Arama

Sahabeler / Peygamberimizin Arkadaşları - Sayfa 17

Güncelleme: 24 Mart 2016 Gösterim: 142.678 Cevap: 198
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
23 Ağustos 2006       Mesaj #161
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Meşhûr Arap dâhilerinden Mugîre der ki:
Biz Araplar içinde, dînine son derecede bağlı ve Lât putunun hizmetçisi bir kavimdik. Kavmimizin Müslüman olduğunu görecek olsam bile, onlara tâbi olmayacağımı sanırdım. Mâlikoğullarından bir heyet, Mısır meliki Mukavkıs’a gitmek ve hediye sunmak üzere hazırlanmışlardı.
Sponsorlu Bağlantılar
Onlarla birlikte ben de, gitmek üzere hazırlanmıştım. Amcam Urve bin Mes’ûd’a danıştım. Gitmekten men etti ve dedi ki:
- Kardeşlerinden hiç kimse senin yanında değil!
Ben, onun sözünü dinlemedim. “Mutlaka gideceğim!” dedim. Onlarla birlikte yola çıktım. Nihâyet, İskenderiye şehrine vardık.
Mukavkis, bana baktı ve birisine, kim olduğumu ve ne istediğimi öğrenmesini emretti. O kimse, benden sordu. Kim olduğumu ve kendisini görmeye geldiğimi haber verdim. Bunun üzerine Mukavkis, kiliseye indirilmemizi ve orada ağırlanmamızı emretti. Ağırlandık.
Sonra, Mukavkis bizi çağırdı. Mukavkis, Mâlikoğullarının liderine baktı. Onu, yakınına getirtti. Birlikte oturdular. Sonra, ona sordu:
- Bütün bunlar, Mâlikoğullarından mıdırlar?
- Evet! Ancak, bir tek kişi müttefiklerdendir.
Sonra beni gösterdi. Oradaki cemaatten, Mukavkis’a en önemsiz olanı ben idim. Sonra aralarında su konuşmalar geçti:
- Sizinle benim aramda bulunan Muhammed ve Eshâbının, sizi takiplerinden nasıl kurtulabildiniz?
- Onlardan korkumuzdan ötürü, deniz yolunu tercih ettik!
- Onun, sizi kabûle dâvet ettiği şey hakkında ne yaptınız?
- Bizden hiçbir kimse Ona tâbi olmadı!
- Niçin tâbi olmadı?
- O, şimdiye kadar ne atalarımızın, ne de hükümdarların tutmamış olduğu, sonradan çıkma bir din getirdi bize! Biz, atalarımızın tuttukları dîne bağlıyız!
- Onun dâvetini, kavmi nasıl karşıladı?
- Ona, kavim'in gençleri tâbi oldular ve Onu, kavminden ve başka Araplardan olan muhâliflerine karşı korudular. Aralarındaki çarpışmada bir kere kavmi, bir kere de O yenildi!
- Siz, Onun kabûle dâvet ettiği şeyleri, bana dosdoğru haber verir misiniz?
- O, atalarımızın yapa geldikleri ibâdeti bırakmaya ve kendisine hiçbir şeyi şerik koşmadan bir Allaha ibâdet etmeye, bizi dâvet ediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye dâvet ediyor!
- Namaza ve zekâta mı dediniz? Bunlar için vakit ve adet belli edilmiş midir?
- Geceli gündüzlü her gün, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde olmak üzere, beş kere namaz kılarlar.
Her yirmi miskal doldukça, altından kırktabirini, beş deveyi buldukça bir koyun zekât verirler! Bütün malların zekât nisâblarını bildirdiler.
Mukavkis, Mâlikoğullarının namaz vakitleri ve zekât nisâbı hakkında verdikleri bilgiler üzerine, sorularına şöyle devam etti:
- Onun, almış olduğu zekâtı, nereye koyduğunu, nerelere harcadığını biliyor musunuz?
- Yoksullara veriyor. Hısım ve akrabâyı görüp gözetmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor. Fâizi, zinâyı, içkiyi ve Allahtan başkası adına kesilen kurbanın etinden yemeyi yasaklıyor!
Onların bu cevapları üzerine Mukavkis dedi ki:
- O hâlde, O, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir! Eğer O, Kiptîlere ve Rumlara gelmiş, erişmiş olsaydı, onlar, Ona tâbi olurlardı. Çünkü, Îsâ bin Meryem, onlara bu hususta emir vermişti. Kendisinden önce gönderilmiş olan Peygamberler de, Onu târif etmişler ve sıfatlarını bildirmişlerdir.
Neticede zafer Onun olacak, kendisine kimse karşı koyamayacak, dînini, ayakların bastığı her yere eriştirecek, kavmi Onu, mızrakları ile koruyacaktır!
Mâlikoğulları dediler ki:
- Bütün halk, Onun dînine girmiş, Onun yanına toplanmış olsalar da, biz, Onun dînine girmeyiz, yanına varmayız!
Mukavkis hayretinden başını salladı ve aralarında şu konuşma geçti:
- Siz boştasınız ve oyalanıyorsunuz. Peki, Onun, kavmi arasındaki soyu sopu nasıldır?
- O, kavminin soy sop yönünden en üstünü ve seçkinidir.
- Mesîh yânî Hz. Îsâ ve bütün Peygamberler de, böyle, mensup bulundukları kavimlerin soy sop yönünden üstün ve seçkinleri arasından seçilip gönderilmişlerdir. Onun, sözlerindeki doğruluğu nasıldır?
- Doğru sözlülüğünden dolayı Ona Emîn adı takılmıştır.
- Bakınız şu işinize! Aranızdaki işlerde doğru ve doğru sözlü olan bir kimsenin, Allaha karşı yalan söyleyebileceğini mi sanıyorsunuz? Ona tâbi olan kimlerdir?
- Gençlerdir!
- Mesîh ve daha önceki Peygamberlere ilk tâbi olan, bağlananlar da, gençlerdi! Tevrat sâhibi olan Medîne Yahûdîleri, Ona karşı ne yaptılar, nasıl davrandılar?
- Ona aykırı davrandılar. O da, üzerlerine yürüyüp onları öldürdü ve esir etti. Her tarafa dağıldılar.
- Onlar kıskançlık yapıyorlar, Onu kıskanıyorlardır.
Mâlikoğulları, hediyelerini Mukavkis’in önüne koydular. Mukavkis, sevindi ve adamlarına, onların alınmasını, kendilerine bahşişler verilmesini emretti. Bahşiş verilirken onların bâzısını bâzısına üstün tuttu.
Bana gelince, kıstılar. Söylemeye değmez az ve ehemmiyetsiz bir şey verdiler. Sonra Mukavkis’in huzurundan çıktık.
Hz. Mugîre diyor ki: Mukavkis’tan işittiğimiz sözlerden, Muhammed aleyhisselâma karşı rezil rüsva ve süklüm püklüm olduk. Kendi kendimize, “Yabancı hükümdarlar bile Onu tasdik ediyorlar da, bizler, Onun akrabâsı ve komşuları olduğumuz ve dâvetçisi evlerimize kadar geldiği hâlde, Onun yanına uğramıyoruz!” dedik. Yerlerimize döndük.
İskenderiye’de oturduğum müddetçe, girmedik kilise bırakmadım. Karşılastığım bütün Kibtî, yâni Mısır halkından ve Rum din adamlarından Muhammed aleyhisselâmın sıfatını sordum.
Bunlardan biri de, Ebû Guseym kilisesi reisi Kibtî papazı idi. Kibtîler onun rızâsını ve duâsını almak için yanına gelirlerdi. Ben, ibâdete ondan daha düşkün bir kimse görmemiştim. Kendisine dedim ki:
- Peygamberlerden, gelmeyen kim kalmıştır? Bana haber ver!
- Olur! O, Peygamberlerin sonuncusudur. Onunla, Îsâ bin Meryem arasında, Peygamberlerden hiç kimse yoktur. Îsâ Peygamberin, kendisine uymayı bize emretmiş olduğu Peygamber, Odur!
O Peygamber, ümmîdir ve Araptır. Onun ismi, Ahmed’dir. Kendisi, ne uzun, ne de kısa boyludur. Onun gözlerinde biraz kırmızılık vardır.
Kendisi, ne çok beyaz, ne de esmerdir. Saçını uzatır, elbisenin kalınca olanından giyer, yemeklerden bulduğu ile iktifa eder, kılıcını boynunda taşır, kendisiyle çarpışmaya kalkmadıkça, kendiliğinden, kimse ile çarpışmaz.
Onun yanında, kendilerini Ona fedâ eden, Onu, kendi evlâtlarından ve babalarından daha çok seven Eshâbı bulunacaktır.
O, Selem ağaçlarının yetiştiği yerden, Harem’den çıkacak, bir Harem’e gelecek, çorak ve hurmalık bir yere hicret edecektir. İbrahim aleyhisselâmın dîninde bulunacaktır!
- Bana, Onun sıfatını biraz daha açıklasan olur mu?
- O, kendisinden önceki Peygamberlerde bulunmayan birtakım haslet ve imtiyazlarla, kendisi mümtaz kılınmıştır. Her Peygamber, yalnız kendi kavmine gönderildiği hâlde, O, bütün insanlara gönderilecektir!
Bütün yeryüzü Ona mescid ve temiz kılınacaktır. O, namaz vaktini nerede idrâk ederse, orada namazını kılacaktır.
Hâlbuki kendisinden önceki Peygamberler, namazlarını, kiliseler ve havralardan başka yerlerde kılamazlardı!
Hz. Mugîre diyor ki:
Onun ve başkalarının bütün bu söylediklerini aklımda tuttum.
Mâlikoğulları, ailelerine hediyeler satın aldılar. Sevinçli idiler. Onlardan hiç kimse de, bana hiçbir fedâkârlıkta bulunmadılar.
Yola çıktılar ve yanlarına da, içki aldılar. İçki içiyorlardı. Her türlü rezâleti yapıyorlardı.
Tâif’e dönünce, kavmime, Mukavkis’in beni hor, hakîr gördüğünü haber verecekler diye, Mâlikoğullarını öldürmeyi tasarladım. Irak’ta Bassak nehri yanında bulunduğumuz sırada, yalandan hastalandım ve başımı bağladım. Bana, “Neyin var?” diye sordular.
Ben de, “Başım ağrıyor!” dedim. Şaraplarını ortaya koydular ve beni çağırdılar. Onlara dedim ki:
- Başım ağrıyor, ben, içemeyeceğim. Fakat, sizinle oturur, size içirebilirim.
Hiç itiraz etmediler. Oturdum, onlara içirdim. İçtikçe iştahlandılar ve daha çok içtiler. En sonunda sarhoş bir hâlde sızıp kaldılar.
Ben de, onların üzerlerine çöküp, hepsini öldürdüm. Yanlarında bulunan bütün malları alıp, Medîne’ye geldim. Peygamberimizi, mescidde Eshâb-ı kirâmla birlikte otururken buldum. Üzerimde yolcu elbisesi vardı. Kendisine, İslâm selâmı ile selâm verdim. Hz. Ebû Bekir bakınca, beni tanıdı. Bana dedi ki:
- Urve’nin kardeşinin oğlusun galiba?
Ben de, “Evet! Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Resûlullah olduğuna şehâdet ediyorum!” dedim. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Allaha hamdolsun ki, seni hidâyete kavuşturdu, İslâmiyete ulaştırdı.
Hz. Ebû Bekir sordu:
- İskenderiye şehrine emniyet ve selâmetle vardınız mı?
- Evet!
- Seninle birlikte bulunan Mâlikoğulları ne yapıyorlar, nasıllar?
- Onlarla bizim aramızda olan, bâzı Araplar arasında olan şeydir. Biz, şirk dînindeydik. Onları, öldürdüm. Elbiselerini soyup Resûlullah efendimize getirdim. Beşte birini çıkarsın, yahut onlar hakkında ne yapmayı uygun görürse, öyle yapsın. O, müşriklerden bir ganîmettir. Ben, artık Muhammed aleyhisselâmı tasdik eden bir Müslümanım!
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Senin Müslümanlığını kabûl ettim. Fakat, onların mallarından ne bir şey, ne de beşte bir alırım. Çünkü, o, bir gadrdır, yâni zulümle, hîleyle alınmıştır. Gadrde ise, hayır yoktur!
Peygamber efendimiz böyle buyurunca, dedim ki:
- Yâ Resûlallah! Ben, ancak kavmimin dîninde bulunduğum sırada onları öldürmüş, sonra da, Müslüman olup, şimdi huzurunuza gelmiş bulunuyorum!
Resûlullah efendimiz tekrar buyurdu ki:
- İslâmiyet, kendisinden önce olup bitenleri düşürür, siler!
Mukavkis’in söylediklerini, Kibtî, yâni Mısırlı ve Rum din adamlarına sorduğum soruları ve onlardan işittiklerimi Peygamber efendimize haber verdim. Resûlullah efendimiz çok memnun oldu ve bunları, Eshâbının da işitmelerini istedi. İki, üç gün de, onlara anlattım.
Hz. Mugîre, Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin yanında bulunup, Ona hizmet etti. Seriyyelerde kumandanlık ve mücâhitlik yaptı. Bî’at-i Ridvânda bulundu. Hudeybiye antlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi.
Mekke’nin fethine, Huneyn gazâsına ve Tebük seferine katıldı. Tâif’te, kabîlesi İslâmiyet ile şereflenince, amcası Urve şehîd edilip, Sakîfliler de zulüm, işkence ve tecâvüze uğradı.
Sakîfliler durumu Resûlullaha arz ettiler. Sakîf temsilcileri, Medîne’den ayrıldıktan iki veya üç gün sonra Peygamberimiz, Ebû Süfyân bin Harb ile Hz. Mugîre’yi, Rabbe (Lât) putunu yıkmak için gönderdi.
Tâif’e yaklaştıkları zaman Ebû Süfyân, Mugîre’ye dedi ki:
- Kavminin yanına, önce sen var!
Ebû Süfyân’in kendisi ise, Zilherem’de kaldı. Bunun üzerine Hz. Mugîre, yanında ondokuz kadar kişi olduğu hâlde, yatsı vaktı, Rabbe’yi yıkmak üzere Tâif’e girdi. Geceyi orada geçirdiler. Sabahleyin, Rabbe’nin üzerine çıkacaklar, onu yıkacaklardı.
Hz. Mugîre, eline, bir balta aldı. Rabbe’nin üzerine çıktı. Kendi kavim ve kabîlesi olan Muattiboğulları, Urve bin Mes’ûd gibi vurulur, öldürülür korkusuyla silahlanarak Hz. Mugîre’nin yakınında, dikilmiş duruyorlardı.
O sırada, Ebû Süfyân da oraya geldi. Müşrik kadınları gelip başlarını açmışlar, erkeklerinin, kılıçla çarpışmaksızın, Rabbe’yi, Müslümanlara teslim ettiklerine yanıyorlar, ağlıyorlardı. Köleler, çocuklar, erkekler, genç kızlar gelmişlerdi. Herkes, Lât’in yıkımından dolayı endişeli bulunuyordu.
Hz. Mugîre, elindeki balta ile, Lât’a bir darbe indirdi. Ebû Süfyân dedi ki:
- Vah vah sana! Eyvahlar olsun sana!
Hz. Mugîre titrer gibi yaparak arkasının üzerıne yıkıldı. Tâif halkı, birden çığlık kopardılar. Dediler ki:
- Allah, Mugîre’yi rahmetinden uzak etsin! Rabbe, onu öldürdü!
Hz. Mugîre’nin yıkılıp düştüğünü görmelerine çok sevindiler. Dediler ki:
- Sizlerden, ona yaklaşmayı, onu yıkmaya kalkışmayı göze alabilecek kim var? Vallahi, ona güç yetirilemez! Hayır! Siz, Rabbe’nin, kendisini koruyamayacağını, savunamayacağını sanıyordunuz! İşte o, kendisini korumuş ve savunmuştur!
Mugîre, bir müddet o hâl üzere kaldıktan sonra, silkinip oturdu. Sonra Tâif halkına seslendi:
- Ey Tâifliler! Araplar, "Arap kabîleleri içinde sizlerden daha akıllı bir kabîle yoktur” derlerdi. Meğer, Arap kabîleleri içinde sizden daha ahmak bir kabîle yokmuş!
Yazıklar olsun size! Lât ve Uzzâ dediğiniz nedir ki? Şu taşlar gibi birer taştırlar! Taştan, ker***ten ibârettirler! Onlar, kendilerine kim tapıyor, kim tapmıyor bilemezler!
Yazıklar olsun size! Lât, hiç işitir mi? Hiç görür mü? Hiçbir yarar veya zarar verir mi? Geliniz, Allahın affına ve lütfuna sığınınız! Ona ibâdet ediniz!
Hz. Mugîre, Tâiflilere, putların hiçbir şey yapamadıklarını belirttikten sonra, yanındakilerle birlikte Rabbe’yi yıkmaya, taşları, birer birer yere indirmeye devam etti. En sonunda, onu yerle bir edince, Tâifliler şaşırıp kaldılar.
Lât’in kapıcısı ve bakıcısı olan Aclân bin Attâb, Mâlikoğullarındandı. Ondan sonra bu hizmeti, oğulları görmekte idi. Lât’in bakıcısı diyordu ki:
- Göreceksiniz ki, temeline inilince, temel öyle bir kızacaktır ki, o kızgınlıkla, onları yerin dibine batıracaktır!
Hz. Mugîre bunu işitince, temelini de kazmaya başlayıp, adam boyunun yarısına kadar kazdı. Temeline kadar indi. Orada bulunan, altın ve gümüşleri çıkardı.
Putun bulunduğu yerdeki mallar, bir araya toplanınca, Hz. Mugîre, Ebû Süfyân’a dedi ki:
- Resûlullah efendimiz, bu maldan, Urve ile Esved’in borçlarını ödemeyi sana emretmişti. Bunun üzerine, onların borçlarını ödediler.
Hz. Mugîre, Tâif’i küfür karanlığından nûra kavuşturup, Mekke’ye, Resûlullahın yanına döndü. Vedâ haccına katıldı. Resûlullahın âhirete teşriflerinde techiz ve tekfinde vazife aldı. Peygamberimiz kabre indirildikten sonra, üzerine toprak atılırken yüzüğünü düşürdü. Hz. Ali’ye durumu arz edip, kabirden yüzüğünü almak istedi. Müsaade verilince, kabre inip, yüzüğünü alırken, Peygamberimizin ayaklarını sıvazladı. Böylece Resûlullahın mübârek bedenine son defa elini süren kişi oldu.
Bundan dolayı, “Resûlullahtan son ayrılan insan benim” derdi.
Kureyşli müşrikler, Benî Sakîf kabîlesi reisi olan amcası Urve bin Mes’ûd’u elçi olarak gönderdi. Urve, konuşma esnasında cahiliyye âdetinde olduğu gibi, Peygamberimizin sakalını tutup, okşamak istedi.
Hz. Mugîre, amcası Urve’ye kılıcının ucuyla müdâhale ederek, Resûlullahın mübârek sakalına dokunmaktan menetti.
Amcası, onun Resûlullaha olan sevgisi, muhabbeti ve bağlılığı karşışında hayrete düştü.
Hz. Mugîre, Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinde, yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb ve dinden dönen mürtedler üzerine gönderilen orduda vazife aldı. Yemâme harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük’de de Rumlara karşı savaştı. Yermük’de bir gözü yaralandı.
Hz. Ömer’in hilâfetinde Irak’ta yapılan fetihlere de katıldı. İran’daki Sâsânî İmparatorluğunun sonunu getiren Kadisiye Meydan Muharebesi öncesinde, Müslümanların sefirliğini yaptı.
Zulüm üzerine kurulan İran Sâsânî kumandanlık sarayının şaşaası ve kumanda heyetinin süslü elbiselerine karşı, Mugîre’nin sâde kıyâfeti ve vakarlı hâlini gören İran kumandanları şaşırdılar.
Hz. Mugîre, Sa’d bin Ebî Vakkâs tarafindan sefir olarak gönderilmişti. İranlılar, sert konuşup, Müslümanları korkutacaklarını zannettiler. Söz sırası Mugîre’ye gelince, o, büyük bir cesaretle konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
- İslâmiyetin esaslarına göre, herkes Allahü teâlâ indinde bir kul olarak eşittir. Hiç kimsenin diğerine karşı bu hususta bir imtiyazi yoktur.
Mugîre hazretlerinin bu sözlerini dinleyen İran heyeti, şaşkın bir vaziyette birbirlerine bakıp, ne söyleyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar ve telâşa düştüler. Telâşı ve şaşkınlığı daha çok artan İran Başkumandanı Rüstem, yakut, inci ve elmaslarla süslü olan kılıcını Hz. Mugîre’ye göstererek dedi ki:
- Sefir hazretleri, bu kılıç çok insanlar tarafindan birçok kere öpülmüştür.
Bu söz karşısında büyük bir dâhî olan Hz Mugîre şöyle cevap verdi:
- Senin kılıcını öpenler, yaltakçılık yaparak kılıcını değil, onun kınını öpmüşlerdir.
Sonra kendi kılıcını göstererek dedi ki:
- Bu kılıç ondan daha keskin ve daha çok bilenmiştir.
Bu görüşmelerden sonra anlaşmaya varılamadı ve yapılan Kadısiye Meydan Muharebesinde, Müslümanlar galip geldi. Bu savaşta, Hz. Mugîre büyük bir kahramanlık göstermiştir.
Mugîre hazretleri bir kadınla evlenmek istemişti. Peygamber efendimiz Mugîre’ye buyurdu ki:
- Onu gördün mü?
- Hayır yâ Resûlallah.
- Onu gör! Zîrâ birbirinizi görmeniz, aranızdaki muhabbeti artırır.
Hz. Mugîre buyurdu ki:
- Bir kimse evine girdiği zaman selâm verirse, şeytan, “Artık, benim burada duracak bir yerim kalmadı” der.
Sofraya oturup yemek yemeye başladığı zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, yâni Besmele-i serîfeyi söylerse, şeytan bu sefer de, “Benim burada ne duracak yerim, ne de yiyecek bir şeyim kaldı” der.
Su içeceği zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, şeytan bu sefer de şöyle der: “Artık burada benim için ne durak, ne yemek, ne de içmek kaldı.” Şeytan, bundan sonra eli boş olarak çıkar gider.
Hz. Mugîre, dâhi olup, teşkilâtçı bir Sahâbiydi. Zekâ ve aklını, meşhur dâhilerden Halîfe Hz. Muâviye de takdir ederdi. Büyük meseleleri üstün görüşüyle hemen hâlledip, en şıkışık durumlarda bile bir çıkar yol bulurdu.
Dînî ilimlere vâkif, tedbir sahibiydi. Pek çok talebe yetiştirip, bunlara dînî ilimleri öğretip, hadis-i şerif rivâyet etti. Yüzotuzüç hadis-i şerif rivâyet etti.
Vefâtına kadar Kûfe vâlisi kaldı. Kûfe’de 670 senesinin Saban ayında, yetmiş yaşında taundan vefât etti.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
24 Ağustos 2006       Mesaj #162
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ZEYD B. SÂBİT

Sponsorlu Bağlantılar

Zeyd b. Sâbit b. ed-Dahhâk b. Zeyd b. Levzân b. Amr b. Abdi Avf (veya Abd b. Avf) b. Ganem b. Mâlik b. en-Neccâr el-Ensârî el-Hazrecî.
Peygamber (s.a.s.)'in ashabının ileri gelenlerinden biridir. Ensâr'dan, Hazrec kabilesinin bir kolu olan Neccâroğulları'na mensuptur. Annesi, en-Nevâr bint Mâlik b. Muâviye b. En-Neccâr'dır. Zeyd'in künyesi Ebû Hârice'dir, fakat, Ebû Saîd ve Ebû Abdi'r-Rahmân olarak da çağrılıyordu (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe fı Ma'rifeti's-Sahâbe, II, 278,1970; İbn Abdi'l-Berr, el-İstîâb fi Ma'rifeti'l-Ashâb, II, 537; el-Askalânî, el-İsâbe fı Temyizi's-Sahâbe, III, 22).
Zeyd, hicretten yaklaşık onbir yıl önce dünyaya gelmiştir. Babası Sabit, Buâs Günü öldürüldüğü vakit Zeyd, henüz altı yaşlarında bir çocuktu. Resûlullah (s.a.s), Medine'ye geldiği zaman Zeyd, hâlâ çürük sayılabilecek bir yaştaydı. Kaynaklar, O'nun bu sırada onbir yaşlarında olduğunu bildirmektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s), Bedir Savaşına katılmak isteyen birkaç genci, yaşları küçük olduğu için geri çevirmişti ki, Zeyd de bu gençler arasındaydı (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 278; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537: el-Askalânî, a.g.e., III, 22).
Zeyd b. Sâbit, çok akıllı, zekî ve hafızası güçlü bir sahâbî idi. O'nun bu meziyetini farkeden Peygamber (s.a.s), Zeyd'ten İbranice ve Süryanice'yi öğrenmesini istedi. Zira, Resûlullah (s.a.s)'a çeşitli yerlerden, bu dillerle yazılmış mektuplar geliyor ve bunların okunup anlaşılması, gerektiğinde cevap verilmesi icab ediyordu. Allah Resûlü, okuma yazma bilmediğinden, bunları başkalarına okutmak durumunda kalıyordu. Halbuki, mektupların içeriğini başkalarının öğrenmesini istemiyordu. Bunun üzerine Zeyd, hemen işe koyularak çok kısa bir sürede, hem İbranice hem de Süryanice okuma-yazmayı öğrendi. Bundan sonra Rasûlüllah'a gelen mektupları kendisi okuyor, cevap gerekiyorsa yazıyordu. Bu arada asıl görevi olan vahiy kâtipliğini de sürdürüyordu (İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, II, 358; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 579).
Rivayete göre yaşının küçük olması nedeniyle Zeyd, Bedir ve Uhud savaşlarına katılmamıştır. Katıldığı ilk savaş Hendek savaşı olup, savaşa hazırlık kabilinden, müslümanlar Medine'nin etrafında hendek kazarlarken Zeyd, çıkan toprağı taşıma işinde yardım ediyordu. Resûlullah (s.a.s) O'nu bu durumda görünce: "Ne kadar iyi bir çocuk" diyerek takdir ifadelerini dile getirmiştir.
İbn Abdi'l-Berr, "el-İstîâb"da zikredip, sahih kabul etmediği bir habere göre; Tebük seferinde, Benî Mâlik b. en-Neccâr'ın bayrağını Umâre b. Hazm taşıyordu. Resûlullah, bayrağı ondan alıp Zeyd b. Sâbit'e verdi. Bunun üzerine Umâre: "Ey Allah'ın Resûlü! Hakkımda sana herhangi birşey mi ulaştı?" diye sorunca, Resûlullah; "Hayır, lâkin Kur'ân'a öncelik vardır: Zeyd de Kur'ân'ı senden daha çok ezberlemiştir" şeklinde cevap verdi (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 537; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 278).
Zeyd b. Sâbit, ashâbın en âlimlerinden biriydi. Sadece Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemekle kalmamış, mirasla ilgili feraiz ilmini de çok iyi öğrenmişti. Öyle ki, ashâb arasında bu ilmi O'ndan daha iyi bilen yoktu. Resûlullah (s.a.s), ashâbına: "Feraizi en iyi bilen Zeyd'dir" diyordu. İmam Şâfiî de, feraiz hususunda bu hadisle amel etmiştir (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e., III, 23).
Gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Osman, Medine'den ayrıldıkları zaman Zeyd b. Sabit'i vekil bırakırlardı. Hz. Osman, O'nu ziyade seviyordu. Zaten kendisi de Osman taraftarıydı ve bu halife devrinde beytülmâla bakmakla görevlendirilmişti. Yermük günü de ganimetleri taksim işini Zeyd üstlenmişti (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 538; II, 538; el-Askalânî, a.g.e., III, 23).
Zeyd'in vefat tarihi konusundaki rivayetler arasında tam bir mutabakat olmamasına rağmen, büyük bir ihtimalle h. 45 yılında vefat etmiştir ve buna göre tahminî yaşı da 54'tür.
Zeyd ten; ibn Ömer, Ebu Saîd, Ebu Hüreyre, Enes, Sehl b. Huneyf ve Abdullah b. Yezîd el-Hutamî gibi sahâbîler rivayette bulunmuşlardır. Tabiînden de; Saîd b. el-Müseyyeb, Kasım b. Muhammed, Süleyman b. Yesâr, Ebân b. Osman, Büsr b. Said ve Zeyd'in iki oğlu, Harice ile Süleyman ve başkaları rivayet etmişlerdir (İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 279; el-Askalânî, a.g.e., III, 23; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 540; İbn Sa'd a.g.e., II, 360).

evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
27 Ağustos 2006       Mesaj #163
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
ÖRNEK İNSANA YANLIŞ BAKIŞ


R613101

Kim Kimin Modeli?

Resulullah (sav) Efendimizin ve Ashabının hayatlarında bizim için hayat vardır. Zira onlar, her bir hareketlerini, sözlerini Allah’ın rızasına uydurmak için son derce titiz davranıyorlardı. Biz de kendi söz ve davranışlarımızı onlara benzetmeye çalışmakla, onlara mutabaat etmekle, hem doğru davranışları edinerek edeb ve ahlaka bürünmüş oluruz, hem de sünnet-i seniyyeye uymanın sevabını elde etmiş oluruz.

Ancak, onların hayatlarını ve kıssalarını incelerken, aynı dikkati bizim de göstermemiz gerekiyor. Çünkü, çok defa kendi anlayış ve davranış kalıplarımıza takılıp kalarak, onların neyi niçin yaptıklarını gözden kaçırmaktayız. Bu durum da bizi Müslümanlar olarak son derece çelişkili durumlara sürüklemektedir.

Yani, bir taraftan Müslümanlığı yaşamaya çalıştığımızı iddia ediyor, diğer taraftan da Sahabelerin ve alimlerin davranışlarını yer yer yadırgayacak kadar onlara yabancı kalıyoruz. Onlar bizim örnek ve modelimiz olmasına rağmen, bazen farkında olmadan, günümüzün kokuşmuş, fıtrat dışı kalıplarıyla onları zihnimizde yargılamaya kalkıyoruz.

Halbuki, onlar insanların en akıllıları ve şereflileri, İslam Medeniyetinin üstatlarıydılar. İnsanlık o nesillerden iman, ilim, fikir, adab-ı muaşeret, bilim ve sanat öğrendi. Öyleki, artık bütün dünyada kabul edildiği üzere, bugünkü Batı Medeniyeti dahi gelişimini önemli miktarda İslam Medeniyetine borçludur, yani onlara borçludur.

O halde, kendi anlayış ve zevklerimizi bir kenara koyarak, gerçek model insanlar olan Sahabeleri örnek almalıyız. Bunun için de onların söz ve davranışlarını en ince ayrıntılarına kadar incelemeli ve alınması gerekenleri elden geldiğince edinmeye bakmalıyız.

Sadeliğin Ardındaki İncelik
İlk bakışta bize boş ve anlamsız gelebilen bir hareketin ardında, hiç düşünmediğimiz sebepler olabilir.

Mesela, muteber hadis kitaplarından Muvatta’da geçen bir hadis şöyledir;

Tufeyl İbn-i Ubeyy anlatıyor: “Abdullah İbn-i Ömer’e (ra) uğrar, onunla çarşıya çıkardık. Biz çarşıya çıkınca Abdullah, hurda şey satan, kıymetli şey satan, miskin her kime uğrarsa selam verirdi.

Günün birinde Abdullah yanıma gelmişti:
- Beraber çarşıya çıkalım, dedi.
- Çarşı da ne yapacaksın, alış-veriş işlerine vakıf değilsin. Eşyanın fiyatını sormazsın, pazarlık yapamazsın, pazar yerinde oturmazsın, otur, burada konuşalım! Dedim. Abdullah:
- Ey Ebu Batın! Biz selamı vermek için çıkıyoruz, rastladıklarımıza selam vereceğiz! Dedi.

Burada görülen; sadece selam vermek için çarşıya-pazara çıkmak, ilk anda sebepsiz ve boş bir işmiş gibi görünebilirse de, selam vermenin ve almanın önemini ve faziletini tam olarak bilen ve idrak eden bir kimsenin, takdir edeceği bir iş olduğu anlaşılmaktadır.

Bu konuda bir hadis-i şerifi güzide sahabelerden Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Resulullah (aleyhiselatu vesselam) bana buyurdu ki: ‘Ey oğulcuğum, ailene (evine) girdiğin zaman selam ver ki, selamın hem senin üzerine hem de aile halkına bereket olsun!” (1)

Yine, Hz. Bera (radiyallahu anh) anlatıyor. İki Müslüman karşılaşıp musafaha da bulununca, ayrılmalarından önce (küçük günahları) mutlaka affedilir.” (2)

Evet, dinimizin ne kadar incelik ve zerafetle dolu olduğunu, aynı zamanda sade ve kolay yaşanabilir bir din olduğunu, meselelere derinlemesine baktığımız zaman anlayabiliyoruz. Her bir davranışın sosyal ve iletişimsel yönü olmakla beraber, manevi bir boyutunun olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.
İlahi rahmet ve berekete vesile olan davranışların, fiili birer ibadet haline dönüştüğünü, kulluğun nasılda çok boyutlu bir atmosfer oluşturduğunu gözler önüne seriyor.

Bakınız şu hadis-i şerifte, bu manevi boyut nasıl izah ediliyor;

Ata el-Horasani (ra) anlatıyor: Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Musafaha edin ki, kalplerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki, birbirinize sevgi doğsun ve aranızdaki düşmanlık bitsin.” (3)

Misafir Tok Ev Sahibi Aç!
Hz. Peygamber (sav) bizzat kendisi misafirleri ile ilgilenmiş, onlara ikramda bulunmuştur. Şu veya bu şekilde gelen hiç kimse yedirilip içirilmeden geri dönmemiştir. Habeşistan heyeti gelince, onları bizzat kendi evine misafir etti ve doğrudan doğruya kendisi onlara hizmet etti. (eş-Şifa)

Bugünkü mantıkla kolaylıkla yadırganabilecek bir örnek verelim şimdi. Ardından da, konunun esasını ortaya koymaya çalışalım.

Kaynaklarda sıklıkla rastlanan bir durumdan bahsedeceğiz. Peygamber Efendimizin hane-i saadetlerinde, bazen öyle olurdu ki misafir geldiğinde evde ne varsa ikram edilir, ev halkının hepsi aç kalırdı. (Ahmed bin Hanbel)


R613102


Evet, herkesin elinden geldiğince kollayıp gözettiği Hz.Peygamber ve ailesi, her ellerine geçeni kendilerine ayırsalardı; açın halinden anlama, yoksulluğa ve açlığa sabretme, Allah’a tevekkül etme gibi bir çok konuda insanlara nasıl örnek olacaklardı? İslam’ın, Allah’ın takdirine rıza dini olduğu yaşanarak nasıl gösterilecekti başka türlü?

Elbette, her yarattığını kapsayıcı bir ilim ve ince bir hikmetle yaratan Allah-u Zülcelal, o misafirleri tam da onların yiyeceklerinin biteceği zamana denk getirecek ve bugün bizim için birer ibret vesikası olan sahneler yaşanacaktı.

Bugünkü mantalite, elindeki son yiyeceğini başkalarıyla paylaşmayı şiddetle reddederken; diğer taraftan bırakın açlığı, zevkine harcayacak para bulmak uğruna soygun yapmak, gaspetmek, çalmak-çırpmak sıradan vakalar haline geldi. Acaba hangi model dah insancıl ve içinde yaşabilir?

Son bir örnekle yazımızı bitirelim. Ve en mükemmel insanın, şefkat ve merhamet saçan şu hatırasına bir göz atalım.

Peygamber Efendimizin mescidinde kalarak ilim, ibadet ve hizmetle ilgilenen Suffe ashabından Ebu Hureyre (ra), kendi açlık ve yoksulluğunu anlatarak şöyle demişti:

"Bir gün açlıktan bîtâb düşmüş halde, herkesin gelip geçtiği bir yere oturdum. Oradan Hz. Ebu Bekir (ra) geçti. Aslında, açlık halimi arzederek bana birşeyler ikram etmesini umaraktan ona Kur'an-ı Kerim'in bir âyetini sordum. Fakat çekip gitti ve halimle ilgilenmedi. Hz. Ömer'e de aynı şeyi yaptım, o da Hz. Ebu Bekir gibi durumumu anlamadı ve çekip gitti. Sonra Hz. Peygamber (sav) geçti. Bana baktı ve tebessüm ederek: "Benimlegel!" buyurdu. Birlikte evine vardığımızda bir bakraç süt gördük. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi veselem) soruşturunca birinin hediye olarak gönderdiği anlaşıldı ve bana: "Git suffe ashabımı çağır gelsinler" buyurdu. Gidip onları çağırdım. Hepsi gelince Hz. Peygamber hepsine teker teker içirmem için bakracı bana verdi." (Tirmizi)


Dipnotlar:
1) Tirmizi, İsti’zan 10, (2699).
2) Ebu Davud, Edeb 153, (5211, 5212)
3) Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 16, (2, 908)

Seyda Muhammed Konyevi; “Örnek İnsan Hz. Muhammed (sav)” kitabından faydalanılmıştır.
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
14 Ekim 2006       Mesaj #164
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
ÜMİT ELÇİSİ; EBÛ EYYÛB EL- ENSÂRÎ


Allah Resulünün Dayısının Oğlu
Mihmandâr-ı Nebî
Fethin Sembolü


R709501


Her dönemde insanlığın şiddetle ihtiyaç duyduğu, vazgeçilmez örnek şahsiyetler olan sahabelerin her biri, farklı yönleriyle öne çıkan önemli özelliklere sahip yıldızlardır. Bazı sahabeler ise o yıldızlara ışık olmuş, onlarla birlikte kendilerinden sora gelen tüm insanlığı aydınlatarak, onları manevi şuaları ile ısıtmış güneşlerdir. Bu güneşlerden biri de Ebû Eyyûb el-Ensarî'dir. O birçok önemli özelliği ile öne çıkan büyük sahabelerdendir.

Geçmişle Gelecek Arasındaki Elçi

İbn-i İshak ve daha pek çok tarihçinin anlattığına göre, yüzyıllar önce kendilerine Tubba denilen Yemen krallarından üçü, Kâbe'ye saldırmaya kalkışır. Bunların sonuncusu ise Es`ad b. Ebû Kârib'tir Allah Resulü(sav) den 700 yıl önce meydana gelen bu olay şöyle cereyan eder:

Es`ad b. Ebû Kârib çıktığı seferlerinden birinden dönerken Medine'ye uğrar. Orada konaklayıp ordusunun ihtiyaçlarını temin ettikten sonra fazla oyalanmadan yoluna devam eder. Burada kaldığı sürede Medineliler ona ve askerlerine çok iyi davranır. Bundan dolayı Tubba'da kimseye dokunmaz. Hatta onların ikram ve misafirperverliklerinden çok memnun kalıp, oğullarından birinin Medine'de kalmasına izin verir.

Medine'den ayrılan Es`ad b. Ka'rib, kısa sürede bütün Yemen'i hakimiyeti altına alır. Bu sırada Medine'de bulunan oğlu, bölge halkından biri ile kavgaya tutuşur, iş büyüyünce kendisine tuzak kurarak öldürürler. Seferden döndükten sonra Medine'de bulunan oğlunun bir suikast sonucu öldürüldüğünü öğrenen Es`ad buna çok kızar. Ordusu ile yola çıkıp, Medine'ye varınca, hemen kuşatma emrini verir ve büyük bir savaş başlar. Medineliler, şehri teslim etmeyip yurtlarını kahramanca savunurlar. Ancak fazla direnemeyecekleri de açıktır. Şehrin yerle bir olacağını anlayan Kureyza Yahudilerinden iki alim, bu katliamı önlemek için Yemen Tubbası (kıralı) Es`ad ile konuşurlar. Ona:

"- Ey kudretli Yemen Hükümdarı! Medine'yi yerle bir etme fikrinden vazgeçip kuşatmayı kaldırırsan, bu senin için daha iyi olur. Yoksa ordunla birlikte sen de felakete uğrar, burada yok olup gidersin derler. Tubba bu sözleri hayretle dinledikten sonra:
- Niçin? diye sorar.Yahudi alimleri:
- Çünkü burası Mekke'den çıkacak olan peygamberin hicret edeceği yerdir, diyerek Allah Resulü (sav) hakkında ona bilgi verirler. (1)

Tubba Yahudi alimlerinin samimiyetlerine inanır. Onların sözünü dinleyerek kuşatmayı kaldırır.Yahudi alimlerini de yanına alarak ordusuyla birlikte Mekke ye doğru yola devam eder. Mekke'den dönünce, Medine'de bir süre konaklayan Tubba, adamlarına Yahudi alimleri ve gönderilecek son peygamber için güzel birer ev yapmasını emreder. Evler yapılıp bitirildikten sonra Yahudi alimlerini yanına çağıran Tubba onlara evlerini teslim eder ve onlara ağzı altın bir mühürle kapatılmış bir mektup verip:

- Bunu benim için, gönderilecek olan son peygambere teslim edin. Eğer siz ona ulaşamazsanız, çocuklarınız; onlar ulaşamazsa onların çocukları versin. Ama mektubu mutlaka ona ulaştırın. Emanetimi mutlaka sahibine teslim edin. Şu evi de onun için yaptırdım. Medine'ye hicret ettiğinde burada istirahat buyursun, der.

Onun vermiş olduğu bu mektup babadan oğla geçerek, Tubba'ya tavsiyelerde bulunan alimlerin soyundan gelen Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin eline kadar ulaşır. (2)

Allah Resûlü(sav)'nün Medinelilerle ikinci irtibatı, dedelerinden Haşim vasıtası ile olur. Ticaret için Medine'ye giden Haşim,orada Allah Resûlü(sav)'nün ninelerinden olan Selma hatunu görerek beğenir. O da "evet" deyince Selma hatunla evlenir.

Allah Resûlü(sav)'nün dedesi Abdulmuttalib, Kureyşlilerin zulmüne uğrayınca, Medine'de bulunan dayılarını yardıma çağırdı. Onlar da vakit kaybetmeden hemen 80 süvari ile Mekke'ye gelerek yeğenlerinin hakkını aldılar.

Allah Resûlünün(sav) babası da Şam'dan dönerken yolda hastalandı. Hastalığı fazlalaşınca arkadaşları onu Medine'ye, dayılarının yanına götürdüler. Dayılarının yanında bir ay hasta yatan Abdullah, burada vefat etti.

R709502

İlahi Planın Tecellisi

Medineliler, Baus savaşı ile perişan olduğu sıralarda, Mekke'de başka bir yangın vardı. Gücü elinde bulunduran Mekkeli müşrikler, "Rabbim Allah'tır" demekten başka suçları olmayan Müslümanlara akla gelebilecek her türlü zulmü yapıyorlardı. Müslümanlar onlara karşı büyük bir sabır göstererek, dünya tarihinde görülmeyen eşsiz bir sivil direniş sergiliyorlardı. Mekkeli müşrikler, bu direniş karşısında aciz kaldıkça hırçınlaşıyorlar, her geçen gün zulümlerini biraz daha artırıyorlardı.

Müşriklerin zulümleri dayanılmaz boyutlara ulaşınca, Allah Resulü(sav) Müslümanlara Habeşistan'a hicret etmelerini söyledi. Habeşistan'a hicret etmek, tıkanan İslam'a davet yolunu bir süreliğine açtı. Bir müddet müşriklerin öfkesi azaldı, zulümleri hafifledi. Ancak bu fazla uzun sürmedi. İslam davetinin durmadığını, İslam'ın yayılmaya devam ettiğini görünce, yeniden işkenceye başladılar. İşkenceleri, inananların çelik gibi sert sabır ve iradelerine çarptıkça çılgına dönen müşrikler, bu kez kadın erkek, çocuk, genç yaşlı demeden bütün Müslümanları ve onları destekleyen Hâşim oğullarını bir mahallede abluka altına aldılar. Onları dünyadan tecrit ederek, üç yıl boyunca çoluk çocuk demeden herkesi açlıktan perişan ettiler. Çocukların çığlıkları en katı kalpleri bile sızlatıyor, vicdanlarını yaralıyordu. Ama zalimlerin kılı bile kıpırdamıyordu. Kalpleri adeta taş kesilmişti. Sonunda bazı müşriklerin insafa gelerek, ön ayak olması ile abluka kaldırıldı. Ancak abluka kaldırılsa da müşriklerin baskı ve işkenceleri halen devam ediyordu. Hatta zulümleri daha da arttı.Üstelik o günlerde Hz. Peygamber kendisini canla başla koruyan amcası Ebû Talib'i, ardından da en büyük manevi yardımcısı biricik eşi Hz. Hatice'yi kaybetti.

Görünen o ki, Medineliler, Baus Savaşın'dan, Müslümanlar ise baskılardan dolayı çok ciddi bir şekilde tıkanmıştı. İlahi plan onları buluşturarak, her iki tarafı da ateşten kurtardı. Tıkanıklığın doruk noktaya ulaştığı sırada, İlahi rahmet devreye girdi. İki ateşi birleştirip, onu nura çevirerek, dünyayı ebedi olarak aydınlattı.

Mekke'de İslam daveti tıkanınca Taif'e giden, oradan eli boş dönünce hac için gelenlerin çadırlarını tek tek dolaşan, Allah Resulü(sav) nün, her seferinde kapılar yüzüne kapandı. Çünkü Müşrikler özellikle de Allah Resulü(sav) nün amcası Ebû Leheb, onu adım adım takip ediyor, ona soluk aldırmıyorlardı. Konuşmak için birilerinin yanına gitmek istediğinde Allah Resulü(sav) daha onların yanına varmadan, Allah düşmanları hacıların yanına gidip, onları Allah Resulüne karşı kışkırtıyor, onunla irtibatını engelliyorlardı.

Bu arada Medine'den on beş Hazreç'li genç, Evs'lilere karşı Mekke'li dostlarından yardım almak için, Mekke reislerinden Utbe b. Rebia'nın yanına gittiler. Ancak, onların kardeş kavgasının arasına girmeye niyetleri yoktu. Gençleri kibarca reddettiler. Mekke'nin nabzını elinde tutan Allah Resûlü(sav), bu fırsatı değerlendirerek, Mekkelilere kızan, Mekkelilerin de kendilerinden uzak durduğu bu gençlerin yanına gitti. Onları İslam'a davet etti. Bir çoğu sıcak bakmasına rağmen içlerinden birinin sert çıkışı, ipleri kopardı. Yine de yakın zamanda meyve verecek ilk çekirdek atılmıştı.

R709503


Kader Ağlarını Örüyor

Evsliler Medine'ye geri dönüp, Mekkelilerle yaptıkları görüşmeleri, onlardan aldıkları, red cevaplarını, Allah Resulü(sav) nün teklifini kabilelerindeki insanlara anlatmaya başlayınca, konu bir anda bütün Medine'ye yayıldı. Böylece gözler ve gönüller farkına varmadan Mekke'ye çevrilmiş oldu. İnsanların kalbinde Mekke ve Allah Resulü(sav) ile ilgili sorular ve kanaatler oluşmaya başladı. İslam gündemlerine girdi

O sırada umre için Mekke'ye gitmeye hazırlanan Es`ad b. Zürâre ve Zekvan b. Abdulkays da bütün bu söylenenleri duydu. Onlar Hazreçlilerin ileri gelenlerindendi. Medine'de dolaşan sözün içeriğini tam olarak bilmedikleri için Evs'lilere de, onlarla kendileri aleyhine anlaşma yaptığını sandıkları Utbe'ye de ateş püskürüyorlardı. Mekke'ye gittiklerinde Utbe'den uzak durdular. Aslında Utbe de Mekke reisleri de, yeni bir teklif gelir korkusu ile onlardan kaçıyorlardı. Yani İlahi plan işlemeye çoktan başlamıştı. Mekkelilerle Medineliler arasındaki bu soğukluk müşriklerin, Medinelileri Allah Resulü(sav)'nün aleyhine kışkırtmalarını önlemişti. Bütün bunların farkında olan Allah Resulü (sav), başka bir Medineli grubun umre için geldiğini haber alınca, vakit kaybetmeden yanlarına gitti. İzin isteyip içeri girdi. Es`ad b. Zürâre'nin Medine'deki dayılarının oğlu olduğunu öğrenen Allah Resulü (sav), buna çok sevindi. Kalbinde onlara karşı bir muhabbet oluştu. Es`ad b. Zürâre'de aynı duygular içindeydi. Mekke'de akrabalarından biri ile tanışmak, onu son derece memnun etmişti.

Aralarında çok güzel bir hava oluşmuştu. Allah Resulü(sav) İslam'ı anlatmaya başlayınca onu can kulağı ile dinlediler. İçinde bulundukları durum onları daha da Allah Resulü(sav)'ne yakınlaştırıyordu. Belki de, Medine'de dökülen kardeş kanına o çare bulacaktı.

İslam'ı anlatınca akıllarına da, gönüllerine de yattı. O anlatırken Yahudilerin dört gözle bekledikleri son peygamberi hatırladılar. Allah Resulü(sav) onlara Kur`an okuduğunda, ona hayran oldular. Artık hiçbir şüpheleri kalmamıştı. Hemen Müslüman oldular.

Medine'ye dönen hakikat erleri, hemen İslam'ı anlatmaya başladılar. Önce altı kişi ile birlikte Allah Resûlü(sav)'ne gidip imanlarını ona bildiren Medineliler, ertesi yıl on iki kişi ile gidip Allah Resûlü(sav)'ne biat ettiler. Musab b. Umeyr'in de, davet ve İslam'ı öğretmek üzere Medine'ye gitmesi ile, bir anda İslam Medine'ye çığ gibi yayıldı. İslam'ı öğrenmekte geç kalmayan Ebu Eyyub el Ensari, onu öğrenince hemen iman etti. İslam'ı kabul ettikten sonra ona sımsıkı sarılan Ebu Eyyub, birçok hayırda sahabenin önde gelenleri ile yarıştı.

Akabe Biatına Katıldı: İslam'a giren 12 sahabi, Mekke'ye giderek Akabe'de Allah Resûlü(sav)'ne biat ettiğinde o, henüz İslam'la şereflenmemişti. Ebu Eyyub, iman ettikten sonra Medineli 75 iman eri ile birlikte Mekke'ye giderek İslam tarihinin en önemli karelerinin birinde yerini alarak, Akabe Biatına katıldı. Tıpkı daha sonra Rıdvan Biatına katıldığı gibi.

Ashabın İleri Gelen Alimi

Allah Resûlü(sav)'nün sağlığında Kuran hafızıydı: İlme, okuma yazmaya büyük ilgisi vardı. O da diğer sahabeler gibi Kur`an aşığıydı. Sürekli Kur`an okuyarak, ezberlerdi. İslam'a girdiğinden itibaren büyük bir gayretle, gece gündüz Kur`an'ı ezberlemeye başladı. Kısa sürede bu alanda büyük bir başarı gösterdi. Allah Resulü(sav) hayatta iken ensar arasında Kur`an'ı ezberleyen, yalnızca beş sahabeden biri olma şerefini elde etti. (3)
R709504

Vahiy Katibi: . Kur`an ile tanışıp, ilmin önemini kavrayınca, okuma yazma öğrendi. Allah Resûlü(sav)'nün vahiy katibi olunca Kur'an ayetlerinin bir araya toplanmasında önemli katkıları oldu.

Sahabenin Müftüsü: Ebû Eyyûb, sahabelerin kendisine fetva sorduğu kişilerdendi. Sahabeler, aralarında herhangi bir konuda ihtilaf ettiklerinde ona danışırlardı.

Hadis Rivayeti: Allah Resulü(sav)nün Medine'ye hicretinden itibaren sürekli onun yakınında bulunan Ebû Eyyûb'un, ondan çok sayıda hadis ezberlediği de muhakkaktır. Ancak, o birçok sahabe gibi çeşitli kaygılardan dolayı bu hadislerden yalnızca, iki yüze yakınını rivayet etmiştir.

İlim İçin Yolculuk: İbn-i Cüreyc anlatıyor: “Ebû Eyyûb el-Ensârî bir gün bir hadisi gerçekten Allah Resulünden duyup duymadığı konusunda şüpheye düştü. O sırada Medine'de bulunuyordu. Bu hadisi Mısır' da bulunan Ukbe b. Amir'in de duymuş olacağını düşündü. Hemen hazırlığını yapıp devesine binerek Medine'den Mısır'a doğru yola çıktı. Tam bir ay süren zorlu bir yolculuktan sonra Ukbe b.Amir'in yanına geldi. Selam ve hal hatır faslı bittikten sonra ona:

- Sana bir şey soracağım. Biliyorsun ki Allah Resulü(sav)'nün ashabından çok az kişi hayatta kaldı. Sen Allah Resulü(sav)'nün "Müslümanların ayıbını örtme" konusundaki hadisini nasıl duydun ? O hadis nasıldı ? diye sordu. Ukbe:

- Ben Allah Resulü(sav)'nden; "Kim dünyada iken bir müminin ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter " (4) buyurduğunu duydum dedi. Ebû Eyyûb el-Ensârî hadisle ilgili bilgi aldıktan sonra devesine binerek hemen Medine'ye geri döndü.” (5)

İlim İçin Ne Dedi?: "Kim ilmini artırmak ve hilmini çoğaltmak istiyorsa, akrabalarının dışındaki kişilerle oturup kalksın" 6

Kutlu Misafir

Allah Resulü (sav) Hz. Ebû Bekir ile birlikte hicret edince, önce Kuba'ya uğradı burada birkaç gün kaldıktan sonra Medine'ye gitti. Medine'de nereden geçtiyse, o kabilenin önde gelenleri, adeta yalvarırcasına Allah Resulü (sav)'nü kendilerine davet ediyorlardı. Allah Resulü (sav) her seferinde kendini buyur edenlere dua ediyor,

- Devenin yolunu açınız! O memurdur. Nereye gideceğini bilir, diyerek, insanları kırmadan yoluna devam ediyordu. Nihayet Neccar oğullarının yaşadığı mahalleye geldiler. Kuvsa, Malik b. Neccar oğullarının evlerinin yanına varınca, o gün henüz yapılmamış olan Mescidi Nebevi'nin kapısının önünün hizasına çöktü. Allah Resulü (sav) daha deveden inmeden, deve tekrar kalkarak yürümeye başladı. Biraz ilerledikten sonra geri dönen deve, hızla ilk çöktüğü yere geldi. Buraya çöktü ve bir daha da kalkmadı. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) devesinden indi.
- İnşallah konak yerimiz burasıdır, buyurdu. Sonra;
- Burası kimin? diye sordu. Muaz b. Afra:
- Burası Sehl ve Süheyl isimli iki yetim çocuğun arsasıdır, dedi.

Vakit geçmiş hava kararmaya başlamıştı. Heyecan doruk noktaya çıkmıştı. Müslümanlar Allah Resulü (sav) nün yanından ayrılmıyor, herkes onu konuk edip, evinde ağırlamak için can atıyordu. Hatta bunun için zaman zaman çekişiyor, birbirlerine laf atıp sitem ediyorlardı. Allah Resulü (sav), onları sakinleştirdi. Sonra yanındakilere dönerek:
- Akrabalarımın evlerinden buraya en yakın olanı hangisidir? diye sordu. O an heyecandan Ebû Eyyûb'un göğüs kafesi yerinden çıkacak gibi oldu. Hemen öne atılıp:

- Benim evim Ey Allah'ın Resulü! İşte şu ev benim evimdir! Kapısı da şurasıdır! dedi. Nefes nefese idi. Devamla:

- Müsaade edersen devenin üzerindeki eşyaları oraya taşıyayım dedi titrek bir sesle. Bir taraftan söylüyor bir taraftan da "HAYIR" derse diye korkudan ölüyordu. Allah Resulü (sav):
- Git bizim için yer hazırla! buyurdu. Ebû Eyyûb uçar gibi hemen koşup Allah Resulü (sav) için yer hazırlayıp geri döndü.
- Ey Allah'ın Resulü yeriniz hazır, diyerek onu evine buyur etti.

Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evi iki katlıydı. Üst katta tek oda vardı. Allah Resulü (sav) onlarda konuk olmaya karar verince Ebû Eyyûb, üst kattaki odayı Allah Resulü (sav)'nün kalması için hazırladı. Ancak Allah Resulü (sav) eve gelince, kendini ziyaret için gelip gidenler olacağını, bunun için alt katta kalmasının kendisi için daha uygun olacağını söyledi. Allah Resulü(sav) alt katı tercih edince Ebû Eyyûb, onun isteğine uyarak eşi ile birlikte alt katı onun için hazırladı. Allah Resulü(sav) yatmak için odasına çekilince Ebû Eyyûb ve Ümmü Eyyûb da odalarına çekildiler. Eşler baş başa kalınca birbirlerine:


R709505


- Biz ne yaptık? Allah Resulü(sav)'nün üstünde duruyoruz. Vahiyle onun arasına giriyoruz. Biz yandık, helak olacağız diyerek, büyük bir korku ve endişeye kapıldılar. Üzüntüden ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz sonra kendilerine gelince Allah Resulü(sav)'nün yattığı yerin üstünde oturmamak için odanın en kenarına çekildiler. Sabah olunca Ebû Eyyûb Allah Resulü(sav)ne:

- Ey Allah'ın Resulü! Vallahi bu gece ne benim ne de Ümmü Eyyub' un gözüne uyku girdi, dedi. Allah Resulü (sav):
- Niçin? diye sordu. Ebû Eyyûb:
- Bizim yukarıda senin alt katta olman, bize çok ağır geldi. Hareket edince, seni rahatsız etmekten korktuk. Hem yukarıda olunca, seninle vahiy arasına girmiş oluruz dedi. Allah Resulü (sav): "-Endişelenmene gerek yoktur. Aşağıda olmamız gelip gidenler açısından bizim için daha uygundur " buyurdu. Ebû Eyyûb'un kalbi rahat etmese de çaresiz boyun eğdi.

Asırlar boyunca yaşayan milyarlarca Müslümanın, bir an olsun görmek için canını feda edeceği ânı o, Allah Resulü (sav) ile tam yedi ay, aynı evde diz dize, göz göze bulunarak yaşadı. Habib-i Edibin kalbinden yükselen Nur-u Muhammedi, Ebû Eyyûb'un kalbini aydınlattıkça Allah'ı, Resulü'nü ve O'nun tebliğ ettiği hakikati daha iyi tanıdı. Allah'a, Resulü'ne, hakikate ve tüm varlıklara olan sevgisi arttıkça arttı. Bu sevgi zamanları mekanları aşarak, dünyanın kalbi olan İstanbul'un sembolü haline geldi. Ve onun burçlarında bayraklaştı.

Allah Resulü(sav)'ne hizmet edip, onun etrafında pervane oldukça sürekli, Allah'ın en sevgili kulunun duasını aldı. Her gün defalarca, O canlar canının duasını ve rızasını alan Ebû Eyyûb, bu dualarla olgunlaştıkça olgunlaştı. Duaların bereketi ile feyizyab olarak mana denizlerini geçti. O artık bambaşka alemdeydi. Sanki mana aleminde ona hiç kimseye verilmeyen bir görev verilmişti. O geçmişle gelecek arasında köprü oluyordu.

Bir elini Medine'ye, diğerini İstanbul surlarına; Bir elini Asr-ı Saadete diğerini ötelerin ötesine; Bir elini Allah Resulüne, diğer elini İstanbul'a uzattı. Oradan aldığı duaları, teveccühleri, feyiz ve bereketi İstanbul'a döktü.

Ondan bir eliyle bu duayı, feyiz ve bereketi alan Fatih ve torunları, diğer elleriyle bütün dünyaya dağıttılar. Sultanlar sultanının kabrini bulmaktaki ısrarı, heyecanı bu yüzdendi, cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmet'in.

Aşka Dönüşen Muhabbet ve Sünnete İttiba

Ebû Eyyûb el-Ensârî anlatıyor: "Her gün kuşluk vaktinde Allah Resulü (sav)'ne yemek veriyor, uygun bir vakitte tabakları geri alıyorduk. Tabakları aldığımızda hemen tabağı kontrol ediyor, onun parmak izlerini bulup, parmağının dokunduğu yerden yiyerek, oraya dokunuyorduk. Bir gün yemek tabağını aldığımda, yemekte Allah Resulü'nün parmak izlerini görememiştik. Çok heyecanlandık, acaba yemek güzel olmamış mıydı ? Acaba bir kusur, bir yanlış mı yapmıştık ? Endişe içinde Allah Resulü (sav)' nün yanına giderek:

- Ey Allah'ın Resulü (sav)! Ben sana yemek getirip de geri aldığımda, ona bakar, onda parmaklarının izini bulur, parmaklarımı oraya uzatır, oraya dokunup, o izlerin bulunduğu yerden yemek yerdim. Ancak bugün aldığım tabakta parmak izini bulamadım, dedim. Allah Resulü (sav) :

- Doğru söylüyorsun Ey Ebû Eyyûb yemekte sarımsak kokusu olduğu için onu yemedim. Ama siz yiyebilirsiniz. Ben Cebrail (as) ile görüşüyorum, onun için ağız kokusuna dikkat etmem gerekiyor, buyurdu. (7)

Ebû Eyyûb el Ensârî anlatıyor: “Allah Resulü (sav) Safa ve Merve arasında sa'y yaparken sakalına bir kuşun tüyü düştü. Bunu görünce hemen koşup kuş tüyünü Allah Resulü(sav)'nün sakalından aldım. Allah Resulü benim bu hareketimden çok hoşlandı. "Allah da hoşlanmadığın şeyleri senden kaldırsın" diye bana dua etti.” 8

Ubade b. Samit anlatıyor: Bir gün Allah Resulü (sav) ile yalnız baş başa kaldım. Bunu fırsat bilerek ona:
- Sahabelerinden hangisini daha fazla seviyorsun? diye sordum. Allah Resulü (sav):
- Bunu sana söylerim, ancak ben hayatta olduğum sürece bu sözlerimi kimseye söylemeyecek, onları gizli tutacaksın, buyurdu. Ben:
- Tamam, dedim. Allah Resulü (sav) :
- Ebû Bekir, Ömer, Ali, Zübeyr, Talha, Sad, Ebû Ubeyde, Muaz, Ebû Talha, Ebû Eyyûb, sen, Ubey b. Kab, Ebû Derda, İbni Mesud, Osman b. Affan, İbni Avf , sonra kölelelerden: Selman, Süheyb, Bilal, Ebû Hezeyfe'nin kölesi Salim, buyurdu. Devamla: "Bunlar benim için özel kişilerdir" dedi. (9)

Hayatından Kesitler

Hüsnü Zannı

Hz. Aişe'ye iftira atıldığında, münafıklar ve onların kışkırtması ile bazı Müslümanlar, Hz. Aişe hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Münafıkların bu iftirayı fırsat bilip abarttıkça abartması ile Medine'de büyük bir dedikodu başladı. Toplum psikolojisine kapılan bazı Müslümanlar, kendi aralarında, aile içinde yahut dışarıda bu olayı bir şekilde konuşuyorlardı. Bu dedikodular devam ederken bir gün Ebû Eyyûb'un eşi ona:

- Ey Ebû Eyyûb! Halkın Hz. Aişe hakkında neler söylediğini duydun mu? diye sordu. Ebû Eyyûb:
- Duydum, dedi. Sonra sözlerine devam ederek:
- Ey Ümmü Eyyûb! Sen böyle bir kötülük yaptın mı? diye sordu. Ümmü Eyyûb:
- Asla! dedi. Ebû Eyyûb:
- Peki yapar mısın? diye sordu. Ümmü Eyyûb:
- Hayır vallahi! Ben asla ne öyle bir kötülük yaparım ne de yapmayı aklımdan geçiririm, dedi. Ebû Eyyûb:
- Öyle ise Hz. Aişe'nin böyle bir şeyi yapabileceğini nasıl düşünürsün? Vallahi sen de bilirsin ki Aişe senden daha hayırlı birisidir, dedi. (10)

R709506


Cihadı

Ebû Eyyûb el-Ensâri ilim ve takvada olduğu gibi, cihatta da sahabenin önde gelenlerindendi. O hayatını İslam'ı en ötelere taşımaya adayan bir mücahit ve onu gönüllere nakşeden, büyük bir gönül sultanıydı. Bedir savaşından sonra Allah Resulü(sav)' nün katıldığı bütün savaşlara katıldı. Ondan sonra da seksen yaşında şehit oluncaya kadar her yıl cepheden cepheye koştu. Ömrü boyunca, tek bir sefer cihada katılmamıştı. Bundan da pişman olmuştu.

O sadece savaş meydanında düşmana kılıç sallayarak cihat etmiyor, hakkı korkusuzca söyleyerek de cihat ediyordu. O haksızlığa asla göz yummaz, doğru bildiğini söylemekten asla çekinmezdi. Cihad için Mısır'a gittiğinde Mısır valisi Ukbe b.Amir'in akşam namazlarını geç kıldırdığını görünce, onu ikaz ederek şöyle dedi:

- Ey Ukbe! Allah Resulü(sav)'nün akşam namazını geciktirenler hakkında: "Ümmetim akşam namazını yıldızlar gökyüzünü kapladığı vakte kadar ertelemedikçe, hayır üzere olurlar." Dediğini duymadın mı? diye sordu. Ukbe'de :
- Evet, öyle buyurdu dedi. Ebû Eyyûb:
- O halde akşam namazını niçin bu kadar geciktirdiniz? diye sordu. Ukbe :
- Biraz meşguldüm, deyince Ebû Eyyûb:
- Yemin ederim ki, senin bu yaptığını gören halk, "Resulullah da böyle yapardı" sanmasından korkarım diyerek onu uyardı. (11)

Ebû Eyyûb el-Ensâri cihadı yaşamının bir parçası, hayat şekli olarak görürdü. Şu iki olay bu düşüncesini açıkça göstermektedir:

Ebu İmran'dan rivayet edilir: Rum şehrinde (İstanbul) bulunuyorduk. Aramızda büyük bir savaş oldu. Onlar da çok kalabalıktı biz de. Sahabelerden Ukbe b. Amir komutasında büyük bir ordu Mısır'dan gelmişti. Mısır'dan gelen bu ordunun içinden bir kişi savaşa savaşa ilerleyerek Rum ordusunun safları arasına daldı. İslam ordusunda bulunan askerler adamın kendisini ölüme atar gibi savaştığını görünce, ardından bağırarak:

- Sübhanallah, adam elleri ile kendini tehlikeye atıyor dediler. Onları duyan Ebû Eyyûb el-Ensâri ayağa kalkarak şöyle dedi:

- Ey insanlar! Siz "Allah yolunda infak edin. Kendinizi kendi elleriniz ile tehlikeye atmayın" (12) ayetini bu şekilde mi tevil ediyorsunuz? Bilakis bu ayet biz Ensar topluluğu için indi. İslam güçlenip, Müslümanlar çoğalınca biz Allah Resulü(sav)'nden gizli olarak aramızda; "İslam uğrunda mallarımızı harcadık, Allah İslam'ı galip kıldı, Müslümanlar da çoğaldı. Artık bundan sonra mallarımızın başına gidip, harcadıklarımızı yerine koysak, bağlarımızı, bahçelerimizi ıslah etsek” diye, konuşuyorduk bunun üzerine:

"Allah yolunda infak edin (mallarınızı harcayın). Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. Yaptıklarınızı güzel yapın, şüphesiz ki Allah yaptıklarını güzel yapanları sever" (13) ayeti nazil oldu. İyi bilin ki asıl tehlike, cihadı bırakıp mallarımızın peşine düşerek, sadece onları ıslah etmeye çalışmanızdır.”

Takvası

Ali b. Müdrik anlatıyor: Ebû Eyyûb abdest alırken her seferinde mestlerini çıkararak ayaklarını yıkardı. Onun böyle yaptığını görenlerden biri:

- Ben Allah Resulü(sav)'nün mestlerinin üzerine mest yaptığını gördüm deyince, Ebu Eyyûb:
- Doğrusun, Ancak abdest alırken ayaklarımı yıkamam bana sevdirildi, diyerek zoru seçtiğini ona güzel bir dille anlattı.

Asım anlatıyor: Bir gün Ebû Eyyûb el-Ensârî bir grup insana namaz kıldırıyordu. Namaz bittikten sonra insanlara dönerek: "Size namaz kıldırırken şeytan sürekli benimle uğraştı. Sonun da kendimi bana, namaz kıldırdığım insanlardan daha üstün olarak gösterdi. İyi bilin ki, bundan böyle ölünceye kadar imamlık yapmayacağım" dedi. Ondan sonra da kimseye imamlık yapmadı.

Bayrak Teslimi

Fatih Sultan Mehmet Hanın İstanbul'u fethetmesinden bir zaman öncesine kadar, Ebu Eyyub'un mezarı biliniyordu. Hatta kıtlık ve felaket zamanlarında Bizanslılar onun mezarına giderek dua ediyorlardı. Ancak şimdi kaybolmuş ve yeri bilinmiyordu.

Peki onun mezarı neredeydi ? Kaybolamazdı. Zira Allah Resulü (sav) onun korunması için dua etmiş ve:
"Ey Allah'ım! Geceyi beni koruyarak geçirdiği gibi sen de Ebû Eyyûb'u koru."
"Dilerim sana hiçbir kötülük dokunmaz Ey Ebû Eyyûb " buyurmuştu.

İstanbul'u fethederek Allah Resulü(sav)'nün övgüsüne mazhar olan cihan hükümdarı Fatih, Ebû Eyyûb un mezarını bulmadan fethin manevi boyutunun tamamlanamayacağını çok iyi biliyordu. Allah Resulü(sav)'nü konuk edip, evinde ağırlayan o büyük sahabenin kabrini bularak, onu konuk etmeden, elbette fethin mana boyutu tamamlanmış olmazdı.

İslam'ın Arap Yarımadasına açılan kapısı olan Mekke'nin fethinde, İslam sancağını taşıyan Ebû Eyyûb, o sancağı alarak, İslam'ın dünyaya açılan kapısı olan İstanbul surlarına kadar getirmişti. Allah Resulünün de işareti ile kendisinin surlara en yakın yere defnedilmesini istedi. Burada bekleyecek, sancağı İstanbul'u fethedecek olan o bahtiyar komutana teslim edecekti. Onların İslam'ı dünyanın dört bucağına ulaştırması için Resulden aldığı nurla onların yolunu aydınlatacaktı ve başarıları için duacı olacaktı.

Hz. Peygamber: "Kıyamet Günü Ashabımdan Her Biri, Vefat Ettiği Yerin Belde Halkı İçin Önder Ve Nur Olarak Dirilecektir."

Ebû Eyyûb'un mezarını bulamayınca uykuları kaçan Cihan hükümdarı, Ebû Eyyûb'un getirdiği mana sancağını teslim almak, onu konuk edip ebediyete kadar ağırlamak ve nuru ile aydınlanmak istiyordu. Bunun için hocası Akşemseddin'e başvurdu. Bu büyük sorunun çözümü için ondan yardım istedi. Onun bu yardım isteğine olumlu cevap veren büyük mana eri Akşemseddin, ondan biraz zaman istedi. Perdeler açıldı, göreceğini gördü. Üzüntüden perişan olan Cihan hükümdarına müjde verirken büyük bir manevi haz duydu, o gönül eri Akşemseddin.

Ebû Eyyûb'un mezarının bulunmasına çocuklar gibi sevinen Cihan Hükümdarı, ondan teslim aldığı İslam sancağını dünyanın en uzak köşesine ulaştırmak için harekete geçti.


Dipnotlar:
1- İbn-i Sad, Tabakat, 1/158
2- Semhûdî, Vefâü'l-vefâ, 1/188
3- Tabakat, İbn-i Sad : 4 / 355
4- Müsned : 4/17
5- İbni Manzur, Muhtasar , 7/336
6- İbni Manzur, 7/236
7- Müsned, 5/420; Zehebi, Siyeri Alamü Nubela, 1904. kişi
8- Heysemi, Mecma'uz- Zevaid; 9/322
9- Zehebi, Siyerü Alemü Nubela: 1904. kişi.
10- İbni Hişam , Sire, 3/315
11- Müsned, 4 /147
12- Bakara, 195
13- Bakara, 195

ABDULLAH KARA- DR. HİLAL KARA
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
15 Ekim 2006       Mesaj #165
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
.:..:.. TALHÂ BİN UBEYDULLAH ..:..:..

Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Resûlullah efendimizin; "Talhâ ve Zübeyr, Cennette komşularımdır" hadîs-i şerifiyle medhedilen sahâbidir.

Hz. Talhâ, ticâretle uğraştığı için sık sık Mekke dışına çıkardı. Bu seyâhatlerinden birinde Şam yakınlarında Busra kasabasında bir panayıra gelmişti. Burada bir râhip;

- Panayıra gelenlere sorun; içlerinde Mekke'den gelen var mı? diye seslendi. Talhâ bin Ubeydullah:

- Evet, ben Mekkeliyim, dedi.

- Ahmed zuhûr etti mi?

- Ahmed kimdir?

- Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğludur. Orası O'nun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi Harem-i şeriften çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir.

Olan bir şey var mı?

Râhibin sözleri Hz. Talhâ'nın kalbine yer etti. Acele Mekke'ye geldi ve;

- Olan biten bir şey var mı? diye sordu.

- Evet var. Abdullah'ın oğlu Muhammed-ül-emin, peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir de ona uydu, dediler.

Bunun üzerine doğruca Hz. Ebû Bekir'in yanına gitti. Ona:

- Sen Muhammed aleyhisselâma tâbi' mi oldun? diye sordu. Hz. Ebû Bekir:

- Evet, tâbi oldum. Sen de hemen O'na git, huzûruna gir, kendisine tâbi ol! Çünkü O, Hak ve gerçeğe da'vet ediyor, dedi.

Bunun üzerine Talha bin Ubeydullah, râhibin söylediklerini anlattı. Sonra birlikte Resûlullaha gidip, Müslüman oldu. Râhibin sözlerini Peygamber efendimize de anlattı. Resûlullah efendimiz tebessüm ettiler.

Talhâ bin Ubeydullah, Müslüman olduğu zaman, en yakın akrabâları dâhil olmak üzere Mekke müşriklerinden çok işkence gördü. Evine hapsedildiği gibi, aç ve susuz bırakıldı. Kardeşi Osman da, onun vâsıtasıyla îmân etmiş, bu işkencelere o da tâbi tutulmuştu. Hele namazlarını edâ edecekleri zaman çektikleri sıkıntı ve kendileri revâ görülen işkence, tahammülü mümkün olmayan cinstendi.

Nevfel bin Huveylid bin Adeviyye, adamları ile birlikte Hz. Ebû Bekir ve Hz. Talhâ'yı yakalayarak iple bağladılar ve işkence yaptılar. Teymoğulları da onlara sâhip çıkmadı. Bu hâdiseden dolayı Ebû Bekir ve Talhâ'ya bitişikler mânâsına gelen karînân dendi.

Dînimden dönmem

Hz. Me'sûd bin Hırâş, gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakleder:

Safâ ile Merve arasında dolaşırken, elleri boynuna bağlı ve kalabalık bir grup tarafından tâkib edilen bir delikanlı gördüm. Etrâfındakilere dedim ki:

- Bu kimdir, hangi suçu işledi de böyle bağladınız?

- Bu Talhâ bin Ubeydullah'dır. Atalarının yolundan saptı.

- Ya şu kadın kim ?

- Onun annesi Sa'ba binti Hadramî'dir.

Talhâ bin Ubeydullah, bütün bu akıl almaz sıkıntılara göğüs geriyor:

- Beni öldürseniz de dinimden asla dönmem, diye karşılık veriyordu.

Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir'le, Medine-i münevvereye hicret buyurduğu zaman, Hz. Talhâ ticâret için Şam'a gitmiş ve dönerken Medîne'ye uğramıştı. Peygamber efendimizin orada olduğunu öğrenince, kervandaki mallardan vazgeçip Medîne'de kaldı. Âilesini de getirterek muhâcirînden oldu.

Uhud savaşı

Uhud'da; Eshâbı kirâm, Peygamberimizin etrâfında toplanmışlar, canlarını siper edip O'nu muhâfazaya çalışıyorlardı. Hz. Talhâ bin Ubeydullah da bunlar arasında olup, Resûlulahın yanından ayrılmamıştı.

Uhudda Müslümanlar birara şaşkınlık içinde bulunup dağıldıkları zaman, sevgili Peygamberimiz;

- Ey Allahın kulları bana doğru geliniz! Ey Allah'ın kulları bana doğru geliniz! buyurarak seslenince ancak otuz sahâbî gelebilmişti ve Peygamber efendimiz müşrikler tarafından tamâmen kuşatılmıştı.

Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz;

- Şunları kim karşılar, kim durdurur? buyurdu.

Herkesten önce...

Talhâ bin Ubeydullah hazretleri;

- Ben Yâ Resûlallah! deyip ileri atılmak istedi.

Peygamber efendimiz;

- Senin gibi daha kim var? buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri;

- Yâ Resûlallah! Ben! diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz;

- Haydi, sen karşıla! buyurunca Medîneli Sahâbî ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç îmânsız öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti.

Resûl-i ekrem efendimiz, yine;

- Şunları kim karşılar, kim durdurur? buyurdular.

Herkesten önce yine Talhâ hazretleri:

- Ben Yâ Resûlallah! diyerek ileri çıktı.

Peygamber efendimiz;

- Senin gibi daha kim var? diye sorunca, Ensardan bir mübârek;

- Ben karşılarım yâ Resûlallah! dedi.

- Haydi onları sen karşıla!

O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehid oldu.

Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinâtın sultânı efendimizin o anda yanında Talhâ bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı.

Hz. Talhâ, Resûlullaha bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar seri kılıç sallaması, bir anda Resûlulahın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması, eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi.

Hz. Talhâ, pervâne gibi dönüyor, kendisine değen kılıç darbelerine hiç aldırmıyordu. Dileği, Kâinâtın sultânını korumak, bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehîd olmaktı. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o, buna rağmen dört bir tarafa yetişiyordu.

Sevginin işâreti

Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr adlı bir okçu vardı. Bu müşrik Peygamber efendimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullaha doğru gelen bu oka, başka başka hiç bir şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hz. Talhâ, elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı.

Hz. Talhâ'nın atılan oka karşı elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş aşkın, kemâle gelmiş bir îmânın, muhabbet ile dolu bir kalbin, anlatılamıyan bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır.

Uhud savaşında müşriklerin saldırdığı ve Resûlullah efendimiz ve Talha bin Ubeydullah'ın yanında kimse kalmadığı anda, Hz. Ebû Bekir ve Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler.

Yiğitlerin efendisi Hz. Talhâ da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmış altı büyük yarası sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı.

Yüzüne su serptiler

Sevgili Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir'e, hemen Hz. Talhâ'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hz. Talhâ'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz;

- Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah nasıl?

- Resululah iyidir. Beni O gönderdi

- Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sona her musîbet hiçtir.

O sırada bir kaç sahâbi daha yetişti. Âlemlerin efendisi, Hz. Talhâ'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerin açıp;

- Allahım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle! diye duâ buyurdular.

Resûl-i ekrem efendimizin bir mu'cizesi olarak, Hz. Talhâ sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için buyurdu ki;

- Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda Talhâ bin Ubeydullah'dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm. Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Yine Uhud'da İbni Kâmia kâfiri Peygamberimizi öldürmeye yemin etmiş idi. Heryerde Resûlullahı arıyordu. Peygamberimizin üzerinde iki zırh vardı. Başında da miğfer bulunuyordu. İbni Kâmia Resulullaha kılıcı ile saldırdı.

Kılıç darbesi ile Resûlullahın mübârek omuzları yaralandı. Diğer bir saldırı neticesinde Resûlullah efendimiz, Ebû Âmir tarafından kazılan çukura düştü. Miğferinin iki halkası mübârek yüzüne battı. İlk yetişen Ali bin Ebî Tâlib oldu. Talha bin Ubeydullah ile birlikte çukurdan çıkardılar.

Peygamber efendimiz bundan sonra Uhud dağındaki kayalığa çıkıp dinlenmek istediler. Fakat çok yorgun idiler. Hz. Talha:

- Yâ Resûlallah! Ben sizi çıkartayım, diyerek, hemen yere çöktü. Peygamber efendimizi sırtına alıp kayalığa kadar çıkardı. O zaman Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:

- Talha Resûlullaha yardım ettiği zaman Cennet ona vâcib oldu.

Talhâ bin Ubeydullah, Uhud Harbi'nden Mekkenin fethine kadar geçen süre içinde yapılan bütün savaşlara katıldı. Ayrıca Hudeybiye'de Bî'ât-ı Rıdvân'da ve Huneyn savaşlarında bulundu.

Feyyâz lakabını aldı

Tebük gazvesinden herkes elinden gelen gayretle orduyu techiz etmek, (donatmak) için uğraşırkan, o da, herkesle yarışırcasına, varını yoğunu nesi varsa sarfetmiş, bundan dolayı, Feyyâz lakabını almışıtır.

Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamânında da bütün savaşlara katıldı. Hz. Ebû Bekir hastalandığında, yerine kimin halîfe olacağını Hz. Talhâ ile istişâre etmiş ve o da ;

- Hz. Ömer bu makâma en çok lâyık olan zâttır. Cenâb-ı Hak sana; "Müslümanların işini kime terk ettin?" derse, açık bir alınla ve müsterih olarak; "Hz. Ömer'e bıraktım" dersin, diye tavsiyede bulunmuştu.

Talhâ bin Ubeydullah, Hz. Ömer zamânında şûra meclisi üyesi idi. Halife Ömer her hususta onun re'yine mürâcaat ederdi. Hz. Ömer'in vefât etmeden önce halîfe seçilmek üzere aday gösterdiği altı zâttan birisi de Talhâ bin Ubeydullah'dır.

Talhâ bin Ubeydullah, Cemel vak'asında şehid oldu. Hz. Ali harp meydanı gezerken, Hz. Talhâ'yı ölenler arasında görünce, üzüldü ve çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve;

- Ey Talhâ! Semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serili görmek bana pek ağır geldi ve beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim, buyurdu. Namazını kendi kıldırdı.

Bana eziyet veriyor

Vefâtından yirmi yıl sonra kızı Âişe, bir gece rü'yâsında babasını gördüğünde;

- Yâ Âişe! Kabrimin bir tarafından sızan su bana eziyet veriyor, beni buradan çıkar da başka yere defnet, diye tenbih buyurdu.

Bunun üzerine kızı Âişe! çok üzüldü ve akrabâlarından bâzılarını alarak kabr-i şerifini açtılar. Sızan sudan dolayı vücûdunun bir tarafı hafif yeşillenmiş, diğer yerleri yeni defnedilmiş ve bir kılına dahi zarar gelmemiş buldular ve bir başka kabre naklettiler.

Hz. Talhâ, Eshâb-ı kirâmın en üstünlerinden olup kavuşamadığı fazilet sâdece Hulefâ-î râşidin derecesi olmuştur. Peygamber efendimiz buyurdu ki:;

- Yeryüzünde Cennet'lik bir kimse görmek isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Hz. Âişe anlatır:

Bir gün Ebû Bekir-i Sıddîk Resûlulahın yanına girmişti. Resûlulah ona;

- Yâ Ebâ Bekir! Sen, Atîk ya'nî Allahü teâlânın Cehennem'den âzâd ettiği kişisin, buyurdu. Ondan önce önce kimseye böyle Atîk ismi verilmemişti.

Sonra Talhâ bin Ubeydullah içiri girdi. Resûlullah efendimiz ona da buyurdu ki;

- Ey Talhâ! Sen de şehîd olmayı bekliyenlerdensin.

Hz. Talha, Zi'l-Karâde gazvesinde mücâhidlerin susuz kalmaması için kuyu satın alıp onu mü'minlere vakfetmiş idi. O zaman kuyu satın almak ve vakfetmek çok büyük çömertlikti. Zü'l-Usra gazvesinde ise savaşa katılanları tek başına doyurmuştur.

Günlük geliri bin altın idi. Öksüzleri gözetir, fakirlerin ihtiyaçlarını görür, biçârelere yardım eder. Muhtâç olanlara para verirdi. Teymoğulları'nın bütün muhtaçları, onun yardımları altında idi. Hz. Talhâ, bunların dullarını evlendirir, borçlularının borçlarını öderdi.

Bir gün bir Bedevî, Hz. Talhâ'ya gelip, akrabâlık iddiasında bulunarak yardım istedi. Hz. Talhâ akrabâlık bağının çok önemli olduğunu söyleyerek, bir arâzisi bulunduğunu istediği takdirde onu almasını, veya satıp parasını vermeyi teklif etti. Bedevî, parasını almak isteyince, arâziyi Hz. Osman'a satıp parasını Bedevîye verdi.

Ahlâkını bilirim

Eshâb-ı kirâmdan bir çok zât, Ümmi Ebân hâtunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat o hiç birisini kabûl etmedi. Talhâ bin Ubeydullah, teklifte bulununca kabûl etti. Sebebi sorulduğu zaman;

- Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim çıkar, Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusûr görünce affeder, diye cevap vermiş ve onunla evlenmişti.

Hz. Talhâ ticâretle ve zirâatle meşgûl olup, büyük çiftlik sâhibi idi. Kendisinin Hayber'de ve Irak'ta çok arâzileri vardı. Böyle büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen, gâyet az yer, israf etmez ve isrâf edenleri sevmezdi.

nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
19 Ekim 2006       Mesaj #166
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
.:..:.. FÂTIMA BİNTİ ESED ..:..:..

Fâtima binti Esed, İslâmın başlangıcında Müslüman olmuştur. Resulullah efendimiz, İslâmiyeti, önceleri açıktan açığa bildirmedi. Üç yıl bir gizlilik devresi geçti. Tedrici, yani yavaş yavaş bir yol takip ediliyordu.

Ahiret ile korkut!

Üç sene sonra, nihayet İslâmiyeti açıktan bildirme zamanı gelmişti. Nereden ve kimden başlanacağı Resul-i ekreme vahiy ile bildirildi. Allahü teâlâ Suara suresinin 214. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır:

(Ey Resulüm, sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını Allahın dinine davet ederek, ahiret azabı ile korkut!)

Resulullah efendimiz, akrabalarını bir araya topladıktan sonra, onlara şu konuşmayı yaptı:

- Hamd ancak Allahü teâlâya mahsustur. O’na hamdederim. Ancak O’ndan yardım isterim. Yalnız O’na inanır, O’na güvenirim. Ben gözümle görmüş gibi bilir ve size de şunu bildiririm ki; Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Sizi O’ndan başka ilah olmayan, Allahü teâlâya iman etmeye davet ediyorum.

Ben O’nun bütün insanlara gönderdiği, son Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.

İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında ceza göreceksiniz. Bu da ya devamlı Cennette veya devamlı Cehennemde kalmaktır. İnsanları ahiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler, sizlersiniz.

Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben size çok üstün ve kıymetli, dünya ve âhiretiniz için faydalı şeyler getirdim. Araplar içerisinde kavmine bundan daha hayırlısını getiren bir kimse bilmiyorum.

Ben sizi, dile kolay, hafif ve mizanda ağır gelecek iki kelimeye davet ediyorum. O da, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh” [Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet ederim] demenizdir.

Kim yardımcım olur?

Resulullah efendimiz akrabalarına bu konuşmaları yapınca, birçoğu Müslüman oldu. Hz. Fâtıma binti Esed de bunlar arasında idi. Kendisinden önce veya daha sonra olmak üzere, Zevci Ebû Talib’in dışında, bütün çocukları da İslâmı kabul ettiler. Hatta Resûl-i Ekrem efendimiz, yakın akrabalarına konuşmalar yapıp, “O hâlde, hanginiz bu yolda bana tâbi olup, vezirim ve yardımcım olur?” buyurunca, henüz, 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali hemen ayağa kalkmış, Resul-i Ekrem de ona, "Sen otur" buyurmuştu.

Resulullah efendimiz, bu suallerini üç defa tekrar etmişler, üçünde de hemen cevap Hz. Ali’den gelmişti. Hz. Ali bu suallere söyle cevap vermişti:

- Ya Resulallah! Her ne kadar yaşça en küçük ben isem de, sana ben yardımcı olurum.

Hz. Ali’nin, daha oniki, onüç yaşlarında iken, Resulullah efendimize, hiç kimseden korkmadan, çekinmeden, bu yolun yolcusuyum, gönül vermişlerdenim manasındaki bu sözleri, Resul-i Ekrem efendimizi son derece sevindirdi. İşte Allahü teâlâ, Hz. Fatıma binti Esed’e böyle salih evlatlar vermişti.

Gül yağıyla yağlardı

Fatıma binti Esed üstün bir ahlaka sahipti. Güzel ahlakı vardı. Yaşayışı mükemmel, Resul-i Ekrem efendimizin yanında itibarlı bir hanımefendi idi. Peygamberimizin sevgisine kavuşma bahtiyarlığına erişmişti.

Resulullah efendimiz onu methetmişlerdi. Fatıma binti Esed, çocukluğundan beri Peygamberimize çok yakınlık göstermiş, Ondan hiçbir yardımı esirgememiştir. Resulullah efendimiz, Ebu Talib’den sonra, kendilerine en fazla yakınlık gösterenin Fatıma binti Esed oldugunu buyurmuşlardır. Hz. Fatıma binti Esed, Resul-i Ekremin bakımında çok titizlik göstermişti. Kendi çocukları dururken, önce Resulullahı doyururdu. Kendi çocuklarının temizliğinden önce, Onun mübarek başını tarar, mübarek saçlarını gül yağıyla yağlardı. Bu yüzden Resul-i Ekrem efendimiz, onun için, "O benim annemdi" buyurmuşlardı. Bu bildirilen sözün, iki cihanın Efendisinin mübarek ağzından çıkması, Fatıma binti Esed için büyük bir saadet idi.

Zaman akıp gitmiş, Fatıma binti Esed’in ömrü de sona ermişti. Peygamberimiz, gömleğini sırtından çıkararak, Fatıma binti Esed’e kefen yaptırmıştı. Bilahare Peygamber efendimiz, Fatıma binti Esed’e Cennet elbiselerinin giydirilmesi için böyle yaptıklarını söylemişlerdir.

Cenaze namazını da kıldırdıktan sonra buyurdular ki:

- Allahü teâlânın emriyle, yetmiş bin melek onun cenaze namazını kıldılar.

Cenaze namazı kılınmış, artık defnedilecekti. Resulullah efendimiz bizzat kendileri kabre indiler. Kabır hayatının rahat ve hoş olması için, kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdular. Kabirden çıkınca gözleri yaşarmış, gözlerinden akan yaşlar kabre damlamıştı.

Peygamberlerin hakkı için

Orada bulunan Hz. Ömer ve başkalaıi, Resulullahın, Fatıma binti Esed’den başka hiçbir kimseye böyle yapmadığını söylemişlerdir. Bundan sonra Resul-i Ekrem efendimiz, Fatıma binti Esed için şöyle duâ buyurmuşlardır:

- Allahü teâlâ seni mağfiret etsin, bagışlasın, seni mükâfatlandırsın. Ey annem! Allahü teâlâ sana rahmet eylesin. Kendin aç iken beni doyurdun. Kendin giymez, bana giydirir; yemez, bana yedirirdin. Dirilten de, öldüren de Allahü teâlâdır. O daima diridir. O ölmez.

Allahım! Annem Fatıma binti Esed’i affeyle, bağışla. Ona hüccetini bildir. Kabrini genişlet. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım! Ben Peygamberin ve geçmiş Peygamberlerin hakkı için bu duâmı kabul buyur.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Kasım 2006       Mesaj #167
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Abbas bin Abdülmuttalib - (08.04.651) </B>
Eshab-ı kiramdan ve Peygamber efendimizin amcalarından. Abdülmuttalib'in en küçük oğlu. Peygamber efendimizin doğumundan iki veya üç yıl önce Mekke'de doğdu. 652 (H. 32) senesinde Medine-i münevverede vefat etti.

Peygamber Efendimiz, annesinin vefatından sonra dedesi Abdülmuttalib'in yanında kaldığı sırada, hazret-i Abbas ile birlikte büyüdü. Gençliğinde ticaretle uğraşan Abbas bin Abdülmuttalib, Peygamber efendimiz İslamiyeti anlatmaya başlayınca, karşı çıkmayıp, akrabalık gayretiyle O’na yardımda bulundu. Müslüman olmadığı halde Akabe biatinde Peygamber efendimizin yanında bulunup, orada te’sirli konuşmalar yaptı. Müslüman olmadan önce Kabe’yi ziyarete gelen hacılara su dağıtma "sikaye" ve onlara yemek verme "rifade" ve Kabe'nin tamiri vazifelerini yapardı. Müslüman olduktan sonra da bu vazifeleri devam ettirdi. Bedr Savaşına istemiyerek, Mekke’den kafirlerle birlikte geldi. Savaşta müslümanlar zafer kazanınca esir edilip, Medine'ye götürüldü. Kendisi ve kardeşinin oğulları için para verip kurtuldu. O yıl iman etmekle şereflendi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz onu Mekke'de vazifelendirdi. Mekke'de Müslümanlar onun himayesinde rahat ettiler. Mekke fethi hazırlıklarının tamamlandığı sırada Medine'ye hicret yani göç etmek için yola çıktı. Zülhuleyfe denilen yerde Resulullah'a kavuştu. Ailesini Medine'ye gönderip, Mekke’nin fethinde Peygamber efendimizin yanında bulundu. Peygamber efendimiz ona; "Ey Abbas! Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun." buyurdu.

Mekke'nin fethinden sonra yapılan Huneyn Gazasında da bulunan hazret-i Abbas, Peygamber efendimiz vefat edinceye kadar O’nun yanından ayrılmadı. Peygamber efendimiz vefat edince, cenaze tekfin ve gasl (yıkama) işleriyle ilgilendi. Hazret-i Ali yıkadı, hazret-i Abbas ve oğulları su döktüler. Kefenledikten sonra, hazret-i Aişe'nin odasına defnettiler. Hazret-i Ebu Bekr, Ömer ve Osman, halifelik zamanlarında hazret-i Abbas'a büyük ilgi ve hürmet gösterdiler. Hazret-i Ömer fetihlerden elde edilen ganimetlerden hazret-i Abbas'a hisse ayırdı. Hazret-i Ömer, Mescid-i Nebevi'yi genişletmek isteyince, Abbas genişletme sahasında olan evini ve yerini hediye etti. Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında Medine'de kuraklık olunca, hazret-i Ömer; "Ya Rabbi! Resulullah'ın amcası hürmetine sana yalvarıyor ve onun hürmeti için senden mağfiret ve ihsan diliyoruz.” diye Abbas bin Abdülmuttalib'i vesile ederek dua etti. Halifenin emriyle o da dua edip, duası bereketiyle, daha duası bitmeden yağmur yağdı. Yağmur neticesinde meydana gelen seller sebebiyle Medine sokaklarından geçilemez oldu.

Abbas radıyallahü anh ömrünün sonuna doğru göremez oldu. Hazret-i Osman'ın şehid edilmesinden evvel Medine-i münevverede vefat etti. Cenaze namazını hazret-i Osman kıldırdı. Cennet-ül-Baki Kabristanına defnedildi.

Hazret-i Abbas, beyaz tenli, güzel yüzlü, yakışıklı, iri yapılı ve uzunca boylu idi. Sesi pek kuvvetli ve gür idi. Peygamber efendimize yakınlığı ve faziletlerinin çokluğundan dolayı herkes tarafından sevilir, sayılır ve hürmet edilirdi. Çok zengin ve cömert olup, ikram ve ihsanları boldu. Köleleri satın alıp hürriyetine kavuştururdu. Yakın akrabayı ziyaret etmeğe dikkat eder, muhtac olanlara yardımda bulunurdu. Kızlarından başka on erkek evladı vardı. Bunlardan Abdullah bin Abbas ilimde çok yüksekti. Abbasi halifeleri hazret-i Abbas'ın soyundandır.

Peygamber Efendimiz onun üstünlüğüyle ilgili olarak buyurdu ki:Abbas bendendir. Ben Abbas'danım.Abbas amcamdır. Beni korumuştur. Ona eziyet eden, bana eziyet etmiş olur.
Bu, Abdülmuttalib oğlu Abbas'tır. Kureyş'te en cömerd ve akrabalık bağlarına en saygılı olandır.
Abbasoğullarından melikler olacak, ümmetimin başına geçecekler, Allahü teala dini onlarla aziz ve hakim kılacak.
Abbas radıyallahü anh buyurdu ki:
"Kendisine iyilik yaptığım hiç kimsenin kötülüğünü görmedim. Kendisine kötülük yaptığım hiç kimsenin de iyiliğini görmedim. Onun için herkese iyilik ve ihsanda bulunun. Çünkü bunlar sizi kötülüğün zararlarından korur."
Hazret-i Abbas, Peygamber efendimizden otuz beş hadis-i şerif rivayet etti. Rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
Rab olarak Allah'ı, din olarak İslam'ı, peygamber olarak da Muhammed'i (aleyhisselam) kabul eden, imanın tadını tadar.
Allah korkusundan mü'minin kalbi ürperdiği vakit, ağacın yaprakları düşer gibi günahları dökülür.
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
22 Aralık 2006       Mesaj #168
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
Şehîdlerin efendisi:
Hz. HAMZA

Abdullah ibni Mes’ûd buyuruyor ki:

Müşriklerden Velîd adında birinin bir putu vardı. Safâ tepesinde toplanırlar, bu puta ibâdet ederlerdi. Bir gün Peygamber efendimiz, onların yanına gitti ve onları îmâna da’vet etti. Kâfir olan bir cinnî, o putun içine girdi ve sevgili Peygamberimiz için uygun olmayan sözler sarfetti. Peygamber efendimiz üzüldüler.

Teşrif eder misiniz?

Başka bir gün şahsını görmediği bir kimse, Peygamber efendimize selâm vererek dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Kâfir olan bir cinnî sizin için münâsib olmayan şeyler söylemiş. Ben, onu bulup boynunu kestim. Arzû buyurup, yarın Safâ tepesine teşrif eder misiniz? Siz, yine onları İslâma da’vet ederseniz, ben de o putun içine girip, sizi medhedici sözler söylerim.

Peygamber efendimiz, Abdullah ismindeki bu cinnînin arzûsunu kabûl ettiler. Ertesi günü oraya gittiler ve yine müşrikleri îmâna da’vet ettiler. Müslüman cinnî, müşriklerin elindeki putun içine girip, sevgili Peygamberimizi ve İslâmiyeti anlatan güzel sözler ve beyitler söyledi.

Müşrikler, bu sözleri duyunca, başta Ebû Cehil olmak üzere ellerindeki putu parça parça ettiler. Resûlullaha saldırdılar. Mübârek yüzü kana boyandı. Onların bu ezâ ve cefâlarına tahammül gösterip, şöyle buyurdular:

- Ey Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz. Ama ben sizin Peygamberinizim.

Peygamber efendimiz, oradan ayrılıp evine geldi. Bir hizmetçi kız, bu hâdiseyi, başından sonuna kadar görmüştü.

Bu sırada Hz. Hamza, dağda avlanıyordu. Bir ceylana ok atmak için hazırlandı. Ceylan dile gelerek dedi ki:

- Yâ Hamza! Bana ok atacağına kardeşinin oğlunu öldürmek isteyenlere ok atsan daha hayırlı olur.

Hz. Hamza bu sözlere hayret ederek süratle evine hareket etti. Hz. Hamza âdeti üzere, avdan dönünce, tavâf yapmak için Harem-i şerîfe uğrar, ondan sonra evine giderdi. O gün tavâf yaparken, hizmetçi kız, yanına gelerek dedi ki:

- Ebû Cehil, kardeşinin oğluna, şöyle şöyle söyledi.

Hz. Hamza, Peygamber efendimize hakâret edildiğini işitince, akrabâlık damarları hareket etti. Silahlarını kuşanarak, Kureyş kâfirlerinin bulunduğu yere geldi.

- Kardeşimin oğluna, kötü söz söyliyen, kalbini inciten sen misin? diyerek, boynundaki yay ile, Ebû Cehil’in başını yedi yerinden yardı.

Kötü şeyler söyledim

Orada bulunan kâfirler Hz. Hamza’ya saldıracak oldular. Bu durumda büyük çarpışma çıkacaktı. Fakat, Ebû Cehil dedi ki:

- Dokunmayınız, Hamza haklıdır. Onun kardeşinin oğluna bilerek kötü şeyler söyledim.

Hz. Hamza oradan ayrıldıktan sonra, Ebû Cehil, etrafındakilere;

- Aman ona ilişmeyiniz! Bize kızar da Müslüman olur. Bununla Muhammed kuvvetlenir, dedi.

Hz. Hamza Müslüman olmasın diye, kendi kafasının yarılmasına râzı oldu. Çünkü Hamza, hatırı sayılır, kıymetli ve kuvvetli idi.

Hamza, Peygamber efendimizin yanına gelip dedi ki:

- Yâ Muhammed, Ebû Cehil’den intikamını aldım. Onu kana boyadım, üzülme, sevin!

Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:

- Ben, böyle şeylere sevinmem.

- Seni sevindirmek, üzüntüden kurtarmak için, ne istersen yapayım.

Îmân etmenle sevinirim

O zaman Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Ben ancak senin îmân etmen ile, kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarman ile sevinirim.

Bunun üzerine Hz. Hamza hemen Müslüman oldu.

Hakkında âyet-i kerîme geldi. Abdullah ibni Abbâs’a göre, Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi 122. âyet-i kerîmesinde, “Diriltildiği ve nûra kavuşturulduğu” anlatılan zâtın Hz. Hamza ve aynı âyet-i kerîmede, “Karanlıklarda bocalayan” şeklinde anlatılanın da Ebû Cehil olduğu açıklandı.

Hz. Hamza, Kureyşin yanına gidip Müslüman olduğunu ve Allahın Peygamberini her suretle koruyacağını bildirip şöyle dedi:

“- Kalbimi, İslâmiyete ve Hakka meylettirmiş olduğu için Allahü teâlâya hamdolsun. Bu din, kullarının her yaptığını bilen, herkese lutfu ile muâmele eden, kudreti her şeye galip gelen, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından gönderilmiştir.

Kur’ân-ı kerîm okunduğu zaman, kalb ve akıl sâhibi olanların gözlerinden yaşlar akar. Kur’ân-ı kerîm, açık bir lisan ile açıklanmış âyetler hâlinde Hz. Muhammed’e nâzil olmuştur. Muhammed, içimizde, sözü dinlenir, kendisine boyun eğilir bir mübârek kimsedir.

Ey müşrikler! Aklınız başınızdan gidip, gözünüz kararıp da Onun hakkında sert, ağır ve kaba sözler, söylemeyin! Eğer böyle bir düşünceye kapılırsanız, biz Müslümanların cesedine basıp geçmeden, onu hiç kimseye vermeyiz!”

Hz. Hamza’nın Müslüman olması ile, Resûlullah efendimiz çok sevindi. Müslümanlar, pek çok kuvvet buldu. Artık Mekkeliler Müslümanlara, hiçbir sebep yokken, fenâ muâmele yapamadılar. Bilhassa Hz. Hamza’nın kılıcının şiddetinden çekindiler.

Endişeye lüzûm yok

Peygamber efendimiz, Hz. Hamza ve diğer bir kısım Müslümanlar Hz. Erkam’ın evinde bulunuyorlardı. Bir ara kapı vuruldu. Gelen kimsenin, silâhlarını kuşanmış şekilde Hz. Ömer olduğu görülünce, ba’zıları endişeye kapıldı. Hz. Hamza;

- Gelen tek bir kişidir. Bu kadar endişeye lüzûm yok. Eğer, hayır için geldi ise hoş geldi. Yok eğer şer için geldi ise kendi kılıcı ile başını keserim, dedi.

Dışarı çıktı ve dedi ki:

- Yâ Ömer! Sen ne zannedersin? Biz Abdülmuttalib evlâdıyız. Her birimiz Allahü teâlânın izni ile demiri çiğneyip havaya püskürtürüz. Allah ve Resûlü için can ve baş fedâ ederiz. Sen Resûlullaha zarar vereceğini zannediyorsan aldanıyorsun.

Sevgili Peygamberimiz, bu konuşmaları işitti. Kendileri gelerek, iltifat ile Hz. Ömer’i karşıladı. Hz. Ömer de Müslüman oldu. Bu iki kahraman sayesinde Müslümanlar kuvvet buldular, ibâdetlerini açıktan yapmaya başladılar.

Hz. Hamza bir gün, Cebrâil aleyhisselâmı kendi aslî şeklinde görmeyi arzû ettiğini, Peygamber efendimize bildirdi. Peygamber efendimiz de Hz. Hamza’ya sordular:

- Onu görmeye dayanabilir misin?

- Evet dayanırım.

- Öyle ise yere otur da bak!

Bayıldı, arkası üstüne düştü

Hz. Hamza Cebrâil aleyhisselâmı görünce, bayıldı, arkası üstüne düştü.

Hz. Hamza, Hz. Zeyd bin Hârise, Hz. Ebû Mersed Kennaz, Hz. Enes ve Hz. Ebû Kerse ile beraber Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz Medîne’ye geldiklerinde, Mekke’li Müslümanları hem kendi aralarında, hem de Medîneli Müslümanlarla kardeş yaptı. Kendi aralarında da, Hz. Hamza’yı, Zeyd bin Hârise ile kardeş yapmıştı. Hz. Hamza bu kardeşini çok sever ve muharebeye çıktığı zaman her şeyini ona emânet ve vasiyet ederdi.

Peygamber efendimiz, Medîne’ye hicret ettikten sonra, Kureyşli müşrikler boş durmadılar. Peygamberimizi Medîne’de rahat bırakmıyorlar, Medînelilerin Onu terketmeleri için etrafındaki Müslümanları tehdit ediyorlardı. Hattâ, Peygamber efendimizi Medîne’nin dışına çıkarmaları için, Abdullah bin Übeyy bin Selül ile Evs ve Hazrec kabîlelerinin müşriklerine tehditler gönderdiler ve Müslümanlara hac yollarını kapadılar.

Bu durumda, Müslümanların, Suriye ticaret yollarını kesmeleri, müşrikleri ticarî ve iktisâdi bakımdan zor duruma düşürmeleri ve böylece müşrikleri yola getirmeleri îcâb ediyordu. Bu sırada bir müşrik kervanının Medîne yakınlarından geçmekte olduğu işitildi. Sefer hazırlığı yapıldı. Sefere çıkacak birliğin kumandanlığına Hz. Hamza’yı getiren Peygamberimiz, ona beyaz bir bayrak verdi. Hz. Hamza’ya verilen bu bayrak İslâm tarihinde Müslümanların kullandığı ilk bayrak idi.

Hz. Hamza, 30 süvâri ile birlikte hareket etti. Şam’dan Mekke’ye gitmek üzere, 300 süvârinin koruduğu bir müşrik kervanı, Sifr-ül-Bahr denilen yere gelmiş bulunuyordu. İslâm Mücâhidleri, buraya geldiklerinde, müşriklerin kervanını koruyan üçyüz süvâri ile karşılaştılar ve savaş düzenine girdiler.

Doğru bir iş yaptı

Mecdi bin Amr el-Cühenî, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az ve müşriklerin çok fazla olduklarını ve düşmanların bu ilk çarpışmada yenebileceklerini düşünerek arabulucuk edip iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra Hz. Hamza ve arkadaşları Medîne’ye geri döndüler. Mecdî’nin bu hareketi Peygamber efendimize arzedilince çok memnun oldular ve buyurdular ki:

- İyi ve doğru bir iş yapmıştır.

Hz. Hamza, Ebva, Veddan ve Zül’ uşeyre gazâlarında Peygamber efendimizin beyaz sancağını taşıdı.

Bedir gazâsında 313 Eshâb-ı kirâm, 1000 müşrikle karşı karşıya geldi. Mekke müşriklerinden Utbe, Şeybe ve Velîd meydana çıkarak er dilediler. Peygamberimiz buyurdu ki:

- Ey Hâşimoğulları! Kalkınız, Allahü teâlânın nûrunu söndürmek için gelenlere karşı, Hak yolunda çarpışınız ki, Allahü teâlâ zaten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor. Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali! Kalk yâ Ubeyde bin Hâris!

Dengimiz iseniz...

Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Ubeyde miğferlerini giydiler. Meydana yürüdüler. Müşrikler dediler ki:

- Sizler kimlersiniz? Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız.

Eshâb-ı kirâm da; “Ben Hamza’yım! Ben Ali’yim! Ben Ubeyde’yim!” dediler. Bunun üzerine müşrikler cevap verdiler:

- Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı kabûl ettik.

Eshâb-ı kirâm, müşrikleri, önce îmâna da’vet ettiler. Onlar kabûl etmediler. Ondan sonra

Eshâb-ı kirâm, müşriklerin üzerine saldırdılar. Hz. Hamza ve Hz. Ali, Utbe ve Velîd kâfirlerini, anında öldürdüler. Hz. Ubeyde, Şeybe’yi yaraladı. Şeybe de Hz. Ubeyde’yi yaraladı.

Hz. Hamza ve Hz. Ali, Şeybe’yi orada öldürüp, Hz. Ubeyde’yi kucaklayıp Resûlullahın huzûruna getirdiler.Ebû Cehil, müşrikleri savaşa teşvik etmeye başladı. Her iki taraf bütün güçleriyle saldırıya geçtiler. Bu savaş her iki tarafın ilk büyük savaşıydı. Eshâb-ı kirâm, “Allah Allah” diyerek, tekbîr getirerek hücûm ediyordu. Hz. Hamza, her iki elinde birer kılıç ile çarpışıyordu. Peygamber efendimiz “Yâ Hayyu! Yâ Kayyûm!” buyurarak Allahü teâlâya yalvarıyordu.

Peygamberimiz, Eshâbını, böyle yiğitçe çarpışıyor gördükçe;

- Onlar, Allahü teâlânın yeryüzündeki arslanlarıdır, buyurarak onları takdîr ediyordu.

Allahü teâlâ, Peygamberimize yardım için melekleri de savaşa gönderdi. Eshâb-ı kirâm daha kılıcını vurmadan müşriklerin kellesi yere düşüyordu. Müşrikler bozguna uğradılar. Ebû Cehil de öldürüldü. Mekke’ye doğru kaçmaya başladılar. Hz. Hamza, Bedir’de fevkalâde kahramanlık gösterdi. Bedir savaşı, Peygamber efendimizin zaferiyle neticelendi. Eshâb-ı kirâmdan 14 kişi şehîd oldu.

Allahın arslanıyım!

Peygamber efendimiz, Uhud harbinde; Hz. Hamza’yı en önde zırhsız süvârilerin başında çarpışmakla vazifelendirdi. Hz. Hamza, iki elinde de kılıç olduğu hâlde;

- Ben Allahü teâlânın arslanıyım! diyerek, düşmanı önüne katmış, öldüre öldüre ilerliyordu.

Safvân bin Ümeyye, etrafındakilere, “Hamza nerededir? Bana gösteriniz!” diyor, savaş meydanını araştırıyordu. Bir ara gözleri, iki kılıç ile halkı kıyâsıya kesip biçen birini görünce sordu:

- Bu çarpışan kim?

Çevresindekiler dediler ki:

- Aradığınız kimse! Abdülmuttalib oğlu Hamza!

- Ben bugüne kadar, düşmanını öldürmek için saldıran, onun gibi hırslı, onun gibi gözüpek bir kimse daha görmedim.

Uhud’da herkes bütün güçleriyle çarpışırken, bir ara Resûlullah efendimiz ile Hz. Hamza arasında kimse kalmadı. Hz. Hamza, hiç arkasına bakmıyor, hep ileri doğru hücûm tazeliyordu.

Savaşın başlamasından o ana kadar tek başına 30 müşriki öldürmüştü. Bu sırada Siba bin Ümmü Ammâr; “Bana karşı koyabilecek bir yiğit var mı?” diyerek Hz. Hamza’ya meydan okudu. Hz. Hamza, “Demek sen Allaha ve Resûlüne meydan okuyorsun, öyle mi?” deyip onu da öldürdü.

Şehit oldu

Hz. Hamza büyük kahramanlıklar gösterdikten sonra bu savaşta Vahşî tarafından şehîd edildi.

Vahşî, Mekke’nin fethinden sonra, Tâiflilerle birlikte Medîne’de mescide gelip, îmân etti, affa kavuştu. Fakat Yemâme tarafına gitmesi emrolundu. Resûlullaha karşı çok mahcûb olup, başı önünde yaşadı.

Hz. Hamza şehîd olduğunda oruçlu idi. Hz. Peygamberimiz, kendisi için, “Seyyid-üş-Şühedâ = şehîdlerin efendisi” buyurdu. Ve cesedini meleklerin yıkadıklarını haber verdi.

Savaş bitmişti. Şehîdlerin yanlarına gidildi. Peygamber efendimiz, Hz. Hamza’nın mübârek cesedini görünce, dayanamadı. Ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak buyurdu ki:

- Ben, şu şehîdlerin, Allahü teâlânın yolunda canlarını fedâ ettiklerine, Kıyâmet günü şâhidlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, Kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır.

Daha sonra Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Bana Cebrâil aleyhisselâm gelip Hamza bin Abdülmuttalib’in göktekiler katında, “Allahın ve Resûlünün arslanıdır” diye yazıldığını haber verdi.

Hz. Hamza’nın ve diğer şehîdlerin cenâze namazları kılındı. Hz. Abdullah bin Cahş ile Hz. Hamza’nın cenâzeleri bir kabre kondu. Hz. Hamza, Hz. Abdullah’ın dayısı idi.

Ve Aleykümselâm

Hz. Hamza orta boylu idi. Kılıcını çok iyi kullanır pek mükemmel ok atardı. Pehlivanların pîri idi. Peygamber efendimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi idi. Peygamberimiz kabrini ziyârete gider, selâm verirdi. Mezardan, “Ve Aleykümselâm yâ Resûlallah” diye cevap gelirdi.

Hz. Fâtıma buyurdu ki:

- Birgün Hz. Hamza’nın kabrini ziyârete gittim. “Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın amcası” diye selâm verdim. “Ve Aleyküm selâm ve Rahmetullahi ey Resûlullahın kızı” diye mezardan cevap geldi.

Şeyh Muhammed isminde âlim bir kimse Hz. Hamza’nın kabrini ziyârete gitti. Selâm verdi. Mezardan, selâmına cevap verildi ve, “Yâ Şeyh Muhammed, bu sene bir erkek evlâdın olacak, ona benim ismimi koyunuz” dedi. O âlimin erkek çocuğu oldu ve adını Hamza koydu.

nihathatipoğlu.com
KurtAbi - avatarı
KurtAbi
Ziyaretçi
7 Mayıs 2007       Mesaj #169
KurtAbi - avatarı
Ziyaretçi
Peygamberimizin hanımlarından:
ZEYNEB BİNTİ CAHŞ


Hz. Zeyneb validemiz, Peygamberimizin halasının kızı olup, ilk iman edenlerdendi. Mekke'den Medine'ye hicret etti. Önceleri, Resulullahın azatlı kölesi olan Zeyd bin Hârise ile evli idi. Zeyd bin Hârise, Hz. Zeyneb'in hakkını gözetemediğinden ayrıldılar. Beni ona sen ver!
Resul aleyhisselam, halasının kızının durumuna üzülüp, onun şerefini iâde etmek ve onu üzüntüden kurtarmak için, Hz. Zeyneb'i nikâh etmek istedi.
Hz. Zeyneb bunu işitince, sevincinden iki rekat namaz kılıp, şöyle duâ etti:
- Ya Rabbî! Senin Resulün beni istiyor. Eğer onun zevceliği ile şereflenmemi takdîr buyurdun ise, beni ona sen ver!
Duâsı kabul olup, Ahzâb suresinin otuzyedinci ayet-i kerimesi gelerek, buyuruldu ki:
- Zeyd, onun hakkında istediğini yaptıktan sonra [yani Zeyneb'i boşadıktan sonra], biz, onu sana zevce eyledik.
Hz. Zeyneb'in nikâhını Allahü teâlâ yaptığı için, Resulullah ayrıca nikâh yapmadı. Hz. Zeyneb bununla her an övünür ve derdi ki:
- Her kadını babası evlendirir. Beni ise, Allahü teâlâ nikâhladı.
O zaman otuzsekiz yaşında idi.
Hz. Zeyneb'in, Zeyd bin Hârise ile nikâhlanıp evlenmesi ile, eshab-ı kiram arasında eskiden kalma birçok örf ve âdetlerin ortadan kalkması sağlanmıştır. Mesela önceleri halk, evlat edinilmiş bulunan kimseyi, kendi öz evladı hükmünde zannederdi.
Cenab-ı Hak, son Peygamberi vasıtasıyla, bu hususu ortadan kaldırmıştır. Hür kimse ile köleyi aynı seviyede tutmuştur. Aradaki imtiyazı ortadan silip atmıştır. Hz. Zeyd gibi bir köleyi, Beni Hâşim ile aynı seviyeye getirmiştir.
Abdülhamid hânın hizmeti
Fransızların edepsiz şâiri Volter, Resulullahın Hz. Zeyneb'i zevceliğe kabul buyurmasını, tarihlere, vak'a ve haberlere taban tabana zıt ve uydurma, âdî ve alçak iftiralarla, şiir düzerek bir tiyatro kitabı yazmıştır.
Edebiyat ve fikir adamına yakışmayan bu çirkin, iğrenç yazısı, kendisini aforoz etmiş olan, büyük düşmanı papanın hoşuna gitmiş, kendisini okşayıcı mektup yazmıştır. Müslümanların halifesi Sultan İkinci Abdülhamid Hân, bu piyesin sahnede oynatılacağını işitince, Fransız ve İngiltere hükûmetlerine ültimatom vererek, hemen önlemiş, bütün insanlığı, yüz kızartıcı aşağılıklardan kurtarmıştır.
Hz. Zeyneb'in düğün gecesi, Peygamber efendimizin bir mucizesi daha görüldü. Duâsının bereketiyle az yemek çoğaldı. Bütün davetliler yediği hâlde, Enes bin Malik hazretlerinin annesi Ümm-i Süleym'in gönderdiği yemek, hiç azalmadı. Enes bin Malik, “Üçyüz kişi kadar yediği hâlde, Peygamber efendimiz, (Yemeği kaldır) buyurmasıyla, kaptaki yemeğin, ortaya koyduğum zamanda mı, yoksa kaldırdığım zamanda mı çok olduğunu anlayamadım” buyurdular.
Hz. Zeyneb, ihsanı, sadakayı pek çok severdi. El işlerinde de mahir idi. İşlediği şeyleri ve eline geçen herşeyi, akrabasına ve fakirlere verirdi. Resulullah efendimiz, Hz. Zeyneb için buyurmuştur ki:
- Zevcelerim arasında, bana en önce kavuşacak olanı, eli uzun, yani eli açık, cömert olanıdır.
Hepsini dağıtırdı
Hz. Zeyneb, Peygamber efendimizin pek çok iltifatına kavuşarak, yüksek makamlara sahip oldu. Sadaka ve ihsanı o kadar çoktur ki; Resulullah efendimizin vefatından sonra, halife Hz. Ömer, Peygamberimizin hanımlarının her birine onikibin dirhem verirdi. Bunu alır almaz, hepsini sadaka eder, dağıtırdı.
Nesilden nesile intikal eden menkıbede, Hz. Zeyneb, Hz. Ömer'den hediye gelince derdi ki:
- Buna benden daha fazla ihtiyacı olanlar vardır. Onu şuraya koyun, üzerini örtün.
Sonra bir başörtüsünü parçalayarak, onu kese yapar ve bu keselerle parayı akrabalarından muhtaç olanlara ve yetimlere dağıtır, sonra da elini kaldırarak buyururdu ki:
- Allahım, bundan sonra bana, Ömer'in hediyesini nasip etme!
Hakikaten o sene vefat etti. Resulullahtan sonra, Peygamberimizin zevceleri arasında, en önce vefat eden budur.
Yüreğimdeki ateş
Hz. Zeyneb, hicretin yirminci yılında, elliüç yaşında Medine'de vefat etti. Naaşının, Peygamberimizin Seriri üzerine konularak taşınmasını vasiyet ettiğinden, öyle yapıldı. Cenaze namazını halife Hz. Ömer kıldırdı. Tabutu Bakî kabristanlığına getirilirken, kardeşi Ahmed bin Cahş âmâ hâliyle ağlıyordu. Hz. Ömer, onun ağlamasını işitince buyurdu ki:
- Ey Ahmed, tabuttan uzaklaş! Cemaat seni sıkıştırmasın. Zeyneb'in tabutunu taşımak için kalabalık fazlalaşıyor.
Ahmed ise şöyle cevap verdi:
- Ya Ömer! Bu, her türlü hayır ve bereketi sayesinde kazandığımız kız kardeşimizdir. Bu ağlamam, yüreğimdeki ateşi soğutuyor.
Defnedileceği esnada, Hz. Ömer, Peygamberimizin hanımlarına, Hz. Zeyneb'i kimin kabre koyabileceğini sordu. Onlar da, “Sağlığında onu görmek, kimlere helal ise, kabrine de onlar girer, indirirler” cevabını verdiler. Bunun üzerine yakın akrabaları kabre indirdiler.
Hz. Aişe, Hz. Zeyneb'i çok medh ve sena ederdi. Onun hakkında buyurmuştur ki:
“İster dinî meseleler olsun, ister takva ve sadakat olsun, ister sıla-i rahm, yani akrabayı ziyaret olsun, isterse cömertlik ve fedakârlık olsun, Zeyneb'den daha iyi hiçbir hatun yoktur.”
"Resulullahın zevceleri içinde Zeyneb'den başka kimse, zat-ı saadetlerine yakınlık bakımından benimle boy ölçüşemez.”
“O saadetli ve iyi hatun aramızdan gitti. Yetimler ve dullar hamisiz kaldılar.”
“Allahü teâlâ, Zeyneb binti Cahş'a rahmet eyleye. Hakikaten dünyada onun mertebesinde hiçbir hatun yoktu. Hak teâlâ, Nebîsini onunla evlenmeye sevk eyleyip, Kur'anın bazı ahkâmını indirmiştir.”
Hz. Ümm-i Seleme de, Hz. Zeyneb hakkında, “Zeyneb, salih, oruç tutan ve ibadetle vakit geçiren bir hatundu” buyurdu.

En meşhur vahiy kâtibi Sahâbî:
ZEYD BİN SÂBİT


Sevgili Peygamberimiz, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, Müslümanlar, akın akın gelip bîat ediyorlardı. Bunlar arasında bir de, küçük çocuk vardı. Gözleri ışıl ışıl parıldıyordu. Peygamber efendimiz onun başını okşadılar. Bu sırada oradakilerden biri, Resûlullaha dedi ki: - Yâ Resûlallah! Bu çocuk, Neccaroğullarına mensuptur. Size indirilen, Kur’an-ı kerim âyetlerini ezberlemiştir.
Bunun üzerine, Peygamber efendimiz tebessüm ederek, çocuğa sordular:
- Senin adın ne, yavrum?
- Zeyd, efendim... Sâbit’in oğlu Zeyd.
- Ne kadar âyet ezberledin bakalım!
- 17 sûre, efendim.
- Bizlere, biraz okur musun?
- Peki efendim.
Kâf sûresini okudu
Bundan sonra, Zeyd, Eûzü-Besmele çekerek, şu meâldeki âyet-i kerimeleri okumaya basladı: (Gökten bereketli bir su indirdik de; onunla bahçeler, biçilecek taneler [buğdaylar] meydana getirdik. Ve tomurcukları, birbiri üzerine sıralanmış, uzun boylu hurma ağaçları yetiştirdik ki, kullarımız için, yiyecek rızık olarak yaratılmışlardır. Biz onunla, ölü bir memlekete can verdik. İşte kabirden çıkış da, böyledir.) [Kâf 9-11] Okuması bitince; sevgili Peygamberimiz pek memnun kaldılar.
Küçük Zeyd’in zekâ ve kabiliyeti karşısında buyurdular ki:
- Sen artık, Yahûdilerin dilini de öğrenmeye çalışmalısın! Çünkü biz mektuplarımızı, Yahûdilere emniyet edemeyiz.
Gerçekten, o zamana kadar, yabancılarla olan yazışmalarda tercümanlığı, ekseriya Yahûdiler yapıyordu. Onların arasında, yabancı dil bilenler fazlaydı. Bu sebeple Peygamber efendimiz, Müslümanların yabancı dil öğrenmesini teşvik ediyorlardı.
Vahiy kâtibi oldu
Sâbit’in küçük oğlu, çok kısa zamanda İbranîceyi, yâni Yahûdi dilini öğrendi. Hem okuyor, hem de mükemmel yazabiliyordu. Daha sonra, Süryanîceyi de öğrendi.
Onun bu çalışkanlığı ve zekâsı, kendisine çok şerefli bir görev kazandırdı. Allahü teâlânın Resûlünün kâtipleri arasına katıldı. Artık Peygamber efendimize gelen giden mektupları, o tercüme ediyordu.
Bir müddet sonra, Vahiy kâtipliği şerefine de erişti. Peygamber efendimize vahiy olunan Allahü teâlânın kelâmını da yazmaya başladı ve vahiy kâtiplerinin en meşhuru oldu.
Hz. Zeyd’in yaşı büyüdükçe; ilmi de, vazifeleri de büyüyordu. Artık Kur’an-ı kerimi tamamen ezberlemişti. Ayrıca, fıkıh üzerinde çok ilerledi. Savaşlara da katılıyordu. İlmiyle olduğu kadar, kılıcıyla da; din düşmanlarına karşı savaşıyordu.
Bir gün sevgili Peygamberimiz, Eshâbıyla oturuyorlardı. O sırada vahiy geldi. Derin bir vecd içinde kaldılar. Ayaklarının biri, Hz. Zeyd’in ayağı üzerine geldi. Mübârek ayağı o kadar ağırlaşmıştı ki, vahiy kâtibi kendi ayağını eziliyor zannetti. Az sonra bu hâlleri geçince, "Yaz, Zeyd" buyurdular ve mücâhidler hakkında indirilen şu âyet-i kerimeyi söylediler:
(Müminlerin; evlerinde oturanları ile, cihâda çıkanları, eşit değildirler.)
Mücâhidlerin şânı büyüktür
Hz. Zeyd yazıyordu. Cenâb-ı Hakkin bu mübârek kelâmını işiten, Ümmü Mektum’un oğlu Abdullah çok üzüldü. Çünkü, kendisinin gözleri görmüyordu. Ayağa kalkarak sordu:
- Yâ Resûlallah! Evet, mücâhidlerin şânı, böyle büyüktür. Lâkin bizim gibi, cihâda çıkmaya gücü yetmeyenler ne yapacak?
Tekrar vahiy inmeye başladı. Çünkü Peygamber efendimizin mübârek vücudu ağırlaşmıştı. O hâlleri geçince, tekrar Hz. Zeyd’e, "Yaz" buyurarak, biraz önce yazdığı âyet-i kerimenin devamını yazdırdılar:
(Mâzereti, özrü, engeli, sakatlığı olanlar hâriç... Bunlar dışında; savaşa çıkan ve çıkmayanlar, şüphesiz eşit değillerdir.)
Ümmü Mektum’un oğlu ve onun gibiler, bu habere derecesiz memnun oldular.
Uhud savaşında sevgili Peygamberimiz Zeyd bin Sâbit’i, Sa’d bin Rebî hazretlerini aramaya göndererek buyurdular ki:
- Şâyet bulursan, selâmımı söyle ve kendisini, nasıl hissettiğini sor!
Savaş meydanını dolaşan Hz. Zeyd, henüz 14-15 yaşlarındaydı. Aradığı zatı, kâfir ölüleri ve İslâm şehitleri arasında buldu. O da son nefesini vermek üzereydi. Yanına yaklaşıp dedi ki:
- Ey Sa’d! Resûl-i Ekremin sana selâmları var. Kendini nasıl hissettiğini soruyor.
Hz. Sa’d, o anda bile tebessüm ederek şöyle cevap verdi:
- Sen de, Peygamber efendimize, benim selâmımı arz et! Ben şu anda, Cennet kokularını duyuyorum. Medîneli Müslümanlara da şöyle ki, tek kişi kalsalar bile; Peygamber efendimize hizmette, kusur etmesinler. Yoksa özürleri, kabûl olunmaz.
Bunları söyledikten sonra ruhunu teslim etti. Birkaç yıl sonra Hz. Zeyd, bu büyük şehidin kızkardeşiyle evlendi.
Beraber yiyelim!
Hz. Zeyd, çoğu zaman sevgili Peygamberimizle beraber oluyorlardı. Bir seher vakti, erkenden Resûlullahın huzûruna geldi. Peygamber efendimiz birkaç hurma yiyorlardı... Selâmdan sonra, buyurdular ki:
- Gel, beraber yiyelim!
- Yâ Resûlallah! Ben, oruca niyetlenmek istiyorum.
- Ben de niyetleneceğim.
Beraberce, hurmayla sahur yaptılar. Sonra da, sabah namazına çıktılar.
Günler, ne de çabuk geçiyordu. İki cihân güneşi, bu dünyaya saadet ışıklarını saçtıktan sonra; âhirete teşrif ettiler. Artık Müslümanlar için tek teselli kaynağı, Peygamberimizin emirlerini yerine getirmekti. Çünkü O, Allahın emirlerini bildiren; en son ve en büyük Peygamber idi.
Fakat bu vefât üzerine, bütün kâfirler, dinsizler, müşrikler ümide düştüler! Hepsi birden, İslâma saldırmaya başladılar. Müslümanlar da, olanca güçleriyle karşı koyuyorlardı. İlk halîfe Hz. Ebû Bekir etrafında, bir hilâl gibi çepeçevre kenetlendiler.
Hâfızlar şehit oldu
Onlarla yapılan Yemâme cenginde, çok sayıda seçkin Sahâbe şehit oldu. Savaştan sonra halîfe, bir haberci yolladı. Hz. Zeyd’i çağırttı. Halîfenin yanında, Hz. Ömer de bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir, Hz. Zeyd’e buyurdu ki:
- Hz. Ömer, “Yemâme’de, 70’ten fazla Kur’an-ı kerim hâfızı şehit düştü. Korkarım öteki savaşlarda, kalan hâfızlar da şehit olurlar. İşte o zaman, Allah korusun Kur’an-ı kerim de, Yahûdi ve Hıristiyanların din kitapları gibi, noksan, eksik hâle gelir. Bu sebeple, şimdiden tedbir almalıyız. Allahü teâlânın kelâmını, sözlerini toplayalım ve yazdıralım” diyor.
Bunun üzerine Hz. Zeyd, Hz. Ömer’e sordu:
- Yâ Ömer! Sevgili Peygamberimizin yapmadıkları bir işi, bizler nasıl yapabiliriz?
Bu suâle, halîfe cevap verdi:
- Aynı şeyleri, Ömer’e ben de sordum. Fakat bana, “Efendimiz yaşarlarken, böyle birşey olamazdı. Olacağını düşünsek bile, o zaman Cenâb-ı Hak; bütün Kur’an-ı kerimi yeniden Resûlüne vahiy ile bildirebilirdi” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Hz. Zeyd dedi ki:
- Haklısınız.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Zeyd’e buyurdu ki:
- Ey Resûlullahın kâtibi! Sen zekî, bilgili ve genç bir Müslümansın. Hakkında hiçbir şüphemiz de yoktur. Bu zor işi, ancak sen başarabilirsin. Şânı yüce kitabımızı, toplayabilir ve bir mushaf hâlinde yazabilirsin. Zaten Peygamber efendimize vahiy olunan âyetleri de, yazmıyor muydun?
Hz. Zeyd çok şaşırdı! Doğrusu, bunu beklemiyordu. Dedi ki:
- Yâ Emîr-el Müminîn! Vallahi bana, bir dağı yerinden söküp kaldırmayı teklif etseydin; verdiğin bu emir kadar ağır gelmezdi!
Fakat Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:
- Bu, yapılması îcabeden bir iştir.
Hz. Ömer de ilâve etti:
- Çok şerefli bu vazifeyi, mutlaka yapmaya çalışmalısın!
Mushaf hâlinde yazdı
Hz. Zeyd, gerçekten şerefli ve gerekli olan bu işi; uzun çalışmalar sonunda başardı. O zamana kadar dağınık olan mübârek âyetleri, îtinayla topladı. Hepsini, bir Mushaf hâlinde yazdı. Halîfeye teslim etti. Böylece, ilk yazılı Kur’an-ı kerim mushafını hazırlama şerefi, ona nasip oldu.
Hz. Osman zamanında halîfenin emri ile yine Zeyd bin Sâbit başkanlığında bir heyet tarafindan çoğaltılıp, altı tane daha mushaf-ı şerif yazılarak, belli merkezlere gönderilmiştir. Böylece bu şerefli vazifeyi de yapmak ona nasip olmuştur.
Günler, her zamanki süratiyle geçip gitti. Hz. Ebû Bekir de, ömrünü tamamladı. Yerine, Hz. Ömer halîfe seçildi.
Fıkıh ilmini en iyi bilen
O da Hz. Zeyd’i, Medîne kâdılığına, hâkimliğine tâyin etti. Çünkü Peygamber efendimiz buyurmuşlardı ki:
(Fıkıh ilmini en iyi bilen, Sâbit’in oğlu Zeyd’dir.)
Abdullah bin Abbas hazretleri, geniş bilgisine rağmen Zeyd bin Sâbit’in evine kadar gidip, ondan istifade ederdi. Bir defasında Zeyd bin Sâbit hazretleri hayvanına bineceği zaman, üzengisini tutmuştu. Zeyd bin Sâbit hazretleri, buna mâni olmak istediğinde, İbni Abbas hazretleri demiştir ki:
- Biz âlimlerimize böyle hürmet ederiz.
Bunun üzerine Hz. Zeyd de İbni Abbas’ın elini tutarak öpmüş ve demiştir ki:
- Biz de Peygamber efendimizin Ehl-i beytine böyle hürmet etmekle emrolunduk.
Onun adâlet ve bilgisine; devrin halîfeleri bile, seve seve müracaat ettiler. Hükümlerine, rızâ gösterdiler...
Bir sene Arabistan’da, kıtlık başgösterdi. Hz. Ömer, Mısır’dan buğday getirtti. Fakat buğdayın hak geçmeden ve herkese yetecek şekilde dağıtılması, zor bir işti. Halîfe, bu zor iş için de, Hz. Zeyd’i vazifelendirdi.
Medîne kâdısı, herkes için vesika hazırlattı. Buğdaylar, tam bir adâletle dağıtıldı. Böylece o kıtlık yılı, hiçbir üzüntü ve şikâyete meydan verilmeden atlatıldı. Yermük zaferinde alınan ganimetler de, yine Hz. Zeyd tarafından, tam bir adâletle dağıtıldı.
Sonraki halîfe Hz. Osman, onun vazifelerini artırdı. Kâdılığa ek olarak, bir de, Beytülmal Muhâfızlığını verdi. O sıralarda, bir arkadaşına gönderdiği mektupta:
- Kardeşim Übey! Cenâb-ı Hak dilimizi, kalblerimize tercüman olarak yaratmıştır. Diline hâkim olamayan kimsede, akıl aranmaz. Kişi eğer, dilini serbest bırakır ve ağzına gelen herşeyi söylerse; kendi sözleriyle kendi başını kesebilir.
Kur’an-ı kerim öncedir
Hz. Zeyd 665 yılında vefât eyledi. Cenâze namazında, bir arkadaşı, "En büyük fakîh vefât etti" diyerek ağladı. Resûlullahın şâiri Hz. Hassân bin Sâbit, şiirler yazdı ve dedi ki:
- Hassân ve oğlunun vefâtından sonra, onlar gibi şâir nasıl yetişecek? Zeyd bin Sâbit’ten sonra, şiirlerimin mânasını kim anlayabilecek?
Tebük gazvesinde, Mâlik bin Neccâr’in sancağını, Ümâre bin Hazm taşırken, Resûl-i Ekrem, sancağı alıp, Zeyd bin Sâbit’e vermişti. Ümâre’nin, “Yâ Resûlallah, yoksa aleyhimde birşey mi duydunuz?” demesi üzerine de buyurmuştur ki:
- Hayır! Kur’an-ı kerim öncedir. Zeyd ise Kur’an-ı kerimi senden daha çok bilir.
İslâm ilimleri içinde en yüksek olanı, kıraat ilmiydi. Bu ilim sayesinde, Kur’an-ı kerim, bozulmaktan ve değişmekten korunmuştur. Bu ilmin mütehassis âlimleri, Kur’an-ı kerimin okunuş şekillerini kaydetmişlerdir. Böylece Kur’an-ı kerimin okunması hususundaki tereddütleri bertaraf etmişlerdir.
Kıraat âlimleri
Zeyd bin Sâbit hazretlerinin bu ilimdeki üstünlüğü, Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin ileri gelenlerinin îtirafları ve takdirleri ile sabittir. Eshâb-ı kirâm arasında kıraat ilminde imamlık derecesine yükselenler, Hz. Ebû Bekr-i Siddîk, Hz. Ömer bin Hattâb, Hz. Osman bin Affân, Hz. Ali bin Ebî Tâlib, Übeyy bin Ka’b, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes’ûd, Ebûdderdâ ve Ebû Mûsel-Es’arî’dir. Bunlar, Resûlullah efendimizden bizzat okuyuşlarını tasdik ettirenlerdir.
Hz. Ömer, Hz. Zeyd’in kıraatı ile Ubeyy bin Ka’b’in okuyuşunu karşılaştırır ve Hz. Zeyd’in okuyuşunu tercih ederdi. Çünkü o, Kureyş kıraatına tam uygun okuyordu. Bu itibarla onun okuyuşunu diğer okuyuşlara tercih etmek îcab ederdi. Bütün Müslümanlar, Medîne-i münevverede Hz. Zeyd’in etrafında toplanmışlar ve kendisi, bütün ilim ehlinin müracaat yeri olmuştur.
Zeyd bin Sâbit hazretleri, tefsir ilminde de çok ilerde idi. Vahiy kâtibi olmak şerefine sahip, fevkalâde zekî, Hulefâ-i Râsidîne yakın olmasından dolayı, birçok âyet-i kerimenin nüzûl sebebini bilir, hakîkat ve hikmetlerine vâkıf bulunurdu. Buyurdu ki:
- Eshâb-ı kirâm arasında bulunan birtakım kimseler, Uhud harbine giderken, yoldan geri dönmüşlerdi. Bunlar Abdullah bin Ubey bin Selûl’e tâbi üçyüz kadar münâfıktı. İnsanlar, bunların hakkında iki fırkaya ayrılmış, bir kısmı bunların öldürülmesini, bir kısmı da öldürülmemesini Resûlullahtan istiyorlardı. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzıl oldu.
(Size ne oluyor ki, o münâfıklar hakkında iki fırkaya ayrılmış bulunuyorsunuz.) [Nisâ 88]
Hz. Zeyd, hadis, fıkıh, ferâiz, ve fetvâ ilimlerinde de son derece bilgili idi. Resûl-i Ekrem efendimizden 92 hadis rivâyet etmiştir. Hz. Zeyd, rivâyet ettiği hadis-i şerifleri doğrudan doğruya Peygamberimizden işitmiş, Onun vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan da hadis-i şerif öğrenmişti.
İnsanlar bir tarafta...
Hz. Zeyd bin Sâbit, kendi bulunduğu bir mecliste, bir sahih hadis söylendiği zaman, onu derhal tasdik ve teyit ederdi. Nitekim bir gün Ebû Saîd-i Hudrî şu hadis-i şerifi rivâyet etmişti: Resûl-i Ekrem efendimiz Nasr sûresi nâzıl olduğu zaman, onu okumuş ve şöyle buyurmuştu:
- İnsanlar bir tarafta, ben ve Eshâbım bir taraftayız.
Sonra Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Fetihten sonra hicret olmaz, ancak cihâd ve niyet vardır.
Orada hazır bulunan Mervan bin Hakem, Ebû Saîd-i Hudrî’ye, “Yalan söylüyorsun” deyince, Zeyd bin Sâbit ve Râfi bin Hadic, “Ebû Saîd doğru söyledi” diyerek onun hakkında hüsn-i şehâdette bulunmuşlardı.
Hz. Zeyd, daha Hz. Ömer devrinde iken, ferâiz ile ilgili meseleleri bir araya toplamış, bu ilmin esaslarını, bizzat yazarak bir tertip ve düzene sokmuştur. Zaten bu ilimdeki üstünlüğünü, Resûlullah Efendimiz, "Ümmetimin içinde ferâizi en iyi bilen Zeyd bin Sâbit’tir" buyurarak tasdik ve taltif buyurmuştur.
İlmin yayılmasına hizmet etti
Fıkıh ilminin her meselesinde, Eshâb-ı kirâmın en yüksek müctehidlerindendi. Daha Resûl-i Ekrem zamanında fetvâ vermek şerefine kavuşmuştu. Fetvâları son zamanlarda büyük ciltler hâlinde toplanmıştır. Bütün Müslüman memleketlerinde yayılmış ve herkes bunlarla amel etmiştir.
Zeyd bin Sâbit hazretleri, Mescid-i Nebevi’ye geldiği zaman, müskülü olan ona gelir, meselesini sorar, cevabını alırdı. Onun namaz, hayvan kesimi, av hayvanları, hibe (bağış) ve ziraat ortaklığı meselesine ait fetvâları, fıkıh meselelerinin yazıldığı kitaplarda yer almaktadır.
Hz. Zeyd bin Sâbit, büyük işler başaran ve büyük hizmetler bırakan bir Sahâbîdir. Ümmetin ıslâhı hususundaki gayretleri, yerinde ve zamanında müdâhalelerle işleri yoluna koyma çabaları ve ilmin yayılması hususundaki çalışmaları gibi nice hizmetleri vardır.
Onun hizmetleri anlatılamayacak kadar çok ve büyüktür. Kur’an-ı kerimi tamamen ezberlemesi, emin bir kimse olması, güzel yazı yazması gibi birçok meziyetlere sahiptir. Zâten Resûlullah efendimizin zamanında vahiy kâtibi olmak şerefine kavuşmuştu.
Bütün Ehl-i Beyt ve Eshâb-ı Kirâm arasında, o derece üstün bir îtibara erişmişti ki, cuma günleri sokağa çıktıkları vakit, ilim ve irfânına hayran kalan Medîne ahâlisi, kendisini, tam bir istiyakla karşılarlardı. Halkın bu teveccühünden utanan Zeyd bin Sâbit hazretleri, hemen evine giderdi.
Bu hâlini soranlara buyururdu ki:
- İnsanlardan hayâ etmeyen, Allahtan utanmaz.
Zeyd bin Sâbit vefât edince, Ebû Hüreyre demiştir ki:
- Bu ümmetin âlimi vefât etti. Umulur ki, Allahü teâlâ, Abdullah ibni Abbâs’i ona halef buyurur.
Fıkıhta meşhur Sahâbîler
Enes bin Mâlik hazretleri, Peygamber efendimizin şöyle buyurduklarını rivâyet etmektedir:
(Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, Allahın dîni hususunda en şiddetlisi Ömer, en ziyâde hayâya mâlik olanı Osman ve ferâizi en iyi bileni Zeyd bin Sâbittir.)
Eshâb-ı kirâm arasında fıkıh ilminde dört Sahâbe meşhurdur. Bunlar, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Mes’ûd, Abdullah bin Ömer ve Abdullah bin Abbâs’dır. Bütün dünyaya yayılan fıkıh ilminin kaynağı bu dört büyük Sahâbîdir.
Son düzenleyen KurtAbi; 7 Mayıs 2007 17:51 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
13 Mayıs 2008       Mesaj #170
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
BERÂ' İBN ÂZİB
anarule
Ensar'dan olan bir sahabi. Babası Âzib olup Hâriseoğulları'ndandır. Künyesi Ebu Ammare'dir. Nesebi, Berâ' b. Âzib b. Adiy b. Ceşm b. Mecdia b. Hârise b. Haris b. Hazrec b. Amr b. Mâlik b. Evs'tir.
Hicret'ten önce müslüman oldu. Uhud savaşından itibaren bütün gazalarda bulundu. Sıffin'de Hz. Ali tarafında yer aldı. Resulullah'ın ashabından Medîne'ye ilk gelenler Mus'ab b. Ümeyr ile İbni Ummi Mektum'du. Bu zatlar Berâ'nın da bulunduğu Medineliler'e Kur'an okuyorlardı. Resulullah'ın bir gazvesine katıldı. Veda haccından önce Berâ, Hz. Hâlid b. Velid ile birlikte Yemen'e gitti. Daha sonra oraya gönderilen Hz. Ali ile geri döndü. Hz. Ali'nin hilafeti sırasında Kûfe'de bulunuyordu. Hicret'in yetmişüçüncü yılında orada vefat etti. Muhammed b. Mâlik, onun parmağında altın yüzük taşıdığını naklederek onunla olan konuşmasını anlatır:
"Herkes itiraz ederek niçin altın yüzük taktığını sorduklarında Berâ' cevaben Bir gün Resuûlullah ganimet dağıtırken elindeki altın yüzüğü bana verip, "Âl bunu, Cenâb-ı Hak ile Resulu'nüun sana taktığı bu yüzüğü parmağında taşı" buyurdular. Şimdi siz ne diye bana Rasûlullah'ın parmağıma taktığı bu yüzüğü çıkar diyorsunuz?" dedi.
Berâ, Hz. Peygamber'den üç yüzden fazla hadîs rivayet etmiştir. Bunlardan yirmiikisi Buhârî ile Müslim tarafından rivayet edilip muttefekun aleyhtir. Berâ'nın rivayetlerinden bazıları.
-Resulullah Medine'de on altı on yedi ay Beytü'l Makdis'e doğru namaz kıldı. Sonra bir ikindi namazında Kâbe'ye döndü.
- Yatarken abdest alıp sağ tarafa yat ve de ki: "İlâhî, kendimi sana teslim ettim. İşimi sana bıraktım. Arkamı sana dayadım. Çünki ümidim de sendedir, korkum da. Senden sığınacak yer varsa o da sensin. Senden kurtulacak yer varsa yine sensin. İlahi, indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim. " Şayet o gece ölürsen fıtrat üzere ölürsün. "
-" Şu yedi şeyi yap: Cenazeyi mezara kadar izle, hastayı ziyaret et, davete icabet et, mazluma yardım et, yemini kabul et, selâmı karşıla, aksırana dua et. "
Şâmil İA

Benzer Konular

13 Ağustos 2016 / KisukE UraharA Hayali Karakterler
25 Ağustos 2009 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
20 Aralık 2012 / asla_asla_deme Hz. Muhammed
25 Aralık 2008 / volkankız Cevaplanmış
3 Mart 2011 / Misafir Soru-Cevap