Arama

Sahipsiz Mektup'lar - Sayfa 4

Güncelleme: 2 Haziran 2012 Gösterim: 265.231 Cevap: 628
venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #31
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
19 Mayıs 1951

Sponsorlu Bağlantılar
Benim canım sevgilim,
Beni saran kollarından koparken ne kadar isteksizdim, ahh.. Ve hücreme yaklaşırken adımlarım nasıl geri geri gidiyordu bilsen... Hücre- sessiz, acımasız ve umursamaz tavırlı, sahibinin gidişinin farkında değilmiş gibi görünen ama sonunda döneceğini bilerek böbürlenen hücre, orada beni bekliyordu. Dudaklarım, konulmaz bir açlık içinde seninkilerle kenetleneli yalnızca üç gün oluyor. Daha üç gün önce, yıllardır sevdiğim, garip bir aşinalık, garip bir yabancılık duyduğum, sayısız geceler boyu yanında yattığım ve tatlı uyuduğum o varlığa kondu gözlerim. Takvime göre yalnızca üç gün, bana sorarsan aradan birçok evren çağı geçti ve ben seninle sanki hiç konuşmadım da konuştuğumu düşte gördüm. Sevgilim "kendimden geçtim " derken benim yerime de konuşmuş oluyorsun. Tırmandığın basamaklar, içeri girdiğimde beliren görüntün. Manny'nin kulağıma boğuk boğuk gelen sesi, içinde bulunduğumuz oda .. Hepsi ve herşey öyle çılgın bir gümbürtüyle bilincime aktı ki, ağzımı açamaz oldum . Sonra, fiziksel selamlaşmamızın acı veren eşsiz tadına daha tümüyle varmadan, bununla birlikte, içtikçe daha çok susadığımın bilincinde olarak ayrıldığımı ve kaldırılmaz bir masanın aramIıda olduğunu gördum..!
Ahh, Monsieur, Je t'aime, Je t'adore. Büyük yalnızlık duyan karın Ethel

( Ethel ve Julius Rosenberg'lerin hapishanede birbirlerine yazdığı mektuplardan oluşan "Rosenbergler" kitabından

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
SESİNE VE SON SÖZÜNE HASRET
Biliyor musun en çok mektuba başlamam gereken hitap şeklinde zorlandım. Bir başlasam sonu gelecekti eminim! Ama sıradan sözcükleri hiç yakıştıramadım sana, yapmacık sözlere konduramadım seni... Sonra sana hiç mektup yazmadığım aklıma geldi, içim burkuldu, canım acıdı...

Sponsorlu Bağlantılar
Bu mektubu sana gurbetten yazıyorum; sesine sözüne hasret, yüzüne hasret, sıcağına hasret gönlümle başlıyorum mektubuma. Seni o kadar çok özledim ki; Meğer hiç bir kucak seninki kadar sıcak değilmiş, hiçbir acı senin yokluğuna bedel değilmiş. Hiç ama hiçbir hasret senin özlemin kadar yakmazmış içimi.

En acısı, dost bildiklerim, yâr seçtiklerim toplanıp bir araya gelseler, senin çeyreğin bile edemezmiş. Bilsen ne zor bunları itiraf etmek kendime ve sana... Gurbet bile gururumu söndüremedi. Hâlâ gururlu, şımarık, kucuk kızınim. Hayır, hayır yavrunum. 'Ben artık bir genç kızım, başkalarının yanında bana yavrum deme.' derken bile böyle düşünüyordum inan. Şimdi içten bir seslenişine, Yavrum! hitabına öyle ihtiyacım var ki...

Hatırlıyor musun? İlk yürümeye başladığım anları anlatırken ellerimi bırakmadığın için sana kızdığımı, hırslandığımı ve bir an önce yürümek istediğimi söylerdin. Şimdi sakın bırakma ellerimi, anneciğim. Evimizin yumuşak halıları değil yürüdüğüm yollar, bir düşersem halim yaman. Ellerini, sevgini, duanı, desteğini ve sıcağını hiç esirgeme benden.

Hani küçükken en çok kimi seviyorsun diye sıkıştırıp dururdum seni. Ağzından "Seni!" cevabını alana kadar bırakmazdım eteklerini... Seni abimden, babamdan ve ablalarımdan kıskanırdım. Hâlâ büyüyemedim, hem şimdi daha çok kıskanıyorum. İçindeki sevgiyi ve gözlerindeki derin şefkati yalnız benim için sakla...

Ama yapamazsın degil mi? Ana yüreği dayanmaz... Senin sevgin hepimize yeter, ana olunca ben de anlarım değil mi? Aslında en çok bu huyunu seviyorum. Adaletini ve yufka yürekliliğini, anne şefkatini... Fakat hâlâ babam işe giderken boşalan yatağını en çok benim hak ettiğimi düşünüyorum.

Seni öyle özledim ki!..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Mayıs 2006       Mesaj #33
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Beypazarı / 2 . 9 .1962

Artemis , sevgili kızım :
Bu mektubumda sana güzelin felsefesi demek olan estetik ve sanat hakkındaki evrensel düşünceleri , arayerde de kendi fikirlerimi anlatmağa çalışacağım .

Bu konuda evvela ' Güzel 'in ne demek olduğu , başka bir deyimle güzelin ne olmadığını tetkik etmek gerekir . Güzel , ' iyi ' den , ' doğru ' dan , ' düzgün ' den , ' faydalı 'dan hatta ' maksada uygun ' dan başka şeydir . Bunların hiçbirisi ve fakat hepsidir . Eflatun' a göre insan gökten yere düşmüş bir ' ilah ' tır , yeryüzünde eşyaya bakarken , bir zamanlar Tanrıların yanında temaşa ettiği eşyanın hakiki cevherini , bu cevherin güzelliğini hatırlar . Ona göre ' Güzel ', işte eşyanın niteliğinde saklı bu ilahi taraftır .

Aristo ise güzelde , sanatta olduğu gibi sosyal ve politik bir taraf arar . Ona göre güzeli arayan sanatın amacı , ruhun asil bir tarzda neşelendirilmesi , onun kendisini tazyik eden etkilerden kurtarılmasıdır . Bu sebeple Aristo sanat nevilerinden en çok trajediyi , insanın zaman zaman duyduğu heyecan ihtiyacını , tehlikesiz hayallerle tatmin ettiği için , takdir eder . Ona göre bir trajedi seyreden kimsenin şuur altına itilmiş bazen ahlaksız ve umumiyetle şiddetli heyecanları kanalize edilmiş olur . Bilfarz Hamlet' i seyredenler , ihanet , adam zehirleme ve kudretli aşk ihtiyaçlarını farkında olmadan tatmin etmiş olurlar . İhtirasların sanat yoluyla asilleştirilmesi bu manaya gelmektedir .

Güzel , tabiatta daimi bir değişikliğe ve bir sona erme haline tabidir . Bir nehire iki defa girmek imkansızdır . İkinci girdiğimiz başka sudur . Bir zamanlar ölürken gözlerimizi kapamasını dilediğimiz zarif elleri zaman , buruşuk , titrek , ihtiyar elleri haline getirmektedir . Daimi akış ve değişme : işte hayatın tek hakikatı ... Sanatkar , bu daimi akış ve değişme içinde yakalıyabildiği bir anı tesbit ederek ebedileştiren kişidir . Bu sebeple ressam Whistler portresini yaptığı Montesquieu ' ya : " Bana bir defa bakınız , artık ebediyen bakarsınız " diyordu . İlim hayata tatbik için aranan bir çabadır . Sanatta hayata değil Allah' a bağlılık , güzel ' e bağlılık vardır . Gök kuşağı ilim bakımından su zerreleri ve ışık oyunundan ibarettir . Sanatkar için başka hayaller taşır . Bu sebepledir ki gökkuşağını ilim bakımından izah eden Newton ' a İngiliz şairi John Keats lanet etmektedir .

Umumiyetle sanatın tabiatı taklit ettiği sanılır. Ne aldanış ! Tabiat sanatı taklit eder . Güzel bir manzara gördüğümüz vakit :" Ne güzel , resim gibi..." deriz . Dorian Gray' in portresini yapan ressam " Ressamlar tablolarında Thames Nehrini sisli olarak gösterdikleri zamandan beri Thames Nehrinde sis vardır " demektedir .

Peki sanatla aşkın ilişkisi ? Aşkı kaldırınız , sanat yoktur . Buna mukabil sanatı kaldırınız , aşk bayağılaşır . Goethe 74 yaşında iken 19 yaşındaki Ulrike von Levetzow 'a delice aşık olmuştu . Bu aşk manasız görülebilir . Hatta Goethe Ulrike ' nin annesini de sevmişti . 5 Eylül 1823 te Goethe Karlsbad' dan ayrılırken Ulrike onu öpmüştü . Goethe , bu iltifatın verdiği derin heyecan ve arkasından bastıran korkunç ümitsizlik içinde arabada ilerlerken ' Marienbad Eleji 'sini yazdı... " Ona cennet ve cehennem kapıları açık . Ben ne bekliyebilirim ? " diyordu . Sonunda Ulrike ' nin şahsında aşka veda etti . Fakat bu kuvvetle 60 seneden beri tasarladığı Faust ' unu 7 yılda bitirmiştir . Bugün bir Faust varsa buna aşk ve Ulrike sebep olmuştur . Goethe ' yi ve aşkını asilleştiren , onu gülünçlükten kurtaran ise sadece sanattır .

Görüyoruz ki sanat çok yönlü bir yaratmadır . Bunun sırrı nedir ? Bu soruyu cevaplandırmadan önce sanatkarların nasıl yarattıklarını inceleyelim . Balzac , kitabını yazıyordu . Bu esnada kapısı çalındı . Bir ziyaretçisi gelmişti .Balzac yavaş yavaş kapıyı açtı ve dostunu görür görmez hıçkırmaya başladı :" Tasavvur ediniz azizim , Kontes de Lanje öldü ! " Paris ' te bu isimde bir kontes yoktu . Bu Balzac ' ın kitabındaki kahramanı idi ve tam o sırada Balzac onu romanında öldürmüştü . Balzac bir kendinden geçme halindeydi . Sirakuza fethinde Arşimed aynı durumdaydı . Surlar aşılmış , askerler bulduklarını kılıçtan geçiriylardı . Arşimed ise kumlar üzerinde çizdiği daireleri ile meşguldü . Askerler onu öldürmek için yaklaştılar , kılıçlarını çektiler , Arşimed oradaydı fakat orada değildi . Sadece gafil muharip ayaklarını dairenin içinde gördü ve :"Dairelerimi bozma !.."diye bağırdı . Askerler onu öldürdüler .

Bu misaller gösteriyor ki sanatkar yaratırken herşeyden evvel bir vecd , bir EXTASE hali içindedir ve yaratıcılığın ilk sırrı budur . Sanatkar bu anda ' Gökten yere düşmüş bir ilah ' dır. Bu yaratma anında bazıları çok rahattır . Rouget de Lisle 25 nisan 1789 gecesi iki saat içinde La Marseillaise' i , Fransız ihtilal marşını , yazmış ve bestelemiştir . Schubert , Mozart gibi bazıları tek silinti ve tashih yapmadan 500 sahifelik besteler yapmışlardır . Buna mukabil Beethowen gibi bazıları her sahife ve her satırı silip karalayarak , adeta doğuran bir kadının sancılarını duyarak , yaratmışlardır .

İtalyan doktoru Lombroso , cinayet işleyenleri , suçluları son asırda gruplara ayırmış ve bunları sınıflandırmıştır . Halbuki kaç asır evvel Shakespeare aynı tasnifi yapmıştı . Hamlet bir deli suçlu , Macbeth bir anadan doğma suçlu , Othello bir tesadüfi-asabi suçlu tipidir . Sanat burada da ilmi geçmesini bilmiştir .

Sanattan başka hiçbir şey ama hiçbir şey , insanı hayvandan ayıramaz . Gene unutmamalıyız ki hayvandan ayrılmak için muhakkak yaratmak şart değildir . Sanat' tan anlamak , onu duymak ta kafidir . Çünkü bir sanat eseri karşısında zevk duymak , sadece onu benimsemek değil , belki onu sanatkarı ile birlikte yeniden yaratmaktır . Madam Bovary belki kaltağın biriydi . Fakat sanatkarın menşurundan onu seyrediniz , aşklarını ve en mühimi ıstıraplarını duyunuz . Lamartine gibi siz de eserin sonunda onu öldürdüğü için muharririne kızarsınız . Şimdi Eflatun ' un ne kadar haklı olduğunu daha iyi anlamaktayız . " İnsan gökten yere düşmüş bir ilah " tır . Artık bu cümleyi biz tamamlayabiliriz : yerde yaratmaya devam etmektedir .

Güzel kızım , bu mektubumda sana duyguların en asili , insanı tanrılaştıran sanat ruhu hakkında çok iptidai ve dağınık ta olsa bilgiler vermeye çalıştım . Değilmi ki sen de insansın , sen de yere düşmüş bir ilah' sın . Kendine inan ve güven . Eğer insan böyle olmasaydı , dere kenarlarında sulara kapanarak ağlayan söğütlerden ne farkı kalırdı ?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Mayıs 2006       Mesaj #34
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Öz’e Özge Bir Son Mektup


Düşmene izin verdiğim çukurda,
artık bir harf yok sana ait.
Ruhumda açtığın yaraların
nasıl olduğunu sormak için bile
çok geç kaldın...

Oysa tüm zamanlarının arasında
yolcukları erteleyip
kısa bir cümlen yeterdi
yılların acısını silmeye.
Artık çalınmaya müsait bir ruhun var
Bedenimden ve sana verdiklerimden çok uzakta duran
Çünkü bu defa ben gidiyorum...

Karalamaya çalışsam kelimeleri bir kez daha, kar etmiyor içimdeki denizlere bitmeyen yolculuğum. Sokak başlarındaki merakım oluyorsun. Yürümem gereken mesafelerim. Yollar geçiyorum üzerinde kanayan cesetlerin olduğu. Zamanı öldürüyorum kimsesizliğime çıksın diye bütün saat başları. Sesindeki suretim ben, sessizliğim örterken geçip giden ayları. Acındaki kadınım ben, boğuştuğun anıların satır aralarında kanayan. Nerde bir damla görsem, alıp kendimi düşesim geliyor göz bebeklerinden. O kadar uzağım ki tarihin gösterdiklerine. Bu defa böyle olsun. Bu defa anımsadıklarım yol göstermesin.



Ekim sancısı yeni doğan aşkların başlangıcında ve bir haziran tortusu yüreğimin balık düşünde. Kime satsam “bu bize çok pahalıya mal olur, alamayız” diyor. Kullanılmış aşkımın ve sana örülmüş kadınlığımın bir alıcısı bile yok artık. Tüm giden senelerin dökümünü bir celsede çıkartmak hiç de kolay olmuyor. Kapağını açtığım her kayıp yıldan, yedi yüz otuz günlük harap bir can çıkıyor. Sana verdiklerimden bana verdiklerini çıkarsam; hep sen yeniliyorsun. Oysa kaybeden benim. Belki de son defa.

Şimdi sen, tenine bulaşan tütün kokusunu bulaştır yalnızlığına. Santim santim işlerken dokuna yokluğum, bakalım bu defa da dokunabilecek misin yazdıklarına canın yanmadan? Yüreğinin içinde yaşamama sebep yolları kapatırken her an, damarlarından çekeceğim kanla yaşayabilecek misin şaraba vurgun, kokusuna tutkun olduğun tenlerin kırma hevesleriyle? İlk defa yokluğumdan vurgun yiyeceğin sokaklarda adımlarını duymadan yürüyeceğim. Boğulduğun akşamlarda tutunmaya çalışırken yaşama, tutacağın bir el daha olmayacak yanı başında.

Beş heceli karışıklığıma dolanırken benden esirgediklerin, şimdi git iki heceli yeşil odalarda küflendir kan tutan aşkından kalacakları. Son yazına aldırmadan, son kez sarıl kaleminden akan artık yalnızlıklarına. Çünkü bu kez sarılacağın bir kalemin bile olmayacak.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Mayıs 2006       Mesaj #35
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İçimdeki Sen

Anlatılacak şeyler olur bazen ama ne mümkün sıraya koyamazsın. Bazen isyan etmeye doğru giderken, bakarsın mutluluk karşında... Ve bir an çok mutlu olduğunda bir korku kaplar içini ya bozulursa dersin, o anı yaşayamazsın. Hayat bu işte bir varoluşun içinde kaybolmak(!) korkmak keşke bir fareden, bir yılandan korkmak olsa ama değil işte!!! En yakın bulduğun şeylerin seni ansızın terketmesi, canım dediğin her şeyden önce gördüğünün yılan oluşu vardır bide.. Yani yılanın kuyruğuna basmamış olsan da o seni sokmaya hazırdır. İşin kötü tarafı sen onu yılan yerine bile koymazsın. Evet yılan yerine koysaydın zehirleyeceğini bilir ve şuan olduğu gibi hemen ölmezdin...
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
20 Mayıs 2006       Mesaj #36
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Sahipsiz mektuplar
BİRİNCİ MEKTUP

Tarih hiç önemli değil, olmadı da hiçbir zaman. Bölünmüşlüğümüzün bir kalıntısı o da. Bizi, kendi özümüzden ve yetielrimizden mahrum bırakan ve insanların yarattığı acımasız bir sınır “tarih”. Şu anda yazdıklarım sadece benimle “ben” arasında karalamalar. Neden ve nasıl yazdığımın hiçbir önemi yok, önemli olan şu anı yakalyıp kendimi aktarabilmek. Beni birilerinin anlayıp anlamaması da zerre kadar ilgilendirmiyor artık. Ben kendi halimde, kendi dört duvarımda yaşamaktan başka şansı olmayan - elimden kendi ellerimle çekip aldım bu şansı haince- kendime sesleniyorum artık.

Yapabildiğim tek şey kağıda kaleme sarılıp düşüncelerimi onlara hapsetmek senin bana ya da benim sana ulaşıp ulaşmamam gerçel zamanın bir sorunu. Yani bizim dışımızda ama dehşetle haberdar olduğumuz bir süreç. İnsanların yaşamlarında birçok kez yaşadıkları ve unutup gittikleri bir süreç . En son okuduğum kitapta da söylendiği gibi böyle bu. Birçoğumuzun yaşamı nefes alıp vermekten öteye geçemiyor. Kendimizi hayatın kollarına bırakakmıyoruz. Korkuyoruz, inatla kurallar ve sınırlar oluşturuyoruz kendimize. Kendimiz dışındaki insanları dışlayarak acımasız bir bencilliğe gömülüyoruz. Neden bu sence? Niye böyle bir yolda ilerleyerek zavallı dünyaya eziyet ediyoruz? Yani kişinin kendinde özünde hiç mi sorumluluk yok?

Zihnimizin karanlık köşelerinde sıkışıp kalan o zamanın mirasını ve çığlıklarını kullanmamak sadece bizim kendimizle ilgili bir sorun değil belki ama eğer yenilmemek için hiçbir uğraşı verilmiyorsa kişinin kendisiyle olan savaşını yitirmesi olarak değerlendirilemez mi bu?

Amaç ne olmalı ya da ne olmamalı. Bunu açıkça ortaya koynak mümkün mü? Bir amaç olmalı mı ya da? Yani ıssızlığında varlığımızın bir toz zerresi gibi yuvarlanırken bizden sonrakileri düşünmek ve bunun için çaba harcamak kendimize yapılmış bir haksızlıktır denebilir mi? Bence hayır. Her ne kadar aydınlığın uzakta olduğunu bilsek de diğerlerine aldırmadan ve onları kapsamya çalışmaksızın, kendimizi ve varlığımızı ortaya koyarak, bozuk gömrdüğümüze bozuk, yanlış gördüğümüze yanlış diyebilmeliyiz, kendimize haksızlık etmemek için yapmalıyız bunu. Toplumdan soyutlanmak, hain ya da deli ilan edilmek, sevilmemek korkutmamalı bizi. Çünkü doğanın ve kendimizin potansiyelideki sevgi bize yeter. Hainlik ve delilikse zamanın bir oyunu sadece.

Bu sana ilk mektubumdu. Sen okumayacaksın belki bunu ama benim bunları yazmış olmam yeterli .





İKİNCİ MEKTUP

Sana yazmak zor iş. Ne yazacağım ve nasıl yazacağım problem çıkartıyor. Basit bir iş değil mektup yazmak. Her kelimeyi özenle ve tereddütsüz seçmek zorundasın . Karşı karşıya olmadığın bir insan tarafından yanlış anlaşılman olası, gerçi ille de doğru şekilde anlaşılsın gibi bir niyetim de yok aslında ve anlattığımın benim gibi algılanmayacağını da biliyorum, bu ürkütmüyor beni. Ama hala yıkamadığım ve yıkmakta büyük zorluk çekeceğim sınırlar var içimde. Beni bir anlamda özgürlüğümden etseler de alışılagelmiş olamaları ve kök salmaları yüzünden beynim ve yüreğim ikileme düşüyor. Bir yanım onlara kaldırılıp atılacak sünepe serzenişler olarak bakarken diğer yanım dört elle sarılıyor. İşte beni bu ürkütüyor. Diğer insanların beni anlamamaları ya da yanlış değerlendirmeleri beni ilgilendirmese de bizzat kendim tarafımdan anlaşılamamak ve önemsememek yıkıyor beni, bunun doruğa çıktığı anlarda da yazıyorum, ne olursa, nasıl olursa.

Mektup yazmaktan bahsetmiştim başta. Uzun süredir yazarken haz duyduğum ve rahatladığım mektuplar yazamıyorum. Belki zamanın boşa harcanması gibi geliyor ama öyle olamdan dehşetle haberdarım. Mektup, eski zamnaların gizemli bir mirası bize. Yazılırken ve okunurken teknolojik artıklara bulaşmayan, diğer kimselerce koayca paylaşılamayan ve kalıcı olan tel miras belki de. Kalıcılığını bir kanara bırakırsak insanların en özgür haberleşme ve dertleşme olanağı olarak nitelendirebilirim mektubu.

İlk mektuplarımı anımsıyorum şimdi. Klasikbir girişle başlar “merhaba, nasılsınız? İyisinizdir inşallah” ve klasik bir sonla biterdi. “ellerinizden öperim vs..” Yani emekleme devreleriydi yaşamın. Onalrın da kendilerine has bir ezgisi bir güzelliği vardı. En azından tümüyle saf ve temizdiler . “Ellerinizden öperim” derken bunu içinden gelerek, ikiyüzlülüğe bulaşmadan ve öyle olması gerektiğine inandığı için söyler insan o mektuplarda. Sonraları mektuplşarda bir sahtelik , bir ikiyüzlülük beliririr. Sırf nezaket olsun diye zırvalanır. İnsan , mektuplarda , kendisiyle beraber kelimleri de kirletir , çirkefleştirir. Oysa kelimelr kendi anlmalarında ve samimiyetlerinde öylece kalabilirler uzun yıllar. Ama biz onalrı değişmeye, ölmeye, kirlenmeye, fesatlığa, öldürmeye zorlarız. Oynarız onlarla, bizim onlar tarafından yönlendirildiğimizden habersiz ve cahilce. Yaratttığımız şeylerin uşağı olmakta hiçbir zaman rakibimiz olmadı çünkü. Dili biz yarattık ama kullanmayı sadece birkaç kişinin eline bırakıp argoya ve basit olana koştuk. Ve önceleri saf kelimelerle yazılan mektuplar sonraları bozulmuş ve kullanılmış kelimelerle gerçek güzelliklerini yitirdiler.

“Güzellik gözlerdedir, bakılanlarda değil”

Asaf böyle derken hiç de haksız değil. Güzelliği yaratan biz olduğumuza ve netlendirecek başka kimse bulunmadığına göre önce biz, kendimiz, içimizde ve düşüncelerimizde güzellik kavramını oluşlturmalıyız. Bu her boyutunda böyle olmalı yaşamın. Yani eğer etrafımızda güzellik arıyorsak önce biz güzel olmayı, güzel bakmayı öğrenmeliyiz . Kelimeler için konuşursak şöyle bir tablo çıkar ortaya; insan kelimeleri algılayışı ve dile getirişi esnasında beynini ve duygularını kullanır. Amaç duyguları dile getirmekken beyin araçtır, düşünceler dile gelirken beyin öznedir, kendimizi dile getiriken beyin oyuncaktır sadece. Yani kelimlerle oynarken kuralları özümüz koyar. İnsan kelimeleri kötüye çekiyorsa ya da kötüye kullanıyorsa suç kelilmlerde ya da dil de değil insanın kendisindedir. Bunu benden önce bir sürü insan söylemiştir mutlaka, ama bu benim de söylememe bir engel değil. Zaten Cicero’nun da dediği gibi;

“İşin saçma tarafı, en saçmasını bile filozofun birininin söylemiş olmasıdır.”


ÜÇÜNCÜ MEKTUP

“Sen kazandın ama ben haklıydım”

Kazanmak herşey midir? Yada kazanan haklı olma durumuna, kazandığı için geçmiş mi olur? Kazanmak başarısını gösteren insanlar tüm haklılıkları bünyelerinde toplayarak mı bu noktaya gelmişlerdir? Kazanmak, özünde, diğer insanlara karşı yapılmış bir haksızlığın olamaz mı acaba? Yani ortada bir kazanan varsa bir kısım insanların da haliyle kaybetmiş olmları kuvvetle olasıdır. Ne diyor bu adam diye düşiünebilirsin. Şu ana ben de tam ayıordında değilim bunun. Çünkü tüm karmaşalar gibi bu da kendi halinde ve durağan ve beni şiddetle üstüne çeken bir varsayımı doğanın. Ne bileyim doğmak gibi, yaşamak gibi, öylesine olup bitiveren.

Sporu düşün mesela. Uzun bir süre kendinden ödünler vererek , büyük bir gayret ve ciddiyetle çalışırsın. Büyük bir inançla çıkarsın rakibinin karşısına . Her kaz*****n bir rakibi vardır çünkü. Onun ne denli güçlü ya da zayıf olduğunu düşünmeksizin yoğun bir savaş verirsin . Tek amacın vardır; kazanmak! Oysa kaybetsen de o kadar fazla şey değişmeyecektir. Kendini hiçe sayarak yoruluşun aklının ucundan bile geçmez. Yenilince emeklerinin yok oluşuna değil şanssızlığına üzülürsün. Gerçekler dışına iterek kendini koyu bir matem havası içinde yenilginin faili meçhul sorumlularını sorgularsın. En büyük yanılgıdır bu yaşamda.

Kazanmak; haklı olmak değildir!

Kazanmak; hileli yollara gebedir!

Kazanmak; kan ister bazen !

Ve her kazanan iyi değildir !

İnsan yoğunluğuna yaşamalıdır yaşamı ve kazanmak önemsiz bir ayrıntıdan öte bir şey olammalıdır. Ve insan kaybetmeden, kaybedeni bilmeden, kazanmanın hazzını çekemez damarlarına.



ÖRDÜNCÜ MEKTUP

Uykuyu bir sisteme dayandıran tek yaratık bizizherhalde. Nereden çıktı bu diyebilirsin . Biraz önce gözüme bir kart ilişti, oradan geldi geldi aklıma. Kartta uyku sistemleri ve ev gereçleri yazıyordu.

Canım şimdi bunu söylemenin ne anlamı var diyorsundur . Haklısın belki de ama biraz düşünmek istiyorum sanırım. Aslında insanoğlu her türlü ortam ve koşulda , uyumak istediğimüddetçe , uyuyabilir. Yani insanın uyuması için ille de ipek çarşafa gereksinimi yoktur . Yani insan bir yer döşeğinin ya da iki tane minderin hatta sandalyede bile uyuyabilir. Burada şunu sorabilirsin; insanın rahat rahat yatmasında bir yanlışlık mı var ? Yok tabii ki ama kimi ipek çarşaflar ve kuş tüyü yastıklarda milyonlarca pra vererk uyurken kiminin de köprüaltında betonun üstünde sızıp klamsında kocaman bir yanlışlık değil mi ? Söz konusu insan ve onun rahatı olunca kimse kendine toz konduramıyor ama birey kendi dışındaki bireylerin de insan olduğunu unutup kendi rahatı için eziveriyor diğerlerini . hatta köprüaltında ya da şehrin uzak mahallelerinde yaşayan insanları, buna kendilerinin sebep olduğukları gerekçesiyle küçümseyebiliyor, karalayabiliyor. Ve bu rahat insanlara hizmet verenler de onları daha da rahat ettirmek ve ebedi uykularından uyandırmamak için uyku sistemleri geliştiriyor . Bu isistem aslında birkaç mobilya ya da bez parçasından ibaret değil, insanlar toplum halinde çeşitli politik ve dinsel temalarla uyutuluyorlar. Yüzyıllardır süren ve sürdürülmesi için yoğun çabalar verilen ve sürekli ad değiştirerek insanların önüne konulan bir temcid pilavı bu.

19.yy başlşarın da Metternich çok yoğun bir şekilde eğilmiş bu konunun üstüne. Özellikle kendisi ve kendisi gibi birçok insanın, hükümdarların, imparatorların, binbir özenle hazırlanmış uyku sistemlerinin yıkılmaması için var gücüyle saldırmış. Sonuçta belki o gitmiş ve savunduğu değerler yok olmuş gibi görünse de insanlar bir müddet sonra başka bir uyku sistemi bulmuşlar kendilerine.

Uyuyoruz, kimimiz altın yaldızlı yataklarda, kimimiz çöp yığınalrında. Bu sadece vücudumuzun biyolojik bir gereksinimi. Ve hepimiz uykudan aynı şekilde kalkıyoruz, ağzımız kuru ve aptal bakışlarla. Hergün uyanmamıza rağman hiç uyanamıyoruz aslında, çünkü uyuyan vücudumuz değil zihnimiz. Ne yapalım herkese iyi uykular ve tatlı rüyalar.




BEŞİNCİ MEKTUP

Bugün bir şey anladım. Eskiden beri kafamdaydı bu soru. Neredeyim ben, nereye gidiyorum? Bulunduğum nokta diğer insanların arasında nasıl gerçekler beni? Tüm busoruların cevabını bugün buluverdim desem kendime haksızlık etmiş olurum, ama çözümleyebildiğim şeyler var .

Şunu biliyorum ki kesinlikle olmak istediğim noktada değilim , bugün için bu ezmiyor beni ama bu süratle gidersem yakın zamanda ağır yükler altında kalabilirim . Kendim olmam konusunda yoğun bir sorun bu. Bugün anladığım şey bu işte. Aslında üstün hiçbir yanım yok. Hatta bir sürü eksiğim var. Günün birinde birisi telefonda “bir hiçsin” demişti. Haklıydı belki. Gerçi biraz ağır bir ithamdı. Ama düşünmek lazım. Kendimi –kendimizi-diğer insanlardan üstün görmek için ne yapmışız? Okumak – ki nekadar olduğu da tartışılır – ya da yamak – korkarak ve karamsar – beni diğerlerine üstün kılar mı? Üstünlük nedir?

Bazen ahkam kesmek ve savuruvermek kelimleri etraf çok kolay. Yapılan bir espriyi yarım saat sonra anlayabilmek, bir başkasının kendini aşağılamasına izin vermek maddenin doğasına ters aslında. İletişim kurmak için çırpınmak gibiboş bir çabayla saldırvermek yanlış . Anladım bunu. Çünkü kişi aslında özünde diğer kişilere ters ve herkes farklı bir şekilde belli ediyor bunu. Ve en güzel belli ediş şekli de kalbalığın içinde kalabalığı taklit ederek kendini yalanlamak. Çünkü kolay yolu bu. Kendi tersliğini diğer tersliklerle bireleştirip hiç de kendine ait olmayan bir yaşam sürdürmek. Ters kutupların birbirini çekmesi gibi bir basit bir fizik kuralı açıklıyor belki de tüm yaşamın gizini. Ve tüm birlikteliklerde acımasız bir terslikler senfonisi sürüp gidiyor . Ve ben kendime ters olandan dehşetle korkarak ve üstüne atılarak yok etmeye çalışıyorum bu tersliği. Yani gitgide ters düşüyorum kendime . Oysa kimseye ulaşmak ya da iletişim kurmak gibi bir zorunluluğum yok. Kendime yeterim diyemesem de etrafımda dönenleri kapsamak ya da onlarla bütünleşmek zorunda değilim. Kendime kapanarak diğerlerinden soyutlamakta da değil çözüm. Sorun zaman sorunu . Kişileirn istemleri benim istemlerimle paralellik gösterdiğinde zaten kendiliğinden iletişim ortamı doğacak . zorlamalar ve haykırışlar ancak zamanı parçalar, beni böler yani.

Kalalbalığın oratsında yaşamak zorunululuğumuz onunla bütünleşmemiz anlamına gelmez. Aslında insan ne kadar bir başına ve ne kadar kendisi olduğunu kızılca kıyamet bir yığın içinde anlar . Kalabalık yalnızlığın garip bir uzantısıdır. Kalabalık yalnızlıkların biraraya getirilmiş ve sıkıştırılmış bir türevidir. kalabalık yalnızlıktan doğar yani. Toplum denen kalabalık ise bunun organize edilmeye çalışılmış modern bir görüntüsü olabilir ancak. Ve kişi topluma değil kendisine uymakla mesuldür. Toplumun uzantısı olmak sorunu çözmez tersine iyice müzminleştirir.

Tam olarak çözümleyemediğim birçok şey gibi bu da kafamda öylece takılı duruyor. Kendimi bulduğum gün bunu da çözümleyeceğim sanırım .

Ama çözümleyemediğim sorular da var ve bunun nedeni de çözümlerin sadece ben de olmayışı. Sözgelimi, insanlar dünya döndüğü için mi devamlı dönerler, yoksa insanların dönüşüne dünya sadece bir araç mıdır?

Ne dersin?
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Mayıs 2006       Mesaj #37
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bana Hayatı Öğreten Adam

Gene aynı yerden yazıyorum sana... Sen aynı yerde misin bilinmez. Sevgilim gidişinin arkasından aylar geçti, yıla döndü. Belki geleceksin diye bekledim. Gelecek misin?
Giden unutulurmuş bebeğim.. Ben unutamadım, gidişinden sonra çok ağladım, sensizliğe dayanamadım, sensizlikte yandım. Sonra elime kalemimi alıp hep sana yazdım. Kitaplığımda çok şiirlerim var, çok sevdaları anlatan yazılar, hepsi sana...
Aslında sen unutulursun, gidenlerin hepsi unutulur ama ya yaşananlar... Unutmaya çalışırken hatırlana o anlar.. Sana bunları hatırlatıyorum ben unutmasam da belki sen unutmuşsundur diye... Ağlamıyorum da artık çünkü sen öğrettin bana gülmeyi, sen öğrettin bana hayatla alay etmeyi... Bana o kadar şey öğrettin ki, beni baştan yaratan sen oldun. Şimdi nasıl unutayım, kendime baktıkça hatırlıyorum seni...
Şimdi seni çok özlüyorum çok...ama biliyorum sende unutmadın beni gittiğin yerlerde...gözünde arkada olmasın sevdiğim beni bıraktığın yerde yaşıyorum seni... Sensizlikte zor çekilmiyor ama bunu bile öğrettin bana... Daha neler neler öğrettin... Tek başıma yaşayabileceğim bir aşk bıraktın bana...
Sen bana güzelliği, doğruluğu bıraktın ve bir gün beni arasan aynı yolda bulacaksın.
Senden sonra ayakta durmakta zorluk çektim, farkındasın biliyorum ara sıra yıkıldım. Şimdi ayakta durabiliyorum ama arada seni yanımda istiyorum. Bir arıyor sesini duyuyorum, yüzünü görmesem de rahatlıyorum. Sana bir defa sıkıca sarılmak istediğimi söylüyorum. Dayanamayacağını söylüyorsun. Şimdi sensiz yollardayım,gelmeyeceğini bilsem de beni bulunmayan bir dürüstlükle sevdiğini ve hep seveceğini biliyorum....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Mayıs 2006       Mesaj #38
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Geceydi...

Bütün insanların çırılçıplak olduğu bir zamandı.
Onları düşünüyordum; gümüş tepsilerdeki kristal kadehlerden zamanı yudumlayan insanları düşünüyordum.
İrili ufaklı aynaların karşısında enseleri bembeyaz kadınlar boyanıyordu.
Uzun uzun parmakları vardı kadınların. Öpülmeye alışmış olgun dudakları vardı. Kocaman kocamandı kalçaları. O kadınları düşünüyordum.

Bir kurt bir geyiği kovalıyordu yüreğimde. Geyik soluk soluğaydı, yorgundu, bitkindi. Karların üzerinde akıp giden bir yıldız gibiydi. Koşuyordu. Koşmak kurtuluş değildi belki, ama bir ümitti. Koşmalıydı. Oysa birer namlu ağzıydı kurdun gözleri. Avına güvenle, şehvetle yaklaşıyordu. Yeni bilenmiş, sedef saplı bıçaklara benziyordu dişleri, bütün dileği et ve kandı. İstese geyiğe hemen yetişebilirdi, ama uzasın istiyordu bu şehvetli koşu, bu bütün damarlarına yayılan sarhoşluk bitmesin istiyordu. Ben seni düşünüyordum.

Çünkü geceydi.
Sevişme zamanıydı insanların. Yalnızdım. Beni kuşatan duvarlar birer beyaz çarşaftı bu saatte. Kapılar tüylü, yumuşak battaniyelere benziyordu. Ben seni düşünüyordum. Kim bilir ne güzeldin soyunduğun zaman? Nasıl kadındın? Nasıl öpüşürdün kim bilir? Nasıl kadın kadın kokardı her yerin? Tutup avuçlarıma sığdırıyorum seni, gözlerime, dudaklarıma sığdırıyorum. Sensiz kahrolmak vardı. Seninle yaşamak vardı doludizgin. Seninle her gece birbirimizi yenilemek vardı odalarda. Odalara sığmamak vardı. Bir sel gibi taşmak vardı gecelerden.

Elimi uzatsam tutabilirdim seni. Öyle yakındın. Zamana kokun sinmişti. Belki de uzaktan günlerce koşsam yetişemezdim sana. Zamana kokun sinmişti. Tuttum resmini indirdim duvardan. Duvar ağlamaya başladı.
_________________
venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
21 Mayıs 2006       Mesaj #39
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
ULAŞMAYAN MEKTUP


Seni ne çok sevdim ben. Ne çok gözyaşı döktüm senin için. Geceleri sen yatağında meleklerin kanatlarıyla uçarken ben penceremin önünde senin rüyana girmek için dua ederdim. Bir bakışına, bir dudak kıvrımında titreşen gülüşüne ulaşmak için dünyanın bütün çiçeklerini önüne sererdim.



Şiirler, şarkılar, sevgiler içimde tutuşan bir ateş, onun yangınında senin için kül kesildim. Ağır hastalar geceyi zor geçirir. Sabahı bekler kırgın yürekler, hasta umutlar, yalnız ruhlar. Yalnızdı gecelerim. Hastaydı gecelerim. Kan kaybından giden bir yaralı gibi umarsızdı gecelerim. Bir uçurumun kenarına beni taşıyan karabasandı gecelerim. Adına yalnızlık dedim. Sensizlik dedim.. Sen beni bilmedin, beni tanımadın, beni sevmedin.. Bu bir ölümdü, bu bir fermandı .. Bıçak kesmez artık beni, ip asmaz, çeküller yüreğimi taşımaz. Yaşamak mümkün değil, yalnızlık karanlık kapılarıyla üstüme kapandı. Amansız acılar içindeyim.


Ey Sevdiğim.. Ben seni ne çok sevdim. Dünya bildi, bir sen bilmedin. Yalnızlığın diğer adı aşka karşılık almamaktır. Kaçılamayacak kadar yakın, tutulamayacak kadar uzak bir yerdesin.. Benim aşkıma yalnızlık kucak açtı. Senin yokluğuna dokundum, içim yandı. Odamın çıldırtan sessizliğinde sana seslendim. Yankısı döndü dolaştı, senin kapıların bana kapalı. Kendi sesim yine bana ulaştı. Anladım ki beni hiç duymayacaksın.

Sana sitem edemem. Sana kırılamam. Bir tek dileğim var senden, son bir tek isteğim. O da MUTLU OLMAN.


MUTLU OL SEVDİĞİM.. BİRİCİĞİM.. AŞKIM. NEREYE, KİME GİDERSEN GİT YETER Kİ SEN MUTLU OL...







arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
21 Mayıs 2006       Mesaj #40
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İçimdeki Sen

Anlatılacak şeyler olur bazen ama ne mümkün sıraya koyamazsın. Bazen isyan etmeye doğru giderken, bakarsın mutluluk karşında... Ve bir an çok mutlu olduğunda bir korku kaplar içini ya bozulursa dersin, o anı yaşayamazsın. Hayat bu işte bir varoluşun içinde kaybolmak(!) korkmak keşke bir fareden, bir yılandan korkmak olsa ama değil işte!!! En yakın bulduğun şeylerin seni ansızın terketmesi, canım dediğin her şeyden önce gördüğünün yılan oluşu vardır bide.. Yani yılanın kuyruğuna basmamış olsan da o seni sokmaya hazırdır. İşin kötü tarafı sen onu yılan yerine bile koymazsın. Evet yılan yerine koysaydın zehirleyeceğini bilir ve şuan olduğu gibi hemen ölmezdin...

Benzer Konular

17 Haziran 2009 / _PaPiLLoN_ Taslak Konular
19 Haziran 2014 / By_Dark Cevaplanmış
16 Ağustos 2014 / Misafir5 Cevaplanmış
3 Şubat 2016 / Safi X-Sözlük
15 Eylül 2015 / Safi X-Sözlük