Arama

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında - Sayfa 8

Güncelleme: 25 Eylül 2013 Gösterim: 257.441 Cevap: 158
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
27 Nisan 2006       Mesaj #71
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HAZRETİ PEYGAMBERIN ELÇİLERi

Sponsorlu Bağlantılar
Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafindan , Islam dinine davet icin etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere , Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre Itimat ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah” diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin birer elçi seçildi ve gönderildi.

Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oglu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi

Necaşi Amr bin Umeyye ye layik olduğu ikrami yapmiş ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur.

Rum Kayseri de Hazreti Muhammedin Mektubunu saygili bir sekilde eline alip yüzüne sürmüs ve Dihye `ye pek cok hürmet edip bir cok hediyeler vermistir.

Cünkü Rum Kayseri ile Iran Kisrasi arasinda bir süredir sert carpismalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almis ve bütün Arabistani benimsemisti. Iranlilar Müsrik oldugundan, bütün Ehl-i Kitabin düsmani idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde bulunuyorlardi.Iranlilarin Rumlara üstün gelmesinden dolayi Kureys Müsrikleri sevinmisler müslümanlar ise üzülmüslerdi.

Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmisti. Hevze Mektubu alip okudugunda eger Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demis Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun hakkindan gel "diyerek dua etti ve kisa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüstür.

Gassan Hükümdarina Şuca Esedı (r.a)gönderılmiş Gassan Hükümdarı Ebu Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ‘’İşte ben onun üzerıne ordu gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca ‘ Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris , küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı.


İran Kisrası Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrındekılere ‘’Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden adamı bana gönderın’’ diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlunun baskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır..



arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #72
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Allah (c.c.) tarafindan seçilmis olmasi itibariyle maddî ve mânevî yönden çok üstün özelliklere sahiptir. Öyle ki bugün Islâm karsiti kisiler bile onun üstün ahlâkini ve aklini takdir ettiklerini itiraf edebilmektedir. Ama elbette mü'minlerin takdiri çok daha güçlü ve çok yönlüdür.Bilindigi üzere, Resulullah (a.s.m.) daha çocuk yaslardayken dahi ahlâki ve olgunluguyla dikkat çeker, yasitlarindan farkli oldugunu belli ederdi. Asil davranislari ve ruhî melekeleriyle bulundugu ortamda herkesin sevgisini ve saygisini kazandi.
Dedesi Abdülmuttalip çok sayida çocugu ve torunu oldugu halde ona çok düskündü ve bu düskünlügünü ömrü elverdigince onu himaye ederek göstermistir. Ayni tavri amcasi Ebu Talip'te de görüyoruz. Kendi çocuklarindan üstün tutacak ve daha düskün olacak sekilde bir baglilik duymasinin sebebi elbetteki onun üstün ahlâki ve emsalsiz ruhu sebebiyledir. Görüldügü gibi daha peygamberlik verilmedigi halde etrafindaki herkes bu mübarek sahsa hayranlik duymustur. Allah (c.c.) daha küçük yasta sirasiyla babasini, annesini, dedesini alarak onu egitmis bu tip zorluklarla onun ruhunu daha da olgunlastirmistir. Gençliginde de akli, ahlâki, fazileti, dürüstlügü ve diger pek çok yönüyle Mekkeliler arasinda dikkat çekmis, 'El-Emin' sifatina lâyik görülmüstür. Peygamberimiz (a.s.m.) Islâm'dan önce de hiçbir dönemde putlara tapmamis, akliyla, bir olan Allah'i bulmus, O'na yönelmis ve hanif olan Ibrahim'in dinini benimsemisti.
Sponsorlu Bağlantılar
Saygin bir aileye mensup olup, Mekke'nin ileri gelenlerinin arasinda bulundugu halde hiçbir zaman ahlâkindan taviz vermemis hatta iffetiyle dikkat çekmistir.Peygamberligi döneminde de bu üstünlügü öncelikle Allah'a (c.c.) olan yakinliginda, korkusunda ve tevekkülünde görüyoruz. Kendisine ilk vahiy geldiginde de, inkârcilar onu reddettiginde de, magarada etrafi sarildiginda da, Uhud'da yenildiklerinde de hep ayni tevekkül ve Allah'a ayni baglilik göze çarpmaktadir. O tam bir Allah dostuydu, her tutum ve davranisinda O'na yönelir, sadece O'nun rizasini gözetirdi. Kâfirlere karsi onurlu ve zorluyken, mü'minlere karsi da sefkatli ve merhametli idi. Resulullah Efendimiz bütün ömrünü Allah'i razi edebilmek ve O'nun dinini insanlara ulastirabilmek için geçirdi. Bunu yaparken de tamamen Kur'ân'la hükmetti ve âlemlere örnek kilinan bir insan oldu.
Onun güzel ahlâki, akli, dirayeti, hikmeti, takvasi, liderligi, hakimligi çok iyi anlasilmalidir. Zira Allah onda bizim için güzel örnekler oldugunu söylemektedir."Sizin için, Allah'i ve ahiret yurdunu umanlar ile Allah'i çokça zikredenler için, Allah'in resulünde güzel örnekler vardir." (Ahzab Sûresi, 21)Hz. Muhammed (a.s.m.)'in önemli bir özelligi de kavminin hidayeti için gece-gündüz ugrasmasidir. Sadece ebedî hayatlarini kurtarabilmek için onlari sürekli olarak uyarmis ama bir yandan da salih olduklari takdirde cennetle müjdelemistir. Onlari Allah'in birligine tevhid çagirmis, her türlü puttan, sirkten, ortak kosmaktan arindirmistir. Âyetin de ifadesiyle üzerlerindeki agir yükleri kaldirmis, zincirleri indirmis (7/157) yerine kolay olani getirmistir. Çünkü Allah insanlara zorluk dilememis ve kaldirabileceklerinden fazlasini da yüklememistir.Peygamberimiz Araplarin yüzyillardir süregelen inanç sistemlerini, batil hurafelerini, adetlerini, törelerini yikmis yerine tertemiz olan hak dini koymustur. Ama bu çok iyi takdir edilmesi gereken bir noktadir. Zira köklü inançlari ya da saplantilari yikabilmek çok zordur; sabir, dirayet ve cesaret ister. Bu özelliklere ise Resulullah (a.s.m.)'da en fazlasi ile rastliyoruz.Cenâb-i Allah Peygamberimiz (a.s.m.)'i özel olarak seçmis, üstün kilmis, O'na büyük bir nur vermis ve serefli, üstün Kur'ân-i da ona indirmistir.
Bu mübarek insanin hayati boyunca mücadelesi çok yönlü olmustur. Bir tarafta inkârcilarin amansiz saldiri ve eziyetleri, diger tarafta münâfiklarin sinsi faaliyetleri, yine bir yanda yahudilerin siddetli düsmanliklari diger tarafta bedeviler... Görüldügü gibi pek çok açidan bakildiginda hep sorumluluk Peygamberimiz (a.s.m.)'in üzerindeydi. Hem hakim konumundaydi, hem savaslar idare ediyordu, hem de yöneticiydi. Bir yandan teblig yapiyor diger yandan da mü'minleri egitiyordu. Karsisindaki insanlarin cahiliyeden ve sirkten yeni kopmus ve dolayisiyla pek çok hatasi olan kimseler oldugu düsünüldügünde Peygamber Efendimizin üzerindeki yükümlülük daha iyi kavranabilir. Nitekim Said-i Nursi'nin Onun hakkindaki asagidaki sözleri, Peygamberimizde tecelli eden üstün ahlâki ve yüksek ruhunu bize çok güzel açiklamaktadir:"O asir o zat (a.s.m.) ile bir saadet-i beseriye asri olmus. Çünkü en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdigi nur vasitasiyla, kisa zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemis."Fahr-i Kâinat Efendimiz bir yandan cephede mücadele ederken diger taraftandan da Allah'in Kur'ân'da üstün onur sahibi bir elçi olarak niteledigi Cebrail (a.s.) ile görüsüyor ve vahiy aliyordu. Dahasi Sidret-ül Münteha ve Cennet-ül Meva'nin yanindaki bir makama çikiyor, Ruh'ül Kudüs'le burada da bulunuyordu. Allah, bir kisim ayetlerini göstermek için bir gece onu Mescidsi Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürmüstü. Asla hevadan konusmuyor ve Rabbinden aldigi vahyi insanlara aktariyordu. Böyle derin bir mâneviyat, yanindakilerin boyutunu asan bir hayat ve siddetli imtihan ortamiyla muhatapti. Peygamber Efendimizi (a.s.m.) degerlendirirken iste onun bu yönlerini de mutlaka tefekkür etmek gerekir. Öyle ki, Onun yasadigi üstün ahlâki ve derin maneviyati anlayabilen insanlar, süphesiz Ondaki 'en güzel örnekleri' daha iyi kavrayabilecek ve yasamaya çalisacaklardir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Nisan 2006       Mesaj #73
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Her fırsatta, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatü vesselam) salât ü selam getirmemiz O’na karşı vefamızın gereğidir.
Çünkü, salât u selamlarla O’nu her anışımız, hem O’nun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatımızı yenilememiz manasına gelmektedir. Bizler, Efendiler Efendisi’ne salât ü selâm okumakla, O’na olan bağlılığımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, Seni düşündük; Allah Teala’ya Senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk” demiş ve “Dâhilek yâ Resûlallah - Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Resûlü!..” talebimizi tekrar ederek O’nun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Dolayısıyla, salât ü selama Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. O’na müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle himayesine girilecek tek sığınak olarak Resul-ü Ekrem’e dehâlet etmiş, halimizi ve ihtiyaçlarımızı arz etmiş oluyoruz.
Bilindiği gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de O’na salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) Bu âyeti kerimede belirtildiği gibi, Peygamberimize salât ve selamlar getirerek hürmetlerini arz etmek her Müslüman’ın yapması gerekli olan bir görevdir. Her Müslüman en azından “Âllâhümme salli alâ Muhammed - Allah’ım rahmet ve bereketin, Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir.
Resûlü Ekrem Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, hakarete uğrasın.” buyurmuştur. Bununla beraber, Peygamberimiz’in ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı alimler, bir yerde, Hz. Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir derken, alimlerin çoğunluğu ise, Efendimiz’in adı her anıldığında salât ü selam getirilmesi gereklidir demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât ü selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî ne zaman anılırsa anılsın hemen salât ü selamla O’na senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimiz’in hadislerini rivayet ederken, O’nun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “Sallallâhu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir. Hatta, bazı yerlerde, ezanda Efendimiz’in ism-i şerifi de anıldığı, “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dendiği için, ezandan sonra da salât u selam okunagelmiştir. Erzurum da bu yerlerden birisidir. Orada da, ezanı müteakip “es-salâtü ve’s-selamu aleyke ya Resûlallah, es-salâtü ve’s-selamu aleyke ya Habîballah, es-salâtü ve’s-selamu aleyke ya hateme’n-nebiyyîne” şeklinde salât okurlar. Aslında, ezan kelimelerinin içinde böyle bir salât ü selam yoktur; fakat bir vefa borcu olarak söylerler.
Evet, salât ü selam meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde O’nu hatırlıyor olma, O’na hiç durmadan salât ü selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten O’nun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle O’na karşı medyuniyetimizi de sürekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz. Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünün.. her namaza yürüyüşümüzde,
“Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;
Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.”
(Yahya Kemâl)
sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimiz’in nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün Resûlullah”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Bediüzzaman Hazretleri’nin de Mektubât’ta belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve ispat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette O, bütün vuslat yollarının başındadır. O’nun cadde-i kübrâsının dışında hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Marifet erbabı büyük imamlar, Sadi-i Şirazî gibi şöyle derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sas) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.” ÖZETLE
1- Peygamber Efendimiz'e salât u selâm okumakla, O'na olan bağlılığımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluruz.
2- Hadis ilmiyle uğraşanlar, hadis rivayet ederken, O'nun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, "sallallahu aleyhi ve sellem" diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir.
3- Salavât gibi ezanla da, “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün Resû-lullah”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz.
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
30 Nisan 2006       Mesaj #74
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Gel vur...VEFATINDAN bir gün önceydi. Herkes nefesini tutmuş bekliyordu. Çünküaz evvel Hazreti Peygamber, Bende bir hakkı olan varsa gelsin alsın dediğinde,orada bulunanlardan biri; evet, benim bir alacağım var. Bir gün kır******zınucu o sıra açık olan sırtıma değmişti de, canım yanmıştı dedi. Hz. Peygamberhiç tereddüt etmeden üstündeki kıyafeti sıyırdı, arkasını döndü ve vur dedi.Herkes şaşkındı. O sahabe hemen koşturdu ve elini yüzünü Hz. Peygamber'inmübarek sırtına sürdü, doyasıya öptü. Ardından da, teninizin değdiği yerlericehennem ateşinin yakmayacağını bildiğimden, mübarek bedeninize dokunabilmekiçin mahsus böyle söyledim dedi. Hz. Peygamber bu davranışıyla, kul hakkının ne kadarönemli olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Ölüme sevinmek...VEFATINA yakın çok sevdiği kızı Hz. Fatma'yı yanına çağırdı ve kulağına bir şeyler söyledi.Hz. Fatma'nın önce üzüldüğü sonra sevindiği görüldü. Hikmeti sorulduğunda, babam bana yakındaöleceğini söyleyince çok üzüldüm. Fakat benim yanıma ilk sen geleceksin dediğinde isesevindim cevabı verdi. Nitekim 6 ay sonra o da vefat etti.Peygamber Efendimiz vefat etmeden az önce eşi Hz.Ayşe'nin dizine uzandı ve mübarek başınıHz. Ayşe'nin çenesiyle göğsü arasına yasladı. Misvak istedi. Takatsiz olmasına rağmen, zaten incitanesi gibi olan dişlerini temizledi. Rabbi'nin huzuruna tertemiz gitmek istiyordu.Son sözleri olarak; namaza dikkat edilmesini, kadın haklarının korunmasını,idare altındakilere iyi muamele edilmesini,emanetlerin yerlerine ulaştırılmasını istedi. (Camiü's-Sağ"r, c.3, s.188/3190)İnsanlık sırf bu öğütlere kulak verse, daha yaşanılabilir bir dünya oluşturmak işten bile değildir.Azrail izin istedi...BİR ara kapıya vuruldu. Gelen Hz. Cebrail'di. Selam verdi.Peygamberlik görevinin sona erdiğini söyledi. Ardından, kapıda bekleyen bir misafir daha olduğunuve eğer izin verirse ancak içeri girebileceğini söyledi. Hz. Peygamber o kim diye sordu.Hz. Cebrail, ölüm meleği Hz. Azrail dedi. Hz. Peygamber, gelebilir, ben hazırım cevabı verdi. Şahadet parmağını yukarı kaldırdı; Yüce Dosta gittiğini söyleyerek ruhunu teslim etti.Hz. Ayşe seslendi, cevap alamadı. Hz. Peygamber'in mübarek gözünden bir damla yaşın yanağınasüzüldüğünü gördü.Bilemiyoruz Hz. Peygamber niçin ağlıyordu. Ayrıldığı dost ve arkadaşlarının hasretine mi,yoksa Müslümanlar'ın geride bıraktığı emanete yeterince sahip çıkamayacakları endişesiyle mi?Sen ağlama Ey Resul...Dayanamam...Emanetine belki yeterince sahip çıkamadık. Bağışla bizi. Ama bugün seni bir kez bile olsun görmemiş olanmilyonlarca Müslüman ayakta...Bu olaylar daha da tetikledi bizi. Daha çok çalışıp, seni daha çok anlatacağız


Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #75
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Peygamberimiz (sav)'in çok güzel bir ahlaka sahip olduğunu Allah Kuran'da bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:
Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun. Sen, Rabbinin nimetiyle bir mecnun değilsin. Gerçekten senin için kesintisi olmayan bir ecir vardır. Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin. Artık yakında göreceksin ve onlar da görecekler. Sizden, hanginizin 'fitneye tutulup-çıldırdığını'. Elbette senin Rabbin, kimin Kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidayete erdiğini de daha iyi bilendir. (Kalem Suresi, 1-7)
Allah bu ayette ayrıca Peygamberimiz (sav) için kesintisi olmayan bir ecir olduğunu bildirmiştir. Bu, Hz. Muhammed (sav)'in daima güzel ahlak gösterdiğini, takvadan hiçbir zaman ayrılmadığını gösteren bir bilgidir.
Peygamberimiz (sav)'in de "İmanın kemali, güzel ahlakladır"4 sözleriyle belirttiği gibi, imanın en önemli alametlerinden biri güzel ahlaktır. Bu nedenle güzel ahlakın en güzel örneklerini öğrenmek ve uygulamak önemli bir ibadettir.
Bu bölümde, Peygamber Efendimizin Kuran'da zikredilen güzel ahlak özelliklerinden bazılarına yer verilec
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
30 Nisan 2006       Mesaj #76
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
    • Gül kokuna hasretiz

Ya Muhammed, bu gece teşrif ettin dünyaya
Gelişinle son verdin ,karanlık heyulaya.

Ne zulmetler son buldu,Kisra ateşi söndü
Sayenizde efendim,karanlık ,güne döndü.

Emaneti koruyan,Muhammedül-emindin
İtimadın kalesi,Sen en sağlam Yemindin.

Yetimdin,kimsesizdin,kimsesizler kimsesi
Şefkatle uzanan el,Hak yolunun gür sesi.

Allah,Kitap bilmezdik,Karanlığı severdik
Doğru yola gelmezdik,Put`umuzu överdik.

Nefislerin mahkumu zincirli kölelerdik
Senin nurlu yolunda,şükür kulluğa erdik.

Allah gönderdi Seni, beşer şaşmasın diye
Bir daha sapkınlaşıp,haddi aşmasın diye

Habibullah Muhammed son Nebi,son Peygamber
Gel,Gör ne hallerdeyiz,sesimize cevap Ver.

Unuttuk öğretini,öğretini unuttuk
Hakkı yerlere attık,batılı üstün tuttuk.

Adı barış dinini ,terörle anıyorlar
Ümmetin karanlıkta,ışığı arıyorlar.

Herkes kendi halinde kurtarıyor gemiyi
Vahşete yollanırken eskitiyor yeniyi.

Rehbersin Sen ya Resul,terkettik Hadisini
Bıraktık elimizle,BİR ALLAHın ipini.

Gül kokuna hasretiz,Ebu cehil hortladı
Zalimin zülmü devam,BİR ALLAH tan korkmadı.

Yoluna set çektiler,ümmetin gelemiyor
Canı kıymetli oldu,yolunda veremiyor.

Batılın oyuncağı,ümmetinin hanesi
Evimizde gürlüyor,Şeytanların bet sesi .

Ezanlar batar oldu,kulaklara ezanlar
Küfrü savunur oldu,köşelere yazanlar.

Sadece künyelere İslam diye yazıldık.
Garip kaldık ya Resul,haramlara ezildik.

Kur`anın ışığında kurtuluşun müjdesi
Elbette rehberimiz,Muhammedin gür sesi .

Şefaatini gönder umutsuz ümmetine
Muhtacız Peygamberim,muhtacız Himmetine.

Sen canımdan azizsin,anam babamdan önde
“canım arzular seni”,ruhum hapis bu tende.

Seni sevmek ya Resul,yolunda yürümektir,
Senden habersiz olmak,yaşarken çürümektir.

“Cihad “desem ya Resul ,ürkerler kelimeden
Kurtar bizi ya Resul,ömrümüz erimeden.

Gül kokundan uzakta,ne huzur var ne rahat

Bu garip ümmetine,eder misin şefaat?


Efendime gidiyorum

Aldım elime başımı
Efendime gidiyorum
Akıtarak gözyaşımı
Efendime gidiyorum

Ağlıyorum coşa coşa
Dere tepe aşa aşa
Hiç durmadan koşa koşa
Efendime gidiyorum

Hasretlik yaktı bağrımı
İlaç dindirmez ağrımı
Ele duyurup çağrımı
Efendime gidiyorum

İtikat etmem fallara
Tahammülüm yok yıllara
Göz yaşı döküp yollara
Efendime gidiyorum

Yollar uzun, günler kısa
Çekmiyorum hiçbir tasa
Sıcak kuma basa basa
Efendime gidiyorum

Dışım soğuk, içim volkan
Görüşmeye var mı imkan
Belalara olur kalkan
Efendime gidiyorum

Sular gelmiyor kurnama
Hasretlik tüttü burnuma
Taşlar bağlayıp karnıma
Efendime gidiyorum

Benlik putunu yıkmadan
Basamak bile çıkmadan
Rezil halime bakmadan
Efendime gidiyorum.

Kâinatın ve Külliyatın ruhu, Nur-u Muhammedî’dir (asm)

gulacanRisâle-i Nur konusunda gündeme getirilen tartışmaların bir kısmında, "Neden hep risâleler okunmakta ve Kur'ân ve hadislere fazla önem verilmemektedir?" gibi hakikatin çok uzağında endişeler dile getirilmektedir. Risâle-i Nur'u Kur'an ve hadis kitabı olarak okumayan bir fert onun hakikatinin çok uzağında demektir.
O yüzden nurları Kur'ân ve hadisler ile kıyaslamak kadar anlamsız bir yaklaşım olamaz çünkü Risâle-i Nur'un kaynağı ve hayatı Kur'an ve hadislerdir. Bu hakikatlerde bir güzellik varsa o da Kur'ân ve hadise dayanmalarından kaynaklanmaktadır.
Her insanın doğru arayışı yanında insanlığın da topyekûn bir arayış içinde olduğu ve ortak aklın tüm insanlık namına tarih boyunca geçirdiği bir süreç olduğu gözlenmektedir. İnsanlığın gelişim seyri içinde ortaya çıkan farklı kültür ve medeniyetler varlık alemini kendi iç dünyalarını şekillendiren değer yargıları çerçevesinde, yani ayinelerinin rengine ve özelliğine göre anlamlandırmaktadırlar. Bu noktadan bakıldığında ferdin varlık aleminin içinde şekillenen doğrular hiç bir zaman mutlak doğruyu ifade etmeyecektir. Yani zaman ve mekânın sınırlılığı ve her yönü ile izafi olan varlık âleminde hiç kimse mutlak doğruyu, her şeyin gerçek hakikatini bulduğu iddiasında olamayacak ve doğrular varlık gereği hep izafi olacaktır. Yani her hüküm, elde bulunan veriler ve doğruya götürdüğüne inanılan yollar çerçevesinde doğru olduğuna inanılan konumda kalacaktır. Mutlak doğruya ulaşabilecek güç insanlarda olmadığına göre, "her meslek sahibinin başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: "mesleğim haktır", yahut "daha güzeldir diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını ve çirkinliğini ima eden "hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturu" herkesçe rehber edinilmelidir. İşin hakikatinde bu dünya ve insanın özellikleri mutlak doğruyu bulmanın rahatlığını yaşatacak özellikler barındırmamaktadır. Elde olan tek şey ihlâs ve samimiyet, doğru olduğuna inandığını bulana kadar aramak, bulduktan sonra da bu doğruları anlayıp anlatmaya çalışmak olmalıdır.
Günümüzün en temel problemlerinden biri belki de maddî âlemin yapı ve kuralları dışına çıkamayan düşünce sığlığıdır. Olurlar ve olmazlar şeklinde hükümler çok aceleci ve çok sınırlı verilerle çok net olarak ortaya konabilmektedir. Bu doğruluk konusundaki hassasiyetin zayıflamasının da bir yansıması olabilir. Oysa doğruluk, her insanın, özellikle de vahye dayanan din mensuplarının ve bilhassa Müslümanların hayatını şekillendiren kavramlar içinde doğruluk en merkezi konumdaki değerler ve kavramlardan olmalıdır. Bu kâinatın ve insan hayatının en değerli meyvelerinden olmalıdır. Dolayısı ile olur ya da olmaz şeklinde bir hüküm ortaya koyarken çok ihtiyatlı davranmalı hiç bir ifade ve insanî hüküm mutlak olamayacağı için ifadelerimizde bir esneklik hep bulunmalıdır.
Risâle-i Nur'un, Kur'ân, Hz. Peygamber (a.s.m.), Hz. Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi sönmez ve söndürülemez güneşlerden aldığı enerji ile bu asırda Kur'ân medeniyetini ihya edecek bir kaynak ve bu sağlam dayanaklarından dolayı sönmez ve söndürülemez olduğuna inanıyoruz. Külliyattan aldığımız enerji ile bu inancımızda en ufak bir şüphe taşımıyoruz. Barış içinde yeni bir dünya her kimliğin kendini çatışmalara gerek kalmaksızın ifade edebileceği bir zemin olmalı. Böyle bir zemini hazırlayacak olan ise ancak bütün dinleri kuşatan ve barışı en net şekilde temsil eden ve insanlık âlemi içinde etkileri en derin, söylemleri en güçlü olan İslâmiyet olabilir. İslâmiyet'in bu tarzda insanlığa sunuluş şekli ise Risâle-i Nur'dur. Bunu içinde bulunduğumuz zaman açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Gelecek zamanlar çok daha netleştirecektir. Bu hal aslında istikbal inkılâpları içinde en yüksek ve gür sada olarak duyulacak İslâmiyet için ağzın açıldığı andır. O mukaddes avazın duyulması da pek yakındır diye bütün ruh u canımızla inanıyor ve rahmet-i Rahman'dan talep ediyoruz. Bu samîmî talepler inşaallah karşılıksız kalmayacak ve bütün insanlık namına yapılan bu duâlar yeryüzüne barış ve selameti İslâm'ın eliyle getirecektir. Risâle-i Nur hakikatlerinin tüm insanlığı kuşatan bir boyutunun olduğu farklı din mensuplarının ona rahatlıkla ve kendi dinlerinin perspektifi ile muhatap olabilmelerinden anlaşılmaktadır. Bu külliyat içinde yer alan hakikatlerin nübüvvet yolunun asrın idrakine uygun ifadesi olduğu kabul edilmelidir. Hz. Muhammed (a.s.m.) ile bütün dinleri içine alacak şekilde nübüvvet yolunun ortaya konmasının ardından bu asra risâletin yansıması anlamında Risâleti'n-Nur şeklinde mânevî âlemlerden bir mektup ve enbiyaya veraset konumunda olduğu anlaşılmaktadır.
Risâle-i Nur Külliyat'ından derlenen Hz. Muhammed (a.s.m.) isimli eser bu külliyatın Nebi (a.s.m.)'a olan muhabbetinin ve onun (a.s.m.) anlattıklarını bu asra taşıma istidadının cisimleşmiş bir delili gibidir.
Son düzenleyen KafKasKarTaLi; 30 Nisan 2006 23:38 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2006       Mesaj #77
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tevrat ve İncil Peygamberimizin Nübüvvetine Delildir

Geçmiş peygamberlerle birlikte, geçmiş mukaddes kitaplardan Tevrat ve İncil, Hâtem-i Enbiyâ’nın peygamberliğine birer delil ve şahittir. Tahrif edilmiş olmalarına rağmen, Hüseyin Cisrî gibi allâmeler, elimizdeki Tevrat ve İncil nüshalarında, bu mevzû ile alâkalı pek çok işaretler bulmuşlardır. Bunlardan sadece dört tanesini vermekle iktifâ edeceğiz:
1) “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye Bâbı, Âyet: 18).
“Gerçek, Mûsa demiştir: “Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilân ettiler” (Rasullerin İşleri, Bâb: 3, Âyet: 22).
“... ve Rabbin... Mûsa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye, Bâb: 34, Âyet: 12).
Kitab-ı Mukaddes’in Ahd-i Atik (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncil) bölümlerinden alınan yukarıdaki âyetlerde:
a) Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğulları’na Hz. Mûsa’nın “kardeşleriniz” şeklindeki hitabı, Hz. İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna, yani İsmail Oğulları’na işarettir. İsmail Oğulları’ndan gelecek olan peygamber ise ancak Hz. Muhammed (sav) olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (sav) gelmiştir. Hz. Yûşa ve Hz. İsa, Hz. İsmail’den değil, İsrail Oğulları’ndandır.
b) Hz. Mûsa, “benim gibi” sözüyle Peygamberimizi kasdetmektedir; çünkü, cihad, getirdiği kanun ve hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması.. gibi yirmi kadar hususta Hz. Mûsa’ya benzeyen, Hz. Yûşa ve İsa değil, Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir (sav).
c) Hz. Mûsa gibi bir nebînin İsrail Oğulları’ndan bir daha çıkmayacağı açıkça ifade olunmaktadır.
d) “Sözlerimi ağzına koyacağım” ifadesi, Efendimizin ümmî olup, okuma-yazması bulunmadığı halde Allah’ın Kelâmı’nı kolayca hıfzedip insanlara okuyacağına işarettir.
2) “Rab, Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin onbinleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı” (Tesniye, Bab: 33, Âyet: 2).
a) “Sina’dan gelme”, Hz. Mûsa’ya Tûr-ı Sîna’da ilâhî hükümlerin verilmesini; “Sâir’den doğma”, Hz. İsa’ya İncil’in verilmesini ve “Paran dağlarında parlama” ise, Efendimizin Mekke’de çıkacağını ifade eder. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekke’nin eski isimlerinden olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin Bölümünde de Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır (Bâb: 21, Âyet: 21).
b) İçinden gelindiği belirtilen mukaddeslerle, Peygamberimizin her türlü ayıptan uzak bulunan Âli’ne, Ehl-i Beyt’ine ve Ashâbı’na işaret olunmaktadır.
c) “Sağda ateşli ferman”, İslâm Dini’nde Cihad’a işarettir.
3) “Taş, köşenin başı oldu... ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir... Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır” (Matta, Bâb: 21, Âyet: 42).
a) Yukarıdaki âyette geçen “köşe taşı” Hz. İsa (as) olamaz; çünkü, Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma, toz gibi olma meydana gelmemiş, bu Peygamberimizle olmuştur. Zâten, hükmeden Hz. İsa değil, Efendimizdi (sav); hükmetmek için gelmediğini söyleyen de bizzat Hz. İsa’nın (as) kendisidir. (Yuhanna, Bâb: 12, Âyet: 47).
b) Buharî ve Müslîm’in rivâyetlerinde, Peygamberimiz (sav), kendisinin Peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmekte ve dolayısıyla köşe taşı konmakla, yani Peygamberimizle (sav) Peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.
4) “Rab, size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun” (Yuhanna, Bâb: 14, Âyet: 15).
“O, size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir.” (Yuhanna, Bâb: 14, Âyet: 26).
“Benim için o şehâdet edecektir...” (Yuhanna, Bâb: 15, Âyet: 26).
“Gitmezsem, Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah, salâh ve hüküm için dünyayı ilzâm edecektir” (Yuhanna, Bâb: 15, Âyet: 7-8).
Yukarıdaki âyetlerde Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup, Arapça ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. ‘Ahmed’, Efendimizin (sav) ismi olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de de O’nun İncil’de ‘Ahmed’ olarak geçtiği açıkça ifade edilir. Ve, burada sayılan bütün vasıflar sadece Efendimizde (sav) vardır. Kaldı ki, Efendimizin (sav) geleceğini ve vasıflarını açıkça anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcut değildir.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
4 Mayıs 2006       Mesaj #78
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Abdullah
Allah'ın kulu
Âbid
Kulluk eden, ibadet eden
Âdil
Adaletli
Ahmed
En çok övülmüş, sevilmiş
Ahsen
En güzel
Alî
Çok yüce
Âlim
Bilgin, bilen
Allâme
Çok bilen
Âmil
İş ve aksiyon sahibi
Aziz
Çok yüce, çok şerefli olan
Beşir
Müjdeleyici
Burhan
Sağlam delil
Cebbâr
Kahredici, gâlip
Cevâd
Cömert
Ecved
En iyi, en cömert
Ekrem
En şerefli
Emin
Doğru ve güvenilir kimse
Fadlullah
Allah'ın ihsânı, fazlına ulaşan
Fâruk
Hakkı ve bâtılı ayıran
Fettâh
Yoldaki engelleri kaldıran
Gâlip
Hâkim ve üstün olan
Ganî
Zengin
Habib
Sevgili, çok sevilen
Hâdi
Doğru yola götüren
Hâfız
Muhafaza edici
Halîl
Dost
Halîm
Yumuşak huylu
Hâlis
Saf, temiz
Hâmid
Hamd edici, övücü
Hammâd
Çok hamdeden
Hanîf
Hakikate sımsıkı sarılan
Kamer
Ay
Kayyim
Görüp, gözeten
Kerîm
Çok cömert, çok şerefli
Mâcid
Yüce ve şerefli
Mahmûd
Övülen
Mansûr
Zafere kavuşturulmuş
Mâsum
Suçsuz, günahsız
Medenî
Şehirli, bilgilive görgülü
Mehdî
Hidayet eden
Mekkî
Mekkeli
Merhûm
Rahmetle bezenmiş
Mes'ûd
Mutlu
Metîn
Çok sağlam ve güçlü
Muallim
Öğretici
Muktedâ
Peşinden gidilen
Mübârek
Uğurlu, hayırlı, bereketli
Müctebâ
Seçilmiş
Mükerrem
Şerefli, yüce
Müktefî
İktifâ eden, yetinen
Münîr
Nurlandıran, aydınlatan
Mürsel
Elçilikle görevlendirilmiş
Mürtezâ
Beğenilmiş, seçilmiş
Muslih
Islah edeci, düzene koyucu
Mustafa
Çok arınmış
Müstakîm
Doğru yolda olan
Mutî
Hakka itaat eden
Mu'ti
Veren ihsân eden
Muzaffer
Zafer kazanan, üstün olan
Müşâvir
Kendisine danışılan
Nakî
Çok temiz
Nakîb
Halkın iyisi, en seçkini
Nâsih
Öğüt veren
Nâtık
Konuşan, nutuk veren
Nebî
Peygamber
Neciyullah
Allah' ın sırdaşı
Necm
Yıldız
Nesîb
Asil, temiz soydan gelen
Nezîr
Uyarıcı, korkutucu
Nimet
İyilik, dirlik ve mutluluk
Nûr
Işık, aydınlık
Râfi
Yükselten
Râgıb
Rağbet eden, isteyen
Rahîm
Mü'minleri çok seven
Râzî
Kabul eden, hoşnut olan
Resûl
Elçi
Reşîd
Akıllı, olgun, iyi yola götürücü
Saîd
Mutlu
Sâbir
Sabreden
Sâdullah
Allah' ın mübârek kulu
Sâdık
Doğru olan, gerçekci
Saffet
Arınmış, seçkin kişi
Sâhib
Mâlik, arkadaş,sohbet edici
Sâlih
İyi ve güzel huylu
Selâm
Noksan ve ayıptan emin olan
Seyfullah
Allah' ın kılıcı
Seyyid
Efendi
Şâfi
Şefaat edici
Şâkir
Şükredici
Tâhâ
Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi
Tâhir
Çok temiz
Takî
Haramlardan kaçınan
Tayyib
Helal, temiz, güzel, hoş
Vâfi
Sözünde duran
Vâiz
Nasihat eden
Vâsıl
Kulu Rabb'ine ulaştıran
Yâsîn
İnsan-ı kâmil
Zâhid
Mâsivadan yüz çeviren
Zâkir
Allah' ı çok anan
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
6 Mayıs 2006       Mesaj #79
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
man iki eşit parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür. Hz. Muhammed

Kuran yedi nüans üzerine indirildi. Onun hiçbir harfi yoktur ki, bir hiç zahir, bir de batın mana taşımasın. Ebu Talip’in oğlu Ali’de bu zahir ve batına ait ilim mevcuttur. Hz. Muhammed

Sonradan özür dilemeyi gerektiren şeyleri yapmaktan kaçınınız. Hz. Muhammed

Haset, ateş nasıl odunu yer yutarsa iyilikleri yer yutar, mahveder. Hz.Muhammed

Mazlumun bedduasından sakınınız. O dua ile Allah arasında perde yoktur.
Hz. Muhammed

Dostlukta da düşmanlıkta da aşırıya kaçmayın. Hz. Muhammed

Bir gün birisiyle dost olduğunuzda, yarın onun bir düşman olabileceğini unutmayın. Hz. Muhammed

İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz. Hz. Muhammed

İnsanların en hayırlısı, ahlakı en güzel olanıdır. Hz. Muhammed

İnsan dilinin altında gizlidir. Hz. Muhammed

Başkalarının kusurlarından bahsetmek istediğin vakit, kendi kusurlarını hatırla. O zaman başkalarının kusurlarıyla alakadar olmaya hakkın olmadığını hatırlarsın. Hz. Muhammed

Kabrimi ziyareti bayrama çevirmeyin. Hz. Muhammed

Münafıklığın alameti üçtür : Konuştuğu zaman yalan söyler, vaat ettiği zaman sözünde durmaz, emanete hıyanet eder. Hz. Muhammed

Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyilikleridir.
Hz. Muhammed

Kim bir kardeşini, bir günah sebebi ile ayıplarsa, o günahı işlemedikçe o kimse ölmez. Hz. Muhammed

Evlat kokusu cennet kokusudur. Hz. Muhammed

Utanmak güzeldir ama kadınlarda olursa daha da güzel olur. Hz. Muhammed

Bilgisizler içinde bir bilgili, ölüler içinde bir diridir. Hz. Muhammed

Sakın kendisine verdiğin kıymeti sana vermeyenle arkadaş olma.Hz. Muhammed

Babalarınıza iyilik edin ki, oğullarınız da size iyilik etsin.Hz. Muhammed

Siz kendiniz namuslu olun ki, kadınlarınız da namuslu olsunlar.Hz. Muhammed

Bela insanın diline bağlıdır. Bir kimse bir şeyi “yapmam” dedi mi, şeytan her işini bırakıp onu yaptırana kadar uğraşır. Hz. Muhammed

Zengin, çok mala sahip olana denmez, zengin kalbi olana denir. Hz. Muhammed

Bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha iyi miras bırakamaz. Hz. Muhammed

Cahiller cesur olurlar. Hz. Muhammed

İyilik yap ehli olana da, olmayana da, ehline isabet ederse yerini bulur. Etmez ise ehli sen olursun. Hz. Muhammed

Sana emanet edilen şeyi iyi sakla, birinin hıyanetine uğradığın zaman hoş gör ve hıyanete hıyanetlikle karşılık verme. Hz. Muhammed

En büyük düşmanın, iki kaburga kemiğinin arasında olan düşmandır. Hz. Muhammed

Erdemin en büyüğü, seninle ilişkilerini kesene iyilik etmen, senden esirgeyene vermen, sana kötülük edeni bağışlayıp, dost elini uzatmandır.
Hz. Muhammed

Bir anlık tefekkür, bin yıl ibadetten hayırlıdır. Hz. Muhammed

Şeref, edep iledir. Soy ile değildir. Hz. Muhammed
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #80
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Peygamberimiz (s.a.s.)

Yuvakuracak Gençlere

Yardım Ediyor



Hz. Ali, Fâtıma’yı istemek üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna gitti. Ancak, söyleyeceklerini sanki unutmuştu, neredeyse dili tutulmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Her hâlde Fâtıma’yı istemeye geldin” diyerek ona yar­dımcı oldu. Hz. Ali sevinç içinde “evet” dedi. Ancak, vere­cek mehiri yoktu. Bu konuda da Peygamberimiz (s.a.s.) yardımcı oldu. Zırhını mehir olarak değerlendirebileceğini hatırlattı. Fakat bir de düğün yemeği vermek lâzımdı. Ashabtan bir zât, Hz. Ali’ye bir koç verdi. Ensar da ara­larında mısır topladılar, düğün yemeği hazırlandı. Peygam­berimiz (s.a.s.), Hz. Ali ve Fatıma’ya “Allah’ım, ikisini mesut et, onlar hakkında evliliklerini hayırlı kıl” diye dua etti. Hz. Ali’nin evinde eşya olarak bir hasır, yastık, içi lif dolu bir yatak, çömlek ve testi gibi şeyler vardı. Bunları da zırhını satarak elde ettiği para ile almıştı. O paranın bir kısmı ile de Hz. Fâtıma için ziynet almıştı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Fâtıma’ya çeyiz olarak “Bir kumaş yaygı, bir kırba (su testisi), yastık, içi ot dolu bir yatak” hazırlamıştı. [11]
Rasûlullâh (s.a.s.)’in hizmetinde bulunan bir genç vardı, adı Rebia idi. Yaşının ilerlediğini gören Peygamberimiz (s.a.s.) ona “Evlenmeyi düşünmüyor musun?” diye sordu. Rebia, mâlî imkânsızlıkları ve yürüttüğü hizmetin önemini düşü­nerek “hayır” cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) tekrar sordu. Rebia aynı cevabı verdi. Nihayet üçüncüde bunda bir hikmet olduğunu düşünerek “Evlenmek istiyorum, emret, ne yapayım Yâ Rasûlullâh” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) onu, Ensar’dan bir kabileye yol­ladı, o da gitti. Peygamberimiz (s.a.s.)’in selâmını aktararak kızlarını istedi. Onlar da “Baş üstüne” dediler. Sonucu bü­yük bir sevinçle Hz. Peygamber (s.a.s.)’e iletti. Ancak Rebia yoksuldu; ev eşyası, mehir ve düğün yemeği için para lâzımdı. Hz. Peygamber (s.a.s.) derhâl ashabını harekete geçirdi. Hızlı bir yardımlaşma başlatıldı ve biriken paralarla mehir olarak ziynet alındı, ev eşyası alındı, bir de koç satın alındı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kendi evinden, un ya­pılmak üzere arpa verdi. Böylece Peygamberimiz (s.a.s.)’in yakın ilgisi ile Rebia Hazretlerinin düğünü yapılmış ve yeni bir yuva kurulmuş oldu. [12]
Müslümanlar arasında Cüleybib denilen bir kimse var­dı. Bu kişi, kadınların yanında dikkatsiz davranmakla tanı­nırdı, bu sebeple diğer Müslümanlar, ailelerini ondan sa­kındırırlardı. İşte herkesin, cemiyetin dışına iter gibi dav­randığı bu zâta da Hz. Peygamber (s.a.s.) sahip çıktı. Hz. Peygamber (s.a.s.) bizzat Ensar’dan bir aileye giderek kız­larını istedi. Kızı Efendimizin kendisine istediğini sanan aile büyükleri “memnuniyetle” dediler. Ancak Peygamberi­miz (s.a.s.): “Cüleybib için” deyince vermekten kaçındılar. Annesinden konunun içyüzünü öğrenen kız ise “Rasûlullâh asla benim fenalığımı istemez” diyerek Cüleybib’e varmayı ka­bul etti ve nikâh kıyıldı, bir yuva daha kuruldu. Rasûlullâh (s.a.s.)’in da bulunduğu bir savaşta Cüleybib şehid düş­müştü. Görgü şahitleri: “Düşmandan yedi kişi öldürdü, sonra şehid düştü” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Cüleybib bendendir, ben de ondanım” buyurdu. Ve kendi elleriyle toprağa verdi. Rasûl-i Ekrem, genç yaşta dul kalan ve vaktiyle onun hatırını kırmayarak Cüleybib’le evlenmeyi kabul eden hanıma şöyle dua etti: “Allah’ım, ona hayırlar ver, hayatı boyunca hiç bir sıkıntı gösterme!” [13]




Taşradan Gelen Misafirlere İlgisi



Mekke’nin fethi ve Hevazin zaferinden sonra, Arap Yarımadası’ndaki bütün kabilelerde İslâm’a girme tema­yülü belirdi. Çünkü Araplar öteden beri “Kâbe’nin komşula­rı, koruyucuları, bakıcıları” diye Kureyş’e itibar gösteriyor­lardı. Halbuki Kureyş, artık istiklâlini kaybetmiş, İslâm or­dusu karşısında yenilgiye uğramış ve Mekke yönetimi Müslümanların eline geçmişti. Taif civarında da Hevazin ve diğer kabileler mağlub edilmişti. Medine’deki İslâm yö­netimi de bu gelişmelere bağlı olarak güçlenmişti. İşte bundan sonra Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, fevc fevc, akın akın Arap kabileleri İslâm’a girmek üzere harekete geçti­ler. Gelen heyetlerle Medine dolup taşmaya başladı.
Hz. Peygamber (s.a.s.) onları devlet misafirhanelerinde ağırlıyordu. Bazı heyetler, Müslüman zenginlerin müsait durumdaki evlerinde misafir edilirlerdi. Heyetler kalabalık ise ayrı ayrı evlere taksim edilirlerdi, ihtiyâçları ev sahip­lerince karşılanırdı. Ev sahibi, misafirleri ağırlayacak mâlî imkâna sahip değilse masrafları devlet hazinesinden karşı­lanırdı. Hz. Peygamber (s.a.s.) heyetleri genellikle Mescid’de kabul eder, oradan misafir edilecekleri yerlere gönderirdi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) heyetlere öğretmen görevlen­dirirdi. Öğretmenler, taşralı misafirlere ana hatları ile İs­lâm’ı öğretirlerdi. İçlerinde kabiliyetli birini de imamlığa hazırlarlardı. Bir nevi hızlandırılmış bir eğitimden geçen misafirler, daha sonra Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından imtihan edilirlerdi. Başarılı oldukları takdirde onları, kendi memleketlerine; “Öğrendiklerinizi döndüğünüzde kendi kabilenizin fertlerine de öğretin!” diyerek uğurlardı. İslâmî konularda kendini en iyi yetiştirmiş ve Kur’ân’dan ezber­leri olan birini imam tayin ederdi. Câhiliye devrinde iken reis olanı İslâm döneminde de reis tayin ederdi.
Peygamberimiz (s.a.s.), taşralıları, memleketlerine uğur­larken onlara yeni elbiseler giydirir, bahşişler ve hediyeler verirdi; kendisi de onlarla görüşürken en güzel elbiselerini giyinirdi.
Bütün bu faaliyetler esnasında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) taşradan gelen bu insanların her çeşit kabalıklarını sabır ve hoşgörü ile karşılar, onlara daima kolaylık göste­rirdi. Ancak misafirler arasında İslâmiyet’e saldırıda bulu­nanlar olursa Peygamberimiz (s.a.s.) onları derhâl susturur ve gereken cevabı hemen verirdi. İyi niyetle tartışmaya ge­lenlerle de sonuna kadar sabırla tartışmayı sürdürürdü. Meselâ; Amir b. Tufeyl ile Erbed b. Kays İslâm’a saldırıda bulunmuşlar ve ânında karşılığını en sert şekilde almışlar­dı. Necran Hristiyan heyeti ile Peygamberimiz (s.a.s.) sabırla tartışmış ve hatta onlarla mübaheleye (yani kim haksız ise Allah’ın lâneti ona olsun demeye) bile girişmek istemişse de Hristiyan papazları “Muhammed haklı ise bu, aleyhimize olur” diyerek mübahaleyi kabul etmemişlerdi.[14] Peygam­berimiz Benu Temim heyetinin arzusu üzerine onların şair ve hatiplerinin İslâm şair ve hatipleriyle yarış­masına izin vermişti.[15]





Adaleti



Peygamberimiz (s.a.s.) adaletli insandı. Kimsenin hak­sızlığa uğratılmasına göz yummazdı. Esasen, doğrulukla adalet birbirini tamamlayan iki güzel haslet olup, bunların her ikisi de Peygamberimiz’de (s.a.s.) kemâl derecesinde idi. Gençliğinden beri herkes onu “emin; güvenilir” olarak bi­liyordu. Ticaret arkadaşları onun hakkında “ne kimsenin hakkını yerdi, ne de kimseye hakkını yedirirdi. Hak konusunda hatır gönül dinlemezdi.” derler. Hz. Peygamber (s.a.s.) açıkça İslâmı davetle emrolunduğunda, Safa tepesinden Kureyş­lilere: “Size şu dağın ardından düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylesem inanır mısınız?” deyince; “Evet inanırız, çünkü sen hayatında asla yalan söylemedin.” cevabını veriyor­lardı. İnkârcılar Mekke dönemi boyunca Peygamberimiz (s.a.s.)’e “Şâir, mecnun, sihirbaz-büyücü” diyerek iftiralarla lekelemek istemişler, yabancılara onu böyle tanıtarak İslâm’ın yayıl­ma hızını kesmek istemişler, fakat ona asla “Yalancı, hâin” diyememişlerdir. Hatta Peygamberimiz (s.a.s.)’in mektubunu Şam’da alan Bizans İmparatorunun: “Daha önce bu adamın yalanına rastladınız mı?” sorusuna Peygamberimiz (s.a.s.)’in baş düşmanlarından olmasına rağmen Ebu Süfyan “Hayır, asla!” diye cevap vermek zorunda kalmıştır. Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e “Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et!” talimatını vermiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de hayatı boyunca sırat-ı müs­takimden ayrılmamıştır.
Bir kere Mahzumîlerden bir kadın hırsızlık etmişti. Yüksek bir aileye mensuptu. Bu yüzden Kureyşliler bu kadının ceza görmesine taraftar olmamışlar, Hz. Üsâme’yi de tavassut için Peygamberimiz (s.a.s.)’e göndermişlerdi. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Üsâme’yi çok severdi. İşte bu esnada Rasûl-i Ekrem Hazretleri (s.a.s.) şöyle buyurdu: “(Bugün medeniyetlerinden hiç bir eser kalmayan eski milletler) İsrailoğulları, bu gibi taraf tutmalar yüzünden helak oldular. Bunlar fakirler üzerine en şiddetli cezaları tatbik eder, nüfuzlu ve zengin olanları cezasız bırakırlardı... Şayet kızım Fâtıma aynı suçu işleseydi gereken cezayı ona da verirdim.”[16]
Rebeze’den Medine’ye gelmekte olan Sa’lebe Oğul­larından bir grup insan, şehrin yakınında bir yerde konak­lamışlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) onlarla karşılaştı ve satın almak istediği bir devenin fiyatını sordu. Pazarlık yapıldı. Peygamberimiz (s.a.s.), deveyi alarak Medine’ye döndü. Fakat oradakiler, deveyi satın alanın Hz. Peygamber (s.a.s.) olduğunu bilmiyorlardı. Parasını almadan deveyi verdikleri için tartışmaya giriştiler. İçlerinden bir kadın şöyle diyor­du: “Niçin tartışıyorsunuz? Bu kadar parlak alınlı adam hiç görmedik. Dikkat etmediniz mi? Onun yüzü ayın on dördü gibi parlamaktaydı” Kadın, bu sözleriyle, deveyi satın alanın kendilerini aldatacak yaratılışta olmadığını anlatmak iste­mişti. Aradan çok geçmedi. Hava kararmak üzere idi, bu sırada bir zat geldi. Bir miktar yiyecekle devenin bedeli olan parayı getirdi ve “bunları Rasûlullâh (s.a.s.)’in gönderdiğini” söyledi. Topluluk ertesi gün şehre girdiğinde Pey­gamberimiz (s.a.s.) Mescid’de ashabına nasihat etmekle meşguldü. Bu esnada Ensar’dan bir zât Salebe Oğullarının geçmişte akrabasından birini öldürdüklerini, şimdi onlar­dan birinin öldürülmesi gerektiğini söyleyince Peygam­berimiz (s.a.s.): “Hayır bunu yapamazsınız! Bir evlâd babasının suçu yüzünden öldürülmez!” buyurdu.[17] Bir defasında da ganimet dağıtılırken taşkın hareketlerde bulunan birine Peygamberimiz (s.a.s.) “Sabırlı ol, sıranı bekle!” diye elindeki ince değneği uzatmış, adamın yüzü hafifçe çizilmişti. Peygamberimiz (s.a.s.) hemen değneği, adamın eline vere­rek “İşte yüzüm!” demişse de adam hatasını anlamış olarak Peygamberimiz (s.a.s.)’den özür dilemişti. [18]
Hasılı, Peygamberimiz (s.a.s.), sözün tam anlamıyla ada­let ve insaf sahibi idi.

Benzer Konular

9 Nisan 2009 / ayşe nur Soru-Cevap
15 Ekim 2018 / Şeb-i Yelda Hz. Muhammed
3 Haziran 2014 / Ziyaretç Soru-Cevap
8 Haziran 2014 / Misafir Cevaplanmış
30 Ağustos 2009 / Misafir Soru-Cevap