Arama

Kıssadan Hisseler - Sayfa 4

Güncelleme: 10 Aralık 2018 Gösterim: 77.082 Cevap: 180
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Mart 2006       Mesaj #31
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hak ve hakikat yolundaki başarıları ödüllendirmek, iyiliğe, dolayısıyla da dine ve Allah'a saygının gereğidir.
***
Sponsorlu Bağlantılar
Bizim en büyük zaaflarımızdan biri de, akıl, mantık ve muhakemeyle davranılması gerekli yerlerde de hislerimizle hareket etmemizdir.
***
Hakikî bir müslüman hiç kimseyi aldatmayacağı gibi aldatmayı da düşünmez.
***
Hınç ve kine, hınç ve kinle mukabelede bulunmama bizim yüce ve yüksek ahlakımızın gereğidir.
***
Bizim mücazaatımız mükafaattan mahrum bırakmaktır.
***
Gönül bir taht ise şayet, bu tahtın Süleyman'ı Hazreti Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem)'dir
* * *
Mücerred ilim bir şey ifade etmediği gibi mücerred gençlik de bir şey ifade etmez. Talim ve terbiye görmüş gençliktir ki, kendi milletini devletler muvazenesinde önemli bir konuma yükseltebilir.
* * *
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) doğru tilavet edilse varlık doğru okunmuş ve hakkıyla anlaşılmış olur.
* * *
Nârı nur söndürür.
* * *
Diyalektik bize küfür dünyasının armağanıdır.
* * *
İnsan günaha bir dakika bile hakk-ı hayat tanımamalı, kaydığı noktadan, düştüğü çukurdan bir an evvel kurtulmaya bakmalıdır...

Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:20
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Mart 2006       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hubb-u câh (makam ve şöhret tutkusu), inat, hırs ve hazımsızlık gibi sıfatlar her insanda az-çok bulunan mezmum sıfatlardandır. Bunları kaldırmak çok zor hatta imkansız gibidir. Bunlarla başa çıkmanın en güzel yolunun zatında hoş olmayan bu vasıfları hayra kanalize etmek olduğu büyüklerimizden öğrendiğimiz kadarıyla önemli, önemli olduğu kadar da yürünebilecek bir yol. Bütün mesâvî-i ahlak belki bir manada böyle hayra kanalize edilebilir.
Hubb-u câh yani makam sevgisi bir çok insanı deviren bir virüstür. Bu zehire panzehir adına şunlar söylenebilir; kul Allah'a teveccüh ederse, Cenâb-ı Hak da onun beklentisi olmadığı halde insanları o kula teveccüh ettirebilir. O kimse de böyle bir mazhariyeti insanları Allah'a yönlendirmekle değerlendirmeye bakmalıdır. Diğer bir ifadeyle bir insan nazarını Allah'a çevirirse, Allah da o insana nazar eder ve insanları da o kula baktırır. O insan kendisine teveccüh eden insanları Cenâb-ı Hakk'a baktırırsa şükürle mukabelede bulunmuş olur. Aksine kendisine teveccüh eden insanları kendi menfaatleri için değerlendirirse bu öldürücü virüse karşı yenik düşmüş demektir. Bu bir alışveriştir. Daha ilerisi belki de hesapta insanların teveccühü hiç olmadan, sırf Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, îlâ-yi kelimetullah ve O'nu tanıtma yoluyla tahsile kilitlenme olarak ifade edebiliriz. Bir mümin buna kilitlenmişse, Allah insanların teveccühünü de verecek demektir. Hasılı insan işte bu şekilde içindeki bu menfi duyguyu güzele kanalize etmiş olacaktır.
Sponsorlu Bağlantılar
Her insanın tabiatında bulunan inat duygusu da, o duygunun yüzünü hak ve istikamette sebâta çevirmekle tehlikeli olmaktan çıkarılabilir, hatta bir hayır ve sevap menbaı haline getirilebilir. Bir müminin şiarı yanlış, lüzumsuz ve faydasız bir kısım his, hareket ve fiillerde inat etme yerine, güzel ve salih/faydalı işlerde inat (ısrar) etmek olmalıdır.
Diğer bir mezmum sıfat da herkeste şöyle-böyle bulunabilecek hırstır. Bu vasıf da, Allah rızasını tahsilde hırslı olmaya çevirilebilir. Hırsla O'nun rızasını tahsile çalışılacak. Biraz daha açılacak olursa: her şeyi Allah için verecek, Allah hayat verdi, hayatını O'nun yolunda kullanacak. Servet verdi, servetini kullanacak. Gençlik verdi, gençliğini kullanacak. İlim verdi, ilmini kullanacak. Beyan kabiliyeti verdi, onu kullanacak. Kalem verdi, kalemini kullanacak.. her şeyini kullanacak, ama kalbi tir tir titreyecek; “Allah'ım ne olur, bahtına düştüm, sadece Sen'in rızanı istiyorum” diyecek. “Yaptım, duydular, ettiler, heyecana geldiler, güzel şeyler oldu” kabilinden duygu ve düşüncelerle insan aldanmış olabilir. Ayette “kalb tir tir titreyecek” diyor. İşte bunlar, hayırda yarış yapanlardır; sâbıkundur. İşte esasen hayrı elde edenler de bunlardır. Yani bir taraftan yapılacak şeyi yapma, fakat beri taraftan da kabule karîn oldu mu, olmadı mı? O endişeyle tir tir titreme meselesi sözkonusu..
Hazımsızlık da insanın başına bir çok dert açabilecek ayrı bir zaaftır. Herkeste az-çok bulunabilecek olan hazımsızlık çok kötü bir şeydir. Mesela başka birisinin başarısını hazmedememeyi buna örnek olarak verebiliriz. Hazımsız insan genellikle “hiçbir şey” gördüğü kimseleri, hiçbir şey gördüğünden dolayı hazmedemez. Fakat o hazımsızlığı kişi hayra kanalize ederek şurada kullanabilir; “ Ben İnsanlığın İftihar Tablosunu, ziya ile gelmiş, nur ile gelmiş, Allah'ın kendisine nur dediği, bir ziya gördüğü o insanı kıskanıyorum. Çok batıl düşünceler, serseri felsefeler, mantıksız mülahazalar yeryüzünde insanlar arasında hüsn-ü kabul görüyor da, benim Efendim nasıl olur da tanınmaz, takdir edilmez. Dünyanın dört bir yanı, nâm-ı Celîl-i Muhammedî ile inlemeli; başka seslerin, sözlerin yankılanmasını hazmedemiyorum ” diyebilir. Bu hazımsızlık duygusu yine İslam'ın yeryüzünde herkesçe kabul görmesi için de kullanılabilir ve insan şöyle düşünebilir. “İslam gibi Allah sisteminin insanları iradeleriyle güzelliklere sevk eden ve insanları yanıltmayan.. insanların arzularına, isteklerine cevap veren, onların ebediyet arzularını karşılayan mükemmel bir sistem.. Allah sistemi.. mâverâî bir sistem. İşin doğrusu, bu sisteme karşı insanların lâkayt kalmasını bir türlü hazmedemiyorum.”

Endülüs hazmedilecek gibi değil...
İnsan bu hazımsızlık duygusunu daha bir çok yerde kullanarak onun zararlarından kurtulabilir. Mesela, Endüllüs Medeniyetinin ortadan kaldırılması hazmedilecek gibi değil. Sekiz asır Batı Rönesansının temel esasları o köprüden geçmiş ve Batılı tarihçiler oradaki o muhteşem o ilk çağların, beşinci asra kadar, altıncı, yedinci asra kadar tarihini yazarken hayranlıklarını gizleyemiyorlar. Hayranlık duyuyorlar. Oranın birden bire çökertilmesini bir mümin hazmedemez/edememeli de. Koskocamam bir medeniyet yıkılmış. İnanan bir insan buna dayanamaz. Batı medeniyeti, ne Roma dehasına, ne Grek kültürüne dayanır. Batı rönesansının temelinde esas Endülüslü İslam düşünürlerinin düşünceleri vardır. Onlar ekosistemi de, tabiatı korumayı da, tecrûbî ilimleri de, pozitif ilimleri de hep İslam mütefekkirlerinden öğrenmişlerdir. Fakat Endülüste emanet bir yere kadar götürülmüş ve orada bırakılmış. O emanet orada hışımla karşılanmış. Üzerine gelmişler, bazı cânîler yıkmışlar orada sekiz asır yapılan her şeyi; eskilerin tabiriyle hâk ile yeksân etmişler. İşte bir insan ben de hazımsızlık var diyorsa alsın bunu hazmedemesin.
Bütün bunlardan sonra bir insan da hala hazımsızlık varsa; işte İslam dünyasının paramparça olması. Mütegallipler, sömürmeler hazmedilecek gibi değil. Hâlâ ilim, başkalarının kapısından dilenilerek elde ediliyor. Hâlâ dünyaya teknolojiyi başkaları satıyor. Hâlâ farmokoloji kartelleri başkalarının elinde. Hâlâ bir şey öğremek için başkalarının konferanslarına koşuluyor. Bir müminin bunları hazmetmesi düşünülemez.
Sonuç olarak diyebiliriz ki hazmın de kullanılacağı, hazımsızlığın da kullanılacağı yer var. Diğer mesâvi-i ahlak için de bu şekilde mâkul mahmiller bularak, onları o istikamette hayra kanalize etmek mümkündür. Vesselam...
Duyup dinlediğimiz, okuyup düşündüğümüz ve vesile-i necatımız bilerek kaleme aldığımız -menşei büyüklerimize ait- bu sözlerin istifadeye medar olması recasıyla...
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:20
zeki hoca - avatarı
zeki hoca
Ziyaretçi
17 Mart 2006       Mesaj #33
zeki hoca - avatarı
Ziyaretçi

Tembelin Duası.

..Hz. Davut zamanında bir adam vardı. Her yerde ve herkesin yanında durmadan:
"Yarabbi bana zahmetsiz ve eziyetsiz bol rızık ve servet ver, beni tembel, hor, hakir ve miskin yaratan sensin. Yarabbi madem ki beni böyle yarattın, rızkımı da bana çalışmadan zahmetsizce ver," diye dua ederdi.
Adam gece gündüz her yerde bu duayı ededursun, herkes bu hâlinden dolayı ona güler, onunla alay ederdi:
"Rızık çalışarak elde edilir, bu adam deli mi, yoksa sarhoş mu ki böyle dua edip duruyor. Bu devrin Allah elçisi Hz. Davut bile bunca hünerine, sesinin bunca güzelliğine rağmen çalışıp çabalıyor, rızkını elde etmek için, bu adam şaşırmış olmalı," diye düşünürlerdi.
Halkın alay etmesi, hakkında böyle düşünmesine kınamasına, aldırmadan durmadan duasına devam ediyordu.
Adam böylelikle halk arasında: "Boş ambarda peynir ekmek arıyor," diye şöhret buldu.
Günlerden bir gün bir seher vakti yine böyle dua edip dururken bir öküz geldi, adamın kilitli olan kapısını boy-nuzlarıyla zorlayıp kırarak içeriye girdi. Adam kalkıp öküzü kesti, başını gövdesinden ayırdı. Gövdesinin derisini yüzmek için alıp kasaba götürdü.
Bir müddet sonra öküzün sahibi çıkıp geldi, bağırıp çağırmaya başladı:
"Bre ahmak, bre tembel, bre kötü insan senin olmayan bir öküzü nasıl kesip yersin!..," dedi.
Adamı alarak Hz. Davut'un yanına götürdü. Meseleyi Hz. Davut'a anlattı.
"Bu adamdan davacıyım öküzümü, haksız yere kesip yedi hakkımı ondan al!" dedi.
Hazreti Davut bu işte-bir başkalık olduğunu anladı:
"Bu dava hakkındaki hükmü benden hemen istemeyin, kararımı yarın vereceğim," dedi.
Bunun üzerine davacı ve halk dağılıp gitti. Hz. Davut bir kenara çekilerek, bu işin hakikatini, kendisine bildirmesi için Allah'a (c.c.) yalvardı.

* * *

Ertesi gün öküzün sahibi şikâyetçi olduğu adamı da alarak Hz. Davut'un huzuruna geldi, kalabalık bir grup halk da işin sonunu merak ettiği için oraya toplanmıştı.
Hazreti Davut öküzün sahibine:
"Gel sen bu öküzü, bu müslüman kardeşine bağışla," dedi.
Bunu duyan adam feryat etmeye başladı:
"Ya Davut bu nasıl bir adalettir, benim hakkımı gasp etmek sana yakışır mı? Ey ahali şahit olun Hz. Davut bile bile benim hakkımı kayıp ediyor," dedi.
Bunun üzerine Hz. Davut:
"Buna razı olman senin için daha hayırlıdır. Sızlanmayı bırak da gel buna razı ol," dedi.
Adam sesini daha da yükseltmeye daha çok bağırıp feryat etmeye başlayınca:
Hz. Davut:
"Malının yarısını da senin öküzünü kesip yiyene bağışlaman lazım," dedi.
Bunu duyan adam deliye döndü, halk da söylenmeye başlamıştı:
Hz. Davut:
"Eğer razı olsaydın bu senin için çok hayırlı olurdu," dedi.
Sonra halka döndü öküzün sahibini göstererek: "Bu adamı yakalayın çünkü bu bir katildir. Ve suçlu diye karşıma getirdiği şu adamın babasını falan zamanda felan yerde, filan ağacın altında öldürdü, başını keserek bıçakla birlikte şehir dışında felan yerdeki ağacın altına gömdü yürüyün oraya gidelim," dedi.
Hz. Davut'un bahsettiği ağacın altına geldiklerinde Hz. Davut:
"Şurayı kazın," diye işaret etti.
Gösterilen yeri kazınca adamın başını ve yanında bıçağı buldular, bıçağın üstünde katilin ismi vardı.
Hz. Davut öküzün sahibinin, öküzü kesen adamın babasının kölesi olduğunu efendisini öldürüp bütün mallarını aldığını söyleyerek katili cezalandırdı. Böylece adalet yerini bulmuş oldu.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:21
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
24 Mart 2006       Mesaj #34
arwen - avatarı
Ziyaretçi

Aradaki Fark


Hazret-i Ömer 'r.a.' anlatıyor:
- Bir gün Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bize, askeri donatmak için, sadaka getirin diye, emr etdiler. Benim malımın çok olduğu bir zemân idi. Gönlümden geçdi ki, her zemânda, kardeşim Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sadaka husûsunda hepimizden fazla sadaka verirdi. Ammâ bu def'a ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Yâ Ömer! Ev halkına ne alıkoydun.
Dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Yarısını alıkoydum. Bu sırada Ebû Bekr 'radıyallahü anh' cümle malını getirip, koydu. Hazret-i Fahr-i Enbiyâ buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr!Ev halkına ne alıkoydun?
Ebû Bekr,
- Yâ Resûlallah! Ehlime Allahü teâlâyı ve Resûlünü alıkoydum, deyince,
- İkinizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark gibidir, buyurdular.
Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın her bir işde, önüne geçme ümmidimi kesdim.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:21
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Mart 2006       Mesaj #35
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kendi özünde yokluğa ulaşmış bir insanı bütün dünya bir araya gelse yine de yok edemez.
***
Üç-beş insanın imanına ya da imanlarının inkişafına vesile olabilecek bir ocak yakma çok önemli bir vazifedir. Zaten hizmet-i imaniyenin temel esprisi de kalbleri imardan başka bir şey değildir.
***
Hiçbir tepki hareketi istikamet çizgisini tutturamaz; ya gider ifrata saplanır ya da tefrite mahkum olur.
***
Hakikî mü'min tavrını yakalayamayan insanların, ondan kaynaklanan boşluğu bağırıp çağırma ile doldurma gibi zaaflardan kurtulması pek zordur.
***
Hizmet-i imaniye ve Kur'aniye'de iddianın yeri yoktur. İddiacının da bu dairede yeri yoktur. Bu gönüllüler hareketi aynı zamanda mahviyet, tevazu ve hacâlet hareketidir.
***
Teşriî emirlerle tekvinî emirler bir bütündür. Bunları birbirinden ayrı görme, kalb ve kafa izdivacından habersiz insanların çelişkisidir. Bu çelişkiden kurtulmanın yolu ise, aklın vahiyle bütünleşmesinden geçer.
***
Allah (celle celâlühû) kimseyi terketmez ama sırtını dönüp gidenin de bir çukura yuvarlanması mukadderdir.
***
“İşimiz Allah'a kalmış” gibi ifadeler bir bakıma yeis bir bakıma da hakaret gibi geliyor bana. Keşke işlerimizi bütünüyle O Kudreti Sonsuz'a bırakabilsek.
***
Büyük işlerde yapılan çok küçük ihmaller de pek büyük fiyaskolara sebebiyet verir.
***
Kuvvet, hakkı ve hakikatı muhafaza istikametinde gösterdiği performans ölçüsünde kıymet kazanır. Hakkı ikameye destek olmayan kuvvet yere batmaya müstehaktır.
***
Hız ölçüsünde dengeli olmak gerekir. Mantık ve muhakeme asla hıza feda edilmemelidir.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:21
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2006       Mesaj #36
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
“Ne günahım(ız) var ki” diyen kimselere bu düşünceleri günah olarak yeter.
***
İbadete tutkun kullar namazı bekletmezler, vaktin bir an önce girmesini ve yeni bir niyaz anının gelmesini beklerler.
***
Kendisini olmazsa olmaz gören kimse, olmazsa olmaz meselelere karşı en büyük küstahlığı yapmış olur.
***
Kendisini olmazsa olmaz görenler hasta tiplerdir. Ölçü şudur: “Olsam da olur, olmasam da olur; olmasam herhalde daha iyi olur.”
***
Burada vazifelerini aksatanlar berzahta ve sıratta aksayarak, seke seke yürürler.
***
Bir Kur'an talebesinin asıl vazifesi, insanlarda Allah'a kulluk duygusunu güçlendirmektir.
***
Din hiçbir karşılığa kurban edilemeyecek fakat uğrunda her şey kurban edilebilecek bir müessesedir.
***
Kaderi tenkit etmemenin yolu insanın kendini sorgulamasından geçer.
***
Dinî müeyyideleri fertler uygulayamazlar.
***
Yiyecek ve içecekler maddî gıdalar olsa da, onların rûhî beslenmeyle ciddi alakaları bulunduğu da muhakkaktır.
***
Kayıp gidenleri gördükçe daha çok ürpermeli, hatta tir tir titremeli ve Allah'a sığınma hissimizi hep canlı tutmalıyız.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:21
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Nisan 2006       Mesaj #37
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
seyh samil1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde doğan İmam Şamil’in babası bölgenin yerli halklarından Avar Türklerine mensup Dengau Muhammed’dir. 15 yaşında iken at binip kılıç kuşanan genç Şamil, 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile birçok spor dalında üstün yetenek sahibi olmuştu. İmam Şamil, iyi bir eğitim almasının yanı sıra kendinden önce imamet makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in müşavirliğini yaparak kendini bu alanda da yetiştirdi. Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı.
İmam Şamil, bazıları dinî ve siyasî, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçlarından altı oğlu ve beş kızı oldu. Şamil, devlet başkanı seçildikten sonra, Ruslara karşı daha etkili savaşmak için idari ve askerî teşkilatları yeniden tanzim etti, eğitime ve sanata önem verdi. Güçlü hitabeti, kararlı tutumu, otoritesi ve askerî dehasıyla ünü kısa zamanda geniş topluluklar tarafından duyulmuştu.
Şamil, imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya’nın gücüne rağmen, tam 25 sene yılmadan mücadelesini sürdürdü.
Rus kuvvetlerine karşı büyük zayiatlar veren İmam Şamil’in, kısıtlı sayıdaki askerleri de günden güne erimişti. 1839’da Ahulgo tepesindeki savaşta, on bini aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün direnişi harp tarihine geçmiştir. Şamil bu savaşta eşi Cevheret, oğlu Said ve kızkardeşi Mesedo’yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin’i de Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır.
Rus komutanlarından Milyutin, Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şöyle yazar:

Teslim olmak yok!

“Teslim olmayı katiyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hücum ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı.” Rusların engellemesiyle dost ülkelerden yardım gelmeyince İmam Şamil’in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859’un 6 Eylül’ünde 70 bin kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur.
Rus Çarı II. Aleksandr, Şamil’i, sarayın kapısında son derece nazik karşılar ve kendisine olan hayranlığını dile getirir. İmam Şamil, bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderilir. Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. Kendisinin saçları beyazlar, kızı ile gelini vereme yakalanarak ölürler. Aradan on yıl geçtikten sonra Çar, İmam’ın hacca gitmesine izin verir. Ancak bir tedbir olarak oğlu Muhammed Şefi’yi alıkoyar ve haccı ifa ettikten sonra Rusya’ya dönmesini şart koşar. Şamil, 1870 yılında Rusya’dan ayrılarak önce İstanbul’a uğrar. Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a uğradığı haberi duyulduğunda, halk bu efsane kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti.
Şamil, Sultan’ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur. Mekke’de, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından karşılanır. İmam’ın hacda bulunduğunu duyan binlerce Müslüman onu görmek için büyük izdiham meydana getirdi. Hükümet, bu izdihamı İmam Şamil’i Kâbe’nin üstüne çıkararak engelleyebildi. Şamil, hac farîzasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Medine’de hastalanarak yatağa düşen İmam, burada 74 yaşında iken vefat eder. Hayatını, ülkesinin bağımsızlığına adayan, askerî dehasını dünyaya kabul ettiren Kafkas Kartalı, Cennet-ül-Bakî Kabristanı’na defnedildi...
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:21
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
4 Nisan 2006       Mesaj #38
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
İnsanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını ahlâkını bozan, dünyâ ve âhiret seâdetini kaybettiren arkadaş.
İşin temeli iyi insanlarla konuşmak, kötü arkadaştan sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmânın düşmanı dörttür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı (arzu ve istekleri), önde dünyâya düşkün olmak ve arkada şeytan. Bunların hepsi insanın îmânını almak isterler. Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyâsını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı, insanın dînini, îmânını, edebini, hayâsını, ahlâkını bozmağa uğraşanlar, böylece dünyâ ve âhiretine, ebedî seâdetine saldıranlardır. Îmânımızı, bu düşmanların şerrinden ve İslâm düşmanlarının aldatmalarından Allahü teâlâ emîn eyleye. (Muhammed İznikî)
Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlarına ve akla tâbi' olup, İslâmiyet'e uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette seâdete, huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici, aldatıcı sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb kararır, bozulur. Nurlu, temiz kalb, İslâmiyet'e uymayı sever. Kararmış kalb, kötü arkadaşa, nefse, şeytâna uymayı sever. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, dünyânın her yerinde yeni doğan çocukların kalblerini temiz olarak yaratmaktadır. Bunları, sonraları anaları, babaları ve kötü arkadaşları karartmakta, kendileri gibi yapmaktadır. (Abdülhakîm bin Mustafâ)
Kötü arkadaş kötü yılandan daha kötüdür. Zîrâ kötü yılan can alır. Kötü arkadaş ise can ve îmân alır. (Ali Râmitenî)
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:22
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
4 Nisan 2006       Mesaj #39
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Gencin birisi Kâbe'de hep, Ey dogrularin yardimcisi olan Allahim, ey haramdan sakinanlarin yardimcisi olan Allahim, sana hamdü sena ederim diye
dua eder. Bu durum herkesin dikkatini çeker. Birisi, (Neden hep ayni duayi yapiyorsun, baska bir sey bilmiyor musun?) der. O da anlatir: 7-8 sene önce yine Kâbe'de iken içi altin dolu bir torba buldum.
Tam 1000 altin vardi. Içimden bir ses (Bu altinlarla, sunlari sunlari yaparsin) diyordu. Hayir dedim kendi kendime, bu benim degil, baskasinin mali, kullanmam haram olur dedim.Bu sirada birisi, (söyle bir torba bulan var mi?) diye bagiriyordu.Çagirdim onu, nasil bir torbaydi, içinde ne vardi diye sordum. Torbayi tarif etti ve içinde 1000 altin vardi dedi.
Al öyleyse torbani diyerek verdim. Adam torbayi açip içinden bana 30 altin verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri [köleyi] överek satiyorlardi.Gencin temizligi dikkatimi çekti. Yanlarina gittim, bu köle için ne istiyorsunuz dedim. 30 altin dediler. Adamdan aldigim 30 altini verip genci satin aldim.Bir iki yil geçti. Genç çok çaliskan, çok edepli idi. Onu aldigima çok memnun olmustum. Bir gün onunla giderken karsidan iki üç kisi geliyordu. Genç bana dedi ki, (Efendim, ben Fas emirinin ogluyum. Bu gelenler babamin adamlari. Beni buldular. Senden beni satin almak isterler. Sen iyi bir insansin, onlara 30 bin altindan asagiya satma) dedi.O kisiler yanima geldi, bu esiri bize satar misin dediler. Satarim dedim.60 altin verelim dediler. Olmaz dedim. Iyi ama sen bunu 30 altina almadin mi? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Öyleyse gidin pazardan alin dedim.Artira artira 20 bin altina kadar çiktilar.
30 binden asagi olmaz dedim.Çaresiz kabul ettiler. Altinlari verip, genci alip gittiler.Ben o 30 bin altinla, isyerleri açtim, ticaret yaptim, daha çok zengin oldum. Bir gün bana arkadaslar, "çok zengin bir ailenin iyi bir kizi var.Babasi yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim" dediler. Ben de "olur" dedim. Nikah kiyildi. Deve yükleri çeyizini getirdiler.
Çeyiz arasinda bir torba dikkatimi çekti. Kiza, "bu nedir" dedim. "Içinde 970 altin var, babam Kâbe'de bunu kaybetmis, bulan gence 30 unu vermis. Kalanini da bana hediye etti, çeyizine koyarsin dedi". Demek ki buldugum altinlar benim rizkim imis, vermese idim haram yoldan gelecekti, simdi helal yoldan yine bana geldi.Bana yardim edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbime hamd ederim.
Aci da olsa, dogrulari söyleyiniz.Hz. Muhammed (S.A.V.)
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:24
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
4 Nisan 2006       Mesaj #40
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Yolunacak Kaz
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına başvezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış:
"Selamunaleykum ey pir'i fani..."
"Aleykumselam ey serdar'i cihan..."

Padişah sormuş:
"Altılarda ne yaptın?"
"Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..."

Padişah gene sormuş:
"Geceleri kalkmadın mı?"
"Kalktık... Lakin, ellere yaradı..."

Padişah gülmüş:
"Bir kaz göndersem yolar mısın?"
"Hem de ciyaklatmadan..."

Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah başvezire dönmüş:
"Ne konuştuğumuzu anladın mı?"
"Hayır padişahım..."

Padişah sinirlenmiş:
"Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım."

Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
"Ne konuştunuz siz padişahla..."

Adam, başveziri şöyle bir süzmüş:
"Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim."

Başvezir, yüz altın vermiş.
"Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah
olduğunu."
"Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi."

Vezir kafasını kaşımış.
"Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne emek?..."

Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
"Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim."

Vezir bir soru daha sormuş...
"Geceleri kalkmadın mı ne demek?"

Adam bir yüz altın daha almış.

"Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim..."

Vezir gene kafasını sallamış.
"Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..."

Adam gülmüş.

"Onu da sen bul..."
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:25

Benzer Konular

17 Ekim 2018 / AreX Kahve Molası
6 Nisan 2009 / nılufer Soru-Cevap