Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 13

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.775 Cevap: 211
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #121
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
M.A.Erbil Ve Beşinci Kol Faaliyetleri

Sponsorlu Bağlantılar
Beşinci kol; “Ajanlık, casusluk, psikolojik savaş gibi faaliyetlerdir”. Klasik düzende ordular dört kol halinde yürüdükleri için, bir toplumu içten çökertmeye yönelik faaliyetlere "beşinci kol" denmektedir.

Beşinci kol (fifth column); “ellerindeki her türlü araca başvurarak bir ulusun dayanışmasını ve bütünlüğünü yok etmeye çalışan yıkıcı hareketlerdir”. Ülkelerin ve toplumların bünyesinin silahsız yöntemlerle zayıflatılarak kontrol edilmesini çöküntüye uğratılmasını hedefler. Nazi Almanya’sı ve Sovyetler Birliği tarafından yoğun olarak kullanılmıştır. Günümüzde ABD’nin, “Açık Toplum Enstitüsü” gibi kuruluşlar üzerinden “beşinci kol faaliyetleri” uyguladığı, hedef ülkeleri sivil toplum örgütleri, gazeteler televizyon kanalları, siyasi partiler kanalıyla yapısal değişimlere hazırladığı bilinmektedir.

“Beşinci Kol faaliyetleri önce ruhunu, sonra bedenini çürütme faaliyetleridir. Aile içinde kavga çıkarır. Fikir farklılıklarını çatışmaya dönüştürür. Şantaj kullanır, dedikodu çıkarır, filmler, kumar, fuhuş, içki düşkünlüğü gibi konuları kullanır”

Ülkemizde son yıllarda toplumu yozlaştırmaya dönük eylem ve organizasyonlarda ciddi artış vardır. Milletin ruhunu teslim almaya, bünyesini çürütmeye yönelik tehditler yoğunlaşmıştır. Ahlaki normlarımızı, aile yapımızı ve kültürel kodlarımızı yıkmaya matuf saldırılar, tecavüzler had safhadadır. Üstelik bu ahlaksızlıklar ve terbiyesizlikler “özgürlük”, “medenilik”, “modernleşme” adına savunulmakta; bu türlü pespayeliklere itiraz edenler “geri kafalı”, “irticacı” olmakla itham edilerek psikolojik baskı altına alınmaktadır.
Beşinci kol faaliyetlerinin Truva atı, en önemli aracı medyadır. Ülkemizdeki basın yayın organları aile yapısını bozan, ahlak anlayışını erozyona uğratan, gençleri kötü alışkanlıklara özendiren yayınlarda yarış halindedirler. Türk toplum yapısında yeri olmayan insan tipleri, aile modelleri ve sosyal ilişkiler medya tarafından idolleştirilmektedir. Dizilerde ve reklâmlarda verilen “tip”ler ortalama Anadolu insanının ne fizyolojik, ne ekonomik, ne de kültürel özelliklerini taşımaktadır. Ekranlar toplumu yozlaştırmaya dönük kurgularla doludur. Türk medyasında dürüst, çalışkan insanlara ve adalet, fazilet duygularını besleyen yayınlara nadiren rastlarsınız. Kolay kazanma, kısa yoldan şöhret olma, cinsellik medyamızın pazarladığı en muteber mamullerdir. Bu durum arabesk kültürünü ve garibanizmi körüklemektedir.

Türkiye’de yaşanan kepazelikler sıradan ahlaksızlıklar olarak düşünülmemelidir. Bu tür faaliyetler toplumu dejenerasyon çabalardır. Şöhret budalası zavallı insanlar ekranlara taşınmakta, malzeme olarak kullanılmakta, basın da bu tür faaliyetleri yönlendirmektedir. Hamakatından veya şöhret sevdasından dolayı istismar edilenler yanında birileri hedefli ve maksatlı bu işeri organize etmektedir. Manken ajansları, güzellik yarışmaları gibi gençlerin takıldıkları ağların irdelenmesi ve işlevlerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir. Sadece aktüel tarafları ele alınan infiallerin, intiharların, dramların sosyologlarca ve bilim adamlarınca incelenmesi gerekmektedir.

Son yıllarda gençliği deforme etme, toplumu atomize etme faaliyetleri hızlanmıştır. RTÜK’ün tedbirleri sevindirici ise de bu tür problemlere “bir devlet politikası” geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Konu gündeme geldiğinde “kadın hakları istismarcıları”, kişisel özgürlük diye ortaya atılan “ruh katilleri” hemen meydana çıkacaktır. Böyle durumlarda ciyak ciyak bağıranlara, ortalığa vaveyla salanlara dikkat edin. Bunlar ülkemizde beşinci kol faaliyeti yapanların beyni değilse bile kullandıkları elleri, ayaklarıdır. Demokrasi, özgürlük liberallik gibi argümanları toplumları çürütmek için kendilerine kalkan yaparlar. Demokrasi genç kızların iğfaline, uyuşturucu pazarlamaya, alkolizme, pornografiye müsaitse demokrasidir bunlar için. İtiraz edenleri hangi devirde yaşıyoruz? bu ne kafa? diye haşlamaktan da geri kalmazlar.

Son yıllarda Batı dahil bütün insanlık cinsellik, pornografi, uyuşturucu, alkolizm gibi toplumları kanser eden organize beşinci kol faaliyetlerine muhataptır.
Türkiye’de ve dünyada “bunları kim organize eder? Böyle saçma şey mi olur ?” Diye aklınıza gelebilir.
İnsanlığı çürüten beşinci kol faaliyetlerini yürütenler; kendilerini insanlığın efendisi, bütün insanları kendilerine hizmetle mükellef köleler olarak görenlerdir.....

Hep övündüğümüz sağlam aile yapımız ve toplumumuz büyük bir saldırıyla karşı karşıyadır. Cinsellik, uyuşturucu, alkolizm toplumun temellerini kemirmektedir. Ahlak ilkeleri ve değer yargıları bombardıman altındadır.
Ekranlarda M. Ali Erbil’in “don indirmesi”, Hülya Avşar’ın “popo pançaklaması”, beşinci kol faaliyetimidir tartışılabilir. Ancak toplumun değer yargılarına, ahlak anlayışına saldırı olduğu muhakkaktır.
Duyarlı bütün vatandaşlarımızın bu tür saldırılara demokratik tepki vermesi bir toplumsal görevdir.

GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #122
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
k guclu
ÖSS, Gürüz ve karneler
Sponsorlu Bağlantılar

Milyonlarca gencin ve milyonlarca ailenin kâbusu haline gelen ÖSS dün gerçekleşti. İki aşamalı ÖSS, ilk kez uygulandığı için sürprizler vardı. Özellikle bilgiye dayalı ikinci bölüm soruları, adayları çok zorladı. Eski mezunların pek çoğu tam anlamıyla şoke oldu.
Her yıl olduğu gibi, yine çok sayıda tartışmalı soru var. Hemen her kafadan bir ses çıkıyor. İptal olur mu? Olursa kaç soru iptal edilir ve bu durum adayları nasıl etkiler?
İşte bu soruların cevabını, bu konudaki en yetkin isim ve karar verici olan ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan'dan aldık.
Prof. Yarımağan'a göre, iptali gerektiren bir durum yok. Belki bir Kimya sorusu. O kadar. Ama ona da incelendikten sonra karar verilecekmiş.
Peki onca gürültü niye kopuyor? Bu konuda, testlerle yatıp testlerle kalkanları sorumlu tutuyor. Öğrencilerin kafasını karıştıran onlar diyor.
ÖSYM Başkanı Prof. Yarımağan'nın bu konudaki değerlendirmesi şöyle:
"Her soru birkaç kez gözden geçiyor. Her defasında farklı uzmanlar inceliyor. Ama yine de gözden kaçan bir şeyler olabilir. Daha önce de iptaller olmadı mı? Oldu. Ama bilimsel yanlışlar ve hatadan çok, algılamada ortaya çıkan eksiklerden kaynaklandı. Bu yılki sorularda şu an için iptali gerektiren bir yanlışlık görülmüyor. Ama her uyarıyı dikkate alıyoruz. Tartışmalı tüm sorular uzmanlar tarafından yeniden incelenecek ve duruma göre gereken yapılacak..."

Gürüz bir âlem!
Önce akşam Habertürk'te Melih Meriç'in konuğuyduk. Basın Kulübü'nde biz gazetecilerin karşısında YÖK eski başkanı Kemal Gürüz vardı.
Gürüz'ü 20 yıldır tanırım. Daha doğrusu tanıdığımı sanırdım. Ama programda gördüm ki, onu tanımak için daha bir 20 yılın geçmesi gerekiyor.
Hele hele Cumhurbaşkanı Sezer ile ilgili anlattıkları, beni şoke etmeye yetti de arttı.
YÖK başkanıyken, Sezer'in cumhurbaşkanı seçilmemesi için kampanya yapmış. "Onu o koltukta görmemek için elimden geleni yaptım ama yine de seçildi. Çok çalıştım ama olmadı" diyor.
Bir YÖK başkanı nasıl böyle açıktan açığa cumhurbaşkanlığı seçiminde taraf olabilir ki? Hadi oldu, bunu canlı yayında göğsünü gere gere nasıl anlatabilir ki? Şimdi Gürüz'ün bu ifşaatlarını dinledikten sonra, Sezer'in Gürüz'e, YÖK'e ve üniversitelere karşı neden bu kadar mesafeli olduğu çok daha net anlaşılabiliyor.
Fener Rum Patriği Bartholomeos ile yaptığı Ruhban Okulu pazarlığı da ilginçti. "İstanbul Üniversitesi'ne bağlanması konusunda anlaşmıştık. Demirel gidince o işte ortada kaldı." Yani Sezer bozdu demeye getirdi.
Gürüz bu, her şeyi der. YÖK'ü eleştirdim diye beni defalarca mahkemeye verdi. Ama dün kendisi başta Çankaya, hükümet, YÖK, ÖSYM, siyasi partiler, önüne kim çıkarsa verdi veriştirdi. Hem de ne eleştiri!
At gözlüklerini çıkardı sanmıştım. Ama sanki değişen hiçbir şey yok. Oysa dünyanın en sevimli insanlarından biri. Bir de şu takıntıları olmasa!..
Oyunu da CHP'ye verecekmiş. Hayırlı olsun...

Hoş geldin tatil!
Okullar kapanalı haftalar oldu. Ama resmi kapanış dün gerçekleşti. Bakanlık aklınca karneleri dün vererek yasal süreyi doldurdu. Oysa okullarda mayıs sonundan itibaren ders yapılmadığını sağır sultan bile duydu.
Öğrencilere yaz tatili boyunca bol bol kitap okumalarını öneriyoruz. Özellikle de OKS ve ÖSS gibi giriş sınavına girecek olanlar, kitap, gazete, dergi ne bulurlarsa okusunlar. Bol bol da bulmaca çözsünler. Sınavlar için iyi egzersiz oluyor.
Velilere gelince, kötü karnelere hiç kızmayın. Bu bir anlamda sizin de karneniz. Yıl boyunca ne ektiyseniz, onu biçtiniz...
Özetin özeti: Ağustosta not yükseltme sınavına girecek olanlar, birkaç hafta dinlendikten sonra yeniden dersbaşı yapsınlar. Yoksa telafisi güç olur...
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
22 Haziran 2006       Mesaj #123
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
k cetiner

İranlı kadınların cenneti
c
İran'ın Rıza Şah dönemi başvekillerinden biri Tahran sarayında bir davet sırasında Büyükelçimizle sohbet ederken... Türkçe şöyle söylüyor:
- Bizim İran ilginç ülkedir. Devlet davetlerinde işler Farsça yürür, Farsça konuşulur. Yazışmalar Arapçadır. Ama gelin görün ki, evlerde Türkçe konuşulur!..
İran'a birkaç kez gittim. Ben de aynı durumu gördüm. Tahran'ın, Tebriz'in ve diğer büyük şehirlerin orta sınıf ve üst sınıf insanları genellikle Türk asıllıydı veya evliliklerle karışmış ama konuşma dilini kaybetmemişti.
Kraliçe Süreyya ve sonra Kraliçe Diba Azeri Türk kökenliydiler. Tam anlamıyla konuşmasalar bile, biraz zorlayınca dillerinin çözüldüğünü bizzat görmüşümdür.

Bilerek konuşmayanlar

Bir gün polisin takibinden kaçarak Tahran'dan uçakla Tebriz'e gitmiştim. Ünlü Kapalıçarşı'da dolaşıyorum, sanki İstanbul'da bizim Kapalıçarşı'da gibiyim.Tüm esnaf, alıcı, satıcı herkes, Azeri lehçesiyle ne de tatlı Türkçe konuşuyordu.
Ama birtakım İranlılar vardır... Türkiye'yi anlar, konuşur, bir şey sorarsanız "Bilmiyorum" der ki, bu da malum "küçüklük kompleksi"!

Türkiye cennetin kapısı

Şimdi bakıyorum, Türkiye İranlılar, özellikle İranlı kadınlar için cennetin kapısı. Bu yıl 500 bin turist gelecekmiş İran'dan.
Çoğu kadındır herhalde. İran'da rahatça paralarını harcayacak giyim zevkini gösterecek yer yok gibi. Ama Türkiye'de var ve Türkiye en yakın kapı. Antalya, İstanbul, Bodrum Avrupa'nın tatil köşelerinden defalarca daha eğlenceli, konforlu.
İran'da başını ört, saçını kapat baskısından kurtulup, mayolarını giyip bu hanımlar da erkekler gibi niçin denizden yararlanmasınlar?
Bu aynı zamanda kadının güçlü erkeğin baskısına karşı patlamasıdır!

Çarşaftan bikiniye

Yalnız İran değil, Ortadoğu ülkelerinin hepsinde aynı kaynaşma var. Suudi Arabistan'da da. Ama örtbas edilmeye çalışıyorlar.
Ülkelerinden ayrılıp geziye giden çarşaflı prenseslerin, uçağa girer girmez nasıl soyunduklarını, Arap prenslerinin kafayı nasıl çektiklerini bilmeyen mi var?
İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı "İsterseniz İran'da başınızı açabilirsiniz" demiş gazeteci Elif Korap'a.
Kadınların saçlarını, yüzlerini ortaya çıkarabilmek için otoriteyi zorladıkları belli. Ama hangi aktüalite filminde başı açık İranlı kadın gördünüz?
Cumhurbaşkanı izin verse bile, Mao'nun kızıl muhalifleri gibi mollalar kim bilir nasıl parçalar bu kadınları?
Burada Türk basınına düşen milli bir görev var. İranlı hanımları mayolu fotoğraf çekmeye zorlamasınlar, kalkışmasınlar... Her türlü çıkarımıza aykırı bir hareket olur bu!
Hem de İranlı hanımlara yazık. Başlarına ne geleceğini kimse kestiremez. 500 bin turist sıfıra iner.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Haziran 2006       Mesaj #124
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Özgüveni olmayan toplumların çoğu zaman seyretmekle yetindikleri hayatlarını düzenlemek üzere kurtarıcı beklemeleri bilinen bir olgu.

Ama insan bu kavruk toplumların da, hiç olmazsa yaşadıkları tarihsel deneyimin ardından bir miktar olgunlaşmalarını, kendilerine daha kritik bir gözle bakmalarını ve yeni bir kurtarıcı beklemektense niye kurtarıcı bekler halde olduklarını düşünmelerini bekliyor. Aslında Türkiye toplumu bu eşiği çoktan geçti. Artık halkın büyük bölümünde her türlü kurtarıcıya karşı kuşkulu bir bakış olduğu gibi, tarihsel şahsiyetlerin de çok daha soğukkanlı bir eda ile algılandığını görüyoruz. İşin ilginç yanı toplumun bu zihinsel açılımından rahatsız olanlar var... Kendilerini geriye itilmiş, alan kaybetmiş hisseden; devletçiliği ideolojik bakışlarının merkezi haline getirmiş olan ve giderek ruhsal olarak da kabalaşan bir ‘elit’in bugünlerde yeniden kurtarıcı arayışı içinde olduğuna tanık oluyoruz. Bunda şaşırtıcı bir yan yok... Çünkü kurtarıcılar, her ne kadar ‘toplum’ ve ‘ülke’ adına işler yapsalar da; toplumsal dokunun doğal olarak ürettiği siyaset alanını ister istemez tahrip eder; bu alanı daraltıp belirli bir zümrenin eline verirken siyaseti de tekelleştirirler. Çünkü kurtarıcılar kendi kurtarıcılıklarına fazlaca inandıkları ölçüde, toplum için neyin iyi ve doğru olduğunu da bildiklerini düşünür ve kendi çevrelerindeki az sayıda insanın ülkeyi temsil ettiğini sanırlar.
Gerçekte kurtarıcıların toplumun çeperinde kalmış ‘elit’ açısından çekiciliği de burada: Kurtarıcıların etrafındaki grubun üyesi haline gelerek kişisel kariyer elde etmek mümkün olduğu gibi, toplumun geniş kesimlerini siyaset dışına itmek de bu sayede gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla kurtarıcı ihtiyacı ne zaman nüksederse, bilin ki ‘devletin şu veya bu niteliğine’ tehdit oluşturduğu söylenen tehlikenin ardında, asıl mesele demokrasiden rahatsız olan kesimlerin varlığıdır... Nitekim bugün de Cumhurbaşkanı Sezer’in etrafında gündeme gelen ‘üçüncü adam’ tartışması aynı otoriter zihniyetin magazinel bir üslupla siyasete yansımasından başka bir şey değil. Fikri sorulan malum zevata bakılırsa Sezer ‘laik demokratik cumhuriyetin savunucusu’ hatta ‘sahibi’ olduğu için bu sıfatı hak ediyor olsa da, böyle adlandırılması pek yakışık almazmış... Kritik nokta hemen herkesin ‘üçüncü adam’lığı bir iltifat olarak görmesinde. Oysa bir demokrat için bunun pek de onur duyulacak bir unvan olmadığı açık.
Nitekim yıllar önce ‘tek adam’ ve ‘ikinci adam’ sıfatlarını başlığa taşıyarak Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün biyografilerini yazan Şevket Süreyya Aydemir, kullandığı metaforun ardındaki gri alanın farkındaydı. Çünkü bu tabirler kitaplarda hem söz konusu kişinin ülke siyaseti açısından yerine, hem de siyaset yapma usulü açısından kişinin karakter özelliklerine gönderme yapıyordu. Mustafa Kemal siyaseti tümüyle kendi iradesi altına almış, yönettiği bürokratik hiyerarşinin tek hakimi olarak kendini tescil ettirmiş, bu hiyerarşiyi ‘toplumsallaştırarak’ ekonomik ve sosyal alanı da elitize etmişti. Ama aynı zamanda arkadaşlarıyla ilişkisinde ve tüm karar alma süreçlerinde fırsatçı bir yaklaşım kullanmaktan kaçınmamış, otoritesini paylaşmamaya özen göstermişti. İnönü ise sadece siyasetin arka alanında gezinen, konjonktürün imkanlarını kollayan biri değil; aynı zamanda siyasi dizginlere belirli bir mesafeden hakim olmayı, kişisel risk almamayı seçen bir karakterdi... Bu arka plan önünde herhalde ‘üçüncü adam’ olacak kişinin de sırasını bekleyen, ilkeli davranışların maliyetini bilen, sönük ve silik bir görev adamı olması beklenir. Bilemiyorum Sezer böyle biri mi? Ama eğer öyle görenler varsa söz konusu sıfatı kullanabilirler...

ETYEN MAHÇUPYAN
Zaman Gazetesi Köşe Yazarı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Haziran 2006       Mesaj #125
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Demokratik cumhuriyet fikrinden ziyade totaliter cumhuriyet fikrine yakın duran çevreler, bazı tezleri mütemadiyen tekrar ediyorlar. Olabildiğince çok tekrarın tezlerini doğru hâle getireceğini veya onlara itiraz edilmesini imkânsızlaştıracağını sanmaları bunun baş sebebi olsa gerek.

Basitleştirilmiş ve bilinçaltına işleyecek şekilde formüle edilmiş propaganda esasen totaliter sistemlerin propaganda yöntemidir. Totaliter propaganda, hap hâline getirilmiş fikirlerin basit ifadelerle devamlı olarak tekrarına ve fikirlerin temsil ettiği şeylere karşı tehdit teşkil ettiği ileri sürülen bir düşman yaratılmasına dayanır. Türkiye’deki cumhuriyetçi propagandanın, siyaset psikolojisi açısından bir analize tabi tutulursa, birçok bakımdan totaliter özelliklere sahip olduğu kolayca tespit edilecektir.
Ne var ki, totaliter propaganda tarzı uzun vadede kendi kendini tahribe yol açacak özellikleri de bünyesinde taşır. Devamlı tekrar, beyin yıkamayı ancak geçici bir süre için başarabilir. Zaman ilerledikçe etkili olması ve işe yaraması için propagandanın dozu mecburen artırılır. Bu, ufak miktarlarla uyuşturucu kullanmaya başlayan kimsenin tatmin olmak için her seferinde daha fazla uyuşturucuya ihtiyaç duymasına benzer. Ancak, propaganda sınır tanımaz ve her anı işgal eder şekilde yoğunlaştıkça, genişleyip derinleştikçe, insanlar söylenenlerin hayatın gerçekleriyle çakışmadığını, ilgi alanlarıyla sınırlı da olsa, anlar. Sonunda, propagandayı ciddiye almamaya başlar. Propagandanın şifrelerini çözücü yol ve yöntemler geliştirir. Meselâ, söylenenleri tersinden okur, propaganda malzemesine sıradan bir gürültü veya görüntü muamelesi yapar. Yirminci yüzyılın totaliter rejimlerinde olan buydu. Türkiye’de totaliter cumhuriyet propagandası sahasında olmakta olan da önemli ölçüde budur.
Cumhuriyetin kurucusu da sahibi de halktır
Türkiye’deki propaganda mekanizması taklit ettiği totaliter sistemlerdeki kadar gelişmiş ve incelmiş olmamakla beraber, ülkenin egemen cumhuriyet söylemi ve bu söylemi çeşitli unsurlarıyla halka taşımada kullanılan yol ve yöntemler ve bu esnada sergilenen tarzlar totaliter sistemlerdekilere birçok bakımdan benzemektedir. Ancak, ülkemizde hem totaliter propagandanın komikliğe ve toplumu terörize etmeye varacak ölçüde abartılması hem de açık toplum alanının klasik totaliter sistemdekilere göre daha geniş olması sayesinde insanlar totaliter propagandanın pompaladığı bilgi ve görüşlere teslim olmamakta, onları devamlı sorgulamakta ve alternatif kaynaklardan edinilen bilgi ve görüşlerle karşılaştırmakta ve test etmektedir. Bu yüzden, totaliter cumhuriyetçiler, bütün çabalarına rağmen, toplumu arzu ettikleri ölçüde manipüle edememekte, beyinleri tam olarak ve geri dönüşü olmayacak şekilde yıkayamamaktadır. Bu başarısızlık onları çok öfkelendirmekte ve propagandayı koyulaştırmaya itmektedir. Sonuçta totaliter cumhuriyetçiler fasit bir dairenin içinde dolanıp durmaktadır.
Türkiye’deki totaliter cumhuriyetçi propagandanın kodlarını çözmek için önce tarihle sonra egemen cumhuriyet fikriyle ilgili bazı yanlışları düzelterek işe başlamak gerekmektedir. İlkiyle ilgili olarak söylenmesi gerekenler şunlardır: Türkiye Cumhuriyeti’ni ordu değil, sivillerden-politikacılardan müteşekkil TBMM kurmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi de cumhuriyetin kurucusu değildir. Tersine, erken cumhuriyetteki totaliterleşme eğilimlerinin ve niyetlerinin bir sonucu olarak CHP kurulmuştur. Bu partinin bir devlet partisi olarak görülmesinin sebebi de budur. O, dönemin tek particilik ruhuna uygun şekilde, siyasî gücü tekel altında tutmanın ve toplumu dönüştürmenin aracı olarak tesis edildi. Ortaya, klasik anlamda bir parti olarak değil, toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz edecek, partiyle devleti aynılaştıracak, egemen kesim içinde elit dolaşımını sağlayacak bir ağ olarak çıktı. Bu yüzden, CHP, aynen iki cumhuriyetin kavgası gibi, kendi içinde kavgalı bir partidir. Bir yanda totaliter dönemin mirasını demokrasi çağında yaşatmaya çalışan CHP ve diğer yanda demokratik kurallara uymaya ve gerçek bir demokratik siyasal parti olmaya çalışan CHP. Bu parti 1946-50 sürecinde ve bir ara Ecevit’in liderliğinde totaliter yanını, tamamen tasfiye edemese bile, bastırma çabasına girmiş; ancak tam manasıyla muvaffak olamamıştır. Şimdi de parti lideri Baykal, CHP’nin demokratik yüzünün kuvvetlendireceğine dair emareler vermektedir. Ancak, bu hususta iyimser olmak için henüz vakit çok erkendir.
Cumhuriyet fikriyle ilgili olarak ise şu noktaların altı çizilmelidir: Cumhuriyet, rejim türleri arasında bir türdür, Tanrısal bir yaratık, vazgeçilmez bir tarz, hiçbir zaman hata yapmayacak bir kavrayış değildir. İnsanî gelişme cumhuriyetle zirveye varmış ve adeta noktalanmış gibi konuşmak ve yazmak insanî birikimin zenginliğinden ve gelişim sürecinden haberdar olmayışın işaretidir. Tarihte cumhuriyetlere atfedilebilecek iyi şeyler de olmuştur, kötü şeyler de. En kötü despotizmlerin bazıları, gerek uzak geçmişte gerekse 20. yüzyılda, cumhuriyet rejimleri adına, cumhuriyet rejimleri tarafından yapılmıştır. Her dönem ve her yer için insan haklarıyla, günümüzde demokrasiyle harmanlanmayan cumhuriyet tatbikatları, hem mahallî hem evrensel ölçekte insanlara çok zarar vermiştir. Esasen, yalnız başına bırakılmış cumhuriyet fikrinde gayri medenî bir nüve vardır. Cumhuriyet bir ideal vatandaş (erdemli insan) nosyonu etrafında kaba zoru (polis-ordu) ve kurumsallaştırılmış ince zoru (mecburî, merkeziyetçi eğitim) kullanarak insanları tek tipleştirme peşinde koşar. Nasıl temellendirilirse temellendirilsin, tek tipleştirme amacı gayri meşrudur ve tek tipleştirme çabalarının yolunu kesecek şekilde insan hak ve özgürlüklerini peşinen saygı göstermeyen ve bu hak ve özgürlüklerle sınırlandırılmaya razı olmayan hiçbir cumhuriyet tercihe ve saygıya layık olamaz.
İkinci olarak, bizim cumhuriyetimize övgünün aşırı abartıldığının altı çizilmelidir. Bizdeki cumhuriyetçi propaganda sanki Türkiye Cumhuriyeti insanlık tarihinde kurulan ilk cumhuriyetmiş ve kendi tarihimizde de cumhuriyetin kurulmasından önce beş para eder bir şey yokmuş havasını basmaktadır. Oysa, Türkiye’nin cumhuriyeti gelmiş geçmiş birçok cumhuriyet arasında bir cumhuriyettir. Ne eşsizdir ne de biriciktir. Üstelik, bu sayfalarda daha önce yayımlanan yazılarımda vurguladığım gibi, 80 küsur yıllık tarihi bir bütün değildir, birbirini nakzeden iki döneme ayrılmaktadır.
Abartılı cumhuriyet propagandası doğası gereği cumhuriyeti bir araç olmaktan çıkarmış, bir amaç hâline getirmiştir. Ne yazık ki bu, Türkiye’de başka alanlarda da vuku bulan bir şeydir. Demokrasi de, laiklik de, din de bir araç olmaktan uzaklaştırılıp amaç hâline getirilmekte ve onlar insana hizmet edeceklerine insanlar onların aracı, hizmetkârı durumuna düşürülmektedir. Bunun neticesi, elbette, bazen yozlaşma bazen de baskıcılık olmaktadır.
Üçüncü nokta, Türkiye’de mütemadiyen cumhuriyetin bitmez tükenmez bir tehdit ve tehlike altında olduğu propagandasının yapılmasına rağmen, ciddî bir tehlikenin ve tehdidin mevcut olmamasıdır. Türkiye’de cumhuriyet fikrine ve cumhuriyet rejimine karşı çıkan kişi ve gruplar, bildiğim kadarıyla pek yoktur. Keşke olsaydı, olabilseydi, olmasına müsaade edilseydi; meselâ, cumhuriyet rejimi yerine anayasal monarşiyi savunanlar bulunsaydı ve onlarla cumhuriyet fikrini savunanlar tartışsaydı. Bu özellikle totaliter cumhuriyetçilere çok fayda sağlardı; böylece hem sadece slogan tekrarı yapmaktan kurtulma yolunda bir müşevvike sahip olur hem de eninde sonunda demokrasinin cumhuriyetten daha mühim olduğunu kavrarlardı.
Cumhuriyetin tehdit altında olduğu sanrısı
Ülkede cumhuriyet rejiminin gerekliliği konusunda olmasa bile bu rejimin nitelikleri üzerinde bir tartışma var olabilir. İslamcı entelektüeller bir İslamî cumhuriyet talep ederken, benim gibi liberal demokratlar bir demokratik cumhuriyetten yana tercihte bulunabilir. Kimileri de totaliter cumhuriyeti yüceltebilir. O zaman, mesele, cumhuriyetin olmasından veya olmamasından çok, onun niteliklerinin neler olacağı veya olmayacağıdır. Bu hususları belirttikten sonra ülkemizdeki totaliter cumhuriyet propagandasının öne çıkardığı bazı noktalarla ilgili değerlendirmelere geçebiliriz. Bu çerçevede ilk olarak temas edilmesi gereken, galiba, laiklikle cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişkidir. Açıktır ki, ne laiklikle cumhuriyet ne de cumhuriyetle demokrasi arasında zorunlu bir beraberlik ilişkisi vardır. Laik olan (Tunus, SSCB) ve olmayan (İran) cumhuriyetler vardır. Laiklikle cumhuriyet arasında mecburî bir ilişki bulunmadığı teorik olarak da ispat edilebilecek bir gerçektir. İlgi çekici bir nokta, dinî cumhuriyetlerin durumunda dinin yeri belliyken, dini reddetme veya bastırma adına yola çıkan bazı ülkelerde bu çabanın bir tür politik-seküler dine vücut vermesidir. Tunus ve SSCB gibi ülkelerde seküler dinler ve klasik dinlerin yerini bu dinlerle kaplama çabası içinde çırpınan “seküler-dinci” politik-bürokratik elitler doğmuştur. Türkiye’de de durum bir ölçüde budur. Eldeki bütün bilgiler ve veriler laiklikle cumhuriyet arasında, bizim totaliter cumhuriyetçilerimizin sandığı gibi, tek yönlü bir ilişki olmadığını göstermektedir. Aynı şey cumhuriyet ile demokrasi ilişkisi için de doğrudur. Bir demokrasi cumhuriyet olabilir de, olmayabilir de. Demokratik dünyanın en kıdemli bazı ülkeleri cumhuriyet değildir. Uzun zaman cumhuriyet olan bazı ülkeler ise hiç demokrasi olmamışlardır. Bir yerde cumhuriyet kurmanın orada aynı anda demokrasi kurmak anlamına gelmediğini gösteren yığınla örnek vardır. Türkiye’nin tecrübesi de bu örnekler arasına sokulabilir. Cumhuriyet demokrasinin kurulmasını bazen zorlaştırabilir. Türkiye’de tek parti cumhuriyeti döneminin demokrasiye geçişte kolaylaştırıcı bir işlev mi yoksa zorlaştırıcı bir işlev mi üstlendiği ilgilenmeye değer bir araştırma konusudur. Laiklik ile demokrasi ilişkisi yukarıda ele aldığımız ilişkilerden daha çetrefildir. Unutmamalıyız ki, Batı’da laiklik, liberal demokrasinin henüz tesis edilmediği bir dönemde, bir zaruretten doğdu. Bu zaruret toplumsal barışın tesis edilmesiydi.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
25 Haziran 2006       Mesaj #126
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Rauf DENKTAŞ
Tanıma-Tanıtma

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti`ni tanıtma yoluna çıkarsak Annan Planına EVET demekle elde etmiş olduğumuz manevi yücelikleri kaybederiz" endişesi içinde yaşayanlar bu yüceliklerde kalma gayretinin bizi teslimiyete götüreceğini herhalde yakın bir gelecekte göreceklerdir. Hiç olmazsa temennimiz budur. Ancak bu yüceliklerde seyrederken de Kıbrıs`la ilgili gerçekleri dünyaya anlatmaya devamda yarar vardır. Kıbrıs meselesi, 1955`ten hesap edersek 51 yılı aşkın bir meseledir. Bu meselenin başlangıcında görevde olan diplomatların çoğu çoktan ebediyete kavuşmuştur. Konuya sonradan intikal edenlerin çoğu da emekli olmuştur. Genç elemanlar ise Rum ve Yunan ikilisinin etkin propagandası altında "Kıbrıs`taki Türk işgalinden"; Kıbrıslı Türklerin Rum kardeşleri ile birleşme istediğinden" başka bir şey bilmemektedirler. Bizim gençlerimizin çoğu da bilmeyenler kafilesinin içindedir.

Geçenlerde kitaplığımı karıştırırken Prof, Oberling`in Kıbrıs Trajedisi ( The Cyprus Tragedy) adını verdiği 47 sayfalık kitapçığı elime geçti. 1989`da Rüstem Kitapevi tarafından yayınlanan bu eseri yeniden bastırıp yaymak gerekmektedir. Türkçe`sini yaptırıp okullarda okutmakta da yarar vardır. Gençlere yakın tarihimiz "aman barışçılığımızda kuşku duyulmasın" diye tam olarak okutulmuyor.

Yunan darbesi nedeni ile adayı İngiliz üslerine sığınarak terk eden Başpiskopos Makarios Klerides ile devam eden görüşmelerimizden hiç de memnun değildi. Nüfus mübadelesi anlaşmasına büsbütün kızmıştı. Buradaki vekili Baş Papaz da " Bu mübadele hata olmuştur. Mübadele yapılmamalıydı. Gerilla savaşı yaparak işgalciyi adadan çıkartabilecektir" görüşündeydi. Makarios`un adaya döndüğü takdirde Türk askerinin adadan çıkacağına ve her şeyin Barış Harekâtından bir gün önceki duruma döneceğine inanmaktaydılar. Nihayet Marios 7 Arakalık 1975`de adaya döndü ve derhal "Cumhurbaşkanı" olarak göreve başladı. İşte Oberling herkesin unuttuğu önemli bir noktaya parmak basmakta ve Makarios`un bu şekilde göreve başlamasının 1960 Anayasasına aykırı olduğunu hatırlatmaktadır. Anayasaya göre Cumhurbaşkanı herhangi bir nedenle görevinden 75 günden fazla uzaklaşmışsa göreve bıraktığı yerden devam edemez. Yeniden seçilmesi gerekir. Dolayısı ile ABD ile Garantör İngiltere`nin darbeden önce ve sonra "meşru Cumhurbaşkanı ve meşru hükümet" olarak tanıyıp tanıttıkları Makarios İdaresinin boyun eğeceğimiz bir idare olmadığı kanıtlanmış olmaktadır. Kıbrıs Türk Federe Devleti işte bu kanunsuzluğa boyun eğmeyeceğimizin bir kanıtı ve Federal bir anlaşmayı kurmak yönündeki samimiyetimizi gösteren bir adımdı. Makarios bizim de Cumhurbaşkanımız olarak adaya dönmüş olmuyordu.

Makarios adaya döner dönmez. Atina`da sürgündeyken yaptığı beyanatı tekrarladı: Coğrafyaya dayalı bir anlaşmayı asla kabul etmeyecekti. Klerides gereksiz tavizler vermişti. Kıbrıs Helenizmi teslim rekabeti sayesinde Türkiye`ye baskı yapılacak ve Türk askeri adadan çekilecek, her şey 20 Temmuz 1974 öncesine dönüşecektir. Bu nedenle 1977`ye kadar Türk tarafı ile temastan kaçındı. 1977`de basın yolu ve adayı ziyaret etmiş olan Alman devlet adamlarının kanalı ile Makarios`u benimle buluşmaya zorladım. İlk buluşmamız 27 Ocak 1977`de oldu. 53. yaş günümdü. Makarios beni kutladı ve kaç yaşında olduğumu sordu. 33 yaşındayım dedim. Makarios "biraz daha yaşlısın sanırım" deyince "seninle Enosis yüzünden mücadele ettiğim yılları yaşadım saymıyorum, artık yaşamak istiyorum" dedim. Görüşmeler bu hava içinde başlamıştı. Şubat`ta BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim Kıbrıs`a geldi ve görüşmelerde Makarios`la dört maddelik anlaşmayı yaptım. Coğrafyaya dayalı bir anlaşmayı asla kabul etmeyeceğini söyleyen Makarios "İki bölgeli, iki topluma dayalı federal bir ortaklığı" kabu letmek zorunda kalmıştı. Fakat çok yaşamadı. Bazılarına göre böyle bir anlaşmayı kabul ettiği nedeniyle kahrında öldü; bir BM Askeri komutana göre "hudutlardaki Türk bayrağı yüreğine oturmuş" ondan ölmüş! Ve 2006`da bizi gayrı meşru Rum idaresine yamalamak isteyenlere bu gerçekleri duyuramıyoruz. Diğer tarafta Rum propagandası alabildiğine yürütülmekte! Kanunsuzluğa karşı direniş, haktır. "Üniter devlet" diyenlerin karşısında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti`nin varlığı da hak ve hakikattir. Kıbrıs meselesi gerçeklere göz yumarak halledilemez. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti`nin varlığı inkar edilemez bir gerçektir.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
25 Haziran 2006       Mesaj #127
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
DÜNYA artık eskisi kadar güvenli bir yer değil. Çünkü dünya artık kendisini dünyaya ait bir şey gibi hissetmeyen insanların ön plâna çıktığı bir yer. Dünya artık eskisi kadar güvenli bir yer değil. Doğru! Çünkü dünya artık dünyanın kendilerine ait bir şey olduğunu düşünenlerin hâkimiyetinde bir yer.

Bu karmaşık cümleler daha açık olarak şunu söylemektedir: uygarlık süreci denen şey, her şeyin (insanın, bütün bir varlığın) tepe tepe kullanılabileceği, sahip olunabileceği, üzerlerinde her türlü tasarrufa gidilebileceği kabulüne gelip dayanmadığı bir dönemde insanlar kendilerini varlığa ait hissediyorlardı. O zamanlar insanlar bu dünyaya aitti, dünya onların değil onlar dünyanındı. Ait oldukları dünyayı, dünyalarıyla birlikte bütün bir evreni içine doğdukları bir ev gibi algılıyorlardı. Anne babalarının evlerinde, o evlerin odalarında dolaşır gibi, bu evrenin içinde dolaşır, onun dilini öğrenmeye çalışırlardı. Çok eski bir zamandan bahsediyoruz; insanlığın çocukluk evreninden, bir masumiyet çağından… Hani çocuklar her şey karşısında hayrette kalırlar ya, işte insanlık da o çocukluk evresinde, her bir şeyin bir ruhunun olduğunu düşünüyordu; güneşin, toprağın, suyun, hayvanların, insanların, bütün bir varlığın ‘değerli’ olduğunu düşünüyordu. Dünyanın ‘giz’i vardı ve insanlar bu ‘giz’in peşindeydi. Dünyaya sahip olmak değil, dünyayı anlamak esastı. Maksat, dünyayı harcamak/tüketmek değil, dünyadan yararlanmaktı. İnsan dünyanın dilini öğreniyor, sonra kendini buna uyarlıyordu. Güneşin doğuşuyla birlikte evden çıkılır, batmasıyla da eve dönülürdü. Dünyada cari kanunlar insanı ve hayatı yoğuruyordu, insan dünyayı başka bir şeye dönüştürmüyordu.

Dediğimiz gibi bu çok eskidendi. O günlerin/zamanın üzerinden asırlar geçti. Şimdi o masumiyet çağından çok uzaktayız. İnsanlık epey ‘yaş’landı; çocuk büyüdü, büyükçe bir şey oldu. Şişti! İnsanlar artık dünyaya ait değil, ona sahipler. Dünya, bir laboratuar nesnesi gibi iğdiş edilmiş, büyüsü müyüsü kalmamış. Ruhsuz bir nesne gibi kesilip biçiliyor. Güneşin, toprağın, suyun, bitkinin, hayvanın, insanın aşkın bir tarafı kalmamış sanki. Her şey tepe tepe harcanıyor. İnsan artık tek egemen, her şey onun elinde şekilden şekle giriyor. İnsanın önünde eğildiği bir şey kalmış sadece: güç!.. Kim ve ne ‘güç’lü ise, insan ona koşuyor, onun önünde eğiliyor. Hem gücün karşısında boyun kırıyor, hem de o gücün sahibi olmak istiyor. Ona sahip olduktan sonra da, önünde eğilecek başlar arıyor. Bunun için ayağa kalkıyor, yürüyor, gidip buluyor, bulduğunu vuruyor. Güçlü devletler daha az güçlü devletleri dize getiriyor, güçlü şirketler daha az güçlü şirketleri piyasadan siliyor, güçlü bireyler daha az güçlü bireyleri silikleştiriyor. Bireyler, şirketler, devletler daha da güçlü olmanın yollarını arıyor. Hayat, kıyasıya bir savaşa dönüşmüş. Ülkeler, ülkelerin sözcüleri daha çok barış deseler de, hepsi yatırımın çoğunu savaşa yapıyor. Herkes daha büyük ve güçlü bir ordunun sahibi olmak peşinde. Silahlar ve ordular büyüyüp yerlerinde duramaz hâle gelince, kıpırdamak, kıpırdayıp harekete geçmek istiyorlar. Geçiyorlar da… Güç sahibi olmak düşü her bir ülkeyi sarınca, her bir ülke diğer bir ülke için bir tehdit unsuru oluyor. Ülkeler teyakkuza geçiyor; ülkelerin bayrakları, temsil ettikleri inançlar, medeniyet perspektifleri ‘düşman’ olabilme ihtimalini taşır hâle geliyorlar. Yoğun güvensizlik sisi içinde düşman insanlar, ülkeler, uygarlıklar hareketleniveriyor. Ufacık bir kıpırdanma, bir göz yanılsaması, büyük bir tehdit gibi algılanıp ordular harekete geçiyor.

Savaşa yatmış bir dünyadan bahsediyoruz. Çok açık ki, bu savaşan dünyanın orta yerinde kalmış durumdayız. Görüyor ve yaşıyoruz ki, bu süreç bu gerçeklik bizi öldürüyor. İnsanı öldürüyor, dünyayı yaşanmaz hâle getiriyor, küresel bir kıyamete davetiye çıkarıyor. Oysa daha yaşanılır bir dünyadır istediğimiz. Öyle değil mi?
Bu küresel savaşın mikro dünyalardan bağımsız olduğu düşünülemez. İnsana rağmen bir savaş sürdürülemez. Bugün bütün bir dünyaya bulaşmış görünen savaş meşruiyetini mikrodan, yani insandan almaktadır. Bu savaşın izini sürdüğümüzde insana varacağız; başta insanda kımıldanan bazı eğilimlerin çok sonra savaşa dönüştüğünü göreceğiz. Eğer savaş, bir dünya hâkimiyeti kavgasıysa, dünyanın kaynaklarına sahip olma mücadelesiyse, dünyayı, dünyada olanı sahiplenme düşüne yatan insandan gücünü alıyor demektir. Dünyayı ve dünyada olanı kendine ait kılmak, kendine ait kıldığı şey üzerinde hâkimiyet kurmak, onu arzuları istikametinde istediği gibi kullanmak en merkezi sapmadır. Uçlarında kızıl ve kanlı savaşlar açan dal, bu merkezi sapmadan boy vermektedir.

Masum gibi duran, ama üzerindekileri sıyırınca masumluğu şüpheli hâle gelen ‘sahip olmak’ duygusundan bahsediyorum. Bizim olmayan, bir süre sonra çekip gittiğimiz dünyanın şusu ve busunu sahiplenmemiz, sahiplendiklerimizi başkasına kapatmamız, bunları arzularımız istikametinde kendimize hasretmemiz bugünkü küresel savaşın kaynağıdır diye düşünüyorum. Sahip olduklarımızın başta dünyaya gönderilişimizin konumunu bozduğunu, bizi yoldan çıkardığını, sonra etrafımızdaki ilişkiyi savaşa dönüştürdüğünü söylüyorum.




Nasıl yoldan çıkıyoruz ve yoldan çıkanlar olarak savaşı nasıl başlatıyoruz?

İçine bırakıldığımız varlığın bâtınında saklı hikmeti keşfetmemiz, kendimizi bu hikmete uyarlamamız, dünyayı sahiplenmek değil onda kendimizi ‘ol’durmamız gerekirken, ona sahip olma kavgasına tutuşuyoruz. Olmayacak bir şeyi yapıyoruz. Olmuyor çünkü bir süre sonra dünyadan düşüyoruz. Dünya yerinde kalıyor, biz ise yer değiştiriyoruz. Ona sahip olma evreninde içimiz başkalaşıyor. Biz ve içine bırakıldığımız dünya ‘bir’ininken, bizim de bir şeylerin sahibi olabileceğimizi sanıyoruz. Sahip olduklarımız üzerinde iktidar kuruyor, hafiften tanrıcılık oynuyoruz. Tanrı olmayanın tanrıcılık oynaması onun yoldan çıkması anlamına geliyor.

Sahip olduklarımızla yoldan çıkıyor, sonra garip bir şekilde sahip olduklarımıza esir oluyoruz. Kendimiz için sahiplendiklerimize çalışmaya başlıyoruz. Yanlışlıklar arka arkaya diziliyor: Kendimize ait kıldıklarımızı yitirmemek adına bunların etrafına çitler yükseltiyor, bu çitler bizleri diğer insanlardan ayırıyor, kendimizden uzak bıraktığımız insanlar elimizdekilere göz dikmiş yabancılar oluyor. Biz sahiplendikçe ve sahiplendiklerimizi sadece kendimize açtıkça, aradaki çitlerle ‘yabancı’laştırdıklarımız daha az şeyden faydalanıyorlar. Payları azalınca, yani onlar da beslenemeyince, gözlerini elimizdekilere dikiyorlar. Sahiden tehlike olmaya başlıyorlar. O zaman silahlar ediniyoruz. Onlar böyle kötü kötü bakıp üzerimize gelince de, silahlarımıza mermiler sürüyoruz. Filmin son karesi, parmaklarımızın tetiklediği silahların ucunda biten ölü(m)ler oluyor.

‘Sahip olmak’ denen insanlık durumunun üzerindeki masumiyet elbisesi çıkarıldığında bunu görüyorum: Yoldan çıkma, arkasından savaş…


İçinde savaşın geçmediği bir hayat, savaşmayan bir dünya mümkün mü?
Sahiplikten vazgeçersek, sahipliği emaneti taşımaya çevirirsek, ‘tanrı’ değil insan olursak, bütün iktidarlardan So yunursak, haddimizi bilirsek niye mümkün olmasın
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Haziran 2006       Mesaj #128
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Laisist propagandanın inanmamızı istediği gibi laiklik aklın ve ilmin gelişmesinin bir sonucu olarak varlık alanına girmedi. Aklın ve bilimin gelişmesi üzerindeki olumlu tesirleri, onun yan sonuçlarıydı.

Ana ihtiyaç din farklılığının kamu otoritesini dinler arasında taraf olmaya itmesini ve böylece siyasî gücün din lehine veya aleyhine bir baskı aracı hâline gelmesini engellemekti. Laikliğin bir doktrin olarak geliştiği dönem aynı zamanda klasik insan hakları doktrininin de doğmaya başladığı dönemdi. Bu iki paralel gelişme siyasî düşünce tarihinde, J.Locke’un yazılarında izlenebilir. İnsan hakları ve laiklikle paralel bir diğer gelişme ise siyasî yönetimin rızaya dayanmasıydı. Daha doğrusu, zaten var olan rıza anlayışı bir arayışa dönüşmek ve yeni yol ve yöntemlere kavuşmak üzereydi. Buna, bir süre sonra temsilî demokrasi adı verilecekti. Dolayısıyla, laiklik değil insan hakları fikrinin doğması, gelişmesi ve yerleşmesi medenî gelişmenin dinamosuydu. Laiklik insan haklarının hizmetine koşulan bir anlayıştı. İnsan hakları (meşru müdafaa dışında) hiçbir şekilde insanın hayatına, malına, hürriyetine zarar verilmemesini talep eden genel bir ilke iken, laiklik farklı bir dinden veya aynı dinin farklı yorumundan olduğu gerekçesiyle insanın hayatına, malına ve özgürlüğüne zarar verilmemesini gerektirmekteydi. Yani, insan hakları daha genel, laiklik daha özeldi. Bunun bugün için de geçerli olduğu söylenebilir. Ana ilke insan haklarıdır ve insan haklarının kabullenildiği ve hakları koruma mekanizmalarının sağlam biçimde tesis edildiği bir yerde laikliğin hedeflediği sonuçlar zaten doğacaktır ve laikliğin ayrıca vurgulanması bir ek kazanç getirmeyecektir.
Ancak, laiklikle insan hakları arasındaki bu ilişki sık sık gözden kaçırıldığından ve laiklik evrensel kabul gören bir ilke hâline geldiğinden, demokrasiden bahsederken laikliğin ayrıca ve özellikle vurgulanmasında bir mahzur yoktur. Tabiî biraz ihtiyatlı olmak kaydıyla. İngiltere, İsveç ve Yunanistan gibi ülkelerde tesis edilmiş bir devlet dini var ve bu ülkeler yine demokrasi. Buna bakarak, klasik anlamda laik olmayan ülkelerde de devletin dinler arasında maksimum ölçüde tarafsız olmasının veya tarafsa bile diğer din gruplarının temel hak ve özgürlüklerini ihlâl etmemesinin medenî bir ülke olmaya yeteceği söylenebilir.
Laiklik üzerinden yapılan baskı...
Öyleyse, diyebiliriz ki, laiklikle demokrasi arasında pozitif bir ilişki kurabilir. Ancak, bu, her laiklik anlayışının demokrasiye uyacağı anlamına gelmez. Gerçekten, birçok ülkedeki laiklik anlayış ve tatbikatı oralarda demokrasinin kurulmasına engel olmaktadır. Türkiye de bir ölçüde bu kategoriye girmektedir. O yüzden, ancak, özgürlükçü, barışçı laikliğin demokrasiyle uzlaşabileceğini ve demokrasinin gelişmesine yardımcı olabileceğini vurgulamak gerekir. Bu anlamda laiklik, devletin din sebebiyle veya din yüzünden insanlar arasında ayrım ve baskıcılık yapmaması, siyasî iktidarı kullanma (yönetme) hakkının dinden gelmemesi, pozitif hukukun genel anlamda bir dine veya dinî yoruma dayanmamasıdır. Bu tür bir laiklik özgürlükçü, demokratik laikliktir ve demokrasiyle uyumlu ve demokrasiyi teşvik edicidir.
Bu özelliklere sahip olmayan laiklik hem otantik anlamda laiklik olmaktan bir hayli uzaktır hem de demokrasiye destek vermek bir yana ona engel olur. Bazı “İslâm ülkeleri”nin ve Türkiye’nin durumu budur. Buralarda laiklik bir hayat tarzı, hatta bir seküler din, topluma istenilen şekli vermenin yolu ve ideal (çağdaş, laik) birey yaratmanın aracı olarak görülmektedir. O yüzden, dinler arası savaşı-çatışmayı önlemek demek olan laikliğin kendisi bir çeşit dine dönüşmekte ve dinlerle savaşa tutuşmaktadır. Laikliğin halk tarafından olması gerektiği gibi benimsenmemesinin, siyasî kültürümüzde kök salamamasının ana sebebi budur. Nitekim, ülkemizde, laiklik bir barış değil çatışma, birleştirme değil bölme aracıdır. Mamafih, bu yalnızca bizim problemimiz değildir, başka ülkelerde de değişik şekillerde ve belli ölçülerde tezahür etmektedir. Nitekim, yakında Liberte Yayınevi tarafından yayımlanacak olan “Din Özgürlüğü ve Laisite” adlı muhteşem kitabında Jeremy Gunn, Fransa’da laisite ve ABD’de din özgürlüğü ilkesinin sanıldığı kadar birleştirici ve özgürleştirici olmadığını göstermektedir.
Türkiye tipi laiklik bu tarz bir eleştiriye tabi tutulunca, hemen, bizim laikliğimizin eşsiz, benzersiz, bize mahsus olduğu ileri sürülmekte ve başka ülkelerin laiklikleriyle karşılaştırılmaması istenmektedir. Kuşkusuz, laiklik, her ülkede, bazı özgül renkler ve tatlar alabilir; ama bu, laikliğin tamamen mahallî olabileceği anlamına gelmez. Laiklik genel bir ilkedir ve dünyanın neresine giderseniz gidin taşıması gereken evrensel özellikler vardır. Eğer mahallî renk ve ögeler bu evrensel özellikleri bastırıyorsa, orada laiklik değil başka bir şey söz konusudur veya bu şey her ne ise evrensel ölçütlere uyarak tashih edilmeli veya onu laiklik olarak adlandırmaktan vazgeçilmelidir.
“Hangi Cumhuriyet?” sorusuna bütün bu açıklamalardan sonra daha iyi cevap verebilecek konumdayız: Elbette demokratik cumhuriyet. Totaliter cumhuriyet anlayışının onu tercih etmemizi değil ondan kaçmamızı gerektirecek özellikleri ve sonuçları olduğunu hem kendi ülkemizdeki hem başka yerlerdeki tecrübelerden öğrenebilecek durumdayız. Demokratik cumhuriyeti tercih edersek, bu, ister istemez, bizi egemen cumhuriyet anlayışının ilkeleri ve değerleri denilen şeyleri yeniden değerlendirmeye, hatta sorgulamaya iter.
Cumhuriyet ilkelerindeki sorun
Cumhuriyet ilkeleri, hiç şüphesiz, altı ok değildir. Altı ok CHP’nin ilkeleridir. CHP elbette bu ilkeleri savunmakta özgürdür; ama onların herkesin benimsemesi gereken ilkeler olduğunu hiçbir şekilde iddia edemez. Hele hele onların devlet zoruyla topluma dayatılmasını talep etmeye hiç hakkı yoktur. Başka kişi, grup ve partilere altı oku benimsemedikleri için yöneltilen eleştiriler gülünçtür. Bu istikametteki bütün baskılar ise zorbalıktır.
Demokratik cumhuriyetin ilkeleri Anayasa’nın 2. maddesinde sayılan ilkeler olabilir: Laiklik, demokratiklik, sosyal devlet oluş ve hukuk devleti oluş. Ancak, bu ilkelerin de iyi anlaşılması ve doğru yorumlanması gereklidir. Laiklik, özgürlükçü-demokratik laiklik olmalıdır, totaliter laiklik değil. Bu laiklik en küçük azınlık olan bireyden başlayarak dinî grupları veya aynı dinin farklı gruplarını birbirlerinin baskı ve saldırılarına karşı gerekirse devlet eliyle korumayı esas almalı; ama hiçbir zaman, bizde olduğu gibi, devlet eliyle bir din anlayışı yaratmayı veya dine şöyle veya böyle bakan, onu şu veya bu şekilde yaşayan bireyler yetiştirmeyi hedeflememelidir.
Demokratik cumhuriyetin baskın ögesi cumhuriyet değil demokrasi olmalıdır. Demokrasi hem insan hak ve özgürlüklerinin tesis edilip korunması, hem yönetimin rızaya ve katılıma dayanması, hem yönetimin şeffaf olması ve hesaba çekilebilmesi olarak anlaşılmalı ve uygulanmalıdır. Türkiye’de yaşadığımız için, silahlandırılmış bürokrasinin sivil denetime tabi tutulması ve politikacıların emri altında olması gerektiği ayrıca ve bilhassa vurgulanmalıdır.
Demokratik cumhuriyette sosyal devlet ilkesi piyasa ekonomisini boğacak, uygulamalarına meşruluk sağlayacak şekilde daraltılmamalıdır. Piyasa ekonomisi hem insan haklarının hem demokrasinin zarurî temellerindendir. Devlet-kamu otoriteleri ekonomik alanı işgal etmeye, bireylerin ve birey birliklerinin iktisadî faaliyetlerine keyfî müdahalelerde bulunmaya, vatandaşlarını negatif ve pozitif diskriminasyona tabi tutmaya hevesli ve muktedir olmamalıdır. İyi tanımlanmış kriterlere göre zaruret hâli içinde olduğu objektif olarak tespit edilen kişi ve gruplara faktör fiyatlarını (piyasaları) çarpıtmadan, kamu kaynaklarını yaratan kimselerin rızası hilafına olmadan, onları muktedir hâle getirecek şekilde veya onlar muktedir hâle gelene kadar geçici maddî destek sağlanmalıdır. Sosyal devletin ikinci ayağı organize ve geniş çaplı müdahaleyi gerektiren tabiî afetlerde kamu organlarının ve imkânlarının vatandaşlara yardımcı olmak üzere devreye sokulmasıdır.
Hukuk devleti veya hukukun hâkimiyeti medeniyetin elzem, vazgeçilmez gereğidir ve günümüzde demokratiklik ve demokratik laiklikle ilişkili bir ilkedir. Kanunların genel, soyut, eşit olması, geriye yürümemesi, kanunsuz suç olmaması, âdil yargılanma hakkı, bağımsız ve (devlete karşı da) tarafsız yargı, kanun yapma sürecinin açık, parçalı, kademeli ve kanundan etkileneceklerin katılımına açık olması hukukun hâkimiyetinin gerekleridir. Özgürlükçü, barışçı, demokratik laiklik; doğrudan demokrasinin kimi araçlarıyla takviye edilmiş; ama özel alanı daraltmayan liberal temsilî demokrasi; devleti bir hayır organına çevirme görünümü altında kayırmacı bir devlet cihazı yaratmayan ve toplumsal dokuyu tahrip etmeyen bir sosyal devlet; ve bilgili, âdil, bilge yargıçlarla işleyen ve evrensel standartlara uygun bir mevzuata sahip bir hukuk devleti bir cumhuriyeti kıymetli ve tercihe şayan kılacak unsurlardır. Böyle bir cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyettir. Bunun tersi ise totaliter cumhuriyettir. Ben, bir liberal olarak, totaliter cumhuriyeti değil, demokratik cumhuriyeti tercih etmekteyim. Ya siz?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Haziran 2006       Mesaj #129
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Farkında olduğunuzdan eminim; son günlerde “tartışmalı haber” sayısı her geçen gün artıyor. Bu haberlerin bir kısmı yalanlanıyor ve tekzibe maruz kalan yayınların arkasında durulamıyor.

Diğer bir kısmı ise “abartılı” bulunuyor ve olayın tek taraflı, hatta yönlendirmeli bir şekilde verildiği ortaya çıkıyor. Yakın siyaset tarihimiz şahittir ki “tartışmalı haber” sayısındaki artış, pek hayra alamet değildir. Perşembe günkü Cumhuriyet’in başlığı “YAŞ öncesinde yıpratma çabası” şeklindeydi. Habere göre Genelkurmay Adli Müşavirliği, Şemdinli davasındaki mahkumiyetle ilgili bir “değerlendirme” yapmıştı. Gazetede “aceleyle alınan kararın hukuka uymayan birçok yönü olduğu” ileri sürüldüğü ve kararın “Askeri Şûra öncesi askeri yıpratmaya yönelik olduğu” iddia ediliyordu. Genelkurmay Başkanlığı, web sitesinde Cumhuriyet’i şu cümleyle yalanladı: “Halen yargı süreci devam eden bir konuda yapıldığı ileri sürülen değerlendirmeyle ilgili haber gerçeği yansıtmamaktadır.” Cumhuriyet, üç yıl önce de Genelkurmay tarafından yalanlanmıştı. “Genç subaylar rahatsız” manşetine yer verilmiş ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, bu haberi hem tekzip etmiş hem de, “Darbe dedikodularını üretenleri lanetliyorum.” demişti. Bu haberler çok tartışılır, çünkü...
“Olabilir, bu meslekte bu tarz hadiseler yaşanır” diyerek konuyu savsaklamak mümkün; ancak “gerçekleri yansıtmadığı” iddia edilen haberler ne Genelkurmay ile sınırlı ne de Cumhuriyet Gazetesi ile. Alelacele yazılan bilgilerde gözlenen artış tehlike sinyalleri veriyor. Bu tarz gazeteciliğin faturasını çok ağır ödedi Türk basını. Bir kez daha aynı hatayı işlemek için makul bir gerekçesi de kalmadı. “Tartışmalı haberler” diye geçiştirilen bilgilerin odağında ordumuzun olması; ya da rejim krizini çağrıştıracak tahriklerin bulunması da hoş bir manzara oluşturmuyor. Zira, bu tarz habercilik sıkıntılı dönemlerin fırsat avcılarına yarıyor; bu ülkeye, bu ülkenin kurumlarına değil. Önce bir gazetede yer alan, ardından internet sitelerinde hızla yayılan ve bazı gazetecilerin atışmasına neden olan “Bazı bakanlar Büyükanıt’ın kararnamesini imzalamayacak” haberi de haftanın “tartışmalı” konuları arasındaydı. Bir zamandan beri Ankara’da “kulis yazıları” kaleme alınıyor. Bu tür yazılar merak uyandırsa bile bazen ciddi iletişim kazasına da sebep olabiliyor. Bol bol da tekzip yiyor kulisçiler. “N’apalım, adı üstünde: Kulis” diyerek meseleyi hafife indirgemek doğru olmaz. Çünkü kulis bilgileri -hele askerî konuları içeriyorsa- bazen tehlikeli bir yönlendirme savaşına da neden oluyor. Nitekim Sabah’ın Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, kararname haberiyle ilgili, “Bunun olur tarafı yok. Çünkü burada önemli olan Başbakan’ın ne düşündüğü...” diyerek meseleyi yorumladı ve bahsedilen konunun zayıf bir ihtimal, hatta “dedikodu” olduğunu yazdı. Mesele belki daha sağlıklı bir yorum çizgisine oturdu; ama bir bardak suda fırtına da kopmuş oldu. Bir sürü şey boşuna yazıldı, çizildi, konuşuldu...
Neden başladı, kim başlattı tam bilmiyorum; bir de “TRT’den domuzlu çizgi filme sansür” haberleri damgasını vurdu gündeme. O kadar apar topar yapılmış ki haber, şimdi meselenin aslını anlatmak bile zor. Başta New York Times olmak üzere pek çok yabancı haber kaynakları da bu bilgiye yer vermiş. TRT Genel Müdür Vekili Ali Güney’in yaptığı açıklama gerçekten şaşırtıcı: “Winnie the Pooh adlı çizgi filmi biz daha almadık ki sansüre uğrasın.” Dünyaca ünlü AFP haber ajansına, New York Times’a gel de anlat bakalım gerçeği. Ne diyeceğiz, “Efendim, daha satın alınmamış bir çizgi filmin sansürü mü olur” desek bile iş işten geçmiş sayılmaz mı?
Ülkenin kimyasını bozan haberler
Kaldı ki domuz figürlü oyuncaklar bile her ülkede çok alıcı bulmuyor; kültürel gerçekliğin ticarî pazarlama ile kesiştiği böyle bir tabloda her şeyi sansür kabul etmek de kolaycılığa kaçan bir yorum olsa gerek. Üretici de, pazarlamacı da satacağı ürünün kültürel ve sosyal alan biçimine de bakıyor. Üstelik bu sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde böyle işliyor. Gerçek olmayan bir bilgi üzerine Türkiye’yi bu kadar sıkboğaz etmenin bir anlamı da yok üstelik. Bu kadar büyütülecek bir meseleyse, Walt Disney ile görüştüklerinde TRT’ciler teklif etsin bari, bakalım domuz kahramanlı çizgi filmleri İsrail devlet televizyonuna alacak mı? Satılır, alınır; bu başka bir konu. Sorumluluğu üzerine alan yetkisini de kullanır, alacağı tepki halk ile kurum arasındaki iletişim titizliğidir. Bu köşede bunun üzerinde durmuyoruz; habercilik meselesinin detayına değiniyoruz. “Domuza sansür” demeden önce, haberde adı geçen kurumun da görüşünü almak; hatta sivil toplum kuruluşlarının ve tabii ki vergileriyle TRT’yi ayakta tutan vatandaşın da görüşünü almakta fayda var.
Örnekleri sıralarken inanın yorgun düştüm. O kadar çok ki! Manşetlerde, iç sayfalarda, neredeyse her yerde, her gazetede. Basın tarihine geçmeyi hak eden şu müze haberine bile temas etmek istiyorum aslında; ama mümkün mü? Hani üç gazetede birden manşet olan Bodrum Müzesi haberi var ya; inanın bu haber, “en tartışmalı haber” dalında ödüle aday gösterilmeli. 500 yıllık yazıya sansür yapılmış ve sil emri verilmiş güya. Kim iddia ediyor bunu? Çok önemli değil kimin iddia ettiği. Bu ülkede herkes bir şeyler iddia edebiliyor ve akla hayale gelmedik bir suçlama ile medyayı yönlendirebiliyor. Önemli olan şu: Suçlanan kişi ya da kurumdan görüş alınması gerekiyor. Ancak böyle yapıldığında bir olayın tarafları karşılıklı dinlenmiş ve gerçeğe ulaşılmış olabilir. Nitekim bu haberin neşrinden hemen sonra anlaşıldı ki müzedeki yazı 500 yıllık tarihî bir değer taşımıyor. 13 yıl önce yazıldığı da iddia ediliyor. Haberin kesin bir yargıdan -ki bu yargının rejim sorununa dönüşmesi kaçınılmazdı- “tartışmalı haber” boyutuna taşınması, bir günlük mesele oldu. Bütün gazeteler ilk bilgiyi sorgulamaya başladı mecburen. Ve son darbe: 18 Haziran’da Makine Teknisyeni Behçet Dinçer, Bodrum Müzesi’ndeki “Tanrı’nın bulunmadığı yer” yazısını dönemin müze müdürü Alpözen’in emriyle yazdığını itiraf etti. Makine teknisyeni “Yaz deyince sakınca görmedim.” diyor ve “Ben tarihten anlamam.” ifadesini de ekleyerek savcılığa dilekçe veriyordu. N’oldu şimdi? Onca insan tarafından yazılan yazılar, internet sitelerinde yer alan “flaş flaş”lar, TV’lerde yer verilen “canlı konuklar” boşuna mı nefes tüketmişti? Bir haberi manşet yaparken sorup soruşturmak çok mu zor?
Az daha unutacaktım; bir de “Bediüzzaman’ın cesedi Kıbrıs’ta denize atıldı” iddiası var. Sanki yeni bir iddiaymış gibi dile getirilmesi tuhaf. Herkesin bildiği gibi bu daha önce de söylenmiş, ancak mesnetsiz, şahitsiz, delilsiz bir dedikodu olarak kapanmıştı. Bir kitabın promosyonu olsun diye bir düşünce adamına yapılan zulmün üzerinden “tartışmalı haber” yapmak yanlış. Bilemiyorum, bu tür kirletilmiş bilgiler kıskacından nasıl kurtulur bu ülke? Sanırım bu cinnet koridorundan da örselene örselene geçecek bu millet ve bu arada daha çok “tartışmalı haber”ler servis edilecek. Allah bu millete acısın...
Toparlamak gerekirse; kimin ne yazdığı, kimin hangi manşeti attığı beni ilgilendirmez. Neticede herkes kendi yazdığının hesabını verir okuruna ve kamu vicdanı en adil mahkemelerden daha adildir. Ancak “tartışmalı haber” ülkenin kimyasını bozacak özellikler taşıyorsa, artık bu durum herkesi ilgilendirir. Çünkü bu tür haberler yüzünden sadece gazeteciliğin onuru ayaklar altına alınmış olmaz; aynı zamanda ülkenin istikbali kararır. Buna kimsenin hakkı yok sanırım.
Okur mesajından köşe yazısı olur mu?
İnternet sayesinde okur, gazetesine ulaşabiliyor ve düşüncelerini yöneticilerle paylaşabiliyor. Bu durumdan en çok nasibini alan da yazarlar. Okurdan kimi zaman tebrik ve tebcil geliyor, kimi zaman da tenkit ve hatta tahrik de gelebiliyor. Yazarlığın doğasında var bu tür tepkiler. Yazdıklarımızı beğenenler de çıkacak, beğenmeyenler de. Ne var ki bazı köşe yazarları okur tepkisini bir yumak yapıp köşesinde neşrediyor. Özellikle tartışmalı bir konu kaleme alınmışsa, yazının incitici bir boyutu varsa, bazı tepkilerin dozu kaçıyor. Herkesin başına geliyor bu. Bu arada karşı fikre saygısı olmayan kişiler de çıkıyor ve işi hakarete kadar götürebiliyor maalesef. Hakaret mesajlarını toparlayıp bir köşe yazısında neşretmek ne kadar doğru? Buna iletişim uzmanlarının ve gazete yöneticilerinin cevap araması gerekiyor. Çünkü gelen mesajın gerçekten bir okur tepkisi mi; yoksa müfteri bir zümrenin tezviratı mı olduğunu bilemiyoruz. Bazen bir kampanya açar gibi birileri de çirkin mesajlar gönderebiliyor. Belki de bir aklı evvel bir internet kafeden onlarca mesaj gönderiyor. Bu mesajlara güvenilmez ki bunlar üzerine yeni bir yorum yazısı yazılabilsin.
Okur mesajlarından oluşan köşe yazıları moda olma yolunda. Bir çırpıda on yazarın böyle yaptığını “Bak görüyor musunuz nasıl tepki alıyorum” deyip sonra öfkeye öfkeyle cevap verdiğini hatırlıyorum. “Sanal gerçeğin yanılsamalarından hareketle birileri bizimle dalga geçiyor olmasın” demeden de edemiyorum. Bu meseleyi tartışmak, makul bir prensibe bağlamak, gazeteciliği önemseyenler için ilginç bir başlangıç noktası olabilir...
Kültürümüzün bağrından Mehtap’a çıkmak
Televizyonlarda neden kültür programları yok? diye sızlanırken “bir kültür kanalı”nın doğum sancılarına şahit olduk. Mehtap adıyla yayına başlayan televizyon kanalı, reyting canavarına teslim-i silah etmeden kendine yeni bir kulvar açıyor. Ne güzel! Türkiye’deki tematik kanal boşluğunu haber kanalları doldurmaya çalıştı. Çok da güzel örnekler çıktı ortaya. NTV’nin başarısını, CNN Türk’ün çıkışını, SKY Türk’ün gayretini, TGRT Haber’in çabasını görmezden gelmek mümkün değil.
Ancak hayat sadece haberden oluşmuyor. Kültürel zenginliğin ekrana yansımaması büyük bir eksiklik; hele Türkiye gibi muazzam bir kültür hazinesinin üzerinde asude bir hayat düşlüyorsanız... Mehtap TV’nin web sitesine (www.mehtap.tv) bir göz attım. Gerçekten umut verici. Belli ki bu kanalı düşünenler işi ciddiye almış ve daha ilk günden doyurucu programlar ve ehil kadrolarla yeni bir vizyon ortaya koymuş. Düşünce ve kültür dünyamızın pek çok önemli siması Mehtap’ta buluşmuş mesela. Sanattan, edebiyattan, mimariden, müzikten, felsefeden... Kültür zenginliğimizi yansıtan her şeyden bir parça bahsediyor Mehtap. Hemen herkesin belli bir oranda reytinge boyun eğdiği ve magazinciliğe kaydığı bir dönemde ‘Mehtap’a çıkmak’ kolay bir şey olmasa gerek. Bu güzel gayreti can u gönülden alkışlıyor, emeği geçenleri tebrik ediyorum. Şimdi sıra “eğlence kanallarından” bîzar olduğunu sıkça dile getiren halkımızda. Göstersinler ki “halk istediği için böyle bayağı yayın yapıyoruz” demek, magazini parlatanlar için geçerli bir gerekçe değil.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Haziran 2006       Mesaj #130
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son zamanlarda sıkça kullanılmaya başlayan “Avrupa İslamı” (ya da “Euro-İslam”) kavramının yekpare bir biçimi olduğunu söylemek zor olmasa gerek.

Ancak kavrama verilen anlamların bu çeşitliliğine rağmen, onun hayatiyet kazanmasına vesile olan şartların o kadar da yekpare olmadığını söylemek de zor değil. Bu şartlar genelde Müslüman göçmenlerin Avrupa’daki varlıklarına bağlı olsa da, her halükarda “Avrupa İslamı” kavramına biçimini olmasa bile rengini veren hususları “liberal” başlığı altında toplamak mümkün. Çünkü Müslüman göçmenlerin Avrupa’daki varlıklarının kısa tarihine kıyasla Müslümanlıklarının “sorunlu” addedilmeye başlanması henüz tarih olamayacak bir niteliğe sahip.
Öte yandan, her ne kadar Avrupa’daki göçmenlerin Müslümanlıklarının “sorunlu” olarak algılanması 11 Eylül, Madrid ile Londra’daki bombalamalar, bunun yanısıra da Hollanda’da Theo van Gogh’un öldürülmesi gibi olaylarla birlikte anılmaya başlansa da; buna Danimarka’da başlayan “karikatür krizi” ya da Fransa’daki “başörtüsü” tartışmaları ile göçmen gençlerin “ayaklanması” gibi hadiseler eklense de, temelde “Avrupa İslamı” kavramının adı anılan gelişmelerle ilişkisinin dolaylı olduğunu iddia etmek, birçokları için şaşırtıcı gelmesine rağmen, o kadar zor değil. Sözü edilen olayların “konjonktürel” önemlerini göz ardı etmek anlamına gelmez bu; ancak “Avrupa İslamı” kavramı, “konjonktürel” olamayacak denli İslam’ı, en azından Avrupa toprakları ve en önemlisi de “kimliği” için(de) dönüştürücü bir niteliğe sahip. Hatta, “Avrupa İslamı” kavramının Avrupa’yı da bir anlamda yuttuğu söylenen “globalleşme” tezleri açısından yorumlama çabalarını da “konjonktürel” kılacak denli bir “dönüştürücü” nitelik bu.
İslam’ı teste tabi tutmak...
Ne var ki bu dönüşmenin hangi yollarla yapılacağı konusundaki fikirlerin çeşitliliği “Avrupa İslamı” kavramına yekpare bir biçim vermekten uzak olduğu halde, niye yapılması gerektiği konusu o kadar çeşitli değil. Her şeyden önce, bir taraftan kavramın “kültürel”, “dinî (teolojik)” ve “kimlikler” açılarından meşrulaştırılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız; diğer taraftan ise meşrulaştırılsın ya da meşrulaştırılmasın, kavramın ifade ettiği hususlar fiiliyatta gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin, onun sadece Avrupa’da yaşanan İslam’ı değil, genel anlamda İslam’ı “teste tabi tutmak” için bir vesile olarak kullanılmak istenmesine de. Dolayısıyla, bir “Avrupa İslamı” var mı yok mu tartışmasından ziyade, bu kavramın performatif gücünün olup olmadığı (ki olduğu açık) daha önem taşıyor.
Daha geçenlerde, malum karikatürleri yayınlayarak “kriz”in çıkmasına yol açan Danimarkalı gazete editörünün, “Aslında amacımız Müslümanları rencide etmek değildi. Gerçi onların tepki göstereceğini biliyorduk; ama bu karikatürleri yayınlayarak onların ifade özgürlüğü karşısında daha makul tepkiler vermelerini sağlamaya dönük bir amacımız vardı.” mealinde bir açıklaması oldu. Bu açıklama tam da sözünü ettiğimiz performatif gücün ne gibi bir “kuvve”si olduğunu gösterecek denli önemli. Kısaca ifade etmek gerekirse, “söz edimi” (speech act) teorisyenlerinin ortaya attıkları, konuşmanın sadece betimleyici bir yanının olmadığı, aynı zamanda icra edici (performatif) bir yanının da bulunduğu şeklindeki tezlerine dayanan bu “performatif” taraf, güçlü bir şekilde yeniden formüle edilebilirse, liberal “ifade özgürlüğü” bir anlayışı sarsabilecek yanları olan; sözün ve ifadenin, sadece kişinin kendi düşüncesini başkalarına aktararak betimleme değil, ama aynı zamanda bizzat bir fiil olarak gerçekleşme vasıtası olduğunu ortaya koyan bir niteliğe sahip. Bu anlamda, malum karikatürlerin düşünce özgürlüğü bağlamında değerlendirilemeyeceğini, aksine bizzat fiil olarak Müslümanlara karşı saldırı anlamına gelebileceğini iddia etmek için kullanılabilecek bu performatif unsur, karikatürlere karşı çıkanların tepki ve eylemlerinde hiç söz konusu edilmeyerek harcandı; ancak editörün karikatürleri yayınlama amacını açıklarken ifade ettiği gibi, ister bilinçli isterse de bilinçsiz bir biçimde, işin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor: Müslümanlar tarafından kendilerine bir saldırı olarak görülen karikatürler, yayıncısı tarafından Müslümanların üzerinde performatif bir etkiye sahip olacak bir biçimde, onlara yönelik bir icra ediciliği içerecek bir şekilde, onların ileride benzer vakalarda ifadenin performatif gücünü uygulayanların amaçlarına matuf olarak hareket etmelerini sağlamak için bir vesile olarak kullanılıyor.
Avrupa’nın anlamak istemediği...
İşte “Avrupa İslamı” kavramının da böyle performatif bir tarafı mevcut: piercing yaptırmış başörtülü bir genç kız, sadece piercing yaptırmış başörtülü bir genç kız olabilecekken, kendisinin bile haberi olmadığı “Performasyon savaşları”nın nesnesi yapılarak “Avrupa İslamı” için meydana sürülüyor ya da yakınlarda Hollanda’da yaşanan “peçe tartışmaları”nda olduğu gibi, sayıları piercing yaptırmış başörtülü genç kızlardan bile daha az olan peçeliler, aynı “Avrupa İslamı”na neden gerek duyulduğunun dayanağı olabiliyor. Hem de her halükarda “bireyin kutsallığı” tezini baştacı etmiş “liberal” gelenek tarafından. Unutmayalım ki daha yakınlarda Hollanda’da hükümetin bilimsel danışma kurulu tarafından “Dynamiek in İslamitisch Activisme” (İslami Aktivizmin Dinamiği) adıyla yayınlanan rapor, 14 ayrı İslam ülkesindeki “İslami aktivizm”in başka şeyler yanında, “bireyleştirici” yönleri olduğu için demokrasi ve insan hakları açısından “olumlu” olduğu sonucuna varmıştı. Bu açıdan, ister Bessam Tibi tipi “liberal”, ister (kavrama karşı tavrı çekinceli de olsa) Tarık Ramazan tipi “teolojik”, isterse de birçok sosyal bilimcide görülen “kimlik” sorunu etrafında değerlendirilen “sosyolojik” çözümlemelerce tanımlansın, “Avrupa İslamı” kavramı, her şeyden önce, bir din olması gerekirken birçok başka şeye indirgenen İslam üzerinde performatif yanları ağır basan bir kavram. Fundamentalizm korkusu, uluslararası terörizm, politik İslam gibi yan unsurlarla desteklenmesine; 11 Eylül ya da van Gogh cinayeti gibi hadiselerle yoğrulmasına; Avrupa’daki Müslüman göçmenlerin hal ve tavırlarını çözümleme gayesi içinde gösterilmesine rağmen, tabiatı itibarıyla, yekpare olduğu varsayılan “Avrupa kimliği”nin kendisini yeniden tahkim etmeye çalışmasına matuf bir proje. “Avrupa İslamı” kavramının yekpare olmamasına rağmen, kavramı doğuran şartların o kadar çeşitlilik arz etmemesinin arkasındaki neden de, işte bu durum. Bu anlamda, belki de bu kavramın başka bir kavramla, son zamanlarda çeşitli Avrupa ülkelerinde “dışardan imam getirilmesi”ne son verilmesi, bunun yerine imamların çeşitli eğitim kurumlarının bünyesinde açılan “İslam ilahiyatı” bölümlerinde yetiştirilmesi çabalarına; bu çabaların “entegrasyon”un daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi amacını sağlamaya dönük olmasına bakılarak, “entegrasyon ilahiyatı” kavramıyla yer değiştirmesi hayli yerinde görünüyor. Böylelikle, “Avrupa İslamı” kavramının, bir din üzerindeki hiç de hoş olmayan performatif unsurlarının (mesela, “Kalvinist Müslümanlar” ya da “İslam’ın reforme edilmesi” gibi icraların) belki de önüne geçilmiş olur.

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap