Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 34

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 494.874 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #331
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
.: Aşkımın Yemini :.

Sponsorlu Bağlantılar
Bugün olduğu gibi, yarında,yarından sonrada,ondan sonraki günlerdede, gözlerimdeki yerinin değişmeyeceğine..

Seni bir ömür seveceğime..

Kelebeklerin renklerinin insanı büyülemesi gibi, bugünüm gibi, yarınımda da hep sevginle yaşayacağıma..

Her bakışında okuduğun o gözleri her zaman yanında göreceğine, en yakın dostun,en yakın sırdaşın, en yakın arkadaşın olacağıma..

Sıkıntının sıkıntım, üzüntünün üzüntüm olacağına..

Her kızgın anını çiçeğe dönüştüreceğime..

Her üzgün anında tebessümünün geri gelmesi için elimden geleni yapacağıma..

Asla ve asla soğuktan ve yalnızlıktan üşümeyeceğime..

Seni bir ömür boyu seveceğime..

Yanında olmadığım ve varlığıma ihtiyacın olduğu her anda bir rüzgar olup seni saracağıma..

Gözümün gözüne değdiği her an, sana yeniden aşık olup seni bir periye dönüştüreceğime..

Yaşam boyu her sabah san aşık olarak uyanacağıma..

Sen uyurken sana bakıp,Sen Ve Ben için dualar edeceğime..

Hasta olduğun zaman sana çorba yapacağıma..

Seni asla üzmeyeceğime..

Seni kızdırırsam, bunu bilmeden yapacağımdan hemen özür dileyeceğime..

Beni tanıdığın gün, bende gördüğün neyse, ömrünce aynı beni göreceğine..

Sevgimin asla değişmeyeceğine..

Sevgimin asla azalmayacağına..

Bilakis hergün büyüyen bir sevgiyi görüp mutluluk ormanlarına seni taşıyacağıma..

Senin her şeyin önünde olduğun gerçeğinin asla değişmeyeceğine..

Seni asla ihmal etmeyeceğime..

Senin sadece doğduğun gün değil, 365 gün hep sen olacağına..

Sana yalan söylemeyeceğime..

Başkalarının yanındayken seni asla unutmayacağıma..

Elini usul usul, korka korka tuttuğum o ilk gündeki aynı heyecanı hep yaşayacağıma..

Bir ömür senin elini bırakmayacağıma..

Bir ömür CANIM olarak kalacağına..

Tüm balonları senin için gökyüzüne salacağıma..

Tüm çiçeklerde seni göreceğime..

Okyanuslarda seni dalga yapacağıma..

Yıldızlara kement atacağıma..

Gökkuşağına salıncak kurup 7 renge senin rengini karıştıracağıma..

Her satırda seni yazacağıma,seni çizeceğime,sana sesleneceğime..

Sadece bir gün değil, bütün günlerin senin günün olacağına..

Hiç bir şeyin, hiç bir zaman senin önüne geçemeyeceğine..

Her günün bir önceki günden daha güzel olacağına..

Her anın unutulmazlık zincirine bir yenisini ekleyeceğime..

Seni sonsuzluk kadar seveceğime..

Seni "SEN" olduğun için seveceğime..

Seni bir ömürden de öte seveceğime..

SÖZ VERİYORUM.

Hi-LaL - avatarı
Hi-LaL
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #332
Hi-LaL - avatarı
Ziyaretçi
Akıl Okulu ...
Bir gün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan'da şöyle bir haber yayılmış:
Sponsorlu Bağlantılar
- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada akıl öğretiliyormuş.

Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Kasabanın en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:

- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?
Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese kasabanın tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:

- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.
Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı:
- Babacığım, okumak gibisi var mıdır? diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?

Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: 'Akıl okulu? Akıl okulu?' Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş.

Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuziki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın haline acımış. Yanına yaklaşarak:
- Ey yolcu, nereye gidiyorsun? diye sormuş.
İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:
- Ben de başkente gidiyorum. demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara:
- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:
- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.Adam hiç karşı çıkmamış ve tamam demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:

- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..
Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:
- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya! Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş:- Hayır yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gel gelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:
- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağrılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hep beraber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:
- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir?
Baytar şöyle karşılık vermiş:- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir attır.Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış.
Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona:
- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş. Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.
Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, 'Nasıl bilebilirler?' diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca:- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş? Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir.
Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek:
- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma. Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:
- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?
Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulunu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.
Adam böylece Akıl Okulunun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan'a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okuluna göndermiş.
Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor....



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #333
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir zamanlar uzak diyarlarda küçük bir kasabada dürüst ve çalışkan bir genç yaşarmış. Tüm gün ustasından öğrendiği gibi demir döver kasabanın tüm ihtiyaçlarını giderirmiş. Sutean adındaki bu genç adam herkes tarafından sevilen sayılan biriymiş.Bir gün dükkanına eski bir tencereyi tamir ettirmek isteyen hizmetçisi ile birlikte Rosa adında çok çok güzel bir kız gelmiş.. Sutean görür görmez bu kıza aşık olmuş, ama kız ona fazla yüz vermemiş. Tencereyi bırakıp dükkandan çıkmış. Güzel kızın ayrılması ile birlikte sanki dükkandaki ateş sönmüş; demirci Sutean'in kalbini buz gibi bir şey kaplamış. Güzel kızın kalbini kazanabilmek için bir çare aramaya başlamış. Ocağının başına oturmuş düşünürken bir parça demir almış ve onu şekillendirmeye başlamış. Çalıştıkça çalışmış ve ortaya çıkan şey şimdiye kadar yaptığı hiçbir şeye benzememiş. Eşi benzeri görülmemiş bir çiçek yapmış demirden... incecik yaprakları birbiri etrafında kapanan dünyanın en güzel çiçeğini... Sabah tencereyi almaya sadece hizmetçi kız gelmiş. Demirci Sutean üzülse de güzel kızı göremediği için tüm umudunu çiçeğine yüklemiş ve aşkının elçisi olarak göndermiş hizmetçiyle...güzel kız çiçeği görünce büyülenmiş, kalbi yumuşamış ve Sutean'in aşkına karşılık vermiş... Sutean güzeller güzeli kız ile evlenmek için kızın babasından izin almak üzere yaşadıkları şatoya gitmiş.Güzel kızın babası bir büyücüymüş, ve kızının sıradan bir adama, bir demirciye aşık olmasına çok öfkelenmiş. Bu ilişkiye hemen bir son vermeye yemin etmiş. Hemen orada Sutean'i öldürecek bir lanet okumaya başlamış ki, kızı dizlerine kapanıp onu engellemiş.bunun üzerine büyücü kurnazlığa başvurmuş; Sutean eğer sabaha dek şatonun etrafını demir bir çit ile çevirirse kızı ile evlenmesine izin verecek eğer başaramazsa güneş doğarken Sutean taşa dönecekmiş. Eğer korkuyorsa bir daha dönmemek üzere şatoyu terk edebileceğini söylemiş demirciye.. Demirci korkup da sevdiğini terk edebilecek biri değilmiş. Hemen işe başlamış, durup dinlenmeden çubuklar, teller hazırlayıp onları diziyormuş. Sabaha karşı büyücü demircinin çiti yetiştireceğini anlamış, ve onu engellemek için aklına bir kurnazlık daha gelmiş... kızının kılığına bürünmüş ve şarkı söylemeye başlamış. Şarkı öyle derin öyle güzelmiş ki... demirci çekicini bırakıp dinlemeye başlamış...Büyücü güneş doğana dek söylemiş. Güneş ışıkları penceresine vurduğunda güzel kız uyanmış, hemen pencereye koşmuş; çitin yarısı duruyormuş... demirciyi uyarıp güneş ışığından kaçırmak istemiş, ama geç kalmış.. Gün ışığı üzerine değer değmez genç adam taşa dönüşmüş...büyücü neredeyse mutluluktan uçmak üzereymiş. Babasının oynadığı oyunu gören kız çok üzülmüş, ve elinde demircinin hediyesi olan demir çiçek ile taşa dönüşmüş olan sevgilisinin yanına koşmuş. Ağlamış, ağlamış, ağlamış... göz yaşları taşı eritememiş, ama demirden çiçeği canlandırmış. Gözyaşları ile beslenen çiçek büyümüş, serpilmiş, tüm şatonun etrafını çevrelemiş. Demircinin tamamlayamadığı çiti çiçeği tamamlamış. Bu güzel çiçeği görüp beğenenler alıp başka yerlere de ekmişler ve böylece tüm dünyaya yayılmış. Güzeller güzeli Rosa'nin (Gül) anısına her yerde onun adı ile anılır olmuş.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #334
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Savaşlar bazen umulmadık sonuçlar doğurabiliyor. Avrupa’nın göbeğinde 1618’den 1648’e kadar süren 30 Yıl Savaşları üzerinden asırlar geçti. Savaş sonrasında sınırlar ve dengeler değişti. Sonra yavaş yavaş taşlar yerine oturdu ve yaşam normale döndü, savaş unutuldu. Bugün 30 Yıl Savaşları’nın yaşamınızı hemen her sabah etkilediğini söylesek muhtemelen bir anlam veremeyeceksiniz...
Oysa tarih kitaplarında satır aralarında kalmış bir ayrıntı nedeniyle sadece sizin değil, dünya üzerinde yaklaşık 650 milyon erkeğin her sabah 30 Yıl Savaşları’nı yadettiği gerçeği ile karşı karşıyayız.

Kravatın doğuşu
1635’de, 30 Yıl Savaşları sürerken Fransız Kralı XIII. Louis için savaşan yaklaşık 160 bin lejyoner ve şövalye arasında bir grup asker vardı ki kıyafetlerindeki bir ayrıntı nedeniyle diğer askerlerden rahatlıkla ayrılabiliyordu. Hırvat askerleri farklı kılan, boyunlarına bağladıkları atkılardı.
Savaşa giden Hırvat askerlerini uğurlayan eşleri, sevgilileri, anneleri başlarından çıkarttıkları atkıları, sevdikleri adamların boyunlarına bağlamış ve birer düğüm atmışlardı. Bir yandan evlerinden uzakta oldukları sürece bu atkıları her gördüklerinde kendilerini ve evlerini anımsamalarını istiyor bir yandan da attıkları özel düğümlerin erkeklerini kötülüklerden koruyacağına inanıyorlardı.
Savaş sürerken, Hırvat askerlerin boyunlarındaki bağlar dikkatlerden kaçmadı. Kadınlardan yadigar bu uğurlar, Fransız modacıların elinde önemli bir aksesuara dönüşürken tabii ki süreç içinde büyük değişikliklere uğradı. Savaşa giden Hırvat erkeğinin boynuna eşarpını bağlayan Hırvat kadın ile sabah evden çıkarken eşinizin kravatınıza son bir biçim vermesi aslında ne kadar da birbirine yakın iki davranış. Üstelik aradan geçen asırlara rağmen...
Antik çağlardan 6. Yüzyılın ikinci yarısına kadar boyunlarını açıkta bırakmakta bir sakınca görmeyen erkekler, Rönesansla birlikte boynu çevreleyen yakaları keşfetmeye başladı. Bu yakalar 17. yüzyılda dantallerle renklendi ve modelleri çeşitlenmeye başladı.
1974 yılında, MÖ 3. yüzyılda yaşamış olan Çin İmparatoru Ch’in Shih Huang-ti’nin mezarı açıldığında moda tarihini de gözden geçirme gereği doğdu.
Huang-ti’nin mezarı çevresinde gerçek insan boyutlarında 7 bin 500 asker heykeli figürü bulunuyordu. İmparator dahil, her askerin taşıdığı bu aksesuar, akla sorular getirdi. Aynı dönemde Romalılar’ında özellikle soğuk mevsimlerde sefere çıktıkları zaman benzer bir yolla boyunlarını kapattıkları bilgisi de eklenince boyun bağının tarihçesi de sarsıldı.
İlk bakışta görünen, boyunlara takılan atkıların soğuğa karşı alınmış bir önlem olduğu idi; ancak Çin Kültürü’ndeki bir inanış, bu basit açıklamayı da havada bırakmış oldu. Çin kültüründe ademcik kemiği bedenin önemli merkezlerinden biri olarak kabul ediliyor ve yaşam enerjisinin çıkış noktası olarak görülüyordu.
Çinli askerlerin boyunlarına taktıkları eşarpların, ademcik kemiğini korumak amacı güdüp gütmedikleri sorusu, beraberinde bu aksesuarın dinsel ve kültürel bir temeli olabileceği ihtimalini de gündeme getirdi.

Fransız subayların beğenisi
Değişik bilgiler olmakla birlikte boyun bağlarının 30 Yıl Savaşları’nda popüler olduğu kabul ediliyor. O güne kadar ‘ruff’ denilen bir tür yaka kullanan Fransızlar, Hırvatlar’ın kullandığı, ütüleme, kolalama gibi sorunları olmayan yeni boyun bağlarını kabullenmekte hiç mi hiç zorlanmadılar. Arazi şartlarında, ‘ruff’lardan çok daha kullanışlı olan yeni boyun bağları ayrıca sıcak kalmalarına da yardımcı oluyordu.
Savaş sonrasında evlerine dönen Fransız subaylar, yeni tanıştıkları bu kıyafeti günlük yaşamlarında kullanmaya devam ettiler. Kravat, özellikle askeri üstünlüklerini her fırsatta vurgulamaktan hoşlanan Fransız aristokrasisi arasında 1650’lerde moda şeklinde yayıldı. Fransızlar, kendilerine özgü revizyonlarla geliştirdikleri aksesuara ‘A la Croate - Hırvat Usulü’ adını takmıştı. A la Croate’ın, Cravate’ye, yani bugünkü kullanıldığı ‘kravat’ haline dönüşmesi sırasında şekli, kullanımı, yüklendiği sembolik anlamlar da tarihin aksıyla birlikte büyük değişiklikler gösterdi. Kravatın renkleri, kullanılan desenler, bağlama şekilleri sosyal sınıflar arasındaki farklılıkları, politik görüşleri yansıtan semboller oldu; modacılar tasarımlarını renklendirmek için kullanırken, ressamlar onlardan hiç de geride kalmayıp tasarımlarını resimlerinde sergilediler gizliden gizliye...
Kravatın erkek yaşamına katılmasıyla birlikte ciddi bir sorun da doğmuş oldu. Sabah uyanan erkekler, kıyafetlerine göre bir kravat seçmek zorundaydı artık. Bu seçim zaman zaman öylesine zorlaşabiliyor ki, kravatını belirleyip, ona göre elbise seçenlere bile rastlanıyordu...
Bir başka sorun da seçilen kravatın düzgün ve doğru uzunlukta bağlanabilmesiydi... Bu iki yepyeni sorunu ilk yaşayanlardan biri Fransız Kralı XIV. Louis oldu. Kral, her sabah uyandığında hizmetçleri, karşısına rengarenk ve çeşitli desenlerde kravatlarla diziliyordu. Doğru kravatı seçmek için harcanan zamandan belki daha da fazlası kravatın doğru bir şekilde bağlanmasına ayrılıyordu.
Bir süre sonra kralın beğendiği kravatlar ve bağlama şekillerine göre, gömleklerin hemen arkasına teğellenmiş kravatlar hazır olarak getirilmeye başlandı. Bugün bazı erkeklerin tercih ettiği ‘hazır kravatların’ atası da uyanık bir hizmetçinin bu dahiyane fikri olsa gerek...

Günümüzde kravat
Uzun ve tartışmalı bir tarihe sahip olan kravat, bugün dünyada yaklaşık 650 milyon kişi tarafından kullanılıyor ve yılda satılan kravat sayısı ise 800 milyonu buluyor. 1960’ların sonu, 1970’lerin başında çiçek çocuklar ve özgürlük şarkılarıyla birlikte, otoriteyi, düzeni temsil ettiği gerekçesiyle ciddi bir darbe yiyen kravat kullanımı, 1980’lerin ‘yuppi’leriyle birlikte yeniden gündeme oturmayı başardı. Bir tür kartvizit gibi boyunlarında taşıdıkları kravat ile gurur duyan erkekler, statülerinin bayrağı gibi gördükleri kravatlara olağanüstü önem vermeye başladılar.
1990’lar ise kravat için zorlu geçeceğe benziyordu. İtalyan ayakkabı devi Suparga’nın başkanı Franco Bossisia açıkça kravata karşı savaş açarak şu demeci verdi: “Kravat hiçbir işe yaramaz, erkeklerin çoğu ilginç bir kravat seçeyim derken rezil oluyor. Üstelik çok sıkıcı ve sıcak tutuyor.” Bossia’nın bir de iddiası vardı: “Beş yıl sonra, iş dünyası dahil hiç kimse kravat takmayacak.” Sinemanın usta yönetmeni Orson Welles de kravatı sevmeyenlerden. Usta sinemacıyı mı örnek alıyorlar bilenmez; ama son yıllarda en önemli törenler dahil, sahneye kravatsız çıkan oyuncuların sayısında ciddi bir artış var. Kravat karşıtı lobi ne derse ve ne kadar güçlenirse güçlensin, ciddiyetin ve statünün sembolü gibi görünen kravatın tahtını sarsmak hiç de kolay görünmüyor.

Kaliteli bir kravat
Erkeklerin giyim konusundaki bilgisini ve hatta genel olarak zevkini kravatı üzerinden yapılan değerlendirmeler belirtiyor. Doğru seçilmiş bir kravat, çok da iyi olmayan bir kıyafetin havasını bir anda değiştirebildiği gibi, kötü bir seçim de çok iyi bir kıyafetin tüm güzelliğini yutabiliyor. Durum böyle olunca erkeklerin derslerine iyi çalışmaları gerekiyor. Kaliteli bir kravatın özellikleriyle başlayabilir ilk ders. Eni 8.5 - 10 cm, boyu 140 cm. olan klasik bir kravatın yüzde yüz ipek olması kalitenin belki de en önemli göstergesi. Kravat kumaşları dokuma ve baskı olmak üzere ikiye ayrılıyor. Kalın dokusu nedeniyle bağlaması güç olsa da dokuma kravatlar, kalitenin göstergelerinden biri. Dokuma kravatlarda en yaygın desen, diyagonal çizgiler olarak biliniyor. Son dönemlerde, ipek kravatların yanı sıra yün, yün-kaşmir, yün-ipek-keten ya da ipek-keten gibi karışımlardan da kaliteli ürünler çıkıyor.
Kumaşların kaliteyi belirlemesinin yanı sıra astar, tela ve dikiş özellikleri de kravatın önemli ayrıntılarından.
El dikişi olan kravatın arka kapamasında dikiş belli bir mesafede biter ve arka uç açıkta bırakılır. Buradaki amaç, kumaş ve telanın uyumlu hareketinin sağlanmasıdır.
Bazı kravatlarda bu bölümde ipek iğnesi kullanılırken, bazı kravatlarda da iplik ucu dışarıda bırakılır. Bu iğnenin çıkartılmaması ve ipliğin kesinlikle kopartılmaması gerekir. Kalitenin son ve önemli göstergesi ise, astarda markasının dokunmuş olmasıdır.
Bütün bunları öğrenmek zor gelen erkekler için başarısı kanıtlanmış bir yöntem de kravat seçimi konusunun eşlere havale edilmesi.

Kravatın incelikleri
dotBlack Kravat ucu, pantolon kemerinin alt hizasına gelecek şekilde bağlanmalı.
dotBlack Çözüldüğü zaman ilk boyuna geri dönmeli.
dotBlack Çıkarması kolay olmalı.
dotBlack Rutubetli yerlerde bırakılmamalı.
dotBlack Kesinlikle ütülenmemeli (Kuru temizleme esnasında preslenmemeli)
dotBlack Geceleri kesinlikle bağlı bırakılmamalı.
dotBlack Örgü kravatlar, uzamasını engellemek için yuvarlak şekilde muhafaza edilmeli.
dotBlack Kot pantolonla birlikte, bez kumaştan yapılmış sportif bir model tercih edilmeli.
dotBlack Kravat düğümü çekiştirilerek açılmamalı.
dotBlack Asla astarı görünmemeli.
dotBlack Ceketin sol cebine konan süs mendiliyle uyumlu OLMAMALI.
dotBlack Her zaman gömlekle tezat oluşturmalı ancak tam aksi bir seçim de yapılmamalı.
dotBlack Diyagonal dokuma kravatlar takım elbiselerle kullanılmamalı. (Takım elbiselerle, mikro desenli dokuma kravatlar tercih edilmeli.)
dotBlack Yün ve kaşmir kravatlar soğuk günlerde, ağır kumaşlarla kullanılmalı.
dotBlack Keten ve keten karışımlı kravatlar ise sadece yaz mevsiminde ve pamuklu, keten kıyafetlerle tercih edilmeli.

Türkiye’de kravat
Osmanlı İmparatorluğu içinde kravat takan ilk padişah Sultan Abdülmecid olarak biliniyor. Batılılaşma harektleri etkisinde öncelikle aydınlar arasında kendine yer bulan kravat, padişahın da tercih doğrultusunda devlet dairelerine girmiş oldu.
Cumhuriyetin ilanı ve kılık kıyafet devriminin etkisiyle önce kentlerde ardından kasabalarda yaygınlaşan kravat kullanımı, bir süre sonra halk arasında popülaritesini yitirde ve ‘özel günlerin sembolü’ olarak gardroplara kaldırıldı. Sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte gardroplardan çıkartılan kravatlar iş yaşamının kıyafet unsrlarından biri olarak günlük hayatımıza girerken, devlet geleneğinde etkisini hep sürdürdü. Bugün, devlet memurları, lise öğrencileri ve iş dünyası için olmazsa olmaz bir zorunluluğa dönüşmüş gibi görünüyor.

Kravat bağlamak ciddi iştir
Gazetelerde yer alan bir habere göre İngiltere’nin ünlü Cambridge Üniversitesi’nden fizik doktoru Thomas Fink ve Yong Mao, kravat üzerine yaptıkları ciddi ve uzun süreli bir çalışmanın sonucunda kravat bağlamanın teorisini geliştirdiler. Bilim adamlarının çalışmasının temelinde kravatın ‘bir geometri objesi’ olarak değerlendirmeleri yatıyordu.
Biri yavaş hareketlerle kravatını bağlarken, diğeri elinde kamerayla bağlama hareketlerini kaydeden bilim adamları, bu görüntüleri defalarca izledikten sonra bir sonuca ulaştılar. Matematikçiler arasında ‘random walk’ olarak bilinen, kravat bağlarken yapılan hareketleri birbirine bağlayan bir haritaya ulaşmışlardı. İşte ortaya çıkan bu harita, yaygın olarak bilinen birkaç stilin çok ötesinde tam 85 olası kravat bağlama tekniği olduğunu ortaya koyuyordu.
Geçmişte kullanılan kravat bağlama yöntemlerini de inceleyen bilim adamları bizleri de ilgilendiren aktüel sonuçlara da ulaşmıştı ki bunların en ilginçlerinden biri günümüz erkeklerinin kullandığı kravat bağlama yönteminin, 19. Yüzyıl Londra’sında otobüs şoförlerinden yadigar kaldığı gerçeğiydi.

250 milyarlık kravat
Kenan Işık’ın sunduğu ‘Kim 500 Milyar İster” yarışma programında, 250 Milyar TL değerindeki “Kravat hangi ülkeden çıkmıştır” sorusuna yanlış yanıt vererek 16 milyar lira ikramiyeyle yetinmek zorunda kalan Konyalı Jeofizik Mühendisi Mustafa Erhan Sözen uzun süre Türkiye’nin gündeminde kalmıştı. “Soru yanlış hazırlanmış, hakkımı mahkemede arayacağım” diyerek verdiği “Fransızlar” yanıtının doğruluğunda ısrar eden Sözen’in yanıldığını söyleyenler kadar, jeoloji mühendisine hak verenler de çıkmıştı o günlerde. Ancak bir süre sonra hemen herkes kravatın Hırvat kaynaklı bir aksesuar olduğunda hemfikir oldu. Tabii bütün bir ülkenin, kravat konusnda bilgi sahibi olması da bu dönemden yanımıza kalan sanıyoruz tek kâr olarak notlar arasındaki yerini aldı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #335
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sen Uyuyorsun

Sen uyuyorsun. Saçlarına dokunmaya kıyamıyorum. Uyanacaksın diye korkarak sokuluyorum iyice. Nefeslerimiz karışsın istiyorum. Canların bir birine karışması sabahın bu erken saatinde.

Ne kadar zordur biliyor musun ? Sana bu kadar yakın olup dokunmamak. Bu kadar yakın olup öpmeden az sonra kapıyı çekip gitmek.


Sen uyuyorsun... Gözlerimi senden alamıyorum. Bu loş karanlıkta bütün yüz hatların belirgin. Belki de bildik bir coğrafyada, memleketimin en ıssız köşesinde olma rahatlığı yüzündeki gezintim. Bu dağlar bildik asi dağlar bu yayalar, bu ovalar. Bu nehirler denizlere koşan umutlar... Korkusuz, kaygısız dolaşıyorum, bir tek, uyanacaksın diye korkuyorum yüzüne değen nefesimle...

Sen uyuyorsun... Küçük bir gülümseme, dudağının köşesinde asılı kalmış. Kaybolup gitmeden tutabilme telaşındayım... Ve bir düş geçiyor gözbebeklerinden. Ahhh bir dokunabilsem o düşe... Başımı kalbine koyup uyumak ve o düşte seninle olmak istiyorum...

Yüzün gölgeleniyor birden. Solgun bir keder olup takılıyor kirpiklerine. Kulağına eğilip fısıldıyorum “Hayır canım, hayır, yanındayım ben...” Dağılıyor bulutlar... Seviniyorum çocuk gibi. Sıcağın tenimde salınıyor. Gitmeliyim artık.

Avucumda sakladığım küçük bir öpücüğü ufluyorum yüreğine doğru. Sana ulaştığı anda bir ışık patlayarak dolduruyor her yanı. Binlerce minik yıldıza dönüşüyor. Birinin eteğine tutunup yükseliyorum... Aklım, yüreğim sende kalıyor. Ve ben geceye uyanıyorum.

Bir taş attım uzağa, ayrı düştüm. Sevincim denizlerinde sektirdiğim taştı, üç beş sekip boğulan... Sen uyuyorsun. Zifiri zindan gece kızıl saçların yastıkta dağılmış. Gözlerin sılama kapattığım kapılar.
Hem deli bir su gibi akıp engel yıkardım. Hem de sakin bir liman kadar durgun, saklayıp koruyan. Hem asi, hem nahif bir çocuktum sende...

Sen uyuyorsun ve ben az sonra kapıyı çekip gideceğim. Aklım yüreğim sende...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2006       Mesaj #336
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yoksun... Ya Da Kaybolursun...


Kalabalık içinde yalnız biri, sen.

Yoksun!

Kaybolursun kalabalığın içinde, yok olursun tuhaf bir serseri gibi... Umursamazsın belki insanların üzerine gelmesini. Hatta bazen çok ilginçtir, kahkahalarınla gülersin komik geldiğinden mi bilinmez. Ölümden kaynaklanır belki de yaşayamamaktan doya doya!

Rüyalarında düşler görsen, rüyalarında gerçekleri gerçekten hissetsen kısaca ayaktayken yatsan uykuya, bilinir mi gerçekler? O zaman belki de ıslak düşler resimlerde kalır, belki de kalmaz... Bilinmez ki dimi? Ama birşeyi çok iyi bilirsin. Oradasındır! Kalabalık içerisinde yaşayan bir serseri. Bazen birilerinin seni tutmasını, yardım etmesini beklersin düşmeden hemen önce, bazen de yaklaşanları, sıcak davrananları görür, hisseder; kaç benden dersin. Git! Uzaklaş!

Fısıltı gibi gelen merhabalara yeni bir tanesi eklenir ve hâlâ dimdiksindir , boynu eğiklerden değil!

Her şey yolunda dersin, güneş yakmaya , insanlar sıkıştırmaya devam eder. Bir ara güzellikler parıldar ama bazen de söner. Aşktır belki bu. Yolda devam edersin yürümeye ve bir an..... yollar ayrılıverir. Tekrar tut beni dersin, tut beni! içinde patlamaya hazır balondan bahtiyar, yalancı kimlikleri hayatın ve koşup kaçmaya başlayan insan, sen!....

Bazen her şey doruk noktasına ulaşır ve durursun.. Karşında birini farkedersin aniden. Düşünürsün. Hiç yolda olmayan biridir, bir anda kendini bulursun onun yolunda veya o seni bulmuştur senin yolunda. Bir ucunda sen bir ucunda o. Ortada buluşalım dersin ama ne yol vardır ne de hayatın doğruları o anda.

Fısıltı bir merhabayla başlar ve elvedayla biter...

Güneş yakmaya devam eder. Herşeyi çıkarır, istenmezleri atıverirsin üzerinden. Sev beni dersin. Sev beni, hiç kaçırmadan gözlerini sev beni. Anla beni dersin. Güneşin yakışını , ayçiçeklerinin boyunlarını güneşe çevirmelerini izlersin... Kırılmayı hak etmedim ben dersin. Kırılmamalıyım!

Ama....

Bu kalabalık içerisinde senin gibi olan biri daha vardır, gözlerini senden hiç ama hiç kaçırmayan biri. Önce göremezsin onu. Ya da görürsün ama dikkat etmezsin. Sonra düşünürsün. Kalabalığın içinde yalnız bir serseri dersin ona, belki de lüzumsuz biri. Gelişimi anlayamazsın, degişimi olduğu gibi... ama kimbilir belki de anlarsın... işte o zaman aklıselim gezmeye gitmiştir. bilemezsin ki.. Anlayamazsın onu. Anlayamazsın onun hissettiklerini, ya da anlarsın ama tahmin edemezsin, kendi hissettiklerini.

Sev beni diyeni anlayamazsın, seni sevmeyini anlayamadığın gibi.

Kalabalığı oluşturan tüm yalnızlar hep bir araya gelir, monotonluk artık yok derler! Yarınlardan, geleceklerden bahsederler, güzelliklerden bahsederler. Haykırırlar. Söylenenler, bilgiler, sevgiyle eyleme dönüşür. Zaten öyle değil midir? Bilgiler eyleme sevgiyle dönüşmediği sürece sıfırdırlar.

Güneşin, aydınlığın bu büyük zaferinden karanlık korkar, kaçar gider başka karanlıklara. Tutulamaz sensizliğin mahçupluğu. Sessizlik rahatsız eder, kendini zavallı, suçlu hissedersin belki de... dayanamazsın mantığın direnişine ve işte o an! Düşlediğin andır belki de...



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #337
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kirildim ask'a ama onun haberi yok

Biliyorum, konusacak bir seyimiz kalmadi, paylasacak hiçbir seyimiz yok ortada. Yine de yüregimden, gücümün yettigi yere kadar sana sesleniyorum, seninle konusuyorum. Bugün sana olan kirginligimi rafa kaldirdim, sevgimi aldim avuçlarimin arasina, ona siginiyorum. Cümlelerimi kisalttim, kelimelerim buruk, gülüslerim istenmeyen evlat dudaklarimda. Bir ihtimal gelisine sigindigimi farkettiysem de, engel olmadim gurursuz ama umutlu ve sabirli hasretine. Anlik hayaller anlik mutluluklara gebe kaliyor..bugün gönlümü hos tutmak istiyorum...imkansiz olan her rüyaya inanasim geliyor. Bir çocuk gibi, isteklerimi bastiramiyorum. Çalmayan telefonuma elim gidiyor, sana hala bende oldugunu israrla yazmaya çalisiyorum. Bende olan seni hiç kirmadim, degistirmedim ve hep korudum desem de, sendeki benin nasil oldugunu, gülüp gülmedigini, anlamsiz bir sikintiyla merak ediyorum. Içimdeki güzelligine inanip inanmamani artik umursamiyorum..!
Bulutlar yagmurunu toprakla öpüstürebilseydi bugün, bana o verdigin ama tutmadigin sözünü sahiplenerek, dans edebilirdim islakligima aldirmadan. Ki aslinda islanan sadece yüregim olurdu, bedenim degil...Üsüyorum, bu üsüme yalnizligimdan geliyor ve sariyor her tarafimi. Tutunabilecegim hiçbir güzellik yok, hatirlamaktan usanmayacagim anilarim disinda. Isinabilmek için onlara sariliyorum. Anlamsiz ve cevapsiz sorular hinzirca siritiyor, ben görmemeye çalisiyorum.
Düsler uzak gibi görünüyordu ama yakindi. Belki de görmeyi istemek gerekiyordu. Gözlerini aç desem kapatacaksin ama kapatma gözlerini..! Biliyorum levrekler derinlerde ve dalgali denizlerde yasar. Levrekler uzak bir düs gibi zor yakalanir. Ama sen becerirsin düsleri yakalamayi, derinlere dalmayi, uzaklara kavusmayi..Sahi, becerebilir misin..?
Kendime bir demet papatya aldim ama bakmadim falima. Gözlerimi gelislere verdim, gözlerimdeki hüzün bile seni özlemis, kafayi bulunca itiraf etti sonunda. Düsüncelerim gururlu, hayallerim ve sevdam degil. Gelseydin; kendimi unutup sana akacaktim, susturacaktim içindeki isyani, kavgalarin ortasinda bir günes gibi dogup isitacaktim yüregini, sevinçten aglayacaktim bu defa, mutluyken hemen sarhos olusum gibi, dokunacaktim, kusacaktim birikmisligimi, hasretimi ama gelmedin, gelmezdin, gelmeye hiç de niyetin yoktu aslinda. Kendimi kandirdigimi anladigimda, agliyordum...
Eskiden kimi sarkilarin ne kadar anlamli oldugunu düsünürken, simdi ayriligin ardindan çalinan her sarki umutsuzlugumu ve sevgimi anlatiyormus gibi geliyor. Sevdigim ne çok sarki varmis, bunu senin gidisin gösterdi bana. Her sarkida sen varsin, her yerde, her gördügüm insanda, denizde, gecede, uykumda...Nasil beceriyorsun her yerde olabilmeyi. Bu bir marifetse eger, niye benim yanimda degilsin ki...?
Göz yaslarim asilligini yitiriyor ve yenik düsüyorum sevdana. Gittin..belki de hiç gelmemistin, ben geldigini sandim. Ayak uyduramadim yorgunluguna. Dudaklarina, düslerindeki öpüsü konduramadim. Kimi zaman bir çocuk oldum gülüslerinde simaran, kimi zaman bir kadin dokunuslarinda kendini bulan. Ama en çok da imkansizin oldum, hirçinligin, yirmi yasin, gecikmisligin...Her gelisimde bir kez daha gönderdigin oldum. Inanamadigin, yenemedigin, üzerinden atlayamadigin korkularin oldum. Agladigin, bagirdigin ya da sustugun isyanin oldum. Ask pazarinda harcadigin mevsimler oldum, sessizce bosalan gözyaslarin,birikmisligin oldum. Son ses dinledigin bir sarkinin nakarati oldum, dilinin ucuna gelip de söyleyemedigin kelimeler, ister istemez yasadigin talihsizlikler oldum. Yüregindeki kadin ben olmak isterken, yüregine siginan ve tozlanacak olan bir ani oldum. Hak etmediklerin, artik yeter dediklerin ve herseyin olmak isterken belki de hiçbir seyin oldum. Söylesene, ben gerçekte senin neyin oldum...? Sesin hep uzaklari çagiriyordu, ben üstüme alindim, sana geldim. Bilseydim, bana ait olmayan bir seslenisi sahiplenir miydim..? Simdi bir mevsimlik ask kaldi avuçlarimda. Sadece bir mevsim yasanan ama bir ömür gibi gelen ask...Kalbime henüz söylemedim gittigini. Ögrenirse onun da aci çekmesinden korkuyorum. Seni hala benimle biliyor ve seviyor ama ben kalbime ilk defa yalan söylüyorum.
Gittin...sevdamin öksüzlügüne alisabilirim belki ama sesinin uzak yollarin sonunda olmasi acitiyor içimi. Suskunlugun en büyük silahindi, suskunlugunla vurdun beni. Ben aliskinim kendi yaralarimi kendim sarmaya. Asil aci olan ve kanatan unutulmak aslinda. Söylesene, unutulmak kime yakisiyor..? Unutan sen olsan da, sana bile yakismiyor..Merak etme, üstüne giydirmedim bu duyguyu, unutulmayan olmak sende daha güzel duruyor. Görüyorsun iste, aska ve sana ihanet etmiyorum ben, ki kirginligim aska.Sen üstüne alindin...Bir sonbahar’da, günes hala daha isitirken bedenimi seni çikartti karsima. Sen “bitti” dediginde yagmur yagiyordu, askin cani sikildi, seni aldi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #338
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
aska dair..
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu,
Öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir
kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı
otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle
konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başrdılar.
İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında.
Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız
>ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah
erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına
geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...
Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu...
Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki
yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor
getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar
olduklarında da hep mutluydular.
Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında
para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale
getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki..
Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü,
büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi
sürecine rağmen
Çocuk sahibi olmayınca, “bütün mutlulukların bizim olmasını
beklemek, bencillik olur” diyerek devam ettiler hayatlarına.
Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... “Senin için
ölürüm” derdi kadın,
Sımsıkı sarılıp adama ve adma “Hayır, ben senin için
ölürüm” diye yanıt verirdi hep...
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, “Bir
tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak....” Kütüphanenin ikinci
rafında başka bir not olurdu, “Mutfaktaki masanın üzerine bak ve
seni
çok sevdiğimi sakın unutma” Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba
sevgi
dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet
çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı
armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi
zaten....
Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun
Hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı
yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam,
hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın
da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı.
Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı.

Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde

“satılık” levhası asılı olan. “Ne dersin, bu evi
alalım mı?” dedi adama. “Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev
yaparız. Projeyi kafamda
çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz
bir deniz evi yapalım burayı...” “Sen istersin de ben hiç
hayır
diyebilirmiyim?” diye yanıt verdi adam.
“Amerika’daki tıp

kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun


burası bizimdir artık....”

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor

Oldu adam Amerika’ya giderken.
Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar

havaalanında.

Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti
kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu
neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi
kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: “Canım, o ev bizim
bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...”

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da

Çekilmez gelir.

Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için

yalvardı adama, “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur
anlat” diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız
ve sevgisiz biriyle

yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara
çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...

Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği

arkadaşına dert yanarken,

“Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım” diye
sözünü kesti

arkadaşı.

“O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir

kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar
arabaya....”

“Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları” diye
bağırdı kadın.

Onca yıllık arkadaşını,

kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın

hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece
masal olduğunu anladı...Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç
çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl
sarıldığını gördü adamın...



Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen

Ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi.
İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa
geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve
bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, “son bir kez kucaklamak
isterim seni” diyecek oldu ama kadın, “defol” dedi
nefretle...

İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına

kimse inanamadı.

Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın,

Sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen
yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri
geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin
alması için dua ediyordu.


Aradan bir yıl geçti.Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile,kadının

derdine çare olamamıştı.

Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı
açtığında,karşısında

o kadını gördü. “Sen, buraya ne yüzle geliyorsun” diye
bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.

“Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız
gerekiyor.” dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir
sesle konuşmaya başladı:

“Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir
saat önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre sırasında öğrendi
hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını,
hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni
kendinden

uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine

de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını
yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev
tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece
fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi
istedi...”

Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın.

Hemen oracıkta ölmek istiyordu.



Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla
katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda.

İlk kağıtta, “Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem”
diyordu... Sırayla okudu; “Seni çok sevdim”, “Seni
sevmekten hiç vazgeçmedim”,

“Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini
bilirdim.” “Fakat benim için ölmeni istemedim”
“Şimdi bana söz vermeni istiyorum.” “Benim için

yaşayacaksın, anlaştık mı?” son kağıdı eline alırken, kutuda bir
anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

“Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım.

Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor
olacağım....”

__________________

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #339
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İSİMSİZ MELEK

Gözlerini açmak için büyük mücadele etmesine rağmen henüz gözlerini açamıyordu. Nerede olduğunu ve kendini görmek istiyordu. Vücudu yeni şekillenmiş, artık bir bebeğe benzemeye başlamıştı. O dünyaya gelmeye hazırlanan, annesinin karnında mutlu mesut büyüyen bir cenindi. Kızdı ve isminin ne olacağını çok merak ediyordu. Arada bir ellerini hareket ettiriyor, bacaklarıyla neler yapabileceğini hesap etmeye çalışıyordu. En çok içinde bulunduğu yeri merak ediyordu. Kimi zaman sesler duyuyor, kulak kabartıp bu anlamadığı seslerin ne olduğunu dinliyordu. Acaba nasıl bir yerdeydi, ah gözlerini bir açabilseydi görebilecekti.

Yavaş yavaş sıkılmaya başlıyordu bulunduğu yerden. Henüz ismi koyulmamış minik kız bebeği bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. O seslerin sahibini, annesini görmek istiyordu. Bazı zamanlar bulunduğu yerin üzerinde gezen birşey farkediyordu. Herhalde annesinin eli olmalıydı. Onu farkettiği anda heyecanlanıyor, henüz yeni çalışmaya başlayan kalbi küt küt atıyordu. Farklı birşeyler hissediyordu, sanki bir tutku, sanki değişik duyguların karışımı vardı annesinde.. Ah annesini bir görebilseydi..

Yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Anlaşılan artık zamanı gelmişti. Sonunda son zamanlarda oldukça fazla sıkıcı olan bu mekandan kurtuluyordu. Sonunda annesine kavuşabilecek, gözlerini açabilecek ve onu görebilecekti. Feryatlar eşliğinde bulunduğu yerden biraz daha ilerledi. Sert iki el onu bacaklarından tutup hızlıca çekti. Annesi öylesine bağırıyordu ki, kulakları acıdı. Ne olduğunu bile anlayamadan soğuk bir alana çıkmıştı. Sıkıcı yerde onu saran sıcak su bile yoktu. Sert eller hızla poposuna vurup, onu salladılar. Halen gözlerini açamamıştı, sadece bağıran annesini ve sert elli bir kadını hissedebiliyordu. Daha fazla dayanamayıp ağzını açarak oda " Anne ağlama.. Lütfen ağlama.. " diye bağırmaya başladı.

Üşümüş ve dinlenmiş bir halde kendine geldi. Kollarını ve ayaklarını oynatamıyordu. Anlayamadığı birşeye onu sımsıkı sarmışlardı. Aniden iki el bulunduğu yerden isimsiz miniği aldı ve kucağına yerleştirdi. Yüreği yine küt küt atmaya başlamıştı. Bir zamanlar sadece hissedebildiği o sevgi dolu, tutkulu eller onu alıp yumuşacık bir yere yerleştirmişti. Kendini alan kişinin annesi olduğunu çok iyi biliyordu. Annesini mutlaka görmeliydi.. Yavaşça gözkapaklarını kaldırmaya çalıştı. Koyu lacivert gözleri ufacık açılmıştı. Sislerin çekilmesinden sonra hayal meyal annesini gördü. Yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. "Acaba annem neden ağlıyor ?" diye düşündü. Herhalde kendisinin geldiğine çok sevinmiş olmalıydı. Soğuk nedeniyle annesinin göğüslerine başını yasladı. Annesinin kalbide tıpkı onunki gibi hızlı hızlı atıyordu. " Canım annem, biricik annem " diyerek tekrar bağırmaya başladı. Annesi yavaş ve şefkat dolu hareketlerle minik bebeğinin ağzına göğsünü verdi. Sonra uyumasını bekledi..

Sırtına giren buzdan bıçaklarla uyandı isimsiz minik bebek. Üşüyor ve titriyordu. Fakat hala annesinin kollarındaydı. Başını annesinin göğsüne iyice yasladı. Annesi bu soğukta nereye yürüyordu acaba ? Bir beşikte sallanırcasına, annesinin kucağında ilerlemeye devam etti. Çok uykusu vardı, eğer soğuk canını yakmasaydı bu şefkat dolu sıcak kollarda hemen uyuyabilirdi. Asla burdan ayrılmayacağım diye düşündü. O büyüyüp, abla oluncaya kadar hep annesinin kucağında kalacaktı. Böylesine sevgi dolu sıcacık yerden kim ayrılırdı ki.. Öylesine seviyordu ki annesini, konuşmayı öğrendiğinde ilk onun adını söyleyecekti. Şimdiye kadar görmediğine göre, galiba zaten babası yoktu, yada onu merak etmemişti. Hiç önemli değil diye düşündü, bu sıcak kucağa sahip, gözüyaşlı annesi onun için yeterdi..

Annesi durdu. İsimsiz bebek gözlerini açıp etrafa baktı. Ama heryer karanlık olduğundan hiç bir yeri göremedi. Neden durdu acaba annem diye düşünürken, yüzüne garip duygularla dansetmiş, ılık ve tuzlu bir damla düştü. Annesi, gözlerinden minik bebeğin yanağına damlalar damlatıyordu. Neler olduğunu anlayamıyordu, annesi neden ağlıyordu? Gözlerini kapattı. Göğsüne bir kağıt parçası sıkıştırıldı. Yanaklarında annesinin dudaklarını hissetti. Soğuktan çatlamış olmasına rağmen, tutku ve sevgi kokan dudaklar, isimsiz minik kızın yanaklarından yumuşakca öptü. Bu öpücüğü asla unutmayacaktı. Yaşadığı günlerde hissettiği en güzel duyguydu. İtinayla ve yavaşça yere bırakıldığını farkettti. " Hayır , hayır anne bırakma beni kucağından " diye haykırmaya başladı. Sıcacık ve sevgi dolu kucaktan, soğuk ve sert mermet bir zemine koyulmuştu. Hala haykırıyordu. Annesinin kucağından inmek istemiyordu, üstelik çok üşüyordu. Annesi arkasını döndü, bir kaç adım attı. " Anne, ne olur gitme, anneciğim lütfen beni bırakma! " diye son sesiyle tekrar haykırmaya başladı. Annesi durakladı. Geri döndü. İsimsiz bebek yavaşça sustu. Gelip tekrar kollarına almasını bekliyordu. Fakat annesi gelmedi, tekrar arkasına dönüp, feryatlar arasında hızlıca uzaklaşarak, gecenin, soğuğun ve merhametsizliğin karanlığında kayboldu..

Ne kadar ağlayıp haykırdığını bilmiyordu. Tek hissettiği soğuktu. İliklerine kadar üşüyor ve bir taraftanda belki gelir diye annesini çağırıyordu. Hareket etmeye çalıştı, belki kalkıp annesinin arkasından koşmalıydı. Fakat kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayan beyaz bezden dolayı hareket edemiyordu. Hareket etse bile koşmayı bilmiyordu ki.. Ama annesi için hemen öğrenebilirdi belki ? Soğuğun etkisiyle ayaklarını hissetmemeye başladı. Çırpınmaya çalışan kollarıda yavaş yavaş kayboluyordu. " Anneee.. " diye tekrar haykırdı. " Anneciğim neden beni bırakıp gittin, anneciğim yok oluyorum.. anneciğim lütfen gel beni al.. " haykırmaları boşunaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde haykırmalarına sadece sokak köpekleri yanıt veriyordu. Artık kollarınıda kaybetmişti. Ayaklarım, kollarım ve göğsüm neden kayboldu acaba diye düşündü. Annesizlikten olsa gerekti. Annesi onu bıraktığı için yavaş yavaş kayboluyordu. Yok olacağını, soğuk çenesine ilerleyince farketti. Artık hiç birşeyin anlamı kalmamıştı. Doğru düzgün düşünemiyordu bile. Neden buraya bırakılmış, neden terkedilmişti ? Henüz ismi bile koyulmadan, ne günah işlemişti ki ölüm cezasına çarptırılmıştı ?..

İsimsiz minik kız bebeğinin bırakıldığı cami avlusunda, sabah ezanları çınlamaya başladı. Bir bebeğin annesine " Geri dön anne " haykırmalarının, ınga sesine dönüştüğü yürek parçalayıcı serenat, Allahu Ekber seslerine karıştı. Martılar, sokak köpekleri, hiçbiri bu sahneye dayanamamış, son sesleriyle ağlıyorlardı. Minik bebek gözlerini kapattı. İki damla çıktı gözlerinden. Biri gözpınarının hemen yanında, diğeri ise yanağında donmuştu. Gözlerini son kez kapattı. Bir daha görmek istemiyordu. Ezanla beraber, miniğin seside kesildi. Bir mum alevi gibi yavaşça sönmüştü. O artık ruhları sıkan ve dünyanın sonunu hazırlayan siyah renkteki merhametsizliklere lanet eden, vicdansızlığa tutsak edilmiş bir melekti..
JeLiBoN - avatarı
JeLiBoN
Ziyaretçi
7 Mart 2006       Mesaj #340
JeLiBoN - avatarı
Ziyaretçi
BİR AŞK HİKAYESİ
Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı maç. Tribünsüz,minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece..O kadar yakındılar..

Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda.. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini.. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler.. Kız gülümsedi..

Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda.. Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı.. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı da yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.. Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü.. Kız da gidiş gelişleri fark etmişti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar.."anladım" der gibi bir gülümseyişti bu...

Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü.. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için..

Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu.. Dahası.. Ankara Koleji'nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.. Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı.. Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılışı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı. Kız bu defa, iyice gülmüştü.. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce..

Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı.. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu.. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü.. Kaptan "tabi" dedi.. "bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.."

"Mutluluk işte bu olmalı" diye düşündü delikanlı.. "Mutluluk işte bu!.."

Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı.. Konser gününü de hiç ama hiç unutmadı.. O ne heyecandı öyle.. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar.. El sıkıştılar.. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yanyana düştüler.İnanamıyordu delikanlı.. Onunla nihayet yanyana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu.. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken –o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya- o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini.. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki..

Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı..Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu.. Kızın omzuna değil.. Koltuğun üzerine.. Sonra kız arkaya yaslandı.. Bir kaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu.. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın.. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü.. Konserden çıkarken, kız, şakalaştı.. "Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık nerdeyse.. Yarın Adana'da da maçımız var.. Gözlerimiz sizi arayacak.."

Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana'ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı.. Gece yarısı kalkan otobüse bindi.. Sabah erkenden Adana'ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu.. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.. İlk sette kız farkında bile değildi onun.. Nerden olsundu ki.. İkinci sette öbür tarafa gittiler.. Döndüklerinde, ügüncü sette kız fark etti delikanlıyı..Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.. Ankara'nın hele Kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu..

Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garaja gitti. Tek kelime konuşmadan.. Konuşmaya gelmemişti ki.. Kız "keşke orada olsaydın" demişti. O da olmuştu işte.. Hepsi o.. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında..

Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe.. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki.. Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı.. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için.. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. "Bu sana" diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan.. Kız, Necip Fazıl'ın dört satırını okurken..

"Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar...
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!.."

Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolejin önündeydi gene.. Kız karşıdan geliyordu.. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı.. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya.. Gözlerine inanamadı genç adam.. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa.. Evet, çağırıyordu işte.. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken.. "Sana bir şeyler söylemek istiyorum" dedi kız.. O da heyecanlıydı, belli.. "Bak iyi dinle.. Dünkü satırlar için çok teşekkürler.. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma.. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok.."

"O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni!" dedi, delikanlı ikiletmeden.. Ayrıldı kızın yanından.. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan.. Bir daha onu hiç görmeden..

Yıllarca sonra Levent Yüksel'in söyleyeceği şarkıdaki Sezen Aksu'nun sözlerini o zaman biliyordu sanki. Aşk "onurlu" olmalıydı.. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu.. İki dörtlüktü şiir.. İlki kıza verdiğiydi.. Bir ikinci dörtlük daha vardı orada.. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı.. Cebine koydu..

Bekleyiş sürüyor, sürüyordu.. Okullar kapandı, açıldı.. Aylar, aylar geçti..Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü.. "Günlerdir seni arıyorum" dedi kız. "Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber.. Artık hayatımda hiç kimse yok!.."

"Yaa" dedi delikanlı.. "Yaa" dedi sadece.. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı: "Yaaa!.."

Cebindeki artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza.. "Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün.." dedi. "Bu da sonu onun..."

Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan.. Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken..

"Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!.."

Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor.. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani?.. Ya da.. Ya da.. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp mü gitmişti acaba?

Delikanlı bu soruların cevabını bugün hala bilmiyor.. Bilmediğini de en iyi ben biliyorum.. Çünkü, o delikanlı, bendim!...

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar