Arama

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında - Sayfa 6

Güncelleme: 25 Eylül 2013 Gösterim: 255.167 Cevap: 158
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Nisan 2006       Mesaj #51
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bütün Peygamberler İslam'ı tebliğ etti cami Cenab-ı Rabbü’l-Âlemin, Maide Sûresi’nin 3. ayetinde, “Bugün kâfirler dininizi yok etmekten ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” buyuruyor. Zaten Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın diğer yüzlerce ayetine baktığımızda da bütün peygamberân-ı izamın aynı şeyi söylediklerini yine Rabb’imiz haber veriyor. Efendimiz, “İnne’d-dîne inda’llahi’l-İslâm” olarak bildiğimiz bu ayeti Veda Haccı sırasında Arafat’ta ümmetine duyurmuştur. Bu âyetin inişinden sonra Hz. Peygamber ancak 81 veya 82 gün yaşamıştır. En son inen hüküm âyeti budur. Âl-i İmran Sûresi’nde de Rabb’imiz peygamberlerden nasıl bir söz aldığını anlatıyor: (81. ayet) “Hani Allah peygamberlerden ‘kesin bir söz (misak)’ almıştı: ‘Andolsun size kitap ve hikmetten verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir elçi geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve ona yardımda bulunacaksınız.’

Sponsorlu Bağlantılar
Demişti ki: ‘Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü aldınız mı?’ Onlar, ‘İkrar ettik’ demişlerdi de ‘Öyleyse şahid olun, Ben de sizinle birlikte şahid olanlardanım.’ demişti.”
Bildiğimiz gibi her peygamber ümmetini ahir zaman fitnesinden ve Deccal’dan sakındırmış, buna karşılık ahir zaman peygamberini müjdeleyerek O’na iman ve yardım etmelerini emretmişlerdir. Çünkü bu ayetten anlıyoruz ki, bu noktada Allah’a (cc) söz vermişler.
Ayet devam ediyor: “Artık bundan sonra kim yüz çevirirse işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir. Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez O’na boyun eğmişken ve O’na döndürülüp götürülecekken onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? De ki: ‘Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz Müslümanlarız. Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır!” (Âl-i İmran 82-85 arası)

Her ümmetin ortak sözü: “Biz Müslümanlarız”

Âl-i İmrân Sûresi 52. ayet: “İsa onların inkarlarını sezince, ‘Allah yolunda yardımcılarım kim?’ dedi. Havariler, ‘Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz Müslümanlarız.’ dediler.”
Âl-i İmrân 64. ayet: “De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin.’ Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz Müslümanlarız.”
Âl-i İmrân 70. ayet: “Ey ehl-i kitap! (Gerçeğe) şahit olduğunuz halde, niçin Allah’ın âyetlerini inkar ediyorsunuz?”
Bakara Sûresi 132. ayet: “İbrahim bunu kendi oğullarına da vasiyet etti, Yakub da öyle: ‘Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak Müslümanlar olarak ölün’ dedi.”

Bakara Sûresi 133. ayet: “Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?’ dediği, onların da, ‘Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahı olan tek bir ilâha ibadet edeceğiz; bizler ona boyun eğmiş Müslümanlarız.’ dedikleri zaman orada hazır mı bulunuyordunuz!”
En’am Sûresi: 162/163: “Ey Muhammed! De ki: ‘Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.”
Zümer Sûresi/11-12: “(Ey Muhammed) De ki: ‘Şüphesiz bana, dini Allah’a has kılarak O’na ibadet etmem emredildi. Bana, Müslümanların ilki olmam da emredildi.”
A’raf Sûresi: 123-126: “Firavun, (büyücülerine) ‘Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha!’ dedi. Şüphesiz bu, halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz! Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım.’ Dediler ki: ‘Biz mutlaka Rabb’imize döneceğiz.’ ‘Sen sırf, Rabb’imizin âyetleri bize geldiğinde iman ettiğimiz için bize hınç duyuyorsun. Ey Rabb’imiz! Üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak bizim canımızı al.’
Yûnus Sûresi: 90. ayet: “İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de Müslümanlardanım dedi.”
Yunus Sûresi/71-72. ayetler: “Nûh’un haberini onlara oku. Hani o bir vakit kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Eğer benim konumum ve Allah’ın âyetleriyle öğüt vermem size ağır geliyorsa, (biliniz ki) ben sadece Allah’a dayanıp güvenmişim. Artık siz de (bana) ne yapacağınızı ortaklarınızla beraber kararlaştırın ki işiniz size dert olmasın! Bundan sonra bana hükmünüzü uygulayın; bana mühlet de vermeyin! Eğer yüz çeviriyorsanız, sizden zaten hiçbir ücret istemedim. Benim ücretim, ancak Allah’a aittir. Bana Müslümanlardan olmam emredildi.”
Mâide Sûresi: 111: “(Ey İsa) Hani bir de, ‘Bana ve Peygamberime iman edin’ diye havarilere ilham etmiştim. Onlar da ‘İman ettik. Bizim Müslüman olduğumuza sen de şahit ol’ demişlerdi.”

Kelime-i tevhid ve Efendimiz (sas)

Kelime-i tevhidde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah) Efendimiz’in (sas) ismi Rabb’imizin (cc) ismiyle asla birbirinden ayrılamaz ve mutlaka birbirini gerektirir bir biçimde yer alıyor. Cenab-ı Hakk insanların, “La ilahe İllallah Muhammedün Resûlullah” demelerine çok büyük ehemmiyet veriyor ve Kur’an baştan sona diğer din sâliklerine ve insanlığa bunu emrediyor. İman ayrılmaz bir bütün olduğu için, nasıl Hz. Nuh’un peygamberliğini reddeden bir kişi başka bütün her şeyi kabul etse de bir anda imanını kaybediyorsa, tüm kitapların müjdelediği ahir zaman peygamberini kabul etmemek de kişiyi iman dairesinden çıkarıyor.
Hz. Muhammed’e (sas) imanı Allah’ımız (cc) istiyor. “Cenab-ı Hakk insanların, “La ilahe İllallah Muhammedün Resûlullah” demelerine ehemmiyet veriyor ve bu cümlenin gönüllerde yer etmesini istiyor. İşte tebliğ adamı, Cenab-ı Hakk’ın ehemmiyet verdiği bu meseleye hayatını adayıp, kelime-i tevhidin gönüllere yerleşmesi için sürekli uğraşması itibarıyla, Rabb’inin büyük gördüğü şeye, yine o şeyin azametine uygun şekilde mukabele etmiş oluyor.” (Bakınız: İrşad Ekseni, s.166 )

Dileğimiz şefaat-i Resûl’e nail olabilmek

“Günah ve hataların ötesinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti var, O dilerse çok küçük şeylerden dolayı da affeder. Hem Üstad’ın, hem İmam Gazalî’nin ve hem de Muhasibî’nin dediği gibi hayattayken insan korkuyla tir tir titremeli; ama çaresiz kaldığı ölüm anında ümide ve recaya sarılmalı ve “Ya Rab, benim hiç sermayem yok; sadece ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah’la Sana geliyorum.” demeli. Sekerât-ı mevtte recaya sığınmalı ve “Artık elimden bir şey gelmez; fakat Senin rahmetin melceimdir (sığınılacak yerdir), rahmeten lilâlemîn olan Habîbin de şefaatçim.” duygusunda olmalı. Ne var ki, o zorlu dakikalarda bu hali yakalayabilmek her şeyi yerli yerine koymaya ve temiz olup temiz kalmaya bağlıdır.” (Bakınız: Kırık Testi, s.111)

Evdeki zamanını üçe bölerdi

Evine kendi işleri için girerdi ve bu mevzuda serbestti. Evdeki zamanını üçe bölerdi: Bir kısmını Allah'a, bir kısmını ailesine, bir kısmını da kendisine ayırırdı. Sonra kendisine ait olan vaktini kendisiyle insanlar arasında ikiye taksim ederdi. Ayırdığı bu süreyi halkın umumi ve hususi işlerine hasreder, onlardan hiçbir şey esirgemezdi. Ümmetine ayırdığı zaman süresi içinde faziletli kişileri tercih etmek, dindeki derecelerine göre onlarla ilgilenmek adetlerindendi. Kiminin bir ihtiyacı, kiminin iki ihtiyacı, kiminin de daha fazla haceti olurdu. Hepsiyle meşgul olur, halkı, kendilerine faydası dokunacak işlere yöneltirdi. Müslümanlar kendi meselelerini sorar, o da onlara yararı dokunacak hususları bildirir şöyle buyururdu: "Burada olanlar olmayanlara sözlerimi duyursunlar. İhtiyaçlarını bana duyuramayanların isteklerini bana iletiniz. İhtiyacını sultana iletemeyen birinin bu hacetini ulaştıranın ayaklarına Allah teala kıyamet gününde kuvvet verir."
Peygamberin huzurunda lüzumsuz şeyler konuşulmazdı. Konuşulduğu takdirde dinlemezdi. Yanına hayır umarak girerlerdi. Girenlere Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) muhakkak bir şey tattırırdı. Huzurundan çıkanlar hayır kılavuzları olarak ayrılırlardı.
"Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) gerektiğinde konuşurdu. Ashabını kendisine ısındırır, soğutmazdı. Her kavmin ulusuna ikramda bulunur, onu başlarına geçirirdi. Güleryüzlülüğünü ve huyunu bozmaksızın insanlara karşı dikkatli olur, şerlerinden sakınırdı. Sahabilerinden birini görmediğinde soruşturur, halka aralarındaki meselelerini sorar, güzel şeyleri beğenir, onu destekler, çirkinlikleri de takbih edip halkın gözünden düşürürdü. İşleri tertipli idi, karışık değildi. İnsanların gaflete düşebilecekleri yahut haktan sapabilecekleri endişesi ile müteyakkız davranırdı. Haktan taviz vermez, ondan şaşmazdı. Yakınları, insanların en seçkinleri idi. O'nun katında insanların en üstünü halka en fazla öğüt verenler, en büyükleri de daha çok yardımda bulunanlar idi."
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Nisan 2006       Mesaj #52
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
diniresim30yc

Sponsorlu Bağlantılar

Peygamber ve akşam duası


Akşamleyin yatağına girdiğinde Rabbine karşı güven dolu, O'na canını ve bütün varlığını teslim etmiş bir kimsenin yakarışıyla niyazda bulunuyordu. Yağmur yağdığında dua ediyor, güneş veya ay tutulduğunda namaz kılıp dua ediyor, kuraklık olduğunda dua ediyor, yolculuğa çıktığında Rabbine yalvarıyor, dua esnasında hamd ve şükür ifâdeleri mübarek ağzından duyuluyor, haccettiğinde telbiye (Lebbeyk=Buyur Mevlam..!) sesleriyle dağ, dere ve ovaları çınlatıyordu. Kısaca, Rabbini asla unutmuyor, savaşta ve barışta lisanı O'nu anmaktan hiç geri kalmıyordu. Ölülere dua ediyor, dirilere dua ediyor, gündüzün aydınlığında, gecenin karanlığında hep dua ediyordu.

Son düzenleyen Mystic@L; 10 Nisan 2006 22:07 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Nisan 2006       Mesaj #53
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Hz.Muhammed(s.a.v)
Hac veya umreden döndüğünde, bir tepeye çıktığında veya bir düzlüğe indiğinde üç defa tekbir getirir, arkasından da şöyle derdi: “Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur, O tektir, hiçbir ortağı yoktur, mülk sadece O'nundur, hamd de O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter. Rabbimize sığınarak, O'na tövbe ederek, O'na ibadet, secde ve hamd ederek geri dönüyoruz. Allah sözünü doğru çıkardı, kuluna yardım etti ve tek başına orduları bozguna uğrattıî (Buharî, Umre 12).


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Nisan 2006       Mesaj #54
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hayata gözlerimi açtığımda Allah’ın adıyla Senin adını bir arada duydum. Sağ kulağıma ezan, sol kulağıma kâmet okundu.

Kur’ân-ı Kerim’den tefe’ül tutup adımı, Muhammed koydular. Güzel sesli bir hâfız Seni anlatıyordu bana: “Çevre yanuma gelüp oturdular / Mustafa’yı birbirine muştular / Didiler oğlun gibi hiçbir oğul / Yaradılalı cihân gelmiş değil / Bu senin oğlun gibi kadri cemîl / Bir anaya virmemişdir ol Celîl.” Dibi derin gecenin karanlığına girmeden önce bir kez daha Senin nurunla aydınlanıp âdeta Seninle vedâlaştım. Salavat getirmeyi, suyu oturup içmeyi, yemeğe besmeleyle başlayıp bitirince ‘elhamdülillah’ demeyi, sağ tarafıma dönüp uyumayı, yemeği sağ elimle yemeyi, yemeklerden önce ve sonra ellerimi yıkamayı, sokakta, yolda, okulda herkese selam vermeyi, tebessüm etmeyi, dişimi fırçalamayı, tabağımdaki yemeği bitirmeyi ve daha pek çok şeyi Senin kutlu sözlerinden öğrendim. Böylece hem mutlu ve sağlıklı bir hayata kavuşma hem de Senin yaptıklarını yaparak rehberliğinin bereketinden istifade etme imkânı buldum. Yıllar geçti... Okuduğum her kitapta Seninle karşılaştım. Kitapların girişinde Allah’a hamd ve senâ ile, Sana salât ve selam vardı. Bir hayat boyunca bizimle yaşıyordun. Bizim dünyamızdaki güzelliklerin ayakta kalması için âdeta bize mübarek bulutunun gölgesini salıyordun. Türkçenin güzelliklerini, Senin güzel ismini anarak öğrenmek ne büyük bahtiyarlıktı. Yunus’un güzel Türkçesiyle bir daha tanıdım Seni: Yedi kat gökleri seyrân eyleyen / Kürsünün üstünde cevlân eyleyen / Mi’râcında ümmetini dileyen / Adı güzel kendi güzel Muhammed (Yunus)
Hele o başımızı rüzgâra kapılan şakayıklar gibi bir o yana bir bu yana sallayarak okuduğumuz “güzel” İlâhî yok mu!.. “Canum kurban olsun Senin yoluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed / Gel şefâat eyle kemter kuluna /Adı güzel kendi güzel Muhammed.”
Muhammed’ül Emin’sin...
Bir avuç çocuktuk Mahalle Mektebi’nde. Oturup büyük bir heyecanla Senin kutlu adını en güzel yazma yarışına girerdik. Mim ha mim dal... Muhammed’den muhabbetin hâsıl olmasını sayılara döker, ebcedle bir oyuncak gibi oynardık. Temiz sinelerimize her şeyden önce Seni yerleştirdik: “Bir ismi Mustafa bir ismi Ahmed / Allahüme salli alâ Muhammed / Rûz-ı mahşerde bize eyle meded / Allahüme salli alâ Muhammed.”
Şiirlerle, duâlarla, övgülerle adını binlerce kitaba yazdık. Sîreler, Mucizât-ı Nebîler, Mi’râcnâmeler, Hicretnâmeler, Gazavât-ı Nebîler, Esmâ-i Nebîler, Mevlîdler, Hilyeler, Şefaâtnâmeler, Kırk Hadisler, Yüz Hadisler, Bin Hadisler.... Hoca Ahmed Yesevî’ler, Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş’lar, Hacı Bayram’lar, Fuzûlî’ler, Nâbî’ler, Niyâzî’ler, Gâlib’ler, şiir mecmualarını Senin güzel isminle süslediler. Şair diyor ki: “Na’tdan gerçi ümîd-i şu’arâ / İntisâb etmedir ey şâh Sana”. İşte biz de hangi vesile olursa olsun, hep Seni anmak için fırsatlar aradık; Sana bağlılığımızı ve muhabbetimizi bildirmek için yarıştık...
Uzun kış gecelerinde babaları cepheden bir daha dönmeyen çocuklar, dedelerinden Muhammediye’yi, Ahmediye Şerhi’ni, Kara Davut’u ve Delâil-i Hayrat’ı, Hazreti Ali’nin cenklerini dinlediler. Bütün bir cemiyyet, Senin ve sahabilerinin, Hak dostlarının kahramanlıklarıyla bir diriliş şerbetine kavuştu. Ömer’lerin, Hamza’ların, Ali’lerin birer ümit kahramanı olarak yetim çocuklara varlık ve dirlik kaynağı oldular. Tıpkı şairler gibi, tarihçiler de Senin hayatının en ince ayrıntılarını anlatmak için kaleme sarıldılar. Hattatlar, maharetlerini ortaya koyup kutlu ismini en güzel yazma yarışına girdiler. Müzehhipler göz alıcı renkler ve nakışlarla kırk hadis mecmualarını süslediler. Ve nihayet müzisyenler, na’t, tevşîh, salâ, salat ve salat-ı ümmiyelerle gökkubbede “bâkî kalacak âhenk örgüleri” ördüler: “Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Habîballah / Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Resûlallâh / Es-salâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Nebiyallâh...”
Kırk Hadisler, toplum fertleri arasında saygı, sevgi ve anlayışın teminatı oldu. “Rahmetim gazabımı geçti”, “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır”, “Allah, insanlara acımayanlara merhamet etmez”, “Güzel sözler sadaka yerine geçer”, “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, sevindiriniz, nefret ettirmeyiniz” gibi pek çok hadis-i şerif, affı, anlayışı, sevgiyi, dostluğu, merhameti, yardımı bütün bir insanlığa ahlakî bir sorumluluk olarak telkin etti. Birbirini yok eden, insanlığa acımayan ve önüne gelen her şeyi yakıp yıkan bir dünya, bir süre sonra Senin “insanlık medeniyetine” verdiğin mesajlarla yıkandı, aklanıp paklandı. Yunus’un: “Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş olamazsın” dediği gibi, “elsiz”, “dilsiz” ve dünyaya karşı “gönülsüz” erenlerin saadet solukları bütün bir dünyayı çevreledi. Adalet, emniyet, güven ve merhamet dalga dalga yayıldı. Ama Senin soluklarından uzaklaştıkça, dünyamızı yeniden kara bulutlar kapladı. Dört bir yanda var olma mücadelesini yaşadığımız günlerde, hep Allah’a dayanıp yeniden Senin şefâatini istedik. Zor günlerdi onlar. Mehmed Âkif’in feryâdı ondandı: “Yıllar geçiyor ki yâ Muhammed / Aylar bize hep muharrem oldu! / Akşam ne güneşli bir geceydi.../ Eyvâh, o da leyl-i mâtem oldu!” “Allah için, ey Nebiyy-i mâsûm / İslâm’ı bırakma böyle bîkes, / İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.”
Ruh susuzluğunda Seni andık. Susuzluk, bütün bir cemiyetin ruh ve manâ köklerini kurutmuştu. Ellerini uzatıp sahabinin kana kana içtiği parmaklarının iştiyakını duyuyorduk: “Şimdi Seni ananlar / Arıyor ağlar gibi.../ Ey yetimler yetimi, / Ey garipler garibi! / Düşkünlerin kanadıydın / Yoksulların sahibi; / Nerde kaldın ey Resûl, / Nerde kaldın ey Nebi?” (Arif Nihat Asya)
Bir nesil, Senin uğruna geçici hayatı tepme yarışına girdi. Dost da Sendin, sevgili de Sen. Seni bir kez hayâlinde görmek isteyen âşıklarla doluydu çevren: “Hicranla yandı gönlüm hâlimi sormaz mısın? / Dil ucuyla olsun melâlimi sormaz mısın? / Bilmem ki yoksa, dost vefâsından şüphen mi var! / Lütfedip bir kere hayâlimi sormaz mısın?” (M.F. Gülen) Sultan I. Ahmed, Senin mübarek ayak izini başında taşımak için bir sorguç yaptırmıştı: “N’ola tacım gibi başımda götürsem dâimâ / Kademi resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün / Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir / Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.” Senin âşkın şairlerin şahlara, vezirlere kafa tutmasına yol açtı. Mescid-i Nebî’ye yaklaşan kâfilede ayaklarını Senin mübarek beldene doğru uzatan veziri, şair şöyle azarlamıştı: “Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hudâ’dır bu / Nazargâh-ı İlâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu.” (Nâbî)
Senin mübarek saçının bir tek telini yere düşürmeyen ve onu asırlarca saklayarak Sana olan saygısını daima diri tutan âşıkların vardı. Yıllar sonra, bu soylu milletin son sultanlarından II. Abdülhamid Han’ın Medine’ye demiryolu döşenirken, rûh-ı azîzine hürmeten raylara keçe döşemesi de aynı ruh güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Âleme teşrifinle birlikte, nice şair Senin için en güzel sözleri söyleme yarışına girmişti. Söz sultanları, Senin vasfını, el değmemiş incileri manâ ipliğine dizmek için ihsan ve lütuf ânını kollamak için bir ömür boyu anlam avcılığına çıktılar. Geceleri sabaha kadar Muhammedî esintilerin ilhâmını bekleyip durdular. İnim inim inleyip: “Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah!” feryatlarıyla yeri göğü çınlattılar.
İki cihan sultanısın...
“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim / Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim.” diyen Şeyh Gâlib, Osmanlı’nın son derin nefesiyle, Senin aşkından döne döne inlemişti. Sen bütün imdat haykırışlarına şifasın yâ Resulallah! Hicranla yanan âşıkların sinesine devâsın yâ Resulallah!.. Sen varlık âleminin yaratılan ilk nuru ve âlemlerin yaratılış sebebisin efendim. Sıdk u vefâ madenisin, iki cihân sultanısın efendim. “Mustafa’nın cânı oldu ibtidâ / Evvelinde anı yaratdı Hudâ.” (Kaygusuz Abdal) diyen şairin sözündeki hakikatsin efendim. Peygamberler serveri, dinin direğisin; âlemlerin övünç kaynağı ve ümmetine imân hil’atini giydirensin efendim. Şefaat sahibisin, gönüllerin tabibisin ve Hakk’ın habibisin, Sen İlâhî aşkın menbâısın efendim. Alnın dolunaydır Senin, kaşın nahif bir hilâl, mübarek yüzün bir güneş ve saçın Mi’râc gecesi... Yeryüzünün bütün çiçeklerinin kokusudur terin, gül-i Muhammed’in usâresidir. İşte bundandır bülbülün güle aşkı, âh u figânı... Ondandır güllere üşüşmesi bülbüllerin...
Sen o gülsün, biz ise etrafında halkalanmış nâlân bülbülleriz efendim. Sen peygamberlerin sultanısın, Allah’ın bize rahmetisin, nurunla kâinâtı aydınlatansın. Habîbsin, fahr-i âlemsin, habîb-i ekremsin, şâh-ı dinsin, fahrü’l-mürselînsin, nübüvvet gülüsün, emînsin, ruha şifâsın efendim. Muhammed’sin, Mustafa’sın, Mahmud’sun, Ahmed’sin, Nebî’sin, Şefî’sin, Server’sin, Habibullah’sın, Hayrülbeşer’sin, imân bünyâdısın, dinin metâısın, peygamberlerin hüccetisin efendim. Mübarek alnın dolunaya, kaşın hilâle benzer. Saçın mirâc gecesi, yüzün güneşe benzer. Yeryüzündeki bütün çiçeklerin kokusudur mübarek terin. Kutlu kademindeki bir toza yüz sürmek ve onu gözlerine sürme diye çekmek için şâhlar, gedâlar kapında toz toprak içinde yuvarlanmaktadır efendim. Sen, peygamberler kervanının başısın, hakikat denizinin dürr-i yektâsısın. Hakkın nice gizli sırlarına mahremsin. Fütüvvetin tacısın, velâyetin mahremisin, nübüvvetin hâtemisin efendim. Âşıklara aşkın kaynağısın, fâkihlere nassların pınarısın, velilere hidayet rehberisin, ehl-i Hakka ilhâmsın, yetîmlere şefkat elisin, yolculara yoldaşsın, kölelere ihvânsın, dertlilere devâsın efendim. Gaziler, yalın kılıç “Muhammed’e salâvât” deyip düşman üzerine Seninle yürürler. Ordular, askerlerine Senin ism-i şerifini verirler. Dâimâ Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun. Hakkında medh ü senâda bulunan herkesin ömrü uzasın. “Her dem yeniden doğarız / bizden kim usanası” diyen şairin ağzına sağlık! Hoş geldin Efendim!..
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
11 Nisan 2006       Mesaj #55
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Peygambere Sevgi ve Saygı





Allah'a giden yolların rehberi, dünyada ve âhirette mutluluk yollarının göstericisi Peygamberimiz Hz.Muhammed'i (s.a.) sevmek, her mümine farzdır. Peygamberimiz'e sevgi ve saygı duymak, onu önder ve örnek alıp bağlanmak, Müslümanların dinî ahlâkının bir gereğidir. Bu sevgi ve saygı, diğer peygamberler için de geçerlidir. Peygamberimiz'i sevmek için sebep çoktur. Ama her şeyden önce, peygamber sevgisinin ilk kaynağı, yüklenmiş olduğu ilâhî görevden kaynaklanmaktadır.
Allah'ın Sevgili Peygamberini Sevmek ve Saymak
Hz.Peygamber (s.a.), Allah'ın sevgili (habîbullah) kuludur. Bunun için Müslümanlar, Peygamberimiz'i andıklarında, onun pekçok niteliği arasında bu durumundan esinle Habîb-i Ekrem (en sevgili kul) sanını da kullanırlar. Kur'an-ı Kerim'in âyetlerinde, Yüce Allah'ın doğrudan Peygamber'e seslendiği, özellikle âyet başı bölümlerinde, "Habîbim" hitabını kullanarak çeviri/meal yaparlar. Ona duyulan sevgiyi, en sevilen çiçeklerden olan gül ile simgeleştirirler. Böylece, Yüce Allah'ın sevdiğini sevmiş oluruz. Çünkü, Allah'ın sevdiğini sevmek, doğrudan Allah'a sevginin bir uzantısıdır. Peygamberimiz, o mükemmel sevgi duasında, şöyle derdi: "Allahım! Sana duyduğum sevgiyi, kendi canımdan, aile bireylerimden ve serin sudan daha sevimli yap." (Tirmizî, daavât, 72)
Yüce Allah'ı seven, Hz.Muhammed'i (s.a.) de sever: "De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir."
Peygamber'e duyulan sevgi, her şeyden ve her türlü sevgiden çok olmalıdır. Bu, her şeyden önce Yüce Allah'ın bir emridir: "Müminlerin, Peygamber'i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir." (Ahzâb, 33/6) Bu durumu, Sevgili Peygamberimiz de şöyle belirtiyor: "Sizden biriniz, beni atasından babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla iman etmiş olmazsınız." (Buharî, iman, 8; Müslim, iman, 70) Yine Hz.Peygamber'in (s.a.) belirttiğine göre, Allah'ı ve Peygamberini her şeyden çok sevmedikçe tam mü'min olunmaz. (Buharî, iman, 9, 14, edeb, 42; Müslim, iman, 67) "Canımız sana feda olsun Ya Rasûlallah" ifadesi, işte bu anlayışın bir yansımasıdır.
Alemlere Rahmet
Hz.Muhammed'i (s.a.) sevme sebeplerinden birisi de, âlemlere rahmet oluşudur: "Doğrusu bu Kur'an'da, kulluk eden kimselere bildiri vardır. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/106-7); "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez." (Sebe, 34/28); "De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız." (A'râf, 7/158) O, bu niteliklerinin bir gereği olarak, insanlara Yüce Allah'ın buyruklarını ve yasaklarını iletti, hak dini öğretti, ebedî kurtuluş yolunu gösterdi. Bütün bu iyiliklere, ancak şükran, minnet ve sevgi duyulabilir.
Yüce Ahlâk Sahibi ve Güzel Örnek
Hz.Muhammed'i (s.a.) sevme sebeplerinden bir başkası, onun üstün ahlâk sahibi ve uyulacak güzel örnek oluşudur: "Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsindir." (Kalem, 68/4) "Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlullah (Allah'ın Elçisi) en güzel örnektir."(Ahzâb, 33/21) Bu yönüyle Peygamberimiz, bütün Müslümanlar için "gaye insan, ufuk Peygamber"dir. Süleyman Çelebi, bunu şöyle belirtir:
Zâtıma mir'ât edindim zâtını,
Bileyazdım âdım ile âdını. (mir'ât: ayna, örnek)
Ümmetine Düşkünlüğü
Hz.Muhammed (s.a.) ümmetine çok düşkündür, çok şefkatli ve merhametlidir: "Ey inananlar! And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir." (Tevbe, 9/128) Bu sevgi, şefkat ve merhametin karşılığı da, ancak Peygamber'i sevmek ve saymak ola
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
11 Nisan 2006       Mesaj #56
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi

Hz.Muhammed(s.a.v) ve Güzel Ahlakı

Yeni bir elbise giydiğinde “Allahım, Sana hamdolsun. Onu bana Sen giydirdin. Onun hayrını ve yapılış amacının en hayırlısını Senden diliyorumî diye dua ederdi (Ebû Dâvud, Libâs 1).

Uyumak üzere yatağına uzandığında “Allahım, canımı Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım. Bunu Sana ümit bağladığım ve Senden korktuğum için yaptım. Senin azabından kurtulmak için Senden başka sığınılabilecek hiçbir sığınak ve kurtuluş yeri yok. İndirdiğin kitaplarına ve gönderdiğin peygamberlerine iman ettimî diye dua ederdi (Buhari Tevhîd 34).

Uykudan uyandığında “Bizi, öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Dirilerek dönüş sadece O'nadırî diye dua ederdi (Buharî, Daavât 7).

Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
12 Nisan 2006       Mesaj #57
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
PEYGAMBERİMİZ (s.a.v)'in Geleceğe Dair Verdiği Haberler
Her insanın, her toplumun ve her ülkenin bir kaderi vardır. Dünya üzerinde henüz hiçbir insan yaratılmamışken, her insanın gelecekte neler yaşayacağı, bir ülkenin hangi olaylara şahit olacağı, bir toplumun geçireceği evreler ve bu gibi her olay Allah katında tüm detayları ile belirlenmiştir. Ancak insanlar, önceden belirlenmiş, Allah'ın katında yaşanmış ve hatta bitmiş olan bu olayların hiçbirinden haberdar olmazlar. Bunları, ancak yaşadıkça görür ve bilirler. Dolayısıyla gelecek insanlar için gaybtır, yani bilinmezdir.
Ancak Allah, bazı kullarına gayba dair bazı bilgiler verdiğini Kuran'da bildirmiştir. Bu kişilerden biri de Hz. Yusuf'tur. Hz. Yusuf, zindanda iken, Allah'ın varlığının delillerini anlattığı iki arkadaşına şöyle demiştir:
Dedi ki: "Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terk ettim." (Yusuf Suresi, 37)
Ayette de bildirildiği gibi, Hz. Yusuf gayb olan bir haberi bildiğini söylemektedir. Bu, Allah'ın Hz. Yusuf'a verdiği bir ilim ve mucizedir. Allah, Hz. Yusuf'a ayrıca rüyaları yorumlama ilmini de vermiştir. Hz. Yusuf -Allah'ın dilemesi ile- gelecekte olacak bazı olayları görebilmektedir.
Hz. Yusuf'a verilen ilmin bir benzeri başka peygamberlere de verilmiştir. Allah ayetlerde, elçilerinden seçtiği kimselere gayb haberlerini açıklayacağını şöyle bildirmiştir:
O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz.) Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer. (Cin Suresi, 26-27)
Elbette Rabbimiz Peygamber Efendimize de gayba dair pek çok haber vermiştir. Peygamberimiz (sav) hem geçmişte meydana gelen ve kimsenin bilmediği olayları, hem de gelecekte gerçekleşecek olan birçok olayı Allah'ın bildirmesiyle öğrenmiştir. Bir ayette Allah bu gerçeği şöyle haber verir:
Bu, sana (ey Muhammed) vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, (Yusuf'un kardeşleri) o hileli-düzeni kurarlarken, yapacakları işe topluca karar verdikleri zaman sen yanlarında değildin. (Yusuf Suresi, 102)
Bu bölümde, Allah'ın, Peygamber Efendimize hem Kuran aracılığı ile, hem de kendisine özel olarak bildirdiği ve Peygamberimiz (sav)'in hadisleri aracılığı ile bize ulaşan bu gayb haberlerinden birkaçına yer verilecektir. (Detaylı bilgi için bkz. Kuran Mucizeleri, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
Bu haberlerin pek çoğu gerçekleşmiştir ve insanlar da bu mucizeye şahit olmuşlardır. Bu, hem Peygamber Efendimizin Allah'ın elçisi olduğunun hem de Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden biridir.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
12 Nisan 2006       Mesaj #58
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İSRÂ VE MÎRÂC MÛCİZESİ (Receb 621 M.)
a) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Mîrâcı
İkinci Akabe görüşmesinden sonra, Mekke Devri'nin 11'inci yılı Recep ayının 27'inci gecesi (Hicretten 19 ay önce) Peygamber Efendimizin "İsrâ ve Mîrâc" mûcizesi gerçekleşti.
İsrâ, gece yolculuğu ve gece yürüyüşü; Mîrâc ise, yükseğe çıkmak ve yükselme âleti demektir. Bu büyük mûcize, gecenin bir bölümünde cereyân ettiği ve Rasûlullah (s.a.s.) bu gece semâlara ve yüce makamlara yükseldiği için bu mûcizeye "İsrâ ve Mîrâc" denilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de el-İsrâ Sûresi'nin 1'inci âyetinde:
"Kulu Muhammed (s.a.s.)'i, bir gece Mescid-i Harâm'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı ne yücedir. Doğrusu O işitir ve görür." buyrulmuştur.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya olan mîrâcı, yukarıda anlamı yazılan âyet-i kerime ile sâbittir. Mescid-i Aksâ'dan semâlara ve yüce makamlara yükseldiğini ise, Peygamber Efendimizden nakledilen sahîh hadîs-i şerîflerden öğrenmekteyiz. Hadîs-i şerîflerde anlatılanların özeti şöyledir.(114)
Rasûlullah (s.a.s.) bir gece Kâbe'nin "Hatîm" denilen kısmında iken, Cebrail'in getirdiği "Burak" denilen bineğe binerek Kudüsteki Mescid-i Aksâ'ya gelip burada namaz kılmıştır. Buradan da "Mîrâc" denilen âlete binerek, semâlara yükselmiştir. 1'inci semâda Hz. Âdem, 2'inci semâda Hz. Yahyâ ve Hz. İsâ, 3'üncü semâda Hz. Yûsuf, 4'üncü semâda Hz. İdrîs, 5'inci semâda Hz. Harûn, 6'ıncı semâda Hz. Mûsâ ve 7'inci semâda Hz. İbrâhim ile görüştü. Bunlardan her biri Rasûlullah (s.a.s.) 'i selâmlayıp tebrik ettiler, "hoşgeldin sâlih kardeş," dediler.
Daha sonra "Sidretü'l-müntehâ"ya yükseldi. Orada kazâ ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesler duyuluyordu. Sidretü'l-müntehâ'dan ötesi, sözle anlatılması mümkün olmayan bir âlemdi. Buraya kadar beraber oldukları Cebrâil de buradan öteye geçememiş, "benim için burası sınırdır, parmak uçu kadar daha ilerlersem, yanarım..." demiştir
Mîrâcta Cenab-ı Hakk, sevgili Peygamberine nice âlemler gösterdi. Kuluna vahyedeceğini vâsıtasız vahyetti. Bu makamda Hz. Peygamber (s.a.s.)'e üç şey verildi.(115)
1) Beş vakit namaz farz kılındı.(116)
2) Bakara Sûresi'nin son iki âyeti (Amene'r-rasûlü...) vahyedildi.
3) Ümmetinden şirk koşmayanların Cennet'e girecekleri müjdesi verildi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2006       Mesaj #59
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Allah var idi, O’ndan başka hiçbir varlık yok idi. Cenab-ı Hak ilk defa Peygamber Efendimiz’in (asm) nurunu yarattı ve yokluk fezasına attı. O’nun nurundan arş, kürsi ve levh-i mahfuz yaratıldı. Demek ki, Peygamber Efendimiz (asm) bu kâinatın hem çekirdeği hem nuru hem esası ve hem de en mükemmel bir meyvesidir.

“Şu kâinatın Sânii, şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zât-ı Ahmediye (asm) olduğu için, kâinattan evvel Sâni’-i Kâinat’ın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir. Hâlbuki Zât-ı Ahmediye (asm), hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksadların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.” (1)
Cenab-ı Hak, Hadis-i Kudsi’de “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim.” buyurmaktadır. Evet, her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. İşte Cenab-ı Hakk, cemal ve kemaline en cami ve en mükemmel ayna olarak Peygamber Efendimizi’i (asm) yaratmıştır. Cenab-ı Hak en çok habibim dediği Hazret-i Peygamber’i (asm) sevmiş ve O’nu birçok nimetlere mazhar etmiştir. Allah’ı en çok seven ve sevdiren, O’ndan en çok korkan ve takdir edip zikreden O’dur. “Uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede Zât-ı Ahmediye (asm) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlem’in nihayet kemaldeki cemalini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır. Hem Sâni’-i Âlem’in nihayet cemalde olan kemal-i san’atı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.”(2) 600 senelik bir fetret döneminde insanlık âlemi zulüm, cehalet, dalalet karanlığı içerisindeyken; Cenab-ı Hakk’ın “Ey Habibim! Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” hitabına mazhar olan Habib-i Zişan Efendimiz (asm), güneşi gölgede bırakacak bir nur ile dünyaya tecelli etti. O’nun (asm) nuru gözleri kamaştırdı, ulvi sesi kulakları doldurdu ve feyz-i hidayeti kalplere yerleşti ve bütün insanlığı aydınlığa kavuşturup, nev’i beşeri medeniyetin en yüksek mertebesine çıkardı. İnsanların muhtaç olduğu maddi ve manevi bütün hakikatleri kısa zamanda şimşek gibi bir sürat ile ikmal ederek, herkesi istidadına ve kabiliyetine göre saadetin en yüksek mertebelerine çıkardı. Âlem, onun ile yeni bir devr-i nur ve devr-i saadete girdi. “… o nur olmazsa kâinat da, insan da, hatta her şey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedi’ bir kâinatta, böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.” (3)
Alemlere rahmet olarak gönderildi...
Peygamber Efendimiz (asm) bütün âlemlerin ve feleklerin yaratılma sebebidir ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Zira O (asm) bütün insanlara, cin ve meleklere pek büyük bir rahmettir. Bütün çiçek ve ağaçların yetişmeleri ve inkişaf etmeleri için nasıl güneşe ihtiyaç varsa, gönüllerin tenviri ve akılların teshiri için de bir hidayet güneşi olan Zat-ı Muhammediyeye (asm) o derece ihtiyaç vardır. Daha doğduğu gecede Kâbe’deki putların yere serilmesi, Mecusilerin taptığı ateşin sönmesi, Sava nehrinin yere batması, Kisra Sarayı’nın yıkılması gibi hâdiseler Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) gelişini müjdelemişlerdir. Çünkü “Bütün mahlûkatın en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî Âdem’in bülbül-ü zül-Kur’an’ı Muhammed-i Arabî (asm)” (4) dünyayı teşrif etmiştir. Bu hakikati ifade etmek için Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “De ki: Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Çünkü batıl, yok olmaya mahkûmdur.” (5) buyurmuştur. Zira O Zat (asm) kalplerdeki kat kat buzları eriterek, yerlerine nice gül ve meyveler yetiştirdi.
Peygamber-i Zişan Efendimiz (asm) insanları hidayete erdirerek, onları kendileri gibi mahlûk olan putlara, yıldızlara, ateşe ve batıl şeylere tapmaktan kurtarıp; onlara Vahid, Ehad ve Samed olan Zat-ı Zülcelâl’i tanıttırıp, yalnız O’na ibadet edileceğini bildirip tevhidi ilan etmiştir. 23 sene gibi kısa bir zamanda İslâm nurunu dünyanın her tarafında parlattırması, insanları vahşetten ve zulümden kurtarması ve bütün akılları hayrette bıraktırması O’nun (asm) nihayetsiz bir feyze mazhar olmasındandır. “Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira o, La ilahe illallah der, dava eder.”Msn Demon
Peygamber Efendimiz (asm) herkese karşı nazikane muamele eder ve hiçbir kimseden menfaat talep etmezdi. Bu ulvi hasletleriyledir ki, herkes ona muhabbet ve itaat ederdi. Medine’ye hicret ederek az zamanda bu kadar fütuhata mazhar olduğu halde dünyaya asla itibar etmedi. Mübarek endamı gayet güzel ve bütün azaları birbirine mütenasip, cismi nazif, kokusu latif, son derece mülayim, halim, mütevazı, vakarlı ve heybetli idi. Bütün hareketleri itidal üzere idi. Güler yüzlü ve tatlı sözlü idi. O’nunla (asm) beraber olan insanlar, O’nun (asm) feyzinden dolayı O’na (asm) can ve gönülden aşık ve muhip idiler. Hazret-i Peygamber (asm) çok cömert, kerim, şefik ve rahim idi. Ahit ve va’dinde sabit, sözünde sadık idi. Elhasıl her türlü medh-ü senaya layık idi. İşte O Zat (asm), asırlardan beri gönüllerde kök salan batıl itikatları ortadan kaldırıp, bütün emir ve yasakları akla muvafık ve hikmete uygun olan Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla insanları saadet-i dareyne kavuşturmuş ve kıyamete kadar değiştirilmeyecek bir din tesis etmiştir.
En mükemmel dinin Peygamber’i...
Evet, O’nun (asm) tesis ettiği İslâmiyet en mükemmel bir din-i ilahidir. Çünkü en son dindir. Zira sonra gelen peygamberin ve getirdiği dinin, evvelkilerden daha mükemmel olması tedric kanununun bir gereğidir. Her hak din zatında mukaddestir. Ancak o dinin peygamberleri faziletçe birbirinden üstündürler. Zira o peygamberlerin getirdiği ahkâmlar, birbirinden farklıdır. En son gelen daha kapsamlı ve daha üstündür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak: “İşte şimdiye kadar zikrettiğimiz resullerden kimini kimine üstün kıldık.” (7) buyurarak bu hakikati ifade etmiştir.
Mesela, Hazret-i İsa’ya (as) gönderilen İncil’deki, iman, ahlâk, fazilet, irşat, hikmet ve irfan gibi birçok hakikatler, Tevrat’tan daha kapsamlı olduğu için, onun hükümlerini neshetmiştir. “Şeriatı, sair şeriatların mehasinini cem’ ile onların nâsihidir.”Msn Note Zaman geçtikçe insanların ilimleri ve tecrübeleri gelişerek terakki ettiğinden, sonra gelen her dinin de önceki dinden daha kâmil ve daha kapsamlı olması hikmetin gereğidir. “Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar. Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.” (9)
Demek ki, sonra gelen peygamberlerin dinleri, geçmiş peygamberlerin dinlerine kıyas olamaz derecede üstündür. Çünkü geçmiş peygamberlerin zamanındaki insanların anlama kabiliyetleri daha az olduğundan dinleri de onların idraklerine uygun idi. “Geçmiş peygamberler ümmetlerine Kur’an gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.” (10)
“Hazret-i Peygamber’in (asm) en büyük mucizesi Kur’an-ı Kerim’dir. Evet, her bir kelimesinde birçok hikmetler bulunan bu sonsuz nuru her kim dikkatle okursa, ondaki i’caz ve üsluba; ifadelerindeki belagat ve fesahate hayran olmaması mümkün değildir. Kur’an, 1400 sene önce nazil olduğu halde, sanki yeni nazil olmuş gibi, tazeliğini muhafaza etmektedir. “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor.”(11) Çünkü o ezelden gelmiş ve ebede gidecektir. İlim ve irfan ne kadar terakki ederse etsin, Kur’an’daki hakikatler nihayetsiz olduğundan hiçbir asır ve hiçbir kimse ondan müstağni kalamaz. Evet, Kur’an, iki dünyanın saadetini temin etmiştir. Beşer nelere muhtaç ise hepsi onda mevcuttur. “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı Mübin’de bulunmasın.” (12) Evet, “Kur’an-ı Kerim zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek her şeyi ifade ediyor.”(13)
Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği hükümlerin birçoğu daha önce gelen semavî kitaplarda yoktu. Bu bakımdan Kur’an, geçmiş dinî kitapların fevkindedir, İslâm dini de diğer dinlerden daha üstündür. Geçmiş peygamberlerin şeriatları ancak İslâm diniyle ikmal olmuştur. Bu bakımdan en mükemmel din İslâm’dır.
(1) Sözler, s. 580. (2) Sözler, s. 576-577. (3) Sözler, s. 237. (4) Sözler, s. 356. (5) İsra Sûresi 17/81. Msn Demon Sözler s. 235 (7) Bakara Sûresi, 2/253 Msn Note İşarat’ül İcaz, s. 51 (9) İşarat’ül İcaz, s. 51 (10) Şualar, s. 220. (11) Mektubat, s. 475. (12) En’am Sûresi 6/59 (13) İşarat’ül İ’caz, s. 119.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2006       Mesaj #60
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sana çok muhtâcız Yâ Rasûlallah! Kapına dönüp de Sana “ Medet Sultânım! ” demeye bile mecâlimiz kalmadı. Buna yüzümüz yok Efendim! Sürüm sürüm bir hâldeyiz. Ama her şeye rağmen Efendim, Senin “ Kardeşlerim! ” dediğin kudsîler olduklarına cân-ı gönülden inandığımız birileri var. Onlara “ Garipler ” diyorlar. Duyduk ki Sen de, on dört asır ötesinden onlara bir selâm çakmış ve “ Tûbâ li'l-gurabâ-Gariplere ne mutlu! ” buyurmuşsun. Uğruna gurbeti seçmişler ve bu vesileyle, Sana kurbeti kazanabileceklerini ümit etmişler Efendim.
Artık hiç şüphemiz kalmadı ki, (“ Ümmetler, milletler, insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler. ” Birisi sordu: “ Bizim azlığımızdan mı? ” Allah Resûlü: “ Hayır, aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi.. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de vehn ' atacak ” dedi. Yine birisi sordu: “ Ey Allah'ın Resûlü vehn nedir? ” Cevap verdi: “ Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi! ”) buyurduğun o tâlihsiz günlerdeyiz yâ Resûlallah! Aynen buyurduğun gibiyiz. Bir yığın âciz, perişân ve kimsesiz. Acınacak haldeyiz. Onulmaz dertlerle sarmaş dolaşız biz. İşte Efendim pür-perişân hâlimiz!
Atalarımız gibi olamadık henüz. ‘Henüz' diyorum, zirâ ümitvârız olacak yâ Resûlallah. Çünkü Senin bir Şanlı Elçin bu müjdeyi bir asır önce sunmuş: “ Şu istikbâl inkilâbâtı içinde en müthiş ve gür sedâ İslâm'ın sedâsı olacak. ” demiş ve bu uğurda bir yığın cehdle çekip, gitmiş. Çekip gitmiş ama gelecek baharın da tohumlarını saçarak gitmiş. Buna imanımız tam Efendim. Tam olmasına tam da, ama ne zaman? Bunun cevâbını ararken kendime bakıyorum, ümidim tamamen buğulanıyor. Ama yine de ümitvârız. Fakat şimdilerde bir yönden pek ürkütücü halde olduğumuz da kesin Efendim.
Ancak her şeye rağmen Efendim, her şeye rağmen, Bahar Çiçekleri bir bir açılışta. Bahara yolculuk var karakışta. Senin çelimsiz gibi görünen o üveyklerin, dağda bayırda yokuşta; Senin o bayıltan-çıldırtan güzelliğini muhtâç sînelere taşıyıştalar Efendim.
Tekrâr Kutlu Doğum günün gelmiş Efendim! N'olur bir kez daha gönlümüze, günümüze, bize doğuver! Öğrendik ki, Sen sadece bir kez doğmazmışsın. “ Sen bizler gibi sâdece bir kere doğmadın/doğmazsın; zamanın her parçası Senin için bir tulû vakti, gönüllerimiz de mütevâzı matlaın.. ” Bunu, Asrımıza güneş gibi doğan ve kendisiyle Seni tanıma şerefine erdiğimiz ayrı bir Kutlu'dan öğrendik Efendim. Şereflendir Sana muhtâç gönüllerimizi ve kupkuru dünyâmızı. Yok fazla bir hediyemiz, farkındayız. Belki gözyaşımız da pek eksik. “ Hüve'l-habîbüllezî türcâ şefâatüh, li-külli hevlin mine'l-ehvâli muktehımi. Mevlâye salli ve sellim dâimen ebedâ. Alâ habîbike hayri'l-halki küllihimi .” okuyanlar var geceler boyu. Ama ihtimâl bütün bunlar, dertlerimiz yanında çok küçük çabalar. Ancak, işleri sadece vesilelik olan, ve kendilerini, aslında başka sevimsiz şeylerde de kullanılma ihtimâli de varken sadece güllerin dibine toprak atan birer kürek gibi gören ve bu şekilde envai türlü güllerin neşv-ü nemâ bulmasına vesilelik yapanlar sayesinde, evet Efendim işte onlar sayesinde, sağda solda çeşit çeşit, Sana hazırlanan taze gül buketleri var. Ama Efendim, bu güllerin çok farklı. Sadece Anadolu'nun bağlarından bahçelerinden derlenmiş değiller. Yeryüzünün muhtelif bölgelerinden bu goncaların. Duyduk ki gönüllerine Sen doğmuşsun onların. Rüyâlarını şereflendirmişsin, bir gece ansızın. Selâm çakmışsın mahzûn ve mütebessim çehrenle tâlihli yüzlerine. Bak bir bir seni heceliyorlar, küçücük kalplerinde sana güzel bir mekân hazırlamışlar, orada sevgini büyütüyorlar. Senin altın halkana diziliyorlar bir bir. Hangi birisine sorulsa, “ O Güzeller Güzeli buraya da geldi ” diyorlar, yüzleri gülüyor ve şevkten şevke uçuyorlar Efendim.
Onlar, ebedî hicrândan kurtulmaya başladılar artık. İşte bu, bir yönüyle tâlihsiz ama bir yönüyle güzel doğuşların otağı olan şu günler, bizi garip bir duyguya itiyor. Bunlara bakıp seviniyor ve ümitle şahlanıyoruz. Ama diğer yöne yüzümüzü çevirince, liyâkatsizliğimize bakınca, genel mânâda ümmetinin durumunu düşününce… kan ağlamamız gerektiğinin farkına varıyoruz. Bizim en azından hızlı olmamız, kanatlanmamız gerektiği kesin. “ Bütün bunları sorarlar bize. Bu kadar rahat bir ortam, bu kadar önemli-kazançlı ve elzem bir iş; ama bu kadar da cılız bir performans, sorarlar bunun hesabını bizden .” diyen Hak Dostu, herhalde haklı Efendim.

ÂH EFENDİM!
Köhne gönlüme dönüp dönüp bakıyorum da, orada bir güneş gibi -inşallah- parıldayan tek Sensin. Birinin Seni hakkıyla sevdiğini iddiâ etmesi büyük bir iş. Ve herhalde yanlış olur. Gerçekten sevseydik daha farklı olacağımız kesin. Ancak sevginin yolunda olduğumuz, muhabbetini hecelediğimiz inşallah doğrudur. “ Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, her türlü işinde Sevgiliye muvâfakat etmeyen, onu sevdiğini nasıl iddiâ edebilir ki! ” diyor bir sevgi kahramanı. Atâ b. Mübârek de diyor ki: Basra'da dâima kulluk yapan ve kendisine ‘Bürde' denen büyük bir kadın vardı. Geceleri kalkar, ortalıktan el etek çekilince hazîn bir sesle yalvarır yakarırdı: “ Gözler uyudu, yıldızlar parladı ve herkes sevgilisiyle baş başa kaldı. Ancak bense seninle baş başa kaldım ey Sevgili… ” Bir başkası şöyle der: “ Bana göre sevginin başı, Sevgili'nin yâdıyla dili ıslatmaktır. Hüzn-ü dâimîdir. Devâmlı aşk u şevk içinde bulunmadır. ” Yollar.. âh amansız ve çileli yollar. Sağında solunda ölümcül uçurumları barındıran yollar! Biliyorum, yüzünü, gülleşmiş yüzünü, rüyalarda bile olsa bir kez görebilmek büyük bir teveccühe bağlı. Ama fakirlere teveccüh cesâreti verecek olan da Senin o engin hoşgöründür, himmetindir Efendim. Çocukluklarımızı, basitliklerimizi, sıradanlıklarımızı ancak Senin o deryâlar kadar engin şefkatin sâyesinde aşabiliriz, inanıyorum. Bizim kayda değmeyen değersiz hâl ü etvârımızın yanında senin güzelliğin, affediciliğin çok daha büyüktür. Bunu da herhalde Sizden öğrenmiş olmalıyız.
Bak şimdi, Senin o bütün dünyalara açık, hattâ zebânileri bile içine alacak, onları bile ümitlendirecek kadar geniş ve ihtişâmlı kapındayız Efendim. Sense hep aynısın, hep aynı güzellikte, hep aynı zümrüt zirvelerdesin. Yıllar evvel, küçücük gönlümde oluşturduğum muhteşem bir tablo, muazzam bir portresin. Ve orada, günden güne -inşallah- zirveleşiyorsun da. Çokları Sen'den bir berât beklediler Efendim. Çünkü o engin şefkatin, o bî-pâyân lütfundur ki çâresizlere çâre olur Efendim. Bu yüzden bizler de hayatımızın sonuna kadar onu bekleyecek ve hep bu ümitle yaşayacağız Efendim.
Ellerde kelepçe, ayaklarda da pranga ve Sen'siz gibiyiz. Senin, gül kokulu atmosferini teneffüs edememek bende'lerinin gönlünü kasıp kavuruyor, kurutuyor Efendim. Bildiğim tek bir şey var. O da, Sana liyâkatsizliğim, Seninse engin şefkatin ve bir de o gül cemâlini özleyişim. Bu üç halden başka bir hâlim yok gibi. Bende liyâkatsizlik, Sende engin bir şefkat ve bir de yine bende'nde fakirce bir özlem. 14 asır evvel maddeten gurûb edip gittin. Sabah aydınlığı gibi o bütün güzelliğinle bir kez daha bizlere maddeten ve mânen ne zaman doğacaksın Efendim!

MEDİNE'NİN GÜLÜ'NÜN HUZURUNDA
Yine ben geldim. Yüzbinler, milyonlar gibi ben de şefkatine güvenip bir kez daha kapına dayandım Efendim. Biliyorum ki, o engin şefkatin beni de eritecek, gönlüme-ruhuma yeni bir bahar râyihası duyuracaktır. Çünkü Sen, benim gibi cirimlerle-cürümlerle bitmezsin. Çünkü Sen, Sonsuz Nur'sun. Doğru, günahım çoktur, ama Senin büyüklüğün, Senin şefkatin, Senin affın, Senin merhametin benim günahlarımdan daha engindir Efendim.
Hani bir hak dostu, hayat boyu senin yolunda yaşamış. Sonunda ölüm gelip çatınca, gözleri tavana dikilmiş, can veremez olmuş. Sıkıntı, ter ve gözyaşı… Etrafındakiler dehşetle ürperiyorlar ve olup biteni seyrediyorlar. Ve bu mübarek zât, o yaşlı ve hastalıklı haliyle, bî-mecâl tavrıyla da olsa, sedyesinden doğruluyor “ Zahmet buyurdun Ya Rasûlallah! ” diyor. Evet Sen gelmişsin ve Senin ümmetinden olan bu zata, son anda bile olsa yardım elini -mânen- uzatmışsın Efendim.
Bak işte, dertli sîneler, yüzler-binler senin müşfik kapında. Ağlıyorlar, yalvarıyorlar, yakarıyorlar ve dertlerini sana arzediyorlar bir bir. Kimi Malezyalı, kimi Sudanlı, kimi Türkiyeli, kimi Kızgızistanlı, kimi Tunuslu... Kısacası Dünya'lılar işte Efendim. Senin Dünya ve Ukba'yı kapsayan Rahmet kapındalar. Benim de diyeceklerim var Efendim. Ancak yüzüm yok. Mahcûbum. Hem de çok... Buna rağmen benimle gelen selâmlar var. Sana selâm söylediler Efendim. Elçiyim. Aracıyım. Sadece bir vesileyim. Busayrî'nin ifâdesiyle “ölmüş-ufalanmış kemiklere okunsa, onları diriltecek kadar tesirli o mübârek adının” senin huzurunda anılmasını isteyen karasevdalıların var Efendim. Binlerce kilometre uzaklıklardan sana selâm ve hürmetlerini gönderdiler Efendim.
Efendim! İşte huzurundayım. İşte ben. Mücessem bir cürüm. Baştan ayağa yâre. Kalbi pâre pâre. Gönlünde bere üstüne bere. Ömür yarılanmış, günahlarla haşir neşir olmuş habire. İşte ben Efendim. Kalbim buruk. Gönlüm kırık. Ruhum dağınık mı dağınık... Yüzüm yoktu. Biliyorum. Ama dergâhın çok büyük. Köyün çok güzel. Medine'n çok tatlı. Yüzün çok müşfik. Adın çok ulu. Mübarek gönlün çok engin ve bitirim. Sen, Ebû Cehillere bile elini uzatırdın. Sen, Ebû Süfyan'ları bile affettin. Sen Vahşî'leri bile bağışladın ve onların kimisini insanlığın ayları, yıldızları yaptın. Sen, kimleri eritmedin, kimleri affetmedin ki âh Efendim. Kimleri sarıp sarmalamadın ki âh Sultanım. İşte bundan dolayı ümitliyim…
Yıllar evvel gelmiştim bir kez daha huzuruna. Sene 96'ydı. Henüz toydum. Yollardaydım. Ama şimdi aradan geçen bunca zamanda yaralandım, berelendim. O dönemler hamdım. Sonraları pişeceğimi sandım. Ancak şimdi ne piştim, ne de yandım. Sadece kurudukça kurudum, pörsüdükçe pörsüdüm Efendim.
N'olursun, kutlu doğumla bir kez daha doğ Efendim. Kalbimize, gönlümüze, günümüze, bütün bir dünyaya Efendim. Bizlere derman ol, yar ve yardımcı ol, şefâatini esirgeme gedâlardan Efendim.
Kutlu Doğum'la bütün yeryüzünü tekrar şereflendirmen dileklerimle…
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

Benzer Konular

9 Nisan 2009 / ayşe nur Soru-Cevap
15 Ekim 2018 / Şeb-i Yelda Hz. Muhammed
3 Haziran 2014 / Ziyaretç Soru-Cevap
8 Haziran 2014 / Misafir Cevaplanmış
30 Ağustos 2009 / Misafir Soru-Cevap