Arama

Kıssadan Hisseler - Sayfa 14

Güncelleme: 10 Aralık 2018 Gösterim: 77.178 Cevap: 180
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
25 Haziran 2006       Mesaj #131
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş.
Sponsorlu Bağlantılar
Vezir:
- Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
- Bende bilirim.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Haziran 2006       Mesaj #132
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hz.Abbas (ra)çok zengin ve çok cömertti.cömertliği dillere destan olmuştu. Bir gün sordular.
.Ya Abbas..cömertlikte seni geçen oldu mu ?
Sponsorlu Bağlantılar
Abbas (ra) evet dedi.bir köle ..
Nasıl olur ya Abbas..bir köle nasıl senden daha cömert olur ?
Abbas (ra)gülümseyerek baktı ve anlatayım dedi..

bir gün medine’de hurma bahçeleri arasında dolaşıyordum.Bir köle yol kenarındaki hurma bahçesinde çalışıyordu.bir süre onun çalışmasını izledim..öğle vaktiydi.köle çalışmasını bırakıp ekmek çıkınını açtı.yemek yiyecekti..bu bir somun ekmekten ibaretti.tam ekmeği ısıracakken açlıktan perişan hale gelmiş bir köpek belirdi..çaresiz bir şekilde kölenin elindeki ekmeğe bakıp kuyruk sallıyorve acıklı sesler çıkararak ekmeği istiyordu..belli ki çok açtı..köle bir ekmeğe baktı ,bir köpeğe..ve tuttu ekmeğin yarısını köpeğe attı..köpek havada kaptığı ekmeği adeta çiğnemeden yuttu..ve gene dikildi kölenin karşısına..köle hiç tereddüt etmeden kalan ekmeği de köpeğe verdi.sönra halinden memnun yüzünde tatlı bir tebessümle çalışmaya koyuldu.bu hal bana çok tesir etmişti.o zamana kadar benim farkımda olmayan kölenin yanına gittim ve selam verdim.selamımı aldı ve gülümseyerek buyurun dedi.bir şey mi vardı?
Biraz evvel yaşananları hatırlattım kendisine..gülümseyerek biraz mahçup ne yapayım baktım hayvan benden aç bende ekmeğimi ona verdim dedi

Peki dedim,senin yiyecek başka bir şeyin var mı?
Yok dedi.
Bu bahçenin sahibi kim dedim,bir isim söyledi..tanıyordum,gittim bahçe sahibini buldum.selam verip yanına oturdum.hoşbeşten sonra konuyu bahçesine getirdim..
Bahçeyi satar mısın dedim satarım dedi,
Köleyi de isterim dedim ona da peki dedi.

Kölenin ve bahçenin fiyatında anlaştık.parayı verip bahçenin yolunu tuttum.kölenin yanına gittim.durumu anlattım ve seni azad ediyorum ve bu bahçeyi de sana hediye ediyorum dedim..köle çok sevindi ve bana hayır dualar etti.ve cömertliğimi övdü..ona hayır dedim,sen benden daha cömertsin..çünkü ben sana malımın çok küçük bir kısmını verdim.sen ise sana ait olan malının hepsini o köpeğe verdin.sen benden daha cömertsin.ve Allah sana bu cömertliğine mükafat olarak hem özgürlüğünü hem bu bahçeyi verdi..beni aracı olarak kullandı dedim..işte dostlar o köle benden daha cömertti.diye sözlerini bitirdi Hz abbas (ra)..

Bu kıssa’dan alınacak hisse çok elbette..
Biri şu ki..yapılan iyilikler mutlaka bize katlanarak geri döner..tabi kötülükler de..

Bir de cömertlik Bizzat, Rahmanürrahim olan Rabbimiz tarafından ödüllendirilir.hem de bire bin..evet,yanlış duymadınız(veya okumadınız)kesinlikle bire bin..Bana mallarınızı ödünç verin diyor Rabbimiz..Tevazu gösterip zaten kendisinin olan malları,yine kendisinin olan kullarından ‘’ödünç’’istiyor..karşılığında cennet var diyor.hem bu dünyada verdiklerinin karşılığını bire bin alacaksın ,hem ebedi alemde cennet gibi bir ücret veriliyor.

Ey,verecek bir şeyleri olanlar..verilmez mi ?
Yok demeyin..

Bir köle’nin verecek bir şeyleri varsa sizin mutlaka vardır..
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:54
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Haziran 2006       Mesaj #133
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hazreti Ebu Bekir es-Sıddîk; esas ismi Abdullah b. Osman. Kendisinin Bekir adında bir çocuğu olmamakla birlikte Ebu Bekir künyesini almasının sebeblerinden birisi şu olabilir; Arapça'da “bekera” fiili, sabah güneş doğmadan günün erken saatlerinde yola çıktı mânâsına gelirken, aynı harflerden (b-k-r) oluşan “bekira” fiili de acele etti, hızlı davrandı mânalarına gelir. İşte Hazreti Ebu Bekir'in de ilk müslümanlardan olması hasebiyle bu künyeyi aldığı söylenebilir. Ayrıca Hazreti Ebu Bekir, Sıddîk'tı yani Efendimiz'in peygamberliğini tasdik konusunda ilk adımı O atmıştı. Lakabı, cehennemden azâd edilmiş mânâsında Atîk'ti ve bütün işlerinde Allah'tan bir tevfîk vardı.
Hazreti Ebu Bekir'in çocuklarından Esma ve Abdullah bir hanımından, Abdurrahman ve Hazreti Aişe ise esas adı Zeynep olan ve Ümm-ü Rûman olarak bilinen diğer hanımındandır. Hazreti Ebu Bekir, Allah Resûlü'nün en yakın arkadaşıydı. Efendimiz de bir vesîleyle “Şayet birisini kendime halil seçseydim, bu Ebu Bekir olurdu” diye buyurmuştu. Evet O, Efendiler Efendisi için “en yakın dost, en fedâkâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş, en civanmert kardeşdi” . Hazreti Ebu Bekir bu beraberliğin akrabalık bağıyla daha da kuvvetlenmesini istemiş olacak ki kızı Hazreti Aişe'yi Efendimiz'e eş olarak seçmişti. Diğer kızı Esma'yı da, Efendimiz'in halası Safiyye validemiz'in oğlu Zübeyr b. Avvam'a vermişti. Amr b. As birgün Efendimiz'e şöyle bir soru sormuştu: “Yâ Resûlallah! En çok kimi seviyorsun?” Efendimiz, “Aişe'yi” diye cevaplamıştı. “Peki, Erkeklerden kimi seviyorsun” diye sorunca; Efendimiz, “Babasını” demişti.
Ömründe hiçbir puta secde etmeyen Hazreti Ebu Bekir'in çocukken Hazreti İbrahim gibi putları kırdığı rivâyet edilir. Hazreti Ömer, kendisinden yaklaşık 10 yaş büyük olan Hazreti Ebu Bekir için şöyle demişti: “O, bizim seyyidimiz, en hayırlımız ve Allah Resûlü'nün en çok sevdiği şahıstı” . Efendiler Efendisi de Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer'in elinden tutmuş, “Gökte benim iki vezirim vardır: Cebrail ve Mikail; yerdeki iki vezirim ise, Ebu Bekir ve Ömer'dir ve biz böyle haşrolunacağız” diye buyurmuştu. Birgün Allah Resûlü, Hazreti Ebu Bekir'e: “Şu insanlar cennete şu kapıdan, bunlar şu kapıdan, oruç tutanlar reyyân kapısından girer” diye cennetin 8 kapısını saymıştı. Hazreti Ebu Bekir: “Hepsinden girecek olan yok mu?” diye sorunca; Efendimiz, “Evet var ve sen onlardansın” diye ferman etmişti.
Hazreti Ebu Bekir ibadet hayatı, sehâveti ve edebiyle de kimin arkadaşı olduğunu çok iyi gösteriyordu. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin şu tesbiti şâyan-ı hayrettir: “İddia normalde iyi birşey değildir, o bir riyâdır, kendini satmadır ama ben burada iddia ediyorum; Hazreti Ebu Bekir'in, Efendimiz'in huzurunda konuştuğu kelime sayısı yüzü geçmez. Aksini iddia eden varsa göstersin” . Sahabe efendilerimizin Allah Resûlü'nü dinlerken, başlarında kuş varmış ve onu kaçırmak istemiyorlarmış gibi durmaları da yukarıdaki tesbiti doğruluyor olsa gerek.
Ulemâdan bazıları, varını-yoğunu Allah yolunda sarfedip, ailesine, çoluğuna-çocuğuna birşey bırakmamayı uygun görmemekle birlikte “Hazreti Ebu Bekir'in durumu bundan müstesnâdır ve herşeyini vermesi O'na hastır” demişler. Tebük seferi için hazırlıklar başlamıştı. Mü'minler inançları uğrunda nefislerinden ve mallarından fedâkârlıkta bulunuyordu. Hazreti Osman 500 deveyi yüküyle beraber infak etmişti, Hazreti Ömer malının yarısını vermiş, Hazreti Ebu Bekir de elinde ne var ne yoksa bütün malını getirip ortaya koymuştu. Efendimiz'in “Ailene ne bıraktın?” sorusuna karşılık; “Allah ve Resûlü'nü” diye cevap vermişti Hazreti Ebu Bekir. Evet, elinde hiçbir şey kalmamıştı, evine doğru gidiyordu, yolda birisine rastladı. Bu şahıs, Hazreti Ebu Bekir'den yardım talebinde bulundu. Verecek hiçbirşeyi yoktu Hazreti Ebu Bekir'in. Biraz düşündü, “Gel, bir eve gidelim bakalım, belki birşeyler buluruz” dedi. Tabîi ki evlerinde de birşey kalmamıştı, içeri girdi ve adama; “Sen biraz kapıda bekleyiver” dedi. Sağa sola baktı, verebileceği tek birşey vardı; o da kendi üzerindeki elbise. Yerden bir hasır aldı, ihtimal çocuklarının üzerinde oturduğu bu hasır da evin son eşyasıydı, hasırı beline doladı, bir de dikenli tel buldu ve hasırı onunla tutturdu ve kapının arasından elbisesini, o muhtaç adama verdi. Hazreti Ebu Bekir'in evinde bunlar olurken, Hazreti Cebrail önderliğinde melekler, Allah Resûlü'nün huzuruna gelmişlerdi ve hepsinin üzerinde dikenli telle tutturulmuş bir hasır vardı. Ne olduğunu bilemiyordu Efendiler Efendisi ve hep beraber Hazreti Ebu Bekir'in evine gittiler. Kapıyı Hazreti Ebu Bekir açmıştı. Evet, meleklerin üzerindeki hasır, Hazreti Ebu Bekir'in üzerinde de vardı ve durum anlaşılmıştı. Allah Resûlü, Hazreti Ebu Bekir'e hitâben: “Yâ Ebâ Bekir! Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor; “Ben Ebu Bekir'imden râzıyım, Ebu Bekir'im de benden râzı mı?” demişti.
Hazreti Ebu Bekir için “mağara arkadaşı” anlamına gelen “yâr-ı gâr” tâbiri de kullanılır. Efendimiz, Hazreti Ebu Bekir ile birlikte hicret esnâsında Sevr mağarasında üç gün üç gece kalmış ve dördüncü gün yola çıkmışlardı. Mekke müşriklerinin Efendimiz'i bulup, O'na zarar vermelerinden korkmuş, “mağaradaki iki kişinin ikincisi” olarak “Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir” âyetine muhatap olmuştu. Halk arasında oldukça yaygın olan, Hazreti Ebu Bekir'in yılan gelmesin diye ayağını mağaradaki deliğe sokması olayı hadislerde yoktur. “Sakat bir asıldan, sağlam bir fasıl” düsturunca bu hâdisenin aslı yoktur, fakat faslından istifade edilir diyebiliriz. O fasıl da Hazreti Sıddîk'e yakışır bir sadakattir. Hazreti Ebu Bekir, zorlu hicret yolculuğunda kızı Hazreti Aişe validemizi yanına almamıştı. Hazreti Aişe hicret esnasında 8 yaşında idi. Bu nedenle O'nun hadislerde yer alan hicretle ilgili ifadeleri, kendi gördüklerinin yanında hem Efendimiz'den hem de babası Hazreti Ebu Bekir'den duyduklarına dayanmaktadır.
Efendiler Efendisi, refîk-ı a'lâya yürümeden önce, rahatsızlığının son günlerinde Hazreti Ebu Bekir'e namaz kıldırmasını ferman buyurmuş, Hazreti Ebu Bekir de bu vetîrede cemaate 17 vakit namaz kıldırmıştı. Allah Resûlü, Hazreti Ebu Bekir'i imâmete geçirmekle kendisinden sonra kimin müslümanların imamı olacağına işarette bulunmuştu. Efendimiz'in sıhhati ashabının arasından ayrılacağı gün o kadar düzelmişti ki O'nun tamamiyle iyileştiği kanaatine varılmıştı. Hatta Hazreti Ebu Bekir Efendimiz'in yanından ayrılıp, evine dönmüştü. Hüzünlü haberi aldığında hemen gelmiş, gözyaşları içinde Efendimiz'in yüzündeki örtüyü kaldırmış, alnından öpmüş ve “Ölümün de hayatın gibi güzel” demişti. Müslümanlar şok içindeydi, ne yapacaklarını bilemiyorlardı öyle ki Hazreti Ömer elinde kılıç “Kim Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) öldü derse, kellesini alırım” diyordu. İşte o zaman Hazreti Ebu Bekir halkı sakinleştirmek için minbere çıkıp bir hutbe îrad etti: “Kim Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'e tapıyor idiyse, bilsin ki Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) ölmüştür. Kim de Allah'a tapıyorsa, Allah diridir, asla ölmez” deyip peşinden “Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz?” âyetini okudu. Ashab efendilerimiz daha önce indirilmiş olan bu âyeti sanki ilk defa duyuyor gibiydiler.
Hazreti Ebu Bekir, “çihâr-ı yâr-ı güzîn” (dört halife)'in ilkiydi. Hilâfet süresi, 2 sene 3 ay 10 küsür gün sürmüştü fakat bu süre zarfında çok büyük işler başarmıştı. Hazreti Ali'nin dediği gibi “Ebu Bekir olmasaydı müslümanlık olmazdı”. İslam tarihinde fetihler Hazreti Ömer döneminde had safhaya çıkmıştı ama bunun için uygun zemin Hazreti Ebu Bekir döneminde hazırlanmıştı. Efendimiz hayatta iken 3, daha sonra da 8 olmak üzere toplam 11 tane peygamberlik iddia eden yalancı ortaya çıkmıştı. Bunlar yetmiyormuş gibi bir taraftan irtidat hareketleri baş göstermiş, diğer taraftandan da “Biz namaz kılarız ama zekât vermeyiz” diyen insanlar türemişti. Hazreti Ebu Bekir işte bütün bu gâilelerin hakkından gelmişti.
Hazreti Ebu Bekir, Allah Resûlü ile aynı yaşta yani 63 yaşında vefât etmişti. Kızı Hazreti Aişe'nin dediğine göre soğuk bir günde yıkanarak üşütmüş ve hastalanmıştı. İbn Ömer Hazretleri ise Efendimiz'in ayrılığına dayanamadığını ve hüznünden dolayı vefât ettiğini söyler. Günümüz İslâm mütefekkirlerinden bazılarına göre vefât nedeni suikasttır. Başta diğer 3 halife olmak üzere Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin farklı yollarla şehit edilmişlerdir. Hazreti Ebu Bekir'in de zehirlenmiş olması ihtimal dahilindedir.
Hazreti Ebu Bekir peygamberlerden sonra gelen ilk şahıstır fakat husûsî faziletiyle çoğu enbiyâdan daha fazla iş yapmıştır. O'nun hayatına bakıp ashab efendilerimiz hakkında genel bir kanaate sahip olmak mümkündür. Evet, Hazreti Ebu Bekir “o ısmarlama toplum”u çok güzel bir şekilde temsil etmişti. Günümüzün Söz Sultanı'nın ifadesiyle “O, sahabe-i kirâmın prototipiydi”.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:54
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Haziran 2006       Mesaj #134
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Akıllı ve zekî olmak başka, meselelere enine-boyuna bakabilmek başkadır.
***
İlahî atâyı engellerse, bizim vefasızlığımız, durduğumuz yerin hakkını veremeyişimiz engeller. Bazen de Cenab-ı Allah, gelecekte hizmet edecek insanların hatırına bizim kusurlarımızı da görmezden gelir, affeder ve atâsını bozmayabilir.
***
Bir kimse din adına bilmesi gerekenleri öğrenmeden cahillikten kurtulmuş sayılmaz.
***
Cennet dahil herhangi bir beklenti içinde bulunmamak asıl şefkat kahramanlığıdır.
***
“İğneyle bir dağı yerinden sökmek, bir kalbden kibri çıkarmaktan daha kolaydır” sözü hakikatin tam ortasından altın gibi bir sözdür.
***
İnanmış bir gönülde stres olmaz; olsa olsa hafakan olur. Siz ona, “mukaddes hafakan” da diyebilirsiniz.
***
Bazılarının dillerinde öteden beri “aşırı müslümanlık” diye bir şey dolaşıyor. Eğer kasden söylemiyorlarsa, ne kadar büyük bir yanlış! Bilmiyorlar mı ki, İslam, zâtında her türlü aşırılığa karşı olan bir sistemin adıdır.
***
Yapılan planlar ekstradan gelebilecek sürpriz inayetlere bağlanmamalıdır. Realiteleri nazara almadan muvaffak olmak çok defa bir hayalden öte geçmez.
***
Etrafımızdaki en az melek sayısı kadar şeytan var. Bir boşluğumuzu görüp bizi tepe taklak getirmek için fırsat kolluyorlar.
***
Vücudumuzun bir yerinde ağrı, sızı olunca, ‘of, puf' diyeceğimize, ‘elhamdülillah' demeliyiz. Nasıl olsa ikisinde de ses çıkıyor. Fakat birincisinde ecir, ikincisinde Rabb'in rubûbiyetine itirazdan dolayı vebal var.
***
Dünyaya zalimane hükmedenler, bulundukları mevki ve makamları, hep inananların gafletinden istifade ile elde etmişlerdir. Dinin ve gelecek nesillerin hatırına, hiç olmasa bundan sonra bu gafletten sıyrılmamız gerekmez mi!?
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:54
kuzeyli53 - avatarı
kuzeyli53
Ziyaretçi
26 Haziran 2006       Mesaj #135
kuzeyli53 - avatarı
Ziyaretçi

Vefa Ne Zaman Ölür?


Hayatımın bir döneminde ülkemizi ziyaret eden bir Japon beyefendisine bir arkadaşımın selâmıyla, refakat ettim. Japon beyefendiyi otogarda karşılayıp eve getirdim. Bu beyefendi, yıllar önce tanıştığı ‘Hasan’ ismindeki arkadaşının kabrini ziyaret için ülkemize gelmişti.Aradığı Türkiyeli arkadaşı hakkında sohbet ederken, karşımdaki vefa timsali Japon uyruklu şahsiyetin, kırık-dökük Türkçesiyle; dudaklarından “O, bana Kur’ân öğretti, dünyaya bakışımı değiştirdi. Onunla tanıştıktan sonra hayatın gâyesini anladım. Yüzüm gülmezdi, sevmeyi öğrendim. Canlı, cansız her şeyle dost oldum.” ifadeleri döküldü. Gözleri pırıl pırıl ışıldayan Nohora Bey’in, sohbetin tam ortasında bu ifadeleri ne maksatla söylediğini tam anlayamadım. Ancak onun hayat hikâyesini dinledikçe, sağlam karakter yapısına hayranlığım artıyordu. “Ne şanslı bir insan, ne mübarek bir şahsiyet, ne müstesna bir kâmet!” şeklinde iç konuşmalar yapmaktan kendimi alamıyordum.

Nohora Bey, elli yaşlarında gösteriyordu. Hasan’ı tam otuz yıl önce Şam’da tanımıştı. Üç ay kadar beraber çalışmışlar. İslâm’la tanışmış ve Kur’ân’ın talebesi olmuştu. Hasan bir gün memleketine dönmek mecburiyetinde kaldığını söyleyip, adresini yazdığı bir kâğıt parçasını aceleyle Nohora Bey’in eline tutuşturmuştu. Ayrılırken de; “Dostluğumuz ebedî, merak etme, zîrâ biz iman kardeşiyiz artık.” demişti.

Onu kıymetli bir deri muhafaza içinden itina ile çıkarıp bana gösterdi. Kâğıdın defalarca açılıp katlandığı belli oluyordu. İlk üç sene, hiçbir cevap almamış olmasına rağmen, bu adrese her ay mektup gönderdiğini söyledi. Sonraki yıllarda bayramları dostluğunun pekişmesine vesile kılıp aksatmadan bayram tebrikleri gönderdiğini ve tam otuz sene, hiçbir cevap alamadığı hâlde bıkıp usanmadan yazdığını ifade ediyordu.

Nohora Bey, Hasan’dan hiç cevap alamayınca bir gün, “Son bir defa daha yazayım. Bu defa da cevap alamazsam, bir daha yazmanın mânâsı yok.” der. Son mektubu yazarken, Hasan’ın sağlığından şüphe duyduğunu da dile getirir. Ne var ki bu son mektuba cevaben, Türkiye’den bir mektup gelir. Dünyalar onun olmuştur. Bir solukta Türk Büyükelçiliği’ne gider, mektubu tercüme ettirir. Mektup, Hasan’ın akrabasından gelmiştir. Mektupta özetle, Hasan’ın otuz yıl kadar önce trafik kazasında vefat ettiği belirtilmektedir.

Nohora Bey, karşımda sessiz sessiz ağlıyordu. “Olsun!” diyordu. “Onun öğrettiği, tanıttığı Rabb’ime şükürler olsun ki, dostum vefasız değilmiş. Dostluğumuz da ebediymiş gerçekten. Yoksa muhakkak arardı beni. Ve şâyet yaşamış olduğunu öğrenseydim bu kadar sevinmeyecektim. Asıl o zaman ölmüş olacaktı benim için.”
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:54
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Haziran 2006       Mesaj #136
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
kuran2Ebû Hüreyre Hazretleri’nin, Kur’an okuyanların kazanacağı mânevî derecelerle ilgili olarak Peygamber Efendimiz’den rivayet ettiği şu hadîsi şerîf, mü’min gönüllerin heyecanla tutuşmasına vesile olacak güzelliktedir: “Kıyamet gününde Kur’an-ı Kerîm gelecek ve Allah Teâlâ’ya: ‘Yâ Rabbî! Kur’an okuyan kimseyi şeref süsüyle süsle!’ diyecek; bunun üzerine Kur’an okuyan kimse şerefle süslenecek.

Yine Kur’an-ı Kerîm: ‘Allah’ım! Ona şeref elbisesi giydir!’ diyecek; hemen o zâta elbiselerin en değerlisi giydirilecek. Sonra Kur’an: ‘Rabb’im! Ona şeref tacı giydir!’ diye niyâz edecek; o kimseye şeref tacı giydirilecek. Sonunda Kur’an-ı Kerîm: ‘Yâ Rabbî! O kulundan razı ve hoşnut ol! Senin hoşnutluğundan üstün bir şey yoktur.’ diyerek Kur’an okuyan kimseyi mânevî mertebelerin en yükseğine ulaştıracak (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 18; Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 1). Yüce Kitab’ımızın, kendisini okuyanlara kazandırdığı güzelliklerin haddi hesabı yoktur. Mahşerde, güneşin tepeye dikildiği, herkesin kan ter içinde çırpındığı o dehşetli saatlerde, Kur’an’ın, kendisini okuyan ve buyruklarına göre yaşayan kimselere sağlayacağı büyük imkândan söz eden Efendimiz (sas) şöyle buyuruyor: “Kıyamet gününde, Kur’an-ı Kerîm ile Onun buyruklarını tutup yasaklarından kaçan mü’minler ortaya getirilecekler. Kur’an’ın önünde en uzun iki sûresi, Bakara ile Âl-i İmrân bulunacak. O sırada bu iki sûre, iki bulut gibi görünecek veya aralarında bir nur bulunan iki siyah gölgeliği andıracaklar, yahut bu iki sûre, kıyamet gününde sahiplerini savunmak üzere saf bağlayıp kanat germiş iki kuş sürüsü gibi gelecekler.” (Müslim, Müsâfirîn 253; Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 5). Herkesin bir kurtarıcı beklediği mahşerin o dayanılmaz vakitlerinde Kur’an-ı Kerîm’in bir şefaatçi olarak ortaya çıkması ve kendisini okuyup ona göre yaşayanların elinden tutması, Allah’ım, ne güzel bir imkândır.

Kur’an öğrenmeyi geciktirmeyin!
Soru: “Önce, hayatımı düzelteyim, sonra Kur’an-ı Kerim’i öğrenirim diyorum. Bu doğru bir düşünce mi?”

Kur’an öğrenmeme yönündeki bu tarz mazeretleri nefis ve şeytan fısıldıyor. Halbuki yaşantımız ayrı, Kur’an-ı Kerim öğrenmek ayrı bir şeydir. Belki çevremiz bunu yadırgayacaktır; ama önemli olan çevremiz değil bizim Allah’la (cc) olan irtibatımızdır. Yarına çıkacak garantimiz var mı?
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:55
kuzeyli53 - avatarı
kuzeyli53
Ziyaretçi
28 Haziran 2006       Mesaj #137
kuzeyli53 - avatarı
Ziyaretçi

GÖZ ÇUKURU


Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu
gariban adamla ilgilendi ve ona, "Oltana ben burada iken ilk takılan şey ne olursa sana onun ağırlığınca altın vereceğim" dedi Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı Hükümdar balıkçıya, "Ne yapalım, şansın bu kadar, oltana ağır bir şey takılmadı" diyerek alıp sarayına götürdü Saraya varınca adamlarına, balıkçıya elindeki kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti Kemiği terazinin kefesine koydular, öbür kefesine de altın koymaya başladılar Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları koydular ama kemik yerinden oynamıyordu Görünüşte dört beş altını zor tartar göründüğü halde, tahminlerin on misli üzerinde altın koydular kemik bana mısın demedi Altını doldurmaya devam ettiler, terazinin kefesi doldu taştı ama kemik tarafı yerinden kımıldamıyordu Bunda bir sır olduğunu anladılar Bir bilgeyi çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular Bilge kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra şu açıklamada bulundu:"Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz Çünkü doymaz Ama bir avuç toprak bunu doyurur"
Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kal
(Gözünü toprak doyurdu )
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:55
otono - avatarı
otono
Ziyaretçi
28 Haziran 2006       Mesaj #138
otono - avatarı
Ziyaretçi

İnceliğin Böylesi..


Bir adamcağız kötü yoldan para kazanıp kendisine bir
inek alır.Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve
hiç olmazsa iyi birşey yapmış olmak için bunu
Hacı Bektaş Veli'nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister.
O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi
görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır ve Hacı
Bektaş Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam mevlevi dergahına gider ve
aynı durumu Mevlana'ya anlatır Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder.
Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını
ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana şöyle der: Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir.
Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ama o kabul etmeyebilir.
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergahı'na gider ve
Hacı Bektaş Veli'ye, Mevlana'nin kurbanı kabul ettiğini
söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli'ye sorar.
Hacı Bektaş da şöyle der: Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise
Mevlana'nin gönlü okyanus gibidir.
Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmistir.

Böylesi tevazu ve incelikle birbirlerini yermek yerine yüceltebilmek hepimize nasip olsun ...
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:55
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
29 Haziran 2006       Mesaj #139
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

TEVBE


Fakih anlatıyor:
-Rahmetlik babam (senedi saydıktan sonra) Hz. Ali b. Ebî Talib (r.a.) şöyle dediğini anlattı:
-Resûlüllah (s.a.v), müslümanlar arasında kardeşlik bağı kurdu. Bu çeşitten olmak üzere , Said b. Abdullah ile Sa'lebe Ensarî arasında bir kardeşlik bağı kurdu.
Bu sırada , Resûlüllah(s.a.v.) , Tebük gazasına çıkmıştı.
Said b. Abdullah gaza niyeti ile yola çıktı. Yerine kardeşi Sa'lebe'yi çoluk çocuğunun işi için vekîl bıraktı. Sa'lebe odun taşıyor; su getiriyor. Bütün bunları yaparken , sevabını Allahu Tealadan diliyordu. Bir gün dönüşünde eve girdi. İçeri girince ona iblis geldi:
- Şu perdenin arkasına bak, deyince , Sa'lebe, perdeyi kaldırdı ve kardeşinin güzel hanımını gördü. Dayanamadı; yanına girdi onu okşadı.
Kadın şöyle dedi:
- Ey Sa'lebe! Allah yolundaki kardeşinin bizim için sana bıraktığı hakkı koruyamadın.
Bunun üzerine Sa'lebe :
- Eyvah, mahvoldum! Diye bağırıp yola düştü. Bir dağa çıktı.
Yüksek sesle şöyle yalvarıyordu:
- İlahi Sen Sen'sin: ben de benim. Sen mağfiretle karşılayansın. Ben ise, günahlarla, hatalarla huzuruna geldim...
Resûlüllah (s.a.v.) gazadan döndükleri zaman, herkes kardeşini karşılamaya geldi. Ama, Said'in kardeşliği gelmedi.
Said evine gitti; hanımına sordu:
- Allah yolunda kardeş olduğumuz Sa'lebe nerede?
Kadın şöyle anlattı:
-O kendini hatalar denizine attı; dağa doğru çıkıp gitti. Said kardeşini aramak üzere yola çıktı; gidip buldu.
Sa'lebe yüzüstü düşmüştü. Başını iki eli arasına almıştı. Yüksek sesle şöyle diyordu:
- Zillet makamım ne kadar düşük! Rabbine âsi olan kimsenin makamı nasılsa öyle...
Said ona şöyle dedi:
- Kalk ey kardeşim, bu gördüğüm hâl nedir?
Sa'lebe şöyle dedi:
- Seninle gelemem. Ancak, şu şekilde gelebilirim: Elimi boynuma bağlamalısın. Zelil bir kul, efendisinin kapısına nasıl götürülürse öyle götürmelisin.
Said onun dediğini yaptı. Sa'lebe'nin Hamsane adında bir kızı vardı. Gelip babasını aldı; Hz. Ömer (r.a)'in kapısına götürdü. Evden içeri girdiler. Sa'lebe , Hz. Ömer(r.a.)'e şöyle dedi:
- Allah yolunda gazaya çıkan kardeşimin hanımına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi:
- Git yanımdan, saçlarından tutup seni ezmek istiyorum. Buradan çık, git; benim yanımda sana yer yok.
Buradan çıkınca , Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in yanına gitti; şöyle dedi:
- Allah yolunda gazaya çıkan kardeşimin hanımına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle dedi:
-Git buradan ; benide kendi ateşini yakma; Bana göre , senin için hiçbir tevbe yoktur.
Oradan çıktı; Hz. Ali (r.a.)'nin kapısına gitti.
Şöyle dedi:
- Allah yolunda gazaya çıkan kardeşimin hanımına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Hz. Ali (r.a.) şöyle dedi:
- Çık git buradan. Bence, senin için bir tevbe yoktur.
Buradan çıkınca, şöyle dedi:
- Ey kardeşim! Ey kızım! bu üç kişi beni ümitsiz bıraktı. Ümidim o ki, Resûlüllah (s.a.v.) beni ümitsiz bırakmaz.
Bunun üzerine kızı, onu Resûlüllah (s.a.v.)'ın yanına götürdü.
Resûlüllah (s.a.v.) onu görür görmez şöyle dedi:
- " Cehennemin zicirlerini ve bukağılarını, bana hatırlattın."
Resûlüllah (s.a.v.)'a şöyle dedi:
- Yâ Nebiyyallah! Allah yolunda gazi kardeşimin karısına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- "Çık buradan ; bana göre hiçbir şekilde senin tevben yoktur."
Oradan böyle çıktıktan sonra kızı ona şöyle dedi:
- Ey baba, Muhammed (s.a.v.) ve ashabı senden razı oluncaya kadar; sen benim babam değilsin; ben de senin kızın değilim.
Bunun üzerine Sa'lebe yüksek sesle:
- Yâ Rabbi! Ömer'in kapısına gittim; beni dövmek istedi. Hz. Ebû Bekir'e gittim; beni azarladı, tahkir etti. Hz. Ali'nin yanına gittim; beni kovdu. Peygambere gittim; beni ümitsiz bıraktı.
Ey Mevlam! Benim için sen ne yapmayı istiyorsun. Bu duâma "evet" diyecekmisin? yoksa cevabın "hayır" şeklinde mi olacaktır?
Bunun üzerine semadan bir melek geldi; Resûlüllah (s.a.v.)'a şöyle dedi:
-Allahu Teala soruyor: Halkı sen mi yarattın, yoksa ben mi?
Resûlüllah (s.a.v.), Allahu Teala'yı murad edip, şu cevabı verdi:
-"Sen, ey efendim!"
Bunun üzerine melek şöyle dedi:
-Allahu Tealâ şöyle buyuruyor:
-Kuluma müjdele; onu bağışladım.
Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) ashabına sordu:
- "Sa'lebe'yi kim bana getirecek?"
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) kalktılar:
- Biz getiririz, Yâ Resûlallah! Dediler.
Hz. Ali (r.a.) ve Selman (r.a.) da kalktılar:
- Ya Resûlallah! Biz getiririz, dediler.
Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ali (r.a.) ve Selman (r.a.)'a izin verdi.
Sa'lebe'nin yolunu tutup gittiler. Yolda Medine çobanlarından birine rastladılar.
Hz. Ali (r.a.) ona sordu:
- Resûlullah'ın ashabından birini gördünmü?
Çoban şöyle dedi:
- Galiba siz cehennemden kaçan birini arıyorsunuz?
- Evet,i onu arıyoruz. Bizi onun yanına götür, deyince çoban şöyle dedi:
- Gece basınca, şu dereye gelir gider, şu ağacın altına oturur. Sonra Yüksek sesle şöyle der:
- Rabbine âsi olanın makamı ne kadar düşüktür!
Orada beklediler. Gece olunca Sa'lebe geldi; o ağacın altına gidip oturdu. Sonra ağlayarak secdeye kapandı.
Selman onun ağlamasını duyunca, ona doğru yürüdü ve şöyle dedi:
- Yâ Sa'lebe kalk. Âlemlerin Rabbi seni bağışladı.
Bu sesi duyunca sordu:
-Habîbim Muhammed nasıldır?
Allah'ı ve seni seviyor, dediler. Bilâl namaza kalktığı zaman, Sa'lebe'yi mescide getirdiler. Safın son kısmında durdular.
Resûlüllah (s.a.v.) namazda :
- "Çoklukla övünmek sizi oyaladı" (Tekâsür sûresi, âyet:1) âyetini okuduğu zaman, bir bağırırş bağırdı.
- "O kadar ki; kabirleri ziyaret ettiniz" (Tekâsür sûresi, âyet:2) âyetini okuyunca bir daha bağırdı;dünyadan ayrıldı.
Resûlüllah (s.a.v.) namazı bitirince Sa'lebe'nin yanına geldi.
-" Ey Selman, onun üzerine su serp."
Selman:
- Yâ Resûllallah, o dünyadan ayrıldı.
Sonra kızı geldi; Resûlüllah'a şöyle dedi:
- Yâ Resûlallah, babam nerede? Ona hasret kaldım.
Resûlüllah (s.a.v.) ona:
- " Mescide gir " dedi. Mescide girince, babasını ölmüş buldu. Elini başına götürdü.
- Ah perişan halim, ah babacığım, senden sonra bana kim bakacak?
Demeye başladı.
Onun bu haini gören Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
-" Ey Hamsane! İstermisin: Ben, senin baban olayım; Fatımada kardeşin?"
Buna karşılık şöyle dedi:
- Olur Yâ Resûlallah!
Resûlullah (s.a.v.) Sa'lebe'nin cenazesine gitti. Kabrin kenarına geldiği zaman, parmak uçlarına basarak yürüdüğü görüldü.
Döndükleri zaman, Hz. Ömer (r.a.) şöyle sordu:
- Yâ Resûlallah! Kabrin başında parmak uçlarına basarak yürüyordun; nedendir?
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- "Yâ Ömer! Meleklerin çokluğundan, ayağımın tabanını basacak yer bulamadım ."
FAKİH der ki:
- Yukarıdaki hikâye çeşitli lafızlarla anlatılmıştır.
Söylendiğine göre şu âyet-i kerime o sahabe hakkında nâzil olmuştur.
- " O kimselerki: Bir kötülük işledikleri, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarlar; günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir?
Bir de onlar, günaâh üzerinde bile bile ısrar etmezler. Bunlara rablerinden mağfiret vardır; altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedî kalırlar. Böyle yapanların mükâfatı, ne kadar güzeldir. " (Âl-i İmrân sûresi, âyet: 135-136)
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:55
otono - avatarı
otono
Ziyaretçi
30 Haziran 2006       Mesaj #140
otono - avatarı
Ziyaretçi
İbrahim bin Edhem hazretlerinin hayatını okuduğumda çok etkilenmiştim. Özellikle oğluna kavuştuğu bölümde. Öncelikle kısaca hayatını yazayım ve sonrada oğluna kavuştuğu anın ne kadar hüzünlü olduğunu…

İBRÂHİM BİN EDHEM;

Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H.96) te Belh şehrinde doğup, 779 (H.162)da Şam'da vefât etti. İsmi, İbrâhim bin Edhem bin Mansûr, künyesi Ebû İshâk'tır. Nesebi hazret-i Ömer'e dayanır. Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râi ve Şeyh Mansûr Selâmi'nin sohbetinde bulunup, VeyselKarânî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir.

Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. KendisiŞehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı severdi.Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı.Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir.Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır.
Tâcını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:
Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı.Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan sallanıyordu. seslendi: "Kim o?" Damdaki, "Tanıdık biriyim, devemi kaybettim onu arıyorum" dedi. İbrâhim Edhem, "Hey şaşkın, ne diye damda arıyorsun? Damda deve mi olur?" deyince, damdaki zât, "Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?" dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.
Başka bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zat çıkageldi. Ne askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var? deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta İbrâhim Edhem sordu: "Ne istiyorsun?" O zât, "Bu handa konaklamak istiyorum." dedi. İbrâhim Edhem; "Burası han değil, benim sarayımdır." diye cevap verdi. O zât, "O halde bu saray bundan evvel kimindi?" diye sorunca, İbrâhim Edhem; "Pederimindi!" dedi. Gelen zât; "Ondan evvel kimindi?" diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem; "Filân zâtın!" dedi. O zât; "Ondan evvel kimindi?" diye sorduğunda, İbrâhim Edhem; "Filân oğlu filânın!" cevâbına, o zâtın; "Bunlara ne oldu?" suâline de İbrâhim Edhem; "Öldüler!" cevâbını verdi. Gelen heybetli kimse; "Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbâhim Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu; "Sen kimsin?" O zât da, "Ben Hızırım." dedi.
Bundan sonra İbrâhim Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı.Kalbindeki Allah aşkı fazlalaştı.

İKİ SEVGİ BİR ARADA OLUR MU?


Nakledildiğine göre, memleketinden (Belh'ten) ayrıldığında geride süt emen bir oğlu kalmıştı. Çocuk büyüdü. Zengin oldu. Vâlidesine, babasını sordu. O da, "Baban kayboldu. Mekke'de bulunduğuna dâir bâzı haberler var." dedi. Oğlu; "Anneciğim, ben gidip, babamı bulmaya çalışacağım ve hizmetinde bulunacağım." dedi. Her tarafa haber gönderip, bu sene hacca gitmek isteyenlerin kendisine gelmelerini, masraflarını kendisinin karşılayacağını bildirdi. Bunun üzerine kendisine dört bin kişi geldi. Hepsinin masraflarını karşılayıp, hem haccetme, hem de babasına kavuşmak arzusuyla yola çıktı. Kâbe-i muazzamaya varınca, orada hırka giymiş, yamalı elbiseli kimseler gördü ve onlara babasını sordu. Onlar; "O bizim hocamızdır, Mekke dışından, sırtında odun getirip, satar, parası ile de ekmek alıp bize verir." dediler. Genç sahraya çıktı. Bir ihtiyarın ağır odun yüklenmiş olarak geldiğini gördü. Kendisini tâkib etti. O, pazara gidip odunları sattı. Parası ile ekmek alıp dostlarına ikrâm etti. Onlar ekmek yerken, o da namaz kılıyordu. Dostlarıyla birlikte tavaf yaparlarken, güzel yüzlü bir genç karşısına gelip durdu. İbrâhim bin Edhem ona bakıyordu. Tavafı bitirdikten sonra; "O gence bu kadar dikkatle bakmanızın hikmetini anlayamadık." dediler. Buyurdu ki: "Ben, Belh'ten ayrılırken süt emme çağında bir çocuğum kalmıştı. Bu genç odur." O genç, "Babam benden kaçar." endişesiyle, kendisini belli etmiyor, fakat her gün gelip babasını seyrediyordu. İbrâhim bin Edhem bir gün, dostlarından birini alıp, Belh'ten gelen hacı kâfilesinin yanına gitti. Atlastan bir çadır ortasında bir kürsü olduğunu ve oğlunun o kürsüde oturup Kur'ân-ı kerîm okuduğunu gördü. Genç; "Her halde, mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir belâ ve imtihândır." (Tegâbün sûresi:15) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyordu. Bunu duyunca geri dönüp gitti.Yanındaki dostu, gencin yanına gitti. Kur'ân-ı kerîm okuması bittikten sonra gence; "Nerelisin?" dedi. O da "Belhliyim." deyince, "Kimin oğlusun?" dedi. O da; "İbrâhim bin Edhem'in oğluyum. Onu ilk defâ dün gördüm. Ama o muydu, değil miydi, iyice bilemiyorum. Benden uzaklaşır korkusuyla kendisine de soramadım." dedi. Gelen zât; "Gelin sizi onun yanına götüreyim." dedi. Bundan sonra berâberce İbrâhim bin Edhem'in yanına geldiler. Genç, babasını görünce kendinden geçecek şekilde ağladı. Kendine geldiğinde babasına selâm verdi. Babası selâmını alıp, bağrına bastı ve; "Hangi dindensin?" diye sordu. Genç;"İslâm dînindenim." dedi. İbrâhim bin Edhem; "Elhamdülillah!Kur'ân-ı kerîmi de biliyorsun. Peki ilim de tahsil ettin mi?" buyurdu. Oğlu; "Evet!" deyince, o yine hamdetti. Oğlunu yanına alıp ellerini semâya çevirdi. "Yâ Rabbî! İmdâdıma yetiş!" diye yalvarmaya başladı. Bunu gören yakınları; "Yâ İbrâhim, ne oldu, niçin yalvarıyorsun?" diye sordular. Onlara; "Oğlumu bağrıma basınca şefkati ve sevgisi kalbimde kaynadı. Bunun üzerine bir nidâ geldi: "Yâ İbrâhim! Beni sevdiğini iddiâ ediyorsun. Fakat benimle berâber başkalarını da seviyorsun. Dostluğumuza ortak katıyorsun. Bir kalpte iki sevgi olur mu? Bu dostluğa sığar mı?" Bunu işitince duâ edip; "İzzet, ikrâm sâhibi olan Allah'ım! İmdâdıma yetiş! Eğer oğlumun muhabbeti, beni, senin sevginden alıkoyacaksa, ya benim, yâhut da onun canını al, diye duâ ettim. Duâm hemen kabûl oldu. Oğlum kucağımda can verdi." dedi.

İbret almak, onlar gibi Allaha sevgi ile bağlanmak ümidiyle...
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:56

Benzer Konular

17 Ekim 2018 / AreX Kahve Molası
6 Nisan 2009 / nılufer Soru-Cevap