Arama

Anlayana - Sayfa 29

Güncelleme: 26 Kasım 2018 Gösterim: 623.447 Cevap: 3.995
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Ekim 2006       Mesaj #281
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Küçüklüğümüz bitip de aşkı kavramaya başladığımız yaşlara gelince-ki asıl küçülmeler burada başlıyor ya neyse-yalnızlığımızı kavramaya başlıyoruz.
Oysa biz(insanlar) çocukken de yalnızdık. Hanginizin annesi siz kırılan oyuncağınız için ağlarken ağladı sizinle? Ya da sizden başka kim katıla katıla güldü düşen birinin haline?
Sponsorlu Bağlantılar
Bizler çocukken de yalnızdık işte. En çok da ondan korkardım. Değişmedi korkularım o zaman da karanlıkta ağlardım. Düş gücüm derindi belli. Karanlıkta gördüğüm her nesneyi beni almaya gelmiş biri sanırdım. Oysa zaten karanlıktaydım. Kim nereye götürecekti ki beni? Olsa olsa zıtta: daha aydınlığa.
Sonra büyüdük(ellerimiz, ayaklarımız genişledi.) Aşık olduk. Vermeyi,verip de karşılık beklememeyi(!), affetmeyi iş bildik Aşkın içinde verdik de durduk Öyle verdik ki öyle sevdik ki “tükendim” dedik.
“Bana saygı göster” dedik. Dedik de karşımızdaki insan bize “gitmek istiyorum “(böyle demez kimse),”gideceğim(haber verir gibi bu şekilde gitmişse dönecektir),”hoşça kal” dediğinde saygı göstermedik. Suçladık da suçladık.
Öyle ya biz aşıktık.
Aşk neydi o halde?Karşılıksız veriyorum deyip sonunda verdiklerimizi anlatıp bir türlü alamadıklarımızı kusmak mı?
“Doğru insanı arıyorum”dedik.Doğru insan yok. Herkesin bir yerleri eğrildi sıcaktan. Sen de kimin neresi eğri diye değil de kimin hala neresi doğru kalabilmiş diye bak.
Bir de deriz ki:”Beni olduğum gibi kabul et” Sonra en yakın dostumuza dert yanarız. “Yok ben bunu adam edemicem, değişmio hep aynı” Biz olduğumuz gibi kabullenilmişiz işte. Adamın hareketleri bize orantılı değişmiyor. O da olduğu gibi.
En başta her şey güzel derler ya-ki ben başta da çirkin olanına rastladım-Sonra neden bozulur her şey? Rengarenk boyadığımız o tuvalin üstüne neden çamaşır suyu dökeriz ki?(Hem resmi mahvediyoruz hem de o koku dayanılır gibi değil)
Bir bir kavgalar oluyor sonra. Açılmayan telefonlar, yersiz toplantılar... Aldatıldığımızı düşünüp suçladığımız kaç anda biz bir başkasına beğeni ile bakıyorduk acaba?
Kurmaktan bıkmadığımız,kurulmaktan aşınmış bir cümle:”Benimle yeteri kadar ilgilenmiyorsun”( Ah bu cümleyi eski zamanda kurduklarımı hatırlıyorum da keşke olsalar da ilgilenmeseler. Bir köşede öylece dursalar. Keşke ilgilenmeseler de onlara ait olsam sadece.)
En son raddeye gelinmiş bir konuşmanın ilk adımı var bir de:” Beni boğuyorsun”(Adamın kötü bir espri yapası geliyor ya sen de yüzme bilseydin kardeşim. Öyle değil mi ama can yeleğinle açılsaydın denize)
Yavaş yavaş aşk yok olur. Hala direniş vardır. Aşk,savaş olmuştur artık. “Savaşma seviş” olmuştur “sevişme savaş”
Savaşırsın da neyle?(Çocukken plastik kılıcımızı karşımızda bir canavar varmış gibi sallardık ya üstüne terlerdik ne aptalca.)Sadece kendimizle savaşırız aslında. Takıntılarımızdan kurtulmaya çalışırız. Tek tarafın aşkının bittiği bir ilişkide karşıda savaşacak kimse kalmaz.İnsan koymuşsa kafaya bir kez “bitti “ diye reset tuşuna basamazsın. Adam oymuştur o tuşu,üstünü de bantlamıştır.
Anlayacağınız sizin program çöktü.
Ah az daha unutuyordum: “Benim sevdiğim kadar sevseydin...” Sevmedi işte. Aslında anlıyorum niye kurduğunu bu cümleyi. Beklersin o da senin için yaptıklarını anlatsın diye. Anlatmaz. İşte aranızdaki fark: o sadece anlatmaz. Sense iyilik yapıp denize,pardon,yüzüne atansın. Anlatırsın.
Adam sana susar. Susarken bile sana yardım eder adam. Eğer o susmasa sen anlatamazdın unutma.
Tek taraflı değildir hiçbir ilişki. Bir duvarı tek başına bitiremezsin. Mutlaka harcına biri karışmıştır. Anlıyorum duvarı yaparken üst üste son koydun tuğlaları, o bir el atmadım;ama düşündün mü o tuğlayı senden önce kim yaptı?
Doğru insan” dedim doğru insan...Bir gün az eğrisi buldu beni. Üzdüğünü inkar edemem(aslında üzmedi, üzüldüm)Doğru insan derken ben eğrildim giderek.
Ben hiç terk etmedim. Zorla terk edildim. Aşklarımı mahvettim. Bıktırdım, usandırdım kendimden.Büyüklüğümden değil(zaten kimse böyle düşünmemişti ki) küçüklüğümden,korkaklığımdan. Pişman olmaktan korktum hep. Böylece geçmişi suçlayacaktım.En avutucu söz: “elimden geleni yaptım”
Evet elimizden geleni yapıyoruz mükemmel yaşamlarımıza ulaşmak için. Elimize azıcık alıyoruz sonra da onu yapıyoruz,gerisini ardımıza saklıyoruz.
Mutluluğumuz için devamlı mutluluğumuzu erteliyoruz.
Kabul ediyorum aşk acısı acı.Ama onulmaz değil. Kaybettiysek bırakalım geçmişte kalsın. Geçmişe geçmiş olsun da gelecek bizim olsun.
Yarını kendine ada.
Ne kolay yitirdik zor elde ettiklerimizi. O kadar duvarı, dağı,tepeyi bir uçurumdan atlamak için mi tırmandık?
Erittim elimdeki,avucumdakileri. Sırf daha mutlu bir hayata ulaşmak için,sırf sevdiğim kadar sevilmek için.
Geç anladım sen dengeli seversen kimse dengesiz değil.
Ve tamiri geçmişe yapmayın geleceğe yapın. Sonra da o gelecekte yaşayın
....

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #282
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

.........
Sponsorlu Bağlantılar
En son ne zaman heyecana kapılıp göz bebekleriniz kızardı; en son ne zaman sevdiğiniz, aileniz, arkadaş veya dostlarınızdan birinin yüzüne karşı, onların gözlerinin içine bakarak, gülerek veya ciddi bir şekilde, bilerek veya bilmeyerek gerçeğe aykırı sözler sarf ettiniz. En son ne zaman karşınızdaki kişiyi olmayan bir şeyi ona varmış gibi gösterdiniz veya onu o şeyin var olduğuna inandırmaya çalıştınız. En son ne zaman yalanınız ortaya çıktığında inatla kendinizin haklı olduğunu ortaya çıkarmak için canla başla tartıştınız. En son ne zaman sevimli Pinokyo gibi yalan söylemekten burnunuz uzadı ve en son ne zaman yalancı çoban gibi insanları kandırma teşebbüsünde bulunup yalnızlığa itildiniz, sonrasında acı bir hüsrana uğrayıp zavallı bir durumuna düştünüz. En son ne zaman?

Söylenildiğinde bile insanda ürperti uyandıran bu "büyülü" kelime için neler söylesek az. İnsanın dili tutulup, onca kavram kargaşasında kendimize yakışan bir tanım aramakta zorlanırken, içinden çıkılması zor anlarımızda imdadımıza yetişen yine de o olur. Kendisi hakkında iyi duygular besleyemiyoruz; kötü bir alışkanlık/davranış olduğunu üstüne basa basa söyler; başkalarına, kendimizden küçüklerimize, çocuklara bu konuda öğütler veririz. Ama gelin görün ki, yine de bazı durumlarda naçizane kendilerine başvurmaktan kendimizi alamayız. "Denize düşen yılana sarılır" misali sımsıkı tutunuruz ona; hayat karşısındaki âcizliğimizin, korkaklığımızın, zaaflarımızın ispatıdır bir nevi.

Sözlük anlamıyla, aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz olarak tanımlanıyor yalan. Argoda ise, palavra olarak adlandırılıp, inanılması güç, yüksekten atarak söylenen abartmalı söz anlamına geliyor. Ancak kimine göre insanların size kötülük yapmasını engellemek için gerekli bir ihtiyaç; kişiyi küçülten ve zavallı durumuna düşüren, alışkanlık yapan bir hastalık. Gereksiz bir olgu olduğu söylense de ?bir sanat? olduğunu iddia edenler de var. Felaket tellallığı nitelemesinde bulunanlar, güveni sarsar diyenler? Kimine göre ise, yaşamı sürdürebilmenin temel biçimlerinden biri olup, insanın iç huzurunu ve güvenini sağlama almak amacıyla kullandığı bir savunma mekanizması?

"Dünya yalan söylüyor" diye haykırmıştı Mor ve Ötesi, Şair Özdemir Asaf, İlkin yalan söylemesini öğrendim/sonra yalan söylemesini öğrendim/dışımda ne oluyorsa, içimde ne varsa söylemesini öğrendim? dizeleriyle anlatır yalanın kaçınılmaz olduğunu. Kurban, aşkın bir yanılsamadan ibaret olduğunu varsayıp "Yalan dostum aşk diye bir şey yok" dememiş miydi?

Mantığın bittiği yerde duygu, duygunun başladığı yerde sevgi filizlenir. İnsan sevdi mi, değer verdi mi kendisi olmaktan çıkar, kendisini gerçek dünyanın dışında, hayal âleminde bulur. Mantığını bir kenara bırakır, duyguları davranışlarına, hislerine, ilişkilerine yön vermeye; etrafta sarhoş sarhoş dolaşmaya başlar. Aslında ortada dolaşan koca bir yalandan başkası değildir. "Seni seviyorum" derken, içimizde yarattığımız en güzel yalana övgüler mi düzüyor, sevmediğimiz halde, duygularımıza hâkim olamayarak sadece sevmek istediğimiz için mi "Seni seviyorum" diyoruz?

Yalanın çeşitleri

İki kişinin bir araya gelmesiyle başlar her şey. Baştan her şey güllük gülistanlıktır. Hatalar affedilir, görmezden gelinir, zoraki gülümsemeler yansır bütün yüzlere. Bir süre sonra iş artık her iki taraf için de çekilmez hale gelir. Kendisine yapılan akşam yemeği önerisinden hoşnut olmayan kadın/hanım, daveti yapan er kişiye "Bu akşam olmaz, çok önemli bir işim var." veya "Başkasına sözüm var" der. Daveti yapan kişi karşısındakinin yalan söylediğini anlar, daveti alan kişi de yalanının fark edildiğini algılar. İki taraf için de durumun bu şekilde algılanması uygundur. Daveti yapan kişi, mazerete uygun olarak ısrarını devam ettirir ve yoğun iş yaşamı ortamında herkesin programının kaçınılmaz olarak çok yoğun olduğunu söyler. Bu tür ortak yalanlar gündelik hayatımızda önemli yer tutar.

Doğruluğu ortaya çıkması halinde karşı çıkılmayan yalanlarımız vardır. Eşini terk eden birinin, bir parti veya kokteylde beraberliğini bitirmekten ötürü çok mutlu olduğunu sergilemesi gibi. Ancak görenler bunun doğru olmadığını bilirler ve kimse buna karşı çıkmaz. Terk eden kişi uzun süre dikkatlice izlendiğinde, söyledikleri ile iç dünyası arasında çelişkili bir durumda olduğunu gösterir ip uçlarına rastlamak mümkündür. Bu yalanın anlaşılması kimseye fayda vermeyeceği için kimse konunun üzerine gitmez.

Kimi meslekler vardır ki, o işi yapanlar için yalan bir hayat biçimi olmuştur. Mesleği gereği "profesyonel yalancı" olmak zorundadırlar. Politikacılar, diplomatlar, halkla ilişkiler şirketlerinin temsilcileri, reklamcılar, avukatlar, sihirbazlar, falcılar, eski eşya satıcılar (antikacılar). Bu kimseler, yalan söylemekte o kadar usta olmuşlardır ki; karşısındaki kişilere konu ile ilgili olarak bir şeyler anlatırken, onların hoşlarına gidecek olanları seçer, dinleyenler bunun doğruluğuna inanır ve onları dinlemekten haz duyarlar.

İşi yalan söylemek olmayan sıradan insanların, kendilerine küçük yararlar sağlamak için söylemiş oldukları büyük veya küçük yalanlar vardır. Bunlar fark edildiği zaman "yalan" diye adlandırılan adi yalanlardır.

Pembe yalanlar

Kendimizi masum olduğuna inandırdığımız "pembe" yalanlarımız vardır. Bütün çabamız karşımızdaki kişinin gönlünü hoşnut etmektir. Aslında hiç beğenmediğimiz halde, nasıl olmuş sorusuna cevaben vermiş olduğumuz çok güzel veya karşı taraf söylüyor diye, belki de söylemezsek incinir düşüncesiyle "Bende seni seviyorum" demek gibi. Hoşlanmadığımız bir ortamda bulunmamak için, "Çok isterdim ama önemli bir işim/toplantım var" şeklinde kaçamak yanıt vermemiz gibi.

Kadın kocasına onun pek de hoşlanmayacağı komşuların yemek davetinden veya bir partiden bahsetmemiştir. Kocasının haberi olmayan bu daveti öğrenince kızacağını düşünen kadın pembe bir yalana başvurur. Kadın, her şeyi açıkladığını ama onun TV'de maç izlediği için kendisini duymamış olabileceğini söyler. Böylece tatsızlık çıkmadan sorun çözülmüş olur.

Birçoğumuzun vicdanımızı rahatlattığı gerekçesiyle, böylece dürüst olduğumuzu düşündüğümüz ve pembe yalanlar adı altında kendimizi avuttuğumuz davranışlarımız vardır. Başkalarını üzmemek için, sosyal nedenlerden ötürü, terbiye adına birçok konuda duruma göre varmış veya yokmuş gibi yaparız. Bazen elimizde olmayan nedenlerle buna mecbur olduğumuzu söyler, yaptığımızın doğruluğundan emin bir şekilde kuşku duymadan, sorgulamadan inanırız ona.

Zamanla yalanlarımıza inanır, bizi rahatsız etmez kıvama geldiğinde hayatımızı o şekilde devam ettiririz. Çocuklarından seviştiklerini gizleyen veya bunu onlara söylemekte sakınca gören ebeveynler onlara "Seni dünyaya leylekler getirdi evladım" derken içleri ne kadar rahatsa; yine aynı anne babaların, çocuklarını iyi birer evlat olarak yetiştirmek adına, onları yalandan uzak tutmak için kullandığı "Yalan söylersen başına taş yağar, seni öcüler yer" gibi hiç olmayacak yalan sözler söylerken de aynı rahatlığı gösterebiliyorlar.

Beyaz yalanlar

Bir de kimseye zarar vermediğini düşündüğümüz 'beyaz' yalanlarımız vardır. İçinde az da olsa gerçeklik payı bulunan yalanlar? Peki neden beyaz? Saflığın, temizliğin simgesi olmasından mıdır nedir, beyaz yalandan, katışıksız renksiz sözler kastediliyorsa bunun bir anlamı olmalı(!)

Beyaz yalanların içinde en makul olanı hiç kuşkusuz kadınlara karşı söylenilenleridir. Kendisine iltifat edilmesinden hoşnut olmayan hiçbir kadın yoktur. Yeter ki içinde biraz gerçeklik payı olsun. Ancak hiçbir akli tutanağı olmayan beyaz bir yalanı en aptal bir insana yutturmak bile mümkün değildir.

"İnsan iltifata susuzdur" der Cemil Meriç. Sadece kadınlar mı iltifattan hoşlanır, erkekler dahil herkes beğenilmek ister, kendisine iltifat edilmesinden hoşlanır. Ama kimileri "İstemem yan cebime koy" gibilerinden böyle istekleri olduklarını gizlemeye çalışırlar. Yaptığımız en kötü bir şeyin bile fark edilmesini, birilerinin görüp bizi takdir etmesinden mutluluk duyarız. Üstümüze yeni bir şey aldığımızda, veya saçımızda, stilimizde bir değişiklik yaptığımızda tanıdığımız ortama girdiğimiz zaman düşüneceğimiz ilk şey "Acaba kimler fark edecek" diye merak ederiz. Böyle durumlarda "Nasıl olmuş?", "Yakışmış mı?" gibi sorularda realite ne olursa olsun "Evet çok yakışmış?", "Tam senin stiline uygun olmuş?" gibi cevaplar duymak birinci derecede beğeniyle karşılanır. Çünkü vereceği cevap, yarın aynı soruyu kendisi bir başkasına sorduğunda almak istediği cevapla aynı paralelde olacaktır.

Beyaz yalanlar bize toz pembe bir dünya oluşturma imkanı sağlar: Bir insanı mutlu etmek, dargın kimseleri barıştırmak, birinin veya kendimizin gururunu kurtarmak, işten atılmamak, dersten kalmamak, endişeli birisini rahatlatmak için iyi niyetle söylediğimiz cümleler veya girmesi gereken çok önemli bir iş, ameliyat veya sınavı olan birisine, morali bozulmasın diye bir yakınının geçirdiği trafik kazasının söylememesi gibi.

Başkalarına karşı söylediklerimizden çok kendimize karşı söylediğimiz yalanlarımız vardır ki bunlar en tehlikeli olanlarıdır. Önce kendimize karşı dürüst olmalıyız ki, başkalarına karşı aynı doğrultuna davranabilelim. Robinson Crusoe gibi ıssız bir adada yapayalnız yaşıyor olsaydık, muhtemelen yalan kavramına karşı çok yabancı kalırdık. Cuma'nın adaya gelişi, beşeri ilişkilerin dolayısıyla yalanın da başlangıcı olurdu.

Büyük yalanlar

Atatürk yaşasaydı bizim partili olurdu, memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz, ben öldürmedim ekmek mushaf çarpsın hâkim bey, başkasını üzmemek için yalan söyledim, kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim, bir oturuşta iki büyük rakı deviririm, Marlon Brando aslında müslümanmış fakat bunu gizliyormuş, bu fener üst üste çok rahat beş sene şampiyon olur, bu takım final oynar abi!, domatesler halden yeni geldi ablacığım!, çıtır çıtır gevrek simit!; seni ilk günkü gibi seviyorum karıcığım/kocacığım, niye kalktınız, ne güzel oturuyorduk?, bizim çocuğumuz aslında çok zekidir amcası ama birazcık tembeldir, önemli olan dış güzelliği değil, ruh güzelliği? gibi hayatımıza yerleşmiş, bir o kadar komik olan ve hatta efsane olmuş yalanlarımız.

Yalan nasıl anlaşılır?

Dürüst olduğumuzu sözlerimizle rahat bir şekilde söyleyebiliriz ancak beden dilimiz bizim ne kadar doğru olduğumuz konusunda ip uçları verir. Yalan söyleyen kişi konuşurken göz temasından kaçar, el ve kollarını az kullanır ve kapıya bakar. Karşısındaki insanla çok az fiziksel temas kurar veya hiç kurmaz. El ve kol hareketleri ile söyledikleri arasında zamanlama hatası vardır. Zaman zaman bilinç altında yatan duygu, düşünce dil sürçmesi olarak ortaya çıkar. İnsan yalan söylerken bilinçli bir çaba harcayarak yüz ifadelerini kontrol eder. Bir uzman, gözlemci dikkatli baktığında ses ve mimiklerden kişinin yalanı ortaya çıkarabilir. Ancak genel olarak düşünüldüğünün aksine, bir kişinin yalanını yüzüne veya gözüne bakarak anlamak pek kolay olmaz.

Yalan söylediğimizde sık sık ağzımızı ve burnumuzu elimizle kapatırız. Peki neden ağzımızı kapatırız? Yalan söylerken ağzımızdan çıkan kelimeleri tutmak ve yaptığımızı örtmek ihtiyacı hissettiğimiz için. Çocuklar da yalan söylerken elleriyle ağzını kapatır. Yetişkinler için elin ağza gitmesi tek başına yalanın belirtisi değildir. Hata yapmaktan korktuğumuz anlarda, söylediklerimizden şüphe ettiğimizde, vakit kazanmak istediğimizde de elimiz ağız çevresinde olabilir.

Yalan söylerken elimizi burnumuza götürmemizin en önemli nedeni fizyolojiktir. Çünkü yalan söylediğimiz anda insanın bedeninde, onun huzurunu kaçıracak birçok fizyolojik değişiklik olur. Kan basıncı yükselir, kalp vurum sayısı artar, ter bezi faaliyetlerinin artması gibi yalan söylerken kaydedilen fizyolojik değişikliklerin yanı sıra burunda bir kaşınma duygusu meydana gelir. Coldoni?nin ünlü masalında yalan söyleyen Pinokyo?nun burnunun büyümesi de bu yüzdendir.


Yalan söyleyen kişi konuşmasına, "Yanlış anlamanı istemem ama? gibi bir cümleyle başlar ve "Gerçeği söylemek gerekirse?", "Dürüst olmak gerekirse?", "Neden yalan söyleyeyim ki?" gibi cümleler kullanır. Sorulan sorulara doğrudan cevap vermek yerine ima yoluyla anlatmaya çalışır.

Yalan iyi midir, kötü müdür?

Yalanı kendisi için alışkanlık ve bir hayat biçimi haline getirmiş olanların dışında yalan genelde toplumumuzda hoş karşılanmayan ve kötü addedilen bir davranıştır. Shakespeare "İyi veya kötü diye bir şey yoktur, sadece insanların fikirleri vardır?" der. Bu düşünceden hareketle yalanın iyi veya kötü olması göreceli olmakla birlikte, yalanın ortaya çıkması ile ortaya çıkacak olumlu veya olumsuz sonuçları nasıl algıladığımız önemlidir. Yalan söylenildiğinde değil de, yalanın anlaşılması sonucunda ortaya çıkacak olumsuz durumlar acı, mutsuzluk, vb. yalan söylenildiği için değil, yalanın anlaşılması sonucu meydana gelmiştir. Eğer yalan anlaşılmasaydı, yalana maruz kalan kişi hayatını mutlu bir şekilde devam ettirecekti. Gururumuz söz konusu olduğunda ve karşı tarafa bir zarar vermediği takdirde söylenebilecek sıkı bir yalan, ortaya çıkmasında çevreye vereceği olumsuz sonuçları olan tutarsız bir yalandan daha iyidir.

Yalan söyleyin!, söylemekle söylememek arasındaki farkı anlamak için bir deneyin. "Bu güne kadar hiç yalan söylemedim?" demeyin. Hiç farkında olmadan yalanın içinde buluveriyoruz kendimizi, biz ne kadar kendimizi onun dışında tutmaya çalışsakta o bizi inatla kendisine çekiyor. Zaten bütün kötüler öyle değil midir, iyiler her zaman kötülerin karşı konulmaz cazibesine kapılmaz mı?

Bu yazıda okuduklarınızı beyninizin bir kenarına bırakın, bugüne kadar söylediğiniz bütün yalanlara da sünger çekin; endişelenmenize gerek yok, çünkü söylediğiniz bütün yalanlar da koca bir yalandı. Kim bilir, yalanın kendisi de bir yalandır. Korkuyorum, yalan üzerine yazılmış bu yazıda mı bir yalandı, ya bu yazıyı yazan, ya okuyanlar, onlarda mı yalan? Yalan Allah'ım! Her şey yalan! "Dünyada ölümden başkası yalan?"

mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #283
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
GüvenmiyorumTanımazdım insanları,
bilmezdim yaşamayı,
dolaşırdım yeryüzünde,
duygusuz, gamsız.
Gözlerim anlamsız bakardı dünyaya,
göremezdim güzellikleri.

Bir gün,
dolaşırken yine pervasız,
takıldı kaldı gözlerim,
dalmışım…
Bu ne güzellikti tanrım.
Bir gül bahçesiydi karşımda duran,
rengarenk.
Ve bülbüller,
muhabbetin doruğunda
gülün dalında.

İşte o an anladım herşeyi.
İlk gördüğüm güzele vuruldum.
Can dedim, dost dedim, sevgiden bahsettim.
Anlatabilmiştim derdimi,
şükürler olsun.
Yakalamıştım mutluluğu,
tutuyordum avucumda,
sımsıkı, kaçmasın diye.

Her şey ne güzeldi,
Güneş daha parlak,
yeşil daha yeşil,
mavi deniz, mavi gök
bir başka maviydi.

Yağmur çiselemeye başladı tatlı, tatlı
birden sağanak halini aldı,
aldırmadım.
Islanmıyordum çünkü.
Umurumdamı ki, yağsın.
Ama;
Avuçlarım sırılsıklamdı,
şaşırdım.
Açtım ellerimi, bakakaldım.
Erimişti mutluluk, bir anda.

Şimdi,
yine yeryüzündeyim,
yine duygusuz, yine gamsız
eskisi gibi.
Tek fark var;
İnsanları tanıyorum artık.
Ama güvenmiyorum…
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #284
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
BİR GÜN

Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde
Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa
Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde
Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa
Bil ki seni düşünüyorum

Bir vapur yanaşırsa rıhtımına bin,açıl
Örtün karanlıkları masmavi denizlerde
Ve dinle kalbimi bak nasıl çarpıyor nasıl
O bütün özlemlerin koyulaştığı yerde
Bil ki seni bekliyorum

Bir sabah gün doğarken aç perdelerini,bak
Sevinçle balkonuna konuyorsa martılar
Kendini tadılmamış bir hazza bırak
Dökülsün dudağından en mutlu şarkılar
Bil ki seni istiyorum

Gecelerden bir gece uyanırsan apansız
Uzaklarda elemli, garip bir kuş öterse
Bir ceylan ağlıyorsa dağlarda yapayalnız
Ve bir gün kalbimde sarı çiçek biterse
Bil ki seni seviyorum


Ümit Yaşar OĞUZCAN
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #285
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bahar vakti ayrılık, olacak iş mi bu şimdi. Vakit gecenin bilmem kaçı, kaçı kaç geçiyor, kaça kaç var umurumda değil!
Uykusuzluğun buruk tadına ve eskittiği tenime alışalı epey oldu. Sabaha erken uyanıp buluşacağım biri yok nasıl olsa..
Gecelerimin uykusuzluğunu takan yok.Ama olsun, gecelerim ve rüyalarım
artık yalnız bana ait, yalnız gönlümle yaşadığım vuslat. Ruhum ve bedenim başbaşa halleşmekteler.
Gün boyu yavan kalabalıklar arasında birbirinden uzak iki aşık gibi ruhum ve bedenim, gecenin geç sabahın ilk saatlerinde vuslattalar.
Bu gün şehri baştan aşağı yalnız dolaştım, hoş hep yalnızlıkta geçti ya
ömrüm, yine yalnızdı bahar akşamlarında düşüncelerim.
Kimseye ilişmeden bir ruh gibi dolaştım parklarda.Kimse benigörmüyordu, sesimi duymuyordu,
ama ben insanların bedenlerini geçiyordum,ağaçların damarlarını sayıyordum,
hatta park bekçilerinden korkmadan salıncaklara biniyor, çocukları öpüyor, minikleri tahteravalliye oturtuyor,
yürüteçlerdeki bebekleri öpüyordum.
Olacak iş değil ama, sanki bütün yüreklere bir humma inmiş gibiydi,bütün yüreklerin bir damarı tıkanmıştı,
halbuki bu bahardı, aşk zamanıydı.
Gözlerinin içine giriyordum insanların, yüreklerinin, beyinlerinin en derin noktalarına,
duygularının en mahrem olanlarına kadar bir şey arıyordum, aradığım bir şey vardı bende olmayan.
İnsanlar gülüyor, şakıyor, eğleniyorlardı zahiren ama içlerde, gerilerde, derinlerde ise hep o boşluk vardı.
Kulak kabarttığım konuşmalarda sanki utanılıp söylenmeyen ayrılık şarkıları seziyordum, ya da
yanyana yürüyen aşıkların aralarında siyah perdeler görüyordum habire..
Belki de böyle bir şey yoktu da hislerim bana böyle söylüyordu, kimbilir..
Çay bahçelerinde insanlar masalarda hep tek başlarına oturuyordu. Çay değil zehirdi sanki içtikleri.
Son yudumda garson yenisini getiriyor, bir daha bir daha...
Herkes çay bahçesinin altındaki limandan çıkan gemilere biniyor, uzaklaşıyor,
kaybolma noktasında koynunda getirdiği dinamiti ateşleyip gemiyi batıran hasta ruhlu kaptanlara benziyordu.
Ve her kadeh, her damla intiharı masum kılmak adına yudumlanıyordu...Kül
tablalarında üçlü beşli izmaritler. Her bir parça tütünün çığırtısını duyuyordum, feryadını hissediyordum, içim eriyordu...
Ayrılık vardı o iç çekişlerde, acaba tütün çığlıkları daha mı güzelleştiriyordu acıları, ayrılıkları, kimbilir..
Yoksa bu kadar insanın hepsi birden sadomazoşist olamazdı.
Ayrılıktı gördüğüm bütün manzara, hani dalganın kayalardan geri tepmesi bile ağlatacaktı beni.
İnsanlar birbirine daha bir dargındı bu gün.
Bahar vakti ayrılık, olacak iş mi bu şimdi.
Niye vuslat dururken ayrılık, niye dağları delen Ferhatcasına ihtirasla istenen birliktelikler, böyle çekilmez saatlere dönüyordu!
Bilmem ki niye sönerdi her Leyla'nın yaktığı harlı ateş. Ve Kays'ı yakan efsunlu bakışlar anlamsız kalmaya mahkum mu hep!
Acaba her sevdaya nazar mı değerdi, yoksa ayrılık mıydı Belkıs'ın aşkını sevda deminde tutan sır..
Şarkılar, ah bütün şarkılar ayrılık söyledi durdu. Aşkı anlatmak için ayrılık güfteleri, her yanda ayrılık kokuyordu artık..
Ayrılık rüyalarıma kadar uzatmıştı vebalı elini, vuslat umduğum tek yer olan rüyalarım bile artık beni mutlu etmiyordu,
aşkımı getirmek şöyle dursun, rüya meleğim bile, bir ayraç vazifesi görüyordu. Bu yüzden uyumaktan kaçar oldum günlerdir.
Yok yok, hayır, bahar vakti ayrılık, olacak iş mi bu şimdi!
Belki içimdeki ayrılık rüzgarlarının ürpertisinden kurtulmak, yalnızlığımı paylaşarak acımı hafifletmek için hislerimi insanlara,
mutlu çoğunluğa yansıtıyorum.
Güzel ve mutlu insanlar, kendi karmaşamdan korkup sizleri acılarıma ortak ettiğim için beni affedin.
Sevin, mutlu yaşayın, aşksız kalmayın.
Bahar vakti ayrılık, olacak iş mi bu şimdi..
Bana gelince....bilmiyorum. Benim için de bahar vakti, bahçedeki ağaç benim için de açtı, otlar ve böcekler benim içim de sevişiyor, güller benim için de salıyorlar havaya kokuyu.
Ama biryerlerden ayaz esiyor, üşüyorum, duygularım yıkılmazsa eğer ben de sevmeye devam edeceğim.
Sevmekten vazgeçmek istemiyorum çünkü.....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #286
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İliklerimde yalnızlığın sızısı,
Dağlarca yükselirken,
Titreyen sesimle türküler söylerim.
Bağrımda taşırım sancısını ayrılıkların
Ve
Buruk kavuşmaların
Ve
Özlemlerimi dindirmenin sarhoşluğunu.
Sabahlara inat, akşamlardı seni alıp götüren,
Sevgiye mahkumluğumdu,
Acılarımı içime çöreklendiren.
Güneş renginde girdin dünyama,
Cansuyumdun ölüme ramak kala.
Işığımdın ıssız gecelerimde,
Çatışmaların esrarında harcadın beni,
Törelerinde yüreğinin.
Toprağına düşen farklı renkte çiçeği,
Derin kökler salan, yaşlı ağaçlarına kabul ettiremedin.
Arayıştaydın bunca zamandır,
Varamadın hazzına, bir yürek gibi atmanın.
Yüreğinin sesini dinlediğinde,
Duyduğumuz ses aynı dilde.
Yaşlı ağaçlarının uğultuları,
Kükretirdi seni, avını parçalamaya hazır aslan gibi.
Ve Sevgimiz,
Hep karınca oldu gözlerinde,
Kolayca ezilebilen.
Gonca gülündüm oysa,
Hazırdım hep kaybolmaya, gözlerinin karasında.
Avuçlarında uzattın, bin yıllık kinli suyu,
İçmedim.
Burdayım, sen burdasın,
Ama yaralı,
Ver elini saralım yaraları.
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #287
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Geç kalan güneştir
Erkenden çekip giden de
Bir esinti savurur gönlümün yapraklarını
Kurumuş ve her an dağılmaya hazır
Herbir yaprak meçhul ayaklar altında
Paramparça.
Hazan mevsimi midir gökyüzünü kızıla boyayan
Yoksa benim kanayan yüreğim mi
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
7 Ekim 2006       Mesaj #288
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Bekliyorum,
Öyle bir havada gelki
Vazgeçmek mümkün olmasın
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Ekim 2006       Mesaj #289
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bekle...

Bekle....Dur hemen gitme ne olur...
Şiirler yazacağım sana hiç duymadığın,
Ta yüreğimin derinliklerinden gelen.
Şarkılar söyleyeceğiz daha seninle,
Hüzün, hasret ve sevda üstüne.
El ele tutuşacağız.
Kalbimdeki yangını elimden hissedebilmen için..
Dur , gitme hemen!
Daha öpüşeceğiz, içimiz bir hoş olacak...
Yaşadığımız her şey gibi...
Dur...Daha Istanbul'u yaşayacağız seninle.
Kızkulesi'nden bakacağız Istanbul'a
Hani sanki bir masal ülkesinden.
Sevgi sözcükleri fısıldayacağız birbirimize
Mehtap diyeceğiz, yıldız diyeceğiz, deniz diyeceğiz.
Dur hemen gitme ne olur...
Daha sevda diyeceğiz.

15.12.2000
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ekim 2006       Mesaj #290
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Islanıyorum,denizin üzerinde martılar uçuşuyor . Küle batırılmış tenlerinde yağmur kokusu.
Dalgaların kat kat yükseldiği bir ummanla boğuşuyorum . Bulutların makyajı akıyor içime , ve ben yüzümü ayrılıkla yıkıyorum.
Yolların saçlarına yapraklar yapışıyor , karıştırıyorum geceyi suskunluğun ertesinde , ufkadalıyorum.
Bastığım kumsalda deniz iyot karıştırıyor ruhuma.
Acılarıma ayaklanıyorum.
Seninle başlıyorum zamanın diğer yarısına.Kapıların ardında yanan ışıklardan bir hüzme oluyorum dudaklarına.
Sadece izi bulunmayan bir hasret kalıyor bana , ucu yanık elektronik postaların köşelerinden.
Dalıp gidiyorum yosunların kimsesizliğine . Sanki hiç olmamış gibi balık oluyorum.
Yüzgeçlerimde oksijen baloncukları dans ediyor . Yeryüzünü göremiyorum . O masmavi rengi , sanki artık hiç tanımıyorum.

Ne okuyorum sonrasında , nede yazabiliyorum aşkı sana. Sen anlatıyorsun bana , ben iki elimi bırakıp yangın yerinde , yani yüreğimde hiç yazmayan bir kalemin
alışılmadık gölgesinde , sana çoğalan düşlerimle seni dinliyorum.
Sevmeliyim diyorum seni aklıma zıpkın gibi girdiğin uzaklardan . Görmeliyim diyorum . Daha çok içime çekebilmeliyim seni . Derken ucu bucağı sınırsız bir okyanus
sessizliğinde seni buluyorum . Sor beni yalnızlığa diyorum . Daha önce yazdığım gibi . Anlatsın kaç iklimi sırtımda taşıdığımı sana . Bilmezsin biliyorum.
İlmek ilmek saçlarına dolanan yıldızlara bakıyorum . Göz kırpıyorum belkide sana . Bir yanda yankısı vücuduma mimlenen derin bir sabrı tırnaklıyor gözlerin,
diğer yandan uğultusu başımdan hiç eksik olmayan rüzgarlarına tutunuyor ellerin.
Hiç bulut olurken gördünmü sen beni.
Güne uyanan sevinçlerini kumlara bıraktınmı yakamoz parıltılarının peşisıra.
İskele ayaklarına yaslanıp çaresizliğe verdinmi yüreğini.
Denize karşı,
Hiç deniz oldunmu sen benim gibi.

Günün en sakin zamanlarında hoyrat bir alışkanlığa terkettiğim hatıralarımı çalıyorum aşktan yana . Serenad öykünmelerinde paranoya kurgularına gömülüyor tutkularım . Bir varım bir yokum . Yokluğunun çoğuluyum.
Özlemek sol yanımda ağrısı dinmeyen bir yarayı deşiyor hesapsızca. Çekip vursalar beni bu saatten sonra , yinede illaki sen diyorum.

Dalgalar yüzümde yıkıyor suskunluğun kalelerini . En olmadık anda tutuyorum kendi ellerimden sana geliyorum.
Varmısın diyorum , varmısın yalınayak koşmaya hayata . Cam kırıkları ile kaplanıyor hayallerim . Varmadan daha sabaha.
Eski bir evin çatı arasında tozlanıyor ışığın avcundaki silüetler.
Kitaplar bir kaldırılıyor , bir çıkarılıyor aşk adına . Şiirler bir yazılıyor bir siliniyor sevdaya infaz edilen uykularına.
Nefes nefese kalıyor yüreğim . Neon ışıkları altında tenime bırakılan suskunluğun peşindeyim.
Yeryüzünü terkediyor gençliğim ve denizde balık olmayı bekliyor sendeki düşlerim.
Külbastı bir martıya yem olmadan,
Belkide bu son dileğim.