Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 9

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.761 Cevap: 211
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
20 Mayıs 2006       Mesaj #81
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
KÜRESEL ISINMA NEYİN HABERCİSİ? kuresel isinma 01Son günlerde insanoğlu zamansız hava olayları karşısında şaşkına döndü. Küresel ısınma nedeniyle geçtiğimiz günlerde Avrupa’nın yarısı aşırı ısınırken, diğer yarısında kar görüldü. İklim açısından en büyük şokuysa Romanya yaşadı. Son bir haftada 22 kişinin aşırı sıcaklar nedeniyle öldüğü ülkede, geçen gün yaşanan dolu fırtınası sonrası, 4 kişi de yıldırım sonucu hayatını kaybetti. Almanya’nın bazı bölgelerinde hava sıcaklığı (–6) dereceye kadar düştü, kar kalınlığı 10 santimetreyi buldu.
Öte yandan hemen güneyde Makedonya’da, aşırı sıcak sebebiyle 15 kişi öldü. Yunanistan, Olimpiyatlar öncesi solunum ve kalp sorunu olanlara evde kalın çağrısı yapıyor. Geçen yıl 15 bin kişinin sıcaklardan öldüğü Fransa da tetikte. Dünyanın diğer ucundaki Çin ise, geçtiğimiz günlerde sağanak yağmurla felç oldu. Son yıllarda kuraklıkla mücadele eden, dünyanın en kalabalık kenti Pekin, iki saat içinde göle döndü, evler çöktü, uçuşlar iptal edildi.
Sponsorlu Bağlantılar

Peru’da aşırı soğuklar Güney Asya’da seller
Peru’da son 30 yılın en soğuk kış mevsimi yaşanırken And Dağları’nda 46 çocuğun donarak öldüğü bildirildi. Peru hükümeti, 158 bin kişinin soğuktan etkilendiğini belirterek bazı bölgelerde olağanüstü durum ilan etti. BM yardım kuruluşları ise bölgeye 745 bin dolar yardım gönderecekler. Yardım kuruluşu yetkilileri bu tür ağır kış koşullarının yaşandığı fakir bölgelere yardım edilmezse durumun daha da kötüleşeceği uyarısında bulunuyorlar. Soğuktan en çok etkilenenler, And Dağları’nda ulaşımı çok zor bölgelerde yaşayan Peru’nun en fakir insanları. Alpaka ve lama yetiştirerek geçimlerini sağlayan bu insanların hayvanları da soğuk yüzünden ölüyor. Dış dünya ile bağlantıları ise şiddetli kar yağışı yüzünden kesildi. Sivil toplum örgütleri bölgeye battaniye, kalın giyecekler ve gıda yardımı ulaştırmaya çalışıyor.
Seller 3 hafta içinde 550’den fazla can aldı
kuresel isinma 02Güney Asya’da son 15 yılın en şiddetli sel felaketi yaşanıyor. Hindistan, Nepal ve Bangladeş’i etkisi altına alan şiddetli muson yağmurları ve seller, son 3 haftada 550’den fazla kişinin ölümüne yol açtı. Seller ve nehir taşkınları yüzünden milyonlarca kişi evsiz kaldı. Yükselen sular, gıda ve içme suyuna ulaşımı engellediği için bulaşıcı hastalık tehdidi giderek artıyor.
Seller yalnızca Asya’yı değil, Balkanlar’ı da vuruyor. Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısındaki Varna kentinde şiddetli yağmur ve fırtınadan yaşam felç oldu. Elektrik ve haberleşme kesilirken otomobiller yolları basan sulara gömüldü. Bangladeş’te meydana gelen sel felaketinde ölenlerin sayısıysa artmaya devam ediyor. Son olarak 100 kişinin daha hayatını kaybetmesiyle toplam ölü sayısı 400’e ulaştı. Yetkililer felaketin son zamanlarda yaşananların en büyüğü olduğunu belirtiyorlar. Onbinlerce evi sular altında bırakan sel yüzünden ülkede, boğulma, salgın hastalıklar ve yılan sokmaları sebebiyle hergün birçok insan hayatını kaybediyor.
kuresel isinma 03Küresel ısınma raporu korkutucu
Küresel ısınma artık bir komplo teorisi olmaktan çıktı, insanoğlunu tehdit eden ciddi bir tehlike olarak karşımızda duruyor. Bu tehlike artık insanoğlunu somut olarak tehdit etmeye başladı. Tüm dünya iklim değişikliklerinin yarattığı felaketlerle boğuşuyor.
SYK Türk Meteoroloji Mühendisi yetkilileri küresel ısınmanın ilk belirtilerini yaşamaya başladığımıza dikkat çekerek, önümüzdeki yıllardan itibaren artık insanların aşırı sıcak geçen bir günün ardından gelen, aşırı yağışlı hava ve sellere hazır olmaları gerektiğini, önümüzdeki beş yıllık bir dönemde küresel ısınmanın etkilerini daha çok hissetmeye başlayacağımızı belirtiyorlar. Küresel ısınma ile birlikte önümüzdeki 50 yıllık bir dönemde Türkiye'yi daha kurak, daha sıcak, ani yağışların ve sellerin meydana geleceği bir iklimin beklediğini de ekliyorlar.
Küresel ısınmanın meydana getirdiği doğal afetler, sadece can kaybı değil, küresel ekonomiye de öngörülemeyen etkilerde bulunuyor. Britanya Sigortacılar Derneği (ABI) iklim değişiminin sigorta endüstrisi üzerindeki etkileri hakkında bir rapor yayımladı. Raporun sonuç noktası, iklim değişiminin etkilerinin şu anda bile hissediliyor olduğu ve toplumun giderek artan sıcaklık, fırtına ve sel risklerine karşı hazırlıklı olması gerektiğiydi. Doğal afetlerin neden olduğu finansal kayıplar son 40 yıl içinde yedi kat artarken, rapora göre hava felaketleri riski yılda yüzde 2'den yüzde 4'e yükseldi. Bu, küçük bir artış gibi görünebilir, ancak 2050'de Londra'yı vuracak büyük bir kıyı selinde, sadece sigorta tazminat taleplerinde 40 milyar pound fark demektir. ABI raporu, küresel ısınmayı yaz mevsiminin uzaması olarak görüp sevinme eğilimi gösterenlerin keyfini kaçıracak. Bu rapor aynı zamanda sıcaklık stresi, cilt kanseri, gıda zehirlenmesi, sıtma gibi egzotik hastalıklar ve kıtlık anlamına da geliyor.
Terörden Bile Öncelikli
Araştırmada, iklimsel değişikliklerin beklenmeyen çevresel felaketlere neden olabileceği, bu çerçevede küresel ısınmanın doğurduğu sonuçların, terörizmden bile daha öncelikli olarak 21. yüzyılın en önemli güvenlik konusu haline geleceği vurgulanıyor. İklim uzmanlarına göre, küresel ısınma sonucu olarak, geçen 30 yılda artmaya başlayan iklimsel değişiklikler, önümüzdeki yıllarda da hızlı bir artış gösterecek. Deniz seviyesindeki yükselme, buzullardaki erime devam ederken, şiddetli fırtınalar, hortum, sıcak hava dalgaları, sel gibi doğal afetler daha sık hale gelebilecek.
İklimle Bağlantılı Bu Felaketler Neyin Habercisi?
kuresel isinma 04Bütün bu gelişmelere “doğa olayları ve neticeleri” olarak bakıp felaketlere bir an için üzülüp bu haberi geçebilirsiniz. Peki size bütün bu olayların aslında sizi ve tüm evreni ilgilendiren çok önemli bir olayın işaretleri olduğunu söylesek?

Peygamberimiz (sav)'in Ahir Zaman'la ilgili verdiği haberlerden birisi şu şekildedir:
Büyük şehirler dün sanki yokmuş gibi helak olur.
Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyyil Ahir Zaman, s. 38

Sanayi, zararlı ve istenmeyen bir yan ürün olan küresel ısınmaya sebep olmakta, giderek ısınan dünya atmosferindeki dengeler bozulmakta ve böylece iklim değişiklikleri meydana gelmektedir. Son yıllardaki kasırga, fırtına, tayfun ve hortum gibi felaketler başta Amerika kıtası olmak üzere dünyanın birçok yerinde yıkıcı zarara neden olmuştur. Bunlara ek olarak seller de bazı yerleşim merkezlerinin sular ve çamur altında kalmasına yol açmıştır. Ayrıca depremler, volkanlar ve tsunami dalgalarının yaptığı büyük tahribatlar da unutulmamıştır. Sonuç olarak, tüm bu afetlerin "büyük şehirlerde" sebep olduğu yıkımlar önemli birer işaret olmuşlardır. 20. yüzyıl için en çok kullanılan tanımlama "felaketler yüzyılı"dır. Gerek depremler, kasırgalar ya da seller gibi doğal afetler, gerek iç savaşlar ve çatışmalar, gerekse de büyük deniz ya da uçak kazaları çok sayıda insanın ölümüne yol açmıştır. Yok olan şehirler, tarihten silinen halklar kıyametin hadislerde haber verilen alametlerindendir. Allah Kuran’da şöyle buyurur: “Artık onlar, kıyamet-saatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir…” (Muhammed Suresi, 18)
Allah'a samimiyetle iman eden müminler kaderi izlediklerinin bilincinde olarak, asırlar boyunca kıyamet alametlerinin çıkışını büyük bir merak ve heyecanla gözlemişlerdir. Ayet ve hadislerdeki işaretler üzerinde derin derin düşünmüşler, Ahirzaman'ın ilk dönemindeki fitne ve belalara karşı hazırlıklı olmaya gayret göstermişler, bununla birlikte müjdelendikleri Altınçağ'da yaşamayı da yürekten arzu etmişlerdir. İçinde bulunduğumuz çağ kıyamet alametlerinin büyük bir kısmının tam anlamıyla meydana geldiği bir dönemdir. Günümüz dünyası, söz konusu İlahi işaretlerin art arda ve tam tasvir edildiği şekilde ortaya çıkmaya başladığına, dünya tarihinde benzeri görülmeyen gelişmelerin ilk defa yaşandığına şahit olmaktadır. Hiç şüphesiz bunlar Peygamberimiz (sav)'in döneminden sonra yaşanan en önemli gelişmelerdir. İşte küresel ısınma da bu gelişmelerden biridir. Bu İlahi işaretlerin ön yargıyla değerlendirilmesi, görmezlikten gelinmesi veya yalanlanması ise böyle düşünenler için büyük bir kayıptır.
Öyle anlaşılmaktadır ki, 21. yüzyıl dünya tarihinde yepyeni bir dönemin başlangıcı olmaktadır. Allah'ın vaadi kesin bir gerçektir. O'nun vaatlerini değiştirebilecek veya engelleyebilecek hiçbir kimse yoktur. Her konuda olduğu gibi, bu noktada da en hikmetli ve en güzel söz Kuran'dadır. Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ve de ki: "Allah'a hamdolsun. O size ayetlerini gösterecektir, siz de onları bilip tanıyacaksınız..." (Neml Suresi, 93)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Mayıs 2006       Mesaj #82
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Öncelikle Danıştay 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’e yapılan menfur saldırıyı tel’in etmek ve ailesine başsağlığı dilemek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğimizin ötesinde, bir insanlık borcu.

Sponsorlu Bağlantılar
Saldırıyı yapanın kimliği ile ilgili bilgiler, ait olduğu ya da olabileceği örgütsel bağlantılar ortaya çıktıkça, hepimiz Türkiye üzerinde oynanmakta olan bu kirli oyunun niteliği ve oyunun maşası hakkında daha fazla kanaate sahip olacağız.
Ancak bu gelişmeleri “basit” bir cinayet, ardından yaşananları ise “olağan” tepkiler kavramları ile niteleyemeyiz. Söz konusu sıfatlar herhalde içine sürüklenmekte olduğumuz kısır döngüyü anlatmakta oldukça hafif kalacaktır.
Türkiye’deki temel sorunun bir dönemlerde Aziz Nesin’in ifadesi ile Türk halkının IQ’sunun (dilerseniz buna basit zeka) düşüklüğünde olmadığını bu vesile ile bir kez daha vurgulayalım. Türk insanı en kötü ekonomik koşullarda yaşama becerisini gösterip, hatta bu dönemlerden başarı ile bir üst sınıfa atlamayı beceriyorsa, bu noktada IQ ile ilgili bir sorunun olmadığı açıktır. Hatta amiyane tabiri ile en basit avantayı gördüğümüz yerde uyum yeteneğimiz mükemmele yakın.
Ancak sorun EQ’ya yani duygusal zekaya geldiği noktada, IQ için ifade ettiklerimizi yineleme şansına ne yazık ki sahip değiliz. 70’li yılların karanlık ve sisli günlerinde yaşayan benim akranlarım, provokasyon, provokatör kavramlarını ezbere bilmenin ötesinde, acaba kaç gecenin kâbusu içinde bu kavramlarla mücadele etmişlerdir? Yeni nesil için Türkçesini söyleyelim, provokasyon kışkırtma, karıştırma, provokatör de kışkırtıcı, karıştırıcı anlamında kullanılmaktaydı.
Bizim nesil her türlü provokasyona ve provokatörlere alışarak büyüdü…
Ardından bir 12 Eylül 1980 dehası olarak ortaya atılan ve sistematik olarak (takdir edelim başarıyla) uygulanan gençliğin apolitize edilmesi (politika düşünmeme, kendi kendisini politikadan soyutlama) süreci ile söz konusu kavramlar unutuldu. Ancak toplumumuz genetik sorunu olan duygusal zeka azgelişmişliğinden asla kurtulamadı.
Türkiye tarihinde örnekleri sayılamayacak kadar çok olmakla birlikte son döneme ışık tutacak birkaç örnek olay ne dediğimizin daha iyi anlaşılmasına imkan tanıyacaktır.
İsviçre milli maçı sonrasında yaşananlar… Orhan Pamuk, Hırant Dink davaları vesilesi ile yaşananlar ve söylenenler…
Fenerbahçe’nin çizdiği imaj ve yaşadıkları, yaşattıkları…
Umudum, Danıştay 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’e yapılan menfur saldırı sonrasında da aynı sonuçların yaşanmaması.
Bu satırların yazarı, bir dönem Avrupa hukuku ile fazlası ile ilgilendiği ve dönem dönem bizdeki eksikliğin ne olduğunu sürekli sorguladığı için kendi kendisine geldiği son tez, hukukun aslında bir etik zeka ürünü olduğu, ne yazık ki duygusal zekadan sınıfta çakanların bir türlü hukuku algılamada ve uyumda inanılmaz güçlükler çektiği doğrultusundadır. Duygusal zekasına hakim olamayan toplumlar ve bu toplumların yine duygusal zekadan bihaber yöneticileri ne yazık ki çok sevdikleri toplumlarını rahatlıkla uçuruma yuvarlayabilmektedir.
Yine anılara dönüp, 70’li ve 80’li yıllardan kalan kulağa hoş gelen, ancak içi boş sözleri bir kez daha hatırlama yoluna gittiğimde, “hele onların seviyesine bir gelelim, bırakın onlar bizim kapımızı çalsın!..” lafı, galiba duygusal zeka kıtlığımıza en güzel örneklerden bir tanesini oluşturmaktadır. Bu lafı ileri süren liderleri ne de coşku ile alkışlamıştık meydanlarda…
Sonra bekledik… Bir daha bekledik…
Meğerse Godot beklemekle gelmezmiş, öğrendik, ama faturası acı oldu… Bir türlü onların seviyesine çıkamadık.
Toplum olarak hepimiz kaybederiz
Ancak tarihin şans topu her ülkenin önüne yüzyılda bir kere gelirse, bizim önümüze, içinde bulunduğumuz koşulların özelliğine de bağlı olarak birkaç kez gelmeye başladı… Bize, bütün direncimize, bütün korkularımıza, hatta bu korkulardan yararlanarak genlerimize kadar işleyen korku yönetimlerimize rağmen AB ile müzakerelere başladık, dünya ile bütünleşme şansını yakaladık.
Ama yine hakim olamadığımız duygularımız bize neyi yakaladığımızı bile doğru dürüst değerlendirme şansını bırakmadı. Herkes kendi kafasına göre bir tanım yakıştırarak, olmayan özgürlüklerin AB’si ile, olmayan korkuların AB’sini tarif etmeye başladı.
Bizim duygusal zeka eksikliğimiz, gerçekleri görüp değerlendirme yerine, komplo teorilerinin sınırlarında kendisini gerekçelendirebilen radikal yaklaşımlara çanak tutmayı yeğledi.
3 Ekim 2005 günü Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en önemli kilometre taşını döndü.
Bunu bile anlayamadık…
Hatta bu işten en fazla yararlanabilecek konumda olan iktidar partisi bile, ağzını açmamayı yeğledi. Yeğlemese bile içine girdiği suskunluk nedeni ile her türlü spekülasyonun gelişmesine bir tür çanak tuttu. Kimine göre artan milliyetçi tepkilere karşı bir pasif korunma, kimine göre yaklaşan seçimleri dikkate alan ince ayarlı politika.
Duygusal zekamızdaki sorun iktidar ya da muhalefet tanımıyor aslında.
Sorun halledilemediği oranda birbirini en ufak futbol maçı için bile gırtlaklamaya hazır toplumsal yapının nerelere sürüklenebileceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek var mı?
Ne olur herkese biraz daha sağduyu. Belki bizlerden gelip geçiyor, ama bu topraklarda yaşayacak çocuklarımız ve torunlarımızın hatırına biraz daha ağzımızdan çıkanı kulağımızın duymasına çaba… Hepimizin ciddi bir terapiye gereksinim duyduğu çok açık değil mi?..
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
20 Mayıs 2006       Mesaj #83
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
MASONLUĞUN SAKLANAN YÜZÜ
Bir kişi, internet sitelerinden veya gazete, dergi ve kitaplarda yapılan açıklamalardan masonları takip ederse, onların insancıl olduklarını ve iyiliğe hizmet ettiklerini zannedebilir. İlkelerini anlattıklarında, masonluğun faydalı ve gerekli bir dernek olduğunu düşünebilir. Ancak masonların kendi gizli kaynaklarını incelediğimizde karşımıza daha başka bir yapı çıkar. Bu kaynaklarda masonluğun, hükümetleri ve devletleri yok sayıp ülkeleri yönetmeyi, devrimler yapmayı hedefleyen, hatta masonik amaçlar uğruna göz kırpmadan savaşlar dahi çıkartabilen bir örgüt olduğu görülecektir. Bununla birlikte vurgulanması gereken önemli bir nokta da, çeşitli vaadlerle masonluğa dahil edilmiş bazı alt düzey masonların, örgütün bu faaliyet sistemine farkında olmadan dahil edildikleridir.
Masonluk aynı zamanda, hakkında en çok soru işareti bulunan ve insanların merakını çeken konulardan biridir. Çünkü bu örgütün çalışmaları gizlidir, gerçek felsefesi ve amaçları hakkında da çok farklı yorumlar yapılmaktadır.
Masonlar kendilerini tanıtırken "insan sevgisi, hoşgörü, evrensel kardeşlik, akıl ve bilim yolu" vs. gibi etkileyici kavramlar kullanırlar. Oysa, masonluk oldukça karanlık bir örgüttür. En temel özellikleri ise dini inançlara saygılı gibi görünmelerine rağmen dinsiz, hatta din ahlakının karşısında olmalarıdır. Ancak bunu doğrudan söylemeyip farklı şekillerde dile getirirler. Asıl amaçları, insanın merkez olarak kabul edilmesi yani insanın ilahlaştırılmasıdır. (Yüce Allah’ı tenzih ederiz.) Türk mason localarının 1923'te yayınladığı "Meşrik-i Azam İçtimai Zabıtları"nda, bu sapkın felsefe şöyle ifade ediliyor:
‘’Biz artık Allah'ı hayat gayesi olarak tanımayacağız. Biz bir gaye yarattık. O gaye Allah değil, beşeriyettir.’’ (Rabbimiz’i tenzih ederiz.)
Bir başka masonik kaynakta ise şöyle denmektedir:
‘’İptidai (eski-ilkel) cemiyetler, acizdiler, aczleri dolayısıyla etraflarındaki kuvvetleri ve hadiseleri ilahlaştırdılar. Masonizm ise insanı ilahlaştırdı.’’ (Rabbimiz’i tenzih ederiz.)
Masonluğun temelini oluşturan hümanizmin tanımı, bu felsefenin doğrudan din ahlakına karşı bir kimliğe sahip olduğunu göstermektedir. 20. yüzyıldaki hümanist felsefe akımının öncüsü olan Julian Huxley, Darwin'in evrim teorisini rehber kabul ederek "Evrimsel Hümanizm" adı altında yeni bir batıl din kurmuş ve bu sapkın inanışın anlamını da şöyle ifade etmiştir:
‘’Ben "hümanist" kelimesini kullanırken, insanın, aynı bir bitki ya da hayvan gibi, doğal bir varlık olduğunu kastediyorum. Yani insanın bedeni, zihni ve ruhu, doğa üstü bir güç tarafından yaratılmamış, aksine evrim süreci sonunda oluşmuştur. Dolayısıyla insan, herhangi bir doğa üstü gücün kontrolü ya da yol göstericiliğine değil, sadece kendi varlığına ve kendi gücüne inanmalıdır.’’ (Yüce Allah’ı tenzih ederiz.)
Masonların amacı, hümanist felsefeye dayalı yeni bir dünya, yani tümüyle din ahlakından uzak bir dünya meydana getirmektir. Huxley'in yolunu izleyen John Dewey adlı Amerikalı filozof, 1933 yılında bir "Hümanist Manifesto" yayınlamıştır. 1973 yılında yayınlanan II. Hümanist Manifesto'da ise insanlığı tehdit eden sorunlar anlatıldıktan sonra bu felsefenin Allah'ı nasıl inkar ettiği şöyle özetlenmiştir: "Bizi kurtaracak bir Yaratıcı yoktur, kendimizi biz kurtarmalıyız." (Rabbimiz’i tenzih ederiz.)
İşte masonik felsefenin özündeki, insanın temel alınması düşüncesinin özeti budur. Bu sapkın felsefenin öne sürdüğü iddialar aldatıcıdır.
Çünkü Yüce Rabbimiz’in eşsiz gücünü kabul etmeyerek sözde "insanlar arasında sevgi, barış, kardeşlik" gibi kavramların öneminden bahsetmenin tek başına hiçbir kıymeti kalmaz. İnsanoğlunun varoluşunun amacı, Kuran'ı Kerim'in, "Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat Suresi, 56) ayetinde bildirildiği gibi, Allah'a kulluk etmektir. İnsan bu sorumluluğunu göz ardı edip, Yüce Allah’a iman etmedikten sonra kurtuluşa eremez.
1- Masonluğun Temel İlkeleri Nelerdir? Kimler Mason Olabilir?
Masonlar, haricilere yani mason olmayanlara "Biz Allah inancı olmayanları aramıza almayız, hepimiz Allah'a inanırız" derler, ancak bunun sadece bir kamuflaj olduğu kendi yayınlarındaki bilgilerden açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim masonik kaynaklara bakıldığında Allah inancının, örgütün içinde aşamalı bir şekilde ortadan kaldırıldığı görülebilir. Türk masonlarının bir yayın organında, dinsizliği "bilim" maskesi altında yaymanın masonların en büyük görevi olduğu şöyle ifade edilmektedir:
Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev, olumlu bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun evrimde en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir. Ernest Renan'ın şu sözleri çok önemlidir: "Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine yıkılır." Lessing'in şu sözleri de bu düşünceyi destekler: "İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerek kalmayacaktır.”
Masonların, bilimsel düşünen insanların din ahlakından uzaklaşacağını öne sürmeleri büyük bir yanılgıdır. Din, düşünmeyi, araştırmayı ve incelemeyi teşvik eder. Akılcı ve vicdanlı düşünenler din ahlakını samimi olarak yaşarlar. Başka bir masonik metinde şöyle denir: "Sizler Allah'ı, kader, tabiat, kanun, kuvvet gibi zeka ve ruhunuzun eğilimine, inanç ve idrakinize göre herhangi bir isimle adlandırabilirsiniz." (Yüce Allah’ı tenzih ederiz.)
Kaderi, tabiatı, kanun, kuvvet ve zekayı yaratan Yüce Allah'tır ve Rabbimiz sonsuz kudret sahibidir. Bu en büyük hakikatten gaflet içinde olan masonluk, içinde bulunduğu gafleti topluma da yayma çabası içindedir. Masonlar insanları da ahlaki durumuna göre değil, kendilerince belirledikleri koşullara göre seçerler. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
“Umumi vasıflardan sonra bir de bizim Masonik açıdan arayacağımız bazı şartlar lazımdır. Şimdi onları inceleyelim.
1) İdealist olmak;
2) İyi isim ve şöhret sahibi olmak:
3) Maddi ve mali imkanların iyi durumda olması.
4) Haricilerin vaktinin müsait olması (MASON DERGISI - 81/4, s.32)
2- Masonluğun Dünya Görüşü Nasıldır?
"Masonlukta hareketlerin rehberi Akıl ve Hikmettir. Masonluğa göre Akıl, mevhumelerinden (Dini inançlardan), batıllardan, hurafe ve hayallerden kurtulmak ve mevzuunu (konusunu) hakkiyle (gerektiği gibi) tanımaktır. Akıl ile mevhumelerden (Dini inançlardan) kurtulan kimse mevzuuna (konusuna) hakim olduğu zaman Hikmete ermiştir. Hakiki masonun en önemli vasfı da budur." (Din açısından Mason öğretisi, Akasya Tekamül Mahvili Yayın. Dr. Selami Işındağ s: 11)
"Bugün yavaş da olsa, şuuru tam manasıyla tatmin edebilecek tek ve evrensel bir din TEŞEKKÜL ETMEKTEDİR (meydana getirmektir)... Bu evrensel dine paralel olarak, bir de dünya görüşü ölçüsünde ahlak kurulacaktır... Böyle bir din insanı kainatla birleştirecektir. İşte bu MASONİZM'dir. Bu din gönülden gönüle kurulacaktır. Kurulan bu dinin mabetleri insanlık mabetleri olacaktır. Bu tapınakta okunan ilahiler, belki de bir insanın ruhundan fışkıran müzik eserlerinin en soylusu olan Beethowen'in 9. Senfonisi olacaktır... (Mason Dergisi, Yıl: 29, Sayı. 40-41, 1981, s.105-107)
Masonluğun din-dışı hümanist ahlak teorisinin gerçek amacı, adı Masonizm olan "ahlaklı bir dünya kurmak" değil, din-dışı bir dünya kurmaktır.
Bir başka deyişle, masonlar, ahlaka çok önem verdikleri için değil, sadece topluma "din ahlakı gerekli değil" mesajını verebilmek için hümanist felsefeye sarılmaktadırlar. Oysa ne hümanist felsefe ne de bir başka batıl düşünce insanlara güzel ahlakı yaşatamaz. Ancak Allah'tan gereği gibi korkan insanlar gerçek anlamda güzel ahlak gösterebilirler.
Açıkça görüldüğü gibi, masonların amacı, Hak dini ortadan kaldırarak Hümanist felsefeye dayalı yeni bir dünya, yani tümüyle din ahlakından uzak bir dünya meydana getirmektir. Ancak bilinmelidir ki, Allah, iman etmeyenlerin planlarını bozulmuş olarak yaratmaktadır. Allah bir ayette şöyle buyurur:
"Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır." (Al-i İmran Suresi, 54)
3- Türkiye’de Masonluk nasıl Kurulmuş, Nasıl Gelişmiştir?
Her ne kadar Türkiye'de Masonluğun ve ilk Masonların 1720'li yıllardan bu yana var olduğu bilinse de, daha ziyade dış güçlere bağlı ve Osmanlı topraklarındaki yabancıların etkinliğinde sürdürülen bu çalışmalar, 18. yüzyılın ortalarından itibaren Türkleri daha da kapsamlı şekilde içine almaya başlamıştır. Bilinen ve kayıtları günümüze ulaşan ilk Türk Masonlar, bu yüzyılın ortalarında topluluğa kabul edilmiş olan İbrahim Müteferrika ve Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi'dir. Sonrasında hızla gelişmiş ve yaygın hale getirilmiştir.
4- Masonların Yahudilik ve Yahudi Örgütleriyle İlişkileri Var Mıdır?
Masonluğun kökeni Tapınak Şövalyelerine kadar iner. Kudüs’e yerleşen Tapınakçılar, bir müddet sonra gizli ve tehlikeli bir örgüt halini alırlar. Tapınakçıların tarihi incelendiğinde, zaman içinde büyük bir değişim gösterdikleri hemen fark edilir. İlk başta Hıristiyan bir kimlikle ortaya çıkan şövalyeler aradan uzun bir süre geçmeden, sapkın felsefe ve öğretilerle, karanlık bir dünyanın içine girmişlerdir. Bu geçiş birden bire olmamış, birçok olay bu değişimi şekillendirmiştir.
Tapınakçıların bu büyük değişiminde iki unsur belirleyici olmuştur. Bunlardan birincisi, tarikat üyelerinin kutsal topraklarda bulundukları süre boyunca başta Kabala olmak üzere, çeşitli Yahudi mistik öğreti ve inançlarını öğrenmeleridir. Bu öğretilere, Haşhaşilerin sapkın anlayışı da eklenmiş, böylece Tapınakçıların Hıristiyanlık inançları kaybolmuş, yerini okültist (kara büyü ve gizliliğe dayalı) bir inanç almıştır. Yeni inançla birlikte, Tapınakçıların idealleri ve amaçları da değişmiş, tarikat çalışmaları yeni bir hedefe yönelmiştir. Ancak bu yapıya dini çevrelerden tepki gelmiş ve Tapınakçılar her ortamda dışlanarak din dışı tarikat oldukları anlaşılınca kilise tarafından yasaklanmışlardı.
Tapınakçılar engizisyona yakalanmamak için kendilerini gizlemiş bunun için çeşitli tarikatlara ve örgütlere sızmışlardır. Tarikat mensupları bu amaca en uygun yol olarak masonluğa sızmış, ele geçirmiş, kendi felsefe, inanç ve ritüellerini masonluğa kabul ettirmişlerdir.
Masonluk felsefesi üzerinde de Kabala'nın etkisi yoğun olarak görülür. Bu konu masonik dergi ve kitaplarda üstü kapalı olarak anlatılır. Örneğin Amerikan masonluğunun yayın organı New Age dergisi, Kabala ile masonluk arasındaki bağlantıyı şöyle dile getiriyor:
"Kabala, bilinç altının kapılarını açan ve ruhu saran manevi değerlerinin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk, onu insanın yaşamı anlaması için gerekli görür." (New Age, sf.31)
"Masonlar ana düşüncelerini ve belirgin sembollerini Kabala'dan almışlardır. Amblemlerin pek çoğu da Kabala kaynaklıdır. Örneğin; Jakin ve Boaz sütunları Kabalist bir eser olan Chearé Ora'dan alınmıştır. Masonluğun, Kabala'nın felsefesiyle olan çok büyük benzerliği çok yerde belirtilmiştir." (La Kabbala, Henri Seronya)
Türk mason kaynakları da bu bağlantıyı aynı çarpıcılıkta işlerler:
"Görüyoruz ki, Kitab-ı Mukaddes'in haricinde Yahudiliğin gizli bir ananesi, bir geleneği (Tradition Orale-Kabbala) vardır. Ve yalnız buna vakıf olanlar, Kitab-ı Mukaddes'in hakiki m******* anlayabilirler. Biz de bu gelenek (Kabala) etrafında teessüs eden (kurulan), yüksek felsefeyi hülasa etmeye çalışıyoruz." (Selamet Mahfili, 4. Konferans, sf.48)
Masonların kendi izahlarından da anlaşılacağı üzere masonluk, Yahudilik ve hatta onun okültizm kitabı olan Kabala kaynaklıdır. Aslında masonluk din kabul etmediği için Yahudiliğe de karşıdır. Ancak öğreti olarak fanatik siyonist ideolojiyi kullanır.
5- Masonların Gizli Örgütlerle Bağlantısı Var Mıdır?
İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy (Okült Komplosu) adlı kitabında, Tapınakçı gelenekten gelen masonluk, Gül-Haç, İlüminati gibi okült (gizli) derneklerin, Batı medeniyetini Hıristiyanlık öncesindeki putperest kültüre geri döndürmek için yürüttükleri uzun mücadeleyi anlatmaktadır. Kitabın girişinde konu şöyle açıklanır:
Kendisi de gizli bir dernek olan masonluk, pek çok gizli dernek ve örgütlerle iç içe olmuş birçok entrika ve batıl işler yürütmüşlerdir. Örneğin, İtalya’da ortaya çıkan Propaganda Due (P2) locasının skandalı, masonların bu örgütlerle olan ilişkilerini su yüzüne çıkarmıştı.
Masonların Mossad, MI5 ve CIA gibi gizli haberalma teşkilatlarıyla olan ilişkileri artık herkes tarafından biliniyor. Gladio da bunlar gibidir, daha çok İtalya'daki siyasi cinayetleriyle adını duyurmuş bir gizli örgüttür. Gladio’nun görünüşteki amacı herhangi bir komünist saldırı karşısında gerilla savaşını organize etmektir. Ancak Gladio’nun mason yöneticileri, bu örgütü de masonik amaçlar uğruna kullanmışlardır. Gladio’nun masonlarla olan ilişkilerini bağımsız gazete ve yayın organlarında açıklanmıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Mayıs 2006       Mesaj #84
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gölge oyunu, sanatla iştigal eden pek çok kimse için kaba sözlerden, tekrarlardan ibaret basit bir oyundur. Esasen bir Batılı gibi düşünüp yaşama ve hissetme iştiyakındaki “Doğulu” bir sanatçıdan yarattığı tablonun vahametini görmesi elbette beklenemez...

Zaman değişir, perde değişir, meydan değişir, meydanda oynayanlar değişir. Bir zamanlar meydanlar kavuklular, pişekârlar, meddahlar, hayalîler ve kukla oynatıcılarla canlanırken şimdi meydan/ekran/perde yapımcılar, yönetmenler, reklâmcılar, sunucular, şarkıcılar ile hareketlenir. Artık pek çok hayat ekranda görülen gerçeklerden mürekkeptir. Öz deneyim ise çoğu kez ihmal edilir. Akıbet özüne ve sözüne yabancı bir topluluk meydana gelir. Gölge oyunu üzerinden pek çok okuma yapılabilir ve manaya, metafizik olana doğru bir yolculuk gerçekleştirilebilir. Sadece gölgeden/zahirden hareketle eleştiriler/yergiler de yapılabilir. Zaten hâlen gölge oyunu sanatla iştigal eden pek çok kimse için kaba sözlerden, tekrarlardan ibaret basit bir oyundur. Batı tarzı sanat icra etme, bir Batılı gibi düşünüp yaşama ve hissetme iştiyakındaki “Doğulu” bir sanatçıdan yarattığı tablonun vahametini görmesi elbette beklenemez. Zira bu sanatçının Batı’ya yönelen aşkı, gözünü/bakışını perdeleyen unsurlardan yalnızca biridir. Perdelerden arınmadan hayal perdesinin ardındaki sırra ulaşmaksa kabil değildir.
Perdenin arkasındaki dört sır
Gölgeden ışığa, sathîden derinliğe doğru bir yolculuk ancak kemale erme ve sır olanı yakalama istidadı ve iştiyakıyla mümkündür. Sır olanın, mahrem olanın yitirildiği ve her şeyin gelişigüzel yaşanıp yüzeysel algılandığı bir çağın mağdurları, elbet bâtına dair yorumunda da satıhta kalacaktır. Bakışını görünenden görünmeyene çeviremeyen bugünün insanı, zahirde de bâtını arayan dünün insanının düşünce şeklinin, bakışının ve basiretinin hayli uzağındadır.
Gölge oyununun piri kabul edilen Şeyh Küşteri, müritlerinin “dünyevî âlem ve hayat nedir” sorusuna mukabil başındaki sarığı çözer ve odanın bir köşesine perde kurarak ekler: “Bu perdenin dört köşesi: Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet köşeleridir.” Ardından perdenin arkasında bir meşale yakar ve elini perde ile meşale arasında tutar: “İşte şu gördüğünüz perde dünyadır. Arkasında yanan meşale ise ruhtur. Şu elimin gölgesi de cisimdir.” Meşaleyi söndürdüğünde “İşte hayat budur. Ruh sönerse cisim de yok olur. Yalnız baki kalan perdedir. Perde dünyadır. İşte insanlar bu perdede oynayan birer hayaldirler.” diyerek tasavvufî yönünü izah eder.
Gölge oyunu şüphesiz beden dünyasından ruh dünyasına eşsiz bir yolculuk sunar seyir ehline. Lâkin bu yolculuk için önce niyet/gaye gereklidir. Kimileyin insan, samimi bir bakış ve fıtrata dönük yüzüyle onca yol dolaşır, onca coğrafyada gezinir ve simyaya, ancak hakikat sırrının ruhun yolculuğu olduğunu hatırladığında ulaşır. Nihayet ihtiyaç duyduğunu, asıl yöneleceği şeyi, yitirdiğini ve fıtratında saklı tutkusunu bulur. Kimileyin de insan, yazgısının başrolünde ten çölünde kalır ve gerçeklik dediği yalana/boyutsuzluğa körü körüne inanır. Kuşkusuz gölge oyununun bâtınına da varmak mümkündür, “gölge”de kalıp zahiriyle yetinmek de. Hâsılı Sacid’in divanından iki dize uzun sözün özüdür: Bu bir resm-i hayaldir, ehline ammâ kemâl oynar/ Bulursa ehlini ma’nâ meâli bin meâl oynar.
İktidar ve güç savaşının, paranın, hırsın, fırsatçılığın, ikiyüzlülüğün, şehvetin ayyuka çıktığı bir masal: Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü. Yönetmen koltuğundaki Ezel Akay, bu filmle Karagöz ve Hacivat’ın ortaya çıkış rivayetlerinden birini seçer ve kendince bir hikâye terkip eder. Filmde Moğol, Tatar, Türkmen, Yunan, Hıristiyan ve Müslüman gibi sosyal ve etnik grupların bir arada yaşadığı bir 14. yüzyıl Bursa’sı tasvir edilir. Karagöz cahilliğin, cesaretin, saflığın, doğallığın ve Şaman geleneğinin temsili bir Türkmen göçeri, Hacivat ise okuryazarlığın, çaçaronluğun, fırsatçılığın, kurnazlığın, zevk, eğlence, şöhret düşkünlüğünün, hazcılığın ve Müslüman (!) kültürünün alâmet-i farikası bir elçidir.
Sır olanı aralamak ama nasıl?
Yorumlama süreci kişinin değerler skalasındaki en yüksek değerin temele alınmasıyla gerçekleşir. Bir vakıaya izahınız zemine aldığınız değer kabilinde bir kıyas kabul eder. Bugünün sır olanı, mahrem olanı ifşa eden geleneğinin birer takipçisi bizler, ya sır olana tamamen uzak kalırız ya da sadece şifahen sır olandan söz açarız. Lâkin sır olanı aralamak ve ona nüfuz etmek maharetini gösteremeyiz. Oysaki niyetlerin temizlenmediği şekilci bir bakışla söylenmiş doğruların da kıymeti yitiktir.
Modern terminolojiyle kadim kültürü tanımlama uğraşı Ezel Akay’ı yapma bir gerçeklik tasavvuruna çıkarır ve filmin aksayan yanlarını bir bir meydana döker. Filmin esasen 14. yy. yerine bir 21. yy. okumasını öngördüğü de söylenebilir. Akay, çok sayıda oryantalist tabloyu canlandırdığı görüntüleri, Barbar Conan ve Kızılderili kopyalaması Orhan Bey’i, Zeyna kılıklı Bacıyan-ı Rum’u, bilinenin aksine -ters bir okumayla- ahlâkî çöküntü içerisinde resmedilen Ahilik kurumu, “stand-up” komediye iştiyakı bariz şehvet düşkünü Hacivat’ıyla göstermeci ve şekilci kalan bir çalışmaya imza atmıştır. Filmde, kullanılan her unsur bir başkasının yaratısının kopyasına dönüşür; içerikle biçimin tutmazlığı ve birbirine uzaklığı gözlemlenir; bütününe yayılan oryantalist bir bakışın egemenliği ve geleneksel seyirlik oyun düşüncesinin felsefî zemininden uzaklığı göz doldurmaktan (!) öteye geçemez. “Sinemacıyı yalan söylemekle kınamak söz konusu olamaz, çünkü sanatını meydana getiren şey bu yalandır; fakat bu yalana artık hâkim olamaması, bu yalanla kendi kendini aldatması ve böylelikle gerçek üzerinde yeni fetihlerde bulunmayı engellemesi kınanabilir.”
Filmde Hacivat ve Karagöz’ün göbek deliklerinin olmayışı, zahiren hiç yaşamadıklarının altını çizer. Geleneksel seyirlik oyunlarda can bulan ve günümüze dek gelen Hacivat ve Karagöz’ün, Akay’ın yorumuyla yapma bir kimliğe ve uzun vadeli yaşanırlıktan yoksun, eğreti öğelere bürünmesiyle kahramanların bu filmle öldürüldükleri argümanı öne sürülebilir. Göbek deliği üzerinden belki bir 21. yy. okuması daha gerçekleştirilebilir. Yeni doğanların göbek bağlarının -çocuk ileride o yönde istidat göstersin diye- okul, kütüphane, cami vs. gibi mekânlara gömülmesi Anadolu’da süregelen bir âdettir. Bu muamele, ebeveynlerin çocukları hakkındaki dileklerinin, dualarının somut bir temsili işlevi görür. Peki böyle bir gelenekten geliyorsanız ve göbek bağınızın nereye gömüldüğü bir türlü hatırlanmıyorsa hâliniz ne olacak? Ya göbek bağınızın nereye gömüldüğü hakkındaki rivayetlerden birini seçeceksiniz ya da bir yere aitlik fikrinden, uzaklaşacaksınız.
Hep o hastalık: Oryantalist bakış!
Aidiyetsizlik hissinin sonradan getireceği yıkımlar ve marazî hâller ihmal edildiğinde, ikinci seçenek kalıcı değilse de kurnazca bir çözüm addedilebilir. Bu, gelenek ve modern, Doğu ve Batı, Müslüman kimlikle Batılı kimlik arasındaki çizgide durmadan gidip gelen tipik Türk insanının, nereye ait olduğu sorusunun cevabını bulamayışının yarattığı karmaşayla ürettiği hınzırca ve kısa vadeli bir çözüm olabilir mi? Zor bir soru.
Ezel Akay film öncesi bir röportajında şu sözleri dile getirir: “Oryantalistlerin en büyük kusuru, zamandaş olmayan unsurları bir araya getirip masalsı bir dünya yaratmaları. Çok gerçekçi resim yapıyorlar; ama öyle öğeleri bir araya getirip öyle bir Doğu sunuyorlar ki sonuçta ‘Doğu bu kadar da güzel değil’ eleştirisine maruz kalıyorlar. Biz filmde yaklaşık 60-70 eseri canlandıracağız. Kostümler, dekorlar ona göre kuruldu. Böyle bir tercih yapmamın sebebi de tabloların masalsı olmaları.” Bu sözler Akay’ın düştüğü karanlığa bağlılığını ve bile isteye yeltendiğini gösterir. Acaba esaretine sebep, bu karanlıktan göz alıcı şeyler üretebilmenin çekiciliği midir? İşaret edilen aksaklıkları yalnızca Ezel Akay’ın sorunu olarak görmek elbette mümkün değil. Bu minvalde arada kalmışlık hissiyatından uzaklaşıp “aynayı, bize bakan Batı’ya değil kendimize -Doğu’ya- çevirirsek ortaya çıkan nasıl bir film olur” sorusu netlik kazanır. Özgün bir “Türk sineması” geleneğinin hâlâ oluşamamasının nedenlerinden biri de bu değil midir? “Bu dilde, görüntünün önemi her şeyden önce gerçeğe kattığıyla değil, gerçekte ortaya çıkardığıyla belirlenir.” Akay, şüphesiz son filmiyle Türk toplumuna kültürel mirasını hatırlatmıştır. Fakat Karagöz’ün adını ilk kez duyacaklar, beyazperdede izledikleri bu Karagöz ve Hacivat’ın geçici/arızî varlığıyla tanışıp kalıcı/zatî yanından yoksun kalacak ve asıl miraslarından uzaklaşacaklardır. Peki Küşteri’nin araladığı perdeyi şimdiye dek aralayamayışımızın nedeni, gölgenin ardındakine doğru derinleştikçe kendimizin, kimliğimizin açığa çıkmasından korkumuz olabilir mi?
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
22 Mayıs 2006       Mesaj #85
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKİYE, KAFKASYA ENERJİ KORİDORU'NDA
KİLİT ÜLKE KONUMUNDADIR

11 Eylül 2001 tarihinde Amerika'nın iki büyük şehrine düzenlenen insanlık dışı terör saldırılarının ardından, Orta Asya sıcak çatışmalara sahne olmaya başladı. Bu çatışmalar Afganistan ile başladı, ancak bütün Orta Asya siyasetini çok ciddi şekilde etkiledi. Bu nedenle de Kafkasya'da son haftalarda daha da şiddetlenen çatışmaların bu gelişmelerden bağımsız olduğunu düşünmek çok büyük bir hata olacaktır.

Son gelişmeler Kafkaslar'ın çok birçok ülkeyi kapsayan geniş bir savaşa gebe olduğunu göstermektedir. Yaygın olan düşünceye göre, Çeçenistan'da yıllardır devam eden çatışmalar bu kez Gürcistan'ı da içine alan bir savaşa dönüşecektir. Bu savaşın sonunda da Kafkaslar'da güç dengelerinin değişeceği açıktır. Son günlerde yaşanan olaylar da bu şüpheleri doğrular niteliktedir.

Kafkasya'ya Olan İlginin Nedenleri
Köşe Yazısı ve Makaleler
Avrupa ile Asya'yı birbirinden ayıran sınır bölgesi sayılan Kafkasya Türk-İslam tarihinde çok önemli bir yere sahip bir bölgedir. Kafkasya bölgesini şekillendiren doğal sınırlar, aynı zamanda bu iki kıtanın sınırlarını oluşturur. Tarihte Asya'dan Avrupa'ya yapılmak istenen bütün askeri harekatlar Kafkasya üzerinden yapılmıştır. Günümüze kadar bir çok büyük devlet, sınırlarını bu coğrafyaya dayandırarak, doğal bir savunma barikatına sahip olmak istemiştir. En eski dönemlerden itibaren Kafkasya'ya hakim olan devletler doğu ve batı medeniyetlerini bağlayan birer köprü konumuna gelmişlerdir. Orta ve batı Avrupa ile Ön Asya arasındaki ticari ve kültürel alışverişi sağlıyor olması Kafkasya'nın önemini daha da artırmıştır. Bütün bunlar bölgenin yüzyıllar boyunca çok değişik milletlerin işgaline uğramasına ve böylelikle de çeşitli medeniyetlerin gelişmesine sebep olmuştur. Doğal zenginliklere sahip olması ve coğrafyası sebebiyle Kafkasya, her zaman bir çatışma ortamı olmuştur. Bölgeyle ilgili olan devletler de buradaki siyasi istikrarsızlığı desteklemişlerdir.

Bu durumun tek istisnası Osmanlı Nizamı'nın bölgeye hakim olduğu dönemdir. Kafkasya, Osmanlı hakimiyetinin hinterlandıdır. Osmanlı siyasi anlayışının bölgeye hakim olduğu dönemde, coğrafi şartlarla bölünmüş olan etnik yapıda asla bir sorun yaşanmamış, aksine bölgede halkları, Devlet-i Aliye'yi oluşturan en temel unsur olmuşlardır. Bu bakımdan bölgenin Türk tarihinde çok farklı bir yeri vardır. Bugün ise bölge, doğal bir geçiş yolu olma özelliğiyle gündeme gelmektedir.

Orta Asya'dan Batı'ya Uzanan Enerji Hattı 01lll

Sanayi Devrimi 19. yüzyılın ilk yarısında kömürle çalışan buharlı makinaların kullanılması ile başlamış ve dünya tarihinde büyük bir dönüm noktası olmuştur. Makinaların üretimdeki öneminin anlaşılmasıyla, kömüre alternatif olabilecek güç ve enerji arayışlarına girilmiştir. Bu arayış, yüzyılın sonlarında petrolün keşfiyle son bulmuştur. Çok kısa zamanda ticari yönünü kat kat aşan bu yeni enerji alanı, dünya siyasetini etkileyen bir konum almıştır.

Petrol sahalarının büyük bölümünün, onu ilk kullanan Batılı devletlerin sınırlarının dışında kalması da, mücadelenin çok daha büyük alanlara taşınmasına neden olmuştur. Hatta Birinci Dünya Savaşı'nın en önemli sebeplerinden biri arasında da aynı konu bulunmaktadır. Bugün dünya üzerindeki petrol kaynaklarının belli başlı iki sahada bulunduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi Ortadoğu'daki petrol havzaları, diğeri ise Ortaasya'dır.

Orta Asya'daki petrol kaynaklarından, Avrupa'ya petrol sevkiyatı uzun bir işlemdir ve petrolün ihtiyaç duyulduğu pazarlara ulaştırılması da önemli bir sorundur. Gerçekten de sanayileşmiş ülkeler açısından, enerji güvenliğinin sağlanması vazgeçilmez bir durumdur. Enerji kaynaklarıyla tüketim merkezlerini buluşturan boru hatları, geçtiği güzergahları da önemli hale getirmektedir. Bu işlemin yapıldığı güzergahı elinde tutan devlet, çok büyük bir askeri ve ticari gücü elinde tutuyor demektir. Kafkasya'nın önemi, bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Kafkasya 20. yüzyıla kadar doğudan batıya uzanan kürk ve ipekyolu ticaretinin ana güzergahıydı. 20. yüzyılda ise onların yerini petrol aldı. Enerji kaynaklarının egemenliğine dayalı bir siyasi anlayışın dünya siyasetine yerleşmesiyle, Hazar havzası ve Orta Asya'dan Avrupa'ya nakledilen doğalgaz ve petrolün, enerji koridoru niteliğine bürünmesi, önemini artırmıştır. Kafkasya'nın bir petrol havzası olmasının yanı sıra Basra Körfezi'ni de kontrol eden jeopolitik bir konuma sahip olması önemini daha da artırmaktadır.

Kafkasya'daki Çatışma Alanları

Yakın tarih boyunca Kafkasya üzerine yapılan mücadeleler, Osmanlı ve Rus Devletleri tarafından bir çok kereler tekrarlanmıştır. Kafkasya'nın önemini kavrayan Rus Çarlığı dış politika stratejilerini bu gerçeğe göre yapmıştır. 1917 yılında SSCB'nin Dünya siyasetine girmesiyle bu strateji de aynen devam etmiştir. Kafkasya, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından hemen sonra, dünya üzerindeki en karışık bölgelerden biri olmuştur.

Bugün bir bütün olarak Kafkasya'ya bakıldığında üç çatışma alanı dikkat çeker. Bunlar Ermeni-Azeri, Gürcü-Abhaz-Rus ve Çeçen-Rus sıcak çatışma alanlarıdır. Rusya Federasyonu'nun içinde kalan Kuzey Kafkasya'da Moskova'nın hakimiyetinden kurtulma yönünde bir hareket başlamış ve bu, Çeçenistan'da görüldüğü gibi bir bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştür. Rus-Çeçen savaşı halen etkinliğini sürdürmektedir. Güney Kafkasya ise, biraz daha farklı olarak bölgesel ve etnik çatışmalara tanık olmaktadır. Bunun en güzel örneği içinde bulunduğumuz günlerde Gürcistan'da yaşanan olaylardır. Bu arada, bağımsızlığına kavuşmuş Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki mücadeleler de devam etmektedir.

Çatışmalar Neden Son Bulmuyor?

Çeçenistan ekonomik gücünü petrolden almaktadır ve Orta Asya'dan uzanan enerji koridorunun önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durum bu küçük ülkeyi Rusya açısından vazgeçilmez yapmaktadır. Petrol ve gaz yollarını denetlemek isteyen bir ülke için Grozni'nin, Orta Asya ve Azerbaycan'dan Karadeniz'e geçiş yolunun üzerindeki en stratejik nokta olduğu bilinmektedir. Rusya'nin Çeçen savaşının temelinde de, Grozni'yi kaybetmemek düşüncesi yatıyor. 1994 yılından itibaren başlayan sıcak çatışmaların bugün hala devam ediyor olması da bunu kanıtlamaktadır.

Son günlerde gerçekleşen çok önemli bir gelişme de, Rusya'nın savaşla alamadığını, masada kazanmaya çalışıyor olmasıdır. Bütün Dünya'nın teröre karşı şiddetli bir savaş açtığı şu günlerde Çeçenistan'daki bağımsızlık hareketi de bu kapsama sokulursa, bu işten en karlı çıkan Rusya olacak.
001ll

Çeçenistan sorunu bu şekilde çözülmeye çalışılırsa, çatışmaların giderek büyüyeceği ve Kafkasya'yı saracağı çok açık olarak gözüküyor. Olayların, enerji koridorunun ikinci ayağı olan Gürcistan'a da sıçrayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Daha şimdiden Bakü - Ceyhan hattının geçiş yolu olan Gürcistan'da sorunlar başlamış durumda. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorunlar ise yıllardan beri devam ediyor. Burada dikkati çeken nokta; Rusya'nın 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Kafkas Devletleri'nde çıkan karışıklıkları fırsat bilerek bölgedeki etkinliğini arttırma arayışında olması.

Bu devletlerin tamamı, aralarındaki kültürel, etnik ve dini farklılıklara rağmen, Osmanlı Devlet sisteminin altında yüzyıllarca beraber yaşamışlardır. Osmanlı Nizamı'nın bölgeden çekilmesiyle başlayan çatışmalar ise durmaksızın devam ediyor. İşte, Osmanlı Devleti'nin doğal varisi Türkiye, bu çatışma bölgesinin tam ortasında, jeostratejik bir konuma sahip ve "enerji koridoru"nun "kilit ülkesi" konumundadır.

Kilit Ülke: Türkiye

Enerji koridoru olan coğrafyaların siyasi istikrarı, enerjiyi üreten ve tüketen ülkeler için hayati önem taşımaktadır. Petrol ve doğalgazın üretimi için güvenlik ve istikrara ne kadar ihtiyaç varsa, onun tüketicisi olan gelişmiş ülkelere ulaştırılmasını sağlayan ülkelerin iç politik istikrarı da o kadar önem taşımaktadır.

Türkiye, enerji kaynakları son derece zengin olan ülkelerle sınır durumundadır. Dünya üzerindeki ispatlanmış petrol ve gaz rezervlerinin dörtte üçü Türkiye'nin çevresindedir. Doğalgaz ve petrol rezervi zengini olan Ortaasya ve Ortadoğu ülkeleri ile enerji ihtiyacı olan sanayileşmiş Batı ülkeleri arasında, Anadolu yarımadasının en güvenli koridor olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu da Türkiye'yi 21. yüzyılın "enerji koridorunun anahtarı" yapmaktadır. Doğal geçiş kapısı olma özelliğine sahip olması, ülkemize ekonomik daralmayı aşma fırsatını da sunmaktadır.
Osmanlı'nın mirasçısı olan Türkiye Kafkaslar'da istikrarı sağlayabilecek tek ülkedir. Bölgeyle olan etnik, dil ve kültürel bağları halen devam etmektedir ve Kafkas halkları da Osmanlı Nizamı'nın bölgede sağladığı güven ve huzur ortamına özlem duymaktadırlar. Bunların yanısıra Türkiye Cumhuriyeti topraklarında da çok ciddi rakamlarda Çeçen, Gürcü ve Abhaz asıllı vatandaşımızın yaşadığı düşünülecek olursa bölgedeki gerginliğin çözümünde Türkiye'nin çok aktif bir rol oynamasının gerekliliği daha iyi anlaşılır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Mayıs 2006       Mesaj #86
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Lafı hiç dolaştırmadan söylüyorum: Hafta içi yaşanan kanlı Danıştay saldırısı sonrasında yapılan bazı yayınlar, kelimenin tam anlamıyla bir fiyaskodur. İzninizle sebeplerini sıralayayım:

Araştırmacı gazetecilik nerede?
1) Medya her olayın önce aslıyla ilgilenmelidir sonra faslıyla. Olay nedir? Önce bu soru sorulur olayın fail(ler)i araştırılır, olayın örgütlü mü, münferit mi olduğuna bakılır, bizzat ya da dolaylı azmettiriciler mercek altına alınır... Oysa Türk medyası hain saldırının hemen ardından meseleye siyasî açıdan baktı ve hükmünü verdi. Daha ilk dakikalardan başlayarak “laikliğe yöneltilmiş saldırı” hükmünü verince, olayın hiçbir detayının önemi kalmıyor. Yargı mensuplarının duygusal açıklamalar içinde -hiçbir hukukî delile bakmaksızın- kanaatlerini söylemesine belki bir bir anlam vermek mümkün; ancak aslî görevi olayları araştırmak olan medya mensuplarına ne oluyor? Ne oluyor ki araştırmacı-soruşturmacı gazetecilik rafa kaldırılıyor, olay tamamıyla siyasî bir mecraya hatta husumet dolu bir hesaplaşmaya kayıyor?..
Bu seferki cinayet farklı
2) Uğursuz eller tarafından işlenen ve laik-anti laik çatışmasını kışkırtan silahlı eylem ilk defa yaşanmıyor bu ülkede. Yalnız bu sefer çok farklı! Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu cinayetlerinde olayın failleri olay esnasında yakalanamamıştı. O yüzden alçak saldırıların üzerinden sis perdesi bir türlü kaldırılamadı. Ancak, şükürler olsun ki, bu sefer katil kaçamadı. Medya ile ilgili; hatta yargı ve siyasetle ilgili, hayal kırıklığı da bu noktada başlıyor; bazı insanlar caninin kimliği, kullandığı silah, teknik takip sonucu elde edilen bilgiler vs. ile hiç mi hiç ilgilenmiyor. Neden? Gerçekten soruyorum neden? Çünkü biz gazetecilerin görevi menfur bir cinayet üzerinden kamuoyu oluşturmak, birilerini yıpratmak, birilerini yüceltmek, kamplaşmaya destek vermek değil! Ortada feci bir cinayet var; önce olayın bizzat kendisi ile ilgilenmemiz gerekir; aksi takdirde hadise başka bir mecraya kayar; nitekim kaymıştır...
Meslekî duyarsızlık
3) Bizim medya değil midir ki daha önce işlenen siyasî cinayetlerden bahsederken “hâlâ aydınlanamamış suikastlar” deyip efkâr dağıtan. Şimdi suçüstü yakalanmış caniyi iç sayfalarda üfürükten ayrıntılar arasına atmayı denemenin anlamı ne? “Gelin önce olayın kendisini çözelim; sonra bunun arkasındaki bütün güçlere karşı laik-anti laik demeden hep beraber mücadele edelim” denemiyor; bu durum sadece siyasî bir tehlike işareti değil, meslekî bir duyarsızlıktır... Bunun faturası 28 Şubat’tan daha ağır olur...
Canlı yayınlarda büyük hatalar
4) Umarım bu ülkenin üniversiteleri, en azından iletişim fakülteleri, araştırma gibi varlık nedenlerinden tamamen kopmamıştır da geçen hafta yaşanan canlı yayın faciasını masaya yatırma zahmetinde bulunur. Önce “iki ölü”, ardından “bir ölü”, daha sonra “hepsi ağır yaralı” şeklinde verilen bilgilerin sıcak habercilikle ilgisi yok. Haber kanalları böyle basit hatalara boyun eğmez; eğmemeli. Çünkü halk onları daha ciddi, daha haberci, daha gazeteci olarak görüyor ve daha çok güveniyor.
Kendin pişir kendin ye denemez ki
5) Haber kanallarının yanlışı sadece alelacele bilgi vermekten kaynaklanmıyor. Bir olayı hep aynı dünya görüşünden insanlarla açıklamak, gücünü çoğunluktan alan bazı haber kanalları için kötü bir imaja neden oldu. Bazı kanalların durumu daha da ilginç bir görüntü arz ediyordu. Aynı grubun gazete yöneticileri, çoğunluğu kendi kanallarında olmak suretiyle turnikeye girmişti adeta. Farklı isimler, farklı gazeteler ekrana yansıyor gibiydi; ancak aslî durum hiç de öyle değildi: Değişik mecralardan değişik isimler vasıtasıyla sınırlı bir görüşe yer veriliyordu ve maalesef o görüş kendi içinde kapalı devre bir söylem geliştirmişti; karşıt tezi dinlemeye bile tahammülleri yoktu...
Yayın yöneticileri bu kadar asabi olamaz
6) Olayın vahametini görmezden gelme hıyanete iştiraktir, başka bir şey değil; ancak böyle bir durumda yayıncı sorumluluğu soğukkanlı kalmayı mecbur kılar. Ne var ki menfur saldırı sonrasında bazı yöneticiler, fevkalade asabi, fevkalade agresif, fevkalade hırçın bir halet-i ruhiyenin içindeydi. Adeta “mesele budur, bunun ötesinde düşünmek hıyanet-i vataniyedir” diyecek bazıları. Vallahi hiç kimse kusura bakmasın; bu millet, sosyal çatışmayla sonuçlanan dolduruşlara vaktiyle çok geldi ve çok ağır faturalar ödedi. Daha önceki meçhul cinayetlerin arkasında karanlık güçler vardı; çok büyük bir ihtimalle aynı güçler Danıştay’ı kana buladı. Olayın aslını en ince ayrıntılarına kadar incelemek varken, meseleyi o meş’um aşiret kavgasına indirgemenin gazetecilik sorumluluğu ile uzaktan yakından ilgisi yok!
Cenaze törenine yaklaşım yanlış
7) Cenaze töreninde protestonun tadı kaçmıştır; bunun aksini iddia etmek, ideolojik bir körlüktür, başka bir şey değil. Devletin bakanlarına yapılan hakaret ve tartaklamaya varan kötü muamele sadece o insanlara oy verenleri değil, demokrasinin kendi değerlerini de rencide etmiştir. Sonra nedir o ölçüsüz öfke? Bu tür davranışlar sandığa gidildiğinde AK Parti’yi büyütür; halk cevabını nazik tepkilerle sandıkta verir. Hükümetin Danıştay’ın kabul edilemez başörtüsü kararını eleştirmesi öfkeye neden oldu diyelim; o zaman ANAP lideri Erkan Mumcu’ya, hatta son aylardaki ahvalinden hiçbir anlam çıkaramadığım CHP lideri Deniz Baykal’a ve diğer hükümet dışı insanlara gösterilen kaba protestonun anlamı ne? Olayın bir başka tarafı daha var: Siyasetçilerin tamamını yuhalayan kalabalık, askeri alkışlayarak bir başka mesaj vermeye de yelteniyor. Aslında anti demokratik bir tepki verirken kendini suçüstü yakalatmış oluyor. Bu ucuz numarayı Türk ordusunun yutmayacağı da bellidir; zira geçmişteki demokrasi düşmanları da TSK’yı alkışladı. Daha sonraki dönemlerde ordu düşmanlığı yapanlar da hep aynı zümreler olmuştur... Medya bu çarpıklığı da yakalayamadı; hatta bu karmaşık durumdan umut derlemeye kalktı, içten içe sevindi bazıları…
Bazı yazarların yazı miadı dolmuş
8) Açık söylüyorum; bazı köşe yazarlarının yazı miadı dolmuş. Olayların tamamına soğuk savaş döneminin parametreleriyle bakılabilir mi Allah aşkına! Her şeyi ideolojik bağnazlıkla değerlendiren, gazetecilik ile tetikçilik arasında hiç fark görmeyen insanların artık bu mesleği bırakması gerekiyor. Onlar mesleği bırakmazsa meslek onları bırakacak çünkü. Olayların aslını anlamak için gazeteciliğin âlâsını yapan -en azından yapmak için çırpınan- meslektaşlarını kendi önyargısına hizmet etmiyor diye aşağılamaya yeltenen adamı kamu vicdanına havale etmek gerekiyor; çünkü başkasına hakaretle bir yere gelen kişi, meslekî zekâsının dumura uğradığını fark etmese bile bilgi toplumunun bağrında yetişen yeni nesiller, artık önyargıyla dolu palavralar ya da servis edilmiş bilgi kırıntılarını değil, araştırılmış soruşturulmuş gerçekleri okumak istiyor. Artık halkı oyalamak eskisi kadar kolay olmayacak, bundan emin olun...
Geçen haftadan ders çıkarılmazsa...
Toparlayacak olursam; menfur Danıştay saldırısının üzerinden daha üç-beş gün geçince anlaşıldı ki işin içinde kirli işler var. Birileri Türkiye’yi karıştırmak istiyor. Bu meş’um amaç için kurulmuş çok sayıda çete var bu ülkede ve bu çetelerin ucu tahmin edilemeyecek yerlere kadar uzanıyor. Psikolojik harp teknikleriyle halkın bir bölümü, diğer bölümüne karşı kışkırtılıyor. Buradan sonuç alınamazsa bu kitlelere verilen roller değişir, bu sefer diğer bölüm kışkırtılır. Böyle bir döneme girildi. Medya bu olaydan kendi payına düşen ibret dersini almak zorunda.
Üzülerek belirtmek zorundayım ki; bazı medya kuruluşları kamuoyuna arz edilen çirkin senaryoyu gazetecilik tecessüsüyle sorgulayacağına, o senaryonun öngördüğü, hatta dayattığı rolü severek kabullendi. Vakit Gazetesi’nin Danıştay üyelerinin resmini basması elbette yanlıştı; en azından karanlık güçlerin kullanmasına müsaitti. Gazetenin o amaçla bunu yapmadığına inanıyorum; ancak bu korkunç riski görmeliydiler. Daha önceki yaşananlardan ders çıkarması gerekiyordu gazetenin. Çünkü siz o niyetle yapmasanız bile, birileri sizin verdiğiniz malzemeyi komplo için kullanabiliyor... Tam 28 Şubat’ta alınan yara sarılmaya çalışılırken medyanın yeniden anti demokratik bir ilişkiye girmesi herkese, en çok da medyaya zarar verir. İlk birkaç gün yapılan yayınların menfur saldırının arkasındaki karanlık emele hizmet edip etmediği bir kere daha düşünülmeli! Hiç olmazsa bu sefer şeytanın bacağı kırılmalı, medya oyuna gelmemeli... Görünen o ki, benzer provokasyonlar tekrarlanabilir. Medya bu kadar tezcanlı ve önyargılı olunca tahribat da büyük olur ve buna sebep olanlar tarih karşısında hesap veremeyecek hatalar yapıyor. Umarım bu fiyasko muhtemel komploları önleyecek bir tecrübeye dönüşür...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Mayıs 2006       Mesaj #87
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye yine “aşina” olunan bir sürece itiliyor. Bu sürecin asıl önemli tarafı ise toplumun belli bir kesiminin anında harekete geçmiş olması. Bir tür “laiklik gösterisinin” inşası olan bu türden eylemlerde rol alan aktörlerin irdelenmesi son derece önemli.

Özetle, karşımızda incelenmesi gereken “labaratorik bir olay” var. Özellikle basının büyük kesiminin tavrı ise tam bir içler acısı. Buna ek olarak devletin kimi kurumlarının da hemen bu olaydan “rant” elde etme çabasına girmesi, Türkiye’deki istikrarın çok hassas olduğu bir dönemde bu olayın vuku bulması, her an daha büyük bir depreme maruz kalabileceğini de gözler önüne seriyor. Bu süreci başlatanlar hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız halde “olayın” yeri ve olayın basın ve kimi kurumlar tarafından kullanılması, eylemlerin amaç ve hedefleri hakkında bize ciddi ipuçları veriyor.
Saldırıda asıl hedef AK Parti hükümeti...
Açıkça görünen şudur: Olayın hedefi laiklik değil, hedefi genelde demokrasi, özelde ise AK Parti’dir. Genel amaçtan özel amaca doğru bakıldığında, olaylara ilişkin hedeflenen kimi kurumların güç kaybetmesine neden olan demokratikleşmeyi laiklik adına geriletmek ve AK Parti hükümetinin “meşruiyetini” sorgulamaktır. Danıştay saldırısı sonrası gelişmelerde seçimle meşruiyet kuramayanlar “silah” ya da “korku”larla meşruiyet kurma çabasını yeniden eyleme dönüştürmüşlerdir. Tarihte “şeriat elden gidiyor!” diyerek isyan eden, Osmanlı Devleti’ndeki dönüşüme engel olmak isteyen “tutucu” kesimler, şimdilerde “laiklik elden gidiyor!” diye yarattıkları hezeyanla yeni Türkiye’nin dönüşümüne engel olmak istiyorlar. Kısacası, bugün ülkedeki ciddi dönüşümden rahatsız olan kesimlerin laiklik söylemiyle bu süreci sekteye uğratma çabaları devam ediyor. Tabii ki burada sorulması gereken soru şudur: Türkiye’de laiklik niçin bir gerilim alanıdır? Bu gerilimin tarihsel arka planında kimler vardır ve bugün bunun devamını sağlayanlar kimlerdir ve amaçları nedir?
Laiklik gitgide Türkiye’de kendine has bir özellik almaya başlamıştır. Bence bu kavram sosyoloji ve siyaset biliminde ele aldığımız “secularism” kavramından kayarak çok farklı bir ideolojiye dönüşmüş durumdadır. Bugün için Türk laikliğinin temel özelliği “güvenlikleştirilme”dir; bunun yanında laiklik “halka rağmen” bir azınlık rejimine ve bir siyasal “kimliğe” dönüşmüştür. Türkiye’de “laik/lik/çi” diye bir kimlik üretilmiştir. Amerika veya başka demokratik ülkelerde laiklik “dinsel kurumlarla devlet arasında bir duvar örülmesi” şeklinde algılanır. Ne din devlete, ne de devlet dine müdahale eder. Ama dindar insanlar yönetime katılır. Kimi dini söylemler hem kamu hem siyaset alanındaki tartışmalarda yerini bulur ve bu durum demokrasilerin de gereğini teşkil eder. Ülkemizdeki laiklik ise hem dini kamusal alandan kovar, hem de dini devletin ihtiyaçlarına uygun şekilde düzenler. Demokratikleşme süreciyle beraber hem dindar siyasetçilerin varlığı hem de laiklik anlayışının ‘din ve vicdan özgürlükleri’ şeklinde yorumlanması Türkiye’deki “laiklik rejimi”ne sorun yaratmıştır. Rejim ise dindar siyasetçileri ve söylemleri “illegalize” ederek çözüm bulmuştur. Bulunan çözüm ne yazık ki demokratik olmamış ve sandıkla gelen meşruiyet bu rejimin çözümünü etkisiz kılmış ve her zaman din ve vicdan özgürlüğü yönünde genişleme talepleri, rejim tarafından “güvenlik” sorunu haline getirilmiştir.
Laiklik üzerinden yürütülen iktidar savaşı
Anayasa ve diğer mahkemelerin laiklik yorumları son derece “sığ ve anti-demokratiktir”. Ortaya çıkan demokratik talepler, sürekli olarak rejimin “güvenliği” ekseninde ele alınmış ve demokratik oluşumlar rejim karşıtı hale getirilmiştir. Türkiye’deki siyasetin demokratikleşmesi ve düşünce özgürlüğünün gelişmesi için radikal ve uluslararası normlara uygun bir laiklik tanımı gerekmektedir. Dini kamusal alanda yasaklayan ve kamusal alanı “polisin olduğu her yer” şeklinde tanımlayan bir anlayış, gerilim üretmeye devam edecektir. Bugünkü bunalımlarımızın temelinde laikliğin, rejimin güvenlik ideolojisine dönüştürülmesi fikri vardır. Özellikle bu tür laiklik anlayışının koruyucusu olarak kendilerini ilan eden kimi kurumlar ne yazık ki halk nezdinde büyük bir meşruiyet bunalımı içindedirler. Daha kaygı verici olan ise ülke güvenliğinden sorumlu olan kurumların kendilerini rejim güvenliğinden mesul hissetmeleri; yine adalet dağıtmakla görevli olan yargının ise rejimin güvenliği adına son derece “politize” olmalarıdır. Yargı demokratikleşmenin ve özgür düşüncenin güvencesi değil, aksine kısıtlayıcısı olmuştur. Uluslararası alanda yapılan birçok çalışmada da Türk yargı sisteminin ‘niçin’ yasakçı olduğunun sebepleri irdelenmektedir. (Örneğin son iki yılda çıkan 4 bilimsel makale, Mısır ve Türkiye’de yargının rollerini karşılaştırmaktadır. Makalelerdeki temel soru şudur: Mısır’da yargı sistemi daha özgürlükçüyken, Türkiye’deki yargı neden daha yasakçıdır?) Ne yazık ki Türk yargı sistemi ciddi bir kriz içindedir. Yargı kendisini rejimin güvenliğinden sorumlu hissederek demokratik oluşum ve söylemleri “illegal” alana itmekte ve asli görevini yerine getirmemektedir. Bu durum uzun dönemli istikrar ve halkın devlete güveni açısından oldukça sorunludur. 28 Şubat sürecinde büyük bir meşruiyet kaybına uğrayan kurumların son derece dikkatli olmaları gerekmektedir.
Danıştay’daki eylemin asıl amacı demokratik oluşumu önlemekti. O kurşun Sayın Sezer’in açıklamasının tersine, laikliğe değil, demokrasiye ve AK Parti’ye sıkıldı. Ne yazık ki eylemciler, bütün devlet kurumlarını kendi eylem planlarına dahil ettiler. Burada komplo aramak doğru değildir. Asıl düşünülmesi gereken şudur: Devletin kurumları bu eylem planına katılmaya bu kadar mı “hazırdı”lar? Psikolojik bu “hazır” olmanın arkasındaki sosyo-siyasi anlam haritasını (cognitive map) iyi okumak gerekir. Toplumsal barışı bozmak isteyen eylemciler, kimi devlet kurumlarıyla hükümet arasındaki güven sorununu çok iyi okuyor ve bu kurumların laiklik adına eylem planlarına katılmaya “hazır” olduklarını çok iyi biliyor ve ona göre hareket ediyorlar. Kısacası, Türkiye’nin laiklik anlayışı sadece demokrasimiz için değil, ülke güvenliği için de bir “güvensizlik ideolojisine” dönüşmüştür. Laikliğin bu şekilde toplum-devlet; hükümet-yargı çekişmesine dönüştürülmesi belki de en önemli sorunumuzdur. Yapılması gereken, laiklik anlayışının gerilim alanı olmaktan çıkarılması ve laiklik kavramının ve uygulamalarının uluslararası normlara uygun hale getirilmesidir. Ancak, kimi devlet kurumları ve özellikle muhalefet bu olayı “ranta” çevirme çabalarında büyük bir prestij kaybına uğradı. En kötüsü de kimi komplocuların, bu kurumların ani çıkışlarına bakarak, bunları halka eylem planının birer parçası şeklinde göstermeleridir. Başta hükümet ve aklıselim düşünenler komplo teorilerine değil, akla ve doğrulara kulak vermelidir. Gerçek olan şudur ki, AK Parti bu olaydan “mazlum” ve “haklı” çıkmıştır.
Devlet kurumları birilerinin arka bahçesi mi? Sokaktaki gösterilere kimi devlet kurumlarının katılması ve olayı laiklik sorunsalına indirgemeleri o kurumların yıpranmasına ve geniş halk kitleleri nezdinde niyetlerinin sorgulanmasına neden olmuştur. 28 Şubat sürecinde büyük meşruiyet kaybeden Türk ordusunun sokağın sesine göre değil, ülkenin istikrarına göre hareket etmesi ise herkesin beklentisidir. Saldırı eylemcilerinin sadece kimi devlet kurumlarının değil, basının da kendi eylemlerine katılmaya “hazır” oldukları varsayımına göre plan yapmış olmaları, Türk basını açısından ciddi anlamda üzüntü vericidir. Basının büyük kısmı hâlâ ideolojik çerçeveden haber üretmek ve halkı yönlendirmek çabası içindedir. Bu hem demokrasinin hem de sivil toplumun güçlendirilmesi açısından son derece olumsuz bir gelişmedir. Sonuç itibarıyla Türkiye’deki istikrar laikliğin, demokratik söyleme göre yeniden yorumlanmasını zorunlu kılmaktadır. Laiklik savunuculuğunu kendilerine misyon edinen kurum ve kişilerin öncelikle kendi anlam haritalarını yenilemeleri gerekiyor.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
22 Mayıs 2006       Mesaj #88
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Ege Denizi ve Kıbrıs*


Ege:
Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi'nden kaynaklanan, birbirleriyle bağlantılı bir dizi sorun bulunmaktadır.
Türkiye, ortak bir deniz olan Ege'nin iki ülke arasında bir dostluk köprüsü oluşturması gerektiğine inanmaktadır.
Türkiye, bu anlayışla, Ege sorunlarının iyi niyetle, hakkaniyete uygun ve barışçı bir şekilde çözüme kavuşturulması amacıyla Yunanistan'a müteaddit kere diyalog çağrısında bulunmuş ve bu sorunlara bir bütün olarak müzakerelere dayalı kalıcı çözümler bulunması için çaba sarf etmiştir.
Ege Denizi, kendine özgü coğrafi özellikleri olan ve Türkiye ile Yunanistan için eşit stratejik, ekonomik ve siyasî önemi haiz yarı-kapalı bir denizdir. Bu temel özellikler, iki ülkenin Ege'deki çıkarları arasında hassas bir denge kurulmasını ve idamesini gerektirmektedir.
Türkiye ile Yunanistan arasında Ege'den kaynaklanan sorunlar;
- Karasularının genişliği,
- Kıta sahanlığının sınırlandırılması,
- FIR sorumluluğunun kötüye kullanılması başta olmak üzere hava sahasıyla ilgili sorunlar,
- Uluslar arası antlaşmaların hükümleri hilâfına Doğu Ege Adaları'nın silâhlandırılması,
- Ege'de Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan'a Devredilmemiş Coğrafi Formasyonlar (ada, adacık ve kayalıklar) ve Türkiye ve Yunanistan arasında Ege'de deniz sınırlarını belirleyen bir antlaşmanın mevcut olmamasıdır.
Türkiye, bu sorunların başta müzakere olmak üzere BM Şartının 33'ncü maddesinde kayıtlı, üzerinde karşılıklı olarak mutabık kalınacak barışçı çözüm yollarıyla çözümlenmesi taraftarıdır. Ege Denizi'nden kaynaklanan sorunlar, her iki ülke arasında çeşitli iş birliği alanlarında başlatılan diyalog sürecine dahil edilmemiştir. Bu sorunların, en kısa zamanda çözümlenmesi, bölgesel barış ve istikrarın güçlenmesine önemli bir katkı teşkil edecektir.
Kıbrıs:
Kıbrıs Adası iki farklı halkın; Kıbrıs'lı Türklerin ve Rumların ortak vatanıdır. Bugün Ada'da bu iki halkı temsil eden iki ayrı, eşit ve egemen devlet bulunmaktadır.
Kıbrıs Türk ve Rum halklarının Ada'nın iki eşit sahipleri oldukları ve bu iki halkın ayrı "Self Determination" haklarının bulunduğu, İngiltere Hükümeti tarafından da, Ada üzerindeki egemenliğini bırakmasından önce, 1956 ve 1958 yıllarında yapılan açıklamalarla açıkça kabul edilmiştir.
İngiltere'nin Kıbrıs'tan çekilmesi sonrasında, 1959 tarihli Londra ve Zürih, 1960 tarihli Garanti Antlaşmaları ile "Kıbrıs Cumhuriyeti"; Kıbrıs Türk ve Rum halkları tarafından bir ortaklık temelinde 1960 yılında kurulmuştur. Kıbrıslı Türk ve Rumların siyasî ve egemen eşitliğini, her iki halkın ortak yönetime eşit haklarla katılımını öngören bu ortaklık devleti uzun ömürlü olamamış, Ada'yı Yunanistan ile birleştirmek hedefi güden Kıbrıslı Rumlar tarafından, silâh zoruyla, 1963 yılında yıkılmıştır. Kıbrıs Türk Halkı, kurucusu olduğu devletin tüm organlarından ihraç edilmiş, Ada'daki Türkler, yıllar boyu acımasız saldırılara, katliamlara maruz kalmıştır.
Soruna çözüm bulunması amacıyla, 1964 yılından itibaren uluslar arası girişimler yapılmış ve Ada'da BM Barış Gücü konuşlandırılmıştır. 1968 yılında da Ada'daki iki taraf arasında BM gözetiminde görüşme süreci başlamıştır.
1974 yılında Kıbrıs'ın ilhak edilme girişiminde bulunulması üzerine Türkiye, kurucu anlaşmalardandoğan garantörlük hakkını kullanarak Ada'ya müdahale etmiş ve böylelikle Kıbrıs Türk Halkı'nın Ada'daki varlığını sürdürebilmesini sağlamıştır.
Geçen 36 yıl boyunca sürdürülen Kıbrıs sorununa çözüm arayışları halen bir sonuç vermemiştir.
Bunun ana nedenini, Kıbrıs'lı Rumların, 1963 yılında kendileri tarafından yıkılan "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin hâlâ varolduğu ve tüm Kıbrıs üzerinde egemenlik hakkı bulunduğu iddiaları oluşturmaktadır.
Oysa, 1963 yılında devlet organlarından dışlanmasıyla zaman içinde kendi öz yönetimini oluşturan Kıbrıs Türk Halkı; uluslar arası antlaşmalardan kaynaklanan temel hak ve statüsünü, siyasî eşitliğini, kendi kaderini tayin etme ve egemenlik haklarını korumuş, bilahare egemen iradesiyle, 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni kurmuştur.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)'nin 1990 yılında "Kıbrıs" adı altında Avrupa Birliğine yaptığı tek yanlı ve yerleşik hukuk kurallarına aykırı başvuru da soruna yeni bir olumsuz boyut getirmiştir. Bu başvuru sonrasında AB'nin aldığı, GKRY ile tam üyelik müzakerelerini başlatma kararı, Kıbrıs Rum tarafının uzlaşmaz tutumunu daha da kuvvetlendirmesine neden olmuştur. Bu durum, doğal olarak çözüm çabalarını güçleştirmektedir.
Hâlihazırda, Kıbrıs'ta kalıcı ve adil bir çözüm yolunda en mantıklı ve yapıcı yaklaşımı KKTC Cumhurbaşkanı tarafından 31 Ağustos 1998 tarihinde ortaya sunulan konfederasyon önerisi oluşturmaktadır. Zira, bu öneri, Ada'daki gerçekler doğrultusunda, egemen eşitlik temelinde, Ada'daki iki tarafı ortak bir çatı altında birleştirmekte ve 1959-1960 Antlaşmaları'nın dayalı olduğu iç ve dış dengelerin sürdürülmesini öngörmektedir.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
24 Mayıs 2006       Mesaj #89
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
BAŞARININ ANAHTARI SÜREKLİ EĞİTİM


Bilgili olmak, hızla değişen teknolojinin içinde olmak hem kurumları hem de bireylerin başarısı için son derece önemli bir unsur. Bilgiyi devamlı yenilemek ise hızlanarak değişen dünyaya ayak uydurabilmek için kritik öneme sahip. İnsanlar artık edindikleri mesleklerle yetinemiyorlar. Devamlı kulvar değiştirmek mecburiyetinde kalıyorlar. Kendi kulvarlarında kalanlar için de değişimi yakalamak vazgeçilmez bir zorunluluk... Artık hiçbirimiz ben şu konuda eğitildim, böyle devam ederim demek lüksüne sahip değil. Gelişen teknoloji ömrümüzü uzatıyor ve iş piyasasında daha uzun kalıyoruz. Yeni yetişen nesiller yeni bilgilerle donanmış geliyor ve amiyane tabiri ile “arkadan bastırıyorlar.” Kendimizi hep yenilemeye mahkumuz. Şirketler ise çalışanlarını eğitmek, tekrar tekrar eğitmek mecburiyetinde.
Sürekli eğitim bütün dünyanın gündeminde. Hatta, o kadar ki üniversiteler bu alana atılsınlar mı atılmasınlar mı diye önemli bir tartışma da başlamış durumda. Konuya karşı olanlar sürekli eğitimin üniversitenin esas işlevlerinden uzaklaşmasına neden olacağını ve getirisi ne olursa olsun uzak durulması gerektiğini ileri sürüyorlar. Üniversiteler sürekli eğitime sahip çıksın diyenler ise azalan devlet sübvansiyonları çerçevesinde sürekli eğitimi gelir açısından bir can simidi olarak görüyorlar. Konuya daha kavramsal bakanlar ise sürekli eğitimin değişen bir dünyada üniversitenin işlevleri arasında olduğunu, üniversitenin esas (core functions) işlevlerini aksatmayacağını, hatta üniversiteleri meslek okuluna dönüşmekten kurtaracağını ve dolayısı ile esas işlevlerini günün şartlarına daha rahatlıkla uydurabileceklerini ileri sürüyorlar. Kendi görüşüm bu sonuncu görüşe yakın. Tartışmanın neresinde olursanız olun kesin olan üniversitelerin ve diğer eğitim kurumlarının kendilerini bu duruma adapte etmekte pek esnek olamadıkları. Bu nedenledir ki özel sektör sürekli eğitim konusunda üniversite dışı çözümler üretmeye bütün dünyada başladı.

Batı Avrupa ve ABD ile karşılaştırıldığında sürekli eğitim ülkemiz için belki daha da önemli bir konu. Üniversitelerimiz ve yüksek eğitim sistemimiz her ne pahasına olursa olsun kabil olduğu kadar fazla gencimize bir diploma (nasıl olursa olsun, hangi diploma olursa olsun) verebilmek amacı üzerine kurulmuş. Bu nedenle sistem az eğitilmiş, yanlış eğitilmiş, istemediği iş alanlarında bulunan birçok genç üretiyor. Bu durumda tekrar eğitim söz konusu olduğu için ortaya çok önemli bir talep ve piyasa çıkıyor. Bu boşluk ya yüksek eğitim sistemi tarafından doldurulacak veyahut ta özel sektör veya uluslararası uzaktan eğitim sistemi kendi çözümlerini üretecektir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Mayıs 2006       Mesaj #90
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son üç yıldır, Amerikalı ve Türk yetkililerle uzmanlar Türk-Amerikan ilişkilerinde ardı arkası kesilmeyen yüksek nabız atışları ve harareti izleme gibi bir durum yaşadılar. Bunların büyük çoğunluğu hastanın sağlığı konusunda endişelendiler.

Endişelenmeliler de. Her iki ülkenin de birbirine yakın bir tarihi var ve güçlü ilişkileri sürdürmekte önemli çıkarları bulunmaktadır ve bu hususlar ilişkiler için mükemmel bir dayanak sağlıyor. Yine de, Türk-Amerikan ilişkileri son on yıldır sorunlu bir şekilde gelişti. Bunda en büyük pay, -Türkiye ve Birleşik Devletler de dahil- dünyanın radikal bir biçimde değişmesi ve kolayca başa çıkılamayacak zor belirsizlikleri ve meseleleri yaratmasındadır. Her iki ülke de meçhul sularda fırtınaya tutuldu. Bunlar: Irak ve İran’dır. Türkiye’de Amerika karşıtı duygular bir kez daha yaygınlaşıyor ve AK Parti’nin ezici çoğunluğuna rağmen iç politik durum çalkantılı. Son cinayetler politik yaşamdaki kutuplaşmayı ve harareti artırdı.
Türk ekonomisi iyi yolda, reformlar önemli!
Türkiye nihai olarak ekonomik bir dinamizm gösteriyor, IMF’ye ve ABD’ye daha az bağımlı ve yabancı yatırım ilk kez böylesine akmaya başladı. İç siyasi desiseler bu sürece nüfuz etmedikçe dinamizm devam etmeli. Politik açıdan, önemli reformlar yapılmaya devam ediliyor. Tüm bunlar Türkiye’nin güvenilirliğini artırıyor. Uluslararası açıdan, Türkiye enerji denkleminde ve dönüşüm geçiren Orta Asya’da önemli bir oyuncu haline dönüştü ve giderek artan şekilde Ortadoğu’yla ilgili meselelerin içine çekiliyor. Rusya ile ilişkileri zorluklarına rağmen hızla gelişiyor. En önemlisi, Türkiye’nin AB’ye üye olma hedefi enerjisini Avrupa ülkelerine doğru yöneltirken, artan ölçüde ABD’den uzaklaştırdı. Bununla birlikte, AB’deki düzensizlik ve Türkiye’nin üyeliği konusunda Avrupa halkındaki isteksizlik, üyelik yolundaki uzun gayretler ve hâlâ ihtiyaç duyulan bazı iç reformların yapılması konusunda Türkiye’de kayda değer bir gözden geçirmeye neden olabilir. Bu arada Amerikan dış politikası 11 Eylül’den sonra değişti, merkezini ve kaynaklarını terörizme karşı ve Ortadoğu’ya odakladı, böylece diğer bölgeler, müttefikleri ve uluslararası kurumlar üzerinde durmayı azalttı. Bunun sonuçlarından biri, Amerika üç yılın ve 300 milyar doların ardından kendini Irak sorunu içinde çırpınırken ve geçen hafta yeni bir hükümetin kurulmasına rağmen güvenlik sorununun aşılamadığı bir zeminde buldu. Aslında Irak, Türk-Amerikan ilişkilerinde büyük bir çatlak oluşturdu ve her iki taraf da bu zararı telafi etmeye çalışırken, Irak sorunu olduğu yerde durmaya devam ediyor. Her iki ülkenin de bir şekilde birleşik bir Irak’ın zuhur etmesinde büyük çıkarları bulunmaktadır, ancak bu, sonucun o doğrultuda olacağı anlamına gelmez. Aslında pek çok Türk gerçekte ABD’nin bu bölgede ve hatta Türkiye’de bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını istediğine inanıyor.
Türk laiklerden ABD’ye AKP baskısı...
Türkiye için Kuzey Irak’taki durum, Cumhuriyet’in doğuşundan beri hayati bir sorun olmayı sürdürüyor-Kürt nüfusunun geleceği. PKK’nın Türkiye’nin güneydoğusunda yeniden atağa geçmesiyle birlikte, Türk yetkililer giderek artan ölçüde halk desteğinden uzak bir savaşın ortasında diğer taleplerle çevrilen ve bu işe girişmek istemeyen Amerikan güçlerinin Kuzey Irak’taki PKK yuvalarını temizlemesi gerektiğine vurgu yapıyor. Amerikalılar PKK’yı yok etse bile, bu, Irak’taki fiili bir Kürt devletinin Türk Kürtleri üzerindeki psikolojik etkileri nedeniyle başka bir şekilde ortaya çıkan Kürt sorununu çözmeyecektir. Irak parçalara ayrılırsa, Türkiye Kuzey Irak’ta askerî yolla müdahil olma konusunda zor bir kararla karşı karşıya kalacaktır. Kısaca, Irak sorunu tatmin edici bir şekilde çözülünceye kadar, Türk-Amerikan ilişkileri ciddi bir riziko potansiyeli barındırmaktadır.
Yenice patlak veren, potansiyel açıdan büyük; ancak nerelere uzanacağı belirsiz bir İran sorunu, Türkiye-ABD ilişkilerini daha da sıkıntıya sokacaktır. Türkiye, İran’ın nükleer silah gücüne sahip olmamasını tercih ediyor. İran’ın elde etmesine izin verilirse, Türkler de Türkiye’nin de sahip olup olamayacağını sormaya başlayacaktır. Türkiye, ilk elde İran’a karşı caydırıcı yaptırım çabalarıyla yüz yüze gelecektir ki; bu da ciddi ekonomik ve iç politik sorunlar oluşturacaktır. Aynı zamanda, ABD’nin devasa sonuçları olacak bir hareketle İran’ın nükleer silah tesislerine saldırması gibi yüksek bir ihtimal bulunuyor ve muhtemelen Türk halkı bu olayı memnuniyetle karşılamayacaktır. İlişkilere yön verilmesini girift hale sokan bir diğer unsur da iki hükümetin birbirine karşı sıcak olmayışı ve birbirlerine karşı muğlak oluşu. Birbirleri ile temasta nispeten yeniler ve Irak savaşından bu yana güven tesis etmek zor olmuştu. AKP hükümeti daha ziyade Müslüman dünyası ile diplomasi hususuyla ilgileniyor ve pek çok Amerikan yetkilisine göre Bush’un Washington’undan ziyade Esad’ın Şam’ına daha yakınlar.
ABD, AKP’yi gözden çıkaramaz; çünkü...
Şubat ayındaki Hamas ziyareti, doğru ya da yanlış, Washington tarafından ters anlaşıldı. Pek çok Amerikalı muhafazakar, AKP hükümetinden dolayı düş kırıklığına uğradı ve Türkiye’nin yanlış bir yola girmesinden korkuyor. Bu arada göze çarpan bazı laik Türkler Washington’a geliyor ve AKP’nin altındaki halının bir şekilde çekilmesi gerektiğini ima ediyorlar. Her iki taraf da güçlü bir ilişki kurmak amacını taşıyor. ABD hâlâ, Batı’ya demirlenmiş güçlü demokratik bir Türkiye’nin hayati öneme sahip olduğuna inanıyor ve Türkiye’nin artan ekonomik sağlamlığının ve yükselen bölgesel nüfuzunun bölgenin istikrarına katkı sağlayabileceğini kabul ediyor. Demokratik, halkın oylarıyla seçilmiş, dinsel yönü olan, ABD’ye dost bir hükümet aynı zamanda İslam dünyasında demokrasinin geliştirilmesi gibi daha geniş küresel çabalarında ABD için çok daha hayati öneme haizdir. Türkiye için hiçbir ülke, içinde olduğu tehlikeli bölgede askerî üstünlüğü, dinamik ekonomisi, teknik ve bilimsel donanımlarıyla ABD’nin stratejik güvenilirliğinin yerini dolduramaz. Ancak siyaset de başını kaldırıyor. Türkiye’de politik sezon açıldı, hükümet birtakım baskılar altında ve ABD ilişkilerinin idaresi hususu iç politik mücadelede bir unsur olabilir.
Peki yapılacak şey nedir? Şu an, hiçbir şey Irak ve İran’daki belirsizliği azaltacağa benzemiyor. Her iki ülke için de yapacakları en iyi şey, görüş-alışveriş trafiğini sıklaştırmak, özellikle İran ve Irak konularında ve politikalarında tutarlı bir çizgi yakalamaya çalışmalılar; Türkiye durumunda özellikle halklarının eğitilmesi mevzuunda. Aynı zamanda gereksiz yıpranmalardan kaçınmak, Orta Asya’dan enerjiye, Rusya’ya ve Afganistan’a kadar ilişkilerimizde olumlu unsurları geliştirmeli ve bunlara vurgu yapmalıyız. Amerikalılar, Irak’taki PKK konusunda daha fazla şey yapabilir, Kıbrıslı Türklere yardım için yeni yollar bulabilir ve iç politik değişime hassas olan bir ekonominin altını kazacak olaylardan kaçınabilir. Türkiye’nin, gerçek bilgi alışverişleri yapılmadan Hamas benzeri diğer çabalardan kaçınması iyi olacaktır. Ancak üst düzey insanların Türk-Amerikan ilişkilerinde deneme yılı olacağa benzeyen süreçten el çekilmemesinden emin olunmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Körfez Savaşı’na sebep olan Irak’ın Kuveyt işgalinde, dönemin Dışişleri Bakanı James Baker, dokuz ay içinde Türkiye’yi tam beş kez ziyaret etmişti.
Amerika’nın Türkiye eski Büyükelçisi

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap