Hubb-u câh (makam ve şöhret tutkusu), inat, hırs ve hazımsızlık gibi sıfatlar her insanda az-çok bulunan mezmum sıfatlardandır. Bunları kaldırmak çok zor hatta imkansız gibidir. Bunlarla başa çıkmanın en güzel yolunun zatında hoş olmayan bu vasıfları hayra kanalize etmek olduğu büyüklerimizden öğrendiğimiz kadarıyla önemli, önemli olduğu kadar da yürünebilecek bir yol. Bütün mesâvî-i ahlak belki bir manada böyle hayra kanalize edilebilir.
Hubb-u câh yani makam sevgisi bir çok insanı deviren bir virüstür. Bu zehire panzehir adına şunlar söylenebilir; kul Allah'a teveccüh ederse, Cenâb-ı Hak da onun beklentisi olmadığı halde insanları o kula teveccüh ettirebilir. O kimse de böyle bir mazhariyeti insanları Allah'a yönlendirmekle değerlendirmeye bakmalıdır. Diğer bir ifadeyle bir insan nazarını Allah'a çevirirse, Allah da o insana nazar eder ve insanları da o kula baktırır. O insan kendisine teveccüh eden insanları Cenâb-ı Hakk'a baktırırsa şükürle mukabelede bulunmuş olur. Aksine kendisine teveccüh eden insanları kendi menfaatleri için değerlendirirse bu öldürücü virüse karşı yenik düşmüş demektir. Bu bir alışveriştir. Daha ilerisi belki de hesapta insanların teveccühü hiç olmadan, sırf Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, îlâ-yi kelimetullah ve O'nu tanıtma yoluyla tahsile kilitlenme olarak ifade edebiliriz. Bir mümin buna kilitlenmişse, Allah insanların teveccühünü de verecek demektir. Hasılı insan işte bu şekilde içindeki bu menfi duyguyu güzele kanalize etmiş olacaktır.
Her insanın tabiatında bulunan inat duygusu da, o duygunun yüzünü hak ve istikamette sebâta çevirmekle tehlikeli olmaktan çıkarılabilir, hatta bir hayır ve sevap menbaı haline getirilebilir. Bir müminin şiarı yanlış, lüzumsuz ve faydasız bir kısım his, hareket ve fiillerde inat etme yerine, güzel ve salih/faydalı işlerde inat (ısrar) etmek olmalıdır.
Diğer bir mezmum sıfat da herkeste şöyle-böyle bulunabilecek hırstır. Bu vasıf da, Allah rızasını tahsilde hırslı olmaya çevirilebilir. Hırsla O'nun rızasını tahsile çalışılacak. Biraz daha açılacak olursa: her şeyi Allah için verecek, Allah hayat verdi, hayatını O'nun yolunda kullanacak. Servet verdi, servetini kullanacak. Gençlik verdi, gençliğini kullanacak. İlim verdi, ilmini kullanacak. Beyan kabiliyeti verdi, onu kullanacak. Kalem verdi, kalemini kullanacak.. her şeyini kullanacak, ama kalbi tir tir titreyecek; “Allah'ım ne olur, bahtına düştüm, sadece Sen'in rızanı istiyorum” diyecek. “Yaptım, duydular, ettiler, heyecana geldiler, güzel şeyler oldu” kabilinden duygu ve düşüncelerle insan aldanmış olabilir. Ayette “kalb tir tir titreyecek” diyor. İşte bunlar, hayırda yarış yapanlardır; sâbıkundur. İşte esasen hayrı elde edenler de bunlardır. Yani bir taraftan yapılacak şeyi yapma, fakat beri taraftan da kabule karîn oldu mu, olmadı mı? O endişeyle tir tir titreme meselesi sözkonusu..
Hazımsızlık da insanın başına bir çok dert açabilecek ayrı bir zaaftır. Herkeste az-çok bulunabilecek olan hazımsızlık çok kötü bir şeydir. Mesela başka birisinin başarısını hazmedememeyi buna örnek olarak verebiliriz. Hazımsız insan genellikle “hiçbir şey” gördüğü kimseleri, hiçbir şey gördüğünden dolayı hazmedemez. Fakat o hazımsızlığı kişi hayra kanalize ederek şurada kullanabilir; “ Ben İnsanlığın İftihar Tablosunu, ziya ile gelmiş, nur ile gelmiş, Allah'ın kendisine nur dediği, bir ziya gördüğü o insanı kıskanıyorum. Çok batıl düşünceler, serseri felsefeler, mantıksız mülahazalar yeryüzünde insanlar arasında hüsn-ü kabul görüyor da, benim Efendim nasıl olur da tanınmaz, takdir edilmez. Dünyanın dört bir yanı, nâm-ı Celîl-i Muhammedî ile inlemeli; başka seslerin, sözlerin yankılanmasını hazmedemiyorum ” diyebilir. Bu hazımsızlık duygusu yine İslam'ın yeryüzünde herkesçe kabul görmesi için de kullanılabilir ve insan şöyle düşünebilir. “İslam gibi Allah sisteminin insanları iradeleriyle güzelliklere sevk eden ve insanları yanıltmayan.. insanların arzularına, isteklerine cevap veren, onların ebediyet arzularını karşılayan mükemmel bir sistem.. Allah sistemi.. mâverâî bir sistem. İşin doğrusu, bu sisteme karşı insanların lâkayt kalmasını bir türlü hazmedemiyorum.”
Endülüs hazmedilecek gibi değil...
İnsan bu hazımsızlık duygusunu daha bir çok yerde kullanarak onun zararlarından kurtulabilir. Mesela, Endüllüs Medeniyetinin ortadan kaldırılması hazmedilecek gibi değil. Sekiz asır Batı Rönesansının temel esasları o köprüden geçmiş ve Batılı tarihçiler oradaki o muhteşem o ilk çağların, beşinci asra kadar, altıncı, yedinci asra kadar tarihini yazarken hayranlıklarını gizleyemiyorlar. Hayranlık duyuyorlar. Oranın birden bire çökertilmesini bir mümin hazmedemez/edememeli de. Koskocamam bir medeniyet yıkılmış. İnanan bir insan buna dayanamaz. Batı medeniyeti, ne Roma dehasına, ne Grek kültürüne dayanır. Batı rönesansının temelinde esas Endülüslü İslam düşünürlerinin düşünceleri vardır. Onlar ekosistemi de, tabiatı korumayı da, tecrûbî ilimleri de, pozitif ilimleri de hep İslam mütefekkirlerinden öğrenmişlerdir. Fakat Endülüste emanet bir yere kadar götürülmüş ve orada bırakılmış. O emanet orada hışımla karşılanmış. Üzerine gelmişler, bazı cânîler yıkmışlar orada sekiz asır yapılan her şeyi; eskilerin tabiriyle hâk ile yeksân etmişler. İşte bir insan ben de hazımsızlık var diyorsa alsın bunu hazmedemesin.
Bütün bunlardan sonra bir insan da hala hazımsızlık varsa; işte İslam dünyasının paramparça olması. Mütegallipler, sömürmeler hazmedilecek gibi değil. Hâlâ ilim, başkalarının kapısından dilenilerek elde ediliyor. Hâlâ dünyaya teknolojiyi başkaları satıyor. Hâlâ farmokoloji kartelleri başkalarının elinde. Hâlâ bir şey öğremek için başkalarının konferanslarına koşuluyor. Bir müminin bunları hazmetmesi düşünülemez.
Sonuç olarak diyebiliriz ki hazmın de kullanılacağı, hazımsızlığın da kullanılacağı yer var. Diğer mesâvi-i ahlak için de bu şekilde mâkul mahmiller bularak, onları o istikamette hayra kanalize etmek mümkündür. Vesselam...
Duyup dinlediğimiz, okuyup düşündüğümüz ve vesile-i necatımız bilerek kaleme aldığımız -menşei büyüklerimize ait- bu sözlerin istifadeye medar olması recasıyla...