Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 10

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.751 Cevap: 211
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Mayıs 2006       Mesaj #91
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Danıştay’a yapılan saldırı, yeniden bildik bir yola girdi: Çeteler yolu.
Karşımıza Susurluk’ta, Şemdinli’de çıkan ve gereği yapılamadığı için demokrasiye yönelik tehdidi giderek artan kanun dışı yol...
Sponsorlu Bağlantılar

Danıştay 2. Dairesi’ne yönelik saldırıdan neyin amaçlandığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Belli çevrelerin daha saldırıdan birkaç dakika sonra oluşturdukları ‘laikliğe, Cumhuriyet’e İslamcı saldırı’ korosunun, ‘tekbir getirdi.. Allah’ın askeriyim dedi.. türbanın intikamı diye bağırdı..’ tahrikleri ise bizzat saldırıya uğrayanlar tarafından yalanlandı. Hazırda bekleyen, hazır bekleyen, hazırlıklı bekleyen, adeta pusuya yatmış gibi dışarı fırlayan insanlar korosuydu sahneye çıkan. Bu koroya, sorumluluk makamlarında oturanların önayak olması ne büyük gaflet. Umur Talu’nun enfes tabiriyle ‘andıç kuşları’nın sorumsuzluğuna ne demeli? ‘Yargıya Türk-İslam sentezci saldırı’ manşetini atanların Türk’ten ve İslam’dan rahatsızlığı mı var? Ve şimdi paşa elleri öpen çete liderlerinin görüntüleri onlara bir pişmanlık yazısı yazma fırsatı verdiği halde vicdanları neden harekete geçmiyor? Türkiye’de medya hiç bu olaydaki kadar rezalet sergilemedi ve hiç bu kadar kötü yakalanmadı.
Bir de tetikçiler var. Kendilerine tahsis edilen köşelerden ve televizyon kanallarından tetikçilik, evet resmen tetikçilik yapanlar var. Onların bu elleri kanlı çetelerin kabak gibi ortaya çıkması karşısında ne yazacaklarını, ne konuşacaklarını kaç gündür merak ediyordum. Dün nihayet biri yazdı:
Kafamız karıştı!.. Emekli bir orgeneralle ekrana kurulup her defasında kin, nefret saçan, inanan insanlarla alay eden, horlayan, aşağılayan eski ‘andıç kargası’nın kanalında ise ne dendi biliyor musunuz? Söyleyeyim: ‘Bilgi kirlenmesi başladı. Devreye çeteler sokuluyor. Ama iş yargıya intikal edince gerçekler elbette açığa çıkacaktır.’
Bu beklentiyi anlamak zor değil. Çünki hukuk dışına çıkan, kendilerine devlet içinde ilişki yolları bulan çeteler bu ülkede cezalandırılamıyor.
Susurluk çözülemedi. Toplumsal mutabakatı bozarak insanımızı laik-antilaik kamplaşmasına sürükleyen cinayetler, faili meçhuller dosyalarında aydınlanmayı bekliyor. Bu hükümet döneminde çok daha ağır bir şey oldu.
Şemdinli olayı patlak verdiği zaman başta Sayın Başbakan, hükümetin önde gelen üyeleri ‘sonuna kadar gidilecek’ diye cesur ve kararlı beyanatlar verdiler. Ama o son, meğerse Van savcısının meslekten atılmasıymış... Şimdi Sayın Başbakan yine ‘Bütün kurumlar üzerine düşeni yapacaktır.. raftaki dosya Susurluk da olsa açacağız.’ diyor. İnanmak istiyoruz. Soğuk savaş döneminin kalıntısı, NATO kurgulu bu çeteleri İtalya, İspanya, Fransa, herkes temizledi. Güney Kore’de hapishanelerde hâlâ demokrasiye müdahale eden darbeciler yatıyor. Sırf, bürokratik oligarşiye hareket alanı sağladığı, sivil iradenin üzerindeki vesayeti sürdürme imkanı verdiği için bu çetelere dokunulamıyor, dokundurtmuyorlar. Nereye kadar? Soru tek ve basit: Türkiye’yi laik-antilaik ve Türk-Kürt diye kamplaştırmaya çalışmak kimin işine, kimlerin işine yarar? Türk’ün adını kullanarak iş gören bu çeteler aslında kime hizmet etmiş oluyor? Gücü elinde tutmak isteyenler bunu, ülkemizin ve insanımızın geleceğini tehlikeye atmak pahasına yapıyor... AK Parti iktidarı ve bu Meclis, hukukun üstünlüğünü sağlamak ve hukuk dışına çıkanlara cezalarını verebilmek konusunda altın bir fırsat yakaladı. Gerekli cesaret gösterilemezse bu hükümeti kimse tutamaz...
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
26 Mayıs 2006       Mesaj #92
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Bu makalede, çiftdeğerlilik konusunun bir yönü olan karşıaktarımda nefreti ele alacağım. İnanıyorum ki, psikotik birini analiz etmeye kalkışan analistin (araştırma analisti diyelim) görevi bu olguyla oldukça ağırlaşmakta ve analistin kendi nefreti tam olarak çözümlenmeden ve bilinç düzeyine gelmeden psikotik kişiyi analiz etmesi olanaksızlaşmaktadır. Bu, analistin kendisinin analizden geçmesi gerektiğini söylemekle aynı anlama gelmekle birlikte, bir psikotiğin analizinin, doğal olarak nevrotik birinin analiziyle karşılaştırıldığında daha bezdirici olduğunu da ortaya koymaktadır.
Psikanalitik tedavi bir yana, bir psikotiği idare etmek bile usandırıcıdır. Zaman zaman kolaycı elektrik şokları ve şiddetli lökotomiler (leucotomies) gibi psikiyatrideki modern yaklaşımlar konusunda ciddi eleştirel açıklamalarda bulundum (Winnicott, 1947, 1949). Bu eleştirileri yaptığım için de, öncelikle psikiyatristlerin ve özellikle de hemşirelerin görevlerinin ne kadar zorlu olduğunu kabul ettiğimi ifade etmek istiyorum. Ruh sağlığı bozuk hastaların, onlara bakan kişilerin üzerinde her zaman ağır duygusal yükleri vardır. Bu işe soyunmuş kişiler kötü bir şey yapsalar da affedilebilirler. Ancak bu, psikiyatristlerin ve nöro-cerrahların bilimsel kurallara uygun olduğu sürece ne yaparlarsa kabul görecekleri anlamına gelmez.
Sponsorlu Bağlantılar
Bundan sonra söz edilecekler psikanaliz ile ilgili olsa da, konu, hastalarıyla hiçbir şekilde analitik bir ilişkiye girmeyen psikiyatristler de dahil olmak üzere, tüm psikiyatristler için değerlidir.
Genel psikiyatriste yardımcı olmak için, psikanalist, sadece hasta bireyin duygusal gelişiminin ilkel düzeyleri üzerinde değil, psikiyatristin işini yaparken yaşadığı duygusal yükün doğası üzerine de çalışmalıdır. Biz psikanalistlerin karşıaktarım dediği şey psikiyatristler tarafından da anlaşılmalıdır. Hastalarını ne kadar sevse de, onlardan nefret etmekten ve korkmaktan kaçınamaz ve bunu daha iyi bildiği takdirde, hastalarına karşı davranışları altındaki güdülenme daha az nefret ve korku olacaktır.
Karşıaktarım olgusu şöyle sınıflandırılabilir:
• Karşıaktarım duygularında anormallik, ilişkilerin ve özdeşimlerin analistin bastırması sonucu belirlenmesi. Buna yapılacak yorum, analistin daha fazla analize ihtiyacı olduğudur ve bu durum psikanalistlerden çok psikoterapistlerde daha sık görülür.
• Analistin kişisel deneyimleri ve kişisel gelişimlerine bağlı olarak özdeşleşmeleri ve eğilimleri, ki bunlar onun analitik çalışması için pozitif bir ortam sağlar ve çalışmasını nitelik açısından bir diğer analistten farklılaştırır.
• Bu ikisini gerçek nesnel karşıaktarımdan ayırt etmek istiyorum, analistin, nesnel gözleme dayanan, hastanın gerçek kişiliği ve davranışları karşısındaki sevgi ve nefret tepkisi.
Bir analist psikotik ya da antisosyal birini analiz edecek ise önerim, karşıaktarımının o denli farkında olmalıdır ki, hastaya gösterdiği nesnel tepkileri seçebilmeli ve bunlar üzerinde çalışabilmelidir. Bu tepkiler içinde nefret de vardır. Karşıaktarım olgusu (görüngüsü) bazen analizdeki en önemli şeylerden biridir.
Hastanın, analistinde sadece kendi yaşadığı duyguları fark edebileceğini öne sürmek istiyorum. Güdü açısından bakıldığında: obsesif hasta, analistinin işini anlamsız, obsesif bir biçimde yaptığını düşünme eğiliminde olacaktır. Ciddi duygudurum salınımı dışında, depresif olamayan, duygusal gelişiminde depresif pozisyona güvenle geçememiş, suçluluğu, sorun ya da sorumluluğu derinden yaşayamayan hipomanik hasta; analistinin, bizzat kendi suçluluk duygularını onarmaya çabaladığını göremez. Nevrotik bir hasta analistini kendisine karşı çiftdeğerli görür ve analistin sevgi ve nefretini yarılmış bir biçimde göstermesini bekler, ve eğer şanslıysa, başka biri analistin nefretini aldığı için sevgi ona kalır. O halde, psikotik de aynı kendisinde olduğu gibi analistinin de“sevgi-nefret çatışması” hissettiğine ve analistin de aynı ilkel ve tehlikeli sevgi nefret çatışması ilişkisini taşıdığına inanması gerekmez mi? Analist sevgi gösterdiğinde, aynı zamanda hastayı öldürecektir de.
Bu sevgi nefret çatışması, tipik olarak psikotiklerin analizinde ortaya çıkar ve analistin kaynaklarının da üstüne çıkarak (tüketerek) idare etme sorunlarının gündeme gelmesine neden olur. Bahsettiğim sevgi ve nefret çatışması, ilkel sevgi dürtüsünü karmaşıklaştıran saldırganlık unsurundan farklı bir şeydir ve hastanın öyküsünde ilk nesne bulma içgüdülerindeki çevresel bir eksikliğe işaret eder.
Eğer analist böyle ilkel duygular yüklenecekse, önceden uyarılmalı ve donatılmalıdır ki böyle bir duruma gelmeye tahammül edebilsin. Her şeyden önce içindeki nefret duygusunu inkar etmemelidir. O ortamda haklı olan nefret ayırt edilmeli ve ilerideki yorumlamalar için saklı tutulmalıdır.
Psikotik hastaların analisti olmak istiyorsak, kendimizdeki en ilkel şeylere ulaşmış olmalıyız, bu da yine psikanalitik çalışmanın bir çok çapraşık sorunun cevabının, analistin daha ileri düzeyde analizden geçmesi gerektiği gerçeğinin bir başka örneğidir. (Psikanalitik araştırma belki de her zaman analistin kendi analistinin onu getirdiği noktadan da ileri gitmesi için çalışmalara devam etme çabasıdır.)
Analistin temel görevi, hastanın tüm getirdikleri karşısında nesnelliğini korumasıdır, bunun özel durumlarından biri de, analistin hastasından nesnel bir biçimde nefret edebilme ihtiyacıdır.
Gündelik analitik çalışmalarımızda analistin nefretini haklı çıkaran bir çok durum yok mudur? Oldukça takıntılı bir hastam benim için yıllarca neredeyse tiksindiriciydi. Analiz süreci bir köşeyi dönüp hastam sevilebilen biri olana kadar da bu konuda kendimi kötü hissettim ve sonra bu sevimsizliğin bilinçdışında belirlenmiş aktif bir belirti olduğunu anladım. Hem benim hem de arkadaşlarının ondan iğrendiklerini, ancak bunu ona söyleyebilmemiz için de şimdiye kadar çok hasta olduğunu söylediğim gün benim için gerçekten muhteşem bir gündü (çok daha sonraları). Bu, onun gerçekliğe uyum göstermesi açısından olağanüstü bir gelişim olduğu için, onun için de çok önemli bir gündü.
Sıradan bir analizde analist kendi nefreti ile başa çıkmakta hiçbir zorluk çekmez. Bu nefret gizli kalır. Elbette önemli olan kendi analizi sayesinde geçmişe ve içsel çatışmalara yönelik bir dolu bilinçdışı nefretten özgürleşmiş olmasıdır. Nefretin dile dökülmediği ve hatta hissedilemediği başka nedenler de vardır:
Analiz, kendi suçluluk duygularımla en iyi başa çıkabileceğimi hissettiğim, kendimi yapıcı yolla ifade edebildiğim, kendi seçimim olan işim.
Bunun için para alıyorum, veya psikanaliz çevresinde bir yer kazanmak için eğitimden geçiyorum.
Bir şeyler keşfediyorum.
Gelişim gösteren hastayla özdeşleşerek anında ödüllendiriliyorum, hatta tedavi bittikten sonra bile daha büyük ödüller olduğunu görüyorum.
Üstelik bir analist olarak nefreti dile getirmemin yolları var. Nefret “süre”in sonu olduğu gerçeği ile ifade edilebilir.
Bunun ortada hiçbir sorun olmadığı, hatta hastanın gitmekten memnun olduğu durumlarda bile doğru olduğunu düşünüyorum. Çoğu analizde bunlar mutlak doğru olarak kabul edilir ve hemen hemen hiç söz edilmez ve analitik çalışma, hastanın bilinçdışı aktarımının aydınlanması için sözel yorumlamayla yapılır. Analist hastanın çocukluğundaki yardımcı figürlerden birinin rolünü alır. Analist, hasta daha bebekken işin en zor kısmını yapan kişilerin başarılarından fayda sağlar.
Bunlar çoğunlukla belirtileri nevrotik nitelikte olan hastalarla ilgili, sıradan analitik çalışmaların tanımlamasının bir parçasıdır.
Ancak psikotiklerin analizinde, analist oldukça farklı nitelikte ve derecede bir yük alır ve anlatmaya çalıştığım yük de işte tam budur.
Son zamanlarda birkaç gündür kötü iş çıkardığımı fark ettim. Her bir hastamda hatalar yaptım. Zorluk bendeydi ve kısmen kişisel olsa da, büyük çoğunluğu bir psikotik (araştırma) hastamda ulaştığım dönüm noktasıyla ilişkiliydi. Zorluk, bazen “iyileştirici” rüya diye anılan rüyamdan sonra netleşti. (Aklıma gelmişken, analizim sırasında ve sonrasındaki yıllarda uzun seriler halinde bu iyileştirici rüyalardan gördüm, benim durumumda hoşa gitmeseler de, her biri duygusal gelişimimde yeni bir düzeye geldiğimin habercisi olmuşlardır.)
Bu özel durumda, uyandığımda hatta uyanmadan bile rüyamın anlamının farkındaydım. Rüyanın iki bölümü vardı. İlkinde bir tiyatronun balkonunda, aşağıda yüksek mevkide oturan insanlara bakıyordum. Sanki kolumu kaybedecekmiş gibi şiddetli bir kaygı duydum. Bu benim Eyfel Kulesinde kolumu kenara koyarsam sanki kolum düşecekmiş gibi hissettiğim duyguyla bağlantılıydı. Bu, sıradan bir kastrasyon kaygısıydı.
Rüyanın ikinci bölümünde yüksek mevkide oturanların bir oyun izlediklerinin farkınaydım ve sahnede olan bitenle onlar aracılığıyla ilişki kurmuştum. Yeni bir kaygı gelişti. Bildiğim, vücudumun sağ tarafının hiç olmadığıydı. Bu bir kastrasyon rüyası değildi. Bu vücudun bir bölümünün olmadığı hissiydi.
Uyandığım sırada oldukça derin bir düzeyde o dönemdeki zorluğumun ne olduğunu fark etmiştim. Rüyanın ilk bölümü, nevrotik hastalarımın bilinçdışı fantezileri karşısında oluşabilecek sıradan kaygıları temsil diyordu. Eğer bu hastalara ilgi duyarsam elimi ya da parmaklarımı kaybetme tehlikesine girerdim. Bu tip kaygı benim için tanıdıktı ve göreceli olarak da tahammül edilebilirdi.
Ancak rüyanın ikinci kısmı psikotik hastamla olan ilişkimle ilgiydi. Bu hasta benden bedeniyle ilgili, hayali bile olsa, hiçbir ilişkim olmamasını istiyordu; kendine ait olarak bildiği bir bedeni yoktu ve varoluşunu sadece zihin olarak hissediyordu. Bedeni olduğunu iddia etmek ona işkence gibi geldiğinden, bedeni ile ilgili herhangi bir gönderme paranoid kaygılar doğuruyordu. Benden istediği sadece, onun zihnine konuşan bir zihin olmamdı. Rüyadan önceki gece zorlanmamın doruğundayken kendimi rahatsız hissettim ve benden istediğinin kılı kırk yarmaktan beter olduğunu dile getirdim. Bunun korkunç bir etkisi oldu ve hatamı gidermem haftaları aldı. Ancak önemli olan, kendi kaygımı anlamamdı ve bu da rüyamda yüksek mevkidekilerin seyrettiği oyunla ilişkiye girmeye çalıştığımda vücudumun sağ tarafının olmayışı ile temsil edilmekteydi. Vücudumun sağ tarafı bu hastayla ilişkiliydi ve onun vücutlarımız arasında hayali bir ilişkiyi bile tamamen inkar etmesi ihtiyacından etkilenmişti. Bu inkar, bende sıradan kastrasyon kaygısından çok daha tahammül edilemez olan bu psikotik tipteki kaygıyı yaratıyordu. Bu rüyanın başka şekillerde yorumları olsa da, bu rüyayı görmemin ve hatırlamamın sonucu bu analize devam edebildim ve hatta kökeni bu bedensiz hastayla etkileşimime dayanan reaktif kaygımdan dolayı verdiğim zararı da telafi edebildim.
Analist hastanın belki de uzunca bir süre ne yaptığını bilmesini beklemeden bu zorluğa katlanmaya hazır olmalıdır. Bunu yapabilmek için kendi korkusunun ve nefretinin kolaylıkla farkında olmalıdır. Analist küçük hatta daha dünyaya gelmemiş bir bebeğin annesi durumundadır. Zaman içinde hasta adına neler yaşadığını dile getirecek duruma gelmelidir. Ancak bazen analiz hiç bu kadar ileri gidemeyebilir. Hastanın geçmişinde üzerinde çalışılabilmek için pek az iyi deneyim olabilir. Ya analistin aktarımda kullanacağı erken çocukluk dönemine ait hiç tatminkar bir ilişki yoksa?
Aktarımda ortaya çıkacak tatminkar erken deneyimleri olan hastalarla; analistin hastanın hayatında belli çevresel esasları sağlayan ilk kişi olduğu, erken deneyimleri aşırı yetersiz ve çarpık olan hastalar arasında dünyalar kadar fark vardır. Bu son sözü edilen hastaların tedavisinde, ilk gruptaki hastaların tedavisindeki analitik teknikte mutlak kabul edilebilecek her şey hayati önem kazanır.
Bir meslektaşıma karanlıkta analiz yapıp yapmadığını sorduğumda bana: “Nereden çıktı bu? Hayır! Bizim işimiz alışılmış bir çevre yaratmak, karanlık sıradışı olur.” demişti. Sorum karşısında şaşırmıştı. Nevrotiklerin analizini yapma yönelimindeydi. Ancak bu alışılmış çevrenin sağlanması ve korunması psikotik hastalarda bazen yapılması gereken sözel yorumlardan da fazla önem taşır. Nevrotik için divan, sıcaklık ve rahatlık, annenin sevgisinin sembolleridir , psikotik içinse bunlar analistin sevgisinin fiziksel ifadeleridir demek daha doğru olacaktır. Divan annenin kucağı ya da rahmi, sıcaklık da analistin bedenin gerçek sıcaklığıdır. Ve buna benzer.
Umarım ki konuyu ele alışımda bir ilerleyiş söz konusudur. Analistin nefreti genellikle gizlidir ve kolaylıkla gizli tutulur. Psikotiklerin analizinde analist nefretini gizli tutmakta daha büyük bir zorluk içindedir ve bunu yapabilmesinin tek yolu nefretinin tamamen farkında olmasıdır. Bazı analizlerin belli evrelerinde analistin nefretinin hasta tarafından da araştırıldığını eklemek isterim, o halde olması gereken nefretin nesnel olmasıdır. Eğer hasta nesnel ve haklı nefreti arıyorsa buna ulaşabilmelidir, aksi halde nesnel sevgiye de ulaşamayacağını hisseder.
Şimdi sanırım, dağılmış bir ailenin çocuğunun ya da ebeveynleri olmayan bir çocuğun durumundan söz etmek uygundur. Böyle bir çocuk zamanını bilinçdışında ailesini arayarak geçirecektir. Böyle bir çocuğu eve alıp, ona sevgi göstermek oldukça uygunsuzdur. Bir süre sonra benimsenen çocuk ümit besleyecek, bulduğu ortamı sınamaya çalışacak ve koruyucularının nesnel olarak nefret etme yeteneklerinin kanıtını bulmaya çalışacaktır. Görünen odur ki, ancak nefret edildiğini gördükten sonra sevildiğine inanmaya başlayabilecektir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında 9 yaşındaki bir çocuk, Londra'dan bombalar nedeniyle değil de, okulu astığı için terkedilmiş çocukların barındığı yurda gönderilmişti. Yurtta kalırken onu tedavi etmek istemiştim ancak kazanan yine belirtisi oldu ve altı yaşında evden ilk kaçtığından beri hep yaptığı gibi buradan da kaçtı. Ancak onu gördüğüm tek bir seansta onunla iletişim kurmuş ve çizdiği bir resim üzerine, kaçarak bilinçdışında evinin içini ve annesini saldırıdan korumaya çalıştığını ve aynı zamanda da zulmedicilerle dolu iç dünyasından uzaklaşmaya çalıştığı yorumunu yaptım.
Evimin yakınlarındaki bir karakolda ortaya çıkınca çok şaşırmadım. Bu karakol, onu yakından tanımayan birkaç karakoldan birisiydi. Eşim oldukça cömert davranarak onu eve aldı ve cehenneme dönen üç ay boyunca evde tuttu. Genelde deli gibi dik dik bakan, hem çok sevimli hem de çıldırtıcı bir çocuktu. Neyse ki başımıza ne geleceğini biliyorduk. İlk aşamada her dışarı çıktığında biraz para vererek, onu tamamen özgür bıraktık. Yapması gereken tek şey bizi aramasıydı, biz de hangi karakoldaysa gider onu alırdık.
Kısa zamanda beklenen değişiklik gerçekleşti, kaçma belirtisi tersine döndü, çocuk içindeki saldırıyı dramatize etmeye başladı. Bu gerçekten de ikimiz için de tam zamanlı bir işti ve ben dışarı çıktığımda da en kötü perdeler sahneleniyordu.
Sanki çocuk analizdeymiş gibi gece gündüz her dakika yorum yapılmalıydı ve genelde kriz anında en iyi çözüm, doğru yorumu yapmaktı. Doğru bir yoruma her şeyden çok değer veriyordu.
Bu makalenin amacı için önemli olan şey, bu çocuğun kişiliğinin bende yol açtığı nefret ve benim bu nefretle ne yaptığımdır.
Ona vurdum mu? Cevabım hayır, hiç vurmadım. Ancak nefretimle ilgili her şeyi bilmesem ve bunu da ona söylemesem, ona vurmam gerekirdi. Kriz anında, öfke ya da suçlama olmaksızın onu kuvvetle tutar, hava nasıl olursa olsun ya da günün hangi saatinde olursa olsun kapının dışına koyardım. Dışarıdan çalabileceği farklı bir zil vardı ve o bu zile basınca içeri alınacağını ve ona olanlarla ilgili hiçbir şey söylenmeyeceğini biliyordu. Manik atağı geçer geçmez bu zile basardı.
Önemli olan, onu tam dışarı koyduğum sırada, olanlardan dolayı ondan nefret ettiğimi ona söylerdim. Bu kolaydı çünkü doğruydu.
Sanıyorum bu kelimeler onun gelişimi açısından önemliydi, ancak asıl önemli yanı, öfkeme yenilmeden, zaman zaman onu öldürmeye kalkmadan, kaçmasına müsaade etmeden duruma tahammül etmemi sağlamasıydı.
Bu çocuğun tüm hikayesi burada anlatmak mümkün değil. Islahevine girdi. Bizimle yaşadığı, oldukça derinden köklenmiş ilişkisi hayatındaki pek az stabil şeyden biri olarak kaldı. Günlük hayattan olan bu vaka, genel nefret başlığını tanımlamak için kullanılabilir, ancak bu örnek hastanın davranışlarıyla sulandırılmış bir başka durumdaki sadece haklılığı teslim edilmiş nefretten ayırd edilmelidir.
Nefret sorununun ve nefretin kökeninin tüm karmaşıklığına karşın, psikotik hastaların analisti açısından önemli olduğuna inandığım için, bir şeyi ayrı tutmak istiyorum. Annenin, bebeğin anneden nefret etmesinden ve bebeğin annesinin kendinden nefret ettiğini bilebilmesinden önce, bebeğinden nefret ettiğini ileri sürüyorum.
Bu fikri geliştirmeden önce Freud'tan alıntı yapmak istiyorum. Nefret hakkında bir çok orijinal ve aydınlatıcı şeyler söylediği “İçgüdüler ve Değişimleri” makalesinde (1915) Freud: “Bir içgüdünün doyum amaçlarına ulaşmak için ilgilendiği nesneyi “sevdiğini” hemen söyleyebiliriz, ancak bir içgüdünün nesneden “nefret” ettiğinden söz etmek bize tuhaf gelir. Böylece, içgüdülerin nesneleriyle ilişkisini tanımlamanın sevgi ve nefret tutumlarıyla yapılamayacağının, ancak bu tanımlamanın egonun bütün olarak nesnelerle ilişkisini açıklamak üzere saklı tutulacağının ayırdına varırız.” Bunun doğru ve önemli olduğunu hissediyorum. Bunun anlamı, bebeğin nefret edebilmesinden önce kişiliğinin bütünleşmesi gerektiği değil midir? Ne kadar erken bütünleşmeye ulaşılsa da –belki de en erken bütünleşme heyecan ve öfkenin doruğunda meydana gelmektedir- kuramsal olarak bebeğin can acıtmasının nefretten olmadığı daha da erken bir dönem vardır. Bu dönemi anlatmakta “merhametsiz sevgi” ifadesini kullandım. Bu kabul edilebilir mi? Bebek bütün bir kişi olarak hissetmeye başladıkça, nefret kelimesi de onun belli bir duygu grubunu tanımlamak için kullanılabilir.
Ancak anne en başından beri bebeğinden nefret eder. Sanıyorum Freud belli durumlarda annenin bebeğine sadece sevgi duyabileceğinin mümkün olduğunu düşünmüştü, fakat biz bundan şüphe duymalıyız. Annenin sevgisini biliyor, gerçekliğini ve gücünü anlıyoruz. Size annenin bebeğinden, hatta oğlundan, nefret etmesi için bazı nedenler ileri sürmeme izin verin:
Bebek, onun kendi (mental) ürünü değildir.
Bebek, çocuk oyunlarından biri değildir, babanın çocuğu, ağbinin çocuğu, vb. değildir.
Bebek, sihirli bir biçimde meydana gelmemiştir.
Bebek, hamilelikte ve doğumda bedeni için bir tehlikedir.
Bebek, özel hayatını engeller, kaygıyı kamçılar.
Anne az ya da çok kendi annesinin bir bebek talep ettiğini hisseder, bebek annesinin gönlünü almak için yapılmıştır.
Bebek, ,önceleri çiğneme eylemi olan memeyi emerken bile göğüs uçlarını acıtır.
Bebek merhametsizdir, ona bir pislik, parası ödenmeyen bir hizmetçi, bir esir gibi davranır.
Bebek kendinden şüphe duyana kadar, anne onu her ne pahasına olursa olsun, dışkısı ve her şeyiyle, sevmek zorundadır.
Annesinin canını acıtmaya çalışır, tamamen sevgiyle bile olsa zaman zaman onu ısırır.
Annesinden hayal kırıklığı uğradığını gösterir.
Heyecanlı sevgisi rüşvetçidir, istediğini aldıktan sonra onu bir portakal kabuğu gibi atar.
Bebek başlangıçta hükmetmeli, çatışmalardan korunmalı, hayat bebeğin hızında açılmalıdır, ki tüm bunlar annenin sürekli ve dikkatli çalışmasını gerektirir. Örneğin, onu kucağına aldığında fazla kaygılı olmamalıdır, vb.
Bebek başlangıçta hiçbir şekilde annesinin onun için ne yaptığını ya da ne gibi fedakarlıklarda bulunduğunu bilmez. Özellikle nefretini hesaba katamaz.
Şüphecidir, annesinin iyi besinini reddederek kendinden şüphe etmesini sağlar, ancak teyzesinden gayet güzel beslenir.
Annesiyle zorlu bir sabahtan sonra dışarı çıktığında “Ne de tatlı” diyen yabancı birine gülümser.
Anne başlangıçta yetersiz olursa, bunu sonsuza kadar ödeteceğini bilir.
Onu heyecanlandırır ancak engeller de, onu yememeli ya da onunla cinsel ilişki de kurmamalıdır.
Sanırım psikotiklerin analizinde ve hatta normal kişilerin analizinin dönüm noktalarında, analist kendini yeni doğmuş bir bebeğin annesi konumunda bulur. Hasta aşırı derecede gerilediğinde analistle özdeşleşemez ya da ancak bir fetusun ya da yeni doğan bebeğin annesinin halinden anlayabileceği kadar kıymet bilir.
Anne hiçbir şey yapmaksızın, bebeğin nefretine tahammül edebilmelidir. Nefretini ona ifade edemez. Bebeği tarafından incindiğinde, yapabileceklerinden korkarak, uygun biçimde nefret edemezse, mazoşizme geri çekilir, ki sanırım bu da yanlış bir kuram olan kadınlardaki doğal mazoşizm kuramına sebep olur. Anne adına en önemli şey, bebeği tarafından incinme ve ona bunu ödetmeden nefret edebilme yeteneği ile ileride elde edebileceği ya da hiç ulaşamayacağı ödülleri bekleme yeteneğine sahip olmasıdır. Belki de anneye yardımcı olan, bebeğin dinlemekten zevk aldığı, ancak anlamına varamadığı ninnilerdir?

“Rüzgar eser, beşik sallanır
Ağacın üstünde sallan bebeğim
Dal kırılır, beşik düşer
Yuvarlanıverir beşik, bebek ve her şey”

Bebekle oynayan anneyi (ya da babayı) düşünüyorum. Bebek, ebeveyninin belki de doğum sembolizasyonu ile ilgili olarak, kelimeleriyle nefreti ifade ettiğini bilmeden, oyundan zevk alır. Bu duygu yüklü bir şiir değildir. Duygusallık ebeveynler için işe yaramazdır, çünkü nefretin inkarını içerir ve annedeki duygusallık bebeğin bakış açısına göre de anlamsızdır.
Gelişmekte olan insan yavrusunun, duygusal bir ortamda, kendi nefretine tam anlamıyla tahammül edebilmesine kuşkuyla bakıyorum. Nefret edebilmek için nefrete vardır.
Eğer tüm bunlar kabul edilirse, geriye tartışılması gereken analistin hastasına olan nefretini yorumlaması sorusu kalır. Bu elbette çok tehlikeli bir konudur ve zamanlamasına çok dikkat etmek gerekir. Kanımca; analizin sonlarına doğru dahi bile olsa, analist hastasına, tedavinin başlarında daha henüz çok hastayken, hastası adına kabul edilemez olanı söylemeden analiz tamamlanmış olmaz. Bu yoruma değin, hasta bir dereceye kadar annesine ne borçlu olduğunu anlamayan bir bebek konumunda tutulmuştur.
Analist kendisini bebeğine adayan bir annenin tüm sabrını, tahammülünü ve güvenirliğini ortaya koymalıdır; hastanın arzularını ihtiyaçları olarak kabul etmeli, tam olarak orada olabilmek adına diğer ilgilerini bir kenara bırakmalı, düzenli ve nesnel olmalı ve verdiklerinin sadece hastanın ihtiyaçları olduğu için vermeyi istemelidir.
Hasta tarafından analistin bakış açısının (bilinçdışı olarak bile) takdir edilmediği uzun bir başlangıç dönemi olabilir. Teşekkür beklenememesinin sebebi, tam da analiz edilmekte olan, hastanın ilkel temelinde, analist ile özdeşleşme kapasitesinin olmamasıdır. Elbette hasta analistin nefretine, bizzat kendisinin ilkel sevme biçiminin yol açtığını bilmemektedir.
Analizde (araştırma analizinde) ya da daha psikotik tipteki hastanın sadece idare edilmesinde, analiste (psikiyatriste, hemşireye) büyük bir yük düşmektedir ve ağır ruh hastalarıyla çalışanlarda psikotik nitelikte kaygı ve nefretin nasıl oluştuğunu incelemek önemlidir. Ancak bu şekilde, hastanın ihtiyaçları yerine, terapistin ihtiyaçlarına uyan terapiden uzak durma umudu saklı tutulabilir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Mayıs 2006       Mesaj #93
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer' in İstanbul'da, Harp Akademileri'nde subaylara hitaben yaptığı konuşma, TBMM Başkanı Bülent Arınç ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Sezer'in ele aldığı konulardaki açıklamaları ve en son Danıştay hakimlerine yapılan silahlı saldırı etrafındaki tartışmalar ve kamplaşmalar Türkiye'nin siyasi rejiminin ana karakterini bir kere daha açığa vurmuştur.
yorum

Lafı uzatmadan söylemek gerekirse, Türkiye' de, totaliter cumhuriyet anlayışıyla demokratik cumhuriyet anlayışı arasında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri süren ve yakın gelecekte de biteceğe benzemeyen bir mücadele vardır. Gerek Türkiye içinde, gerekse Türkiye dışında, Türkiye Cumhuriyeti tarihini bir bütün olarak görme ve değerlendirme eğilimi hayli yaygındır. Ancak, bu, vahim bir hatadır. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ana hatlarıyla, iki dönemden oluşmaktadır. İlki, 1925-1946 ( veya 1950) arasındaki tek parti yönetimi dönemidir; ikincisi ise, dört askerî müdahaleye rağmen, 1950'den beri sürmekte olan demokrasi dönemidir. Bu iki dönem arasındaki farklılık ve kesiklik, ortaklık ve süreklilikten çok daha belirgindir. Bunun böyle olduğunu, söz konusu iki dönemi temel özellikleri itibarıyla karşılaştırırsak, kolayca görebiliriz.
Totalitarizmden demokrasiye
Birinci dönem, adı üstünde, bir tek parti dönemidir. Birçok bilim adamı, bu dönemi tek parti diktatörlüğü olarak da adlandırmaktadır. Ve bu dönemde, tek parti rejimlerinin tipik özellikleri kolayca teşhis edilebilecek haldedir. Siyasi haklar mevcut değildir. Bir tek parti tahakkümü vardır. Başka partilerin doğmasına izin verilmemektedir. Dolayısıyla, siyaset yarışmacı değil, tekelcidir. Siyasal iktidarın iktidar sahipliği halkın tercihlerinden değil, partinin varlığından ve kendine biçtiği misyondan kaynaklanmaktadır. Bu parti, iktidar tekelini elinde tutmakla yetinmeyip toplumu yeniden yaratmayı hedeflediği, yani toplum mühendisliğine yeltendiği için otoriterizm ile totalitarizm arasında salınmaktadır. Meşruiyetini halkın tasvibinden ve iktidarını halkın tercihinden almayan bu parti, halkın temsilcisi veya halkın değer ve taleplerini siyasi sisteme yansıtılmasının aracı değil, halka parti egemenlerinin uygun gördüğü değerlerin taşınmasının ve bu değerlere iman etmeyenlerin tasfiye edilmesinin aracıdır. Özgür bir ülkede olması gerektiği gibi değer ve amaç skalaları çokluğu değil, tam tersine, tekliği söz konusudur. Halkın, siyasi sistemin işleyişinde ve temel kararların alınışında söz hakkı yoktur. Seçimler demokratik ve yarışmacı değildir. Hür ve adil seçimlerden ziyade atama söz konusudur. Sistemin otoriter- totaliter doğası gereği, sivil özgürlükler, yani, ifade, basın, teşkilatlanma ve seyahat özgürlüğü yoktur. Doğal özgürlükler olan hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkı ise iktidarın insafına bağlıdır ve anayasal garanti altında olmaktan uzaktır. Hukukun hakimiyeti de bulunmamaktadır. Laiklik ise, din ve vicdan özgürlüğü, din ile devletin birbirinden ayrılması, din adına ve din yüzünden insanlara baskı yapılmaması anlamına gelmemektedir. Dine egemen elitlerin istediği gibi şeklin verilmesi ve dindarların iktidar alanından ve kamusal alandan dışlanması anlamına gelmektedir.
Türkiye yirmi-yirmi beş yılını böyle bir sistemde yaşamış ve bu sistem halk tarafından hep kuşkuyla ve sık sık kuşkuyla karşılanmıştır. Doğal ve sivil hakları tanımaması yanında, devletçiliği yüzünden, ekonomik bakımdan da başarılı olamayan sistem hem baskı ve fakirlik üretmiş hem de, bu yüzden, iktidarını, gittikçe daha fazla güç temerküzü gerçekleştirerek sürdürebilmiştir.
Halka rağmen bürokratik iktidar
1950'de barışçıl yollardan demokrasiye geçerek, Türkiye, bütün Ortadoğu coğrafyasında bir ilki gerçekleştirmiştir. Bu dönüşüm, doğal olarak, ilk dönemdeki birçok değer ve kurumun reddini ve onların yerine yenilerinin yerleştirilmesini gerektirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bu ikinci döneminde tek parti sistemi yıkılmış, çok partili bir siyasi sistem kurulmuştur. Siyaset monist olmaktan çıkmış, yarışmacı olmuştur. İktidara geliş ve gidiş halkın tercihine bağlanmış ve süre bakımından sınırlandırılmıştır. Topluma değer, amaç ve hayat tarzı dayatmaları önemli ölçüde sona ermiştir. Halka amaç ve değer empoze eden bir sistemden halkın değer ve taleplerini dikkate almak zorunda olan bir sisteme geçilmiştir. Halk temel kararların alınmasında temsilcileri aracılıyla söz sahibi olmuştur. Sivil hak ve özgürlükler tesis edilmeye ve bu çerçevede totaliter laiklik anlayışı yerini demokratik- özgürlükçü laiklik anlayışına bırakmaya başlamıştır. Halk adeta nefes almıştır. Artan özgürlük ve daha az devletçi ekonomi politikaları iktisadi hayatta da hızlı gelişmeler yaratmıştır. Elektrik, şeker, yol vs. nedir bilmeyen milyonlar yavaş yavaş bunlara kavuşmaya başlamıştır.
Görüldüğü gibi, tarihimizin bu iki dönemi birbirinin zıddıdır. Değerler, amaçlar, kurumlar ve yöntemler bakımından bir arada barınmaları da, beraber bulunmaları da, aynı anda savunulmaları da mümkün olamaz. Bunlardan birini esas alınca, diğerinden vazgeçmek gerekir. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti tarihi yekpare bir bütün değildir; farklı özelliklere sahip iki ana parçadan oluşmaktadır. Türkiye, demokrasiye geçmesine rağmen, totaliter cumhuriyet anlayışını tam olarak yenememiş, tarihe gömememiştir. Bu zihniyet hem kendini yeniden üretmiş hem de zamanda devlet yapılanması içinde sağlam mevziler edinmiştir. Müthiş propaganda sayesinde kendine kısmi bir halk desteği de sağlamıştır. Böylece, Türkiye, iki ana zihniyetin ve hatta iki iktidarın bulunduğu bir ülke haline gelmiştir.
Birinci iktidar, bürokratik iktidardır. Bürokrasinin çeşitli şubeleri, halktan tasvip görme şansı bulunmadığı için, bu iktidarın en önemli sac ayağıdır. Bu iktidarı halk seçmez. Onun mensupları kendi kendilerini atarlar. Halktan aldıkları vergilerle varlıklarını sürdürür; ama halka tepeden bakarlar. Bürokratik iktidar on yıllar içinde kendine hukukî, siyasî, ekonomik payandalar edinmiş ve bir kapıkulu sistemi yaratmıştır. Elemanlarını halktan devşirir, sonra onları anne babalarına yabancılaştırır ve toplumun efendisi olduklarına inandırır. Bu iktidar demokratik iktidarın sınırlarını bizzat belirlemeye çalışır. Bunda önemli ölçüde başarılı da olur. Bu iktidarın hedefi, tek parti rejiminin değer, amaç ve iktidar paylaşımını yaşatmaktır. Demokratik süreçler bunun tam olarak gerçekleştirilmesine izin vermediği için demokrasi sevilmez. Bu iktidar elitlerinin dilinde demokrasi süs kelimesidir. Gönüllerinin aslanı, tek parti cumhuriyetidir. Yani totaliter cumhuriyettir.
Demokratik iktidar hep aşağılandı
İkinci iktidar, demokratik iktidardır. Bu iktidarı serbest seçimlerle halk belirler. Bu iktidar geçicidir. Ondan her sorunun altından kalkması beklenir. O her konuda yetkili değil; ama her konuda sorumludur. Yani, davul bu iktidarın boynunda; ama tokmak bürokratik iktidarın elindedir. Demokratik iktidarların cumhuriyet rejimine pek itirazları yoktur, itirazları cumhuriyetin demokratik olmamasınadır. Demokratik olmayan bir cumhuriyeti savunmaları bu iktidara mensup ve destek olanların intihar etmesi anlamına gelecektir. O yüzden, bürokratik iktidar mensupları ne kadar kızarsa kızsın, Türkiye'de, ana çizgi siyaset, hiçbir zaman totaliter cumhuriyeti bir bütün olarak savunmamıştır ve savunmayacaktır. Demokratik iktidar, demokrasilerde olması gerektiği gibi, yani kişi hak ve özgürlükleri lehine değil, bürokratik iktidarın sınırlamasını istediği anlamda, yani bürokratik iktidar lehine sınırlı iktidardır. Bürokratik iktidarın topluma değer ve hayat tarzı empoze etmesine, özgürlükleri gasp etmesine, hakları çiğnemesine engel olursa tedip ve terbiye edilir. Ülkenin her sıkıntısının sorumlusu demokratik iktidar, her başarının sahibi ve yaratıcısı bürokratik iktidardır. Bürokratik iktidar mensupları Tanrısal yanılmazlığa sahip görülürken demokratik iktidarın sahipleri hep kötülenir, aşağılanır. Bürokratik iktidarın sahipleri ve destekçileri toplumda azınlıktır; ama medyada ve kilit bürokratik mevkilerde çoğunluktadır. Türkiye'deki kavganın ana sebebi budur. Hayat, dünya, tecrübe, akıl Türkiye'yi demokratik cumhuriyet olmaya zorlamaktadır. Totaliter cumhuriyetçiler ise buna direnmektedir. Demokratikleşmeyi önlemek için her yola başvurmaktadır. Meselenin özü budur; gerisi teferruattır. Günümüz Türkiye'sinde AKP ile bürokratik iktidar ve toplumdaki marjinal medyadaki çoğunluk destekçileri arasındaki kavga görüntüsü kimseyi aldatmamalı, kavganın asıl taraflarının gözden kaçırılmasına sebep olmamalıdır. Bugün AKP'ye ve Başbakan Erdoğan'a yöneltilen suçlamaların hepsi zamanında DP'ye ve Menderes'e, AP'ye ve Demirel'e, ANAP'a ve Turgut Özal' a da yöneltilmiştir. Ve, hiç şüpheniz olmasın, bir gün tek başlarına iktidar olurlar ve halkın taleplerine kulak verirlerse, Erkan Mumcu' nun ANAP'ı , DYP ve MHP de aynı ithamlar, suçlamalar, ayak oyunları, tehditler ve şantajlarla karşılaşacaktır. Bugünlerde, totaliter cumhuriyetçi çevrelerin dolduruşuna gelmemek için, tarih okumak, yakın tarihi hatırlamak gerekiyor.


Prof.Dr. Atilla Yayla

GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
27 Mayıs 2006       Mesaj #94
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKİYE'NİN ÖNEMİ



"Türkiye'nin önemi" sorunu, hiç kuşkusuz, "dış dinamik" ögeleri açısından değerlendirilebilecek bir konudur.
"Dış dinamik" ögeleri açısından da değerlendirilse, konu, "iç dinamik" ögeleriyle de ilgilidir çünkü Türkiye'nin toplumsal, siyasal ve jeopolitik özellikleriyle yakından bağlantılıdır.
"Türkiye'nin önemi"ni, üç ayrı anabaşlık altında irdelemek olanaklıdır. Bunlardan biri "Jeopolitik", öteki, "ekonomik" sonuncusu da "siyasal-kültürel" boyuttur.

JEOPOLİTİK BOYUT
Türkiye, dünya üzerinde sorun olarak gözüken bölgelerden dört tanesinin ortasında yer almaktadır: Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Körfez.
Bu konumu, O'nu, bu bölgelerde çıkarları olan ülkeler açısından "vazgeçilmez" yapmaktadır.
Özellikle "küreselleşme" sürecinin Amerika Birleşik Devletlerini getirdiği "dünya jandarmalığı" konumu, ve ABD'nin bu bölgelere olan uzaklığı, Türkiye'nin dünya üzerindeki stratejik önemini ayrıca vurgulamaktadır.
Bir başka deyişle, Türkiye, bu çatışma alanları açısından bir "bölgesel güç" kimliği ile varlığını sürdürmektedir.
Stratejik açıdan bir başka öge, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bağımsız devletler ve otonom yönetimler açısından Türkiye'nin sahip olduğu ekonomik, kültürel ve siyasal olanaklardır.
Akıllıca kullanıldığı takdirde, bu olanaklar, Türkiye'nin bir "bölgesel güç" olma özelliğini pekiştirici etki yapacaktır.
Balkanların, Kafkasların, Ortadoğunun ve Körfezin, siyasal, asker>î ve ekonomik kargaşası, önümüzdeki yıllarda hiç de durulacak gibi gözükmemektedir. Bu nedenle, Türkiye'nin "bölgesel bir güç olma" özelliği ve önemi, daha uzun yıllar devam edecek gibi görülmektedir.
EKONOMİK BOYUT
Türkiye, hızla gelişen, kentleşen, dünya ile ekonomik ve kültürel bütünleşmesini sürdüren ve gittikçe büyüyen (şimdilik) 60 milyonluk bir pazardır.
Ayrıca, gelişen teknoloji ve dünyaya açılan girişimcilik, Türkiye'yi sadece bir "pazar" olarak değil, aynı zamanda "üretim" yapan bir ekonomik güç haline de getirmektedir.
Bu nitelikleri ile Türkiye, bir yandan Avrupa Topluluğu, öte yandan Japonya ile, "önemli" ekonomik ilişkileri kuracak ve geliştirecek bir yapıya sahip görünmektedir.
Eski Sovyetler Birliği yerine kurulan bağımsız devletler ve otonom yönetimler açısından da Türkiye'nin önemli bir ekonomik potansiyele sahip olduğu söylenebilir.
Bütün bunlara ek olarak, Irak petrolü ve Kafkasya'dan gelecek petrol (Türkiye üzerinden pazarlanabildiği takdirde), uzunca bir süre, Türkiye'ye önemli bir ekonomik avantaj sağlayacaktır.
Türkiye'nin ekonomik önemi, daha yukarda üzerinde durulan jeopolitik önemi ile bütünleştiğinde çok daha derin bir boyut ve anlam kazanmaktadır.

SİYASAL-KÜLTÜREL BOYUT
Türkiye'nin bir "İslam ülkesi" olması, O'nun dış dünyadaki önemini, belki de buraya kadar üzerinde durulan bütün ögelerden daha fazla arttırmaktadır.
Bunun en önemli nedeni "Türkiye'nin tek ve biricik, laik ve demokratik islam ülkesi olmasıdır":
Bu niteliği ile Türkiye, hem değişme ve gelişme potansiyeli bakımından ekonomik-askeri-siyasal bir güç olarak önem kazanmakta, hem de daha önemlisi, "Müslüman Dünya" için, farklı bir model oluşturmaktadır.
Türkiye'nin, müslüman toplumlar için, laik ve demokratik bir model oluşturması, sadece bölge açısından değil, tüm dünya ve insanlık tarihi açısından önemli bir olaydır.
Huntington'un, 21. yüzyılın, Hırıstiyan, Müslüman ve Budist uygarlıkları arasında bir çekişmeye tanık olacağını söylemesi, Türkiye'nin "müslüman uygarlık" içindeki yerini olduğu kadar dünya üzerindeki önemini de iyice arttırmaktadır.
Aslında, Atatürk'ün kurduğu Türkiye, tüm dünyanın önüne bir soru işareti gibi dikilmiştir: Acaba tüm toplumlar için evrensel ve tek bir değişme modeli mi vardır, yani toplumların değişme ve gelişme aşamaları ekonomik açıdan biribirine eşitilendikçe, kültürel yaşamları da benzer mi olacaktır, yoksa, farklı kültür din ve inançtaki toplumlar, farklı biçimde de mi gelişecek ve ilerleyeceklerdir?
Daha doğru bir deyişle, Batı toplumlarının izlediği yolu reddederek gelişme olanaklı mıdır? Yoksa, değişme ve gelişme, tüm toplumları, eninde sonunda, aynı yollardan geçmeye mi zorlamaktadır?
İnsan hakları, kadın hakları, evrensel kavramlar mıdır? Bir toplumun hem gelişmiş olması, hem de temel hak ve özgürlükleri kısıtlaması olanaklı mıdır?
İşte insanoğlu'nun önündeki tek aykırı model olan "Sovyet deneyimi" çöküp, tarihin derinliklerinde kaybolduktan sonra, "islam" aykırı bir model olarak gündeme gelmiştir.
Oysa Türkiye, "İslam modeli"nin, evrensel değişme ve gelişme çizgisinden farklı bir yol izlemediğinin en güzel örneğidir. Müslüman bir toplumda, hem laikliğin, hem de demokrasinin varolabileceğini ve değişme ve gelişmenin bu çizgiler yönünde olabileceğini, varlığı ile kanıtlamaktadır.
Türkiye'de, evrensel değişme ve gelişme modelinden farklı, laiklikten ve demokratiklikten sapan bir "İslam modeli" tartışmaları, daha çok, Sovyetler Birliği'nin gücünü sürdürdüğü "soğuk savaş" döneminde alevlenmiştir.
Sovyetler Birliği'ni, bir "çember" içine almak ve rejimi, içerden de "İslam" baskısı ile zorlamak politikası, Türkiye'de de "evrenselden farklı, islam>î çözüm" tartışmalarını desteklemiştir.
Artık, Sovyetler Birliği çöktüğüne göre, "dışardan böyle bir etki de" anlamını ve dolayısıyla gücünü yitirmiş gözükmektedir.
Şimdi, "dış dinamik ögeleri" tam tersine bir etkiyle, daha farklı bir soruyu, yukarda sorulan, "islam>î değişme ve gelişme modeli evrensel modelden farklı mıdır?" sorusunu gündeme getirmiştir.
Kanımca bu sorunun yanıtı, 21. yüzyılda, evrensel modelin egemenliği yönünde ortaya çıkacaktır. Yani bir toplum ister müslüman olsun, ister başka bir dinden, değişme ve gelişme sürecine girdiği ölçüde, insan hakları, demokratikleşme ve bunların ön koşulu olarak kaçınılmaz bir biçimde laikleşme, o toplumun gündemine girecektir.
Siyasal-kültürel boyut açısından yaptığımız irdelemeler, daha yukarda belirtilen jeopolitik boyut ve ekonomik boyut ile bütünleştiğinde, açıkça görülmektedir ki, Türkiye sadece bir "bölgesel güç" olarak değil, dünya tarihinde, uygarlıklar savaşı denilen değişme ve gelişme süreçleri açısından da çok büyük bir önemle uluslararası arenada yerini almaktadır.

MÜBECCEL KIRAY, HİLMİ YAVUZ VE ŞÜKRÜ
ELEKDAĞ'IN DEĞERLENDİRMELERİ


Kıray, esas olarak Türkiye'nin girdiği değişme ve gelişme süreci içinde, hem siyasal partilerin, hem de siyasal islamın, çözülmekte olan aile ve ağa-köylü ilişkilerinin yerini tutan "araformlar" niteliği kazandıklarını ve birey ile toplum ve devlet arasında bir köprü görevi yüklendiklerini söylüyor.
Kıray'ın bu teşhisi hiç kuşkusuz çok doğru.
Kıray ayrıca, siyasal islamın, Türkiye'ye bir ölçüde dış dünyadan dayatıldığını, bunun nedeninin Sovyetleri çembere almak olduğunu ve Sovyetler yıkıldığına göre artık bu dış etkinin kalkacağını da söylüyor,
Bence bu da son derece doğru.
Böylece Kıray'ın çözümlemeleri, 21. yüzyıl Türkiye'sinin laik ve demokratik yapıyı koruyan bir islam ülkesi olacağı biçimindeki izlenimleri veriyor bize.
Yine Kıray'a göre, Türkiye'nin önemi, işte bu değişme modelinin niteliği ile ilgili: Türkiye, bir islam toplumunun, çağdaş bir endüstri toplumuna dönüşümü sırasındaki sorunları ve süreçleri ortaya koyduğu için önemli bir ülke.
Yavuz'un değerlendirmeleri, Kıray'ın sosyolojik yaklaşımına karşılık, daha çok felsef>î ve düşünsel.
Aslında Yavuz da Türkiye'nin önemini bir "İslam ülkesi" olmasında görüyor. O da aynen Kıray gibi bu "islam ülkesinin" değişme sürecinin, onun önemini arttırdığı kanısında. Bunu açıkça söylemiyor ama, hem Kıray'ın hem de Yavuz'un "değişme" ve "kimlik" sorunu üzerinde odaklaşmaları, her ikisinin de aynı görüşü paylaştıklarını gösteriyor.
Yavuz'a göre, Türkiye, "geçmişinden koparıldığı için" bir "kimlik krizi" yaşıyor.
Hiç kuşkusuz, bu teşhisin "geçmişinden koparılmak" bölümü ve bunun bir "kimlik krizi"ne yol açtığı tezi doğru,
Yavuz, daha sonra, bu sorunu aşmanın yolunun, "resmen" yani "devlet eliyle", geçmişin günümüzle bağlarının yeniden oluşturulmasını öneriyor.
Bu bağlamda, Yavuz'un somut önerileri, Kıray'ın teşhislerinin tam ters yönünde, toplumun daha çok islam>î değerlere bağlı bir yapıyı benimsemesi sonucunu doğuruyor.
Bu önerinin, dünya konjonktürü bakımından geçerliliği cidd>î biçimde tartışmalıdır diye düşünüyorum.
Elekdağ'ın dört dörtlük analizi için söylenecek fazla buirşey yok.
Belki sadece, sosyolojik ve felsef>î bakımdan, iç dinamik ögelerinin ağırlığını daha vurgulayabilirdi, ama bu da onun uzmanlık alanı değil.
Ayrıca, Kıray ve Yavuz'un düşünceleri, Elekdağ'ın önerilerini bütünleyerek, Türkiye'nin önemini iyice irdeliyor diyebiliriz.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mayıs 2006       Mesaj #95
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Kim ne derse desin, değişmeyen bir gerçek var karşımızda: Danıştay’a yapılan kanlı saldırı Türkiye’nin yüreğini ağzına getirmekle kalmadı, bu ülkenin cepheleşme tuzağına birkaç saat içinde düşebileceğini gösterdi.

Olay duyulur duyulmaz herkes, tabii bir refleksle, katilin kimliği ve dünya görüşüyle ilgilendi. Elde edilecek bu tür bilgiler sayesinde menfur saldırının hangi güç odakları tarafından düzenlendiği anlaşılacaktı. Üst düzey bir yargı mensubunun kameralar karşısına geçip sanığın saldırı öncesi tekbir getirdiğini söylemesi kamuoyunu -ve tabii ki medyayı- yönlendirmeye yetti. Ayrıca “Allah’ın askeriyiz” diye bağırdığı da söyleniyordu. Arabasından Vakit’in Danıştay üyeleriyle ilgili o tasvip edilemez kupürü de çıkınca ve 2. Daire’nin başörtüsü ile ilgili tartışmalı kararı ile irtibatlandırılınca olay adeta bir saat içinde çözülmüş (!) oldu. Hükümet hakkında verip veriştirmeler olayı bir yandan siyasi bir platforma çekerken diğer yandan da laik-anti laik kavgasını kızıştırıyor, toplumun bir bölümü ağır bir itham altında tutuluyordu. Konuşulanlara bakın; daha ilk saatlerden itibaren orduyu göreve çağırmaya yeltenen, demokrasiyi rafa kaldırmayı salık veren beyanlara rastlarsınız. Neden? Tetikçinin daha ilk dakikalardan başlayarak çizilen portresi onu “milliyetçi, dindar, ülkücü, Türk-İslam sentezcisi” gibi sıfatlarla yâd ediyordu da ondan.
Rejim krizi çıkarmak bu kadar kolay mı?
Saldırgan Alparslan Arslan’ın kimliği biraz deşelenince, bağlantıları bir bir ortaya çıkınca anlaşıldı ki menfur saldırının faili hiç de sıcağı sıcağına resmedildiği gibi değil. Üstelik o çirkin saldırıyı gerçekleştirirken tekbir falan da getirmemiş. Gariptir; tekbir iddiasının sahibi kamuoyundan hâlâ özür dilemedi. Her neyse... Sanığın içki masasında anlaştığı yardımcıları, katıldığı eylemler ve o eylemlerin sakinleri, telefon trafikleri, dostluklar-düşmanlıklar ortaya çıktıkça, kamuoyu anladı ki bu hain saldırının son aylarda adeta tesadüflerle ortaya çıkan çetelerle benzerlikleri var. Katilin portresi ortaya çıktıkça, ilişkiler yumağı çözüldükçe kamuoyunun zihninde onlarca soru işaretleri belirdi. Umarım bu sorulara net, ikna edici cevaplar verilir ve bir daha benzer bir olay yaşanmaz...
Bu menhus olay sonrasında ortaya çıkan en büyük soru işareti şu cümlenin sonunda yer alıyor: Bir katilin kimliği üzerinden bir ülke bir anda rejim kriziyle karşı karşıya getirilebilir mi? Vahim bir durum bu! Düşünün bir cinayet bir ülkeyi -o ülkenin siyasetini, kurumlarını, medyasını vs.- bir anda iki safa ayırıyor ve asabı bozuk insanlar bir anda cinnet getirircesine birbirini yiyip bitiriyor. Bu kadar da basit olmamalı; çünkü esas tehlike, rejimi hain bir saldırının kalleş bir planıyla pamuk ipliğine bağlamaktır...
Melun saldırının üzerinden on günden fazla süre geçtiğine göre sanırım herkes daha soğukkanlı yorumlar yapabilir. Mesela katil gerçekten de “milliyetçi-muhafazakar” bir görüşe sahip, belki “ülkücü”, belki “dinci”, belki “İslamcı” olabilirdi. Bütün bu iddialar doğru çıksaydı, başta siyasi iktidar olmak üzere kendini “milliyetçi, muhafazakar, ülkücü, İslamcı” vesaire gören ya da öyle görülen insanlar bir lince mi tabi tutulacaktı? Hukukun en temel düsturu suçun şahsiliğidir; yani hiç kimse bir başkasının cürmünden mesul tutulamaz. Her zaman deliler, meczuplar, manyaklar, hasta fanatikler çıkabilir; üstelik her toplumdan çıkabilir bu tür hasta ruhlar. Böyle bir durumda iki büyük yanlışa düşme riski var:
1) Meseleyi hukuki çerçeveden çıkarıp siyasi bir harekata dönüştürerek insanları korkutma en azından bazılarını gayrete getirmek için “elden gidiyor” psikolojisi uyarma...
2) Bir cani yüzünden milyonlarca insanı hedef göstermek, onlara “katiller” diye bağır(t)mak. “Azmettiricilik” de hukuki bir tabirdir ve kendi disiplini içinde ölçüleri vardır; yani öyle ulu orta kullanılarak binlerce insan zan altında tutulamaz.
Daha açık söyleyeyim; katil dindar birisi çıksaydı, buna en çok dindarlar üzülecekti. Çünkü bu güzel din “Bir insanın öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi gibidir” diyerek cinayeti haram kılıyor. Bu gerçeği görmediğinizde samimi dindarları sürekli rencide edersiniz ve bunun farkına bile varamazsınız...
Katil yakalanmamış olsaydı
Düşünün ki katil hiç yakalanmayabilirdi. Ele geçirilmediğinde bugünkü bilgilere asla ulaşılamayacaktı. Tıpkı daha önceki siyasi cinayetlerde (Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu...) olduğu gibi bir varsayım üzerine kurulacaktı bütün iddialar. Ve bu iddialar belli bir dünya görüşünü zan altında bırakacaktı hep...
Sembollerin gölgesine sığınılarak işlenen cinayetlere, o cinayetlerin maksadına daha dikkatli bakmak gerekiyor. Olayın algılanma şekliyle oluşturulmak istenen hava arasında önemli bir bağ var. Kalabalıklar bir algı seline bir anlık öfke sonucunda teslim olabilir; buna bir mana vermek mümkündür; ancak ülkenin aydınları dolduruşa gelmemekle yükümlüdür.
En uç noktayı söylüyorum; bu hain saldırıyı düzenleyen adam hiçbir örgüt bağlantısı olmayan bir fanatik de olabilirdi; buradan hareketle ülke insanını kamplara bölmek, hükümeti devletin diğer kurumlarıyla karşı karşıya getirmek, siyasi tansiyonu yükseltmek, Çankaya hesabı uğruna kavgayı körüklemek, anti demokratik hislere teslim olmak vs. yanlış...
Sanık Alparslan Arslan’ın ulusalcılarla irtibatı üzerindeki farklılığı tekrar düşünmek gerekiyor; çünkü ulusalcılık Kızılelma çatısı altında toplanırken demokrasi dışı heveslerini zaten dışa vurmuştu. Organizasyonun içinde karanlık ilişkiler olması, bağlantıların cuntacılık kuşkusunu güçlendirmesi, bu topluluğu sıradan bir sivil toplum kuruluşu olmaktan çıkarıyor ve “şok tesiri yapacak eylemler” konusunda şüphelerin oluşmasını sağlıyor. Üstelik ilk defa da gündeme gelmiyor bazı karanlık suçlamalar. Son aylardaki gazete arşivlerini tarayan herkes bu organize ile çete oluşumları ve derin bağlantıları rahatlıkla görebilir...
Sözün özü şu: Türkiye’de laiklik de tehlikede değildir Cumhuriyet de; çünkü Türk halkının çok büyük bir çoğunluğu -ki bu çoğunluğun içinde dindar insanlar büyük yekun tutar- aşırı hareketlere izin vermez. Herkesin sürekli zan altında tutulması, ülkenin temel tercihlerini güçlendirmez; tam aksine hayatın merkezindeki barışıklığın yerini husumetler alır. Rejimin ikide bir tehlikede olduğunu iddia etmek kadar rejimi gerçekten tehdit edecek başka bir düşünce olamaz; çünkü halka güvensizliğin bundan daha feci bir örneği gösterilemez. Üstelik bu büyük bir zaaftır; bu zaaf Türkiye’yi karıştırmak isteyenlere de yeni senaryolar bahşettiği gibi provokasyonlar için de cesaret veriyor...
Uluslararası tasarım ödülleri
snd
Birkaç gündür televizyon ekranlarına yansıyan reklamlarımızdan öğrenmiş olmalısınız; Zaman, bu sene de SND’nin (Society for News Desing) düzenlediği yarışmada ödüller aldı. Artık biliyorsunuz SND, dünya çapında gazete tasarım ödülleri dağıtan bir kurum. Dünyanın bütün muteber gazeteleri bu yarışmaya başvuruyor. Çok sayıda kategorisi var. 29 ülkeden 450 gazete başvuruda bulunuyor. Aralarında Independent, Washington Post, The Wall Street Journal, USA Today, Frankfurter Allgemeine, New York Times, Chicago Tribune, Die Zeit, Los Angeles Times gibi saygın gazeteler var. Bu gazetelerin jüriye sunduğu 15 bin sayfa bulunuyor. Jüri üyeleri büyük bir titizlik içinde seçimlerini yapıyor, sonuçlar açıklandıktan sonra birkaç günlük bir atölye çalışması yapılıyor, ödül almış sayfalardan oluşan kataloglar dünyanın dört bir yanına dağıtılıyor. Bu sene Zaman beş dalda aldığı ödüller ile bu kataloğa bir daha girmiş oldu.

Bu yılki yarışmaya Forum isimli bir gazete de başvurmuş ve bir dalda ödül almış. Ekonomi gazetesi olarak neşir hayatına devam eden Forum’u kutluyorum; diğer gazetelerimizden de bu tür başarılar bekliyorum; zira burada alınan her ödül sadece bir gazetemizi değil, Türk gazeteciliğini ödüllendiriyor. Ümit ederim ki, Zaman müzesi uluslararası ödüllerle dolup taşacak; sevgili okurlarımızın bu desteği sürdükçe başarılar da sürecek. Emeği geçen, ödülde katkısı olan bütün arkadaşlarımı tebrik ediyorum...
Emekli askerlerin hatası TSK’yı bağlamaz


Son aylardaki çete davalarında emekli bazı askerlerin de adı geçiyor. Savcılığa intikal etmiş, dolayısıyla resmî kayıtlara girmiş bu suçlamalar, yenilir yutulur cinsten değil. Çünkü bu çeteler sadece mafya irtibatıyla değil, hükümete karşı psikolojik harp yürütmekle de suçlanıyor. Ele geçen belgelerde “gayri nizami harp planları”na dair krokilerin çıkması da akla kötü şeyler getiriyor. Bu durum demokrasiye gönül veren herkesi rahatsız ediyor; en çok da Türk ordusunun değerli mensuplarını rahatsız ediyor olmalı... Şu gerçeği görmek gerekiyor: Birtakım emekli askerlerin çete iddianamelerinde adının geçmesi halinde bu suçlamaların gazete sayfalarına yansıması doğal. Oradaki suçlamalar Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mal edilemez; edilmemeli. Çünkü her meslekten kötü insan çıkabilir, mesleğin hakkını vermeyen çıkabilir, mesleğinin sağladığı bir kısım imtiyazları suiistimal eden çıkabilir... Eminim, emekli askerlerin adının iddianamelere geçmesi ve bu iddianamelerin özünde çetecilik suçlamasının bulunması hem TSK yetkililerini üzmektedir hem de Türk halkını. Türk medyası asker düşmanlığı üzerine yayın yapmaz; gayet iyi bilir ki üç-beş emeklinin yaptığı serkeşlik Türk ordusunun tamamına mal edilemez. TSK yetkilileri de gayet iyi bilir ki çete davalarında yapılan yayınların “orduyu yıpratma” gibi bir amacı olamaz. Bu gerçeği bilmeyen, daha doğrusu bilmezden gelen bazı çevreler çete haberlerinde asıl maksadın “TSK’yı yıpratmak” olduğunu iddia etme cüretinde bulunabiliyor. Bu da gerçeği çarpıtmanın bir başka metodu. TSK’nın sahip çıkmadığı, destek vermediği, tasvip etmediği birtakım karanlık oluşumlara bazılarının sahip çıkması; üstelik bunu TSK üzerinden yapmaya yeltenmesi basit bir hedef saptırmadır. Çeteciler yalnızlaştıkça TSK’yı yanlarına çekmek, düştükleri bunalımdan bu milletin öz evlatlarını “ordu düşmanlığı” ile suçlamakla çıkmak istiyor. Boşuna uğraşıyorlar, bu millet gerçek ordu düşmanlarını gayet iyi biliyor...
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
3 Haziran 2006       Mesaj #96
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Akrabalık adları ve ruhsallık üzerine bir inceleme


Cemal DİNDAR



İnsan, fizyolojik doğumdan sonra hayatta kalabilmek için ikinci bir doğuma gereksinim duyan belki de yegane türdür. Rahim-cennetten ayrılmanın, ‘dünyaya atılma'nın, doğum travmasının görece yumuşatıldığı yer ana kucağıdır, dil beşiğidir. Emzirilen çocuk, yalnızca sütle değil, annenin gözündeki ışıkla, kelimelerin sedasıyla, ninniyle, türküyle, şarkıyla, söylenceyle, kısaca dille de beslenir. Ruhsal doğumun mayasıdır dil. Çocukların, dilin binlerce yıllık dipakıntılarından süzülüp gelmiş sedası yerine televizyonun saldırganlığına, reklamların ortasına, yani tüketimin diline terkedilmişliğinin hoyratlığını bir de buradan düşünmeliyiz. Yine de, dipakıntılar piyasanın diliyle boy ölçüşebilecek bir olanağı hep taşımışlardır. Boşuna mı çocukların dile attıkları ilk kanca-sözcüklerin genelde “ana”, “baba”, “dede…” olması. Bu nedenle, insanların ruhsallıklarını anlamaya yönelmiş bilgi alanlarının, kişinin içine doğduğu dilin serüveniyle, yenidoğan'a ne türden olanakları miras olarak taşıdığıyla ilgilenmesi bir zorunluluktur.

Bu incelememizde, Türkçe'nin İç Asya'dan Anadolu'ya uzanan serüveninde akrabalık adlarının izini süreceğiz. Türkçe, çok geniş bir coğrafyada kendi tarihi gelişiminin evrelerini aynı zaman kesitinde yelpazelendirmiş, güncelle buluşturabilmiş ender dillerden biridir. Yeryüzünde geniş coğrafyalarda konuşulan İngilizce, İspanyolca gibi sömürge dillerinden temel farkı da budur. Sömürge dilleri, dünyanın dört bir yanına yayılırken, başka dilleri ve kültürleri kendi hükümranlık alanlarına hapsetmişler, zedelemişlerdir. İlginç olan bir nokta da, bu sürecin sonucu; dünyanın dört bir yanında konuşulan İngilizce'nin bizzat ucubeleşmiş olmasıdır. Türkçe'nin serüveni ise, bir zedelenmeyi göze alma, kendini sınama, kendi uygarlık dertlerine deva olabilecek değişimleri kabullenme serüvenidir... İç Asya'dan Anadolu'ya, Türkçe'nin bugünkü coğrafyası incelendiğinde, bu değişimin, Cemal Süreya'nın deyişiyle nice “acı dirlik”in imbiğinden süzüldüğünü izlemek güç değildir. Türkçe'nin arılığı, tam da bu acı dirlik'ten geçirilmiş olmasıyla ilgili olabilir. Mesela, Anadolu Beylikleri döneminde Türkçe'ye yeşil bir ağaca sarılır gibi muhabbet duyulması, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arapça ve Farsça'nın merhametine bırakılmışlığı… Yada, genç Cumhuriyet'in “Öztürkçe” arayışı… Bunlar, dilbilimcilerin, dil felsefecilerinin heyecanlanacağını düşündüğüm noktalar.

Klasik psikanaliz, babalar, dayılar

Kendi alanımıza dönersek; ruhbilimde aileye, özellikle anne-baba-çocuk üçgenine ruhsallığın oluşumunda başat bir rol biçilmiştir. Klasik psikanalize göre, ömür denilen macera, erken çocuklukta temrin edilen aile romansı'nın farklı biçimlerde ve yeniden sahnelenmesinden başka çok az şeydir. Psikanaliz, soy-tarihi ve tabi ki kültürel yükü ihmal ettiği için sıklıkla eleştirilmiştir. Hatta ‘içerden' yapılan eleştiriler arasında psikanalizi bir kültür kuramına dönüştürme çabaları bile görülmektedir. Özellikle Melanie Klein, burada tartışma konusu ettiğimiz alanla ilgili çok önemli katkılarda bulunmuştur. İçine doğulmuş olan dilin ve kültürün, ruhsal gelişim için önemli bir malzeme sağladığını, dille kuşaklar boyu taşınılan efsanelerin, türkülerin, bizzat dilin kendisinin, yenidoğana bir düşlem dünyası sunduğunu ileri sürmüştür. Gerçekte, klasik psikanalizin içine doğduğu XIX. Yüzyıl Viyanası ve serpildiği XX. Yüzyıl Batısı ile dünyanın geri kalanı arasındaki en temel farklılıklardan biri bizzat aile yapılarında ve o sahnede kendini bulan aile romanslarında izlenebilir. “Aile romansı”nın sınırlarına vakıf olunabilen Batılı çekirdek aileye karşın, dünyanın büyük bölümünde, aile, deyim yerindeyse hala çekirdekleştirilememiş “geniş aile”dir ve bireylerin ruhsallıklarında işlevsellik kazanan dinamikler, birer “aile romansı” olduğu kadar, ondan fazlasıdır da. Hatta Batı'nın genel kültürel değerlerce desteklenen ben-merkezci, Hobbes'un deyişiyle burjuva ahlakının temelini oluşturan “insan insanın kurdu” kişiliklerine karşın, Doğu'da toplum-merkezli kişiliklerin ömürlerini inşa etme biçimlerinin, yer yer aile romansını aştığı, bir toplumsal-kültürel söylence belirsizliğine değin uzanabildiği gözlenmektedir. Bu sorunu, psikanalizin önerdiği gibi, literatürde biyolojik baba veya annelerden değil, anne ve baba temsillerinden söz edildiği savıyla aşmak güçtür. Zira, mesela, söz konusu toplumsal-kültürel söylencenin tarihselliğinde, tüm erkek figürleri baba temsilinin içinde düşünebilmek neredeyse imkansızdır. Hatta, “oğlan dayıya, kız halaya” ve benzeri halk deyişlerini düşündüğümüzde, bu figürlerin, mesela dayı ile baba'nın gizli-açık mücadelesinden, karşıtlığından, çatışmasından bile söz edilebilir. Dilde akrabalık adlarının geçirdiği değişimleri izlemek, o dili konuşan herkesin ruhsallığında yankılandığı kesin olan bu çatışmaları anlamak için de önemlidir.

İki ana akıntı: Mezopotamya ve Bozkır…

Burada söylenenlere temel olacak birkaç teze kısaca ve yeniden değinelim:

Öncelikle, gerek ruhbilim gerekse psikiyatri alanında olsun, ruhsallık bilgisinde ve bu arada hemen tüm bilim alanında tarihi ve tarihselliği yok sayan neoliberal vaaza karşın, tarihsel-sosyokültürel aidiyetlikler önemlidir. Bu alan hak ettiği ölçüde araştırılmamış, küreselleşme projesiyle birlikte, Anglosakson dünyanın egemenliğinde ve ideolojik bir seçimle görmezden gelinmiştir.

Şunu söyleyebiliriz: Türkçe'nin beşiğine doğmuş her insanın ruhsallığında, kökleri tarihsel olarak izlenebilen ve sonuçları itibariyle özgün bir “Anadolu ruhsallığı” kavramının varlığını bize düşündürten belirli gerilimler vardır…Öncelikli tezim; bu gerilimler ve onlara maya olan sosyokültürel dokunun iki ana akıntıyla beslendiğidir. Bunlardan biri, Mezopotamya Uygarlığı'dır. Frankfort, haklı olarak, halen bu uygarlığın içinde bulunduğumuzu ve Mezopotamya Uygarlığı'nın son biçimine kavuşmadığını ileri sürmektedir. Kramer, uygarlık tarihini Mezopotamya uygarlığının başlangıcıyla, yani Sumerlerle başlatır. Onun Sumer tabletlerinin çözümlenmesini içeren “Tarih Sumer'de Başlar” kitabı, uygarlığın üzerinde yükseldiği okul, şehir, mahkeme gibi kurumların birçoğunun ilk örneklerinin Sumer toplumunda ortaya çıktığını göstermektedir. Mezopotamya Uygarlığı'nın gelişim sürecinde belirli bir forma ulaşan ataerkillik, kan bağı/ yer bağı gerilimi, tapınak merkezli yerleşim, kadercilik gibi sosyokültürel etkenlerin bugün de ruhsallık üzerindeki etkilerini izlemek mümkündür.

Diğer ana akıntı ise, Bizans kaynaklarının VI. Yüzyılda “Turchia” olarak adlandırmaya başladıkları İç Asya'dan bugünkü Türkiye'ye uzanan “göç hikayesi”dir. Bu yalnızca bir göç hikayesi değildir, Türklerin farklı inançlarla, değerlerle, başka uygarlıklarla buluştukları ve yeni bireşimler kurdukları bir süreçtir de. Bu kavimler buluşması o denli etkili ve üreticidir ki, geçtiğimiz bin yılın tarihsel sürecini belirleyen ana dinamiklerinden biri olmuştur. Hala İç Asya'daki kelimelerin, mitosların, efsanelerin yankısı Anadolu'da duyulmaktadır. Yazık ki, bu yankının kökenleri üzerine kapsamlı bir araştırma henüz yapılmamıştır. Şunu söyleyebiliriz; İç Asya'dan Anadolu'ya değin uzanan bu “yol hikayesi”, ideolojik fazlalıklar ve bilimsel yetersizlikler sebebiyle bugüne değin ihmal edilmiştir. Deyim yerindeyse, bu büyük ana akıntı, Anadolu sosyokültür tarihinin “bilinçdışı”nı oluşturmuştur, oluşturmaktadır.

Sözkonusu gerilimlerden biri anacıl-ataerki gerilimidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz baba/dayı karşıtlığı da bu gerilimin ifadelerinden biridir. İç Asya'dan Toroslara akıp gelen Bozkır uygarlığının taşıdığı anacıl özellikler, kişilerin ruhsallığında, o ilk beşiğin işlevini sürdürmektedir. Kimi kez bağlayıcı, tutucu, sarmalayıcı… fakat sıklıkla baskıya karşı koruyucu, besleyici, şefkatli. Boşuna olmasa gerek gurbet türkülerinde sıla ile ana'nın birlikte anılması. Yada yönetici erkin, “erkek”in, müşkül durumunu anlatmak için “anamız ağladı” diyen çiftçiye “***** da al git” demesi. Yada XVII. Yüzyılda yerleşmeye zorlanan Türkmen'in, Karacoğlan'da dile gelmesi, dupduru bir Türkçe ile kadın'ı yüceltmesi, ete kemiğe büründürmesi, güzellemesi. Bu hat boyunca söylenen türkülerde yar olan, ana olan, seven ve sevilen kadının hemen her derdi dile gelirken, katı ataerkil Sami etkinin belirgin olduğu Harput-Urfa-Kerkük hattında söylenegelen türkülerde kadın dertlerinin, ruhsallığının yok sayıldığı, kadının cinsiyetsizleştirildiği görülmektedir.

Türkçe'de akrabalık adları

Türkçenin coğrafyasında akrabalık adlarının serüveni, burada anlattığımız anacıl-ataerki geriliminin işaretleriyle doludur. Bu konuda bir şansımız, Yong-Song Li'nin Hacettepe Üniversitesi'nde yüksek lisans tezi olarak sunduğu ve 1999 yılında Simurg Yayıncılık tarafından yayımlanmış “Türk Dillerinde Akrabalık Adları” çalışması. Akrabalık adları ile ilgili bilgiler söz konusu kitaptan alınmıştır. Bu kitaptan ilginç bazı tespitleri aktarıyorum:

Dikkate değer bulgulardan biri, bugün kocanın erkek yakınları için kullandığımız kayın , kayınbaba kayın ata kelimelerindeki kayın'ın en eski biçimlerinden birinin kadın olmasıdır. Karşı cinsten bir akrabanın, kocanın erkek kardeşinin yada babasının dilde hemcinsleştirerek, bir anlamda cinsiyetsizleştirerek cinsellik alanından çıkartıldığı anlaşılıyor. Yine, Türkmence'de kart ata(babanın ya da annenin dedesi) anlamında garrı ata ya da garrı baba kullanılmaktadır. Cinsel gücünü kaybetme yaşındaki erkek akrabanın “garrı ata” olarak adlandırılması da yukarıdaki tespitimizi desteklemektedir. Argodaki “karı gibi adam” sözünü de burada anabiliriz. Tüm bunlar, eşcinsel bir cinsel kimliğe işaret etmekten çok, erkek kimliğindeki bir ‘kusur'u, mesela cesaret eksikliğini anlatmak için kullanılmaktadır.

Apa,aba,ebe,epe günümüz türk dillerinde ata, dede, nine, baba, anne, amca, hala, ağabey, abla, ebe gibi anlamlara gelmektedir. Anadolu Türkçesi'nde ebe, aynı zamanda doğum işini yaptıran kadındır, bu arada nine, abla, teyze, düğünde geline verilen armağanları toplayıp, göz önüne yayan kadın, soy, boy anlamları da taşımaktadır. Bu anlamda, yine argodaki “ebe'ye küfretmek” ile oba yada boya küfretmek arasındaki geçiş de ilginçtir.

Ana sözcüğü ilk olarak Uygurca'da kullanılmaya başlanmış, giderek yaygınlaşmıştır. Türkçe'nin konuşulduğu hiçbir coğrafyada ve hiçbir zaman “ana” sözüğünün bir erilliğe işaret etmemesi dikkate değerdir. Bununla birlikte kelimenin zaman zaman bizzat ‘dişi' anlamına geldiği görülmektedir. Anayerlilik, ya da anacıl kavramlarını bu dişil anlamla yani cinsiyet vurgusuyla birlikte anlamak yerindedir. Buna karşın, çok daha eski dönemlerden miras apa ya da aba'nın anne anlamı yanında ata, dede, nine, baba, amca, hala, ağabey, abla, ebe, yenge, hanım vb anlamlarını kuşattığı görülmektedir. Anne anlamında tesbit edilen en eski sözcük olan ög de bugüne öksüz kelimesiyle ulaşmıştır ve yine hiçbir zaman eril bir anlama sahip olmamıştır.

Baba sözcüğü Anadolu Türkçesindeki bildik anlamı yanında tarikatların bazısında tekke büyüğü anlamına da gelmektedir. Aynı kelime Özbekçe'de “dede, dedenin veya ninenin babası” anlamlarını taşırken, Nogayca'da bunların yanında sünnetçi yerine de kullanılmaktadır. Daha ilginci, Başkurtça'da yaşlı saygın kişi, ata, amca, dayı anlamlarını taşımış olmasıdır.

Bu arada Divanü Lugat-it-Türk'teki şu sözü de analım: kandaş kuma urur igdiş örü tartar: baba bir olanlar çok dövüşürler, ana bir olanlar birbirine yardım ederler. Orhon yazıtlarında kan, “baba” sözcüğü yerine de kullanılmaktadır. Burada, yer bağı(anayerlilik) ile kan bağı(babasoyluluk) arasındaki bir gerilime işaret edilip edilmediği önemli bir sorudur.

Nogayca'daki sünnetçi ve Türkmen geleneği ile yakından ilgili olan Bektaşilik gibi tarikatlarda tekke büyüğü anlamları düşünüldüğünde, baba sözcüğünün, İslamiyet ile, hatta Hazarları düşündüğümüzde belki de Yahudilik ile birlikte gelen Sami etkinin mirası olup olmadığı ciddi bir sorudur. En azından şunu söyleyebiliriz; İç Asya'da Yahudilik ve İslamiyet ile karşılaşmadan önce Türklerde sünnet geleneğinin olmaması, buna karşın Nogayca'da baba kelimesinin hala sünnetçi yerine kullanılması, Anadolu sufiliğinin önemli bir kolu olan Bektaşilik'te tarikat önderlerine baba denilmesi, bu kelimenin Türk boylarında önemli bir sosyokültürel kırılmaya işaret ettiğini gösterir. Bu kırılmanın, akrabalık hiyerarşisinin ve hatta ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine yol açtığı düşünülebilir.

Oğuzname'yi hatırlayalım:

“Müslim olan Oğuz Han, ilkin amcası Küz Han'ın kızı ile evlenir. Fakat, kız ona teklif edilen İslâm dinini kabul etmez. Bu durumda, Oğuz kızla karı-koca hayatı yaşamaz. İkinci olarak, öteki amcası Kür Han'ın kızı ile evlenir. Fakat o kız da İslâm dinini kabul etmez. Oğuz, ona da elini sürmez. Son olarak, üçüncü amcası Or Han'ın kızı ile evlenir. Bu seferki kız Müslüman olmayı kabul eder. Oğuz da kızla karı-koca hayatı yaşamaya başlar.”

İslâmiyet ile birlikte, Türk evlilik kurumunda önemli bir kopuşun yaşandığı ve amca kızları ile evliliğin başladığı anlaşılmaktadır. Divitçioğlu'nun aktardığı Manzum Oğuzname'de bu üçüncü kızın ‘çirkin gelin' olarak anıldığı da düşünülürse, geleneğin gücü ve yeni öneriyle çatışmasının şiddeti büyüktür(Divitçioğlu, 164).

Buradaki İslamiyet vurgusu ile birlikte, Türk boylarının ciddi bir sosyokültürel kırılmayı öncelikle Uygurlar döneminde yaşadığı, hatta Soğdluların etkisinde Manicilik'in bu dönemde kabul edilişinin özel olarak incelenmesi gerektiği kanısındayım. Mani öğretisinin belkemiği olan “Eline, beline, diline sahip ol!” sözü, hala Anadolu Aleviliğinin önemli bir düsturudur. Bütün bunlarla birlikte Mani'nin ve öğretisinin Mezopotamyalı olduğunu da unutmamak yerindedir.

Moğolca'dan geçmiş olan ağa-aka sözcüğü de kimi kez amca, kimi dillerde dayı'yı karşılamaktadır. Bu arada Türk Dil Kurumu'nun halk ağzına ait derlemelerinde emmi, amca anlamındayken, dayı anlamında emme tesbit edilmiştir. İlk olarak Uygurca'da tesbit edilen Tagay sözcüğü dayı anlamındadır. Türkçe'de annenin erkek kardeşi, bir kimsenin kayırıcısı olan kişi gibi anlamlarını zaten biliyoruz. Bu arada Tunus, Cezayir, Trablusgarp'ta Osmanlı imparatorluğu'nca başa getirilen yöneticiye dayı denilmesi ilginçtir. Yine dayının da babasoya atıfta bulunan bir anlama tarihte hiç sahip olmadığını ekleyelim.

Önemli bir bilgi de hala sözcüğü ile ilgili. Arapça'dan geçmiştir ve asıl anlamı teyzedir. Türkçenin tay-eze(dayı ablası)ndan vazgeçmediğini ve sanki babanın ablasını adlandırmada bir boşluk varmış gibi hala'nın bu anlamda kullanıldığını görüyoruz. Bu boşluğun gerçekten olup olmadığı önemlidir. Zira, en azından şu soru akla gelmektedir; İslamiyet öncesinde, anayerli akrabalık, babasoylu akrabalıklardan çok daha önemli ve işlevsel miydi?... Dayı sözcüğünün serüvenine bakıldığında öyle olduğu açıktır. ‘Dayılık' Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü'nde üç anlamla karşılanmıştır: Dayı olma durumu. Kayırıcılık. Kabadayılık. Seyfi Karabaş, değerli çalışması “Bütüncül Türk Budunbilimine Doğru”da, ‘dayılanmak' kelimesi için “bir insanın iyesi olmadığı bir güç sanki kendisinde varmış gibi gösterişli bir biçimde davranması... Çok ileri gitmeden kaba güce başvurmayı içeren, karşı tepki gelince çabucak sus pus olmayı içeren bir davranış biçimi...” açıklamasını getiriyor. Karabaş “Niye Türkler böyle bir davranışı bir deyim olarak anlatmak için “dayı” hısımlık teriminden yararlanıyor?... Niye ‘amcalanmak' değil de ‘dayılanmak'?” sorusunu da soruyor. Onun verdiği ve bizce de gerçekliği kuşatan yanıt: İslamiyet'le başlayan Arap etkisi ile eski değerler arasındaki çatışmanın yol açtığı toplumsal ve ruhsal gerilimler… deyim yerindeyse, dayıların gücünü amcalara, anaların babalara kaptırmalarıdır. Dede Korkut hikayeleri bu mücadelenin nice işaretleriyle doludur. Bu incelemeyi, kendisi de bu gerilimin, Şaman ile Ozan kimliklerinin, orta yerinde söz söyleyen Dede Korkut ile bitirelim. Dirse Han, iftira atılmış olan oğlunu, Boğaç'ı avda tuzağa düşürür, yaralar ve Kazılık dağında ölüme terk eder. Atılan iftira ise; “Sen varken av avladı, kuş avladı.” Aile başkanından izinsiz av, büyük suçtur. Anası oğlunu bulur. Oğul, hala güçlü olduğu anlaşılan anaya seslenir:

“Akarlıda(akanlardan) sularına ilenme
Kazılık dağının suyunun günahı yoktur
Bitelide (bitenlerden) otlarına ilenme
Kazılık dağının suçu yoktur
Kaçar geyiklerine ilenme
Kazılık dağının günahı yoktur
Aslanıyla kaplanına ilenme
Kazılık dağının suçu yoktur
İlenirsen babama ilen
Bu suç, bu günah babamındır.”

Bir Sumer tabletine şunlar kazınmıştır: ‘Asla günahsız bir çocuk bir anneden doğamaz ............ günahsız bir genç en eski zamandan beri yoktu.' Binlerce yıl sonrasında karşı-ses Boğaç'ta yankılanmaktadır: “Bu günah babamındır.” Bu gerilim, nice mutsuzluğun ve nice yaratıcı huzursuzluğun kaynağı olarak, Cemal Süreya'nın deyişiyle Türkçe'nin mavi şaman damarı'nda hala akmaktadır.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
3 Haziran 2006       Mesaj #97
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Atatürk'ü de yayımlar mısınız?
k dundar


Çekmecemde bir fotoğraf var:
Atatürk'ün naaşının etnoğrafya müzesinden Anıtkabir'e nakli sırasında çekilmiş.
Tabutun kapağı açık. Ve aralanmış örtü içinde Atatürk'ten arta kalanlar görülüyor.
Zihnimizdeki Atatürk imgesine zarar verebilecek bir fotoğraf bu...
Atatürk kamuoyuna mal olmuş bir kişi midir?
Elbette.
Fotoğrafın çekilmiş olması bir "gazetecilik başarısı" mıdır?
Tabii ki...
Tarih için önemli bir belge mi bu?
Belki.
Yayımlansa herkes merak eder mi?
Kesin eder.
O halde, Ecevit'in komada gizlice çekilmiş fotoğraflarının yayımlanmasını savunan meslektaşlarıma sormak isterim:
Bunu da yayımlar mısınız?


* * *
Günümüz medyası "ünlü ceninler"in ultrasound görüntülerini yayımlayarak başlıyor insan hayatını teşhire...
Ve Cem Karaca örneğinde olduğu gibi, bazen mezara girmek bile bundan kurtulmaya yetmiyor. Kemikleriniz bile görüntüleniyor.
Yani, ana karnından ölüm döşeğine kadar kaçış yok.
Ecevit'in kendi arzusu dışında, hasta yatağında, bu şekilde teşhiri bence en temel insan haklarına aykırıdır.
Başbakan olduğu dönemde, mesleğini sürdürmeye ehil olup olmadığına dair doktor raporları kamu için önem arz ediyor ve haber değeri taşıyordu.
Ancak bugün öyle bir kamu yararı yok.
Ortada bir gazetecilik faaliyeti de yok. Bir uyanığın, bilinci yerinde olmayan biri üzerinden para kazanmak için yaptığı korsanlık bu...
"Komada Ecevit" fotoğrafı, olsa olsa ticari bir değer taşıyabilir, ki bu değerin peşine düşmek, basına itibar değil, itimatsızlık getirir.
O yüzden Radikal ve Sabah'ın yayımlamama tavrını destekliyorum.


* * *
Basın, insanın bilgi alma hakkının meşalesidir.
O yüzden asırlardır bir özgürlük mücadelesinin konusu olmuştur.
Sansüre karşı direniş, bilgi tekelini elinde tutmak isteyen devlete karşı halkın her şeyden haberdar olma hakkını savunmakla özdeşleşmiştir.
Bunlar hâlâ doğru olmakla birlikte basının gelişip yaygınlaşması, büyüyüp tekelleşmesi, sınırları aşıp küreselleşmesi, izinsiz özel hayata girmesi karşısında son asırda yeşeren yeni bir mücadele var:
"Bireyi basından koruma mücadelesi..."
Yani "Basını devletten nasıl koruruz?" kaygısına bir de "Bireyi basından nasıl koruruz?" mücadelesi eklendi.
Suçlu çocukların teşhir edilmemesi bu hassasiyetin bir parçası...
Suçu kesinleşmemiş zanlıların isminin yazılmaması da öyle...
Özel hayatın gizliliği, telefon kayıtlarının yayımlanmaması, basın yoluyla hakaretin cezalandırılması, hep bu çağdaş korumanın kazanımları...
Hasta hakları da bunlardan biri...


* * *
2002'de imzalanan Avrupa Sözleşmesi, hastaya, sağlığına ilişkin bilgilerin gizli tutulmasını talep etme hakkı veriyor.
Dünya Tabipler Birliği'nin Lizbon'da yenilediği Hasta Hakları Bildirgesi bunu bir adım öteye götürüyor: Hasta, sağlığına dair bilgilerin ölümünden sonra da gizli tutulmasını isteyebiliyor.
Sağlık Bakanlığı'nın bunlar doğrultusunda hazırladığı bildiride de "Her hasta gizliliğe uygun bir ortamda sağlık hizmeti alır" deniliyor.
Hal böyleyken Ecevit'in yoğun bakım fotoğraflarının yayımlanması, temel hasta haklarına aykırıdır.
Tabii ondan önce insafa ve vicdana da...
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
4 Haziran 2006       Mesaj #98
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
TÜRK ORDUSUNU DOĞRU ANLAMAK

Türkiye'nin sahip olduğu güçlü Osmanlı mirası, stratejik konum, doğal zenginlikler, ülkemizi pek çok dış gücün hedefi haline getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. Bu gerçekler ise bizi dış politikada yeni bir açılıma zorlamaktadır.
Türkiye, dünyanın en hassas coğrafyasında yer alan bir ülkedir. Türkiye'nin üç ayrı dış politika yönü, yani Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya, onyıllardır süren çatışmaların ve önümüzdeki onyıllarda süreceği aşikar olan çıkar mücadelelerinin odak noktalarıdır. Sahip olduğu güçlü Osmanlı mirası, stratejik konum, doğal zenginlikler, Türkiye'yi pek çok dış gücün hedefi haline getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. Bu tehditlere karşı Türkiye'nin en büyük güvencesi ise, her zaman kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri olmuştur.
Geçmişe baktığımızda, kurulduğu günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti'nin dış düşmanlar tarafından tehdit edildiğini ve her defasında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kahramanca mücadelesi ve basiretli taktik ve stratejileri vesilesiyle bunları bertaraf ettiğini görebiliriz.
Örneğin;
• Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, Türk ordusunun işgal altındaki yurdumuzu kurtarmasıyla mümkün olmuştur. Kazım Karabekir Paşa komutasındaki 15. Kolordunun Ermenilere karşı kazandığı zafer, ardından Batı cephesinde İsmet Paşa ve Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki kahraman birliklerimizin zaferiyle perçinlenmiştir. Tüm dünyanın şaşkınlık ve hayranlığı içinde yurdu düşman işgalinden kurtaran Türk ordusu, pek az ülkede başarılabilen bir zafere imza atmıştır.
• Milli Mücadele'nin ardından Cumhuriyet'in ilan edilmesiyle birlikte, genç Türkiye Cumhuriyeti başka tehditlerin hedefi haline gelmiştir ve bu tehditlerin karşısında yurdumuzun en büyük güvencesi yine Türk ordusu olmuştur. Büyük Önder Atatürk'ün basiretli dış politikası Türkiye'yi Balkan Antantı ve Sadabad Paktı gibi önemli ittifaklar içine alarak korurken, giderek yükselen Faşist İtalya'nın yayılmacı siyasetine karşı, Türk ordusunun güçlü, disiplinli ve gözü pek karakteri önemli bir caydırıcılık üstlenmiştir. II. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası'nın Yunanistan'ı işgal ederek Türkiye'nin yanı başına kadar gelmesi, ancak Türkiye'ye girmekten imtina etmesinde de, Türk ordusunun caydırıcılığının yine önemli bir rol üstlendiği inkar edilemez.
• II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye'ye yönelik en büyük tehdit ise Sovyetler Birliği'dir. Tüm Doğu Avrupa'yı işgal eden Kızılordu'nun, Rusya'nın Türkiye üzerindeki tarihsel emelleri de hesaba katılırsa, Türkiye'yi işgal etmeyi de planladığı açıktır. Ancak buna cesaret edememişlerdir. Bunda, Türkiye'nin NATO'ya katılmasının da büyük rolü olsa da, Türk ordusunun caydırıcılığının da önemli bir pay taşıdığı açıktır. Amerika'nın müttefiklerine yaptığı yardım, Sovyetler'i Vietnam'da veya Kamboçya'da caydıramamış ve durduramamışken, Türkiye'deki caydırıcılığın sadece Amerikan desteğinden değil, asıl olarak Türkiye'nin gücünden kaynaklandığı açıktır. Bu gücün özü ve ifadesi ise kuşkusuz Türk Ordusu'dur.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye'nin yaşadığı en önemli dış politika krizi ise Kıbrıs meselesidir. Kıbrıs'taki Türk soydaşlarımıza karşı fanatik Rumların yürüttüğü soykırım, ancak Türk Ordusu'nun 1974 yılında düzenlediği Kıbrıs Barış Harekatı ile son bulmuştur. Harekatı büyük bir başarı ile yürüterek kuşatma altındaki Türk bölgelerini kurtaran birliklerimiz, o günden bu yana da adada barış ve huzurun en büyük güvencesidir. 1974 öncesinde ada adeta bir kan gölüne dönmüş iken, o zamandan bu yana kan dökülmemiştir ve bunda en büyük pay, Türk Silahlı Kuvvetleri'nindir.
Türk ordusu, 1980 sonrası dönemde Türkiye'nin en büyük sorunu haline gelen bölücü terör örgütüne karşı verilen mücadeleyi de başarıyla yürütmüştür. Düzenli orduların, gerilla taktikleri kullanan terör örgütlerine karşı tam bir başarı sağlayamadıkları tüm dünyada bilinen genel bir olgudur. Oysaki Türk Silahlı Kuvvetleri bu kuralı bozmuş, olağanüstü derecede sabırlı, azimli, disiplinli ve fedakara ne bir mücadele vererek dünyanın en organize ve en kanlı terör örgütlerinden biri olan ve arkasında pek çok dış destek bulunan PKK'yı çökertmiştir. Terör örgütünün liderinin yakalanması, TSK'nin örgütü askeri yönden yenilgiye uğratmasının sonucunda elde edilmiş bir neticedir. (Nitekim bu yakalama da, TSK komuta kademesinin terör örgütünün liderini yıllarca barındırmış olan Suriye'ye karşı yaptığı uyarıdan sonra mümkün olmuştur.)
Türk Silahlı Kuvvetleri sadece askeri gücüyle değil, aynı zamanda Türkiye'nin stratejik meseleleri konusundaki birikimi ve çalışmaları ile de ülkemizin güvencesi olmaya devam etmektedir. Ordumuzun kurmay kadroları, Türkiye'nin tüm milli meselelerini dikkatle izlemekte, etüt etmekte ve bu meselelerde izlenmesi gereken politikalar konusunda sivil otoriteye yardımcı olmaktadır. Örneğin Kıbrıs meselesinde Türkiye'nin KKTC'ye ve Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş'a verdiği destekte, TSK'nin bu hassas konudaki isabetli analizlerinin ve öngörülerinin büyük rolü vardır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Türkiye'nin stratejik meseleleri konusunda sivil otoriteyle uyum içinde politikalar, halen ülkemiz için yol gösterici olmaya devam etmektedir. Bu politikaların isabetini gösteren son bir örnek, Irak'ta yaşanan savaş konusunda Türkiye'nin izlediği tutum olmuştur.
Milletimizin Orduya Bakışı

Milletimiz askerliği kutsal bir görev saymış, asker ocağını "peygamber ocağı" olarak bilmiştir. Bu kutsiyet duygusu bugün de tüm canlılığıyla sürmektedir. Batılı ülkelerde askerlik para kazanmak için girilen bir "meslek" iken, Türk gençleri için seve seve yapılan bir "vatan hizmeti"dir. Bölücü terör örgütüne karşı yürütülen çetin mücadele, bu bilinçle kazanılmıştır.
Bu bilincin sürekli olarak ayakta tutulması ve yeni nesillere aynı coşkuyla aktarılması ise, devletimizin gücü ve bekası açısından son derece önemli bir meseledir. Bu gerçek göz önünde bulundurulursa, TSK ile devletin diğer kurumlarının arasını açmaya çalışan ve hatta sanki TSK'nın Türk milletinin değerlerinden uzakmış gibi göstermeye çalışan dış kaynaklı telkinlerin sinsi bir planın parçası olduğu anlaşılır. TSK, Türk Milleti'nin içinden çıkmış kahraman vatan evlatlarından oluşmaktadır ve Türk Milleti'nin değer, inanç ve ideallerinin hepsi TSK tarafından paylaşılmakta ve temsil edilmektedir. Milletimiz de bu gerçeğin bilincindedir ve nitekim yapılan kamuoyu araştırmalarında "en çok güvendiğiniz devlet kurumu hangisidir" sorusuna hep birinci olan "Türk Silahlı Kuvvetleri" cevabının alınması da bunun göstergesidir.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri konusundaki hassasiyeti ve bu değerleri korumaktaki kararlılığı ise devletimiz ve milletimiz için büyük bir güvencedir. Çünkü bu temel nitelikler, Türkiye'nin hem muasır medeniyetler seviyesine ulaşması, hem de toplumda başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere tüm sivil özgürlüklerin yaşanabilmesinin garantisidir. Burada TSK'nın bazı konulardaki görüşlerinin isabetliliğine işaret etmekte yarar görüyoruz:
• Atatürk İlkelerinin Korunması: TSK'nın bu konuda gösterdiği hassasiyet, başta da belirttiğimiz gibi ülkemiz için büyük bir güvencedir. Çünkü geçmişte ülkemizi Atatürk'ün yolundan ayırmak veya Atatürk'ün yolunu kasten yanlış yorumlayarak çarpıtmak isteyen akımlar olmuştur. Örneğin, Atatürk'ün dini inançlara son derece saygılı olan laiklik anlayışını kendi materyalist ideolojilerine kılıf haline getirmek isteyenler; veya onun milli ve demokratik karakterdeki devrimlerini çarpıtarak kendi hayallerindeki komünist devrim projelerine benzetmek isteyenler olmuştur. Buna karşı TSK her zaman için gerçek Atatürkçülüğü savunmuştur. Ilımlı ve barış yanlısı bir dış politika, dine saygılı laiklik anlayışı, etnik değil kültürel temele ("Ne Mutlu Türküm Diyene" formülüne) dayalı milliyetçilik, Batı dünyası ile yakınlaşma ve işbirliği, ekonomik meselelerde pragmatizm, söz konusu gerçek Atatürkçülüğün temel unsurları arasında sayılabilir.
Avrupa Birliği Süreci

Avrupa Birliği için gerekli düzenlemeler yapılırken, Türkiye'nin bu önemli meselesinde bölücü ideoloji sahiplerinin "kazanım" olarak göreceği bir takım tavizler verilmemesine de dikkat edilmelidir. TSK, bölücü terörle 20 yıl başarıyla savaşmış ve onu yenmiş bir kurum olarak, bu önemli hususu görmekte ve buna dikkat çekmektedir.
• Avrupa Birliğine Üyelik Süreci: Atatürk'ün muasır medeniyetler hedefinin günümüzde Türkiye için en somut ifadesi kuşkusuz Avrupa Birliği'ne üyelik sürecidir. Bu milli hedeftir ve asla terk edilemez. Ancak Avrupa Birliği'ne üye olmak için Türkiye'den istenen bir takım yapısal değişikliklerin Türkiye'nin özel şartlarının da gözetilerek değerlendirilmesi zorunludur. Çünkü Türkiye Avrupa Birliği üyelerinin hiç birinin karşı karşıya kalmadığı özel sorunlarla karşı karşıyadır. Dünyanın en kanlı terör örgütlerinden biri, ülkemiz içindeki bir etnik köken farklılığını sömürerek 20 yıla yakın bir süre Türkiye'de kan akıtmıştır. Avrupa Birliği için gerekli düzenlemeler yapılırken, Türkiye'nin bu önemli meselesinde bölücü ideoloji sahiplerinin "kazanım" olarak göreceği bir takım tavizler verilmemesine de dikkat edilmelidir. TSK, bölücü terörle 20 yıl başarıyla savaşmış ve onu yenmiş bir kurum olarak, bu önemli hususu görmekte ve buna dikkat çekmektedir. Tüm devlet kurumlarımızın, sivil toplum kuruluşlarının ve kanaat önderlerinin bu hususa aynı duyarlığı göstermesi, yerinde bir davranış olacaktır.
• Dinin Doğru Anlaşılması: Türk Silahlı Kuvvetleri başta da belirttiğimiz gibi Türk Milleti'nin içinden çıkmıştır ve milletimizin tüm kutsal değerlerini benimsemektedir. Bu değerlerin başında da yüce dinimiz İslam gelir. Ancak bugün dünyamızda İslamiyet'i yanlış yorumlayan, bir takım radikal siyasi ideolojilere hatta terörizme kılıf bulmak üzere çarpıtan akımların varlığı da malumdur. 11 Eylül terör saldırıları, bu akımların dünya çapında ne kadar büyük bir tehdit haline geldiğini açıkça göstermiştir. TSK'nın dini meselelerdeki dileği ise, bu gibi çarpık akımların fikriyatının yerine, milletimizin İslam'ın doğrusunu ve özünü öğrenmesidir. Kuran-ı Kerim'in Türkçe'ye çevrilmesini, hutbelerin Türkçe olarak okutulmasını sağlayan, "dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum" diyen Büyük Önder Atatürk'ün yaklaşımı da zaten bu yöndedir.
Tüm bunlar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, sahip olduğu büyük birikim ve vizyonla, azim ve kararlılıkla, fedakarlık ve vazife bilinciyle, devletimizin ve milletimizin bekasının en büyük güvencelerinden biri olduğunu bir kez daha göstermektedir. Bu gerçeği milletimizin her ferdinin iyi anlaması gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye, dünyanın çok sorunlu, istikrarsız ve kritik bir bölgesinde yer almaktadır. Bu bölgede bir ülkenin güvenli, istikrarlı, müreffeh ve baki olabilmesi için, büyük bir askeri güce sahip olması gerektiği aşikardır. Irak'taki savaş ve bu savaşla birlikte bir kez daha gündeme gelen Kuzey Irak meselesi, kahraman ordumuzun gücünün ve basiretinin ülkemizin en büyük güvencesi olduğunu bizlere bir kez daha hissettirmiştir. Onyıllardır tüm Ortadoğu'ya dehşet saçan Sadddam Hüseyin gibi saldırgan diktatörlere; Türkler ile Kürtler arasındaki tarihsel dostluk ve kardeşliği hiçe sayarak milletimize ve devletimize (ve Kuzey Iraklı Türkmenlere) koyu bir husumet besleyen bazı Kuzey Iraklı Kürt hareketlerine; bölge üzerinde emeller besleyen bu emeller uğruna Türkiye'nin milli menfaatlerini sarsabilecek büyük güçlere ve tüm diğer potansiyel tehditlere karşı en büyük güvencemiz, kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri'dir. Milletimizin her ferdinin bu bilinç içinde ordumuza sahip çıkması, "asker millet" ruhunu yaşaması ve yaşatması gerekmektedir.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
4 Haziran 2006       Mesaj #99
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
k civaoglu
Dünya bir pist

Shakespeare'e göre "dünya büyük bir sahne. Herkes oyuncu..." Belki de "dünya büyük bir pist... Herkes yarışıyor bir ömür boyu..."
Formula 1 izlenimlerine dünden devam...
"Kralların asaleti, tam zamanında gelişleridir" diye bir söz vardır.
Monaco Prensi Albert de tam ilan edilen saatte yerini aldı ama sadece "1 dakika bile geç kalmayışıyla" değil, Monaco caddelerini dolduranlara "en değerli ziynet tevazudur" söylemini de doğrulayarak...
Beyaz motosikletli bir polis, arkada siyah bir cipin direksiyonunda Prens Albert... Hepsi bu.
Ne bir alay motosikletli, ne mavi çakar lambalarıyla polis araçları, ne kara gözlüklü, siyah giysili korumalar, ne de makam şoförü...
Sağ eliyle direksiyonu kullanıyor, sol elini sallayarak da alkışlayanlara selam veriyordu.
Bu görüntü, sıralama yarışlarının yapıldığı cumartesiye ait.
Formula 1'e ise ertesi gün daha da şaşırtarak geldi.
Elektrikle çalışan küçücük Smart araç kullanıyordu.
Büyük kentlerde bu tür araçlar önceleri genç kızların tercihiydi... Şimdi ise yakıt kirlenmesi yapmadığı için çevre özeni gereği ve küçük boyutunun kolay park olanağı vermesi avantajıyla bu araç "kent otosu" haline geldi.
....................................
Eva Herzigova'nın da podyum aldığı, Formula 1 pilotlarının eşleri, sevgilileri ve kız kardeşlerinin "sosyal sorumluluk" amaçlı defilesindeydik. Kenarda kıyıda kalmış 3-5 kıytırık koltuk bulduk. Meğer Prens'e ve konuklarına ayrılmış.
Tabii hemen kalktık.
Ne prens ne de yanındakiler birinci sıra meraklısı...
Mikrofonu alıp uzun uzun günün mana ve ehemmiyetini anlatan konuşmalar da yapmadılar.
"Formula 1'in Monaco'ya kazandırdıklarını ve bu olayın altındaki iktidarın imzasını" gözümüze sokmadılar(!!)
....................................
Monaco bir vergi cenneti.
O nedenle dünyanın her tarafından "oturma izni" ya da "yurttaşlık" alanlar gelip yerleşiyor.
Her hafta bir büyük etkinlik, küresel ilgiyi bu küçücük kente çekiyor.
100 metrekare başına en fazla Rolls Royce, Bentley, Ferrari, Porche, Mercedes otomobiller bu prenslikte... Bütün pahalı modaevlerinin tabelalarını görmek mümkün. Monaco dolmuş. Denizden toprak kazanarak ancak büyüyebiliyor.
Herhalde dünyanın en pahalı kenti.
.....................................
Sıralama turlarında Michael Schumacher en öndeydi. Alonso ise ikinci...
Öyle bir elektronik sistem kurulmuş ki, pilotların kulaklıklarına tüm bilgiler gidiyor, yarış araçlarında yaşanan her şey bilgisayarlara kaydediliyor.
Schumacher'in kulaklığına "Alonso en iyi zaman turunu yapıyor" mesajı gidince, 7 kez dünya şampiyonu olan bu büyük yarışçı, sanki aracı arıza yapmış gibi yavaşlayarak durdu. Arkasından gelen Alonso da durmak zorunda kaldı. Böylece Schumacher ertesi gün yapılacak Formula 1'de, ilk sırada depar almayı amaçlamıştı.
Bu önemli... Çünkü Monaco'da yarış, dar sokaklarda yapıldığı için bir aracın diğerini geçmesi çok zor.
Depara birinci sırada çıkan, yarışı da genellikle birinci bitiriyor.
Mümtaz Tahincioğlu, "Hakem heyeti, ceza olarak Schumacher'i yarınki yarışta sonuncu başlatır" dedi. Görüşü doğrulandı.
Hakemler gece 3 saat toplandılar. Sonunda "Schumacher'in aracında arıza olmadığı, arıza olsa bile sağa geçerek durabileceği, Alonso'nun önünü kasıtlı kapattığı" sonucuna vardı.
Ertesi gün yarışa Alonso birinci, yılların büyük Schumacher'i sonuncu sırada depar alarak başladı ve Schumacher 5. olabildi. Ama yaşadığı utanç nedeniyle moralite derecesi daha da aşağılardaydı.
Henüz 22 yaşındaki genç Alonso ise tabii birinci oldu.
Evet... Dünya da büyük bir pist...
Her meslekte koca koca adamlar ne yazık ki kendilerinden genç olanların başarılarını içlerine sindiremiyor. Yalana, hileye başvuruyor.
Belden aşağı vuruyorlar.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
5 Haziran 2006       Mesaj #100
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Medeniyetlerin Barışı
Türkiye Devleti, jeo-stratejik ve jeo-ekonomik olarak, son derece kilit öneme sahip bir bölgede yer almaktadır. Türkiye'nin Asya ve Avrupa arasında bir köprü görevi görmesi, Kafkaslar'a ve Hazar Bölgesi'ne komşu olması, Karadeniz'i ve Akdeniz'i kontrol edebilen konumu önemini daha da artırmaktadır. Üzerinde bulunduğu coğrafya, Türkiye'ye, kendisini aynı anda hem Avrupalı, hem Asyalı, hem de Ortadoğulu hissedebilme imkanı vermektedir.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'yla, Türkiyenin içinde bulunduğu coğrafyanın siyasi haritası önemli ölçüde değişmiş ve ortaya birçok yeni devlet çıkmıştır. 20. yüzyıl bitmeden hemen önce ise hiç beklenmedik ve çok önemli bir gelişme olmuş ve SSCB dağılmıştır. Bunun sonucunda bölgedeki dengelerde büyük değişiklikler olmuştur.
Osmanlı-Türk Hinterlandı
Tarihin işleyişi, böylesine hareketli bir bölgenin her an yeni yapılanmalara açık olduğunu göstermektedir. Bu coğrafyada Osmanlı Devleti'nin ardından, aradan geçen uzun zamana ve denenen her türlü rejim ve siyasi iktidara rağmen, huzur ve istikrar hala sağlanamamıştır. Gerek Balkanlar, gerekse Ortadoğu ve Kafkasya halkları savaşların, çatışmaların ve gerginliklerin ağır yükü altında ezilmektedir.
Dünya siyasetinde söz sahibi olanlar, herşeyden önce bugün "Osmanlı-Türk Hinterlandı" olarak anılan bu bölgelerin öneminin farkında olmalıdır. Çünkü pek çok politik denge, ana hatlarıyla bu coğrafyanın etrafında şekillenmektedir. Bunun yanı sıra bölgenin sahip olduğu kaynaklar, 21. yüzyıl siyasetinin burada yoğunlaşmasına sebep olmaktadır. Bu topraklar, bugün dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarına sahiptir. Sanayileşmenin temel hammaddelerini oluşturan kömür, petrol, doğalgaz, demir, bakır gibi madenler açısından, başta Kafkaslar ve Orta Asya olmak üzere tüm bölge oldukça zengin rezervlere sahiptir.
Çatışmaların yerini işbirliği almalı
Son zamanlarda gerçekleşen ve dünya gündemini oldukça meşgul eden birçok olay, yazının girişinde sınırlarını çizdiğimiz bu bölgeyi yakından ilgilendirmektedir. Dolayısıyla dünya barışının tesis edilebilmesi için, bir an önce bölgedeki denge ve istikrarın sağlanabilmesi gerekmektedir. Kuşkusuz, bu topraklar üzerinde huzurun yerleşmesi ve kaynakların verimli kullanımıyla bölge rahata kavuşacaktır.
Dünyanın bu en önemli coğrafyasında, etnik ve dini farklılıkları olan insanların birarada huzur içinde yaşamalarını sağlayacak ve adaleti eşit olarak dağıtacak bir işbirliğinin gereği kaçınılmazdır. Bölgede yer alan devletler, güçlerini ve imkanlarını hem ekonomik hem de sosyo-kültürel alanda işbirliğiyle güçlendirdikleri takdirde, bu coğrafyanın sahip olduğu stratejik önem daha da artacaktır.
Bunun yolu ise, ülkeler arasındaki çatışma ve anlaşmazlıkların yerini, barış ve işbirliğine bırakmasından geçer. Bu tür bir işbirliği, bölgedeki her ülke için önemli bir dayanak noktası oluşturacak ve böylece uluslararası platformda her bir devlet kendi ulusunun menfaatlerini karşılıklı hoşgörü ve uzlaşı çerçevesinde koruma imkanı bulacaktır.
Türkiye'nin sahip olduğu miras
Türkiye tüm Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'da kalıcı barışı temin etmiş, böyle bir birliktelikten oluşan ekonomik gücü en adaletli ve hakkaniyetli şekilde yönlendirmiş köklü bir tarihe sahiptir. Balkan halkları, Türkiye ile gönül bağlarını hala devam ettirmektedirler. Ortadoğu ise, Osmanlı'nın bölgeden çekilmesiyle kaybettiği huzur ve istikrarı, tekrar kazanmaya çalışmaktadır. Eğer bu bölgede yer alan ülkeler, bugün dünyanın geleceğinde bu kadar hayati bir öneme sahiplerse, bu durumda Osmanlı'nın varisi olan Türkiye Cumhuriyeti'nin de söz konusu süreçte kilit rol oynaması kaçınılmazdır.
Aynı durum, Kafkaslar ve Orta Asya için de geçerlidir. Bu bölge halkları ile Türkiye arasında büyük bir kültür ve tarih birliği vardır. Kafkaslar, tarih boyunca Rus zulmünden kaçarak Osmanlı'ya sığınmış Müslüman kavimlerin diyarıdır. Orta Asya ise, Osmanlı toprağı olmasa da, Türklerin ilk vatanı olması ve hala bu coğrafyada çok sayıda Türkün yaşıyor olması sebebiyle, Türkiye'nin doğal etki alanındadır.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye, yüzlerce farklı kültürün ve etnik grubun barındığı bu topraklarda, sahip olduğu Osmanlı mirası gereği "söz sahibi"dir. Nitekim Soğuk Savaş'ın ardından, tesis edilen yeni dünya sisteminde, başta Amerika olmak üzere, pek çok ülkenin ısrarcı talebi, Türkiye'nin bu topraklarda aktif rol alması yönündedir. Türkiye'nin Somali Operasyonu ile Bosna Hersek ve Kosova harekatlarında üstlendiği aktif rol bu düşünceyi kanıtlamaktadır. (http://www.fikiryazilari.net/)
Türk İslam medeniyeti bölgede çözüm olacaktır
Türkiye Devleti bugün, tıpkı Osmanlı'nın yaptığı gibi, Balkanlar ve Ortadoğu'daki farklı etnik kimlik ve dinleri kucaklayan bir strateji geliştirmektedir. Bu stratejinin dayanak noktası ise, Türk-İslam kültürünün ve köklü medeniyetimizin yeniden keşfedilmesidir. Nitekim bu topraklarda, siyaseten olmasa bile, kültürel olarak Türk hakimiyeti hala devam etmekte, özellikle Balkanlar'da ve Kafkasya'da farklı ırklardan çok sayıda Müslüman kendini Türk ve Osmanlı addetmektedir.
Köşe Yazısı ve MakalelerAmerikalı stratejist Samuel Huntington tarafından ortaya atılan "medeniyetlerin çatışması" fikri, bilimsel, akli ve vicdani hiçbir delili olmayan anlamsız bir teoridir. Tarih boyunca, yeryüzünün her bölgesinde çeşitli medeniyetler varolmuş, bu medeniyetler birbirleriyle sosyal ve kültürel açıdan ilişkiler kurmuş ve "medeniyet alışverişi"nde bulunmuşlardır. Her ırk, her soy, her millet ayrı bir medeniyete sahiptir. Her medeniyetin ayrı bir özelliği vardır ve karşılıklı hoşgörü ve uzlaşı çerçevesinde insanlar her medeniyetten birşeyler alırlar. Allah, bir Kuran ayetinde yeryüzündeki medeniyetlerin çeşitliliğinin insanların karşılıklı ilişkilerini düzenlemeye vesile olduğunu belirtir:
"Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat Suresi, 13)
Huntington'un teorisi, Charles Darwin tarafından ortaya atılan Evrim Teorisi'nin, hiçbir temele dayanmayan bir iddiası olan "doğadaki türler arasındaki çatışma"nın sosyolojiye ve toplumlara uygulanma çabasıdır. Bu çatışma iddiası, komünizm vasıtasıyla denenmiş ve ortaya 20. yüzyılın kanlı bilançosu çıkmıştır. Oysa an dünyanın ihtiyacı çatışma değil, topyekün barıştır. Bu barış için ihtiyaç duyulan modeli uzaklarda aramaya gerek yoktur. 500 yıllık bir dönemde, idaresi altındaki her bölgeye nizam vermiş olan Osmanlı idaresi ve Türk-İslam ahlakı, oluşturulmak istenen "medeniyetler çatışması"nı, "medeniyetler barışı"na döndürmeye yetecektir.
Osmanlı Vizyonuyla Ortadoğu ve Dünya Siyasetine Bakabilmek
Köşe Yazısı ve Makalelerİkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından başlayan soğuk savaş dönemi, kapitalist ve komünist bloklar için uzun süreli bir istikrar ortamı oluşturmuştu. İki kutuba ayrılan dünya siyaseti, her ne kadar tehlike teşkil ediyor gibi gözükse de, gerçekte iki kutup arasındaki güç dengesi bir istikrar ortamı oluşturuyordu.

1991 yılında Sovyetler Birliği'nin çöküşü, bu dengeyi bozdu. Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile başlayan yeni dönem, demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin en önemli aktörü olan ABD'yi rakipsiz bırakmıştı. Bu yeni döneme de "Yeni Dünya Düzeni" adı verilmişti. "Yeni Dünya Düzeni" kısa zamanda birkaç teorik zemine birden oturtuldu. Bunların arasında en önemlisi ve bugünlerde de yeniden gündeme getirilen ise "Medeniyetler Çatışması" fikridir. Fikrin savunucusu Samuel Huntington, medeniyetlerin tabiatından kaynaklanan kültürel farklılıkların çatışmalara neden olacağını ve bu çatışmaların dünyadaki sürtüşmelerin son kısmını oluşturacağını ileri sürmüştü. Bugün de bu tezden yola çıkarak, farklı etnik kimliklerin ve dinlerin bir arada yaşamayı başaramayarak çatışacağı ve önümüzdeki günlerde, söz konusu bölgelerin birçok çatışmaya sahne olacağı iddia ediliyor.
Halbuki bu iddialardan yola çıkanlar, yakın geçmişte yaşanmış Osmanlı modelini göz ardı etmeye çalışıyorlar. Osmanlı Millet Sistemi'nde, devletin koruyucu şemsiyesi altına giren her millet ya da topluluğa, kendi inanç ve örfüne göre yaşama hakkı tanınır ve temel hakları koruma altına alınırdı. Türkler ister Balkanlar'da, ister Kafkaslar'da, ister Ortadoğu'da olsun gittikleri hiçbir ülkede kimseyi dinini ve töresini değiştirmeye zorlamamışlar ve hiç kimseye dininden dolayı zulmetmemiş, kimseyi hor görmemişlerdir. Her dinden, her mezhepten vatandaş ibadetini dilediği gibi yerine getirmiş, kendi örf ve adetlerini uygulama konusunda hiçbir baskı veya zorlama ile karşılaşmamıştır. Bunun karşılığında, dışarıdan gelen saldırılarda bu topraklarda yaşayanlar da, -severek ve isteyerek- yönetiminden memnun kaldıkları Osmanlı Devleti'nin yanında yer almışlardır. Böylece dış güvenlik ve ekonomi başta olmak üzere, pek çok alanda doğal ve sağlam bir ittifak oluşmuş, hem Osmanlı Devleti'nin hem de tebası altında yaşayanların huzur buldukları bir ortam sağlanmıştır.

21. Yüzyılın Şekillenmesinde Türkiye'ye Kilit Rol
Köşe Yazısı ve Makaleler"Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika'yı içine alan milyonlarca km2'lik bir alanda, dünya siyasetinin merkezi olan bir bölgede söz sahibi bir ülke olduğu için 21. yüzyılın şekillenmesinde kilit rol oynayacaktır." Bill Clinton (ABD Eski Başkanı)
Türkiye'nin sahip olduğu tarihi miras ile siyasi, askeri ve ekonomik potansiyel nedeniyle, pek çok Batılı ülke bu bölge üzerinde geliştirdikleri stratejilerin Türkiye eksenli -hatta Türkiye merkezli- olması gerektiğinin farkındadır. Nitekim ABD eski Başkanı Bill Clinton'ın, 1999 yılının son aylarında Georgetown Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma da bu görüşü destekler niteliktedir. Bir anda tüm dünya ülkelerinin dikkatini Türkiye üzerine çevirmelerine neden olan bu ünlü konuşmada, Clinton'ın özellikle, "20. yüzyılın gidişatını nasıl Osmanlı'nın yıkılışı belirlediyse, 21. yüzyılın şekillenmesinde de Türkiye'nin etkin rol oynayacağı" anlamına gelen sözleri son derece önemli bir tespiti içermektedir. Siyaset yorumcuları, Clinton'ın bu sözlerini "Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika'yı içine alan milyonlarca km2'lik bir alanda, dünya siyasetinin merkezi olan bir bölgede söz sahibi bir ülke olduğu için 21. yüzyılın şekillenmesinde kilit rol oynayacaktır" şeklinde değerlendirmişlerdir. Bill Clinton benzer mesajları Kasım 1999 tarihinde Türkiye gezisi sırasında TBMM'nde yaptığı konuşmasında da vermiştir. ABD liderinin, Türkiye için 21. yüzyılda böyle bir saptamada bulunması kuşkusuz çok dikkat çekicidir.

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap