluyor. Aranızda hiç cenazeye veya mezarlığa gitmeyen varsa, bir gün yakınını kaybetmeden bu ortamları görmesini tavsiye ederim. Sadece yaşam değil, ölüm de bize unutulmayacak dersler veriyor. Oysa biz her zaman ondan korkarız. Siz sonucunu bildiğiniz bir maçı televizyondan tekrarını izlerken korku veya heyecan duyar mısınız? Duymazsınız, o halde bu maçın da sonucunu bildiğimize göre bence ölüm hakkında çıkarabileceğimiz ilk ders "Ondan Korkmamak" olmalıdır. Bu duygu insan egosuna ve kendini koruma içgüdüsüne aykırı bir durumdur.
Hatta bu güdü içimize öyle yerleşmiştir ki sonun yaklaştığını bildiğimiz halde bizi bırakmaz ve sonuna kadar ayakta kalır. Bu sondan kaçış değil, içgüdüsel yapılan bir harekettir. Fakat çok ilginçtir ki bu içgüdü sayesinde pek çok kez de ölümden kurtulmayı başarabiliriz. Burada anlatmaya çalıştığım bu güdünün yok edilmesi değil, bir son gerçeği ile yaşamanın aslında ürkütücü algılanmaması gerekliliğidir. Dünyasal varlığımız bir dualite gerçeği ile sınırlı değildir. Fiziksel olarak belki evet ama varlık olarak hayır. Bu beden içinde dolaştırdığımız ruhumuz, eğitilmek ve öğrenmek için belki daha birçok kez bedenlenecektir. Yahya Kemal üstadın o güzel şiirinde de "Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle" demektedir. Bu düşünce bazı insanlar için bir kaçış yolu, bazıları için bir kabus, bazıları içinse asla olmayacak bir düşüncedir. Bazıları içinse bir dersi tekrarlamak değil, diğerlerine yardımcı olmak için gönüllü yapılan bir seçimdir. Bir daha gelişimde "şu olacağım" veya "bunu yapacağım" düşünceleri ise bence bir avuntudan öte bir şey değildir. Her uzay/zaman diliminde bu şansın yaşayan varlıklara tanındığına inanıyorum.
Bence alınacak ders için bir yaşam değil, bir an yeterlidir. Bakın ünlü yazar Jorge Luis Borges şiirinde bunu ne güzel anlatmış. Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama.
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar.
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı, asla. Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim, daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler, daha çok dağa tırmanır,
daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu. Hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten: Anlar sadece anlar
Sizde anı yaşayın.
Eğer yeniden başlayabilseydim.
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır.
Çocuklarla oynardım. Bir şansım daha olsaydı eğer.
Ama işte seksen beşindeyim ve biliyorum...
Ölüyorum.
Biliyoruz ve ölüyoruz, peki ne bekliyorduk hayattan ve neler aldık? Bu soruyu sorma cesaretini insan sanırım aslında ölüm karşısında ne kadar aciz olduğunu gördüğü an sormaya başlıyor. İşte bu nedenledir ki onunla çok yakınlaşan insanların hayata bakış açıları değişmektedir, hatta kişilikleri. Hayata daha sıkı sarılıp daha az kırıcı, daha çok paylaşımcı ve daha barışçı olmaktadırlar. Sonu hatırlamak, ölüm anını düşünmek burada bırakacaklarımızın neler olması gerektiği sorusunun yanıtını bize verecektir.
Dikkat edilecek olursa neleri bırakacaklarımız dışında birşeyden de bahsedemiyoruz, çünkü götüreceğimiz hiçbir fiziksel madde olmayacaktır. Bırakacağımız eserler maddi veya manevi uzunca bir süre yaşama şansına sahiptir. Hatta o kadar değerli bir eser bırakabilirsiniz ki on yıllar değil, bin yıllar boyunca değerini kaybetmeden kalabilir.
Bunun yanında duyacağınız manevi tatmin ve alınan derslerin de ruhsal gelişime katkıda bulunacağını ve tekrar doğuş yasası uyarınca tekamül yolunda atılan adımlar olduğunu söyleyebiliriz.
Sevgi yazarı Leo Buscaglia’ nın bir kitabında anlattığı öykü beni çok etkilemişti. Yazar ders verdiği sınıfa girer ve bir kompozisyon ister öğrencilerinden. Konu ise şudur: Bir ay ömrünüz kaldığını size söyleseler ne yapardınız? Gelen kompozisyonları sınıfta okur yazar. Herkesin bu konsantre zaman diliminde kendine göre yapmayı istediği hayaller vardır, fakat hiçbiri gerçekleşmeyecek türden değildir. Bu nedenle yazarımız sınıfa dönerek "Bunları yapmak için size birisinin ölüm zamanını mı hatırlatması gerekiyor, niçin hemen şimdi bu dileklerinizi gerçekleştirmiyorsunuz?" diye sorar. Çünkü hayatta hiç kimsenin yarına canlı olarak girme garantisi yoktur ve gerçekten "Ölüm bize şah damarımızdan daha yakındır". O zaman şöyle diyebilir miyiz? Bir maça çıkıyoruz, sonucu belli, fakat ne zaman biteceği belli değil. Sizce zevkli mi? Bence evet. Her ne kadar bitiş süresini bilmediğimiz fakat sonucunu bildiğimiz bir maçın doğrudan içinde yer alsak da kimse bu maçı nasıl oynayacağımızla ve kurallarla ilgilenmiyor. İşte özgür irade burada. Seçimler bize bırakılıyor. Maç kimsenin ilgisini çekmeyecek kadar tatsız veya tüm dünyanın ilgisini çekebilecek ve hayranlık uyandırabilecek kadar zevkli olabilir. Seçimlerimiz bu zaman dilimini değerli kılacaktır. Fakat bazıları bu yaklaşım tarzını hatalı yorumlamakta, yaşamın sonuçta bir ölüm sunduğu, bu nedenle hiçbir beklenti olmaması gerektiğini düşünüp yaşam tarzını buna göre yönlendirmektedir. Bir şey alamayacağını düşündüğü yaşam için vermek de gereksizdir bu yaklaşımda. Bazıları ise bunu daha farklı yorumlar, maç süresince fiziksel dünyanın sunduğu zevklerden maksimum yararlanarak hayatı bir eğlence merkezi olarak görür. Bu iki yaklaşım ne derece doğrudur ve ne derece tatmin edicidir? Sizce bedensel istekleri bastırmak veya onları hayatın temel amacı yapmak ne kadar doğrudur? Yaşamda vermeden almak veya alamayacağını düşünerek vermemek… O zaman şu soruyu soruyoruz, ne için yaşıyoruz?
Bir dostum bana geçenlerde hayat felsefesini güzel bir anektod ile anlattı. "Bana hayatı hiç ciddiye almıyorsun, sürekli işin eğlenceli yönünü görüyorsun, olaylar üzerine takılmıyorsun, kendini sıkmıyorsun diyorlar. Beni hayatı ciddiye almamakla suçlayan bu insanlara ben de ‘Tam tersine ben hayatı sizden daha çok ciddiye alıyor ve önemsiyorum’ diyorum. Çünkü insanoğlunun ortalama yaşam süresi 70 yıl. Bu süre dünya tarihiyle karşılaştırıldığında aslında hiçte o kadar uzun bir süre değil. Bu süre içinde yaptıklarımıza bir bakın. Savaşıyor, kendimizi boş yere üzüyor, kısıtlıyor, söyleyeceklerimizi söyleyemiyor, hayallerimizi bile gerçekleştiremiyoruz.
Buna değer mi? Bu kısa ömürde birbirimizi kırmadan, hayatın tadını çıkararak yaşamak bence hayatı ciddiye almaktır." Bu dostuma katılmamak mümkün değil. Bizler burada kendi özgür irademizle hareket edebilen varlıklarız. Hayatı güzelleştirmek, güzel görmek ve insanları kırmadan yaşamak bizim elimizde. Bizler yaşamımızdaki her anı güzel kılmak için özgür irademizi kullanabilecek varlıklarız. Bunu yapma gücü elimizdeyse ve hayatımızın bir gün sona ereceğini de biliyorsak yaşamımızı buna göre düzenleyebiliriz.
Şimdi,ölüm anını düşünün, aklınız size hakikati öğretmemişse, inancınız sizi koruyamaz.
Ölüm anını düşünün, istekleriniz görevlerinizin gereğine uymuyorsa, sizin için ümit kalmaz. Ölüm anını düşünün, geride sizi unutturmayacak bir iyilik bırakmadıysanız, ömrünüz boşa geçmiş demektir.
Şimdi de yaşamınızı düşünün,
İŞTE ŞİMDİ ANI YAŞAYIN…
MUTLU VE GÜZEL ANI…
SINIRLI AMA, SINIRSIZ;
BİLDİĞİNİZ AMA, CESARET EDEMEDİĞİNİZ;
TEK OLDUĞUNUZ AMA, SÜREKLİ ÇOĞALDIĞINIZ;
SONSUZ VE UÇSUZ BUCAKSIZ ANI DUYUMSAYIN.
İŞTE ŞİMDİ BUNA HEMEN BAŞLAYIN…

Bu yazı, yaşamın her anını güzel yaşayan, ölümden korkmayan herkese ithaf edilmiştir.
IŞIK ve SEVGİYLE...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mart 2006       Mesaj #48
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜM ÜZERİNE

İnsanların çoğunun hayatı öylesine sefil, öylesine önemsizdir ki, öldükleri zaman herhangi bir şey kaybettikleri söylenemez.

Bu çeşit kimselerde, değerli bir nitelik taşıyan biricik yan,yani insanlığın genel özellikleri ise, onlar ölseler bile,
öteki insanlarda var olmaya devam eder.

Devamlılık, bireylerin değil, insanlığın bir özelliğidir. İnsana sonsuz bir hayat verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, en sonunda karakterinin değişmezliği ve sınırlı zekasından ötürü, öyle bir yeksenaklık duygusuna kapılacak ve öyle tiksinecekti ki, sonunda hiçliği tercih etmek zorunda kalacaktı.



Bireyin ruh ölümsüzlüğünü istemek, bir yanılgıyı sonsuz olarak tekrarlamayı istemekle birdir. Çünkü aslında her birey, özel bir yanılgı,zavallı bir şey ve varolmaması gereken bir varlıktır. Ve hayatın gerçek amacı, bizi bundan kurtarmaktır. Bunu açıkça gösteren şey, bir çok insanın, hatta bütün insanların, hayal ettikleri bir dünyada olsalar bile, mutluluğa ulaşamayacak bir biçimde yaratılmış olmasıdır.

Hayal ettikleri bu dünya, düşkünlük ve acıdan sıyrılmış olsa, can sıkıntısının avucuna düşecekler ve can sıkıntısından kaçabildikleri ölçüde de düşkünlüğe, acılara, sıkıntılara yeniden yöneleceklerdir. Demek ki, insanı daha iyi bir duruma ulaştırmak için, onu daha iyi bir dünyanın içine yerleştirmek yetmez; asıl yapılması gereken iş, onu tepeden tırnağa değiştirmek ve o ana kadar ne ise, artık öyle olmamasını sağlamaktır. Bütün hayat etkinliklerinin sona ermesi, bu etkinliği sürdüren gücün bir yük altında kurtuluşu gibi görünüyor. Ölülerin yüzlerinde görülen o yumuşak durulmuşluk, belki de bunu dile getirmektedir.

(...)

Köpeğinize bakın: ne kadar uysal, ne kadar uslu değil mi? Bu köpek, yeryüzüne gelene kadar, binlerce köpeğin ölüp gitmesi
gerekti. Ama bu binlerce köpeğin ölümü, köpek İdea'sına hiç dokunmadı bile. Bu İdea, onların ölümleri ile kararmadı.
Köpeğinizin, sanki bugün dünyaya gelmiş gibi canlı ve diri olması ve hiçbir zaman ölüp gitmeyecek gibi görünmesi bundan
ötürüdür. Onun gözlerinde, varlığında taşıdığı ölümsüz ilke yani archeus pırıldamaktadır.

Peki binlerce yıl içinde ölüm neyi ortadan kaldırdı? Ölüm köpeği ortadan kaldırmadı. Çünkü köpek, işte şurada gözlerinizin önünde
ve kılına bile dokunulmamış halde duruyor. Ölümün yok ettiği şey, bilincimizin güçsüzlüğünün, ancak zaman içinde algılayabildiği
biçimi ve gölgesidir onun.

(...)

Hayatın kısa rüyasına karşılık, sınırsız zamanın gecesi ne kadar uzun!

Arthur Schopenhauer
pasaklikedi - avatarı
pasaklikedi
Ziyaretçi
18 Mart 2006       Mesaj #49
pasaklikedi - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜM

Ruhun bedenden ayrılması olayı. Ölüm insan varlığı için bir âlemden diğerine intikal etmektir. Bu anlamda ölüm yok olmak değildir, kelâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ruh, suyun yaş ağaca nüfuz etmesi gibi bedenle iç içe olan latif bir varlıktır. Ehli sünnete göre ruh bâkidir, yok olmaz. İslâm bilginleri; Allah, Ruhlar öldüklerinde onları vefat ettirir" (ez-Zümer, 39/42) ayetini "cesetleri ölünce" şeklinde anlamışlardır.
Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Kur'an-ı Kerim'de ölümle ilgili pek çok ayet vardır. Bazıları şunlardır: "Her can ölümü tadıcıdır" (Âl-i İmrân, 3/185); "Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur" (el-İsrâ, 17/99); Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır?" (el-Enbiyâ, 21/34); "Yer yüzünde bulunan her canlı fanidir" (er-Rahmân, 55/26).
Allah'ın diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi şöyle açıklanır: "O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de dirimi de takdir edip yaratandır" (el-Mülk, 67/2). Ölüm ancak Yüce Allah'ın belirlediği zaman vuku bulur. Ölüm konusundaki kader yazgısı ayette şöyle ifade buyurulur: "Allah'ın emir ve kazası olmadıkça hiç bir kimseye ölmek yoktur. O, vadesiyle yazılmış bir yazıdır" (Âl-i İmran, 3/145).
Hiç bir kimsenin ölümden kaçıp kurtulma imkânı yoktur: "Binlerce kişinin ölüm korkusuyla beldelerini terkettiklerini görmedin mi? Allah onlara "ölün" dedi, sonra da kendilerini diriltti” (el-Bakara, 2/243); "Şöyle de: Siz evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine şüphesiz öldürülecekleri yerlere çıkıp giderlerdi" (Âl-i İmrân, 3/154); "Nerede olursanız olun, tahkîm edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız ölüm sizi bulur" (en-Nisâ, 4/78); Bir gün bakarsın ki, ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiş "işte bu, senin kaçıp durduğun şey" denilmiştir" (Kâf, 50/19).
Cenab-ı Hak gerçekte insan varlığına sonsuza kadar uzanan bir ömür takdir etmiştir. Ruhları dünya hayatından belirsiz bir süre önce topluca yaratmış ve onlara Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusunu yöneltmiştir. Kur'an'da ruhun başlangıcı ile ilgili olan bu olay şöyle belirlenir:
"Hani Rabbin Âdem oğullarından onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuş; Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da; Evet, (Rabbimizsin), şahit olduk"demişlerdi. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü; Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir" (el-A'raf 7/172). Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için hepinizi davet edip, dururken, size ne oluyor ki, Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin teminat almıştır" (el-Hadîd, 57/8). Bu söz alma, "elestü birabbiküm" sorgulaması sırasında veya insanlara akıl vererek delilleri değerlendirme gücü kazandırmak suretiyle olmuştur (Hasan Basri Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, İstanbul 1959, III, 1006).
Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek üzere doğum yoluyla gelen insan oğluna anne karnın da dört aylık cenin döneminden sonra üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış olur. Ruhun bedenden ayrılması ile de kabir hayatı başlar (bk. "Kabir" maddesi). Kıyamet koptuktan sonra da ahiret hayatına yeni bir yaşam için geçecek olan insan oğlu dünyadaki inanç ve amel durumuna göre Cennet veya Cehennemdeki ebedî hayatta yerini alacaktır. İnanç sahibi olup da amel eksikliği bulunanlar ise Cenab-ı Hakk'ın bileceği sürelerde cezalarını çektikten sonra Cennet tarafına geçebileceklerdir.
Hayatın bu gerçeği karşısında ölüme hazırlıklı olmak her insanın şiarı olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak her mümin için müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Lezzetleri yok eden ölümü çok anın" Nesâî ile Beyhakî bu hadise şunu ilâve etmişlerdir: "Eğer dünyada ölümü çok anarsanız, onu önemsemezsiniz; az anan ise onu çok önemser" (Tirmizî, Zühd, 4; Kıyâme, 26; Nesâî, Cenâiz, 3; İbn Mâce, Zühd, 31). Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder" (Tirmizî, Kıyâme, 24; Ahmed b. Hanbel, I, 387).
Hasta ziyareti sünnettir. Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet edilen merfû bir hadiste şöyle buyurulur: "Müslümanın müslümandaki hakkı altıdır. Karşılaştığın zaman selam ver, çağırdığı zaman davetine git, öğüt istediği zaman öğüt ver aksırdığı zaman elhamdülillah"derse "yerhamûkellah (Allah sana merhamet etsin)"de, hasta olunca ziyaret et, ölünce cenazesine git" (Buharî, Libâs, 36, 45; Cenâiz, 2; Nikâh, 71; Eşribe, 28).
Hastanın yanında okunabilecek bazı dualar hadislerde yer almıştır. Şu duanın yedi kere okunması müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir kimse eceli gelmemiş olan bir hastayı ziyaret eder ve onun yanında yedi kere; "Eselüllâhel-âzime, Rabbel-arşil-azîm en yüce (Ulu arşın Rabbi olan Yüce Allah'tan sana şifa vermesini dilerim)"diye dua ederse Allah Teâlâ o kişinin hastalığına şifa verir" (Ebû Davud Cenaiz, 8; Tirmizî, Tıbb, 32; Ahmed b. Hanbel, I, 236, 352, II, 441).
Yine hasta ziyaretinde, hastanın yanında Fâtiha, İhlas ve Muavvizeteyn surelerinin okunacağına dair hadisler vardır.
Ölüm hastasına ecel konusunda hoşuna gidecek, sevindirecek sözler söylemelidir. Çünkü Allah'ın hükmünü hiç bir şey geri çeviremez. Sadece gönlü hoş olmuş olur (Tirmizî, Tıbb, 35). Hasta tevbe etmeye ve vasiyetlerini yapmaya teşvik edilir. Çünkü Allah elçisi; "Vasiyet edeceği bir şey olup da, yanında yanlı vasiyeti bulunmaksızın iki gece geçirmek müslümanın işi değildir" (Buharî, Vasâya,I; Müslim, Vasiyye, I, IV) buyurmuştur. Sıkıntı, bela ve hastalığa maruz kalanın sabretmesi Allah Resulünün isteği ve Allah'ın yardımı ile olur. Allah Teâlâ sabrı emrederek şöyle buyurur: "Sabret! Çünkü senin sabrın ancak Allahın yardımı iledir" (en-Nahl, 16/127, bk. Hûd, 11/110; el-Kehf; 18/28).
Bir kadın Allah elçisine gelerek; "Dua et, Allah hastalığıma şifa versin" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Dilersen Allaha dua ederim, sana şifa verir. Dilersen sabret, o zaman senin için sorgu sual yoktur". Kadın; o zaman sabredeyim de bana sorgu sual olmasın dedi" (Ahmed b. Hanbel, I, 347).
Ölüm halindeki kişiyi sağ yanına yatırıp kıbleye döndürmelidir. Çünkü Hz. Peygamber, Beytullah için "Ölü ve dirilerinizin kıblesidir" (Ebû Dâvud Vesâyâ,10) buyurmuş. Hz. Fatıma (r.anhüm), Rafi'nin annesine; "Beni kıbleye çevir" demiştir (Zeylaî, Nasbü'r-Raye, y.y., 1393/1973, II, 250). Eğer yer darlığı yüzünden hastayı kıbleye çevirmek mümkün olmazsa sırt üstü yatırılır ve yüzü ile ayakları kıbleye doğru çevrilir. Bu da yapılamazsa, olduğu hal üzere bırakılır. Ölüm sırasında kişinin ağzına bir kaşık veya pamukla su verilir.
Hasta can çekişirken ona yardımcı olmak yakınları için bir görev ve sevap bir ameldir. Bu yüzden onun yanında kelime-i şehadet getirmek ve söylemesine yardımcı olmak sünnettir. Çünkü Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize; "Lâ ilahe illallah'ı" telkin ediniz. Çünkü ölüm halinde onu söyleyen bir mümini bu kelime Cehennem'den kurtarır".
"Son sözü La ilahe illallah olan kimse Cennet'e girer" (Müslim, Cenâiz, 1, 2; Ebû Davud, Cenaiz, 16).
Hastanın yanında şehadet getirilir ki, o da hatırlayıp şehadet getirsin. Yoksa ısrarla, sen de yap denilmez. Zira o anda zor bir durumdadır. Ona yeni bir zorluk çıkarmamalıdır. Bir defa da söylese yeterli olur. Bu telkini hastanın sevdiği birisi yapmahdır. Amaç, hastada isteksizlik uyandırmamaktır.
Kişi vefat edince ağzı kapatılır, bir bez ile çenesi başından bağlanır. Gözleri yumulur. Eller yanlarına getirilir. Bunu yaparken de şu dua okunabilir:
"Bismillahi ve ala milleti rasülih. Allahümme yessir aleyhi emrahu ve sehhil aleyhi ma ba'dehü ve es'idhu bi likaike vec'al ma harace ileyhi hayran mimma harace anhu". Anlamı: "Allah'ın ismiyle ve Resulullah'ın milleti (dini) üzerinde olsun. Allah'ım, onun işini kolaylaştır, bundan sonrasını ona kolay eyle, onu seni görmekle mutlu eyle. Dünyadan kendisi için çıkanı, kendisinin çıktığı şeylerden hayırlı eyle".
Sonra ölünun üstüne bir örtü çekilir. Öldükten sonra yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okumak mekruhtur. Öldüğü iyice anlaşılınca hemen yıkanır.
İnsan ne zaman ve nerede öleceğini bilmez. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kıyametin kopma zamanına ait bilgi şüphesiz Allah nezdindedir. Yağmuru o indirir, Rahimlerde olanı o bilir, hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır" (Lokmân, 31/34).
Müminin şiarı, bu dünyadan imanlı olarak ayrılmak olmalıdır. Kur'an'da Yâkub peygamberin oğullarına şu tavsiyesi bildirilir: "Ey oğullarım! Allah sizin için İslam (dinini) beğenip seçti. O halde siz de ancak müslümanlar olarak can verin" (el-Bakara, 2/132). Başka bir ayette bütün müminlere şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Sakın siz, müslüman olmaktan başka bir sıfatla ölmeyin" (Âl-i İmran, 3/102). "Ey Rabbimiz! artık bizim günahlarımızı yarlığa, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al" (Âl-i İmran, 3/ 193). "Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır, bizi müslümanlar olarak öldür" (el-A'raf, 7/126).

Ahiret Hava Yolu

Hareket yeri.........Dünya

Varis yeri.............Ahiret

Ucus saati............Her an kalkabilir

Evraklar...............Kimlik karti yeterli

Isim .....................Ademoglu

Cinsiyet................Toprak

Adres....................Dünya

Musade edilen esyalar:

9 metre bez

Salih amel

Salih bir cocugun duasi

Faydali bir ilim

Kesinlikle yolcuya baska bir esya musade edilmez.Mutlu ve rahat bir yolculuk icin,saygin yolcularimizin;Kur'an-i Kerim ve Hadis-i Seriflerindeki talimatlara uymalari onemle rica olunur.

Not:Görevlilere verilecek formlari dogru ve noksansiz doldurunuz!!!

Form: Ömrunu nerede tukettin?

Vaktini nasil harcadin?

Parani nasil kazandin?

Allah icin ne yaptin?


Ahiret Hava Yollar
ı - Genel mudur: Azrail ( AS)
Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2015 18:19 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Mart 2006       Mesaj #50
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Olum budur perde ardindan haber
hic guzel olmasaydi olurmuydu peygamber...
Necip fazil Kisakurek..

Benzer Konular

16 Haziran 2011 / ThinkerBeLL Türkiye Cumhuriyeti
17 Eylül 2010 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Din/İlahiyat
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji