Arama

Ölüm - Sayfa 8

Güncelleme: 1 Aralık 2018 Gösterim: 63.680 Cevap: 198
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Ağustos 2006       Mesaj #71
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜNDE ÖLÜM ALGISI
“Yalnızca ve yalnızca yaşayanlar ölür.”
Ölüm, hayatın faturası, bedeli. Ontik olarak hayatın bitişi. Ertelenemez, kaçınılmaz son. İnsanoğlunun varoluşundan beri yenebilmek için uğraştığı ve hiçbir şekilde alt edemediği bir gerçeği. Hayatın öteki yüzü: “Yalnızca ve yalnızca yaşayanlar ölür.” Gizleme, yok sayma, reddetme gibi her türlü girişimden sonra derin bir sarsılışla fark edilen bir yok oluş. İnsanın asla tecrübe edemediği bir bilgisi; çünkü ‘hiç dönen yok o seferden’. Yaşamadığı, bu yüzden de tam olarak tarif edemediği bir şey. Sadece tanık olduğu ve başkalarının başına gelen bir olgu. Ötekinin ölümü. Ama yine de hayata anlam katan bir olgu. Çünkü bize hem hayatın kıymetini hatırlatır hem de hayatın geçiciliğini, kıymetsizliğini. Bu anlamda en öğretici insan bilgisi. İçinde bulunduğu anın bir daha asla gelmeyeceğini tüm canlılar arasında sadece o bilir. Sadece o bilir faniliğini. Yine de adım adım sona doğru yürür, kendini bekleyen bir yok oluşa doğru. Sayılı nefesi tükete tükete. Bu bilgiden dolayı ölüm konusuna çok kafa yorar. Bilgi bazen işine gelmez, aleyhine işler: “Hayvanlardan daha bilgili olmamız, onlardan daha ıstıraplı ölmemize neden oluyor…” (Maeterlinck) Bu yüzden hep onu aşmaya çalışır. Bilimle, teknikle, dinle, tüm ölümsüzlük arayışlarıyla. Ama o hep vardır. Çünkü “Hangi biçimde olursa olsun ölümü kabul etmiyorum,” diyen (1) Canetti de ölmüştür. Buna da herkes tanıklık etmiştir. Bu yüzden insan kendini “yaşayan, idrak eden ve ölen varlık” olarak tanımlamıştır. Ölen varlık: İnsan.
Sponsorlu Bağlantılar
“Felsefe bize ölmeyi öğretir”
Ölüm, hiç şüphesiz felsefenin, teolojinin, tıbbın, biyolojinin insanlık tarihi kadar eski kadim konularının başında gelmekte. Sanat-edebiyatın da ana ilgilerinden biri. Ama felsefe ona daha yakın. Montaigne, “felsefe bize ölmeyi öğretir,” diyerek ölümün felsefenin temel konusu olduğunu ileri sürer. Ancak felsefeciler ölümden çok yaşam hakkında konuşmayı severler. Genelde ölümü düşünmemeyi önerirler. Aslolan yaşamdır onlara göre, çünkü ölüme insanın aşamadığı tek yazgısı olarak bakarlar. İnsanın aşamadığı şeyi düşünmesi ise bu düşünürlere göre trajik bir durumdur. Gerekçe Spinoza’nın şu sözleridir: “Özgür bir insanın en az düşüneceği şey ölümdür ve onun bilgeliği ölüm değil yaşam üzerine meditasyondur” (2).
Ancak özellikle geleneksel felsefeciler için ölüm önemli bir felsefe konusu olmuştur. Ölüm üzerine düşünen bu filozoflar/düşünürler onun yaşamla ilgisini kurmuşlar, hepsi de ortak olarak ölümü yaşamın öbür yüzü olarak nitelemişler. Sokrat, ölümü ruhun bedenden ayrılması olarak kabul eder. Eflatun ise hayatı anlamak için ölümün kavranması gerektiğini düşünür. Aristo bedenden ayrı bir ruhun varlığına inanmıştır. Kısaca, her üç düşünür de beden ve ruh ayrımına gitmişlerdir. Epikuros; “Biz varken ölüm yoktur ve ölüm varken biz yokuz,” yaklaşımı içerisindedir. Bu yüzden ölümü düşünmemizi önerir. Çağdaş filozoflar ise ölümle fazla ilgilenmezler. Bunların istisnalarından biri Martin Heidegger’dir. Heidegger “bütün sorumluluklardan kaçınılabilir ancak ölüm tek başına yaşanır,” görüşündedir. “Ölüm, benim için kimsenin bir şey yapamayacağı bir gerçeklik ve bize bireyselliğimizi kazandırır,” der. Kierkegaard ölüm ve hayat arasında ilişkiyi daha da derinleştirmiştir.
Ölüm üzerine en fazla kafa yoran felsefeciler Varoluşçular olmuştur: “Varoluşçu filozoflara göre insan, ölmekte olan ve bunu düşünmesi gereken bir varlıktır. Bir kimsenin bencilliği, kendi ölümüyle ilgili şuurundan ayrılamaz. İnsanın başkalarının varlığından haberdar olması, aynı zamanda ona, onların ölümünü de hatırlatmaktadır. Kendi ölümünden haberdar olma ve ondan dolayı kaygılanma ise insana özgü bir şeydir. Cesaret ve sağduyu, egzistansiyalistler tarafından en çok üzerinde durulan iki erdemdir ve bunlar ölüm kaygısıyla gözü yılmadan yüzleşmeyi de içine almaktadır. Zira ölümle başa çıkmak için daha güvenli bir yol yoktur” (3). Sartre, “Ölümümü belirleyen ben değilim; evrendeki bir dizi oluşum sonucu ortaya çıkmaktadır,” görüşündedir. Wittgenstein, “üzerinde konuşulamayacak konular hakkında susmalı,” demiş ama ölümü bunun içine dahil etmemiştir: “Ölüm bir yaşam olayı değildir. Ölüm deneyimizi yaşayamayız,” der. “Ölüm yaşamın bir parçası değil, onun sınırı. Ölümü yaşamak gibi bir şey olmadığı gibi, öte tarafına da geçmek söz konusu değildir” (4).
“Her nefis ölümü tadacaktır”
İslam’a göre, ölüm, ruhun bedenden ayrılma olayıdır. Ölen ruh değil, bedendir. İnsan ise asıl olarak ruh demektir. Ölüm yokluk değil, hiçlik değil, bitiş değil, bilakis bir var oluştur. Allah’a yürüyüştür. O bir başlangıçtır. Sonsuz bir hayatın başlangıcı. Ölümle insan Hakk’a rücu eder, Rabbine döner. Dünya hayatının bitimiyle yeni bir hayata geçilir. İnsan ölümle birlikte hayatının hesabını da vermeye başlar. Ve o bir uyanıştır. Hazreti Ali’nin ifadesiyle, “Bu dünya bir rüyadır, insanlar ölünce uyanırlar.” Ölüm, bu dünyadan öbür dünyaya atılan bir adımdır. Dünya yeri ise imtihandır. Bu yüzden “Ölmeden evvel ölmek” gerekir. Ölmeden evvel ölenler, ahirete, hesap gününe uygun yaşarlar, salih amel işler, iyi kul olurlar. Gazali’ye göre iki vaiz vardır: Biri vicdan, diğeri ölüm. Kimi İslâm alimlerine göre ise ölüm, sevinç, güvence, izzet ve şeref günüdür. Mevlâna da, ölüm gününü, düğün gecesi manasına “şeb-i arus” olarak isimlendirmiştir. Ölüm insanlar için acı bile olsa, haktır. Sevgiliye kavuşmadır. Yalandan gerçeğe köprüdür.
“İnsan ölünce ölür”
Ateizmde ölüme tümüyle biyolojik bakılır: ölmek, ölmektir, o kadar. Her şey fiziksel ve biyolojiktir. Öncesi, sonrası, dünü, yarını yoktur. Bir şeyin ölmesi demek, yaptıklarını artık yapamayacak duruma gelmesi, vücut organlarının çalışmaması demektir. Bir varlığın organları canlıysa yaşıyordur, çalışmıyorsa ölüdür. Öldükten sonra hiçbir şey göremeyiz. Çünkü insan, beyni olmadan hiçbir tecrübe yaşayamaz. Ölmüş, toprak olmuş biri, artık “yoktur”. Tıpkı doğmadan önceki hâli gibi. Yaşam beş duyu organımızın çalışması ve beynimize elektrik sinyalleri göndermesinden başka bir şey değildir. Eğer bu şartlarda bir aksaklık/bozukluk olursa, ilgili duyu çalışmaz. Ölüm vücuttaki bütün hücrelerin çürüyüp yok olması, hiçbirinin çalışmamasıdır. Dolayısıyla, ölü bir insan: göremez. duyamaz, koklayamaz, tadamaz, hissedemez. Çünkü bu işleri yerine getirecek organları yoktur. Çok açıktır ki, ölüm ölümdür. Başka her şey gibi, insan da ölünce ölür.
İki dünya
Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda ölüm
geceleri şehrin varoşlarında ikâmete mecbur edildi
İsmet Özel
Modernizm son yüzyılda hayatı yücelterek ölümü insanlar nezdinde küçültüp değersizleştirmeye çalıştı. Onu unutturdu, yok saydı ve hayatından çıkardı. Pozitivizmin genel kabulü ve Darvinizm anlayışı çağ insanlarının ölüm algısını tümüyle değiştirdi. Modernizm, bilim ve teknolojiyle ölümü yeneceği vaadinde bulundu. Bu alandaki gelişmeler, insan ortalama ömrünün uzaması “ölüme karşı zafer” olarak nitelendi. Bilim adamları ellerinde, “Artık insanın nasıl imal edildiğini gösteren el kitapları” olduğunu açıkladılar. Ölümü inkâr, yok sayma ve gizleme içerisine girildi. Çok yaşamak elimizde reçeteleri, hayatı uzatan yemek listeleri ve çıkarılan gen haritalarıyla ölüm duygusu yenilmeye çalışıldı. Bütün bunların yanında ölüm, felsefeden de edebiyattan da dışlandı.
Ancak hayat ve ölüm arasındaki mesafenin açılması modern insanda ölüm korkusu, yalnızlaşma ve psikolojik sıkıntı olarak dışlaştı. Bu yüzden modernizmin insanlığa en büyük hediyesi “ölüm korkusu” oldu. Modernizm, ölüm karşısında hayatı/bireyi yücelttikçe bir paradoks olarak insanlarda ölüm korkusu başladı. Doğal olarak değerli olan şeyi vermek, kaybetmek daha zor gelmeye başladı insanlara.
Üzerinde yaşadığımız topraklarda ise ölüm Batı’dan oldukça farklı algılanmış, yorumlanmıştır. Bu toprak insanları ölmeden önce ölmeyi düstur edinmiştir. Ölüm ve hayatı iç içe yaşamış, onu unutmaya değil sürekli akılda tutmaya çalışmıştır. Mezarlıklarını caminin avlusuna yapmış, onun hayatının bir parçası olduğunu kabullenmiştir. Bu bakış açısıyla yaklaşıldığı için ölüm geleneksel edebiyatımızda, düşünce serüvenimizde fazla yer işgal etmez. Ölüm felsefi anlamda da tartışılmaz, sadece dinî veriler açıklanır, yorumlanır, örneklendirilir. Tartışılmaz çünkü tartışılacak bir yanı yoktur: O’ndan geldik O’na döneceğiz. Mesele bu kadar açıktır.
Ancak ölüme bakış, ülkemizde de Batılılaşma yönelimleriyle birlikte derin bir kırılmaya uğrar. Ülke aydınları ve sanatçıları ölüme Batılı anlayışla yaklaşmaya başlarlar. Ancak bu ‘rüya medeniyeti’nin doğrularını buraya taşırken ilk dönemde derin bir sarsıntı yaşarlar. Kimileri bir ara çözüm arayışı içerisine girerken büyük çoğunluk ölümü Batılılar gibi algılamaya başlar. Bu yüzden, bizde, ölüm korkusu ve kaygısı üzerine edebi eserlerin, felsefi yaklaşımların tarihi yüz yılı bulmaz. Batılı anlayışların takipçileri bu düşüncelerini eserlerinde işlemeye başlarlar.
“Her ölüm erken ölümdür.”
Yüzyıllar boyunca edebiyatçılar, sanatçılar, ölüm gerçeğinin kapısını aralamaya çalışmışlar, bilinmezliğin beslediği muğlaklık, yok oluşun verdiği acı onlar için hep doğurgan bir kaynak olagelmiştir. Gerçekle gerçek dışılık, zaman ve zaman dışılık, umut ve yenilgi, kayıp ve kazanç, ödeşme/yüzleşme, ölüm çevresinde üretilen belli başlı temalar olmuştur. Gerilim, bunalım, sanrı bütün bunlara eşlik eder. Ölüm, yazarına, zaman algısı üzeriden her türlü gelgiti yapma olanağı tanır. Ölümü yazan her sanatçının/edebiyatçının öncelikle zaman kavramına, hayatı yorumlama ve faniliğe değinmesi kaçınılmazdır. Öte yandan unutmak, anılar ve geçmiş…. Bütün bunlar tam da “edebiyat”ı yapılacak şeylerdir. Bu anlamda ölüm teması yazarına büyük ve geniş bir anlatım olanağı tanır.
Hiç şüphesiz bir insanın ölüme yüklediği anlamdan onun hayat felsefesini çıkarmak mümkündür. Çünkü insan, eni konu ölüm algılayışı doğrultusunda hayatını kurgulamakta, projelendirmektedir. Bu anlamda edebiyatçıların ölüm yorumu, hiç şüphesiz dünya görüşlerinin, hayat algılarının da bir yansımasıdır. Hayata hangi anlamı yüklüyorlarsa ölümü de öyle algılarlar.
Türk öykücülüğünde de aynı serüveni gözlemek mümkündür. Öykücülerimiz ölümü çok çeşitli şekilde yorumlamış, dile getirmişlerdir. İntiharlar, sevdiklerinin ölümü, ölüm korkusu, ölüm kaygısı, hayatın anlamsızlığı, hayatın küçümsenmesi, ölüm ve ahiret düşüncesi, fanilik, hayatın yüceltilmesi, zaman üzerine yorumlar, dava uğruna ölümler, kazalar belli başlı ölüm yaklaşımları olmuştur.
Genel olarak öykülere bakıldığında, her ölüm öyküsünün arkasında bir acı, hüzün, yaralayıcı bir duygu vardır. Çünkü şairin deyişiyle “her ölüm erken ölümdür.” Öyküde ölüm, ona nasıl bakılırsa bakılsın öncelikle bir “acı” olarak yansıtılır. Yokluğun, ayrılığın, bitişin hüznü metne yansır. Bu öykülerde kahramanların sevdiklerinden ayrılmalarının acısı işlenir. Hayatta en değer verdiği bir şeyin bir anda yok olması elbette insanın en acı, en yaralayıcı tecrübelerinden biridir. Bu anlamda ölüm hiçbir zaman kabullenilmez. Birey onun anısını bir süre daha yaşatmaya çalışır. Bu ölümü hafifletmeye yönelik bir rehabilite girişimi, ölüme karşı savunma biçimimizdir. Böylece kaçınılmaz gerçeği yumuşatmaya çalışırız. Çünkü her insan kaçınamadığı, aşamadığı gerçeklik karşısında en azından avunmak ister. Öleni içinde yaşatma yemini bu avunma biçimlerinden biridir. Ölümle tanışma ve yüzleşme beraberinde geriye dönük bir hesaplaşmayı da bünyesinde taşır. “Çaresiz bir hüzünle” bakarlar ölüme. Çünkü ölüm hiç şüphesiz bir yalnızlaşma sürecidir. Her ölüm bir kişilik eksiltir insanı. Kendi ölümü ise mutlak bir yalnızlıktır. Bu yüzden pek çok öykücü ölümü, yokluk, boşluk, karanlık ve hiçlik olarak çizer.
Modern algı ile ölümü kavrayan/yorumlayan yazarlarda ölüm tam bir infilak olarak dışlaşırken öte inancı olan yazarlarda ise yaralayıcı olsa da daha yumuşak bir geçişle temellendirilir.
Türk öykücülüğünde anlatılan en dikkat çekici ölüm hâli intiharlardır. Çünkü bir ölüm biçimi olarak intiharlar çoğu kez bünyelerinde felsefi, ahlaki, toplumsal bir mesaj taşırlar. Öykülerde bu durum iyiden iyiye idealize edilir. Burada özne, ölümün biçimi, kendisi değil, kişiyi ölüme götüren meseledir. Öykü bu mesele üzerine kurgulanır. Bir yanlış bu intihar vesilesiyle mahkum edilir. Sonu yokoluş olduğu için de etkili ve sarsıcıdır. Samipaşazâde Sezai’nin “Pamdomima”, Halit Ziya’nın “Aşka Dair”, “Bravo, Maestro!” Demir Özlü’nün “Kanal”, Füruzan’ın “Ah Güzel İstanbul”, Rasim Özdenören’in “Hışırtı”, Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”, Uğur Özakıncı’nın “Birinci Kapı”, Adalet Ağaoğlu’nun “Hadi Gidelim”, Cemil Kavukçu’nun “Solgun” sarsıcı intihar öyküleri olarak anılabilir.
Türk öykücülüğünde ölüm dendiğinde kuşkusuz ölüme farklı açılardan bakan pek çok öykücüden söz etmek gerekir. Çünkü ölüm öykücülerimizin başta gelen temalarındandır. Ama bu yazının fiziki konumu nedeniyle biz mecburen genellemeler ve seçme yapmak zorundayız. Burada yapmak istediğimiz sadece küçük bir fotoğraf çıkarmak. Öyle ki bu zorunluluk Vusat O. Bener, Ferid Edgü, Tezer Özlü, Nedim Gürsel, İnci Aral ve Ayfer Tunç gibi öykülerinde ağırlık olarak ölümü işleyen yazarları bile dışarıda tutmamız sonucunu doğurdu.
Hayat bu kadar güzelken…
Türk öykücülüğünde ölümü işleyen yazarların başında Halit Ziya gelir. Halit Ziya bütün bir öykü serüveninde hayat ve ölüm arasındaki ilişkileri anlatmış, hayatı ve ölümü yorumlamaya çalışmıştır. Bu anlamda parçalanmış hayatlar, kırıklıklar onun ana temalarıdır. O öykülerinde, hastanedeki çaresiz hastaları, aşk kırgınlarını, unutulmuş sanat eskilerini, evlat acısı çeken babaları anlatmıştır. Hem de bunları melodramik sınırlara vardırarak. Genç kızları veremden öldürür, çocukları babasız, babaları evlatsız bırakır. Yetmiş yaşındaki müzik öğretmeninin sonu canına kıymaktır. Yani kahramanlar hayat karşısında hep yenilirler.
Aslında o tersinden bir hayat yüceltimi yapar. Bu acınası insanî hâlleri anlatırken hayatın değerinin bilinmesini istediği açıktır. Okurlara, sahip oldukları şeylerin değerini anımsatmak için hep yitirişlerin öyküsünü yazar. Pek çok öyküsünde, orta yaşlılar yahut yaşlılar anlatılırken, bir yandan da geçip giden hayatın önemi vurgulanır. Onun kahramanları yaşamlarının belli bir döneminde derin bir boşluk duygusuna kapılırlar. Bu yaşanmamışlığa karşı duyulan boşluk hissidir. Kaçırılan, atlanılan güzelliklerdir. İnsanlar derin bir sarsılışla fark ederler ki hayatları bomboş geçmiştir. Zamanın kıymetini bilememişlerdir. Hiç kuşkusuz Halit Ziya’nın savunduğu şey “hayat”tır. Onun zevkleri, tutkuları, heyecanları. O, hayatın kendisine tutkundur. Hayatı zorlaştıran, yok sayan tüm düşüncelere, tutumlara karşıdır. Yazdıklarıyla âdeta hayatın önünü açmaya çalışır. Çünkü onda her şey “hayat”ı yüceltmeye dayanır. Ancak bu kadar idealize edilen hayat, sonunda acı gerçeğin sert kayasına çarpınca paramparça olur. Güzel bir şiire benzetilen hayat, çoğunlukla ölüme yenilir.
Bir Yazın Tarihi’ndeki “Ölümümden Sonra” öyküsünde babanın ölümünün aile üzerindeki etkisini anlatır. Anne ve iki çocuk, ölüm ve hayatın zorluğu. “Ya bu çocuklar ne olacak? Tanrım! Bu babasız çocuklar, bu incecik başlarının üzerinden geçecek korkunç fırtınalara karşı dayanaksız, sığınaksız kalan güçsüz, zayıf çiçekler; bunlar ne olacak? (…) Oysa, ne yazık! Mutluluk perisinin kanadının sert bir vuruşuyla ölüm, bu aile topluluğunu darmadağın ediyor… İşte, şimdi siyah bir kadın, siyah çocuklar ve önlerinde siyah, büsbütün siyah bir yaşam…”
Sait Faik de tıpkı Halit Ziya gibi bütün bir öykü serüvenini hayat yüceltmesine adamıştır. Hümanist bir bakış açısıyla olayları, insanları yorumlar. Ölümü hep iyi yaşama arzularının, özgürlük tutkularının önünü kesen kötü bir durum olarak çizer. Bütün zorluklara rağmen hayattan kopmayan insanların yaşama arzusu ve direnci onu cezbeder. Özellikle deniz, Sait Faik için sonsuz özgürlük ve hayat demektir. Dertlerden, tasalardan, huzursuzluklardan onun sayesinde kurtulur. İnsan her şeyi ondan öğrenir, hayat kaynağıdır. Deniz ona ciğerlerine çektiği havanın kıymetini, açıkçası yaşamanın zevkini ve lezzetini verir. Ama hep ölüm, bu güzellikleri kesen ölüm vardır.
Az Şekerli kitabındaki “G…” adlı öyküde hastanede tahlil yaptıran kahraman ölüm ve hayat arasında gider gelir. Sokaklarda dolaşır, her yer ölüm kokmaktadır: “Kaç saat var ölüme? Bir sene mi? İki Sene mi? Yoksa daha az mı? Beklenir…Ne beklenecek? Mucize! İlimde mucize yoktur. (…) Tabiatın şakası yoktur. Ağır ağır öldürmek istedi mi ağır ağır; çabuk çabuğa niyetlendi mi, koşar adım…”
Bir uyarlama olan “Müthiş Bir Tren” onun etkileyici ölüm öykülerinden biridir. İki arkadaş istasyonda oturmaktadır. Adam yanındaki arkadaşına bir rüyasını anlatmaktadır. İstasyona bir tren gelip durur. Trendeki yolcular hep kederli, yüzü gülmeyen insanlardır. Bir ara camdan dışarı bir kadın bakar. Bu, kahramanımızın on yıl önce ölen karısıdır. Yanında ise ölen oğlu vardır. Trene biner ve kompartımanlarda dolaşmaya başlar. Burada ölen arkadaşlarına, müzik öğretmenine ve “ölmüş olduklarını şimdi hatırladığı” bir yığın dost ve akrabaya rastlar. Sonra tren gider ve kahramanımız orada kalakalır.
“Son Kuşlar” da (1952), hayatla ölüm arasında gidip gelen Sait Faik, iyiden iyiye adaya, balıkçılara, denize odaklaşır. Karaciğer rahatsızlığını artık satır aralarına yerleştirmeye başlar. Ölümün yaklaştığının, hayatın elleri arasından kaydığının farkında, kırık, içli metinlere dönmüştür. Artık geleceğe ilişkin umudu kalmamış bir durumda geçip giden güzelliklere ağıtlar yakmaktadır.
Gidenler geri gelmez mi…
Adalet Ağaoğlu’nun, “Sessizliğin İlk Sesi” öyküsü benzersiz ölüm öykülerinden biridir. Kardeşinin nabzı elinde onun ölümünü bekleyen kahramanın duyguları, ölüm algısı oldukça başarılı bir şekilde verilir. Mücadelelerle geçen bir yüreğin susuşu, derin, içe işleyen bir kardeş sevgisi… Kız kardeş, hastanede, artık umut kesilmiş kardeşinin nabzını tutmakta, yaşadığına şahit olmak istemektedir. Bu arada onun geçmişini düşünür. Geri dönüşümlerle, kardeşinin hayatı gözlerinin önünden geçer. Çocukluğu, gençliği, mücadelesi, başkaldırışı. “Camlarda ölümü, sessizliği taşa tutan” kardeşi sessizce ölmektedir. Kardeşinin şimdi sadece bir sese, nabız atışına ihtiyacı vardır. Ama ses gelmez, nabzı atmaz. Ölüm gelir, tüm geçmişi siler. Kız kardeş çaresizdir. Bileğini yana bırakır, sadece bileğini.
Ağaoğlu, Hadi Gidelim’deki “Çok Özel Küçük Şeyler” öyküsünde, ölüm korkusunu işler. Bir “yazmacı”nın uğradığı başarısız suikast girişimi sonrası yaşadığı korku ve şaşkınlığı boşa düşen tetiğin “çıt çıt” sesleriyle mükemmel bir şekilde anlatır. Bilinçaltı tekniğinin uygulandığı öykü, tümüyle ritme ve onun gücüne yaslanır. Öykü boyunca boşluğa düşen tetik sesini duyarız: “Çıt çıt”. Ritimle öylesine başarılı bir atmosfer kurulur ki, öykü boyunca kahramanımızın yaşadığı o anı (namlunun ucuyla yüz yüze gelişi ve silahın ateş almayıp tetiğin boşa düşüşü) âdeta biz de onunla birlikte yaşarız. Türk öykücülüğünde ölüm korkusunun en iyi işlendiği öykülerden biridir.
Ölüm bunalmaktan daha iyi….
Varoluşçuların ülkemizdeki en önemli iki temsilcisi Demir Özlü ile Leyla Erbil’dir. Yazarlar öykülerini bu felsefi anlayış doğrultusunda oluşturmuş, ölümü de bu felsefeciler, edebiyatçılar gibi algılamışlar, yorumlamışlardır.
Demir Özlü’nün ilk kitabı Bunaltı’daki “Bağsız” öyküsü, Varoluşçuluk etkisini en somut yansıtan öykülerinin başında gelir. Toplumdan tümüyle bağlarını koparmış kahramanımız “varlık tedirginliği” yaşamaktadır. Ona göre toplum tümüyle çürümüş ve kendine yabancıdır. Yaşam bir azaptır. Sevgisiz ve bağsız, acı içinde kıvranmaktadır. İnsan tümüyle yalnızdır. Etrafı ölü doğayla kuşatılmıştır. Mutluluk yoktur. Hayatı o kadar boş ve anlamsızdır ki bir cinayetle buna anlam katacağını düşünmektedir. Bunun üzerine, tümüyle kendine bağlanmadığını düşündüğü bir kadını öldürür. Artık böylece varolacaktır. Öykü boyunca sürekli izlendiğini düşünen kahraman için burada ya da orada olmak, cezaevinde ya da dışarıda, ülke içinde ya da dışında olmak fark etmemektedir. Çünkü her şey anlamını yitirmiştir. Kitaptaki “Bunaltı” öyküsü ise öyküden çok onun bir manifestosu gibidir. Özlü bu metinde Varoluşçuluk anlayışını temellendirir. “Niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi?” “Batağın içindeyim, durmadan daha da dibe saplanmaktan kendimi alamayarak.” “Eşyanın özünü hiçbir zaman anlayamadım, kendimce yorumlayamadım.” “Yaşamak anlamsızdır. Sevgiyle, iyilikle, bir şey olacak diye bekleyerek, titizlenerek, kötülükten korkarak büyüttüğüm umutlarımın bir anda yıkıldığını, bu kaçıncı görüşüm. Biliyorum artık, anlamsızlığa başımızı vura vura yaşayacağımızı. Çünkü ne olduğumuzu bilmiyoruz? Niçin varolduk? Durmadan, dinlenmeden bu anlamsızlığı yaşasın diye mi?”
İkinci kitap Soluma’daki “Kanal” öyküsünde, şehre niye geldiğini bile bilmeyen kahramanımız burada amaçsızca dolaşmaktadır. Şehrin plânında kanalı görünce zihnine yerleşir. Artık herkese burayı sormaktadır. Sonunda kanalı bulur ve kendini kanalın bulanık suyuna bırakır. Üçüncü kitap Boğuntulu Sokaklar’da aynı kahraman amaçsızca sokaklarda dolaşmayı sürdürmektedir. Bol bol sokak tasvirleri, kahveler, birahaneler, amaçsız insanlar, intiharlar…
Leyla Erbil de aynı iz üzerinde yürür. Hallaç’taki “Bilinçli Eğinim I”de, varoluş felsefesinden kaynaklanan kimi felsefi sorunlar, öğretiler tartışılır. Öykünün ilk paragrafında “ölücem birazdan” cümlesi yer alır. Öykü aynı cümleyle biter. Öyküde ağırlıklı olarak kadın erkek ilişkileri ele alınır. İki yüzlü evliliklere ağır eleştiriler getirir. “Bilinçli Eğinim II”, ilk öykünün devamıdır. Bu öykünün ilk paragrafında da “ölücem birazdan” cümlesi yer alır. Bu da eleştirdiği düzenden bir başka kurtuluş biçimidir: intihar. Öykü yine aynı cümleyle biter. Annesi ile babası ölmüş kadının hayatla yüzleşmesi anlatılır. Kadın mutsuz bir çocukluk geçirmiştir. Baba denizcidir ve sürekli dışarıdadır. Hep annesiyle birliktedir. Annesinin kadın algılamasını eleştirir. Özellikle “insan sorumluluk sahibi olmalı” sözünü. Anne baba mutluluğunu önleyen iki kişidir. Ama ağırlıklı olarak kadın eleştirisi yapılır öyküde. Ölüm karşısındaki çaresizlik onu hastalıklı hâllere sürükler: “Kendi yönetimime aldım ölümü.. Bağlı olmaklardan sıkılmıştım anlamıyor musunuz, annemle babamı çalıp gömütlükten onları, dikip, ekip, sulamakla da başka bir biçimle de yeniden yaşamaya başlamalarını sağlamış değil miyim?” “Öyküsüz” de bir bakıma bu öykülerin devamıdır. Kadın bu kez çocukluk arkadaşı Rüstem’i anlatır. Yine “altın bilezikli kadınları” konu eder. Sonunda Rüstem’i öldürür. Katillik, bu sıkışmışlıkta bir başka çözüm yolu, kendini varetme biçimidir. Onun kahramanları “yüzyıllardır tek ayak üstüne cezaya kaldırılmış bir öğrenci denli” mutsuz, itilmiş, yalnızdırlar.
Bir başkaldırı olarak ölüm
Oğuz Atay’ın öykülerinde bireyler ölüme karşı kayıtsızdırlar. Ölmek ya da yaşamak onlar için hiç fark etmemektedir. Öykülerde bireyin yaşama imkânlarını gözetmeyen çağdaş ilkelerin, toplumsal dayatmaların, onu nasıl bir girdabın içine ittiği ve giderek de onu ezip yok ettiği işlenir. Toplumsal yaşam bireye hayat imkânı tanımamaktadır. Kahramanlar tam anlamıyla bir yabancılaşma yaşarlar. Bilinmeyenlerle çevrili hayat içerisinde geçmişlerinden, tüm birikimlerinden kopmuşlardır: Duyarsız, acımasız toplumsal-sosyal düzenin içinde birey yapayalnızdır. Bu yüzden kahramanlar toplumdan kopar ve kendi dünyasına çekilir. Bu, pek çok öykünün ortak temasıdır. Ölüm kahramanlar için anlamını yitirmiştir. Ölmek ya da yaşamak bir anlam ifade etmemektedir. Yaşam ise tümüyle anlamsızdır.
“Beyaz Mantolu Adam”da, toplumun koyduğu kurallar içinde başarılı olamayan (onların anladığı anlamda) kahramanın, yine toplumun koyduğu kuralları hiçe sayması sonucu yaşadığı hastalıklı hâl anlatılır. Kahramanımız topluma tavrını bir yaz günü kadın paltosu giyerek gösterir. Hiç konuşmaz. Onların içinde dolaşarak iki yüzlülüklerini yüzlerine vurur. Kimileri onu vitrinde manken olarak kullanıp ondan faydalanırken, kimileri de onun hakkında çeşitli fikirler ileri sürer. O kimine göre “kötü hastalıklı biri”, kimine göre “turist” kimine göre de “sapık”tır. Kahraman şehirde dolaştıktan sonra “halk plajı”na gider. Herkesin çıplak olarak dolaştığı plajda, onun mantolu olarak ortalıkta dolaşması karşısında halk rahatsız olur. Oradaki bir görevli olaya müdahale eder. Ancak bu “acayip yaratık” teslim olmayı reddeder. Denize doğru koşar. Kurallarıyla başarısız kılan topluma, sadece aykırı bir elbiseyle ve susarak karşı koyan kahraman, sonunda denizden bir daha geri dönmeyerek toplumdan intikamını alır.
Atay’ın öykülerinde birey, saçma bir dünyayla savaşmayı reddeder ve geride kalanlara bir mesaj verir, onları cezalandırır. Toplumun adaletsizliklerini, saçmalıklarını yüzlerine vurur. Ve böylece onları, vicdanlarını yaralamaya çalışır. Bu, ya intiharla ya da bir başka türlü kendini cezalandırmayla (ihbar/itiraf) olur. Çünkü her intihar eni sonu toplumsal yapıya/düzene bir saldırıdır ve sarsıcı bir mesaj içerir. Kıstırılmışlığı, kendini feda ederek deklare eder ve toplumdan bir anlamda intikam alır. Alt edemediği güce karşı kendini kurban ederek onu cezalandırır. Zaman zaman da bu karşı koyuş biçimlerini tartışır: “Açlık grevinde uzun bir direniş vardı; intihar gibi kısa ve romantik bir tepki değildi.” (Korkuyu Beklerken)
Sevim Burak’ın öykülerindeki ana temaların başında “ölüm” gelir. Örneğin Yanık Saraylar tümüyle bir ölüm kitabıdır. Onun ölüme bakışını şöyle özetlemek mümkündür: Eğer ölüm varsa ve kaçınılmazsa her şey boştur. O özellikle insanı ölüme götüren, ölümü normalleştiren tecrübelerle ilgilidir. Bunlardan ilki insanların çevrelerinin boşalmasıdır. Bu insanlar çok sevdiklerinin ya da yakınlarının ölümüyle birlikte boşlukta kalır, hayat onlarda anlamını kaybeder. Kahramanlara ölümü özleten diğer bir neden de hayatın “hiç”liği, anlamsızlığıdır. Onun kahramanları bu dünyada “bir hiç için yaşanır mı?” diye düşünürler: “Bu kadın kolu için yaşıyor; bense paltom için yaşıyorum. Fakat bir hiç için yaşanır mı diye düşündü.” Bu yüzden “asıl sorun yaşamaktır.” Burak Afrika Dansı’ndaki “On Altıncı Vay” öyküsünde yine ölüm olgusunu tartışır. Burada ölümün kaçınılmaz olduğu, eşyaların ve önlemlerin ölümden insanı kurtaramayacağı vurgulanır.
Ölüm bu kadar gerçek ve kaçınılmaz olmasına rağmen insanlar ölüm olgusuna ilgisiz, duyarsızdırlar. Sanki ölüm yokmuş gibi yaşarlar. Oysa her tarafta ölümün izleri vardır: “Karanlıkla ölümün kesiştiği saatte ölümlü caddede tuhaf gülümsemeli afişler ortaya çıkar.” Nikah merasiminde eğlenmekte olan insanlar, “küçücükler mücücükler mezarı önünde biraz dururlar.” Ama ölümü yine algılayamazlar. Hastaneler ise insanın ölüme en çok yaklaştığı mekanlardır. Burak, “Afrika Dansı” öyküsünde “hastane”leri odak alıp buralarda insan hayatının nasıl anlamsızlaştığını, önemsizleştiğini vurgular.
Ölüm yokluk değil, bitiş değil, son değil…
Ölüm ve onun ötesi Rasim Özdenören’in öykülerindeki belli başlı temalardandır. Özdenören, öykülerinde daha çok ölümün insandaki düşünsel, zihinsel etkisini, macerasını işler. O güne kadar belki ölümü hiç düşünmemiş bireyin ölüm karşısındaki şoku, olayın zihinsel çağrışımları da işlenerek gündeme getirilir. Kahramanlar, arayarak, yanılarak, düşünsel acılar çekerek ölüm gerçeğini anlamaya çalışırlar.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
9 Eylül 2006       Mesaj #72
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi


Sponsorlu Bağlantılar
Ölüm Tanıdık Bir Ses




tanıdık bir ses; ölüm
yaralıyor karavana atılmışsa
sokağa çıkıyorsun, sokak gri
evler yeni yamalanmış maviyle
kuledibinde şair nefesli çocuklar
ellerinde gece vardiyalı hüzün
çiçekten sayıyorlar
tutamadıkları kadın ellerini
saat; gün batımına uzak
saat; henüz varılmamış karanfil çıkmazı
dayanıyorlar göğün asansörüne
yaşamaktan sayıyorlar ölümü
ölüm; tanıdık bir ses
biraz tansık, çok olağan

kaldırım taşları düşük
çığırtkan insan seslerinde
tam iki kişi birbirini sevmiş
tam burada, tam ortada
biri çarşıdan almış yüzünün kırmızısını
diğeri öteden beri kesik sarıya
ortanca bir çocuk doğuyor
çocuk, tepeden tırnağa yeşil
adında devrim, adında sonbahar
bir ölü üşümesin
çıkarıp örtüyor ceketini
elinde hüzün, sesinde gitar
yıldızlara şiir okutuyor ki yıldızlar;
en çok onlar özenmişler
bu dünyaya

hicazdan sesleniyor ölüm
ölüm; yarım kalmış
çok sesli nihavent
kaldırıyor alfabeden
tüm ünlüleri
yeni yazılmış şiirlerde
aynı çocuk, aynı kadın, aynı şarkı
kim sussa onda bitiyor öykü
kim sussa fesleğen kokuyor kitaplar
çıkarıyor şair ceketini
yaşamaktan sayıyor ölümü
ölüm; tanıdık bir ses.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Aralık 2006       Mesaj #73
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Her canlı ölümü tadacaktır. " (Âl-i İmrân, 185);
Her nefis canlı ölümü tadacaktır. Yani herkes ölecektir. Bundan bazı kimseler ruhun ebedî olduğu mânâsını anlamışlardır. Çünkü tatmak, bir hayat eseridir. Ve zevk anında tadıcının ebedî olduğunu anlatır, yoksa zevk tasavvur olunamaz. O halde mânâ: "Her nefis bedeninin ölümünü tadacaktır" demek olur. Bu da nefsin, bedenden başka olduğunu ve bedenin ölümüyle onun ölmeyeceğini anlatır. Evet her nefis ölümü tadacak; dünyanın ne üzüntüsü, ne sevinci hiç biri kalmayacaktır.
"Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur" (İsrâ, 99);
"Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır?" (Enbiyâ, 34);
"Yer yüzünde bulunan her canlı fanidir" (Rahmân,26).
Rüya_Güzeli - avatarı
Rüya_Güzeli
Ziyaretçi
24 Aralık 2006       Mesaj #74
Rüya_Güzeli - avatarı
Ziyaretçi
İlk ölüleri toprağa gömme işlemi, İspanya’nın Atapuerca bölgesinde 350 bin yıl öncesine kadar dayanıyor.

Bütün ölümlerin temelinde oksijen eksikliği yatar.

Ölümün ilk üç gününde enzimler yemeğe başladığınız gibi sindirilmeye devam ediyor. Parçalanan hücreler bağırsaklarda yaşayan bakterilerin yemeği oluyor.

ABD’de gömülen cesetler, toprağa her yıl ortalama 3 milyon litre sıvı bırakıyor.

Bİr İsveç şirketi, cesetleri çeşitli kimyasal maddelerle donduruyor. Ceset, bir tüpün içinde 6 ila 12 ay arasında ayrışıyor ve tamamen yok oluyor. Böylece çevreye zarar verilmediğini iddia eden şirket, buna ‘ekolojik defin’ diyor.

Hindistan’dakİ Zerdüştler, cesetleri akbabaların yemesi için açık alana atıyor.

İngiliz Kraliçesi Victoria’nın kocası Prens Albert, bornozu ve elinin alçısıyla gömülmek için ısrar etmişti.

Madagaskar’da aileler akrabalarının kemiklerini çıkarıp törenle köyün etrafında dolaştırıyor. Daha sonra da kemikler yeni bir kefene koyulup yeniden gömülüyor. Eski kefen, yeni evlenene veriliyor veya çocuğu olmayanların yataklarına seriliyor.

19′uncu yüzyılda Mısır’da demiryolu inşaatı yapan şirket, mumyaları lokomotiflere yakıt olarak kullandı. Böyle büyük tasaruf yaptılar.

İngİlİz filozof Francis Bacon, tavuğu dondurmak istedi. Tavuğun içini karla dolduran Bacon, soğuktan hastalığa yakalandı. 1926 yılında da zatürreeden hayatını kaybetti.

Embriyonik gelişim döneminde organların oluşumunda bazı hücreler ihtihar ediyor. Eğer bazı hücreler ölmeseydi, ördekler gibi taraklı ayaklarla doğardık.

1907 yılında Massachussettsli bir doktor, özel bir ölüm döşeği tasarladı. Sonra da insan vücudunun ölüm anında 21 gram kaybettiğini rapor etti. Bu nedenle ruhun 21 gram tuttuğu varsayılıyor.

ABD’de insanların yüzde 80′i hastanede ölüyor.

ABD’NİN New York kentinde cinayet kurbanından çok intihar eden insan var.
İnsanlığın başlangıçından beri 100 milyar insanın öldüğü sanılıyor.
Rüya_Güzeli - avatarı
Rüya_Güzeli
Ziyaretçi
26 Aralık 2006       Mesaj #75
Rüya_Güzeli - avatarı
Ziyaretçi
Bedenin Ölümü (Dışarıdan Görünen Ölüm)
Ölüm anında ruh, bu dünyadaki insanların içinde yaşadıkları boyuttan ayrılırken, geride cansız bedenini bırakır. Deri değiştiren canlılar gibi, bu dünyadaki bedenini geride bırakır ve asıl hayatına doğru ilerler.
Ancak geride kalan bedenin karşılaşacakları da ibret vericidir. Özellikle bu bedene hayattayken gereğinden fazla değer verenler için.
Peki öldükten sonra bu bedenin başına neler geleceğini ayrıntılı olarak düşündünüz mü hiç?
Bir gün öleceksiniz. Belki hiç beklenmedik bir şekilde. Ekmek almak için bakkala giderken yolda bir araba kazası geçireceksiniz. Ya da amansız bir hastalık hayatınıza son verecek. Veya bir anda kalbiniz duracak.
Böylece ölümü tatmaya başlayacaksınız.
Bu andan itibaren de, bedeninizle hiçbir ilişkiniz kalmayacak. Hayat boyu "ben" dediğiniz ve sahiplendiğiniz o beden, sıradan bir et parçası haline gelecek. Ölümünüzle birlikte bedeninizi başka insanlar taşımaya başlayacaklar. Etrafta ağlayanlar, "daha dün buradaydı", "dağ gibi adamdı" diyenler olacak. Sonra o bedeni alıp evin bir odasına, belki de morga koyacaklar. Orada bir gece bekleyecek. Ertesi gün gömme işlemleri başlayacak. Cansız bedeni alıp gasilhaneye götürecekler. Görevli, kaskatı kesilmişolan bedeninizi soğuk suyla yıkayacak. Ancak bu aşamada ölümün izleri de bedende aşikar hale gelecek. Morarmalar başlayacak.
Daha sonra bedeni beyaz bir bezle, kefenle saracaklar. Sonra da tahta tabuta koyup üstüne yeşil bir örtü örtecekler. Cenaze arabası gelecek, tabutu devralacak. Araba mezarlığa doğru ilerlerken, yolda hayat devam edecek. Bazı insanlar cenaze geçiyor diye saygı gösterecek, çoğu kendi işine bakacak. Sonra mezarlığa gelinecek. Tabut, sizi sevenler ya da seviyor gibi görünenler tarafından ellerde taşınacak. Etrafta muhtemelen yine ağlayanlar, sızlananlar olacak. Sonra o kaçınılmaz yere, mezara gelinecek. Üstünde sizin isminiz yazılı... Bedeni tabuttan çıkarıp beyaz kefenle birlikte mezarın içine atacaklar. Ve sonra son işyapılacak. Ellerine kürek alanlar, beyaz kefenin içindeki bedenin üzerine toprak atmaya başlayacaklar. Kefenin ağzını açıp içine de toprak atacaklar. Ağzınıza, burnunuza, boğazınıza, gözlerinize topraklar dolacak. Topraklar yavaşyavaşkefeni örtecek. Biraz sonra işleri bitecek ve gidecekler. Mezarlık her zamanki derin sessizliğine bürünecek. Gidenler, kendi hayatlarına geri dönecekler, ama gömülen beden için artık hayatın hiçbir anlamı kalmamışolacak. Dünyadaki hiçbir güzellik, hiçbir güzel ev, güzel insan, güzel manzara artık o beden için bir şey ifade etmeyecek. Bedeniniz, hiçbir dostunuzla artık görüşemeyecek. Beden için var olan tek şey, artık yalnızca toprak ve onun içindeki bakteri ve kurtlar olacak.
Öldükten Sonra Ne Hale Geleceğinizi Hiç Düşündünüz mü?
Zaten gömülmenizle birlikte bedeniniz hem içten hem de dıştan gelen etkilerle hızlı bir parçalanma sürecine girecek.
Vücutta oksijen kalmayacağından, bir süre sonra mikroplar faaliyete geçerek bedene yayılacaklar.
Karında toplanan gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni tanınmaz hale getirecek.
Bundan sonra gazın diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağızdan ve burundan kanlı köpükler gelmeye başlayacak.
Çürüme ilerledikçe kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacaklar.
Bu dışdeğişmeyle beraber, iç organlarda da (akciğer, kalp ve karaciğerde) çürüme başlayacak.
En korkunç olay ise bu noktada gerçekleşecek; karın bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayıf noktasından patlatacaklar ve bedenden tahammül edilmez derecede pis kokular yayılacak. (Ölü insan kokusu, dünyanın en iğrenç kokularındandır.)
Bu süre içinde kafadan başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrılacak.
Cilt ve yumuşak kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak.
Beyin tamamen çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve iskelet dağılmaya başlayacak...
Bu olay, ceset bir toprak ve kemik yığını haline gelene kadar böylece devam edecek.
"Ben" sandığınız bedeniniz böylelikle korkunç ve iğrenç bir şekilde yok olacak. Geride kalanlar sizden söz ederken, topraktaki tüm kurtlar, böcekler ve bakteriler sizin etlerinizi kemirecekler.
Eğer bir kaza sonucunda ölür de, gömülmezseniz, o zaman çok daha feci bir manzara ortaya çıkacak. Bedeniniz, sıcak havada açıkta kalmışbir et gibi, kurtlanacak, birkaç gün içinde bir kurt yumağı haline dönüşecek. Kurtlar, son et parçasını da yiyene kadar iskeletin kıvrımları arasında dolaşacaklar.
Böylece "en güzel bir biçimde" yaratılmışolan insan hayatı, olabilecek en korkunç biçimde sona erecek.
Peki neden?
İnsan vücudunun öldükten sonra bu hale getirilmesi Allah'ın dilemesiyledir. Ve bunun çok büyük bir hikmeti vardır. İnsan, kendisinin aslında bedenden ibaret olmadığını, bedeninin yalnızca kendisine giydirilmişgeçici bir kılıf olduğunu, bu korkunç sonu görerek anlamalı, bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu hissetmelidir. İnsan, sadece bedenden ibaret olamayacağını, bedenin ötesinde onu bir araç olarak kullanan ruhun var olduğunu anlamalıdır.
Allah kendini "et ve kemikten" ibaret sanan insana, belki de bunun bir aldanışolduğunu kavratmak için böyle ibret verici bir son hazırlamıştır.
İnsan, bedeninin ölümüne bakmalı, bu geçici dünyada adeta sonsuza kadar kalacakmışgibi sahiplendiği ve bütün arzularına boyun eğdiği bedeninin akıbeti hakkında düşünmelidir. O beden toprağın altında çürüyecek, kurtlanacak ve iskelete dönüşecektir.
DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ
Hiç düşündünüz mü?
Neden insan sık sık temizlenmek zorundadır? Neden temizliğine, bakımına dikkat etmezse, vücudu, ağzı kokar, cildi ve saçı yağlanır? Neden terler ve bu terin kokusu son derece kötüdür?
İnsanın aksine, çicekler son derece güzel kokulara sahiptirler. Gül ya da karanfil, pis çamurlu bir toprakta yetişmelerine rağmen binlerce yıldır son derece güzel kokarlar. Ama insan, biraz dikkat etmediğinde kötü kokmaya başlar ve bunu ancak iyi bir bakımla engelleyebilir.
Neden böyle olduğunu, insanın neden bu şekilde bir eksiklikle yaratıldığını hiç düşündünüz mü? Allah'ın neden çiçekleri güzel kokulu yaparken, insan bedeninin bu şekilde acizliklerle dolu olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
İnsan yalnızca bu saydığımız özelliklerle kalmaz; yorulur, acıkır, susar, canı acır, midesi bulanır, hastalanır…
İnsanlara bunlar doğal şeylermişgibi gelir, ama bu bir aldanıştır. İnsan hiçbir zaman kötü kokmayabilir, hiçbir zaman başağrısı çekmeyebilir, hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Tüm bu zorluklar, "tesadüfen" oluşmuşdeğil, özel olarak yaratılmışlardır. Allah, insanı belirli bir amaç, belirli bir hikmet doğrultusunda bu şekilde yaratmıştır.
Bu amaçlardan biri; insanın aciz bir varlık, bir "kul" olduğunu anlamasıdır. Eksiksiz, mükemmel olmak Allah'ın vasfıdır, O'nun kulu olan insan ise sonsuz derecede eksiktir, zayıftır ve dolayısıyla O'na sonsuz derecede muhtaçtır. Allah bir ayette, konuyu çok hikmetli bir biçimde açıklar:
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. Dileyecek olsa, sizi giderir (yok eder) ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah'a göre güç değildir. (Fatır Suresi, 15-17)
İnsanın sahip olduğu kusur ve eksikliklerin başka bir amacı ise, bu yurdun geçiciliğini hatırlatmasıdır. Çünkü söz konusu kusur ve eksiklikler, bu dünyadaki bedene mahsusturlar. Ahirette, cennet ehli yeni bir bedenle, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaratılacaktır. Bu dünyadaki zayıf, eksik, kusurlu beden, müminin gerçek bedeni değildir, geçici bir süre içinde kaldığı bir kalıptır.
Bundan dolayıdır ki, dünyada kusursuz bir güzellik elde edilemez. Fiziksel yönden en güzel, en çekici, en kusursuz olduğunu sandığımız bir insan da, diğer tüm insanlar gibi fiziksel ihtiyaçlarını gidermekte, terlemekte, kimi zaman ağzı kokmakta, kimi zaman yüzünde sivilce çıkmaktadır. Temiz kalabilmek için sürekli yıkanmak ve bakım yapmak zorundadır. Kimi insanın yüzü güzeldir, ama fiziği o kadar düzgün değildir. Bunun tersi de mümkündür. Kimisinin gözü güzel, fakat burnu eğri olabilir. Bu özelliklerin sonsuz varyasyonlarını sayabiliriz. Dışgörünüşolarak gerçekten kusursuz gibi görünen bir kimsede de hiç umulmadık bir hastalık, rahatsızlık ya da kusur bulunabilir.
Herşeyden önemlisi, en mükemmel görünen insan bile mutlaka yaşlanır ve ölür. Beklenmedik bir anda bir kazayla paramparça olabilir. Dünyadaki beden gibi, dünyanın bizzat kendisi de eksik, kusurlu, yetersiz ve geçicidir. Bütün çiçekler mutlaka solar, en güzel yiyecekler çürür, bozulur, kokuşur. Tüm bunlar bu dünyaya mahsus eksik ve kusurlardır. Bizlere tanınan kısa dünya hayatı da, taşıdığımız beden de Allah'ın çok kısa bir süre için verdiği geçici emanetlerdir. Sonsuz bir yaşantı ve mükemmel bir yaratılışise yalnızca ahirete mahsustur. Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur:
Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir. (Şura Suresi, 36)
Bir başka ayette, dünyanın gerçek mahiyeti şöyle anlatılır:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanışolan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Kısaca bu dünyada Allah sonsuz kudret ve bilgisinin bir göstergesi olarak birçok güzellik, sanat ve harikalık ile çok çeşitli kusur ve eksiklikleri de aynı anda yaratmaktadır. Mükemmellik ve kalıcılık bu dünyanın kanununa aykırıdır. Gelişen teknoloji de dahil olmak üzere, insan aklının düşünebileceği hiçbir şey Allah'ın bu kanununu değiştiremeyecektir. Böylece insanlar bir yandan ahireti özleyip ona kavuşmak için çabalamalı ve Allah'a gereken şükür ve takdiri göstermelidirler. Bir yandan da bunların gerçek yerinin bu geçici dünya değil, eksik ve kusurlardan arındırılmışve müminler için hazırlanmışebedi cennet hayatı olduğunu anlamalıdırlar. Kuran'da, bu gerçek çok açık bir biçimde bildirilir:
Hayır, siz dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir. (A'la Suresi, 16-17)
Bir başka ayette ise, "gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur" (Ankebut Suresi, 64) denir. "Asıl hayat"ımız olan ahiret ile geçici bir yurt olan dünya arasında, perde kadar ince bir sınır vardır. Ölüm, işte bu perdeyi kaldırır. Ölümle birlikte bu dünya ve bedenle olan ilişki kesilecek, yepyeni bir yaratılışla sonsuz hayata başlangıç yapılacaktır.
Ölümle birlikte başlayacak olan hayat gerçek hayattır. Eksiklik, kusur, geçicilik dünyaya ait kanunlardır. Gerçek kanunlar; kusursuzluk, ölümsüzlük, mükemmellik üzerine kuruludur. Bir başka deyişle, normal olan, bir çiçeğin hiç solmaması, bir insanın hiç kirlenmemesi, hiç yaşlanmaması, bir meyvenin hiç çürümemesidir. Asıl kanunlar, insanın her istediğinin anında gerçekleşmesini, insanın hiçbir acı ve hastalık yaşamamasını, hiçbir zaman üşümemesini, ya da terlememesini gerektirir. Ancak asıl kanunlar, asıl hayatta; geçici kanunlar da geçici olan bu dünya hayatındadır.
Asıl kanunların yurdu, yani ahiret ise çok yakındır. Allah dilediği an insanın buradaki yaşamına son verip, onu ahirete geçirebilir. Bu geçiş, bir göz açıp-kapaması kadar çabuk gerçekleşecektir. Rüyadan uyanmak gibi... Ölümle birlikte sona erecek olan dünyanın, ahirete göre ne denli kısa olduğu Kuran'da şöyle anlatılır:
Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz," "Bizim, sizi boşbir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?" (Müminun Suresi, 112-115)
Ölümle birlikte rüya sona ermişve gerçek yaşam başlamıştır. Yeryüzünde "bir gün ya da bir günün birazı kadar", hatta "bir göz çarpması" kadar kalmışolan insan, yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah'ın huzuruna çıkar. Eğer dünyada iken ölümü aklında tutmuş, Allah'a kavuşacağının bilincinde olmuşise, kurtulmayı umacaktır. Kuran'da "kitabı sağ eline verilen" bu kurtulmuşların şöyle diyeceği haber verilir:
"... Alın kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış(anlamış)tım." (Hakka Suresi, 19-20)
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
30 Aralık 2006       Mesaj #76
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Biyolojik ölüm

Ölümden evvel, kısa veya uzun olmak üzere agoni ismi verilen bir can çekişme devresi sözkonusudur. Bu devre, müzmin hastalıklarda uzun, ani ölümlerde ise kısa olur. Bu devrede, dolaşım ve solunum sistemlerinde iyileşmesi mümkün olmayan değişiklikler meydana gelir. Agoni devresi birkaç dakikadan, birkaç güne kadar uzayabilir. Bu devredeki bir şahıs, tam olarak sessizlik ve hareketsizlik içinde bulunur, dış uyarılara karşı tepki çok azalmış veya kaybolmuştur. Bütün sistemlerin çalışması bozulmuştur. Bazan, bozukluklar düzelir gibi olur, şahıs kendini çok iyi hissettiğini bile söyleyebilir. Bu durum, ölüm öncesi görülebilen geçici bir iyilik halidir. İlk önce görme, son olarak işitme duyusu kaybolur. Gözler yukarı ve dışa tavana bakıyormuş gibi bir hal alır, gözbebekleri genişler. Göz akı ve göz kenarlarında yapışkan bir sıvı toplanır. Göz parlaklığını kaybeder, arkaya doğru çöker. Refleksler ortadan kalkar. Alından soğuk iri taneli terle birlikte son bir gözyaşı damlası gelebilir, şahıs ağlıyor gibidir. Nabız oldukça zayıflar. Kalp sesleri güçlükle ve çok hafif duyulur, el ve ayaklar soğur, fakat şahsın iç harareti bazan 42-43° dereceye kadar yükselir. Salya, sümük, idrar, pislik, meni dışarı çıkar ve neticede ölüm husule gelir. Bazı agoni durumlarında şuur kapalı olmakla birlikte akli melekeler, zeka ve şuur bozulmaz.
Ölümün birinci dönemi, fonksiyonel, klinik veya formatik ölüm dönemidir. Bu dönemde kişilik kaybolur. Ölümün ikinci dönemiyse hücrelerin ölümü veya moleküler ölüm dönemidir.
Kalp nakli ameliyatlarından önce klinik ölüm; dolaşım, solunum ve sinirle ilgili organların faaliyetlerinin son bulması şeklinde kabul ediliyordu. Kalp nakli ameliyatlarından sonra ölümün tarifindeki fikir ve araştırmalar değişik bir yön almıştır ve neticede beyin ölümü terimi ortaya çıkmıştır. Beyin ölümü yani klinik ölüm, beynin bütün faaliyetlerinin durması ve bütün tedavilere rağmen geri dönmeyecek şekilde kesilmesidir. Bu ölümde, dolaşım ve solunumu çalıştıran cihazlar çıkarılınca, solunum ve dolaşımın durmaları da esas alınmaktadır. Beyin faaliyetlerinin durması, elektroansefologramda düz bir çizginin görülmesiyle anlaşılır.
Ölüm teşhisinde kullanılan çeşitli metodlar sözkonusudur. Hekimlerce göz önünde bulundurulan ölüm belirtilerinden bazıları şunlardır:
Solunumun durmasıÖlünün göğsüne bir bardak su konur. Canlıda solunum dolayısıyla su yüzeyi titrer. Ölünün ağzına ayna tutulur. Solunum varsa ayna buğulanır; fakat bu yol, eski bir usuldür. Cesetteki kokuşma dolayısıyla da ayna buğulanabilir. Kalbin durmasıVücudun hiçbir yerinden nabız hissedilemez, kalp sesleri işitilmez, elektrokardriyogramda düz bir çizgi görülür ki, ölüm teşhisi metodlarının en doğru netice vereni budur. Kan dolaşımının durduğu da çeşitli deneylerle tespit edilebilir. Kanın tetkikiUzun süren hastalıklarda ölümden sonra pıhtılaşma olur, boğulma şeklinde ve ani ölümlerde ise, kan sıvı halinde kalır. Canlıda kan bazik reaksiyon verir. Ölümden 2-3 saat sonra ise, kan asidik reaksiyon verir. Ölümden sonra deri elastikiyetini kaybedersoluk beyaz ve sarımtrak bir renk alır. Deride yara açılırsa, yaranın dudakları genişlemez, yakılırsa kan ve su toplanması görülmez. Gözdeki bütün refleksler kaybolurGözbebekleri genişlemez olup, ışığa cevap vermez. ABD'deki bir kanun maddesine göre ölümün tarifi:
  • Dolaşım ve nefes alma fonksiyonları, geriye döndürülmez bir şekilde durduğu zaman,
  • Beyindeki (beyin sapı dahil) bütün fonksiyonlar durduğu zaman ilgili şahıs ölü kabul edilir.
Bitkisel hayatta ise beynin kortikol faaliyeti durmuş, ama beyin sapı faaliyetleri devam etmektedir. Yani şahıs görmez, konuşmaz, işitmez, hareket edemez, fakat dolaşım, solunum ve bazı otomatik hareketler (uyuma, sindirim...) devam etmektedir.
Ölünün yüzünde, durumunda, ölümünden sonra görülebilen değişiklikler başlar. Ölünün yüzünde, ölüm halindeyken gördükleri sebebiyle, korkunç veya gülüyormuş gibi bir şekil husule gelebilir. Ölümden sonra bütün kaslarda gevşeme olur. Göz kapakları kasları gevşediğinden kapaklar arası açık, yarı açık veya kapalı olabilir. Bazan bu açıklık devamlı kalır, bazan açık olan gözkapakları arası birkaç saat sonra daralır. Ölümden hemen sonra ağız açılır, çene aşağıya düşer, ölü katılığı husule gelince, ağız bir santimetre kadar kapanır. Ölümden sonra kişi, yer çekimi kanununa uyarak yere düşer. Ölüm nerede vuku bulursa kişi orada kalır. Ölü katılığı halinde ise kişi, ölüm anında bulunduğu pozisyonu muhafaza eder. Mesela su içerken bir eli bardakla ağzında, oturur vaziyette bulunabilir. Ölü katılığı çözülünce bu durum da bozulur.
Isısı 5-15 derecede olan bir yerde, yeni ölen bir şahıs saatte 1 derece soğuyarak 24 saat sonra bulunduğu yerin ısısıyla aynı dereceyi bulur. Ölen şahıs, çevre ısısına bağlı olarak su kaybeder ve neticede ağırlığı azalır. Gözün üstünde göz salgısı toplanmasından dolayı örümcek ağı meydana gelir.
Ölümden sonra yer çekimi etkisiyle damarlardaki kan, cesedin alt kısımlarında toplanır ve koyu mor renkte ölü lekeleri meydana gelir. Ölü lekeleri vücudun yere dokunan kısımlarında husûle gelmez.
Ölümden sonra kaslarda sertleşme olur ki, buna ölü katılığı ismi verilir. Ölü katılığı halk arasında iyi bilindiğinden cesedin çenesi ve iki ayağı biçimsiz şekil almasın diye bağlanır. Ölü katılığı bazan hafif ve kısa zamanda geçen şekilde olmak üzere her ölende meydana gelir. Çok nadiren görülmeyebilir. Ölü katılığı, genellikle önce alt çenedeki adalelerden başlar. Sonra sırasıyla boyun, yüz ve gövdedeki adalelerde meydana gelir. Ölümden genellikle 2-3 saat sonra başlar, ölü katılığı 30 saat içinde tam bir şekilde meydana gelip, kokuşmanın başlamasıyla 48-72 saat sonra çözülür.

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #77
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Can DÜNDAR - Ölüm Bahar Güzel bir sunumm

http://uploadhut.com/view.php/315008.pps
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Ocak 2007       Mesaj #78
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hikâye (İki Arkadaş) Öteden beri, mezarları konuşturmaktan(!) tarifsiz bir keyif alırım. Şöyle ki:

Ne zaman bir arkadaşımla, İstanbul’daki selâtin camilerinden birinin haziresine (mezarlığına) fatiha okumaya gitsek, yan yana duran, değişik tarihlerdeki eski mezarlar hakkında şu minval üzere konuşurum: “Arkadaş, şu mezarda yatan fani, tam beşyüz sene önce vefat etmiş; şu ikinci mezarda yatan fani ise, diğerine nispeten daha yeni ama, o da bizden tam üçyüz sene önce vefat etmiş; bize göre çok uzun zaman geçmiş. Ne garip değil mi, özellikle ikinci mezarda yatan fani de -kim bilir- bir zamanlar arkadaşıyla buraya gelip, birinci mezar hakkında arkadaşına: “Ne kadar eski bir mezar değil mi… İkiyüz sene önce vefat etmiş, çoktan toprak olmuş; baksana zaman ne çabuk geçmiş.”, diyordu. Sanki kendisi ölmeyecekmiş ve mezara girip toprağa karışmayacakmış gibi! ..

İşte bu durumdan hem keyif alır, hem de âhireti düşünerek çok korkardım. Ölüm, nefsime çok uzak gelirdi! Yine böyle bir gündü… Arkadaşımla birlikte, bir selâtin camisinin haziresindeyiz. Ona yine aynı hayallerimden anlatıyordum. Konuşmamı biraz fazla uzatmışım ki, arkadaşım beni: ”Tamam tamam, şimdilik bu kadar yeter, bak bizimkiler geldi; onları dinleyelim istersen.”, diye uyardı! Evet, yine bizimkiler gelmişti! .. Allah onlardan razı olsun; arkadaşımın torunuyla benim ki, her Cuma günü namazdan sonra bize uğrayıp, mezarlarımızın başucunda ruhumuza birer fatiha okuyup giderler!



Bir beyit:

“Üstte mağrur gezinip, düşünmez misin fani,
Önce gelip-gezenler, şimdi nerede hani.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2007       Mesaj #79
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜM GERÇEĞİ
“Ana rahminden geldik pazara,
Bir kefen alıp döndük mezara!”
***
“Nehirler aktı geçti,
Kurudu vakti geçti
Nice han, nice sultan,
Tahtı bıraktı geçti.
Şu dünya penceredir,
Her gelen baktı geçti” demiş ecdadımız.
Bu dünya fânî, hem de öyle bir fânî ki, bakmışsınız daha “fâ...” deyip kelimeyi tamamlamadan tükenivermiş ömür sermayemiz, kayıvermiş hayat yıldızımız, gözlerimiz önünden. Demek ki ömür de fânî, hayat ta fânî... Yani, insan bu geçici dünya hayatında kısa süreli bir misafirdir.
Bir damla su, kan pıhtısı ve bir çiğnemlik et parçasından yaratılan insan; bünyesi, vücudu, yaratılışı, kısacası herşeyi itibarıyle ölüm gerçeği ile yüz yüze ve yan yanadır. İnkâr ve itiraza mahal yoktur. Bütün mesele, ne zaman geleceği belli olmayan bu kutlu misafire, hazırlıksız yakalanmamaya dayanıyor.
İnsan ne zaman, nerede ve nasıl öleceğini bilmese de, bir gün gelip kendisinin de ölümle kucaklaşacağını iyi bilmelidir. Ölüm bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim.
Her ne kadar dünya insanı meşgul etse ve ölümü bize unuttursa bile, yine de insanın ölümden gaflet etmemesi gerekir. Çünkü insanlar sadece bu dünya için yaratılmamıştır. Yaratılışlarının asıl gayesi, kendisinden sonra fena ve ölümün bulunmadığı, bâkî olan âhiret yurduna hazırlanmaktır. Kıyâmet gününde; “Ey cennet ehli, cennette ebedî kalın, ey cehennem ehli cehennemde ebedî kalın.” denildiği zaman, cehennem ehli pişmanlık duyarlar. Fakat o gün, eyvahların ve pişmanlıkların fayda vermediği bir gündür.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İşte o gün, gerçek mülk Rahmanındır, (bütün hükümranlık yalnız O'na aittir) ve o (gün), kâfirler için çetin bir gündür. O gün zâlim ellerini ısırıp; “Nolaydı, keşke ben peygamberle beraber bir yol edinseydim!” der, “Vay bana, ne olurdu, ben falanı dost edinmeseydim! Msn Clock beni, bana gelen zikirden saptırdı. Zaten şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip), yapayalnız ve yardımcısız bırakır.”(1)
Bazı insanlar ölüm kendilerine geldiğinde Yüce Allah'ın buyurduğu gibi şöyle derler: “Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman; “Rabbim! beni (dünyaya) geri döndür ki, terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım.” Hayır, bu onun söylediği, (olmayacak) bir laftır. Önlerinde, ta dirilecekleri (kıyâmet) gününe kadar, (geriye dönmelerine engel olan) bir perde vardır.”(2)
Yazıklar olsun, onların istekleri nasıl yerine getirilir?. Onlar ki, dünyada Allah'ın emrine boyun eğmediler, Allah'ı zikirden yüz çevirdiler. Dünyada iken Yüce Allah'ın şu sözünü duymadılar mı?:
“Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyâmet günü onu kör olarak haşreder (mahşer yerine getiririz.) “Rabbim beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben görür idim” der. (Allah) buyurur ki; “İşte böyle sana da bizim ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugün de sen öyle unutulursun. İşte israf eden ve Rabbinin ayetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız. Elbette âhiretin azabı daha çetin ve daha süreklidir.”(3)
Nice insanlar vardır ki, dünyada malı, serveti biriktirirler, yemeden giderler. Ekerler, dikerler ve ektiklerini biçemeden ölürler. Yüksek yüksek binalar yaparlar, fakat içinde oturamadan ecel gelir onları bu dünyadan alıp götürür. Nice insanlar da vardır ki, birçok emel kurarlar, fakat emellerine kavuşamadan ölürler. Elbiseler biçtirip, diktirirler ve giyemeden ölüm gelir ve ancak dört metre bezle çekip giderler. Yüksek yüksek diktikleri binalar boş kalır. Onlar ise yerin bağrında yatmaktadırlar. Bu dünyadan sadece bir pamuklu bez parçasıyla çıkmışlardır, yaptıkları evler boş kalmıştır, onlar yerin altında serilip yatmaktadırlar. Önceleri vefâkâr olan dost ve arkadaşları kendilerini yalnız bırakmışlardır.
Ey insan! yarın veya öbür gün sen de onlar gibi tek başına kabirde kalacaksın. Sevgisini umduğun senden ilgisini kesecektir. Sözünü yerine getiren bir insan dahi göremezsin. O halde ölüme hazır ol, çünkü ölüm çok yakındır. Bütün boş emelleri bırak.
Gerçekten o ilâhî bir adalettir, yaptığın gibi hesaba çekileceksin, bu dünya ekme yeridir, hasat ise oradadır. Eğer hayır iş yaptıysan cennet, şer (kötü) iş yaptıysan ateş (cehennem) olarak karşılığını bulacaksın. “Rabbin hiç kimseye zulmetmez”(4)
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.”(5)
Şunu iyi bilmeliyiz ki ölüm, bizim için bir yer değiştirme, hal değiştirme ve vazife külfetinden sıyrılarak rahata ve rahmete ermektir. Hatta bir bakıma, her şeyin kendi özüne ve hakikatine intikal etmesinden ibarettir. Bu itibarla ölüm, hayat kadar câzip; dostlara vuslat kadar sevindirici ve ölümsüzlüğe ermek kadar büyük bir nimettir. Bu eşsiz nimete kavuşabilmek içinse öncelikle bu dünya hayatında üzerimize düşen insanlık rolünü hakkıyla oynamamız gereklidir. Tezkeremizi vukuatsız olarak alabilme gayreti içinde nefesimizi tüketmeliyiz...
Kabir, alem-i âhiret'e açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Evet vakit yaklaştı. “Dünya pisliğinden temizlenmek için bir gusul lazımdır.” diyor, hakikatlere bilfiil tercüman olan o diline kurban olduğum, hakikatşinaz zat-ı muhterem. Evet insan âkibetinden kaçamaz. Nereye giderse gitsin, ölüm onu bulacaktır. O ne zaman öleceğini bilmese de bilen biri var ya. Daha dün yokluk karanlıklarında iken, ona hayat verip, insan olarak yaratan Allah, zamanı gelince dünya dağdağasından onu ebedî âleme alacaktır. Öyleyse Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in buyurduğu gibi “Lezzetleri izâle eden ölümü çok anarak, hayatımızı ona göre yaşamalıyız.”

Panzehir - avatarı
Panzehir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #80
Panzehir - avatarı
Ziyaretçi
Şahsen ölümü bir futbol maçında dönen olaya benzetiyorum. Oyunda iken, top koştururken bütün hünerlerinizi sergilersiniz. İyisi ile kötüsü ile... Bu durum hayatı, yani yaşamı temsil eder. Bir süre sonra oyundan alınırsınız veya maç biter. Sahada bulunmazsınız sonuçta. Hünerlerinizi, yeteneklerinizi gösterme zamanı dolmuştur. Artık verilecek notu beklersiniz. Bu durum da ölümü simgeler. Hayat ile ölüm arasında çizgi ise; futbol sahasındaki taç çizgisi gibidir. Gelip gidersiniz, gelip gidersiniz ama sonuçta gidersiniz. Çoğu insan için de ölüm bir başlangıçtır!..

Not: Ölümden neden korkacağımki? Ben varken o yoktur, o gelince de ben olmayacağım... [ Montaigne ]

Benzer Konular

16 Haziran 2011 / ThinkerBeLL Türkiye Cumhuriyeti
17 Eylül 2010 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Din/İlahiyat
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji