Arama

Kıssadan Hisseler - Sayfa 13

Güncelleme: 10 Aralık 2018 Gösterim: 76.922 Cevap: 180
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
13 Haziran 2006       Mesaj #121
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ


Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
Sponsorlu Bağlantılar
-Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
-Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
-Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
-Hastalığını söyle.
-Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
-Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
-Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
-Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:
-Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
-Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir.

Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:51
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Haziran 2006       Mesaj #122
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hasat zamanıydı. Çiftçi bir ailenin tüm fertleri büyük bir tarladaki buğday demetlerini arabalara yüklüyorlardı. Aile fertleri, aralarında güzel bir iş bölümü yapmışlardı. Herkesin işi başka başkaydı.

Sponsorlu Bağlantılar
Evin annesi, orakçıların hendek kıyısında biçemedikleri başakları toplarken, küçük bir ağacın dalları arasında bir salkım üzüm gördü.
“Oh, bu kavurucu sıcakta bu bir salkım üzüm ne iyi gider” diyerek, salkımı kopardı. Tam yemek üzereydi ki, gözü az ilerisinde, demetleri arabaya yükleyen kocasına takıldı.

“Onun bu üzümlere benden daha fazla ihtiyacı var. Sabahtan beri en çok o çalışıyor” diyerek üzüm salkımını kocasına götürüp verdi.
Adam, bu beklenmedik ikrama çok sevindi. Tam üzümleri iştahla yemek üzereydi ki, buğdayları tırmıklayan küçük kızını gördü ve:
“Küçük kızım ne kadar da zayıfmış” dedi. “Bu üzümleri götürüp ona vereyim.”
Küçük kız, babasının ikram ettiği üzümleri sevinçle aldı ama tam yemek üzereydi ki, o da, başakların deste deste yüklendiği arabanın üzerindeki ağabeyini gördü.

“Zavallı ağabeyim, güneşin altında saatlerdir çalışıyor. Dili damağı kurumuş, birbirine yapışmıştır. En iyisi, bu üzümleri götürüp ona vereyim” dedi.
Delikanlı, küçük kardeşinin kendisine uzattığı üzüm salkımını neşe ile aldı. Tam yiyecekti ki, o da, hendek kenarında iki büklüm çalışan annesini gördü.

“Anneciğim ne kadar da yorulmuş. Ben iyisi mi bu salkım üzümü ona vereyim o yesin” dedi ve üzümü annesine götürdü.
Evin annesi, üzüm salkımının dönüp dolaşıp kendisine geri geldiğini görünce, olanları hissetti ve kendisine böyle sevgi dolu yüreğe sahip şefkatli aile bahşettiği için Allah’a şükretti. Ve bütün ailelerin kendileri gibi mutlu olmaları temennisinde bulundu
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:51
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Haziran 2006       Mesaj #123
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

* _* AHDE VEFA * _ *

Hz. Ömer arkadaslarıyla sohbet ederken, huzura üç genç
girerler. Derler ki :
-"Ey halife, bu aramızdaki arkadas bizim babamızı öldürdü.
Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin." Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek :
- Söyledikleri doğru mu diye sorar ,
Suçlanan genç der ki :
-evet dogru.
Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar:
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar, der ki :
-"Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadasların bulundugu yere getirdi.
Afedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir defa daha bakıyor, hayvana ne yaptıysam bu arkadasların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü.
Nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım, babası
öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaslar beni yakaladı, durum bundan ibaret" dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer
- "Söyleyecek bir sey yok, bu suçun cezası idam.Madem suçunu da kabul ettin" dedi.
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak
-"Efendim bir özrüm var" diyerek konuşmaya başladı
- "Ben memleketinde zengin bir insanım, babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı.Gelirken kardesim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkini zayi ettiginiz için Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardesime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime birini bulurum" der.
Hz. Ömer dayanamaz der ki :
-"Bu topluluga yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?!"
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar, der ki:
- "Bu zat benim yerime kalır." O zat Hz. Peygamber Efendimizin (sav) en iyi arkadaşlarından daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan başkası değildir.
Hz.Ömer Amr'a dönerek,
- "Ey Amr, delikanlıyı duydun" der.
O yüce sahabi
-"Evet, ben kefilim" der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir
haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak genc'in gelmeyecegi, dolayısıyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine maktülün diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler.
Hz. Ömer kendinden beklenen cevabi verir der ki :
"Bu kefil babam olsa farketmez cezayı infaz ederim."
Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki :
-"Biz de sözümün arkasindayiz."
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek derki evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardı neden geldin?" Genç vakurla başını
kaldırır ve (günümüz insani için pek de önemli olmayan)
"AHDE VEFASIZLIK ETTİ" demeyesiniz diye geldim der.
Hz.Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki :
-"Ey Amr, sen bu delikanliyi tanimiyorsun nasil oldu onun yerine kefil oldun".
Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razi olsun, vakurla kanımızı donduracak bir cevap verir,
-"Bu kadar insanin içerisinden beni seçti.
"INSANLIK ÖLDÜ "dedirtmemek için kabul ettim" der.
Sira gençlere gelir, derler ki :
-"Biz bu davadan vazgeçiyoruz."
Bu sözün üzerine Hz Ömer :
-"Ne oldu, biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?"der.
Gençlerin cevabıda dehşetlidir :
-"MERHAMETLİ İNSAN KALMADI" DEMEYESİNİZ DİYE ...
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:51
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
14 Haziran 2006       Mesaj #124
arwen - avatarı
Ziyaretçi
[H2]YOLDAN GÜZEL GEÇMEK [/H2
Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu: Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:
'Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.'
Kral gülümseyerek cevap verdi:
'O altınlar sana ait delikanlı.'
'Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı.'
'Evet' dedi kral. 'Bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir.'
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:52
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Haziran 2006       Mesaj #125
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Cennet ve Cehennem

Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Cennet'i yarattıktan sonra Cebrail Aleyhisselam'a emretti:

– Git kullarım için hazırladığım Cennet'i gez, gör. Nasıl bulacaksın, gel haber ver.

Cebrail Aleyhisselam gidip Cennet'i gezdi, içindeki şaşkınlık veren özellik ve güzellikleri hayranlıkla temaşadan sonra gelip dedi ki:

– Rabbim, böylesine eşsiz güzelliklerin toplandığı bir yeri kimse bırakmaz. Hemen herkes buraya koşar.

Rabbimiz bundan sonra Cennet'in bir bakıma fiyatı sayılan, ödenmesi gerekli faturaları Cennet yoluna dizdi, nefsin hoşuna gitmeyecek vazifeleri sıraladı, görevleri yığdı ve Cebrail'e:

– Bir de şimdi git Cennet'i gör, buyurdu.

Cebrail Aleyhisselam bu defa Cennet'in yolundaki ücreti sayılan fatura mesabesindeki dini görevleri, ahlâki vazifeleri gördü, nefsin hoşuna gitmeyecek emirlere baktı ve dedi ki:

– Rabbim, buraya kimsecikler gelmez!

Bundan sonra Rabbimiz:

– Bir de Cehennem'i gör, orasını incele! buyurdu.

Cehennem'i baştan sona gezen Cebrail Aleyhisselam oradaki haksızlıklara, zalimlere, kötü örnek olanlara reva görülen ceza ve azabı görünce gelip dedi ki:

– Rabbim kullarından hiç kimse buraya girmez, girmeye yönelik işlerde bulunmaz.

Bundan sonra Rabbimiz, Cehennem'in cazibesini teşkil eden şeyleri de Cehennem'in yolları üzerine koydu, onları bir bir sıralayıp bir daha emretti:

– Cehennem'i bir de şimdi gör ey Cebrail.

Cebrail Aleyhisselam bu defa da baktı ki, Cehennem'in yolları üzerine nefsin hoşuna gidecek öylesine eğlenceler, cazip görüntüler koyulmuş ki görenlerin nefsi galeyana gelir, büyük bir dikkat ve gayret ister ki bunlara aldanmayıp da nefsini engellesin, sonu azap mahalline varan bu yola girmesin.

Bu defa da dedi ki:

– Rabbim, kullarından kimse kalmaz hemen hepsi de buraya akın eder.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:52
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
14 Haziran 2006       Mesaj #126
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

DÖRT DİRHEMLİK GÖMLEK


Ashab-ı Kiram'dam Ebu'd-Derda r.a. Hazretleri anlatıyor:
Günün birinde bir gömlek almak için çarşıya çıkmıştı. Yolda Ebu Zerr r.a. Hazretleri onunla karşılaştı, nereye gittiğini sordu. Ebu'd Derda r.a. dedi ki:
- On dirheme bir gömlek satın almak istiyorum. Ebu Zerr r.a. ise:
- Dikkat edin! Ebu'd-Derda müsriflerdendir! diye seslenmeye başladı. Ebu'd-Derda r.a. gizlemek istediyse de bunu yapamadı ve dedi ki:
- Ebu Zerr, böyle yapma! Benimle gel de beni sen giyindir.
Birlikte çarşıya gittiler. Ebu Zerr, Ebu'd-Derda'ya onun parasından dört dirheme bir gömlek alıverdi.
Ebu'd-Derda r.a. diyor ki:
Dönüp gelirken, avret yerlerini bile kapatmaktan uzak, çıplak bir adama rastladım. Onu örtüsüne dikkat etmesi için uyardım. O ise örtünecek elbisesi olmadığın söyledi. Ben de aldığım giysiyi ona verdim. Çarşıya dönüp dört dirheme bir gömlek daha aldım.
Evime dönerken, bu kez de yolda ağlayan bir hizmetçi kadın gördüm. Ona niçin ağladığını sordum. Şunu söyledi:
- Yağ konan kabım kırıldı. Aileme dönmek için de geç kaldım.
O kadınla birlikte çarşıya gittim. Bir dirheme ona bir kap yağ alıverdim. Bu defa kadıncağız dedi ki:
- Ey efendi, bana yapacağın iyiliği yaptın. Aileme kadar da benimle geliver. Çünkü ben eve geç kaldım. Beni dövmelerinden korkuyorum. Benimle gelirsen, belki bana dokunmazlar.
Onunla beraber efendisine gittim ve ona dedim ki:
- Hizmetçiniz geç kalmış da onu dövmenizden endişe etmiş. Bunun için benimle birlikte size gelmemi istedi, onun için buradayım.
- Madem seninle gelmiştir, dedi adam; artık o Allah için hür ve serbesttir!
Bunu görünce kendi kendime dedim ki:
- Ebu Zerr benden doğrusunu yaptı. Toplam on dirheme bana bir gömlek alıverdi, bir fakire de bir gömlek giydirdi, bir köleyi de hürriyetine kavuşturdu.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:52
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
15 Haziran 2006       Mesaj #127
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

Ağızdaki Taşın Hikmeti


Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken;
Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:52
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Haziran 2006       Mesaj #128
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Münafıklar yapıp ettikleri şeylerle inananları aldatma peşinde olduklarından dolayı onların küfrü, muzaaf (iki buudlu) küfür sayılır.
‎ ‎ * ‎ ‎ ‎ * ‎‎ * ‎
Bir işin daha iyi olmasını arzu etme adına ‘keşke' denebilir. Kaderi tenkid etme ve ona taş atma manasında ‘keşke' demekse doğru değildir. İşte bu itibarla Efendimiz, “Lev (keşke) helaktir” buyurmuştur.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
İşkolik olmak başka, işinin aşığı olmak başkadır.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
Gönlünü Cenâb-ı Hakk'a vermiş mü'minler duaya doyma bilmezler.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
Allah'ım! Ben şimdi vuslat arzusunda da değilim. Ocaklar gibi yolunda yanmaya bayılıyorum ve gam izhar etmemeye çalışıyorum.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
Kendi durumunu hakikî mü'minlerin halleriyle kıyaslamak suretiyle kimse ye'se düşmemeli fakat dûnhimmetlik de yapmamalıdır. Dûnhimmet olma, Allah'a karşı ayıp, nimetlerine karşı da saygısızlık sayılır.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
Bilgi bazen saygıyı götürüyor. Halbuki bilmeye gerçek kıymetini kazandıran insanın içindeki saygı hislerini artırıyor olmasıdır.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
Gafilâne bakanlar “Ben yaptım!” diyebilirler. Ârifane bakanlara gelince onların vird-i zebanı, “Yapan O'dur.” şeklindedir.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
Allah inayetini üzerimizden eksik etmesin! O'nun inayeti olmadan hiçbir işi gerçekleştiremez, hiçbir hususta muvaffak olamayız. O (azze ve celle), “Ol!” demeden hiçbir şey olmaz.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
İnsanlara karşı edep çerçevesinde hareket etmeyenlerin, Allah'a karşı edepli olmaları da beklenemez.
‎ * ‎‎ * ‎‎ * ‎
Ötede sıratı rahat geçecek olanlar burada sırat-ı müstakîm üzere yaşayan insanlardır.
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:52
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Haziran 2006       Mesaj #129
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İki hafta önce, bugün de hâlâ etkisinden kurtulamadığım bir rüyayla sıçrayıverdim uykumdan. Gerçi gördüğüm bir rüya mıydı, kabus mu, yoksa elimdeki nimetleri hatırlatan bir ders miydi bilemiyorum. Zaten o gecenin akabindeki günlerde yaşadığım olaylar, tanıştığım kimseler sanki bana birer mesaj veriyordu. Aynı türden şeylerle bu kadar kısa süre zarfında karşılaşmak bir tesadüf olamazdı. Bunca tevafuktan sonra da beni bir düşüncedir aldı...
Seyrettiğim bir çizgi filmden mi etkilenmiştim bilmiyorum: Aynaya baktım, her şey normal gözükürken birden bire ayağımın teki ortadan kayboldu ve tam yürüyecekken yere düştüm. Ayrıntılarını çok hatırlayamadığım rüyamda bu kısım o kadar netti ki, anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor.
Metin'in Kesilen Bacağı
Ertesi gün ikindi namazı ve sohbeti için Ayyüzlü'nün bulunduğu binaya gitmiştik. Namazın sünnetini kılıp farz için Ayyüzlü'yü beklerken babasıyla birlikte içeriye benim yaşlarımda koltuk değnekli bir erkek çocuğu girdi. Tam da benim arkamdaki yere oturdu babasının yardımıyla. Başında takkesi vardı, belli ki o da namaz kılacaktı. Gece gördüğüm rüyanın üstüne de o çocuğu görünce çok etkilendim. Bazı abiler dönüp dönüp ona bakıyorlardı. Ben bile herkesin onu incelemesinden öyle rahatsız olmuştum ki, “Ne hissediyor acaba?” diye düşünmeden edemedim.
Namazımızı tamamladık, namaz sonrası tesbihatımızı yaptık, hepimiz sohbet dinleme duruşuna geçip Ayyüzlü'nün gelişini bekliyorduk ki onun gelmesiyle herkeste bir hareketlilik oldu. Ben her zamanki gibi kapıya yakın oturduğum için karşıdan amcaların bütün hareketlerini takip edebiliyordum. Daha sonradan adının Metin olduğunu öğrendiğim tek ayaklı arkadaş, Ayyüzlü içeri girince ancak koltuk değneğine tutunarak doğrulabildi. Ayyüzlü kendisi için ayrılan yere oturur oturmaz, bazı afacanlar hemen onun yanına koşup elini öpmek istediler; yaşı çok küçük çocuklar hariç hiç kimseye elini öptürmeyen Güzel İnsan, bu adetini bozmayıp onların başlarını okşadı ve ellerine birer ikişer çikolata verdi. Gözüm, istemeden de olsa Metin'e takılmış, adeta onun üzerine çivilenip kalmıştı. Kıvranıp durmasından ve etrafına bakınmasından belliydi ki, o da bir-iki hamleyle ayağa kalkmak, koşmak, o mübarek ellere dokunmak ve dünyanın en tatlı çikolatalarından birkaç tane almak istiyordu ama buna bir türlü cesaret edemiyordu. Belki kimse görmemişti onun heyecanlı hareketlerini ama o kıvranışları benim içimi delmişti adeta.
Sohbet biter bitmez Metin'in yanına gidip onunla daha yakından tanıştım. Bir trafik kazasında küçük kardeşi vefat etmiş; aynı kazada kendi bacağı da büyük darbe almış; doktorlar ayaktan kalçaya kadar o bacağı kesmek zorunda kalmışlar; bu arada, daha sonraki uzun tedavilere rağmen belindeki müthiş ağrıyı bir türlü giderememişler. Metin, Ayyüzlü'nün duasını alma ümidiyle gelmiş uzak bir beldeden.
Tanışıp konuştukça daha çok sevdim Metin'i; çektiği sıkıntıların onu ne kadar da çok olgunlaştırdığına şahit oldum. Çok güzel bir arkadaş; hal ve tavırları başka çocuklar gibi değil. Benden iki yaş küçük olmasına rağmen sanki daha büyük birinin dilinden dökülüyormuş gibiydi her cümlesi, hayranlıkla dinledim onun sözlerini. Meğerse hastanede kaldığı süre içinde bol bol kitap okumuş, en zor zamanlarını bile çok okuyup daha çok şey öğrenerek değerlendirmiş; kitaplarla sohbet ederken dertlerini bir an da olsa unutmuş. Okuduğu hemen her sayfadan sonra ise Allah'a dualar etmiş vefat eden kardeşi için.
Ona üzülüp üzülmediğini sorduğumda, “Biliyorum ki kardeşim şimdi Cennet'te ve bizi görebiliyor. Onun canı hiç acımıyor. Sadece onu çok özledim. Bazen fotoğraflarla avunuyorum, bazen de Rabbim rüyamda onu gösterip hasretimi dindiriyor.” diye cevap verdi.
Metin ayağı kesildiğinde çok ağlamış, fakat onun ziyaretine gelen öğretmenleri yaşadığı sıkıntıların, acıların arkasında nasıl birer rahmet gizli olduğunu anlattıkça olayları değerlendirmesi değişmiş ve ağlamaları tebessümlere dönüşüvermiş. Dışarıdaki insanların ona dönüp dönüp bakmalarından ve bazı çocukların “sakat” diyerek onunla dalga geçmelerinden dolayı çok ağladığı zamanlar da olmuş ama anne-babasının da desteğiyle o acı günleri hatıralara hapsetmiş. Şimdi başına gelenleri Allah'ın takdiri olarak görüyor ve Cennet'te sapasağlam bir ayağa sahip olacağına çok inanıyor. Sahabe Efendilerimizden bir bacağı sakat olan Amr b. Cemuh vefat edince, Peygamber Efendimiz'in “Şu anda Amr'ı ayağı sapasağlam olmuş, Cennet'te koşarken görüyorum” deyişini bir an olsun unutmayan Metin, kendi hakkında da aynı hayali kuruyor ve o hayalle her zaman bir kevser serinliği yudumluyor...
Belalardaki Rahmet Sırrı
Metin'in buradan ayrılmasının akabinde bedeniyle, sağlığıyla imtihan olan insanlar aklıma takıldı durdu. Hep kendilerine yardımcı olacak birilerine muhtaç, yatağa bağlı, felçli kimseleri; gömleğinin düğmesini bile ilikleyemeyen güçsüzleri; arkadaşları sokakta koşup oynarken pencereden seyretmek zorunda kalan yürüme engelli kardeşlerimizi; konuşamadığı için hareketlerle kendini ifade etmeye çalışan dilsizleri; bununla birlikte hareket dilinden anlamadığı için karşısındakiyle dalga geçen kendini bilmez, kalbsizleri düşünüp durdum. Gözlerim yaşardı, dilim duaya durdu. Onlar için ne yapacağımı bilememenin şaşkınlığıyla öylece kalakaldım. İçimin sıkıntısı öyle kavuruyordu ki beni balkonda oturup gökyüzüne bakarken gecenin soğuğunu bile hissetmemişim. Ben dalıp gitmişken aniden balkonun kapısı açıldı ve annemin sıcak sesiyle dışarıda ne kadar da çok üşüdüğümü farkettim.
“Ne düşünüyorsun böyle gökyüzüne bakarak? Hem üstündekiler de ince, üşütüp hasta olmayasın Talip'im!..” diyerek yanıma oturup kolunu omuzuma atıverdi annem. Anacığımın sıcaklığıyla birden içim ısınıverdi.
“Metin'i düşünüyordum anneciğim.”
O ana kadar zihnime kıymık gibi batan soruyu anneciğime açmadan edemedim:
“Allahu Teâlâ'nın yarattığı hiçbir şeyde nizamsızlık, hikmetsizlik, abes yoktur, öyle değil mi anne?”
“Evet, yavrum...”
“Peki bedeninde bazı rahatsızlıklar bulunan, engelli kimselerin durumunu nasıl açıklayabiliriz? Allah'ın her şeye gücü yeter, murad etseydi herkesi sağlıklı yaratırdı, hiç kimseye sakatlık vermezdi?”
“Allah her şeyi kulları için yaratmıştır, kullarını da imtihanlardan geçirip olgunlaştırmak ve rızasına hazırlamak için. Hiç düşündün mü neden göletler kirlidir de akarsular berraktır, temizdir?”
“Bilmem, hiç düşünmemiştim. Biri akıyor biri sabit duruyor diye mi?”
“Bir nebze doğru, fakat akanı temiz yapan engelleri aşmaya çalışıp kendini oradan oraya çarpması ve bu sayede içindeki kirleri atıp arınmasıdır. Allahu Teâlâ da kullarını kirlerinden, günahlarından arındırmak için, kimi zaman onları ibadetlerle ulaşamayacakları makamlara çıkartmak için, kimi zaman da yapıp ettikleri güzellikleri, sahip oldukları nimetleri kendilerinden bilerek kibirlenip Şeytan'a yoldaş olmamaları ve acizliklerini hissedip Allah'a yönelmeleri için imtihanlardan geçirir, sıkıntılara çarptırır, kirlerinden arındırıp yüksek makamlara ulaştırır.”
“Peki kimisi sağlıklı, kimisi sakat; bazısı fakir, bazısı da zengin.. hani daha önce fakirlik-zenginlikten bahsederken, “Allah kimisine biraz fazla mal verir ve o malı diğer kardeşleriyle paylaşıp paylaşmayacağına bakar. Eğer o kimse şükreden ve ihtiyaç sahipleriyle malını paylaşan, cömert birisiyse imtihanı kazanır. Cenab-ı Hak kimilerine de az mal verir ve sabredip etmeyeceğine bakar. Eğer o kişi sabreder, şikayet etmezse, o da imtihanı kazanır ve pek çok mükafatı haketmiş olur.” demiştin ya, acaba Allahu Teâlâ sakat kimseleri sabredip sabretmemeleriyle imtihan ederken sağlıklıları da onlara karşı vazifelerini yapıp yapmamalarıyla sınavdan geçiriyor olabilir mi?”
“Ah Talip, bu o kadar önemli bir mesele ki, üzerinde ne kadar konuşulsa yeri var. Her engelli, öncelikle anne-babasını sonra da toplumu eğitmek gibi özel bir vazifeyle dünyaya geliyor.”
“Nasıl yani?”
Engellilerin Nasihati
“Biz insanoğlu olarak önünde örnek görmeden bazı şeyleri kavramakta çok zorlanıyoruz. İşte onlar da, çevresindeki sağlıklı kimselere ellerindeki sağlık nimetini hatırlatıyorlar. İkinci olarak da bu nimetin bizim elimizde olmadığını, Allah'ın bunu dilediğine verdiğini ve istediği vakit de emanetini geri alabileceğini göstermiş oluyorlar. Dahası, engelli insanlar her halleriyle “Ahiret var, bir mükâfat diyarı var, hazır olun yolculuk var!” diyerek adeta herkesi ikaz ediyorlar.”
“Nasıl bir ikaz?”
“Oğlum Allah asla haksızlık yapmaz, O âdildir. Kime ne kadar nimet verirse ve kim o nimetlere ne ölçüde şükürle mukabelede bulunursa mutlaka o ölçüde ötede karşılık verir. Engelli bir insanın çektikleri kat'iyen boşa gitmez. O sabırla yaşadığı müddetçe “Ben mükafatımı almaya hazırlanıyorum, ebedi sağlam olacağım bir yere gidiyorum” diye ahiretin yani asıl mükâfat alma yerinin habercisi gibidir, hep onu ilan eder. Bir ayet-i kerimede Cenab-ı Allah “Şüphesiz ilahî adalet gereği, herkes gücünün yettiğinden ve sadece kendisine verilenden sorulacaktır.” buyuruyor. Ne kadar az güç, o kadar az sorumluluk demektir. Âmâ olan birini gördüğümüzde bu dünyayı göremediği için üzülürüz belki, fakat asıl yapmamız gereken şey, bu sayede gözüyle hiç günaha girmediğini düşünüp onun masumiyetine sevinmek ve bir nimet olarak verilen gözlerimizle işlediğimiz günahlar varsa onları hatırlayıp kendi günahlarımız için Allah'a tevbe etmektir. Anlayacağın, Talip'im, sağlıklı insanların imtihanı diğerlerininkinden daha zor, çünkü bütün nimetlerden, sağlıktan vs. tek tek hesaba tabi tutulacağız. Rahman u Rahim Allah bize merhametiyle muamele etsin...”
“Ama anne engelli olmak her şeye rağmen çok zor!..”
“Tabii ki zordur oğlum; neticedeki mükâfatı almak için sakat olmak istenmez. Allah dilerse o ödülü ağır bir imtihana uğratmadan da verebilir. Allah'tan her zaman sağlık ve afiyet istenmelidir. Fakat, insan başına bir musibet geldiğinde ona sabretmeli, dünyanın geçiciliğini düşünmeli ve ahiretin ebedi mutluluğunu kazanmaya çalışmalıdır. Bir de, her zaman Cenab-ı Hakk'ın sabır karşılığında va'dettiği nimetleri düşünmelidir.”
“Nasıl nimetler?”
Peygamberimiz ve Engelliler
“Peygamber Efendimiz'in haber verdiğine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuş: “Ben kulumun -iki gözünü kast ederek- iki sevgilisini almakla imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona Cennet'i veririm.” İşte, buna benzer müjdeler çoktur. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah'ın lûtfunun ifadesidir. Tıpkı, bir insanın şehit olup Cenneti kazanması gibi... Evet, Allah, birkaç sene dünyanın geçici güzelliklerini seyredecek fâni bir gözü alıyor ama ona bedel, Cennette, Cennet manzaralarını ebedî gözlerle, ebedî bir sûrette seyredecek kırk göz kuvvetinde gözler vereceğini vadediyor.”
“Anne, bazen sakatlara falan acıyarak dönüp dönüp bakıyorlar ya bu günah mı?”
“Günah diyemeyiz ama sürekli acınarak bakılmak kişiyi rahatsız ve rencide eder. Fakat, onlara acıyarak bakmak yerine onların da bizim gibi insanlar olup ihtiyaçlarının bulunduğunu düşünmemiz ve hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz'in de buyurduğu gibi sadaka sevabı kazanma adına onların sıkıntılarını gidermeyi büyük bir fırsat olarak değerlendirmemiz gerekir.”
“Onlara yardım etmek sadaka vermek gibi midir?”
“Evet oğlum. Bir keresinde Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), doğan her gün için sadaka verilmesi gerektiğini söylemiştir. Sahabe Efendilerimiz, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının bulunmadığını ifade edince, İnsanlığın İftihar Tablosu, sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirtip bunlara örnekler vermiştir: “Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, muhtaç bir kimseyi hâcetini tedarik etmesi için gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadına koşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir...” buyurmuştur.”
Sevgili arkadaşlar,
Annem ve ben engelliler hakkında konuşurken babam giriverdi odaya. Sohbet mevzumuzu öğrenince öyle şeyler söyledi ki adeta ağzım açık dinledim. Meğer bu konuda ne de az şey biliyormuşum ve engellilerin problemlerini ne kadar az düşünmüşüm.
Babam “Kuran'ın Engelliye Yaklaşımı” isimli bir doktora çalışması okumuş. E. Gül'e ait olan ve sonra kitap olarak da basılan o çalışmada “Kur'an'ı Kerim'e göre, toplumun engellilere ihtiyacı var.” deniliyormuş. Yazar diyormuş ki:
“İslam dini engelli tüm insanlara dinî ve sosyal yaşamlarında her tür kolaylığı sunmuş ve onları evlerine kapanmaya mahkum etmeyerek güçleri nispetinde aktif sosyal hayata dahil etmiştir. Peygamber Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen bir kişi ‘Ben görme engelliyim acaba namaz için mescide gelmesem olur mu?' diyor. Peygamber Efendimiz ona ‘Ezanı duyuyor musun?' diye soruyor. ‘Duyuyorum.' cevabını alınca, ‘O zaman senin için bir mazeret görmüyorum.' diyor. Buradan da anlaşıldığı gibi İslam, engellileri sosyal hayatın içine davet ediyor.”
Babam bu hadiseyi anlatır anlatmaz aklımdaki soruyu sordum:
“Babacığım, Peygamber Efendimiz'in yanında engelli sahabiler var mıydı?”
“Tabii ki vardı Talip; vardı ve Sevgili Peygamberimiz onlara çok şefkatli davranır, ezilmelerine, kendilerini eksik hissetmelerine mani olur ve onları toplum içinde de aziz tutardı. Mesela, bir ayağı sakat olan Muâz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak göndermişti. Seferlere/savaşlara giderken, Medine'de yerine vekalet etmek üzere âmâ olan İbn Ümmü Mektum'u tam 13 defa görevlendirmişti; Medine'de namazları İbn Ümmü Mektum'un kıldırmasını emretmişti. Rasûl-ü Ekrem'in uzun yıllar müezzinliğini de yapan İbn Ümmü Mektûm, Kâdisiyye Savaşı'nda da sancaktarlık yapmış ve orada şehit olmuştu. Yine, âmâ olan Itbân b. Mâlik, kendi halkına imamlık yapmak üzere tayin edilmişti.”
Acımak Çare mi?
“Babacığım, sence engelliler konusunda yapılan en büyük yanlışlık nedir?
“Oğlum bence hem engellilerin hem ailelerinin hem de çevrenin yaptığı birer büyük yanlış var. Bazı engelliler, kendilerinin cezalandırıldığını düşünüp Allah'a, dine ve tabii hayata küsüyor ve işte o zaman gerçekten engelli haline geliyorlar. Aileler de “Neden bizim başımıza geldi?” deyip kadere taş atıyor, isyankar oluyorlar. Hatta bazen anne-baba birbirlerini suçluyor, karşılıklı “Senin yüzünden!..” diyebiliyorlar. Aslında, herkese düşen “İmtihan oluyoruz!.” deyip bu düşünceye göre hareket etmektir ama bazıları bunu başaramıyorlar.
“Peki çevredekilerin yanlışı?”
“Talibim, bazı insanlar da sadece “vah vah, yazık” demekle yetinip zahiren acıma ifadeleri sergiliyorlar ama yardım etme yolunu hiç seçmiyorlar. Oysa, herkes engellilere ya da onların ailelerine bir şekilde yardım edebilir. En büyük yardım onları acınacak, eksik kimseler olarak görmemektir. Sonra da, hal hatır sormaktan moral vermeye, bazen onlarla sohbet etmekten alıp bir yerlere götürmeye ve bir şekilde onlarla ilgilenmeye kadar pek çok yolla onların elinden tutmaktır. Az önce bahsini ettiğim kitapta okumuştum zannediyorum; katıldığı bir panelde otistik çocuğu olan bir ilahiyat hocasının verdiği misal insanların genel duyarsızlığına canlı bir örnek gibi: ‘21 yıl boyunca otistik çocuğumuzu anbean, adım adım takip ettik, onu bir an yalnız bırakamadık; ama bu süre zarfında hiçbir akraba ya da ahbabımız “Bugün de çocuğunuza biz bakalım, siz de eşinizle baş başa bir yere gidin, bugünlük dinlenin.” demedi.' diyor.”
“Babacığım son bir sorum olacak. Az önce “gerçekten engelli” dedin. Bu ne demek?
“Kur'ân-ı Kerim'de engelliler üç şekilde ele alınır. Önce engelliliğin eksiklik kabul edilmemesi gereken insanî bir durum olduğu nazara verilir. Sonra, engellilere cihad, hicret, ibâdet gibi dini tekliflerde kolaylıklar getirildiği anlatılır. Engellilerle alakalı ayetler daha çok üçüncü gruba dahildir. Bu grupta, gerçek engellilerin imandan mahrum kimseler olduğu vurgulanır; Allah'ın kainat kitabındaki ayetlerini göremeyen kimselerin asıl “körler”, Peygamberin mesajına kulak vermeyenlerin gerçek “sağırlar” ve iman nurundan nasipsizlerin tam “kalbsizler” oldukları anlatılır.”
Evet arkadaşlar,
Anlıyoruz ki, dünya hayatında elsiz-ayaksız, dilsiz-gözsüz olanların engelliliği geçici; onlar sabreder ve ahirete yatırım yaparlarsa, buradaki muvakkat mahrumiyetlerinin karşılığını ötede ebedî saadet olarak alacaklar. Fakat, bütün vücut organları sağlam olsa da, Allah'ın ayetlerini görmeyenler, Efendimiz'in çağrısını duymayanlar ve günahlar yüzünden kalblerini karartanlar hatta öldürenler, dünyadaki geçici ve zahiri bir rahatın akabinde sonsuz bir azaba uğrayacaklar; haşir meydanına sağır, dilsiz, kör ve sakat birer mahkum olarak çıkarılacaklar.
Bu arada, sizin hiç “geçici engelli” arkadaşınız var mı?
Onu en son ne zaman arayıp sordunuz; ne zaman ona dertlerini unutturup Cennet bahçelerini hatırlatarak yüzünü güldürdünüz?
Sahi, her gün böyle bir sadaka veriyor musunuz?
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Haziran 2006       Mesaj #130
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

seyret sus ve dinle

Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl
ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf
gibi günü karşılıyordu.

Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş
bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de
baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.
Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl
ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf
gibi günü karşılıyordu.

Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş
bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de
baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.

"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden
bozuyor?"

Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.

Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi
duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen
taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini
seyre...

Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar
oluşturuyordu.

Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:

"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki?
Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara
kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de
seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç
bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?

Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de
burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders
veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."

Dağ denize sordu:

"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"

Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden
başkalarının söylediklerini duyabileceksin...

Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..."
Son düzenleyen Safi; 11 Ağustos 2018 01:53

Benzer Konular

17 Ekim 2018 / AreX Kahve Molası
6 Nisan 2009 / nılufer Soru-Cevap