Arama

Sahabeler / Peygamberimizin Arkadaşları - Sayfa 16

Güncelleme: 24 Mart 2016 Gösterim: 142.666 Cevap: 198
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
16 Haziran 2006       Mesaj #151
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Peygamber'e ilk iman edenlerden biri ve sonradan ona müezzin olan sahabî. İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î Habeşî, aslen Habeşlidir. *******n adı Hamâme, babasının adı Rebah, künyesi Abdullah'tır.
Bilâl, İslâm'ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halef'in kölesiydi. İslâm'ın ortaya çıktığı yıllarda bir çok kimse, soy ve soplarının yüksekliğine, şirk toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabîle taassubuna düşmüş, İslâm'a cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a.) İslâm davetine ilk icabet edenlerden biriydi.
Sponsorlu Bağlantılar
Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl'in müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu İslâm'dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: "Muhammed'e küfret; Lat ve Uzza'ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın."
Bilâl'in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: "Allahu Ahad, Allahu Ahad", Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü (İbn Sa'd, Tabakat, III, 232).
O, geçim için, makam ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah'a aittir, rızık Allah'a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Allah'ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir cüz de Allah'a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve diriltmenin Allah'a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah olduğunu, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah'tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu.
İşkence altında kıvranan Bilâl (r.a.)'a rastgelen Varaka b. Nevfel,
"Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. " der, sonra da müşriklere dönerek: "Siz onu bu yüzden öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız." derdi (İbnü'l-Esir, el-Kâmil Fi't-Târih, II, 66).
Bilâl'in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence edenlerden biri de Ebu Cehil'di. Ama Bilâl'e yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece ağır işkencelere katlanabiliyordu.
Ümeyye b. Halef'in Bilâl'e yaptığı işkencelere çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a.) ona bu işkenceden vazgeçmesini söylemiş o da; "Onun ahlâkını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir" demişti. Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) ona şu cevabı vermişti: "Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver." Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Hz. Bilâl'i Hz. Ebû Bekir'e verdi. Başka bir rivayette Hz. Ebu Bekr'in onu yedi ukiyeye satın alıp azat ettiği kaydedilir. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 232).
Bilâl'i Resulullah'ın yanına götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kurtulmuştu. Elbette bu Allah'ın bir takdiridir. Bilâl Hz. Ebû Bekir'e bu sebeple borçlu değildir. İki mümin de görevlerini yapmışlar. Allah da onlara ecrini vermiştir. Hz. Ömer şöyle der:
"Efendimiz Ebu Bekir, yine efendimiz Bilâl'i azad etti. "(İbnü'l-Esîr, Üsdü'l- Gabe, I, 209).
Bilâl daha sonra diğer ashab ile birlikte Medine'ye hicret etti. Orada Sa'd b. Hayseme'ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl'e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has'amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam'da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234).
Bilâl, Resulullah (s.a.s.)'ın müezzini olarak tanınmaktadır. Ve sık sıkezanı Bilâl'e okuttururdu. Hatta sabah ezanındaki " " (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş Resulullah "Bilâl, bu ne güzel söz!" diye onu tasvip etmişti. (Avnu'l-Ma'bud, Şerh Ebû Dâvud, III,185; İbn Mâce, Ezan, 1, 3,). Hz. Bilâl, Resulullah'ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke'de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye'yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: "İşte küfrün başı!.." Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi. Resul-u Ekrem Mekke'nin fethi ardından Kâbe'ye girerken has müezzini Hz. Bilâl'i yanlarında bulundurmuşlardı. İbn Ömer, bu vakayı şöyle nakleder ve der ki:
"Resul-u Ekrem, Mekke'nin fethi gününde, Mekke'nin yüksek tarafından bir deve üzerinde geldi. Üsame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha da yanlarındaydılar. Resul-u Ekrem Kâbe içinde uzun bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında müminler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı. Bilâl'e Resulullah'ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini gösterdi. Ne var ki Bilâl'e, Allah Resulunun kaç rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum." (Buhârî, Meğâzî, 49).
Resulullah, Kâbe'yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234). Resul-u Ekrem'in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine'de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl'e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: "Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!" Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: "İstediğin yere git!..." Resulullah'ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam'a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye'de meydana gelen gazalara katıldı (İbn Sa'd, Tabakat III,238).
Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin'e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye'ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs'e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah'ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl'den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd'in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl'in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi. Kudüs'ü teslim alma sırasında Hz. Ömer'den başka Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh, Muaz b. Cebel, Amr b. el-Âs gibi ashabın ileri gelenlerinden bir çok kimse bulunuyordu.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in irtihâlinden sonra Suriye'ye giden Bilâl,
"Havlan" kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu. Hz. Bilâl, Suriye'de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: "Beni ziyaret etmeyecek misin?" Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine'ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara'ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem'le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl'i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid'inde ezan okumuştu. Bilâl'in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah'ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber'in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine'ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem'e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl'in sesi idi.
Hz. Bilâl, hicretin yirminci yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dımaşk'ın Bâbü's-Sağîr tarafına defnolundu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 238; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe, I, 209).
Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen "ah ne acı" dedikçe, Bilâl: "Oh! ne tatlı!." diyor ve ekliyordu: "Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım." diyordu.
Bilâl-i Habeşî, İslâm'ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl'in, ilk müslümanlardan olduğunu ve İslâm akîdesi uğrunda en büyük çileyi çekenlerden olduğunu, herkes bilir ve ona son derece sevgi ve hürmet beslerdi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem'e hizmetle geçirdi. O, Resulullah'ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah'dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber'in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah'ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.
Hz. Bilâl'in doğruluk ve ahlâkı, İslâm'a bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashab'ın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.
Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 238-239).
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
18 Haziran 2006       Mesaj #152
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. NUAYM İBNİ MES'ÛD (r.anh)
Nuaym İbni Mes'ûd radıyallahu anh uyanık, zeki bir genç... Olaylar karşısında güçlük çekmeyen, harbin hile olduğunu bilen bir kahraman... Hâdiseleri kavrayışta ve çözümlemede becerikli bir yiğit...
O , Hendek harbi esnasında islâm'la şereflendi. İsmi Nuaym olup Gatafan kabilesindendir. Müslüman olmadan önce para ve eğlenceye düşkün bir kimseydi. Arzu ve isteklerini tatmin için Necid çöllerinden kalkar Yesrib'e gelirdi. Benî Kureyza yahudileriyle sıkı ilişki içindeydi. Mekke vâdileri islâm nuruyla aydınlandığı sıralarda o, gününü gün ediyordu. Zevk ve eğlencelerine engel olmasından korktuğu için yeni din islâm'dan şiddetle uzak durmağa çalışıyordu. Fakat Allah Tealâ onun gönlünü Ahzab günü islâm'ın nuruna hazırladı.
Sponsorlu Bağlantılar
O , Hendek gazvesinde kendine yeni bir sayfa açtı. "Harb hiledir" düstûrunun şaheser bir hikâye kahramanı oldu. İslâm'a girişi şöyle gerçekleşti:
Hicretin beşinci senesiydi. Medine'li müslümanları, dışardan Kureyş ve Gatafan kabileleri, içerden Benî Nâdir ve Benî Kureyza yahudileri kuşatıp yeni dinin kökünü kazımak istediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de o günlerde Medine'de Benî Kureyzâ yahudileriyle bir barış antlaşması imzalamıştı. Benî Nadir'in ileri gelenleri Benî Kureyza'yı kışkırtmaya başladılar. Bu defa felâketin Müslümanların başına geleceğini söylediler. Yaptıkları anlaşmayı bozmalarını israr ettiler. Onlar da Mekke ve Necidden iki ordunun geldiğini görünce antlaşmayı bozdular.
Bu haber Müslümanların arasına yıldırım gibi düştü. Kureyş ile Gatafan kabileleri Medine'yi kuşatmış halka gelen erzak yolunu kesmişlerdi. Benî Kureyza da içerden Müslümanların arkasında hazırlık yapıyordu. Fitne ortalığı kaplamıştı. Münâfıklar boş durmuyordu. İçlerinde gizlediklerini açığa vurup şöyle diyorlardi: "Muhammed bize, Kisrâ ve Kayser'in hazinelerine sahip olacağımızı vadediyor. İşte bugünkü durumumuz. Bizler ihtiyaç için tuvalete gitmekten bile korkar hale geldik... "
Kalplerinde hastalık olanlar ortalığı bu şekilde fitneye verdiler. Beni Kureyzâ'nın yapacağı baskında kadınlarına, çocuklarına ve evlerine zarar geleceğini düşünerek guruplar halinde ayrılmaya başladılar. Bu kuşatma yirmi gün kadar sürdü. Her iki tarafta da açlık, sefalet başgösterdi. Atları, develeri ölmeye başladı. Soğuktan askerler dahi kırılmaya yüz tuttu.
Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz devamlı Rabbine sığınarak:"Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum!... Allah'ım! Senden bana vadettiğin yardımı istiyorum..."diye duâ ediyordu.
Bu duâyı gece gündüz tekrar edip duruyorken bir gece yarısı Gatafan kabilesinden Nuaym'ın gönlüne bir kıvılcım düştü. Sabaha kadar onu uyku tutmadı. İçinden bir ses ona : " Yazıklar olsun sana Nuaym !.. Seni Necid gibi uzak yerden getiren sebep nedir? Senin gibi akıllı birisine sebepsiz yere harb etmek yakışır mı? Sen onunla ne gasbedilmiş bir hakkı geri almak için ne de tecavüze uğramış bir ırzı korumak için savaşıyorsun. Sen bilinmeyen bir sebeble onunla harb etmeye geldin!..." diyerek sesleniyordu. Kendi kendine bir iç muhasebesi yapan Nuaym gece karanlığında kalkıp Rasûlullah (s.a.) efendimizin yanına gitti. Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz ona: " Nuaym İbni Mes'ud sen misin?" dedi. O da: "Evet benim." dedi. "Bu saatte gelmene sebeb nedir ? " dedi. Bunun üzerine Nuaym, Kelime-i Şehadet getirdi ve şunları söyledi: "Ya Rasûlallah ! Ben Müslüman oldum. Yalnız kavmimin bundan haberi yok. Şimdi bana dilediğini emret !..." dedi. İki Cihan Güneşi Efendimiz de ona: "Kavmine git ve düşmanımızın gayret ve gücünü zayıflat. Çünkü harp hiledir." buyurdu.
Nuaym İbni Mesûd (r.a.) Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimizi memnun edebilmek için kabileler arası diplomasi trafiğine başladı. Her kabilenin kabul edeceği tarzda fikirler üretti. Önce Benî Kureyza'ya gitti ve onlara : " Burası sizin memleketiniz. Mallarınız, çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız var. Başka bir yere gidecek haliniz yok. Ama Kureyş ve Gatafan öyle değil. Harbi kazanırsa ganimet bilirler. Kazanamazlarsa güven içinde memleketlerine dönerler..." diyerek onları vazgeçirmege çalıştı. Hatta onların eşrafından bazı adamları yanlarına alarak rehin tutmalarını teklif etti. Oradan çıktı Kureyş ve Gatafan'a geldi. Onlara da: " Beni Kureyza'nın Muhammed'le anlaştığını ve Kureyş ile Gatafan eşrafından bir çok adamlar alıp ona teslim,edeceğini" söyledi.
Benî Kureyza'yı denemek için Ebû Cehil'in oğlu İkrime gönderildi. İkrime onlara vardığında: " Burda eğlenip durmamız uzadı. Artık bizde usandık. Yarın çarpışmağa karar verdik." dedi. Onlar: " Yarın Cumartesidir. Biz o gün hiçbir iş tutmayız. Sonra yanımızda rehin kalmaları için sizden ve Gatafan eşrafından yetmiş kişiyi bize vermedikçe sizinle birlikte harb etmeyiz. " cevabını verdiler. İkrime kavmine döndü ve duyduklarını anlattı. Onlar da hep bir ağızdan: "Vay aşağılık maymunlar!.. Vallahi bizden rehine olarak bir koyun bile isteseler yine vermeyiz." dediler.
Nuaym (r.a.) bu şekilde düşmanları birbirine düşürdü. Aralarındaki anlaşmaları bozmada başarılı oldu. Gece yarısı bir de şiddetli rüzgâr çıktı. Fırtına çadırlarını başlarına yıktı. Kazanlarını devirdi. Ateşlerini söndürdü. Perişan bir vaziyette karanlıkta çekip gitmek zorunda kaldılar.
Sabah olunca, müslümanlar, düşmanların kaçıp gittiğini gördü ve: " Kuluna yardım eden Allah'a... Askerini aziz kılan... Kabileleri tek başına yenen Allah'a hamd olsun..." dediler.
O günden sonra Nuaym İbni Mesûd (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.)'in güven kaynağı oldu. O'nun verdiği hiçbir vazifeyi aksatmadı. Onunla birlikte harblere katıldı. Onun önünde sancak taşıdı.
Mekke fethi günü Ebû Süfyan İbni Harb, müslüman askerleri'ni seyretmek üzere durduğunda, Gatafan'ın sancağını taşıyan bir adamı gördü ve yanındakilere: " Bu kim? " diye sordu. Onlar da: "Nuaym İbni Mesûd..." dediler. Bunun üzerine Ebû Süfyan şunları söyledi: " Hendek savaşında bize yaptığı neydi!... O, Muhammed'in en büyük düşmanıyken şimdi onun önünde kavminin sancağını taşıyor..."
Allah her zaman mü'minlerin yardımcısıdır... Yeter ki gönlümüzü O'na tam verelim. Dinde muhlisler olarak yaşayalım. Göz yaşlarıyla samimi duâlara devam edelim. Allahu Teala bu dualar hürmetine nice Nuaym'ler çıkarır... Cemel vakasında vefat ettiği rivayet edilen Nuaym İbn Mesûd (r.a.)'un şefaatlerini niyaz ederiz.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
6 Temmuz 2006       Mesaj #153
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Amr İbnu Cemuh, cahiliyede Yesrib ileri gelenlerinden, Celemeoğullarının efendilerinden, Medine cömertlerinden, karakter sahibi biriydi.
Cahiliye devrinde soylu kişilerin evlerinde put bulundurma adeti vardı. Bunu her sabah ve akşam puttan uğur dilemek, törenlerde kurban kesmek, saygı duruşunda bulunarak felaket anlarında sığınmak vb. şeyler için yaparlardı. Amr'ın putu da Menat idi. Onu kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur etmez, ona en güzel kokuları sürerdi.
Mus'ab İbnu Umeyr (r.a.)'ın Medine'ye davetçi olarak gelmesinden kısa bir zaman sonra insanların bir çoğu İslam'a girdiler. O sırada altmış yaşını geçmiş olan Amr İbnu Cemuh'un oğulları Muavvez, Muaz, Hallad ve eşi Hind de ondan gizli bir şekilde iman ettiler.
Kocası ve ondan başka birkaç kişinin dışında kimsenin şirkte kalmadığını gören Hind (r.a.) sevip saydığı kocasının şirk üzere kalmasını asla isteyemezdi. Amr İbnu Cemuh ise çocuklarının atalarının dininden çıkıp Müslüman olmalarından korkuyordu. Karısına: "Hind, çocukları sakın şu Mus'ab'la görüştürme" dedi. Kadın: "Olur ama o adamın anlattıklarını oğlun Muaz'dan dinlemek ister misin?" dedi. O: "Vay be haberim yokken Muaz da mı dinden çıktı?" diye sordu. Hind: "Hayır, Mus'ab'ın bazı toplantılarına katılıp söylediklerinden bazılarını öğrenmiş" cevabını verdi. Amr: "Muaz'ı bana çağır" dedi. Muaz babasının huzuruna gelip ona Fatiha suresini okuyunca, aralarında şu konuşma geçti:
-Bu söz ne kadar şahane, ne kadar güzel. Bütün sözleri böyle mi?
-Hepsi birbirinden güzel babacığım! Sen de ona biat eder misin? Halkın tamamı ona biat etti.
-Menat'a danışmadıkça bir şey yapmam. O ne derse öyle yaparım.
-Babacığım Menat konuşmaz ki onun dili ve aklı yok. O sadece bir ağaç.
-Sana söyledim ona danışmadan atalarımın dininden vazgeçmem.
Derken Amr ağaçtan yontma putun huzuruna geçip saygıyla fikrini sordu. Cevap alamayınca da onu kızdırdığını zannedip bir kaç gün öfkesinin dinmesini beklemeye karar verdi. Bu esnada çocukları da düşünmeye başladılar. Derken putu alıp Selemeoğullarının tuvalet çukurlarından birine attılar.
Amr buna çok hiddetlendi arayıp putu buldu. Temizleyip kokular sürdü ve aynı yerine koydu. Aynı durum günlerce tekrar etti derken en son gün Amr, Menat'ın boynuna kılıcını astı ve: "Ey Menat! Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç kendini koru" dedi. Ancak aynı durum o gece de tekrarlanınca artık onu tuvalet çukurundan çıkarmadı ve: "Vallahi sen tanrı olsaydın bir tuvalet çukurunda olmazdın" dedi ve İslam'a girdi. Amr İslam'ı tanıdıkça cahiliyede geçen dakikaları için pişmanlık gözyaşları döküyordu. Artık o da iman ve İslam'ın fedakar bir hizmetçisi, davanın yılmaz bir bekçisiydi her mümin gibi.
Uhud savaşı için cihada çağrı yapıldığında üç oğlu gibi Amr İbnu Cemuh da cihad için hazırlanmaya başladı. Halbuki Amr (r.a.) o anda çok yaşlı ve bir ayağı tamamen sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler. Bunun üzerine baba oğullarını şikayet için Resulullah (s.a.s.)'in huzura çıktı ve: "Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğullarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum" dedi. Resulullah (s.a.s.) oğullarına: "Ona engel olmayın. Herhalde Allah (c.c.) ona şehitlik verecek" buyurdu.
Ordunun hareket vakti gelince Amr (r.a.) hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti: "Allah'ım! Bana şehitlik ver. Beni şehitliği kaybetmiş olarak aileme döndürme." Savaşın kızışıp müşriklerin Resulullah (s.a.s.)'i kuşattığı sırada o tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad'la beraber Resulullah (s.a.s.)'i koruyan müminlerin ön safında çarpışırken bir taraftan da: "Ben cenneti istiyorum, ben cenneti istiyorum" diyordu. Derken ikisi de şehid olup cenneti garantileyenlere katıldılar.
Dersler ve İbretler
1. Çağdaş ve çağdışı cahiliyenin putçuluktaki benzerliği
Bu iki cahiliyenin tüm safhalarında ciddi benzerlikler olduğu gibi putçulukta da benzerlik vardır. Ancak önceki cahiliye hem teori hem pratikte tapınma kastıyla putçuluk yapıyordu. Günümüz cahiliyesi ise tapınma düşüncesi taşımadığını söylese de yaptığı tapınmadır.
Bir diğer fark da şu: Eski cahiliye o günün ilkel şartlarında inanarak putlara tapıyordu. Günümüz cahiliyesi ise inanmadığı halde inadına putçulukta ısrar ediyor. Çok daha kötüsü ise günümüz cahiliyesinin, geçmişin cahiliyesinin tam tersine başkalarını da putçuluğa mecbur etmeleridir. Sonuç olarak günümüz cahiliyesi çok daha şedit, daha dayatmacı, daha vahşi ve dolayısıyla daha ilkeldir.
2. Evde heykel bulundurma cahiliye adetlerindendir
Günümüzde mütedeyyin aileler de dahil olmak üzere niceleri vitrinlerinde kedi, köpek, at, noel baba ve benzeri heykeller bulundururlar. Bu cahiliye adeti kesin haramdır. Zaten tapınma kastıyla olursa şirk olur. Kabartma olmayan tam boy canlı resimleri ise mekruhtur. Yalnızca kız çocukların oynadığı bebekler müstesnadır. Bunlar çocukta annelik duygu ve şefkatini geliştirdiğinden cevaz verilmiştir.
3. Davet ve davetçiliğin önemi
Davet ve tebliğ cihadın en müessir ve günümüzde en mümkün olan kısmıdır. O yüzden asla ihmal edilmemeli. Mus'ab'ları bekleyen Amr'lar gibi günümüzde yüz milyonlarca insanın davet ve tebliğ beklediği sırada Mus'ab yolunun yolcuları olması gerekenlerin ihmalkarlık ve tembellikleri affı zor bir hatadır.
4. Aile boyu davetçilik ve davetçilikte dayanışma
Amr'ın ailesinde bu örneği net olarak gördüğümüz gibi aslında diğer ashab da böyleydi. Anneler, babalar, çocuklar, kısaca ailenin her ferdi İslam'ın davetçisi, davet yolunda diğerlerinin yardımcısı ve tamamlayıcısıydı. Biz de bu yönde kendimize çeki düzen vermeliyiz.
5. Davada hikmet, siyaset ve sır
Hikmet, gerekeni gerektiği şekilde gereken zaman ve zeminde ifa etmektir. Amr'ın müşrik olduğu ve İslam'a kininin olduğu sırada, hanımı Hind'in çocuklarının sırrını koruduğunu ve imanlarını açıklamayı da hikmet ve siyasetle yaptığını görmekteyiz.
Tabii hikmet ayrı şey davadan taviz verme ve olur olmaz anlarda İslam'ın gerçeklerini eğip bükme ayrı şeydir. Hikmetle tavizi iyi anlayıp birbirine karıştırmamak gerekir.
6. Şirk ve cehalet inadı insanı kör, sağır ve ahmak eder
Öyle ki şirk inadına kapılan taş, tahta, tunç ve benzeri nesnelerden yapılan putların kendilerine bir fayda veya zarar verebileceği zehabına kapılır. Bazen de tüm uyarı ve gerçeklere rağmen bu konuda ısrar edecek kadar ahmaklaşır. İnsan şirk ve cahiliyeye bulaşmayıversin, asır yirminci de olsa otuzuncu da olsa yine aynı körlük ve sağırlık devam eder. Günümüz cahiliyesinin geçmiştekinden bir farkı da tevhid yolunu her vesileyle tıkayıp tahammül etmeyişi ve herkesi aynı körlük ve sağırlığa icbarıdır.
7. Kendini koruyamayan putlar, başkalarının haklarını elbette koruyamaz
Aynı mesajı İbrahim (a.s.)'ın putları kırması kıssasında da net olarak görürüz. Özellikle son asır yalnızca putların ve putlaştırılanların kendilerinin değil aynı zamanda onların yıllarca insanlara dayattığı fikir ve sistemlerin de ne denli kof, neticesiz ve insanlık için baş belası olduğunu iyice gün yüzüne çıkarmıştır. Komünist Rusya güdümündeki nice ülkelerde heykellerin boynuna ipler bağlanıp yıkıldı. Ama putçuluk hala tamamıyla yıkılamadı. Bazı ülkelerde ise hem putlar hem de putçuluk saltanatını devam ettiriyor.
Yıllarca nurlu lakabıyla anılan, çok yetkili biri çıkıp Kur'an'ın iki yüz otuz küsur ayetinin bugün işlevinin olamayacağını iddia ediyor ve hemen akabinde de "Allah'ın işine karışanı Allah (c.c.) çarpar" diyorsa bu çağımızdaki fikri çelişkileri ve sapmaları anlamamıza yeter.
8. Davet ve tebliğde ısrar etme
Amr (r.a.)'ın hanımı ve çocuklarının davette ısrar edişlerinin örneğini açık olarak görüyoruz. Her sahabinin işi ve mesleği ne olursa olsun önce en mükemmel bir davetçiydi. Onlar davetin hakkını verdiklerinden dolayıdır ki kısa sürede İslam o kadar geniş coğrafyaya yayılmıştır. Onların mirasyedileri olan bizler ise, evlerimizin içine dahi İslam'ı hakkıyla yerleştiremiyoruz. En yakınlarımız olan akraba, komşu ve arkadaşlarımıza karşı dahi davet ve tebliğin hakkını veremiyoruz.
9. Hizmette yarış
10. Örnek aile ve örnek baba
11. Mukaddesat uğrunda bedel ödeme örneği
Bu örnek ailenin tüm bireyleriyle davet hizmetinde koşturduğunu görmekteyiz. Cihada çağrı yapıldığında ise yetmişlik ve üstelik gayet sakat ve mazur olan baba da dahil aile bireylerini cihad meydanında görüyoruz. Bu örnek aile hizmet yarışında öylesine gayretlidir ki savaş kızışıp dava liderinin hayatı tehlikeye düştüğünde onun uğrunda canlarını feda ederek dava uğrunda bedel ödemekten de çekinmemişlerdir.
İşte onlar ve işte biz. Can bir yana dava uğrunda mallarımızdan fedakarlıkta dahi çok geride kalan bizlerin hali gerçekten çok hazindir.
12. Cihad ve şehadet aşkının en mükemmel enerji olması
13. Şehadeti arzulamanın önemi
Şehadet her sahabinin duasıydı. İmanı kavrayan her müminin de rüyası olmalıdır
Sadece kuru kalabalıklar oluşturan tembel ve pısırık sağlamlardansa Amr İbnu Cemuh (r.a.) misali topal yiğitler yeğdir ve bugün onlara çok ihtiyaç var. Yalnızca Filistin, Keşmir ve Çeçenistan'da değil her yerde o yiğitlere ihtiyaç var. Rabbim o yiğitlerin hayatıyla hayat bulanlardan eylesin.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
6 Temmuz 2006       Mesaj #154
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. ABDULLAH İBN ABBÂS (r.anh)
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcası Abbâs (r.a.)'ın oğlu. Kesin olarak ne zaman doğduğu bilinmemekle birlikte onun Hicret'ten üç yıl kadar önce, Müslümanlar Mekke'de Şi'b-i Ebi Tâlib'te ekonomik ve sosyal kuşatma ve baskı altındayken doğduğu bilinmektedir. Annesi Ümmü'l-Fadl Lübabe binti el-Haris olup Mü'minlerin annesi Meymune'nin kız kardeşidir. Ümmü'l-Fadl, kadınlar arasında Hz. Hadîce'den sonra İslâm'a girenlerdendir.
Babası Hz. Abbâs, Abdullah doğar doğmaz onu Hz. Peygambere götürmüş, Rasûlullah (s.a.s.) de onu kucağına alarak: "Allahım! Onu dinde fakîh kıl. Kitabın açıklamasını ona öğret" diye dua etmişti. İslâm'ın yayıldığı ve hâkim olduğu Medine toplumunda büyüyen Abdullah tam bir İslâmî terbiye ve bilgi almıştı. Abdest almayı ve namaz kılmayı bizzat Hz. Peygamberden öğrenmişti. Gençliğinde de Peygamber efendimiz tarafından birkaç kez başı okşanarak: "Allah'ım! bütün ilim ve hikmeti bu başa ver, ona te'vil ve tefsir'i öğret. Allah'ım!: İnsanoğluna verdiğin her ilim ve hikmeti bunun göğsünde topla" (Buhâri, Vudû, 10; Müslim, Fadailu's-Sahâbe, 138). diye dua etmiştir. Abdullah sürekli olarak Rasûlullah'ın yanında bulunmuş ve ondan büyük ölçüde feyz ve bilgi almıştır.
Hz. Abdullah Hicretin sekizinci yılına kadar ailesiyle birlikte Mekke'de kalmıştı. Mekke fethi gününde, Huneyn ve Tâif gazvelerinde ve Vedâ Haccı'nda Rasûlullah ile birlikte bulunmuştu. Mekke fethinden sonra o da ailesiyle birlikte Medine'ye hicret etmişti. Birinci Halîfe Hz. Ebu Bekr'in ve ondan sonra Hz. Ömer'in sohbetlerinde bulunmuş ve birçok sahâbeden ders ve bilgi almıştı. Üçüncü Halîfe Hz. Osman'ın şahsına çok bağlı olup onun zamanında devlet kademelerinde görev almış, Abdullah İbn Ebi's-Serh ile birlikte Afrika seferine ve daha sonra da doğuda yapılan Taberistan fethine katılmıştı. Hicretin 35. yılında Hacc emirliği yapmıştı. Hz. Osman'ın şehâdetinden önce evinin etrafında nöbet bekleyen büyük sahâbelerin çocuklarıyla birlikte bulunmuş ve Halîfe'yi isyancılara karşı korumaya çalışmıştı. Daha sonra Hz. Ali'nin hilâfeti sırasında da aynı şekilde devlet kademelerinin önemli mevkilerinde bulunmuştu. Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali'nin yanında yer alan İbn Abbas, Hakem Olayı'nda da Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) ile birlikte Hz. Ali'yi temsil etmişti. Hz. Ali onu birkaç defa elçi olarak görevlendirmiş ve 'Hakem Olayı'ndan sonra da Basra Valiliğinde bulunmuştu. Bu sırada bölgede isyan eden Hâricîlerin bu isyanını bastırmış ve asayişi korumuştu. Basra valiliği sırasında kendisine atılan bir iftiraya dayanamayıp görevinden ayrılarak Mekke'ye gitmiş ve ömrünün sonuna kadar burada ilimle uğraşmıştır.
Hz. Muaviye'nin vefatından sonra Hz. Ali ve oğlu Hz. Hüseyin'in taraftarları tarafından Kûfe'ye davet edilince kendi gitmediği gibi, bu davete icabet etmek isteyen Hz. Hüseyin'i de ikaz ederek gitmekten alıkoymaya çalıştı, fakat bunda bir türlü başarılı olamadı. Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmek üzere yola çıkıp Kerbelâ'da şehid edilmesi Abdullah b. Abbâs'ı bir hayli üzdü ve üzüntüsünden gözlerini kaybetti. Nihayet 68/687 yılında Taif'te yetmiş yaşındayken vefat etti.
Abdullah İbn Abbas (r.a.) İslâm tarihinde siyâsî faaliyetlerinden çok, ilmî ve sağlam şahsiyeti ile tanınır. Asr-ı Saadette yaşının küçük olmasından dolayı Rasûlullah'ın evine ve özellikle teyzesi olan Hz. Meymune'nin hücresine rahatça girip çıkar, diğer ashabın bilmediği ve ilk anda öğrenme imkânı bulamadığı konuları öğrenirdi. Bunun için o naklettiği hadis, tefsir, ve fıkıh ilmine vukufu ile tanınır. Kur'ân, tefsir, fıkıh'ın yanı sıra Arap edebiyatı sahasında geniş bir bilgiye sahipti. Abdullah İbn Mes'ud, Onun için: "O, Kur'ân-ı Kerim'in tercümanıdır, müfessirlerin sultanıdır" demiştir. İlminin genişliğinden dolayı zamanında o, "Ümmetin âlimi, ilim deryası" gibi lâkaplarla anılırdı. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir hadiste Hz. Peygamberin İbn Abbas'ın ilmini övdüğü ifade edilir.
Abdullah İbn Ömer (r.a.) kendisine sorulup da bilemediklerinin İbn Abbas'tan sorulmasını ve cevabın kendisine de bildirilmesini isterdi. Verdiği fetva ve cevaplarından dolayı onu daima takdir ederdi.
Abdullah İbn Abbas İslâmî anlayış ve edebinden dolayı yaşlı sahâbelerin bulunduğu toplantı yerlerinde onlar konuşup bir konuda fikir belirtmeden o asla konuşmaz ve söz almayı pek uygun görmezdi. Yaşının küçüklüğünü ileri sürüp yaşlı sahâbelerle bir arada bulunmasını güzel bir davranış olarak görmeyenlere karşı Hz. Ömer (r.a.) bir gün onu da çağırmış ve Nasr sûresinin tefsiri konusunda neler düşündüğünü sormuştu. Abdullah'ın yaşının küçüklüğünden dolayı bu gibi meclislere katılmasını uygun görmeyenlerin Nasr sûresinin tefsiri konusunda herhangi bir düşünceleri olmayınca Abdullah İbn Abbas bu sûrede Rasûlullah (s.a.s.)'ın ecelinin yaklaştığını işaret eden ifadelerin olduğunu söylemiş ve Hz. Ömer de onu tasdik etmişti. Ashab yanında yaşının küçüklüğünden dolayı İbn Abbas'ın konuşmaktan çekindiğini hisseden Hz. Ömer ona şöyle demişti: "Yaşının küçük oluşu konuşmana engel olmasın, haydi konuş dinleyelim." Böylece Abdullah İbn Abbas yaşlı ve ileri gelen sahâbelerle hep bir arada oturup kalkmış ve onlardan çok şey öğrenmişti.
Abdullah İbn Abbas (r.a.) kendisine sorulan sorular için önce Kur'an-ı Kerim'e bakar cevap bulamazsa Rasûlullah'tan bu konuda bir bilginin olup olmadığını araştırır, sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in içtihadlarına ve açıklamalarına bakıp onları esas alır, aksi halde kendi içtihadıyla meseleye çözüm getirirdi. İbn Abbas Hz. Peygamberden, sahâbeden gelen ve kendi içtihadıyla oluşan tefsir bilgilerini bir kitap haline getirmiş değildir. Bize kadar intikâl etmiş bulunan ve İbn Abbas'a ait olduğu söylenen "Tenviru'l-Mikbâs min Tefsîr İbn Abbas" isimli tefsirin ona ait olup olmadığı araştırılması gereken bir konudur. Abdullah İbn Abbas'ın tefsîr'e dair rivayetleri ilim adamlarımızdan Firûzâbâdî tarafından derlenip bir araya getirilmiş ve yukarıdaki isimle yayınlanmıştır .
İbn Abbas'ın son derece disiplinli ve muntazam çalışma sistemi vardı. İşlerini titizlikle belli bir plan dahilinde düzenlerdi. Bu planına önce kendi aynen uyardı. Haftanın belirli günlerinde geniş halk kitlesine dînî ilimlerle ilgili dersler, dînî ilimler dışında Arap dili, şiiri ve edebiyatı üzerinde etraflı konuşmalar yapardı.
Hz. Osman devrinde yaptığı ilmî çalışmaların yanında Afrika seferine, İslâm ordusu adına elçilik vazifesiyle katılmıştır. Afrika'daki Bizans genel valisi Georgios ve adamlarıyla ilmî tartışmalar yapmıştır. Georgios ve etrafındakiler O'nun akıl, zeka, fikir kuvvetini ve ilim kudretini görerek: "Bu insan Arapların en derin âlimidir." sonucuna varmışlardır.
Komutan, elçilik ve valilik gibi devletin üst düzey siyasi görevlerinin yanında ilminin üstünlüğü ve derinliğiyle Ashab-ı Kiram, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından çok iltifat gördü. O bu iltifatlar karşısında daima tevazu gösterdi. Çok övüldüğü zamanlarda alçak gönüllülüğü elden bırakmaz ve: "Bana bu nimeti ihsan eden Allah'tır. Rasûlullah (s.a.s.) benim için dua ederek ilim ve hikmet niyazında bulunmuşlardır" diye konuşurdu.
İslâm tarihinde, Garibü'l-Kur'ân (Arap diliyle nazil olan Kur'ân-ı Kerim'deki Arapça olmayan, Araplarca duyulmamış, bilinmeyen, civar dillerden alınan kelimeler) hakkında açıklamalar, bunlar hakkında en sahih rivayetler İbn Abbâs'a dayanır. Müşkilü'l-Kur'ân (Kur'ân-ı Kerim'in derinliklerine inme, bulma, çözme ve güçlükleri giderme) konusunu da ilk ele alan yine İbn Abbâs'tır. Peygamber Efendimiz'den 1660 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Fıkıh ilminin temelini oluşturan kişilerdendir; ciltler dolduran fetvaları fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir.
Mekke'de yetişen birçok fakîh onun vasıtasıyla yetişmiştir. Bu sebepten "Mekke Tefsir Mektebi"nin kurucusu İbn Abbas'tır denilir.
Tabiinden Ebû Sâlih (r.a.): "İbn Abbâs'ın ilim meclisi ile bütün Kureyş iftihar etse değer" dediği ve onun derslerinde tefsir, hadis, fıkıh, lisan, şiir, edebiyat, takrir gibi konularda herkesi doyuracak cevaplar verildiği kendinden sonra da kabul edilmektedir. Kendi zamanında ünü devlet sınırlarını aşmıştı.
İbn Abbâs'tan ilim öğrenen, Hadîs rivayet eden pekçok âlim yetişmiştir. Başta kendi oğulları, Muhammed İbn Abdullah, Ali İbn Abdullah, yeğeni Abdullah İbn Ubeydullah ve Abdullah İbn Ma'bed, Abdullah İbn Ömer, Şa'be İbn Hakem, Merved İbn Mahreme, Ebu't Tufeyl, Ebû İmâme İbn Sehl, Said İbn el-Müseyyeb vs. Kendisi de yüce peygamberimizden, Hz. Abbas'tan, annesi Lübâbe'den, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.)'den, Hazreti Abdurrahman İbn Avf'den, Hz. Muaz İbn Cebel'den, Hz. Ebû Zerr el-Gifârî'den bizzat işiterek hadis-i şerif rivayet etmiştir. Rivayetleri; Kütüb-ü Sitte'de yer almaktadır.
Abdullah İbn. Abbas'ın rivayet ettiği bazı hadis-i şerifler:
"Kur'ân-ı Kerim'e saygı göstermek, besmele okuyarak başlamakla olur, Kur'ân-ı Kerim'in anahtarı besmeledir."
"Öğretiniz, müjdeleyiniz, güçleştirmeyiniz."
"Allah'u Teâlâ'nın size verdiği sayısız nimetler için O'nu seviniz. Beni de Allah'u Teâlâ'yı sevdiğiniz için seviniz."
"Ümmetimden iki sınıf düzgün olursa bütün insanlar düzgün olur. Bunlar bozulursa insanlar da bozulur. Bu iki sınıf âmirler ve âlimlerdir."
"Kur'ân-ı Kerim'i kendi arzusuna (görüşüne) göre tefsir eden Cehennem'deki yerine hazırlansın."
"Tevbe ve istiğfara devam eden kimseye Allah'u Teâlâ her sıkıntıdan bir kurtuluş ve her darlıktan bir genişlik verir ve ummadığı yerden kendisini rızıklandırır."
"Sirkenin balı bozduğu gibi kötü ahlâk da ameli bozar."
"Kızdığın zaman sükût et."
"İşitmek görmek gibi değildir."
"Beş şeyden önce beş şeyi fırsat ve ganimet bil. İhtiyarlık gelmeden gençliği, hastalık gelmeden sıhhati, yokluk gelmeden zenginliği, meşguliyet gelmeden rahatı ve ölüm gelmeden hayatı ganimet bil."
"Bid'at sahibi bid'at işlemekten vazgeçmedikçe Allah'u Teâlâ onun hiçbir ibadetini kabul etmez."
"İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister. Karnını ancak bir avuç toprak doldurur. Allah'u Teâlâ tevbe edenlerin tevbesini kabul eder."
"Ölünün mezardaki hâli, imdat diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duayı gözler. Kendisine bir dua gelince dünyanın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allah'u Teâlâ, yaşayanların duaları sebebiyle, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için duâ ve istiğfar etmektir."
Abdullah İbn Abbâs (r.a.) buyurdular ki:
"Kur'ân okuyan kimse hata etse, "lahin" (telaffuzda yanlışlık) yapsa veya acemi olsa bile, melek o kıraati indirdiği gibi yazar."
"Çocuklarınızın ilk sözü "Lâ ilâhe illallah" olsun. Ölümlerinde de "Lâ ilâhe illallah"ı telkin edin. Böyle olursa bin senede yaşasa Allah ondan bir günah sormaz."
"Her binanın bir temeli vardır. İslâm binasının temeli de güzel ahlâktır."
"Gece ile gündüz birer binektir. Ahirete iletme vasıtası olarak bunlara bininiz (ömrünüzden istifade edin). Zinhar tevbeyi geciktirmekten sakının."
"Gizli sadaka Rabbin gazabını söndürür. Sıla-i rahim ömrü uzatır. Hayır yapan fena ölümden kurtulur. "Lâ ilâhe illallah " sözü doksandokuz belayı defeder ki en aşağısı tasa (gam) 'dır.
"Kişinin kardeşine söylediği güzel bir söz sadakadır. Keza kişinin bir hususta kardeşine yardımı sadakadır. İçirdiği bir içim su sadakadır. Yol üzerinde eza verecek bir şeyin giderilmesi de sadakadır."
"Güzel ahlâk hatâları eritir. Suyun buzu erittiği gibi."
"İçki bütün fuhuşları doğurur. Günahların en büyüğüdür."
"Bir kulun cildi, Allah'tan haşyeti dolayısıyla ürperir ve tüyleri diken diken olursa o kulun hataları kurumuş ağaç yapraklarının dökülmesi gibi, üzerinden dökülür."
"Siz Cennet bahçelerine rastladığınızda faydalanınız. Dediler ki: "Ya Rasûlullah Cennet bahçeleri nedir?" Buyurdu ki: "İlim meclisleridir."
"Sana hakkı getirenden hakkı kabul et. Küçük, büyük veya hoşuna gitmeyen birinden de olsa. Ve bâtılı da reddet, küçük, büyük veya hoşlandığın bir adamdan da olsa."
"Allah bir kulu sevdiğinde, mescide kayyum eder. Sevmezse hamama hizmetçi eder."
"Allah (c.c.) zekâtı, malınızın geri kalanının güzelleşmesi ve temizlenmesi için, farz kıldı. Mirası da sizden sonrakiler için."
"Bak sana haber vereyim; en iyi hazine saliha kadındır. Kocası yüzüne bakınca, içi açılır, bir şey emretti mi yerine getirir ve kocasının gıyabında onun ırzını ve malını korur."
"Sözün içinde, büyü hükmünde sözler vardır. Şiirlerin içinde de hikmet vardır."
"Duâ rahmetin anahtarıdır. Abdest namazın anahtarıdır. Namaz da Cennetin anahtarıdır."
"Allah (c.c.) imânı müsamaha ve hayâ içinde yarattı. Küfrü de hasislik ve amel içinde yarattı."
"Kendisi doyup da komşusu aç olan kimse mü'min değildir."
"Ulemâ ile oturmak ibadettir."
"Bir kimse ümmetime ya bir sünnet ifası veya bid'atın izalesi için bir hadis ulaştırırsa onun makamı Cennettir."
"Bir kimse kardeşinin yazısına izinsiz bakarsa sanki ateşe batmış olur."
"Her hadisi herkese söylemeyin, aklı alacak adama söyleyin."
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
12 Temmuz 2006       Mesaj #155
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
HZ. PEYGAMBERİN CENNETTEKİ ARKADAŞI: HZ. UKKAŞE -RADİYALLAHU ANHU-


R661801 Aşkın zirvesine yolculuk

Yüreğimizi çıkınımıza koyup düşüyoruz yollara. Aşkın çölde bulduğu karşılığı bir nebze olsun yaşamak istiyoruz. Sevgi gemisinden uzanan kutlu eli biz de tutmak istiyoruz. ‘En Sevgili’nin sevgisine mahzar olmuş, bir aşk abidesinin makamına yolculuğumuz. Kendimizden kaçıp kendimizi bulma peşindeyiz.

Gideceğimiz yer aşkın zirvesi. Herkes, vardığında kendince nasibini alacak. Herkes, beklediğinin karşılığını görecek. Bizim umudumuz ‘Peygamber Mührü’nü öpmüş dudaklardan bir tebessüm alabilmek, o ‘Mühr-ü Peygamber’i öpen tek kişi olan Hz. Ukkaşe'nin dudaklarından (radiyallahu anhu).

Ziyaret heyecanı

Gaziantep'le Kahramanmaraş arasında bulunan Gaziantep'e bağlı Nurdağı ilçesine 7-8 km uzaklıkta bir tepenin zirvesinde bulunan türbenin yolunu tutuyoruz. Hayatta olduğu gibi yollar virajlı… Bir Mevlevi semazen gibi etrafımızda döne döne ilerliyoruz. Her viraj dönüşümüzde, biraz daha artıyor içimizdeki heyecan.

Türbenin bulunduğu tepenin eteklerine vardığımızda, Arafat'a çıkan hacılar gibi zirveye ulaşmaya çalışan Hz. Ukkaşe (ra) sevdalılarını görüyoruz. Baharın yeşillendirdiği tepenin böğründe yokuşu tırmanmaya çalışan, başlarındaki beyaz örtülü kadınların içlerindeki sevgi kendilerine destek veriyor.

Her gün binlerce insanın ziyaret ettiği Hz. Ukkaşe Türbesi’ne yurdun her yanından akın akın insanlar geliyor. Her birinin rengi, teni, ırkı birbirinden farklı ama hepsinin yüreğinde Peygamberimizden geriye kalan, bir peygamber sevgilisinin makamına ulaşma arzusu var.

Yokuşu çocuk, genç, ihtiyar her yaştan insanla tırmanıp tepenin zirvesine varıyoruz. Zirve daha da kalabalık. Türbeye yol olmasına rağmen, birçok insan araçları ile çıkarken, çoğu da yürüyerek çıkıyor.

Zirve, bir bayram yerini andırıyor. Hz. Ukkaşe (ra) için yapılan türbe en zirvede. Türbenin üzeri büyükçe bir yapı ile kapanmış. Kadınlar ve erkekler türbeyi ayrı kapılardan girerek ziyaret ediyor. İçeride namaz kılabilmek için bölümler var.

Huzurda…

Ziyarete gelenlerin kimisi namaz kılıp ellerini açarak dua ediyor, kimisi Kur'an-ı Kerim okuyor... İçerisi bir manevi atmosferin yayıldığı, duyguların feraha ulaştığı, gözlerin dolduğu, gönüllerin itminana ulaştığı bir mekan haline geliyor…

Türbenin hemen yanı başında bir mescit bulunmakta. Yine, dışardan gelenlerin kalabileceği misafirhane var. Çok sayıda insan, adaklarını gelip burada kesiyor. Bunun için kurban kesim hanesi de yapılmış.

Camii hoparlöründen sık sık türbe ziyaretlerinin adabından bahsedilip, türbeye ve etrafındaki ağaçlara bez bağlanmamasından, duanın Allah'a yapılması gerektiği yönünde anonslar yapılıyor.

Türbenin eteklerinde, türbeye gidip ziyaretini gerçekleştirenler, dualarını edenler, guruplar halinde, küme küme, ağaçların gölgesinde yemeklerini yiyor, çaylarını içiyor yada kestikleri kurbanlarını pişiriyorlar.

Türbenin eteklerine sığınmış durumda bulunan, dini kitap ve hediyelik eşya satan dükkanlar da türbe ziyaretine gelenlere hizmet ediyorlar.

Hz. Ukkaşe sevgisinin tezahürleri

Kahramanmaraş ve Gaziantep'te Hz. Ukkaşe sevgisi çok gelişmiş durumda. Özellikle Kahramanmaraşlılar kandillerde, dini günlerde, yürekleri daralıp ferahlamak istediklerinde, Hz. Ukkaşe'nin (ra) türbesinin yolunu tutuyorlar.
R661802
Kahramanmaraş ve Gaziantep'te Hz. Ukkaşe’ye (ra) duyulan sevgi, erkek çocuklarının isimlerine yansımış durumda. ‘Ukkaşe’ kelimesini Türkçeleştirip ‘Ökkeş’ yapan yöre halkı, çocuklarının ismini ‘Ökkeş’ koymakta. Belki abartılı olacak ama Kahramanmaraş Kalesi’ne çıkıp “Ökkeş!...” diye seslendiğinizde, çok sayıda erkeğin size baktığını göreceksiniz.

Hz. Ukkaşe kimdir?

Hz. Ukkaşe'nin kim olduğunu merak edenler için ondan bahsetmekte yarar var. Yapılan araştırmalarda, türbenin Resulllah (sav)’in arkadaşlarından Ukkaşe b. Mihsan el-Esedi (ra) adına yapıldığı saptanmış. Bazılarına göre türbede Ukkaşe b. Mihsan'n gömülü olduğu söylense de, bazılarına göre, burada katıldığı bir savaşta kaybettiği parmağı yada kanının döküldüğü yer olduğu için buraya türbe yapıldığı rivayet edilmekte.

Hz. Ukkaşe hakkında, özellikle Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamakta. Müslüman olduktan sonra ve Bedir Savaşı’ndaki başarılarından sonra, kaynaklarda onun hakkında bilgiye rastlanmaktadır.

Hz. Ukkaşe (ra) Bedir Savaşı’nda çok büyük cesaret gösterdi. Savaşırken kılıcı kırıldı. Peygamberimiz (sav) kendisine bir hurma dalı verdi. Bu dal, Peygamberimizin bir mucizesi olarak onun elinde kılıç oldu ve onunla savaştı. O kılıçla çok sayıda savaşa katıldığı rivayet edilmektedir.

Hz. Ukkaşe hayatta iken cennetle müjdelenen Sahabelerden. Peygamberimiz (sav) bir gün:
- Ümmetimden yetmiş bin kişi tertemiz olarak cennete girecektir, buyurunca, Ukkaşe b.Mihsan:
- Ey Allah'ın elçisi! Allah'a dua et de ben onlardan olayım, dedi. Peygamberimiz:
- Sen onlardansın, buyurdu ve ona dua etti. Bunun üzerine başka bir adam ayağa kalkarak:
- Ey Allah'ın elçisi! Cennetliklerden olmam için bana da dua et, deyince, Peygamberimiz:
- Bu konuda Ukkaşe seni geçti buyurdu. (1)

Peygamberlik Mührü’nü öpen tek Sahabe

Hz. Ukkaşe (ra) bir peygamber aşığı, bir peygamber sevdalısı bir insan. O sevgiden dolayı Peygamberimizin kürek kemikleri arasında bulunan peygamberlik nişanesi, peygamberlik mührünü öpmeyi başlarmış bir sahabe.

Fetih Suresi nazil olunca, Peygamberimiz (sav) Cebrail'e:
- Ey Cebrail öleceğimi anladım, buyurunca Cebrail, Peygamberimize:
- Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır, Rabbin sana (istediğini) verecek sen de razı olacaksın, dedi (Duha:4-5).

Bunun üzerine Peygamberimiz müezzini Bilal-ı Habeşi'ye, insanları cemaatle namaz kılmak üzere toplanmaları için çağırmasını emretti. Bütün Muhacir (Mekke'den Medine'ye hicret eden Müslümanlar ) ve Ensar (Medine'li Müslümanlar) Mescid-i Nebi'de toplandı. Peygamberimiz onlara namaz kıldırıp sonra minbere çıktı ve insanlara hitap etti. Peygamberimizin bu konuşması sırasında kalpler ürperdi, gözler ağladı. İnsanlara şöyle dedi:

- Ey insanlar sizin için nasıl bir peygamber idim? Onu dinleyenler:
- Allah mükafatını versin, çok iyi bir Peygambersin. Sen bizim için merhametli bir baba, şefkatli ve öğüt veren bir kardeş gibiydin. Allah'ın sana verdiği Peygamberlik görevini yerine getirdin, O'nun (Allah'ın) vahyettiğini bize ilettin, bizleri Allah'ın yoluna hikmetli ve güzel sözlerle davet ettin. Allah, ümmetlerine yaptıkları görev nedeni ile peygamberlere vereceği mükafatın en güzelini sana versin, dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu:

- Ey Müslüman topluluğu! Sizin üzerinizde bulunan hakkım ve Allah adına, sizden kime bir haksızlık yapmış isem, kıyamette hesaplaşıp hakkını almadan önce, şimdi onun ayağa kalkıp hakkını benden almasını istiyorum.

Hiç kimse kalkmayınca, Peygamberimiz bunu üç defe tekrarladı. Üçüncü defa söyledikten sonra, Sahabe-i Kiram arasında bulunan ve kendisine Ukkaşe denilen yaşlı bir sahabe ayağa kalktı. Müslümanları yararak ilerledi ve Peygamberimizin önünde durdu ve şöyle dedi:
- Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın elçisi, eğer ısrar etmeseydin senin karşına çıkıp bir şey istemeyecektim. Bir savaştan sonra gazilerin arasındaydım. Ayrılmak üzereyken develerimiz yan yana geldi. Devemden indim, ayağını öpmek için sana yaklaştığımda, değneğini kaldırdın ve sırtıma vurdun. Kasten bana mı vurdun yoksa, devene mi vurmak istemiştin bilmiyorum, deyince, Peygamber efendimiz:

- Ey Ukkaşe, sana kasten vurmaktan Allah a sığınırım. Ey Bilal git (kızım) Fatıma'ya uzun bir değnek getir, dedi. Bilal-ı Habeşi (şaşkınlıktan) ellerini başının üzerine koyarak:
- O, Allah'ın Peygamberi ve kendisine kısas yapılmasını istiyor, diyerek Hz.Fatıma'nın yanına geldi kapıyı çaldı ve:
- Ey Peygamber'in kızı! Bana uzun bir değnek ver, deyince, Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma:
- Bugün ne hac günü, ne de O'nun savaştığı bir gün değil, babam uzun değneği ne yapacak? Dedi. Bilal-i Habeşi:
- Babanın yaptıklarından haberin yok. Allah'ın elçisi borçlarını ödüyor, dünyayı terk ediyor ve kendisine kısas yapılmasını (kendisinde hakkı olanların hakların almasını) istiyor, dedi. Bunun üzerine Hz. Fatıma:
- Ey Bilal, Allah'ın elçisine kısas yapmayı kendisine layık gören kimdir? (Peygamberin torunları) Hasan ile Hüseyin'e haber ver. O adamın yanına gitsinler de, almak istediği (hakkını) onlardan alsın. Peygamberden almasına izin vermesinler, dedi.
R661803

“Cennetteki arkadaşım”

Bilal-i Habeşi mescide girip değneği Peygamberimize verince, O da Hz. Ukkaşe'ye verdi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.anhum) bunu görünce ayağa kalktılar ve:
- Ey Ukkaşe! İşte önündeyiz Hakkını bizden al. Peygamberden alma, deyince, Peygamber Efendimiz:
-Bırak ey Ebubekir, sen de bırak ey Ömer, Allah sizin değerinizi ve makamınızı biliyor, dedi.

Bunun üzerine Ali b. Ebu Talip (Hz. Ali) ayağa kalktı ve:
- Benim hayatım Allah'ın elçisinin hayatının önündedir. İşte sırtım, hakkını kendi elinle benden al ve bana (O'nun yerine) yüz sopa vur. Allah'ın elçisinden alma, deyince Peygamberimiz:
- Otur ey Ali. Allah senin değerini ve niyetini biliyor, buyurdu. Sonra Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin kalktılar ve:
- Ey Ukkaşe! Sen bilmiyor musun biz Allah'ın elçisinin torunuyuz. Hakkını bizden alman Peygamberden alman gibidir, deyince Peygamber Efendimiz:
- Gözümün nuru torunlarım, siz de oturun Allah sizi burada unutmamıştır (sizin de niyetinizi ve değerinizi bilmektedir). Sonra Peygamber Efendimiz (sav) Ukkaşe'ye:

- Ey Ukkaşe, vuracaksan vur deyince, Ukkaşe (ra):
- Ey Allah'ın elçisi, bana vurduğunda benim üzerimde elbise yoktu, deyince, Peygamberimiz sırtını açtı.

Sahabeler yüksek sesle ağlıyorlardı. Hz.Ukkaşe, Peygamberimizin beyaz sırtına baktı. Sanki sırtı Mısır'da dokunan ince ve beyaz ketenden dokunmuş kumaş gibiydi fazla ilgilenip zaman kaybetmeden sırtını öptü ve şöyle dedi:

- Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın elçisi, sana kısas yapmaya kim cür'et edebilir? Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) :

- Ya hakkını alman için gerekeni yap yada affet deyince, Hz. Ukkaşe:
- Kıyamet gününde Allah'ın beni affetmesini umarak sizi affediyorum, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav):
- Kim cennetteki arkadaşımı görmek isterse bu adama baksın, dedi.
R661804
Sonra (orada bulunan) bütün Sahabe-i Kiram ayağa kalktılar ve alnından öperek:
- Seni tebrik ederiz çok büyük bir mertebeyi ve Peygamberin cennetteki arkadaşlığını elde ettin dediler." (2)

Her gün yüzlerce insanın gurup gurup Ziyaret ettiği bu türbe, Hz. Peygamberden geriye kalan hatıralara, insanımızın sahip çıkışının da bir göstergesi.

İnsan, Hz. Ukkaşe'nin makamına varınca, Hz. Peygamberin sırtındaki Peygamberlik Mührü’nü öpmeyi başarmış Hz. Ukkaşe'nin dudaklarından bir tebessüm arıyor.

Nasıl gidilir

Hz. Ukkaşe Türbesi'ne farklı yollardan gidilebilirse de, Gaziantep'in Nurdağı ilçesinden gidilmesi en uygunudur. Türbe, ilçe merkezine 8 km. uzaklıktadır. Guruplar halinde gidilebileceği gibi ferdi olarak da gidilebilir. Türbe merkezine araçla çıkılabilmektedir.


KAYNAKLAR
1- El-İstiab 3/1081, Madde:1837, Buhari , Tıb.17, Müslim, İman,317.
2- El - İsbahani, Hilyet-ül Evliya 4/ 73,

HASAN MAHİR
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
13 Temmuz 2006       Mesaj #156
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ.HACCAC İBNİ İLAT(r.anh)
Haccac İbni Ilât radıyallahu anh, servet sahibi, zekî ve siyasî bir tüccar... İslâm’la şereflendikten sonra alacaklarını tahsil etme konusunda siyâsî dehâsını kullanan ve Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden özel izin alarak Mekke’li müşrikleri kendine hizmet ettiren bir yiğit... O, Beni Süleym kabilesine mensuptur. Bu kabilenin topraklarında altın madenleri çıkardı. Bu madenlerin zekâtını vermek ilk defa ona nasip oldu. Onun İslâmiyeti kabûlü şöyle gerçekleşti: Haccac İbni Ilât, Süleymoğulları kabilesinden bir grub ile Mekke’ye gidiyordu. Gece olunca ıssız bir vadide konakladılar. Arkadaşları Haccac’ın nöbet tutmasını istediler. O da onların emniyeti için kabul etti. Kalktı, etrafı dolaşmağa başladı. Kendi kendine: “Ben ve arkadaşlarım sağ sâlim dönünceye kadar Allah’a sığınırız.” diyordu. Bir ara birinin şöyle dediğini işitti: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden (köşe ve bucağından) çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa haydi geçip gidiniz. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.” (Rahman: 33) Bu sözlerin âyet olduğunu bilmeyen Haccac onları ezberledi. Mekke’ye vardığında Kureyşlilerin ileri gelenlerinin katıldığı bir mecliste bulundu. Orada geceleyin başlarından geçen olayı anlattı. Ezberlediği âyeti onlara okudu. Bunun üzerine Kureyşliler ona: “Ey Ilât! Sen de sapıtmışsın. Muhammed de bu sözlerin kendine Allah tarafından vahyedildiğini söylüyor.” dediler. Ona pek değer vermediler. Haccac da: “Vallahi bu sözleri, hem ben hem de yanımdaki arkadaşlar birlikte duyduk.” diyerek hadisenin ciddiyetini onlara duyurmaya çalıştı. Haccac İbni Ilât’ın gönlünde bir ışık belirmişti. Bu olay ona çok tesir etmişti. Resûlullah (s.a.) Efendimizin nerede olduğunu sorup öğrendi. Onu görebilmek için vakit kaybetmeden yola çıktı. Medine-i Münevvere’ye geldiğinde İki Cihan Güneşi efendimizin Hayber’e gittiğini haber aldı. Yine orada eğlenmeden hemen Hayber’e doğru hareket etti. Hayber Gazvesi günlerinde Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimize ulaştı. Kendisiyle görüştü ve müslüman oldu. Hayber fethine de katıldı. Haccac İbni Ilât (r.a.) servet sahibi zengin bir tüccardı. Kabilesinin topraklarında altın madenleri çıkardı. Mekke’de bir hayli alacakları vardı. Ailesi de orada kalmıştı. Malı-mülkü ve eşyası onun yanındaydı. Hem alacaklarını tahsil etmek hem de ailesinin yanındaki mallarını alıp Medine’ye getirmek istedi. Bunun için İki Cihan Güneşi Efenmdimizin huzuruna çıktı ve: “Yâ Resûlâllah Mekke’de bir takım kimselerde alacaklarım var. İzin verirseniz onları alıp diğer mallarımla birlikte Medine’ye getirmek istiyorum.” dedi. Efendimiz ona izin verdi. Haccac’ın gönlünü tırmalayan, zihnini meşgul eden bir konu daha vardı. Onu da Efendimize sormalıydı. Şöyle dedi: “Ya Rasûlâllah! Eğer müşrikler benim müslüman olduğumu anlarlarsa bana hiçbir şey vermezler. Mallarımı kurtarabilmek için belki senin hakkında münasip olmayan sözler söyleme zorunda kalabilirim. Bu hususta ne buyurursunuz?” dedi. Fahr-i Kâinât (s.a.) efendimiz bu konuda da ona izin verdi. Haccac (r.a.) zekî idi. Siyâsî kabiliyete sahipti. Bu sebebten fırsatları değerlendirmesini iyi biliyordu. Karşısına çıkacak meseleleri, problemleri iyi hesap ediyordu. Buna göre sorular soruyordu. Aldığı cevaplardan memnundu. Gönlü huzur içinde Mekke’ye vardı. Kureyş müşriklerinin zaaf noktalarını tesbit etti. Onları oradan yakaladı. Alacaklarını tahsil hususunda onları kendine hizmet ettirdi. Müşriklerle aralarında geçen hadiseyi kendisi şöyle anlatıyor: Kureyşliler o günlerde Rasûlullah (s.a.) efendimizin Hayber üzerine yürüdüğünü duymuşlardı. Fakat gelişmelerden haber alamamışlardı. Mekke’ye vardığımda çevremi sardılar. Bana sorular sormağa başladılar. Benim henüz müslüman olduğumu da bilmiyorlardı. Ben de Efendimizden aldığım izin üzerine onları sevindirecek haberler vermeğe başladım. Şunları anlattım; “Muhammed ve ashabı, şimdiye kadar çarpışmayı, savaşmayı Hayberli’lerden daha iyi bilen bir kavimle karşılaşmadı. Hayberliler onbin kişilik ordu topladı. Müslümanları kılıçtan geçirdi. Müslümanlar büyük bir yenilgiye uğradı. Muhammed esir alındı.” dedim. Bu haberler onları çok sevindirdi. Daha ileriye giderek şunları ilâve ettim: “Hayberliler Muhammed’i Mekkelilere teslim etmeyi öldürülen adamlarınıza karşılık onu sizin öldürmenizi istiyorlar” dedim. Mekke’li müşriklere aslı olmayan bu parlak müjdeleri verdikten sonra onlara: “Siz de bana yardım ediniz. Alacaklarımı süratle toplayayım ki, müslümanların ganimet mallarını başka tüccarlar gelmeden satın alayım.” dedim. Bu istek ve teklifime memnûniyetle diyerek karşılık verdiler. Büyük bir sevinç içerisinde benim alacaklarımı toplayıverdiler. Karısına da aynı şeyleri söyleyip ondan da mallarını alan Haccac (r.a.) işini bu şekilde bitirdi. Mekke’deki servetini topladı. Fakat verdiği haberler Mekke’deki müslümanları çok üzdü. Hz. Abbas bu acı haberi işitince fenâlaştı ve evine döndü. Kölesini Haccac’a gönderdi ve görüşmek istediğini bildirdi. Haccac onunla gizlice görüştü ve Abbas (r.a.)’a meselenin iç yüzünü anlattı. Birkaç gün gizli tutmasını ricâ etti. Sonra Mekke’den ayrılıp Medine’ye gitti. Hz. Abbas üç-beş gün geçince Kâbe’ye çıktı. Müşrikleri sarsan, şok eden haberler vermeğe başladı. Gerçek söylenenlerin tam tersi idi. Hayberliler hezimete uğramıştı. Zafer müslümanlarındı. Haccac alacaklarını kurtarmak için böyle söylemişti. Hz. Abbas Kureyşlilere durumu tek tek anlattı. Müşrikler bütünüyle sarsıldı. Haccac İbni Ilât (r.a.) getirdiği malların zekâtını verdi. Medine’de kendisine bir ev, bir de mescid yaparak şehre yerleşti. Resûl-i Ekrem (s.a.)’in vefâtından sonra Humus’a giderek orada yaşadı. Hz. Ömer (r.a.)’ın hilâfetinin ilk yıllarında vefat etti. Cenâb-ı Hakk’tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Ağustos 2006       Mesaj #157
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hzali2je

ALLAH

Yaratanın büyüklüğü, yaratılanı gözünde küçültür.


Allah'ı Tanımak; Noksan sıfatlardan münezzeh (uzak) olan Allah'ı,
yapmayı iyice dilediğim şeyleri yapmamakla,
bağladığım düğümleri çözmekle tanıdım.


AKIL

Akıllının dili gönlünün ötesindedir;
ahmağın gönlüyse dilinin ötesinde.

Akıl gibi zenginlik,
bilgisizlik gibi yoksulluk,
edep gibi miras
danışmak gibi arka olamaz.

Akıl tamamlandı mı söz azalır

Hoş geçinmek aklın yarısıdır.

Akıllı Herşeyi lâyık olduğu yere koyandır.

Kişi eğer seni azgınlık, yolundan alıkor, doğru yola sevkederse,
bu onun akıllı olduğuna delâlet eder.

Akıllı, ameline dayanır,
câhil, emeline dayanır.
Bilgin, kalbiyle, gönlüyle bakar görür;
câhil, gözüyle bakar görür.

Akıl gurbette yakınlık bulmaktır; ahmaklık vatanda gurbete düşmektir

Akıllının zannı, câhilin yakininden daha doğrudur.

Câhil dostundan ziyâde akıllı düşmanına güven.


AF DILEME

Birisi, huzurlarında, Allah'tan suçlarını örtmesini dileyince buyurdular ki:

Anan yasında ağlasın; biliyor musun, suçların öıtülmesini, bağışlanmasını istemek nedir?
Suçların örtülmesini istemek, İlliyyin derecesidir; bunun da altı anlamı vardır:
Birincisi geçmiş suçlara nadim olmak (pişman) ,
ikincisi ebedi olarak o geçmiş suçları bir daha işlememek,
üçüncüsü Allah'a temiz ulaşmak, kul hakkından kendisinde birşey olmadığı halde
kavuşmak için yaratılmışların haklarını kendilerine vermek,
dördüncüsü sana vacib olan bütün emirlerini yerine getirmeye niyet etmek,
beşincisi, bedeninde hırstan bitip gelişmiş etleri, dertle, gamla eritmek, derini kemiğe yapıştıracak kadar zayıflamak,
ondan sonra helal lokmadan gelişen ete kavuşmak,
altıncısı bedenine evvelce suç işleme tadını tattırdığın gibi ibadet elemini de tattırmaktır.
Bu şartlardan sonra, Allah'tan suçlarını örtmesini dilerim diyebilirsin.


AF - CEZA

İnsanların en fazla bağışlaması gerekeni, cezâ vermeye en faz-
la gücü yetenidir.


AHİRET GÜNÜ

Ne mutlu ahireti hatırlayana,
sorgu (hesap günü) için işgörene (amel yapana),
nail olduğuna ve hakkına kanaat eden ve Allah'tan razı olan kişiye


AHİR ZAMAN

İnsanlara bir zaman gelip çatar ki o zamanda Kur'ân'dan an-
cak eser ve yazı, İslâmdan da isim kalır. O gün insanların mescitleri
mâmurdur yapı bakımından; haraptır hidâyete mahal olmak ba-
kımından. O gün mescitlerde oturanlar, onları yapanIar, yeryüzünün
en kötü kişileridir; fitne onlardan çıkar, suç ve hatâ onlara sığınır.
Kim o fitneye girmemek isterse sürüp götürürler, kim geri kalırsa
yürütüp alırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan AlIah buyurur ki :
" Zâtıma andolsun ki ben, o kavme öylesine bir fitne gönderirim ki
bigi sâhibi bile şaşırır kalır ve o fitneye dalar. Biz AlIâh'ın bağış-
lamasını, gafletle ayağımızı kaydırmamasını dilemekteyiz.


ALİM

Tam Alim o kişidir ki;
İnsanları Allah'ın rahmetinden ümitsiz hale düşürmediği,
Allah'ın lütfundan onları meyus etmediği gibi
Allah'ın mekrinden de onları emin etmez


ARZU - NEFS İSTEĞİ

Zenginliğin en yücesi dilekleri-arzuları terketmektir.

Kimin dileği-arzusu uzar giderse, kötü işleri de çoğalır gider.

Mal, isteklerin-arzuların temelidir.


BAYRAM

orucunu,
geceleri ettiği ibadeti
Allah'ın kabül ettiği kişiye bayramdır.
Hangi gün Allah'a isyan edilmezse o gündür bayram.


BUĞZ

Şu kılıcımla. bana buğzetmesi için mü'minin beynine vursam bile, gene bana buğzedemez.
Beni sevmesi için bütün dünyayı münafığın önüne döküp sersem gene beni sevemez.
Bu, Ümmi Peygamberin (Allah'ın salevatı O'na ve soyuna olsun),
dilinden çıkan ve takdîre uyan bir sözün özüdür ki
buyurmuştur:
Ya Alî, mü'min sana buğzetmez, münafık seni sevmez.


CÖMERTLİK

Cömert ol, cimrilikte ileri gitme; saygılı ve sıralı ver, ihsan
ederken, vermemişe de dönme.

Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten sonra vermekse
utançtandır ve kötüdür.


DERT - GAM

Derd ve gam ihtiyarlığın yarısıdır.

DİL

Dilini kendisine buyruk sâhibi eden, diline
geleni söyleyen, kendisine zarar verir.

Dil yırtıcıdır; yuları bırakıldı mı salar, parçalar.

İnsan, dilinin altında gizlidir.

Anlamadığın dilde sevap olmaz


DOSTLUK

En Yakını yitiren, en uzağı da ,yardımcı olarak bulamaz.

Dostları yitirmek, gurbete düşmektir.

Dost, kardeşini üç halde korumadıkça tam dost olamaz. düş-
künlüğünde, kendisi bulunmadığı vakit, ölümünden sonra.


DÜNYA SEVGİSİ

İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak için
dinlerine ait bir şeyi terkettiler mi
Allah onları ondan daha zararlı birşeye uğratır.

Dünya bir topluma teveccüh etti mi başkalarının iyiliklerini,
güzelliklerini eğreti olarak onlara verir; bir toplumdan da yüz
çevirdi mi kendilerindeki iyilikleri, güzellikleri de onlardan
gidiverir.

Dünyadakiler, uykuda yol alan kervan ehline benzerler.

İnsanlar dünyanın oğullarıdır. İnsan ******* severse kınanmaz.

Dünya başkaları için yaratılmıştır, kendi için değil.

(Birisini dünyayı kınarkan, yererken duyup buyurdular ki,)

Ey dünyânın aldayışlarına kapılan, uyduruşlarına aldanan, dün-
yaya kapılıyor, sonra da onu yermeye mi girişiyorsun? Sen mi dün-
yayı suçlamadasın ; dünya mı seni suçlamada? Ne vakit dünya seni
şaşırttı, ne vakit aldattı? Toprağa atın çürüttüğü babalarının helâk
oldukları yerlerle mi aldattı seni; yoksa yer altına attığı analarının
yattığı yerlerle mi kandırdı seni?
Ne kadar çalıştın onlardan derdi, hastalığı gidermeye. Ne ka-
dar uğraştın onları tedâvî ettirmeye. Onların iyileşmelerini diledin ;
onları iyileştirmek için hekimlere baş vurdun. Bu esirgemelerin on-
ların hiç birine fayda etmedi. Onların devâsını aradın; çâresi olma-
dı; gücünle kuvvetinle ölümü gideremedin onlardan.
Dünyâ onlara ettiği işle, sana örnek verdi; öldükleri yerle
öleceğini gösterdi. Oysa dünyâ, sözünü gerçekleyene gerçeklik yur-
dudur; sözünü, anlayana, kurtuluş evidir. Ondan azık topIayana zen-
ginlik diyârıdır; öğüdünü tutana öğüt mahallidir.
Dünyâ, Allâh dostlarının secde yeridir; Allâh meleklerinin na-
mazgâhı. Allah vahyinin indiği yerdir; Allah dostlarının alış veriş
yurdudur. Orada rahmet elde edenler; orada kâr edinirler, cenneti
kazanırlar. Dünyâ, ölümü açıkça haber verdiği, kendisinden ayrıla-
cağımızı seslenip bildirdiği, kendisinin ve kendinden olanların âkıbe-.
tini anlattığı halde, kimdir ki onu kınar, yermeye kalkar?
Dünyâ, belalarıyla belâyı gösterir ehline; sevinciyle onları sevin-
ce teşvik eder. İnsan esenlikle dünyâda akşamı eder, musîbetle sa-
bahı bulur. Bu, tâata yöneltmesidir onun; isyândan korkutmasıdır;
çekinmeyi telkin etmesidir onun.
Nedâmetle sabahlayanlar kınarlar onu. Kıyâmet günü başkala-
rıysa överler onu. Çünkü dünyâ onlara, âkıbeti anlatmıştır, onlar da
anlamışlardır; ne olacağını söylemiştir onlara, gerçeklemişlerdir
onu, öğüt vermiştir onlara. tutmuşlardır öğüdünü onun.


EMAN

Ebu-Ca'fer Muhammed b. Aliyy'il-Bakır aleyhimesselam'dan rivayet edilmiştir.

Yeryüzünde Allah azabından iki eman (emniyet) verdi; biri kaldırıldı; öbürüne yapışın.
Kaldırılan eman , Rasülullah'tı. ( Allah'ın salatı o'na ve soyuna olsun )
Duran, kalan emansa istiğfardır (af dileme) .

Allahü taala «Sen, onların içinde oldukça onları azaplandırmaz
ve gene yarlıganma dilerlerken (affedilme) Allah onlara azap vermez.»(VIII Enfal,33)


FERASET

İnananların zanlarından (feraset) sakının; çünkü yüce Allah gerçeği onların dillerine ilham eder.
«İnananın anlayışından ( ferasetinden) sakının; çünkü o, Allah nuruyla bakar, görür.»
(Hadis, Künuz'ül-Hakaaık, I, s. 8)


GEÇİM - İDARE

İnsanlarla öyle geçinin ki öldünüz mü ağlasınlar size; sağ kaI-
dınız mı sevgiyle çağrışsınlar sizin için.

İnsanların gönülleri ürkektir; kim onları elde ederse ona alışırlar.

Kim bir işte halka, öncü olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan
kendisini terbiye etmeli ; bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce
huyuyla öğüt vermek sûretiyle olmalı. Nefsine muallim olup kendini
terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları terbiye
edenden daha fazla ululanmaya değer.


GENEL SÖZLER

Dört şey verilene dört şey harâm olmaz:
1-Duâya koyulan icâbetten,
2-tövbeye başarı ihsan edilen kabûlden,
3-istiğfara yöneltilen bağışlanmaktan,
4-şükretmeye fırsat ilhâm edilen, nîmetin ziyâde olmasından mahrûm kal-
maz.
Bunu da Allâh'ın Kitabı gerçeklemektedir. Yüce ve Ulu Allâh
buyurur ki: "Dua edin, icâbet edeyim size." (XL, Mü'min, 60)
"Kötülük eden, yahut nefsine zulümde bulunan, sonra istiğfar ederse
Allâh'a, Allâh'ı suçları örtücü ve inananlara acıyıcı olarak bulur."
(IV,Nisâ';110)
Şükür hakkında da "..şükrederseniz nîmeti çoğaltırım size"
buyurmuştur. (XIV, İbrâhim A.M, 7)
Tövbe hakkında da "Tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük edip sonra
hemen tövbe edenlerden kabûl edilir. Onlardır Allâh'ın, tövbelerini
kabûl ettiği kişiler ve, Allâh herşeyi bilir, hüküm ve hikmet
sâhibidir" buyurmuştur. (IV, Nisâ', 17)

Halka istemediği, hoşlanmadığı şeyleri söyleyen kişi hakkında
halk da, bilmediği şeyleri söyler.

İnsanın değeri, himmetincedir; gerçekliği, adamlığıncadır; erli-
ği, yaptığı kötülükten utancı kadardır; temizliği ve nâmusu da kıs-
kançlığı derecesindedir.

Üst olmak, ihtiyâta riâyetle olur. İhtiyata riâyet, düşünüp ta-
şınmakla mümkündür, düşünüp taşınmak da sırları gizlemekle olur.

Yüce kişinin, aç kalınca, aşağılık kişinin, karnı doyunca saldı-
rısından korkun.

İhtiyacı olan şeyi elde edememek, ehli olmayandan istemekten
daha iyidir.

Her sayılı şey biter; her beklenen gelip çatar.

İki iş arasında ne kadar da uzaklık var; İş var ki, tadı gider, ve-
bâli kalır; iş var ki, zahmeti geçer, sevâbı kalır.

Birbirine aykırı olarak çağrılan iki yolun biri, mutlaka sapık-
lık yoludur.

İleri gidişin meyvası pişmanlıktır. İhtiyatın meyvası selâmet.

Korku ümitsizliğe eş olmuştur; utanç mahrumiyete. Fırsat
bulut gibi geçip gider; hayırlı fırsatları elde etmeye çalışın.

Allâh'a râzı olmak ne güzel eş dosttur; bilgisiyse büyük bir mi-
ras. Edeplere riâyet, boyuna yenilenen elbisedir, düşünceyse saf
bir ayna.

Cimrilik ayıptır; korkaklık noksan. Yoksulluk, delil getirmede
aklı dilsiz eder; yokluğa düşen, şehrinde garib olur gider. Âciz kal-
mak âfettir; sabır yiğitlik. Çekinmek zenginliktir; sakınmak kalkan.

Akıldan daha faydalı mal, kendini beğenmekten daha korkunç yalnızlık, tedbir gibi akıl,
takvâ gibi kerem, güzel huy gibi eş dost, edep gibi miras, başarı gibi kılavuz, iyi
işlerde bulunmak gibi alış-veriş , sevap gibi kâr, şüpheli şeylerde durup çekinmek gibi
sakınmak, haramdan kaçınmak gibi zahitlik, düşünmek gibi bilgi, farzları yerine getirmek
gibi ibâdet, utanmak ve sabretmek gibi iman, gönül alçaklığı gibi soy sop, bilgi gibi
yücelik, hilim gibi üstünlük, danışmak gibi arka yoktur.


Ölç, biç, sonra kes; düşün, taşın, sonra söyle; anla, bil, sonra yap.

Ya söyleyen, irşâd eden bilgin ol, ya dinleyen, belleyen kesil;
üçüncüsü olmaktan sakın.

Söyleyene bakma, söylenene bak.

Amelsiz sevap dileyen, yaysız ok atmaya kalkan kişiye benzer.


HAYIR - ŞER

Hayrı yapan, hayırdan da hayırlıdır; şer işleyense şerden de kötüdür.

Seni gama, gussaya sokan kötülük, Allah katında sana benlik
veren iyilikten daha hayırlıdır.

Kötülükte bulunanları, iyilik edene mükâfat vererek payla, yo-
la getir.

Kötülüğü, kendi gönlünden çıkarmak suretiyle, başkala-
rının gönüllerinden sök çıkar.

Hikmetle hüküm vermek hususunda susmakta hayır olmadığı
gibi, bilgisizlikle söz söylemekte de hayır yoktur.


HAYRET

Şaşarım o kimseye ki korktuğu yoksulluğa doğru koşup durur;
arayıp istediği zenginlik, elinden yiter gider. Dünyâda yoksullar
gibi yaşar, âhiretteyse zenginlerin sorusuyla sorguya çekilir.

Şaşarım o gülen, benliğe düşen kişiye ki , dün bir menî parçasıy-
dı, yarın bir leş olacak.

Şaşarım Allâh'ın varlığından şüpheye düşene ki Allâh'ın yaratışını
görüp durur.

Şaşarım Allâh'ın varlığından şüphe edene ki ölenleri
gözleriyle görür.

Şaşarım âhiret yaşayışını, tekrar dirilişi inkâr edene ki
ilk yaratılışı görür, bilir.

Şaşarım yokluk yurdunu yapıp durana ki varlık yurdunu terkeder gider.
Bir cenazede gülen birisini duyunca buyurdular ki)
Sanki ölüm, bizden başkalarına yazılmış, sanki bu gerçek, biz-


HİKMET

Nerde olursa olsun, hikmeti almaya bak; çünkü hikmet münâfığın gönlünde,
oradan çıkıp ona sâhib olan mü'minin gönlüne girerek karâr edinceye dek sâkin olmaz.

Hikmet sâhibi kişilerin sözleri doğruysa devâdır, yanlışsa hastalık.


İMAN

İMAN dört direk üstünde durur: Sabır, yakiyn, adalet, cihad.


Sabır dört kısımdır: özlem, korku, çekinmek, tetikte durmak.
Cenneti özleyen dileklerden vazgeçer.
Cehennemden korkan haramlardan çekinir.
Dünyada çekinen kişi, dünya musîbetlerini hiçe sayar.
Ölüme karşı tetik duransa, hayırlı işlere koşar.

Yakiynde dört kısımdır: Akıllılık, hikmeti yormak, geçmişten öğüt almak, geçenlerin yolunu yordamını izlemek.
Akıllilıkta gözü açık olana hikmet aydınlanır.
Hikmeti apaydm gören. ibret alır.
îbret alansa geçmişlerdenmiş gibi hareket eder.
Dünyaya da aldanmaz.

Adalet de dört kısmıdır: Anlayışta derine dalmak, bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, hilimde direnmek.
Kim anlayış sahibi olursa, ilmin dibine dalar;
kim ilmin dibine dalarsa hükümde yol yordam neyse elde eder;
hilim sahibi olansa yaptığı işte ileri gitmez, insanlar arasında tertemiz yaşar

Cihad(Allah yolunda Savaş) da dört kısımdır: Doğruyu buyurmak, kötülüğü nehyetmek. Gerçek işlerde doğru olmak, gerçeğe uymayanlara düşmanlık gütmek.
Doğruyu buyuran kişi, inananların bellerini doğrultur.
Kötülüğü nehyeden (yasaklayan), münafıkların burunlarını kırar;
gerçek işlerde doğru hareket eden, kendisine gereken şeyi yapar;
kötülere, gerçeğe uymayanlara düşman olan, Allah için kızan kişiyse öyle bir hale erer ki,
Allah onun yüzünden onun düşmanlarına kızar ve kıyamet gününde onu razı eder...

İman gönülle tanımak, dille ikrar etmek (söylemek), azalar ile de kullukta bulunmaktır

İmanın Alameti,
yalan sana fayda verecek olsa bile gerçegi seçmen,
sözünü bilginden fazla söylememen,
başkalarının sözlerinde de Allah'tan korkman, çekinmendir.


İSLAM

Sizi İslama öylesine bir nisbetle mensup sayayım ki, benden önce kimse böyle bir nisbeti söylememiştir:
İslam teslîm oluştur; teslîm oluş yakiyndir; yakıyn gerçeklemektir; gerçeklemek ikrardır; ikrar emre uymaktır;
emre uymaksa o emirleri yerine getirmektir.

Namaz, her temiz kişinin Tanrı'ya yaklaşmasıdır.

Hac, her zayıfın savaşıdır.

Herşeyin zekatı vardır; bedenin zekatı da oruçtur.

Nice Oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak açlıktır.

Kulluk; Bir bölük halk sevab için Allah'a kulluk eder; bu kulluk, tacirlerin kulluğudur.
Bir bölük de Allah'a korkudan kulluk eder, bu da kölelerin kulluğudur.
Bir bölükse, Allah'a şükrederek kullukta bulunur; işte hür kişilerin kulluğu budur.


İLİM

Tam Alim o kişidir ki;
İnsanları Allah'ın rahmetinden ümitsiz hale düşürmediği,
Allah'ın lütfundan onları meyus etmediği gibi
Allah'ın mekrinden de onları emin etmez.


İTAAT

İtaat ; Yaradana isyan hususunda yaratılmışa itaat olamaz.

KADIN

Kadının savaşıysa kocasıyle iyi geçinmesidir.

KALB

İnsanda bir et parçası vardır ki bedenine bir damarla bağlan-
mıştır. bu da kalbdir ve pek şaşılacak bir uzuvdur bu. Onun hikmete
âit şeyleri ve bunlara aykırı zıt şeyleri vardır. Ümide kapıldı mı ta-
mah alçaltır onu. Tamah onu heyecana düşürdü mü hırs helâk eder onu.
Ümitsizlik ona sâhip oldu mu keder öldürür onu. Kızgınlık onu
kavradı mı öfke de kavrar onu. Hoşnud oldu mu korunmayı unutur
gider. Korkuya kapılınca korunmaya başlar. Esenleşiğini sanınca
gaflete düşer. Bir musibete uğradı mı kararsız bir hâle gelir. Bir mal
buldu mu zenginlik azdırır onu. Yoksulluk onu ısırdı mı belâ kavrar
onu. Açlığa düşünce zayıflık çökertir; fazla doyunca da mide dolgun-
luğu rahatsızlığa uğratır onu. Her hususta geri kalış zarar verir ona;
her işte ileri gidiş bozguna düşürür onu.


KANAAT

Kanaat tükenmez maldır.

KARDEŞLİK

İnsanların en âcizi, insanlardan kardeş edinemeyenidir; on·
dan daha âciziyse kardeş edindikten sonra onu yitirenidir.


KAZA - KADER

Kaza - Kader ; Kapkaranhk bir yoldur, gitmeyin o yola.
Pek derin bir denizdir, dalmayın o denize.
Allah'ın sırrıdır, uğraşmayın onunla.


Kaza ve Kaderin Hikmeti
(Birisi, Şam'a gidişimiz Allah'ın kaza ve kaderiyle değil midir ?
diye sorunca bu soruya uzun uzun cevap verdiler. ve bir ara,
§ Yazık sana, sen kazayı yerine gelmesi, kaderin mutlaka olması gerekli sanmadasın.
İş böyle olsaydı sevab ve ikap (ceza) batıl olur, vaat ve vaidin ortadan kalkması icab ederdi.
Oysa ki noksan sıfatlardan münezzeh (uzak) olan Allah,
kullarını yapacakları işlerde muhayyer bırakarak emretmiş,
kötülüklerden çekinmelerini bildirerek nehyetmiştir (yasaklamıştır).
Emir de, nehiy (yasaklama) de, kulun ihtiyarını ortadan kaldırmamış, kudretini yok etmemiştir.
Onlara kolay olanı teklîf etmiş, zor olanı buyurmamıştır.
Az iyiliğe çok sevap vermiştir.
Kul mağlup olarak isyan etmez.
Mecbur olarak itaatte bulunmaz.
O peygamberleri bir oyun için göndermemiş,
kitabı abes olarak (boşuboşuna) indirmemiş,
gökleri ve yeryüzünü, ikisi arasında yaratılanları boş yere yaratmamıştır.
Allahü taala; «Bu, kafir olanlann zannı. Artık vay haline kafirlerin ateşten.» (XXXVm, Sad, 27) buyurmuştur.


KEFFARET

Büyük günahların keffareti, zulme düşenlere yardım etmek, acze düşenleri ferahlandırmaktır..

KİBİR

İnsanların gönülleri ürkektir; kim onları elde ederse ona alışırlar

Kim bir işte halka, öncü olursa, başkasını terbiyeye kalkmadan
kendisini terbiye etmeli ; bu terbiye de diliyle öğüt vermeden önce
huyuyla öğüt vermek sûretiyle olmalı. Nefsine muallim olup kendini
terbiye eden kişi, insanlara muallimlik edip onları terbiye
edenden daha fazla ululanmaya değer.


KURAN

Kuran'da
sizden öncekilere ait olaylar,
sizden sonraki zamanlara ait haberler,
aranızda carî olacak hükümler vardır.


Şu Kur'an'la düşüp kalkan hiçbir kimse yoktur ki bir fazlalığa ermesin,
yahut noksana düşmesin. Ona uyarsa hidayette ileri gider, uymazsa körlükle noksana düşer.


KÜFÜR

Kafir: Kur'an'ın helal ettiğini haram sayan kişi inanmamıştır.

Küfür de dört direk üstünde durur:
Doğru olmayan şeylerde derine dalmak,
kavga yolunu tutup ululanmak,
gerçekten sapmak,
aykırı yol tutmak.
Gerçek olmayan şeylerde derine dalan, gerçeğe ulaşamaz;
bilgisizlikle kavgaya girişen, kavgayı çoğaltan, gerçeğe karşı kör olur kalır.
Kim gerçekten saparsa iyi şey ona kötü görünür; kötülükse güzelleşir;
sapıklık sarhoşluğuna tutulur.
Aykırı yol tutanınsa yolları güçleşir, işleri sarpa sarar, kurtuluş yolu da daraldıkça daralır.


MEVKİ UĞURLAMASI

Şam yolunda Anbar köylüleri Hazreti Ali'nin ardında yaya gitmeye başladıkları vakit,
Bu yaptığınız nedir ? diye sordular.
Köylüler, biz dediler, buyruk sahiplerimizi böyle ulularız; adetimiz budur bizim.
Hazret buyurdular ki;
Allah'a andolsun, bu bir iş ki bununla buyruk sahibi olanlarınız faydalanmaz;
sizse dünyada bu işi yapmakla kendinizi meşakkate sokmaktasınız;
ahirette de azaba uğratmadasınız.
Ne kötü meşakkattir, ne olmaz zahmettir o ki, sonunda azap var.
Ne hoş rahatlıktır o ki, onunla ahirette ateşten esenlik-kurtuluş var.


MÜMIN

MÜMİNİN,
(İnananın) ;
yüzünde güleçlik vardır,
kalbindeyse hüzün.
Gönlü herşeyden geniştir,
nefsi herşeyden alçak.
Yücelikten nefret eder,
şöhrete düşmandır,
gamı gussası uzundur,
düşünmesi derin,
Susması fazladır;
vakti yoktur.
Çok şükreder,
çok sabreder.
Düşünceye dalmıştır,
ihtiyacı olanları görünce kendi ihtiyacını hatırlamaz bile.
Huyu güzeldir,
geçinmesi hoş ve yumuşak.
Şeref ve din bakımından serttir,
huy bakımından kuldan alçak.


MÜMİN ÜMİT-KORKU arasında :
Bu ümmetin en hayırlıları hakkında bile Allah'ın azabından emîn olmamalısın;
çünkü yüce Allah;
«Allah azabından emin olanlar ancak zarara uğramış topluluklardır» buyurmuştur (VII, A'raf, 99)
bu ümmetin en kötüsü hakkında bile Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelisin;
çünkü yüce Allah,
«Allah'ın rahmetinden kafir olan topluluktan başka kimsecikler ümit kesmez» buyurmuştur. (XII, Yusuf, 87)


MÜMİN (İnanan) kişinin
günde üç işi vardır:
Bir zaman Rabbiyle münacat eder ( yalvarır), ona kullukta bulunur;
bir zaman geçimi için çalışır;
bir zamanı da vardır, helal ve güzel lezzetlerle zevklenir.
Akıllı kişi, ancak üç şey için yolculuk eder.
Geçimini sağlamak,
ahiretini elde etmek,
yahut da haram olmayan zevk ve lezzet elde etmek için.


MÜMİN,
kardeşlerine karşı ululanmaya,
ona güler yüz göstermemeye başladı mı,
ondan ayrıldı demektir.


MÜMİN,
sevgisi Allah için,
nefreti Allah için,
alması AIlah için,
bırakması Allah için
olan kişidir.


NAFİLELER
MÜMİN,
insanların ezasına tahammül eden,
fakat hiç kimsenin ondan incinmediği kişidir.


Farzlara zarar veren Nafile İbadetlerle (Allaha) yakınlık olamaz. Msn Star

Msn Star Nafile ibadetleri yapmakla farzların yapılması tehlikeye giriyorsa.


ORUC

Bedenin orucu,
irade ve ihtiyarla azaptan korkup sevaba girmeyi,
ecre nail olmayı dileyerek (sevap bekleyerek) yemekten kesilmektir.
Nefsin orucu,
beş duyguyu öbür suçlardan çekmek,
kalbi de bütün şer sebeplerinden ayırmaktır.
Kalbin orucu, dil orucundan,
dilin orucu karnın orucundan hayırlıdır.


Nice Oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak açlıktır.

ÖLÜM

Ölüm (Bir cenazede gülen birisini duyunca buyurdular ki)
Sanki ölüm, bizden başkalarına yazılmış, sanki bu gerçek, biz-
den başkasına hükmedilmiş. Sanki görüp durduğumuz şu ölüler, bir
yere gidiyorlar ki tez bir zamanda dönüp tekrar gelecekler bize.
Onları kabirlerine götürmedeyiz, mîraslarını yemedeyiz. Sanki bizler
onlardan sonra kalacaklarmışız, Her öğüdü unutmuşuz, her âfeti ar-
dımıza atmışız. Bizi kökümüzden çıkaracak her belâya göz yummuşuz.
Ne mutlu kendisini alçaltana, kazancını tertemiz bir hâle koya-
na, özünü düzgün bir hâle getirene, huyunu güzelleştirene, malının
fazlasını yoksullara verene, ağzını beyhude sözlerden yumana, şerri-
ni insanlardan giderene; kendisine sünnet (peygamber(SAV) emir ve
yasakları ) ağır gelmeyene, bid'ata (Peygamber(SAV)den sonra dinde
çıkarılmış yeni şey) mensup sayılmayana.

(Sıffin savaşından dönerlerken Rûfe dışındaki mezarlığa gelince bu-
yurdular ki )


Ey yalnızlık diyarının, ıssız yerlerin, karanlık kabirlerin halkı,
ey toprağa döşenmiş, gurbete düşmüş, yalnızlığa eş olmuş, korkunç
ve tenhâ yerlere sığınmış kişiler, siz bizden önce yaşadınız, gittiniz;
bizse ardınıza düştük, size ulaşmak üzereyiz. Bıraktığınız evlerde
oturanlar var; zevcelerinizi nikâhladılar, mallarınızı paylaştılar. Bu
bizim size verdiğimiz haber, sizden ne naber var?
(Sonra arkadaşlarına dönerek buyurdular ki)
Söz söylemelerine izin verilseydi size elbette haber verirler, der-
lerdi ki: " Gerçekten de en hayırlı azık takvâdır." Bakara 187.


Allah'ın bir meleği vardır: hergün bağırır; Doğun ölüm için.
Toplayın yok olmak için, yapın yıkılmak için.


SABIR

Sabır ikidir: İstemediğin, hoşlanmadığın şeye sabretmek; sev-
diğin, dilediğin şeye sabretmek.


Zaman uzasa, sonu gecikse bile sabreden, mutlaka zafere ulaşır.

Büyüklük, ululuk, gönül genişliğiyle, tahammülle mümkündür.

SECDE

Beden secdesi,
yüzün en şerefli yerlerini toprağa koymak,
avuçlarıyla, dizleriyle, ayak parmaklarıyla, gönül alçaklığıyla ve halis niyetle
toprağa kapanmaktır.
Gönül secdesiyse
geçici şeyleri gönülden çıkarmak,
varlığı yok olmayacak şeylere tam bir himmetle yönelmek,
ululuğu ve benliği bırakmak,
dünya bağlarını kesmek,
peygamberlik huylarıyla huylanmaktır.


SUC- CEZA

Bir toplumun yaptığına râzı olan, onlardan sayılır. Onlardan
sayılan her kişinin de iki suçu vardır. O işi işlemek suçu, o işe
râzı olmak suçu..


ŞÜPHE

Şüphe de dört direk üstünde durur:
Batıl üzere savaşmak, korkmak, işkile düşmek, sapıklığa teslîm olmak.
Savaşmayı adet edinenin gecesi sabah olmaz,
Korkanın önündeki ardına düşer.
Şüphe yolunda yelip yortanı o şüphe, şeytanların ayakları altına atar:
dünya tehlikeleri yüzünden sapıklığa teslîm olansa dünyada da helak olur, ahirette de.

İşler şüpheli göründü mü, sonunu görerek önü hakkında hüküm vermek gerekir.


TAKİYYE

Takiyyesi olmayanın dini de yoktur. Msn Star
Msn Star Takiyye, tehlike halinde kendini ve Miislümanları, dini korumak için inancı gizlemek anlamma gelir.
Kuran'da Allah
«İnananlar, îman edenleri bırakıp da kafîrleri dost edinmesinler,
bu işi yapan Allah'tan birşey beklemesin.
Fakat kafirlerden çekinmeniz gerekse o başka.
Allah kendisinden sakınmanızı emretmektedir
ve dönüp varılacak yer de Allah kapısıdır»(Ali İmran- 28 )


TAMAH

Tamaha yapışan kendini alçaltır. Zarara düştüğünü açıklayan
alçalmaya râzı olur.


Tamah ebedî köleliktir.

TAVSİYE - ÖĞÜT

(Birisi. kendisine öğüt vermesini isteyince buyurdular ki)
Amelsiz âhireti dileyenlerden, olmayacak ümitler besleyip töv-
be etmeyi isteyenlerden olma. Hani kişi vardır, dünyâda zâhitlerin
sözlerini söyler, dünyâya rağbet edenlerin işlerini işler. Dünyânın
malından mülkünden verilse doymaz; verilmese kanmaz. Verilenin
şükründen âciz olur; verilmeyenin fazlasını ister durur. Halkı kötü-
lükten men eder, fakat kendisi kötülükten kaçınmaz; emreder, kendi-
si emre uymaz. Temiz kişileri sever, işlediklerini işlemez. Suçluları
sevmez, oysa ki onlardan biridir o. Günahlarının çokluğundan ölüm-
den çekinir, ürker; ölümden kendisini ürküten şeyi yapmakta ısrâr
eder. Hastalanırsa pişmanlığa düşer; iyileşirse pişmanlığı unutur gider.
Âfiyet buldu, nîmet elde etti mi mağrur olur; belâya uğradı mı ümi-
dini keser, perişanlığa sataşır. Belâya düşerse âciz olur, duâya koyu-
lur; ferahlığa erişirse kendine güvenir, aczini unutur, zannına,
uyar, aldanır; gerçek bildiğine kanmaz, kalakalır. Kendi suçundan az suç
işleyenin âkıbetinden korkar; kendisineyse yaptığı iyilikten fazlasını
ister umar. Kimseye ihtiyacı olmazsa böbürlenir, fitnelere kanılır;
ihtiyâca düşünce ümit keser, yayılır. Kulluk ederse gevşek davranır;
isteğe, özleme kapılırsa isyânı öne alır, peşinden gider; tövbeyi ge-
riye atar; bir mihnete oğrarsa da din hükümlerinden dışarı çıkar.
Başkalarına ibretler gösterir; örnekler getirir, kendisi ibret
almaz. Öğüt verir de verir, kendisi öğüt tutmaz. Sözle kılavuzluk eder, amel-
deyse herkesten geri kalır. Geçici nimeti elde etmekte
ileridir; kalacak nîmetleri elde etmekte geri. Suçu, isyânı ganîmet sayar,
ganimeti ziyâ sanır. Ölümden korkar, ama fırsatı yitirir gider. Başka-
sının az suçunu kendi yaptığı suça nisbetle çok görür; başkalarının
az gördüğü kulluğu kendi kulluğuna nisbetle az bulur. İnsanları kı-
nar durur, kendisineyse dalkavuklukta bulunur. Zenginlerle oyuna
dalmak, onca yoksullarla Allâh'ı anmaktan daha sevimlidir. Kendi-
since başkaları aleyhine hükmeder; başkalarının iyiliğine bakıp ken-
di kötülüğünü görerek kendisini mahkum etmez. Başkalarını doğru
yola sevketmeye uğraşır; nefsiniyse azgınlığa atmaya savaşır. Ona
itâat edilir; oysa isyân eder. Ona vefâ gösterilir; o vefâ etmez.
Allâh için Allâh yolunda korkmaz da halktan korkar, çekinir; fakat
hakla muâmelede Allâh'tan korkmaz, korku nedir, aklına bile getirmez.


TECRÜBE

İhtiyarın görüşünü, gencin yiğitliğinden çok severim.

TEVBE

Tevbe etmek elindeyken ümidini kesene şaşarım.

TÖHMET - ZAN

Töhmetlenecek yere varan kişi, hakkında kötü zanna düşeni
kınamasın.


VASİYYET

Kumeyl bin Ziyad'a
* Kümeyl b. Ziyâd'in-Nahaî'nin (R. H) elini tutup şehrin dışına çıkardılar. Sahraya
varınca bir ah çektiler de buyurdular ki:
* Ey Kümeyl, bu gönüller kaplardır; en hayırlı kap da içindeki-
ni en iyi koruyanıdır. Benden duyduğun sözü aklında tut.
İnsanlar üç kısımdır:
Rabb'e mensup bilgin,
kurtuluş yolunda bilgi belleyen,
bunlardan başkaları pisliğe bulanmış sineklerdir;
her seslenen kişiye bilmeden uyan, her yele kapılıp giden kişilerdir.
Onlar ne bilgi ışıklarıyla ışıklanmışlardır, ne kuvvetli bir desteğe
dayanmışlardır.

Ey Kümeyl, iIim maldan hayırlıdır; ilim seni korur, sense
malı korursun. Mal, vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. Mal
sâhipleri malın zevâliyle zevâl bulup giderler.

Ey Ziyâdoğlu Kümeyl, bilgiyi elde etmek, âdetâ dindir ki Allâh'a
onunla yol bulunur. İnsan, yaşarken onunla tâat elde eder; ölümün-
den sonra da iyilikle, hayırla anılır. İlim hâkimdir, malsa hüküm
altındadır, mağluptur.

Ey Kümeyl, malları hazînelerde biriktirenler, diriyken ölmüşler-
dir; bilginlerse dünyâ durdukça yaşarlar. Kendileri yok olup gitmiş-
lerdir, fakat eserleri yüreklerde mevcuttur. (Göğüslerine işâretle)
Burada öylesine derin, öylesine geniş bir bilgi var ki ne olurdu,
bunu anlayabilecek biri bulunsaydı. Evet, tez anlar birini buluyorum,
fakat emin değilim ondan, din hükümlerini dünyâya âlet edebilir; Al·
lâh'ın nimetleriyle Allah kullarına, Allâh'm delilleriyle Allâh'ın
dostlarına karşı üstünlük dâvâsına girişebilir. Yahut gerçeğe sâhib olan-
lara boyun eğen, fakat önüne ardına dikkat etmeyen, can gözü açık
olmayan, daha başlangıçta şüpheye düşüp gönlünden işkillenen biri-
ni bulabiliyorum. Oysa ne buna inanılabilir, ne ona. Yahut da,
dünyâ lezzetine sarılan, hemencecik şehvetlere atılan, yahut da mal mülk
toplamaya hırsı olan birini buluyorum; oysa bu ikisi de hiç bir hu·
susta dîne riayet edenlerden değildir. Bu iki bölük, ancak otlayan
hayvanlara benzer. İşte ilim, ilim ehlinin ölümüyle böylece ölür gider.

Allâh'ım, evet; yeryüzü, Allâh için delîl ve huccet olan, onun adı-
na kaaim bulunan birisinden uzak kalmaz; o, ilmi ve dini ayakta tu-
tar; ama meydanda olur, bilinir, tanınır, yahut hikmete mebni kor-
kar görünür, gizlenir. Allâh'ın huccetlerinin, Allâh'ın apaçık delille-
rinin bâtıl olmaması için hüküm budur, böyledir. Ama bu, niceye
bir böyle sürer gider? Andolsun Allâh'a ki onların sayıları azdır.Al-
lah katında dereceleri pek büyüktür. Allah delillerini, onlara benzeyen-
lere ısmarlayıncaya, kendi benzerlerinin gönüllerine verisiceye dek
onlarla korur. Allâh onların can gözlerini açar, bilgiyi onlara sunar;
onlar da yakıyn ruhuyla kuvvetlenirler; güçlükleri kolay görürler,
bilgisizlerin kaçındıkları, hoş görmedikleri şeyler hoş görünür onla-
ra; canları yüceler yücesi olan yakınlık duraklarında olduğu halde
bedenleriyle dünyâ ehlinden görünürler, onlarla görüşüp konuşurlar.
İşte bunlardır Allâh'ın halifeleri, yarattığı yer yüzünde. Bunlardır
halkı dinine çağıranlar. Âh, âh, ne de özlerim onları görmeyi. Ey
Kümeyl, istersen dön, git artık.

Cabir Bin Abdullah-ı Ensari'ye
* Ya, Câbir(bin Abdullah ensari), dünyâ dört şey üstünde durur:
Bilgisiyle amel eden, halka da öğreten bilgin;
öğrenmekten utanmayan, çekinmeyen bilgisiz,
varlığında noksanlık bulunmayan cömert,
âhiretini dünyasına satmayan yoksul.
Bilgin, bilgisini yitirirse, bilgisiz de öğretmekten
çekinir. Zengin, malında cimrilik ederse yoksul da âhiretini dünya-
sına satar.
Yâ Câbir, kime Allâh'ın nimetleri çok gelir, kimin malı fazlala-
şırsa insanların ona ihtiyacı artar; kim, Allâh'ın verdiği nimetlerde
kendisine vâcib olanı yerine getirirse o nimetlerin devâmına, sebeb
olur; kim, vâcib olanı îfâ etmezse o malı mülkü zevâle atmış, yok et-
meye başlamıştır.


* Size beş şey vasiyyet ediyorum ki,
develere binip seferlere düşseniz de onları elde etseniz değer mi değer:
Hiç biriniz Rabbinizden başkasından birşey ummasın;
günahından başka birşeyden korkmasın.
Hiç biriniz kendisinden bilmediği birşey sorulunca bilmiyorum demekten utanmasın.
Hiç bir kimse bilmediği birşeyi öğrenmekten çekinmesin.
Sabredin, çünkü sabır îmana nisbetle cesetteki baş gibidir.
Başı olmayan bedende hayır yoktur.
Sabır olmadıkça da îmandan hayır gelmez.

Oğlu Hüseyin'e

* Oğulcuğum, benden dört şey belle,
1-Zenginliğin en üstünü akıldır;
2-Yoksulluğun en büyüğü ahmaklıktır;
3-Korkulacak şeylerin en korkuncu kendini beğenmektir;
4-soyun-sopun en yücesi güzel huydur.

Oğulcuğum, işlediğin zaman sana zarar vermeyecek dört şeyi de
aklında tut
1-ahmakla eş dost olmaktan sakın ; sana fayda vermek isterken zararı
dokunur.
2-Herkesle eş dost olmaktan sakın; ona en fazla muhtaç olduğun
zaman yardımına koşmaz, oturur.
3-Kötülük edenle eş dost olmaktan
sakın; o, pek az bir şeye seni satar gider.
4-Yalancıyla eş dost olmaktan sakın; çünkü o, serâba benzer;
uzağı yakın gösterir sana yakını uzaklaştırır senden.


VELİLER

Veliler ( Allah dostları ) o kişilerdir ki
İnsanlar dünyanın görünüşüne baktıkları zaman
onlar, dünyanın içyüzünü görürler.
İnsanlar hemencecik elde edilecek dünya işleriyle uğraşırlarken
onlar, bir müddet sonra gelecek ahireti elde etmek kaygısına düşerler.
Ahiret işlerine koyulurlar.
Kendilerini öldürecek zevklerden geçerler,
o zevkleri öldürürler.
Terkedecekleri şeyleri bilirler de daha önce terkederler.
Görürler, bilirler ki başkalarının dünyadan elde ettikleri çok şey, pek azdır.
Onların dünyayı elde etmeleri ellerinden yitirmelerinden başka birşey değildir.
Allah dostları insanların uzlaştıkları şeylere düşmandırlar.
İnsanların düşman oldukları şeylere dostturlar.
Onlarla Kitabın hükümleri bilinir;
onlardır Allah'ın Kitabıyla bilenler.
Onlarla Kitabın hükümleri yürütülür;
onlardır Kitabın hükmüyle yürüyenler.
Umduklan şeyin üstünde umulacak birşey görmezler onlar.
Korktuklarının üstünde korkulacak bir varlık tanımazlar onlar.


ZENGİNLİK - YOKSULLUK

Allah'ın öyle kulları vardır ki;
Allah onları kulların faydalarına hizmet etmek için nimetlerle nimetlendirmiştir.
Onların ellerine nimetler (mal ve mülk) vermiştir.
Onlar da o nimetleri kullara ihsan ederler.
Fakat ihsan etmediler mi de
o nimetleri onlardan alıp başkalarına verir.

Zenginlik gurbette yurttur; yoksulluk yurtta gurbet.


ZAMAN

Zaman bedenleri yıpratır, dilekleri tâzeler, ölümü yakınlaştırır;
umulanı uzaklaştırır, kim ona dost olur, onu elde ederse zahmete
düşer, kim onu yitirirse yorulur, darlığa, uğrar.

İnsanların solukları ecellerine doğru attıkları adımlarıdır.

Zamanı ve zamanındakileri, düzgünlük ve iyilik kavradı mı bir
insan, kendisinden kötü birşey görünmeyen birisi hakkında kötü zan-
na düşerse zulmetmiş olur. Zamanı ve zamanındakileri kötülük kavradı
mı bir insan, birisi hakkında iyi bir zanda bulunursa kendisini
aldatmış olur.

Zaman ikidir; Ya sana yâr olur, ya aleyhine döner. Yâr oldu
mu, aldanıp gaflete düşme, aleyhine döndü mü de dayan (sabret).


ZULÜM

Her zulme başlayan, yarın pişman olur, elini ısırır, kemirir.

ZÜHD - TAKVA

Zâhitliğin en üstünü, zâhitliği gizlemektir.

Noksan sıfatlardan münezzeh Allâh'ın emri, rüşvet almayan.
aşağılanmayan, tamah yoluna gitmeyen kişiyle doğrulur, yerine
gelir.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
19 Ağustos 2006       Mesaj #158
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. SA'D BİN REBÎ' (r.anh)

Sa'd bin Rebî' hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Resûl aleyhisselâmın bi'setinin onbirinci senesinde, Akabe mevkiînde Medîneli onn iki kişi ile buluştu. Bunlardan birisi de Sa'd bin Rebî' idi.

Burada Peygamber efendimize, "Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, kimseye iftira etmemek, hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak" hususunda biat ettiler. Söz verdiler.

Peygamber efendimiz de onlara buyurdu ki:

- Verdiği sözde duranın, ücret ve mükâfatına Allahü teâlâ garanti vermiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık îcâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezâya uğratılırsa, bu ona keffâret olur! Kim de yine bunlardan insanlık îcâbı birini işlerse, yaptığı o şeyi Allahü teâlâ gizler, açığa vurmazsa, onun işi Allahü teâlâya kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azâba uğratır.

Ayrıca, "Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse rahatlık zamanında söz dinlemek ve itâat etmek, başta gelir. Resûlullah, bizzat, onların üstünde bir tercihe sahip olup, ona karşı itâatli olacaklar." söz verdiler.

Hz. Sa'd, Bedir ve Uhud gazâlarında bulundu. Uhud'da büyük kahramanlıklar gösterdi. Vücûdu delik deşik oldu. Uhud muharebesinde, bir ara, müslümanlar arasında karışıklık başladı. Hz. Sa'd o zaman, gevşeklik göstermedi. Eshâb-ı kirâma Akabe biatında, canlarını fedâ edeceklerine dâir verdikleri sözü ve yemîni hatırlattı.

Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi. Resûl aleyhisselâm sordu:

- Sa'd bin Rebî'nin ne durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa ölüler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim haber getirir? Bir ara onu şu tarafta görmüştüm.

Ensârdan bir zât dedi ki:

- Bu işi ben yaparım, yâ Resûlallah.

Haber getirmeye giden Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka'b'dan birisi idi. Resûlullah efendimizin işâret buyurduğu tarafa gitti. Vâdide yatan şehîdler arasında, seslenerek dolaştı. Fakat cevap alamadı. Bu defa seslendi:

- Ey Sa'd, beni sana Resûlullah gönderdi!

O zaman Sa'd hazretleri inliyerek kımıldandı. Haber için gelen zât da dedi ki:

- Resûlullah, senin sağlar mı, yoksa ölüler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine haber vermemi emretti.

Bunun üzerini Hz. Sa'd şu cevâbı verdi:

- Ben artık ölüler arasındayım! Resûlullaha selâmımı arz et ve "Sa'd bin Rebî' ümmetine doğru yolu göstermek için rehberlik yapan Peygambere verilecek mükâfatların en üstünü ile, Allahü teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor" de!

Kavmin Ensâr'a da selâm söyle! Onlara da, "Sa'd bin Rebî' size, Akâbe gecesinde, Resûl aleyhisselâmı korumaya dâir söz verip, yemîn etmediniz mi? Vallahi hayatta bulunduğunuz müddetçe, Peygamber efendimizi iyi korumayıp, ona bir zarar gelirse, sizin için, Allahü teâlânın yanında gösterebileceğiniz hiç bir mazeret yoktur, diyor" de!

Bunları söyledikten bir müddet sonra da vefât etti.
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
21 Ağustos 2006       Mesaj #159
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
CENNETE GİRECEK İLK KADIN


R595101

Hz. Fâtıma bir gün Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm)a:

- Babacığım, kadınlardan cennete ilk önce girecek olan kimdir? diye merakla sordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

- Falan mahallede, falan evde oturan bir kadın var. Cennete ilk girecek kadın, işte o kadındır, buyurdular. Hz. Fâtıma anamız hayretle:

- Babacığım, o kadın cennete, benden de mi evvel girecek? diye tekrar sordu. Peygamber Efendimiz:

- Evet! Senden de evvel girecek." buyurdu. Ve şayet isterse, gidip o kadınla tanışabileceğini söyledi.

Hz. Fâtıma'nın o kadın hakkındaki merakı iyice artmıştı. Bu kadın ne yapıyor, nasıl bir amel işliyordu ki, cennete ilk olarak girmeyi hak ediyordu. Bir gün o kadınla görüşüp tanışmak ve onunla konuşmak için evinden çıktı. Kadının evini sora sora buldu ve kapısını tıklattı.

İçeriden yaşlı bir kadın: "Kim o?" diye seslendi. Hz. Fâtıma anamız da kendisini tanıtarak onunla görüşmek istediğini söyledi. Kadın, Peygamber kızının kendisiyle görüşmeye geldiğini duyunca çok sevindi. Kapıyı açmadan içeriden seslendi:
- Ey Resûlullah'ın kızı! Hoş geldin sefalar getirdin! Canım sana feda olsun! Aslında ben de sizinle görüşmeyi çok arzu ediyordum; fakat dışarı çıkmadığım için maalesef ziyaretinize de gelemedim. Şimdi sizin gelmeniz beni çok memnun etti. Fakat kocamdan izin almadan bugüne kadar ben kimseye kapı açmış değilim. Onun için sizden çok özür diliyorum. Ben sizin içeri girmeniz için bu akşam eşimden izin alayım ve yarın görüşelim, ne olur, yarın tekrar buyurun, dedi.

Bunun üzerine Hz. Fâtıma (r.anha) geri döndü. Akşam olunca kadın meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. Ve ertesi gün, Hz. Fâtıma o kadınla görüşmek için tekrar geldi. Bu sefer yanında oğlu Hz. Hasan (ra) da vardı. Hz. Hasan o sıralar henüz küçük bir çocuk olduğu için rahat durmamış, annesi mecburen onu da yanında getirmek zorunda kalmıştı.

Kadının evine geldi ve kapısını çaldı. Tabiî kadın içeriden Hz. Hasan'ın sesini duymuştu. Hz. Fâtıma'nın yanında bir çocuk bulunduğunu fark edince çok üzüldü. Hz. Fâtıma'ya:

- Ey Fâtıma! Ben kocamdan yalnız sizin için izin almıştım. Çocuk için izin almadığımdan dolayı onu içeri alamam. Ne olur beni affedin. İsterseniz siz buyurun, çocuk dışarıda kalsın. İsterseniz yarın gelin; bu akşam onun için de izin alayım, dedi.

Hz. Fâtıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Ve üçüncü gün tekrar kadına gitmek üzere çıktı. Hikmet-i ilâhî bu sefer Hz. Hüseyin'i (ra) de yanına almak zorunda kalmıştı. Tabiî kapıyı çaldığında, kadın Hz. Hüseyin'in de olduğunu öğrenince, Hz. Fâtıma yine dünkü durumla karşılaştı. Kadın kocasından onun için de izin alması gerektiğini söyledi.

Hz. Fâtıma (r.anha) dünkü günkü gibi hiç ısrar etmedi. Ve çocuklarıyla beraber mecburen geri dönmek zorunda kaldı. Bir sonraki gün, üçü birden gittiklerinde, kadın kocasından her üçü için de izin almıştı. Kapı açıldı ve içeri girdiler. Kadın binlerce özürler diledi, affını istedi ve Peygamber çocuklarını en güzel şekilde karşıladı ve ağırladı.

Hz. Fâtıma içeriden gelen sese göre kadının gayet yaşlı bir nine olduğunu zannetmişti. Fakat bir de baktı ki, kapıyı açıp kendisini karşılayan kadın hem çok genç, hem de çok güzel bir hanımdı. Hz. Fâtıma hayretle sordu:

- Sizinle dışarıdan konuşurken sesiniz çok değişik geliyordu. Oysa sesiniz hiç de öyle değilmiş, bu nasıl oluyor? dedi. Kadın:

- Sizinle konuşurken sesim dışarı çıktığı için sesimi yabancı bir erkek duyar da günaha girerim, diye ağzıma küçük bir taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım, dedi.

Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ), bu cennetlik kadının sözlerinden dolayı çok memnun olmuştu. Nâmahremden sesini bile böylesine sakınan, kocasına da böylesine itaat eden bu kadının, neden cennete evvelâ gireceğini anladı. Onunla bir müddet sohbet ettiler. Bazı konuları konuştular. Bir ara kadın Hz. Fâtıma'ya:

- Ey Resûlullah'ın kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? Onun bendeki hakları sebebiyle Allah Teâlâ kocama itaatsizlikten dolayı beni hesaba çeker mi? Bundan korkuyorum… dedi. (!)

Hz. Fâtıma bu suali tebessümle karşıladı ve babasının yani Peygamber Efendimizin müjdesini kendisine bildirdi:

- Hayır! Sen bilakis babamın, "cennete ilk girecek kadın" diye müjdelediği kimsesin, dedi.

Hz. Fâtıma (r.anha), Resûlullah'ın cennetle müjdelediği bu mübarek kadınla bir müddet daha sohbet ettikten sonra müsade istedi ve oradan ayrıldı.

R595102


EVLENİLECEK KADIN

Meşhur Kadı Şüreyh'e bir gün delikanlının biri gelerek, kendisiyle özel olarak görüşmek istediğini söyledi. Kadı Şüreyh bu delikanlının isteğini kırmadı ve onunla görüşmeyi kabul etti. O genç, evlenmek istediğini; fakat evleneceği kadının tahsil görmüş ve şehirli olmasını arzu ettiğini söyledi. Fakat, yine de bu konuda tavsiyelerde bulunmasını istedi.

Bunun üzerine Kadı Şüreyh, eş seçiminin önemli olduğunu, eş tercihinde bulunurken Resûlullah'ın bu konudaki tavsiyesinin "dindar olanının tercih edilmesi" biçiminde olduğunu söyledi. Ayrıca seçilen eşin, aile yapısının ve aileden gördüğü İslâm terbiyesinin de önemini belirterek, kendi başından geçen evliliği şöyle anlattı:

"Henüz gençtim ve evlenme vaktim de gelmişti. Bir gün Benî Mahzun kabilesinin çadırlarının önünden geçerken orada bir kız gördüm. Onu beğendim ve ona tâlip oldum. Kızın babası hakkımda kısa bir araştırma yaparak, benimle alâkalı malûmatı edindikten sonra, hemen razı oldu ve: "Bu hayırlı işi uzatmaya hiç gerek yok; bir an önce gerekli muameleyi bitirelim." dedi.

Çok kısa bir zaman içinde nikâh, düğün derken evlilik hayatına böylece girmiş olduk. Fakat çok geçmeden beni bir pişmanlık aldı. Çünkü "Aldığım bir köylü kızı; üstelik tahsil de görmemiş. Acaba ben bununla huzurlu bir şekilde geçinebilir miyim?" diye düşünüyor ve verdiğim böyle bir karardan dolayı da bazı tereddütler taşıyordum.

Bende böyle düşünceler hâsıl olduktan kısa bir süre sonra bir gün eşim bana şu sözleri söyledi:

"Efendi! Sen âlim ve şöhret sahibi bir kimse imişsin. Ben ise yaylalarda gezen, şehir hayatından pek anlamayan bir köylü kızıyım. Aslında sen kendi hayatına daha uygun bir evlilik yapabilir, ben de kendime göre bir hayat kurabilirdim. Lâkin takdir-i ilâhî böyle imiş. Kader bizim yolumuzu birleştirdi. Mevlâ Teâlâ Hazretleri, benim gibi tahsili olmayan bir köylü kızını, senin gibi şöhretli bir âlime nasip etti. Durum böyle olunca, şimdi sen bana benden istediklerini ve benim bilmediğim tarafları anlat ki, ben onlara dikkat edeyim de seni üzmeyeyim. Meselâ; senin evine benim sülâlemden kimler gelebilir? Senin akrabalarından kimleri misafirliğe alayım, kimleri kabul etmeyip onlara karşı soğuk davranarak eve gelmelerine mani olayım?" dedi.

Tabiî ben eşimden kendisinden hiç beklemediğim bir olgunlukla söylediği bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve bu anlayışı karşısında onun hakkında düşündüklerimden dolayı pişman oldum. Onun bu sözleri üzerine ona dedim ki:

"Ey Hatun! Sen bana öyle şeyler söylüyorsun ki, şayet bu dediklerini hakkıyla yapabilirsen beni bahtiyar edersin." Dedikten sonra, evime kimlerin gelmesini arzu ettiğimi ve hangi şahısların gelmemesi gerektiğini, ondan beklentilerimin neler olduğunu uygun bir lisanla kendisine söyledim.

Eşim söylediklerimi harfiyen yerine getirdi; böylece son derece mutlu ve huzur içinde yaşadım. Bir zaman sonra fetva dairesinden eve döndüğümde evimizde bir misafir hanım vardı. Son derece mütesettire olan bu hanım misafirin kim olduğunu sorduğumda eşim, annesi olduğunu söyledi. Kayın validem olduğunu öğrenince ona karşı elimden gelen saygı ve hürmeti esirgemedim. En iyi şekilde ağırlamaya gayret gösterdim. Sohbet esnasında bir ara kayın validem bana:

- Oğlum! Hanımından bir şikâyetin var mı, ondan memnun musun? diye sordu. Ben:

- Allah sizden razı olsun, kızınızdan çok memnunum. Bu zamana kadar kendisinden hiç bir şikâyetim olmadı, diyerek memnuniyetimi izhar ettim. Bunun üzerine kayın validem şunları söyledi:

- Oğlum! Kızımdan tabiî ki memnun olacaksın. Çünkü biz onu cennette büyüttük. Resûlullah (sav) müslümanın evinin cennet olduğunu haber vermedi mi? İşte bizim evimiz de Resûlullah'ın bildirdiği gibi bir cennetti. Kızımıza Kur'an ahlâkından başka bir şey öğretmedik. Fakat sana tavsiyem şudur ki, yine de sen hanımının üzerindeki otoriteni eksik etme! Çünkü kadınlar iki sebepten hemen şımarıverirler. Birincisi, ona olan sevgini yüzüne söylediğinde, ikincisi ise, bir hayırlı evlat dünyaya getirdiklerinde...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
21 Ağustos 2006       Mesaj #160
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
HZ. EBU UBEYDE B. EL-CERRÂH (r.anh)

Emînü'l-Ümme lâkabıyla anılan, ilk müslümanlardan ve aşere-i mübeşşere 'den olan sahâbî. Asıl adı Amir b. Abdullah b. el-Cerrâh'tır. Kureyş kabîlesinin Fihroğulları'ndandır. Nesebi, Rasûlullah'ın nesebiyle dedelerinden Fihr'de birleşir (İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 297; İbnül-Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 84).

Ebû Ubeyde, Hz. Ebû Bekir'in dâvetiyle veya Osman b. Maz'un başkanlığında arkadaşlarıyla Rasûlullah'a giderek müslüman olmuştur (İbn Sa'd, et-Tabakat, III, 298). Habeşistan'a göç edenler arasında ikinci kafiledendir. Medine'de Rasûlullah onunla Sa'd b. Muaz'ı kardeş ilân etmiştir (İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 111).

Ebû Ubeyde, kahramanlığıyla tanındığı kadar, "Eminü'l-Ümme (ümmetin emini)" lâkabıyla meşhur olmuştur. Rasûlullah onun için: ''Her ümmetin bir emini vardır, bu ümmetin emini Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'tır" buyurmuştur (Müslim, VII, 127; İbn Mâce, I, 136).

Esasında Rasûlullah'ın bütün ashâbı emanet ve âdillikte eşittir: ancak bir vasfın her insanda aynı derecede inkişaf etmeyeceği tabîidir. İşte Hz. Peygamber, emîn olma vasfının ashâbı içinde en fazla Ebû Ubeyde'de temayüz ettiğini bunun için belirtmiştir. İbn Hibbân, Enes b. Mâlik'ten rivâyet ettiğine göre, Rasûlullah, "Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, en şiddetlisi Ömer, en hayalısı Osman en helâl ve haramı bileni Muaz b. Cebel, ferâizi en iyi bilen Zeyd b. Sâbit, en düzgün Kur'ân okuyanı Übeyy b. Ka'b, en emîni Ebû Ubeyde'dir" buyurmuştur.

Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah'la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akîdesinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir oğlu ile, Mus'ab b. Umeyr kardeşi ile, Hz. Ömer dayısı ile çarpışmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Allah'a ve âhiret gününe îman eden hiçbir kavmi, babaları, oğulları, kardeşleri, hısım ve akrabaları olsalar bile Allah ve Rasûlüne meydan okumaya kalkışanlara sevgi besler bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan Cennetlere koyar ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan onlar da Allah'tan hoşnutturlar. İşte bunlar Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Allah taraftarları hep kurtuluşa erenlerdir" (el-Mücâdele, 58/22).

Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlullah'ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmış, Hendek'te, Benû Kureyza'da, Rıdvan Beyatinde Hudeybiye'de, Hayber'de, en cesur savaşçılardan biri olmuştur (İbn Sa'd, et-Tabakat, I, 298). Câbir (r.a.)'ın naklettiğine göre Ebû Ubeyde kumandanlığında keşfe gönderilen sahâbe birliğinin bir dağarcık hurması bulunmakta; bütün gün onlar bir hurmâ ile idare etmekte veya ağaç yapraklarını suyla ıslatarak açlıklarını yatıştırmaya çalışmaktadırlar. Arapça'da bu yapraklara habat denildiğinden, ona izâfeten Habat gazası diye geçen bu olayda, üçyüz kişilik birlik, sâhile vardıktan sonra büyük bir balık ile karınlarını doyurmuşlardır (Buhâri, Bâb-ı Gazveti Seyfü'l Bahr, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, X, 364-367).

Bu örnek olay, sahâbenin hangi zor şartlar ve yokluk altında ilâyı kelimetullah için cihada çıktığına sadece bir tek örnektir. Yine Ebû Ubeyde'nin şahsında, kumandanlık için nefsi tezkiye etmenin ve Rasûlullah'a kesin itaatin bir örneğini görmek mümkündür: "Rasûlullah, Beliy ve Üzre kabilelerine Amr b. el-Âs'ı bir grup sahâbînin başında kumandan olarak gönderdi. Amr'ın validesi Beliy kabilesindendi. Amr, Cüzam mevkiinde "Zâtü's-Selâsil" denilen bir yerde durmuş, ilerleyememiş ve Rasûlullahtan yardım istemiştir. Rasûlullah, içlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in de bulunduğu bir birliği Ebû Ubeyde kumandanlığında Amr'a yardıma göndermiştir. Ebû Ubeyde'ye: "Amr b. el-As ile aranızda ihtilâf çıkmasın" diye de tenbih etmiştir. Hakikaten Amr ile karşılaştığında Ebû Ubeyde, Amr'ın kumandanlık hususunda bencil davrandığını görünce: "Allah Rasûlü bana 'Amr ile ihtilâf çıkarma' dedi; onun için sen beni dinlemezsen, ben seni dinlerim" demiştir. Ebû Ubeyde kumandanlığa daha lâyık olmasına rağmen bu büyük davranışı göstermiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 196).

Ebû Ubeyde hicrî 9. yılda Rasûlullah tarafından "Eminü'l-Ümme" diye övülerek, Necran hristiyanlarından cizye almaya memur edildi. Rasûlullah Necran hristiyanlarını Medine'ye çağırarak onları İslâm'a dâvet etti; ancak hristiyanlar, İslâm'ı kabul etmeyip sadece cizye verebileceklerini, bunu da alması için "güvenilir" birini memur etmesini Rasûlullah'tan istediler, Rasûlullah da, "Size hakkıyla emîn bir adam göndereceğim" diyerek Ebû Ubeyde'yi gönderdi. Rasûlullah, Bahreyn ile sulh yaptıktan sonra onlardan toplanacak cizye'yi almaya da Ebû Ubeyde'yi görevlendirdi.Ebû Ubeyde, Mekke fethinde, Taif muhasarasında, Vedâ Haccı'nda hep Rasûlullah'ın yanında bulunmuştur. Rasûlullah'ın vefâtından sonra meydana gelen Benû Saîde sakifesi olayında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde birlikte hareket etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir, Ebû Ubeyde'nin elinden ve Hz. Ömer'in elinden tutarak ortalarında durmuş, sahâbeye bu iki zattan birisine bey'at etmelerini söylemiş; bu sözlerin hemen ardından Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e bey'at edince, Ebû Ubeyde de Ebû Bekir'e bey'at etmiştir. Ebû Bekir, vefât ederken bu olayı anımsatmış ve, "Benû Saide sakifesinde Hz. Ömer'i halifeliğe, Ebû Ubeyde'yi vezirliğe lâyık gördüğünü" söylemiştir (Taberî, Târih, III, 430).

Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Hz. Ebû Bekir'in hilâfetinden itibaren Hz. Ömer zamanında cihad hareketinde Suriye bölgesindeki fetihlere katıldı ve kumandan olarak yer aldı. Ayrıca o, Bisan, Taberiye, Baalbek, Humus, Hama, Şeyre, Maarra, Lazkiye, Antarius, Banyas, Selemiye, Halep, Antakya, Menbic, Delul fetihlerinde bulunmuştur.634 yılında (H. 13), Humus'ta Roma İmparatoru Herakleius'un muazzam ordusuna karşı Ebû Ubeyde, Yezid b. Ebî Süfyan, Şurahbil, Amr b. el-Âs ve Halid b. Velid gibi kumandanların orduları birleşerek Ecnâdin'de savaştılar. Müslümanlar üç bin şehid vererek burayı fethettiler.

Suriye'nin en mühim ticaret merkezi olan Şam'ı kuşattıklarında Ebû Ubeyde Câbiye kapısından şehre saldırdı. Halid b. Velid Şam'ın kendi tarafındaki bölümünü çarpışarak ele geçirirken, Ebû Ubeyde kendi bölgesini sulh ile ele geçirdi ve hristiyanlarla yapılan sulh antlaşması bütün şehre şâmil kılındı.

635 yılında Fahl savaşı vuku buldu. Roma ordusu müslümanların sayıca üç-dört misliydi. İki ordu çarpışmadan önce Romalıların özel elçisi müslümanların karargahına gelip sulh şartlarını görüşmek istedi. Elçi, burada Ebû Ubeyde'yi komutan olarak büyük bir ihtişam içinde biri sanıyordu. Ancak her tarafta birbirine benzer insanlar ve diğer askerlerden farkı olmayan Ebû Ubeyde'yi görünce çok şaşırdı. Ebû Ubeyde, elçinin, Roma topraklarını terkederlerse askerlerine altın verme teklifini reddetti. İki ordu çarpıştı ve müslümanlar Romalıları yenilgiye uğrattılar.

635 yılında Suriye'nin tarihî şehri Humus fethedildi. Ebû Ubeyde birçok yerleri sulh ile ele geçirip Antakya'ya yönelmişken halife Hz. Ömer'in emriyle askerlerini durdurdu ve Humus'ta yerleşti. 636'da Herakleios Roma, İstanbul, el-Cezire, Ermenistan gibi Roma vilâyetlerinden gelen askerlerle büyük bir ordu topladı ve Suriye'ye hareket etti. Ebû Ubeyde Humus ve diğer fethedilen yerlerdeki kumandanlara mektup yazarak toplanan cizyelerin iâde edilmesini, geri çekileceklerini bildirdi (Ebd Yûsuf, Kitâbu'l-Harac, 81).

Daha sonra Şam'a gitti ve dağınık İslâm ordularını toplamak amacıyla Yermük'te karargah kurdu. Hz. Ömer'e sür'atle haber yolladı; Roma ordusunun âdeta yağarak üzerlerine geldiğini bildirdi ve âcil yardım göndermesini istedi. Yardım için vakit yoktu; Hz. Ömer cevabında, "Onları yeneceğinize inanıyoruz" diyordu. Amr b. el-Âs da Ürdün'den Yermük'e gelince müslümanların maneviyatları kuvvetlendi.

Yermük'e çok yaklaşan Roma ordusundan bir elçi akşam namazı kılınırken geldiği zaman Ebû Ubeyde'ye sordu: "Hz. İsa için ne düşünürsünüz?" Ebu Ubeyde şu cevabı verdi: Allah buyurur ki: "Ey ehl-i kitap, dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih Allah'ın peygamberidir. Aynı zamanda Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın, "üçtür" demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak bir tektir. Çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde uçanlar da yerde olanlar da O'nundur" (en-Nisâ, 4/1 71).

Romalı elçi bu âyeti duyunca kelime-i şehâdet getirdi ve müslümanlara katıldı. Yermük savaşında müslümanlar inançlarıyla dev gibi Roma ordusunu korkunç bir yenilgiye uğrattı.Herakleios artık bu yenilgiden sonra Antakya'yı terketti ve İstanbul'a giderken meşhur "Elveda Suriye" sözünü söyledi.

Ebû Ubeyde tekrar Humus'a döndü. Kınnesrin, Halep, Antakya İslâm hakimiyeti altına alındı. Halid b. Velid Maraş'ı fethetti. Nihayet Kudüs 637 tarihinde kuşatıldığında Kudüs halkı ve din adamları şehri, Hz. Ömer'e teslim etmek istediklerini söylediler. Hz. Ömer Cabiye'ye gelerek onlarla antlaşma imzaladı. 638 yılında Halid b. Velid'i başkumandanlıktan azleden Hz. Ömer, yerine Ebû Ubeyde'yi tayin etti. Bu sırada Rumlar tekrar yeni bir orduyla saldırdılar. Ebû Ubeyde komutasındaki İslâm ordusu Rumları Humus'ta bir defa daha yenilgiye uğrattı. Ebû Ubeyde, Şam ve çevresinin fütuhâtı tamamlandıktan sonra "Şam emiri, adaleti" deyimiyle Rumlar arasında bile hayırla anılmıştır.

Hicretin 18. yılında Hicaz bölgesinde kıtlık başgösterince Ebû Ubeyde Medine'ye büyük miktarda yiyecek yardımı gönderdi. Aynı yıl, veya 17. yılın sonlarında- Suriye, Mısır ve Irak'ı Amvas (Amevas) Tâunu diye tarihe geçen veba salgını istilâ etmiş, birçok sahâbî bu salgında vefât etmişti. Ebû Ubeyde de, Hz. Ömer'in Şam'dan ayrılması ısrarlarına rağmen şehirde kalmış ve vebaya yakalanmıştır. Yerine Muâz b. Cebel'i bırakan Ebû Ubeyde şöyle vasiyette bulundu:

"Size bir vasiyyetim var. Onu kabul ederseniz hayra erersiniz: Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, sadakanızı verin, haccınızı ifâ edin, birbirinizi gözetin, emirlerinize itaat edin ve onları aldatmayın. Dünya sizi aldatmasın. Bir insan bin sene de yaşasa âkibet şu neticeye varır: Allah insanların alnına ölümü yazmıştır, onun için hepsi ölürler. İnsanların en akıllısı Allah'a en çok itaat eden, âhiret için çok çalışandır. Hepinize Allah'ın selâm ve rahmetini, lütûf ve bereketini niyâz ederim. Haydi Muâz! Cemaate namaz kıldır."

Ebû Ubeyde'nin kabri Şam'da Anta köyü civarında Gavr Beysan'dadır. Tarihçilerin nakline göre Hz. Ömer ve ashâb salgın yerine gelip durumu gördükten sonra hemen oradan ayrılmak istemişler, Ebû Ubeyde Ömer'e, "Ya Ömer, Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" demiş, Ömer de, "Evet, Allah'ın kazâsından kaderine kaçıyorum" demiştir.Ebu Ubeyde, züht ve takvâ sahibi, "ümmetin emîni", cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahâbîdir. Diğer birçok sahâbî gibi o da, fütuhat sonunda ele geçirilen mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürdü.

Hz. Ömer onun odasının eşyasız bir keçe, bir kırba, birkaç lokma yiyecekten ibaret olduğunu görünce ağlamış ve, "Dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi" demiştir. Yine Ömer, "Allah'a hamdolsun, müslümanlar içinde böyle insanlar var..." diye onu övmüştür. Ebû Ubeyde, bir müslümanın kendisine iltica eden birini himaye edebileceğini söylemiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 195).

Aşere-i Mübeşşere denilen, cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Ebû Ubeyde, Rasûlullah ile devamlı birlikte olduğu halde ondan çok az hadis rivâyet etmiştir. Orta boylu, zayıf, güzel yüzlü, zekî, merhametli diye anılan bu sahâbî, Şam emiri iken, bütün Şam halkı onun âdil bir yönetici olduğunda ittifak etmiştir. Onun az hadis rivâyet etmesi, tıpkı Ebû Bekir, Zübeyr b. el-Avvâm, Abbâs b. Abdülmuttalib gibi birçok büyük sahâbî -Mukillin- gibi, Rasûlullah'ın mâiyetinde bulunmalarına ve onun vefâtından sonra yaşamalarına rağmen, hadis rivâyeti hususunda çok titiz, bunun büyük bir sorumluluk olduğunun bilincinde olduğundan kaynaklanıyordu.

Ebu Ubeyde Rasûlullah'tan ondört hadis rivâyet etmiştir (Ahmed Naîm, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, Mukaddime, 1, 60). Bu Mukillin ashâb, sünnetin birer uygulayıcısı, canlı birer numûnesi olduklarından, sünneti yaşamaya daha ziyade önem vermişler, sünneti "anlatma"yı ise başka sahâbîlere bırakmışlârdır. Ebû Ubeyde'nin râvileri arasında Câbir, Ebû Ümâme, Abdurrahman b. Ganem bulunmaktadır.

Benzer Konular

13 Ağustos 2016 / KisukE UraharA Hayali Karakterler
25 Ağustos 2009 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
20 Aralık 2012 / asla_asla_deme Hz. Muhammed
25 Aralık 2008 / volkankız Cevaplanmış
3 Mart 2011 / Misafir Soru-Cevap