Arama

Kıssadan Hisseler - Sayfa 15

Güncelleme: 10 Aralık 2018 Gösterim: 77.183 Cevap: 180
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
30 Haziran 2006       Mesaj #141
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
>Genç bir delikanlı senelerce yurt dışında
> >>okuduktan sonra vatanına
Sponsorlu Bağlantılar
> >>ateist olarak geri döner. Üç sorusuna hiç
> >>kimse cevap veremediğinden dolayı
> >>canı gayet sıkıntılıdır. Ebeveyni
> >>oğullarına yardım etmek niyetiyle büyük
> >>ilim sahibi olan köyün hocasına
> >>götürürler. Hoca ve delikanlının arasında
> >>geçen dialog şöyle devam eder.
> >>
> >>Delikanlı: Kimsin sen? Sorularıma
> >>cevap verebilecek misin?
> >>Hoca: Allah'ın bir kuluyum ve
> >>Onun izniyle sorularına cevap
> >>verebileceğim.
> >>
> >>Delikanlı: Emin misin? Proferserler
> >>bile cevap veremedi bana.
> >>Hoca: Allah'ın izniyle cevap vermeye çalışırım
> >>
> >>Delikanlı: 3 sorum var
> >>1. Allah yaşıyor mu? öyle ise,
> >>şeklini bana göster
> >>2. Takdir (kader) nedir?
> >>3. Eğer şeytan ateşten yaratıldıysa
> >>neden cehenneme yollanıyor, cehennemde
> >>ateş dolu değil mi? Ateş ateşi nasıl
> >>yaksın. Tanrı bunu düşünemedi mi?
> >>
> >>
> >>Bu arada, aniden bizim hocamız
> >>delikanlının başı üzerinde bir saksı
> >>kırar.
> >>
> >>Delikanlı canı yana yana sorar; Neden
> >>sinirlendin ki?
> >>Hoca: Sinirlenmedim. Bu benim üç
> >>soruna bir cevabım der.
> >>
> >>Delikanlı: Hiç birşey anlamadım.
> >>Hoca: Nasıl hissetin kendini saksıyı
> >>başında kırınca
> >>
> >>Delikanlı: Tabii ki, fena
> >>bir acı hissettim.
> >>Hoca: Yani, acının varlığına inanıyor musun?
> >>
> >>Delikanlı:
> >>Evet
> >>
> >>Hoca: Bana bu acının şeklini göster ozaman!
> >>
> >>Delikanlı: Gösteremem.
> >>
> >>Hoca: Bu benim ilk cevabım. Herkes
> >>Allah'ın varlığını hisseder ama
> >>Allah'ı göremez.
> >>
> >>Hoca: Dün gece rüyanda benim
> >>başında saksı kırdığımı gördün mü?
> >>Delikanlı: Hayır.
> >>
> >>Hoca: Bugün böyle birşey ile
> >>karşılaşacağını hiç düşündün mü?
> >>aklından geçti mi?
> >>Delikanlı: Hayır
> >>
> >>Hoca: Bu işte takdir dir (kader)
> >>
> >>Hoca: Biz neyden yaratıldık?
> >>topraktan yaratılmış değil miyiz ?
> >>Delikanlı: Evet böyle denir.
> >>Hoca: E o zaman ? Saksıda topraktan
> >>yapılmadı mı? Allah isterse ateşten
> >>yaratılan şeytanı ateşin içinde
> >>cezalandıramaz mı?
> >>


Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:56
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Temmuz 2006       Mesaj #142
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şüphesiz bununla fizikî ihtiyarla mayı kastetmiyorum. Bu tâbirle, bir zamanlar canlı, heyecanlı ve deli-dolu küheylanlar gibi(!) koşturan, ama bir dönem sonra bir şekilde soğuyup “ buz ” kesilen birtakım hissiz, duygusuz, sönük ve ne hâle geldiğinin farkında olmayan bahtsızları dile getirmek istiyorum. Biliyorum bu satırlarda çok küçük bir azınlıktan bahsedeceğim. Ancak bu, tedbir ve teyakkuz alınmazsa herkes için mukadder ve acı bir son olabilme ihtimalini de içermekte. Her ne kadar, sanki birileri îmâ ediliyor gibi gözükse de muhatap nefsimizdir; ve şefkatimiz îcâbı muhayyel bir kısım şahsiyetleri sarsıp bu merhamet atmosferine tekrar celbetme ameliyesidir. Vefâ ve uhuvvet toplumuna da zaten bu yakışır. Rabbimiz şâhit, herkesin zangır zangır titremesini gerektirecek bir mesele bu. Nefse güven yok. Sadece Rahmeti Sonsuz'un lütfu ve Kâinâtın Efendisi'nin şefâati sayesinde belki düşmeyiz, ümidindeyiz. “ Herkes yahşî men yaman ” türküleriyle büyütülmüş bir nesil olarak, bütün sonsuzluk yolcularının ellerinden öpmek bizler için şeref. Yoksa en büyük dert omuzlarımızdayken kimin âkıbetiyle uğraşalım ki! Belki de bu satırlar, belli zaman dilimlerinde müşâhede edilen onlarca örneğin bileşkesinden yansıyan bir ruh hâletinin eseridir.
Onlar, şimdilerde rûhen ihtiyar ! Hizmet, kazanma kuşağı, tohum atma mevsimi, ızdırap, omuzlardaki ihsan-ı ilâhi yükler… onlar için hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Eski samimiyet ve heyecandan eser yok. Bir zamanlardaki disiplin ve enerjileri, birtakım seçkin vasıfları eriyip gitmiş. Dünya nimetleri, makam, mevki, para veya eş, onları değiştirmiş; kısacası dünya ağır basmış. Belki bir zamanlar bu, bütün insanlığı alâkadar eden önemli hareket vesilesiyle ufukları genişlemiş, gözleri açılmış. Ama şimdi gel gör ki, gözler, hiçbir zaman kapanmaması gereken kapıya kapanmış, ölçünün kaçırılmaması gereken “dünya”ya karşı da açıldıkça açılmış! “ Söyle Allah aşkına, bu yaptıkların bir yerlere gelebilmek için miydi! Şu hâlin onu göstermiyor mu! ” diyesi geliyor insanın, ama ne çâre!
Sponsorlu Bağlantılar
Yaş seksene dayandığı halde hiç ihtiyarlamayan, gayretiyle gençlere taş çıkartan babayiğitler de yok değil. Ama o birileri… yolda giderken “ bir yerlere ”, “ bir şeylere ” takılıp tökezlemişler. Ayrılamıyorlar bir türlü. Kendilerine yük (halbuki bir zamanlar o yükler onlar için bir şeref ti) verecek birilerinden kaçıyorlar köşe bucak. Yaklaşmıyorlar bu tür aktivitelere. Sanki onlardan zarar göreceklermiş gibi bir halleri var. Aklın sıra *****lanmış gibi tavırlar. “ Biz bu işleri çok iyi biliriz! ” bencil mülâhazaları! Bunlardan bazıları, sonradan buldukları şatafatlı dünyaya öylesine yapışmışlar ki, sanki bu işin bir tarafından tutsalar dünya nimetlerini ellerinden kaçıracaklarmış gibi bir sevimsiz tavırdalar. Kimisini ararsın “ öyle meşgulüm ki… ” nefsî bahaneleriyle başlar söze. Kimisi, “ ben de fakirlere yardım yapıyorum! ” zihniyetinde. Ama ne yazık ki kendilerini kandırıyor, “ kaçak ”ları oynuyorlar. Bilmiyorlar ki “ kaçkın ” damgası yiyiyorlar!
Kimbilir bir zamanlar en ağır yüklerin (o yüklere can kurban) altında inim inimdiler. Ama bir taraftan hizmetin zevkiyle şevk ü târâb içinde mânen sefâ sürüyorlardı. Her akşam “ o çay senin , bu çay benim ” küheylanlar gibi koşmak onlar için zevkti. Birtakım yüce idealleri, gökkuşağı gibi rengarenk hayalleri vardı. Zaman ilerledi, onlar, irade ve gayretiyle o hayalleri besleyemedi, oluşturdukları kabuğun içini dolduramadılar. Bir zamanlar, ellerinden tutup getirdikleri bir çay namzetleri ne, bu uçsuz bucaksız masmavi dünyanın tanıtımıyla gözleri ışıl ışıldı. İlk küreği onlar sallıyor, ilk harcı duvara belki onlar vuruyorlardı. Birileri onların “alo!” demeleriyle ayakta kalıyor, heyecan içinde bu hayırlı işe sımsıkı sarılıyorlardı. Her şey böyle gidemezdi. Burası imtihan dünyasıydı. Öncekilerin başına gelenler, onların da başına gelmeden Cennet'e girmek ne mümkündü! İllâ ki imtihan içre imtihana tâbi tutulacaklardı. Hayatın kanunu böyleydi. Çünkü Cennet ucuz değildi. “ Bir şeyler yaptım, onu elde ettim, şimdi de köşeme çekileyim! ” denemezdi. Böyle bir mülâhaza şeytancaydı ve insanın ayağını kaydırabilirdi. Hayatın sonuna kadar bu kulvarda ölesiye koşulmalı ve ötelere bu hâlet-i rûhiyeyle yelken açılmalıydı. Maalesef böyle gitmedi. Bağ-u bahçeyi hazan vurdu. Aşk u şevk ve büyük idealler bir bir kurudu…
Şeytan boş durmayacaktı. Ya birisine “ gıcık! ” kaptıracak, ya bir aksilik, ya da bir eksikliği müşâhede edecek, ya birisi onun hâlâ eritemediği “ gururuna, onuruna! ” dokunacak.. ne bileyim işte bir şeyler olacak, ip bir yerden kopacaktı. İradesinin hakkını verip böyle bir kötü tâlihe “evet” dememeliydi. Ama olan oldu. Sadece “ bir şeyler ” oldu ve bu zavallı o “ bir şey ” çengeline takılıp kaldı. İmtihandı o. Ayrılamadı oradan. Yenileyemedi kendisini; fikrini, zikrini, ahd ü peymanını tazeleyemedi. İşte o melun yerde ve o meşum zamanda takılıp yollarda kaldı. Halbuki değer miydi? Değer miydi bunca emekten, onca terden sonra! Değer miydi bunca mesafeler aşılmışken! Allah yolunda hi zmeti kaybeden neyi kazanır ki? Onu kazanan neyi kaybeder ki? Halbuki kazandıkça kazanacak ve hem dünya hem de ötesini imar edeceklerdi. Ve birileri… evet kendisine görev düşen birileri durumdan vazife çıkaramadı. Onu, elinden tutup kaldıramadı. Onlar için de bu ayrı bir imtihandı. Bunun farkındaydılar, ya da değillerdi. Bilinmez. Ama işin özü, takılıp yollarda kaldı bir zamanların yiğit namzetleri!
Henüz yollar yakın. Her şey bitmiş değil. Son an ufukta belirmeden bu işi, bu bereketli yolculuk içerisinde bitirmek en hayırlısı. Ölüm eninde sonunda gelecek, herkes alâ küll-i hâl ölecek. Kaçış yok. Büyüklerimizin deyişiyle, bu işi son ana kadar götürmeli ve sırtımız bir şekilde “ bu uğurda terliyken ” ötelere göçmeliyiz. Ne kadar arzu ederdik, ya bir çay sohbetine giderken ötelere süzülüvermeyi; ya da bir namazın secdesinde kıvrım kıvrım iki büklümken yere yığılıvermeyi! Ne kadar arzu ederdik, birisine o Yüceler Yücesi'nden nağmeler dinletirken, ya da Efendiler Efendisi'ne doğru nazarları çevirirken, Hz. Azrâil'e selâm çakmayı! Böyle gidersek inşallah şefaate nâil olacağımızı ümid ederdik. Ama bilmem ki böylelerinde bunu anlayabilme hissi kaldı mı! Yoksa tamamen başkalaştılar mı? Bildiğim bir şey var: Hâlâ hizmet hisleri ölmeyenlere çok şey düşüyor. Başkalaşmamak, kaynaktan ayrılmamak. Hizmetin derdini her an sırtta hissetmek ve bu çerçevede adımları temkinle atmak. Yazmak, çizmek, kitaplar neşretmek çözüm değil a dostum! Önemli olan hizmetin derdini-tasasını-yükünü çekebilmek. Kitaplar içinde boğulanlar gördük. Ama on dakika konuşsanız hizmet adına zerre kadar tasası olmadığına şâhit olur, her şeyi ticarete döktüğünü müşâhede ederdiniz. Ve kendinizi sorgulamaya başlardınız, kim yanlış yapıyor diye!
Birileri yanlış yapıyor, kesin. İşte Sahabe Efendilerimiz, işte Ebû Akîl, işte Ebû Bekir, işte Hâlid b. Velid ve daha niceleri… Ya onlar doğru yapıyor, ya o birileri. Onların yanlış yapma şansı çok az. Öyleyse bizler onlara benzemeliyiz. Bu işi gerçekten ihlâs ile sürdürenler, yani ihtiyarlamayanlar, lüks arabalar, son model dayalı döşeli katlarda yapmıyorlar bu işi. Üç ayda bir araba değiştirerek hizmet edileceğini asla düşünmüyorlar. Akşama kadar telefon, ev, araba, elektronik eşya muhabbetiyle geçirmiyorlar zamanlarını. Böyle öğrenildi, böyle gitti, böyle gidecek. Hani dünyalık yüklerimiz bile olmadan, ötelere kuş gibi uçuverelim denmemiş miydi? Yoksa yanlış mı hatırlıyoruz? Ötelerden müjde de almadığımıza göre değişen kim? Anlamak mümkün değil, doğrusu! Hizmet çileyle, ızdırapla, yükü sırtta hissetmekle olurdu. Öndekilerden böyle görülmüştü. Şimdilerde dünyanın dört bir yakasında at koşturan “ önden giden atlılar ”da da bu görülmekte. Fazla teferruata ne hacet! Yorumsuz şekilde büyüklerin yaşantısına, tavsiyelerine bakmak herhalde en kestirmesi. İşte eserler ortada! Henüz o zamanlar bitmedi, gül devri gelmedi. Ve hâlâ derd ü ızdırab çekilecek o kadar mesele var ki!
Hizmetin mevsimleri vardır. O mevsim müntesiplerince çok iyi bilinir ve bellenir. O dönem iş yapma, tohum atma dönemidir. Her dönemin ızdırabını yaşamayanlar acaba neyi beklerler? İki satır yazı yazmakla, üç kitap basmakla, bir zamanlar yaptığı üç beş fedâkârlığa güvenip yan gelip yatmakla, her şeyin masaüstü ve otomatik hâle getirildiği bir dünyada acaba hangi ızdıraptan, hangi iman-Kur'an hizmetinden bahsedilebilir! Allah aşkına, “ profesyonelleşen bir dünyada yaşıyoruz ” demeyelim! Aksini söyleyen yok! Ama bir zihniyet ten, bir ızdıraptan, bir paylaşmadan dem vuruyoruz. Birisinin sırtına yükler konunca ona dua etmeden bahsediyoruz. Bir vurdumduymazın, bu kudsî yüke karşı “ boşver! ” tavırlarıyla yüz buruşturmasının sevimsizliğini yeriyoruz.
Hayır, burası çıkmaz sokak! Bu işin başındaki ızdırap insanına bir zaman sorulan bir sorunun müthiş cevabıyla meseleyi noktalayalım. Birileri sormuştu, nasıl kurtulacağız bu şartlarda diye. Şöyle cevap vermişti meâlen, o hiç pörsümeyen ızdırap, yenilik ve hizmet insanı: “ Her zaman hizmetin debisinin yüksek olduğu yerde bulunun. Hizmetin gürül gürül, köpük köpük aktığı yerden asla ayrılmayın. Hizmetin derdini tasasını yükünü hep siz taşıyın ve sırtınızda olanca ağırlığıyla hissedin. Ve bu halinizle kendinizi garantide görmeyin ama kurtulacağınıza da ümitvâr olun. İnşallah kurtulursunuz. ” Mesele işte böyle! Kıyıda köşede kaçamak durmak değil; derdin yükünü veya yükün derdini çekmektir önemli olan. Hâlikın atiyyelerini matiyyeleri taşırmış . Hâlikın matiyyesi olabilmek, işte en mühim mesele. Bu fırsat şu an elimizde. Kaçamak yapanıyla, bu işe ölümüne sarılanıyla herkesin elinde. Ama bilinmeli ki işin şakası yok. Değerlendirene ne mutlu! Atiyye, ihsan-ı ilâhî tarafından omuzlara konmuş yüklerdir. Koyana ruhlarımız fedâ! Ama mesele, o atiyyelere lâyık matiyye olabilmede düğümlenmekte.
Rabbim bizleri hiç pörsütmesin, ihtiyarlatmasın. Aşk u şevkten ayırmasın. Hâlikın atiyyelerini taşıyan matiyyeler olmayı en büyük şeref bildirsin. Görevimiz her an kendimizi canlı tutmak, düşenlerin elinden de bir şekilde tutmaktır. (Bu bağlamda , Fasıl- 3'teki Hasret Solukları isimli, konumuzla ilgili ve çok önemli parçanın okunmasını da öneririm!).
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:56
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
4 Temmuz 2006       Mesaj #143
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

ALLAH var


Adamin biri her zaman yaptigi gibi saç ve sakal trasi olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete basladilar.. Degisik konular üzerinde konustular. Birden ALLAH ile ilgili konu açildi... Berber: " Bak adamim, ben senin söyledigin gibi Allah'in varligina inanmiyorum."
Adam: " Peki neden böyle düsünüyorsun?" Berber: " Bunu açiklamak çok kolay. Bunu görmek için disariya çikmalisin. Lütfen bana söyler misin, eger ALLAH var olsaydi, bu kadar çok hasta insan olur muydu, terkedilmis çocuklar olur muydu? ALLAH olsaydi,kimse aci çekmezdi. ALLAH olsaydi, bunlarin olmasina izin verecegini sanmiyorum..." Adam bir an durdu ve düsündü, ama gereksiz bir tartismaya girmek istemedigi için cevap vermedi. Berber isini bitirdikten sonra adam disariya çikti. Tam o anda caddede uzun saçli ve sakallı bir adam gördü Adam bu kadar daginik göründügüne göre belli ki tras olmayali uzun süre geçmisti. Adam berber dükkanina geri döndü. Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye birsey yok Berber: " Bu nasil olabilir ki? Ben buradayim ve bir berberim"
Adam: " Hayir, yok. Çünkü olsaydi, caddede yürüyen uzun saçli ve sakalli adamlar olmazdi." Berber: " Himmm... Berber diye birsey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?" Adam: " Kesinlikle dogru! Püf noktasi bu! ALLAH var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir ki? Iste dünyada bu kadar çok aci ve keder olmasinin nedeni!"
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:56
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Temmuz 2006       Mesaj #144
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hüzün umumîleştiği ölçüde Allah nezdinde değer kazanır ve gökler ötesinden teveccüh görür.
***
Gönülden “âh!” edenin her ‘âh'ına icabet edilmiştir. O'na doğru içten yükselen hiçbir ses cevapsız kalmamıştır. Elverir ki, biz sesimizi gönlümüzün sesi haline getirelim.
***
Göz ibret için, ağız Hakk'a tercüman olmak için, kulak O'ndan gelenleri duymak için ve beden O'nun karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde durmak içindir. Bunlara dikkat etmeyenler hayatlarını israf etmiş olurlar. Çünkü, yaratılış gayesi istikametinde kullanılmayan her şey boşa harcanmış sayılır.
***
Mübarek bir gayeden ve onun yolundaki mukaddes hafakandan mahrum bir neslin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev topuna dönüşerek, etrafındaki her şeyi yakıp kül etmesi kaçınılmazdır.
***
İmanın, insanın sinesine tastamam yerleşmesi ancak amelle mümkün olur. Salih amelle beslenmeyen imanın solması hatta sönmesi her zaman muhtemeldir.
***
Tefekkür, zatında çok kıymetli bir ibadet olmakla beraber, ona asıl derinliğini kazandıran, tefekkürde bulunulan mevzuun ehemmiyeti ve kıymetidir.
***
İnsanlığın geleceği hesabına bir kısım güzel şeyler gerçekleştirmeyi planlayanlar topyekün zevkleri ayakları altına alıp ezmesini bilmelidirler. Bizim, günümüzde başka değil bu tip insanlara ihtiyacımız var.
***
Doğrular yalanlarla temsil edilemez. Onun için ne kadar yüce hakikatleri temsil ettiğimizin ve davranışlarımızın da ne ölçüde müstakim olduğunun farkında olmalıyız.
***
Kuvvet, hikmetin insanlığın hizmetinde kullanılması istikametinde ne kadar yardımcı oluyorsa o ölçüde kıymet kazanır. Kuvveti birilerinin üzerinde baskı kurmak ve tahakkümde bulunmak için istemek –en hafif ifadesiyle– bir zorbalıktır.
***
Gıybet ve dedi-kodu kadar bir toplumu fesada sürükleyen ikinci bir virüs gösterilemez.
***
Allah (azze ve celle) eşhâsa (şahıslar) değil de evsâfa (vasıflar) bakar.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:56
melish - avatarı
melish
Ziyaretçi
6 Temmuz 2006       Mesaj #145
melish - avatarı
Ziyaretçi
Ebû Hureyre radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatır.

Cehennem ateşine giren kimselerden iki kişi şiddetli bir şekilde feryâd etti.

Bunun üzerine Allahü Teâlâ:

— Çıkarın şunları! diye emir buyurdu.

Çıkarılınca kendilerine:
— Neden feryadınız çok şiddetlendi? diye sordu. Onlar

— Bize merhamet edesin, diye böyle yaptık, diye cevap verdiler. Allahü Teâlâ:

— Benim size rahmetim, gidip kendinizi, önceden bulunduğunuz ateşin içerisine tekrar atmanızdır, buyurdu.

Dönerler ve bunlardan birisi, kendini tekrar ateşe atar. Allahü Teâlâ da, kulu emrine uyduğu için ateşi soğuk ve selâmet kılar. Diğeri ise yerinde durur ve kendini tekrar ateşe atmaz.

Allahü Teâlâ kendisine:

— Niçin arkadaşının attığı gibi, sen de kendini ateşe atmadın? diye sorar.

Adam,:
— Ey Rabbim, muhakkak ki ben, ateşten çıkarıldıktan sonra tekrar beni oraya atmayacağınızı ümid ve niyaz ederim, diye cevap verir. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:

— Niyaz ve ümidin kabul olunmuştur, buyurur ve Rablerinin rahmeti ile her ikisi de Cennete girerler.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:57
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Ağustos 2006       Mesaj #146
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Brenda, yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına…
Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı. Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Branda`nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.
Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkânsızdı. Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah`a dua edebilirdi yalnızca... İçten içe düşünüp dua etmeye başladı.
“Allah`ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.”
Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri “Aranızda lens kaybeden var mı?” diye bağırdı.
Brenda`nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.
Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı:
“Allah`ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım...”
“BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM” demeyin...
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:57
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Ağustos 2006       Mesaj #147
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl
ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf
gibi günü karşılıyordu.
Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş
bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de
baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.

"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden
bozuyor?"

Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.

Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi
duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen
taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini
seyre...

Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar
oluşturuyordu.

Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:

"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki?
Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara
kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de
seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç
bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?

Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de
burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders
veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."

Dağ denize sordu:

"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"

Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden
başkalarının söylediklerini duyabileceksin...

Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..."

Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:57
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Eylül 2006       Mesaj #148
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

DÜNYA SALTANATINDAN GERÇEK BÜYÜKLÜĞE: BELKIS KISSASI


Rahmet ve hidayet rehberi Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin hayatlarından kıssalar nakleder. Bunlar sayesinde geçmiş peygamberler ve ümmetleri hakkında bilgi edinir, kendimizi o zamanların içinde hissederiz. Aslında bu kıssaların üzerimizdeki etkilerini sözlerle ifade etmek pek mümkün değildir. Okur, dinler ve nasibimizi alırız. İşte bu kıssalardan biri de Belkıs kıssasıdır.

Tarih, yaklaşık olarak M.Ö. 1000 ila 900 yılları arasıdır. Hz. Davud a.s.'ın oğlu Hz. Süleyman a.s., babasının vefatından sonra hükümdarlık vazifesini devralmış, aynı zamanda Allah Tealâ da onu peygamberlikle görevlendirmiştir.

Süleyman a.s.'a yeryüzünde hiç kimseye verilmeyen bir saltanat verilmiş ve yine sadece ona has mucizeler ikram edilmiştir. O kuşlarla konuşmuş, cinlerden, insanlardan ve hayvanlardan oluşan çok kalabalık, çok ilginç bir orduya komuta etmiştir.

‘Hüdhüd kuşu nerede?'

Hz. Süleyman a.s. ordusuyla Yemen'e, Sebe halkını Allah'a imana davet etmek üzere sefere çıkmıştı. Zira Sebe halkı ve başındakiler ateşe ve puta tapınmakta idiler.

Bu sefer esnasında Süleyman a.s. Hüdhüd adlı kuşu aramış, ancak görememişti. Hüdhüd yerin altındaki suyu görür ve mesafesini tesbit edip bildirirdi. Askerleri çok susayan Süleyman a.s. Hüdhüd'ü göremeyince celâllenmiş ve “geçerli bir mazeretle gelmezse, onun canını iyice yakacağım” demişti.

Bu sırada Hüdhüd, Sebe krallığında Belkıs'ın sarayındaydı. Belkıs, Sebe krallığının melikesiydi ve büyük bir ordu ile muhteşem bir hazineye hükmediyordu. Hüdhüd Sebe krallığında bir süre dolaşıp Süleyman a.s.'ın yanına döndü. Gecikmesinin sebebini söyleyip özür diledi ve Sebe krallığında gördüklerini anlattı:

- Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan Belkıs'la karşılaştım. Onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, dedi. Süleyman a.s.:

- Doğru mu yoksa yalan mı söylüyorsun bunu göreceğiz, dedi ve bir mektup yazarak Hüdhüd'e bunu Belkıs'ın sarayına götürmesini emretti.

Hüdhüd emre uyarak mektubu saraya götürdü ve Belkıs'ın odasına bırakıp geri döndü.

Meçhul mektup

Belkıs, odasında bulduğu mektubu açtı ve okudu. Sonra kavminin ileri gelenlerini topladı. Onlara şöyle seslendi:

- Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakılmış. Mektup Süleyman'dandır. Mektubuna Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyor. Bana karşı gelmeyin, teslim olun diyor. Beyler, ulular, bu işte bana bir fikir verin. Bilirsiniz, siz yanımda olmadan, size danışmadan hiçbir işi kestirip atmam.

Bunun üzerine ileri gelenler:

- Biz güçlü, kuvvetli kimseleriz, yaman savaşçılarız ama ferman senindir. Düşün, kararını ver, neyi emredersen onu yapalım, dediler. Belkıs:

- Ona bir hediye göndereyim. Eğer o bu hediyeyi kabul ederse dünya hükümdarlarından birisidir ve bu bizim ondan daha yüksek ve kuvvetli olduğumuz anlamına gelir. Şayet kabul etmezse, o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir, dedi ve elçilerin hediyeyle birlikte yola çıkmalarını emretti.

Elçiler Süleyman a.s.'ın karargâhına ulaşıp hediyelerini takdim ettiler. Süleyman a.s. elçilere:

- Siz bana maddi yardım yapmak mı istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği şey, size verdiğinden daha hayırlıdır. Hediyeniz ile siz sevinin, ben değil! Hükümdarınıza dönün ve ona söyleyin ki, asla karşı koyamayacağı ordularla gelir, onları hor ve hakir bir durumda yurtlarından sürer çıkarırım, dedi.

Hakiki krallık neymiş anlaşılsın

Elçiler geri dönüp Belkıs'ın yanına vardılar. Süleyman a.s.'ın dediklerini bir bir anlattılar. Bunun üzerine Belkıs kavminin ileri gelenlerini toplayarak Süleyman a.s.'ın karargâhına doğru yola koyuldu. Nihayet varmalarına az bir mesafe kala Süleyman a.s. çevresinde bulunanlara:

- Ey ileri gelenler, onlar gelmeden önce hanginiz Belkıs'ın tahtını bana getirebilir? diye sordu. Cinlerden biri:

- Sen yerinden kalkmadan önce getirebilirim, dedi.

Süleyman a.s., daha erken gelmesini istiyorum, deyince, kendisine Allah tarafından verilmiş bir ilmin sahibi olan Asaf b. Berhıya:

- Sen daha gözünü açıp kapamadan onu sana getirebilirim. Gökyüzüne bak, birazdan onun tahtını yanında göreceksin, dedi ve secdeye kapanıp İsm-i Azam duasını okudu.

Süleyman a.s. hemen o anda Belkıs'ın tahtını kendi tahtının yanında buldu.

- Bu Rabbim'in bir lütfudur. Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü diye beni sınamaktadır, dedi. Ümmetinden birinin Rabbi'nin katında hemen duası makbul olunacak bir dereceye ulaştığını görmüş, hamdetmişti.

Süleyman a.s. maiyetindekilere dedi ki:

- Tahtı Belkıs'ın tanıyamayacağı bir hale getirin. Bakalım kendi tahtı olduğunu fark edebilecek mi?

Emredildiği üzere taht değiştirilip, üzerindeki mecusilik ve putperestlik sembolleri söküldü.

Belkıs ve Sebe krallığının ileri gelenleri Süleyman a.s.'ın huzuruna vardılar. Misafirler ağırlandı, sohbet edildi. Süleyman a.s. “Senin tahtın da böyle miydi?” diyerek Belkıs'ın tahtını gösterdi. Belkıs şaşırarak:

- Tıpkı o! Fakat ben onu surların içerinde bırakıp gelmiştim. Onu koruyan binlerce asker vardı. Buraya nasıl gelebildi? dedi.

Süleyman a.s. cinlere, Belkıs gelmeden önce, onu ağırlamak için bir saray inşa etmelerini de emretmişti. Sarayın avlusunun tabanını billurdan yaptırmış, altından sular akıtmış ve içine balıklar koydurtmuştu.

Süleyman a.s. köşke kadar eşlik ederek Belkıs'ı içeri buyur etti. Belkıs avluyu görünce derin bir su sandı ve kaftanının eteğini topladı. Süleyman a.s. zeminin billurdan yapılmış şeffaf bir döşeme olduğunu izah etti.

Bütün bu yaşadıkları Belkıs'ı derinden sarstı. Krallığı, sarayı, ihtişamlı hayatı gözünün önüne geldi ve anladı ki asıl ihtişam Allah'a ve O'nun sadık kullarına ait. Tevbe edip Allah'a yöneldi. Şöyle niyaz etti:

- Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman'la beraber alemlerin rabbi olan Allah'a teslim oldum.

Öyledir; mal-mülkle övünmek, kendinde bir varlık vehmetmek, sadece kendine yazık etmektir. Hakiki güç ve zenginlik Alemlerin Rabbi'ne itaat ve inkıyattır. İnsanlar bunu anlasın diye peygamberler gönderildi. Ve ibret alalım diye onların yaşadıkları bize anlatıldı.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:58
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Eylül 2006       Mesaj #149
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Sen Sehirli Yürek

-eylüllere yürüyelim-
Yine hüzün yakiyorsun. Yine firdevs cennetinden bir fotografa gölgesi düsüyor gözlerinin. Çocuklar hala tebessüm adresine ayakkabi eskitiyorlar. Gece, yine gündüzle hesaplasiyor. Birkaç kisinin sirti sirilsiklam ter. Birkaç kisinin gözlerindeki pariltilar Eylül kavgalarina hazir. Hüzün kokularinin sersemletici serinligine yaprak döküor Eylül. yIlisik, yilgin teslimiyetlerin karsisina sabir ve dua ekiyor zaman ve Elif.
Ne gözlerin susuyor, ne yüregin. Ayaklarini sürçen, hüznün degil. Göz göze geldigin, göz göze konustugun, ayni evi paylastigin yildizlarin, maviligin uçsuz ufkunu göz göre göre terkedip gidisidir.
Siz günes bahçelerinde aydinlatmistiniz yüreginizi ve bilincinizi. Ne ayaginiz kayacak yerden, ne gözlerinizdeki umudu yüreginize düsman edebilecekler. Ama susmadikça. Inatla ve sabirla asindirdikça sehrin kirli kaldirimlarini.
O susmak yok mu
Susmak, sinsi ve korkakça
Yilisik, yilgin, yaz ve sehirli.
Çay kireçli. Sehir bunaltiyor. Seni sana birakmiyor sehir. Sabahi zor ediyorsun, aksami zor. Caddeler uzayip gidiyor. Asgari ücret. Asik suratlar. Diploma. Issizlik. Gelmeyen gelecek. Ve yine biten gündüz. Baslayan hesaplasma. Bitmeyen gece. Ve yine kaçinilmaz Eylül sabahlari. Kaldirimlar. Polis sirenleri. Apoletli hedefler. Apoletsiz sünepeler, Kurumlar, kavgalar, dernekler... Sessizlik, suskunluk, yilginlik. Kurumsal tabular. Tabulasmis korkular. Eylül çocuklari.
Gündüzü karartan gece midir
Insan ürkek bir hece midir
-Aman dernegimize, vakfimiza bir sey olmasin.
-Biraz uzlasmaci davrandim.
-En azindan imam hatipleri kaybetmemek için basi açik gidilebilir.
Zulüm beles
Yasasin kurumlar/korkular
Okul heyecanli bir kipirti. Sinifin siralari. Sandalyeler. Teneffü. Sigindigin bir köse. Kantin kokusu. Seni diri tutan kimliginle meydan okuyusun. Yarinlara iliskin hülyalarin. Ille de medine meltemleri. Direnis ve tebessümün dersleri. Paneller. Kitap tartismalari. Anne aglamalari. Hakkini helal etmeyen memleket telefonlari, babanin eve dön fermanlari. Sehir suskunlugunda bir sözü olmanin borcu ve direngenliginde siginilan secdeler. Ahh o seccadeleri islatan secdeler. Ev ana kucagi degil. Hüzün ve öfke kavgali. Cevaplar sorusuz. Sorular cevapsiz. Anlamiyorlar ya da anlatamiyorsun cesaretinin kaç kabuslu gece oldugunu. Kaç meneksenin gözyaslarina yaprak açtigini sormuyor kimse. Eli elinde olanlarin eli kayiyor Eylül’ü görünce.
Eli yüreginde olanlarin adimlari sertlesiyor Eylül’ü dönünce. Kederleri, hüzünleri hafiflesiyor. Kardes omuzlarinda ahiret gülüslerini gözlerine tasiyor.
Yikilmis zamanlarin türküsü bu
Çarmiha gerilmis bedenlerin belki
Sanmayin ki sustuk, çekildik gölgemize
Sehid gözlü Sena’larin sevdasi bu.
-Ne var, ne yok Elif?
-Iyiyim abi, siz nasilsiniz? Piyasa biraz bozukmus galiba.
-Yaa hiç sorma. Isçi maaslari zora sokuyor bizi.
-Sizin okul isinize de çok üzülüyorum Elif.
-Evet abi... Sey diyecektim. Bir arkadasin...
-Elif acele bankaya yetismem lazim, bir kredi isi var da. Sonra görüsürüz.
O kaçmak yokmu?
Vitrin bol, gölgeli, tezgahtar
Beylik laflar, agabeylik caka
Yilisik, yilgin, yaz ve sehirli...
Sehrin bir çogu saklaban, bir çogu kameraman. Yarisi poz ve caka silüetli gövde tasiyan suratlar. Klip çekiyorlar. Sahtelige iliskin, sanal gerçegin klibini çekiyorlar. Bu düpedüz bir oyun. Yalanin, dolanin, rantin oyunu. Sömürünün, zulmün, gaspin sözünü ve yüzünü pazarliyorlar. Seyirciler sorgusuz sualsiz alkis dersleri aliyor. Burasi sehir. Bir kaç insanin yüreginin teri ve aydinligi yüzüne vurmus. Bir kaç kisinin yüzü ümit ve korku terazisinde muhkem yer tutkus. Siz de katilin ve yürüyün. Taifli çocuklarin taslarini hatirlayin. Iskilipli Atif Hoca’yi. Zeyneb’i. sevgi Engin’i, gülsen Aslan’i. sena Haydali, filistinli Sena 16 yasindaydi daha. Diplomalarin mührü yüreginizin Vahyinde unutmayin. Onu gözlerinize tasiyin. Gülüsünüzle çocuklari kanatlandirini. Bebelere umut buseleri birakin Eylül yapraklarinda. Onlar okulun ve diplomalarin Kerbelasini okusunlar sehrin en ücra köselerinde. Sizi Rabb’lerine müjdelesinler.
Karartmasin hiçbir sey direncinizin ve ahiretinizin aydinligini. Hatirlayin ve sabredin 16 yasinda ölümün tazeligini. Büyük devletlerin çöken büyük binalarini. Diplomasiz Eylülleri yesertecek; yüregini, sabriniz ve duaniz ve direnciniz olacak. eLlerinizi ellerinizden; yüreginizi elinizden birakmayin.
Çocuktu henüz uçurtmalariniz
korkulariniz kavgalarda sahipsiz
yasemen yalnizliginda yaktilar sehri.
Kabirlerine tas koydular
Saman alevi gibi bir gül ile
Basuçlarina dost koydular.
Eylül yaprak döker. Siz menekse örtünün. Çam agaçlarina dönün yüzünüzü. Eylül sizin rüzgarinizla kendine gelecek. Utanacak, aglayacak.
Basinizi kaldirin. Omuzlarinizi dik tutun, hafifleyin ve yürüyün.
Günes karardi, günes tutuldu belki.
Günes yakan gözleri tutamadi sehir
Karartamadi gece ve zor.
Gün batiminda duranlar, gün dogumun anlayamadilar.
Sen sehirli yürek
Kendi gerçeginde yalnizsin
Katil ve yürü
Nil için diren
Kudüs için diren
Gül için diren
Birakma kendini, birakma elini yüreginden.
Kardesligin için, masumiyetin için, gelecegin için, ahiretin için diren.
Küçücük bebekler, seni gözleyen çocuklar için birakma kendini.
Sevgi bahçesinin topragina göz dikenlerin yemlerine aldiris etme.
Yalniz klipler degil, firdevs cennetinin fotografi da bu dünyada çekiliyor.
Umutlandir çocuklari...

-eylüllere yürüyelim-
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:59
peaceful - avatarı
peaceful
Ziyaretçi
29 Eylül 2008       Mesaj #150
peaceful - avatarı
Ziyaretçi

بســــــــــــــــــــــــــــــــــــــم الله الرحمن الرحيــم





Zaman akıp giden nehirdir. Sonu uçsuz bucaksız denizdir. Eğer bu nehre kapılırsan gideceğin yer Cehennemdir..



HAYATTA KİMSEYE GÜVENME ÇÜNKÜ BEYAZ GÜLÜN BİLE GÖLGESİ SİYAHTIR

liliyarqn8

Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.
( Mâide - 39)


Son düzenleyen peaceful; 29 Eylül 2008 00:19 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi

Benzer Konular

17 Ekim 2018 / AreX Kahve Molası
6 Nisan 2009 / nılufer Soru-Cevap