Arama

Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler) - Sayfa 6

Güncelleme: 16 Mayıs 2014 Gösterim: 391.049 Cevap: 177
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Ekim 2006       Mesaj #51
arwen - avatarı
Ziyaretçi
İbrahim Havvas Hazretleri, gönül dünyamızı aydınlatan altın silsilenin önemli bir halkasıdır. ‎
Burada müsaadenizle kendisine ait bir menkıbeyi nakletmek istiyorum:‎
Sponsorlu Bağlantılar
Hazret, bir sene hacca gitmek niyetiyle yola çıkar. Yol boyunca kulağına “İbrahim Havvas!” diye gaipten bir ‎kadın sesi gelir ve gayri ihtiyarî olarak Mekke tarafına değil de İstanbul’a doğru gider. Şehre girer ve orada kapısının ‎önünde insanların toplandığı yüksek bir köşk görür. Daha sonra oradakilerden Rum Kayseri’nin kızının delirmiş ‎olduğunu ve çaresi için doktorlarını topladığını öğrenir. ‎
Aslında, Kayser’in kızı bir vesileyle Barnaba İncili’ni okumuş ve orada Efendimiz’le alâkalı hakikatleri ‎öğrenerek ihtida etmiş; Papazlar ise, “Ruhuna şeytan girdi ve delirdi.” gibi düşüncelerle onun yakılmasına karar ‎vermişlerdir. ‎
İbrahim Havvas Hazretleri, “Ben prensesi tedavi edebilirim.” diyerek onun yanına yaklaşır ve daha sonra ‎aralarında şöyle bir konuşma geçer:‎
‎- Ey İbrahim Havvas! Hoşgeldiniz.‎
‎-(İbrahim Havvas Hazretleri, hayret dolu ifadelerle) Beni nereden tanıyorsunuz?‎
‎- Canımı, canana teslim etmek istedim ve Hak Teâlâ’dan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyaz ‎ettim. “Üzülme, yarın İbrahim Havvas dostum sana gönderilir.” buyruldu.‎
‎- Hastalığınız nedir?‎
‎- Gerçeği buldum ve ihtida ettim. Bu sebeple hâlime delilik, bana da deli dediler. ‎
‎- Bizim diyara gelmek ister misiniz?‎
‎- Sizin diyar neresidir?‎
‎- Mekke, Medine ve Kâbe gibi mukaddes beldeler...‎
‎- Sağ tarafına bak!‎
Sağ tarafına bakan İbrahim Havvas Hazretleri, bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytü’l-Makdisi karşısında ‎görür. Az sonra prenses, “Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi aştı.” deyip, kelime-i şehadet getirerek ruhunu ‎Rahman’a teslim eder. ‎
Kayser’in kızı, bütün debdebe ve ihtişamın yaşandığı bir saray ikliminde yetişmiştir. Onun bunları elinin ‎tersiyle itip terk etmesi, kanatlanıp uçmasına yetmiştir.
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
29 Ekim 2006       Mesaj #52
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Güzelliğinde İmtihanı Var

Sponsorlu Bağlantılar
Süleyman bin Yesâr, bir arkadaşıyla “Ebva” denen yerde konaklamışlardı. Arkadaşı yakındaki alışveriş yerinden bir şeyler almak üzere çadırdan ayrıldığı sırada Süleyman’ı geriden gözetleyen bir bedevi kadını hemen çadırın kapısına gelerek:
– Buraya kadar gelir misin? diye seslendi.
Süleyman, serili sofradan yiyecek isteyeceğini düşünerek bazı şeyleri alıp da kadına doğru yürürken kadının ikazı farklı oldu: – Ben yiyecek falan istemiyorum, seni istiyorum seni. Yakışıklılığın hoşuma gitti. Karşı çadıra gel. Kimsecikler yok yanımda! Süleyman, bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek bağırmaya başladı:
– Defol buradan şeytanın elçisi. Şimdi arkadaşım gelir, İkimiz de rezil oluruz!
Kadın, beklemediği bu karşılıktan ürkerek peçesini yüzüne kapayıp çadırına dönerken, Süleyman da içeriye girip ağlamaya başladı. Bu sırada çarşıdan aldığı şeylerle gelen arkadaşı Süleyman’dan yaşadığı durumu dinleyince o da ağlamaya başladı. Süleyman şaşırmıştı.
– Sen niçin ağlıyorsun? diye sordu. Aldığı cevap şöyle oldu:
– Kardeşim, sen gerçekten de bir iffet abidesiymişsin. İyi ki ben muhatap olmadım böyle bir imtihana. Muhtemeldir ki kaybedebilirdim. Allah sana senin güzelliğin kadar iman kuvveti lütfeylemiş demek ki.
Süleyman oradan kalkıp Medine’ye varır, o gece rüyasında Yusuf aleyhisselamı görür. Karşıdan kucağını açarak gelen Hazret-i Yusuf ona şöyle hitap eder:
– Gel seni kucaklayayım iffet abidesi kardeşim. Güzelliğin de kendine göre imtihanı vardır. Sen de benim gibi bu konuda imtihanlara tabi tutuldun, ama kazandın. Tebrik ederim seni

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
31 Ekim 2006       Mesaj #53
arwen - avatarı
Ziyaretçi
EN SEVGİLİ İBÂDET

Bu zât, bir sohbetinde şöyle buyurmaktadır:
(Şereflerin büyüğü, îmân ehli olmaktır.)

Başka bir sohbetinde, buyurdu ki oğluna:
(Bakma kötü göz ile, hiçbir Allah kuluna.

Bir “Kâfir”i görürsen, şöyle düşün ey oğul:
“Olur ki, bu dünyâdan, “Îmân”la gider bu kul.

Oysa benim, îmânla gidip gitmiyeceğim,
Kesin belli değildir, neye güveneceğim?

Belki o, ileride îmân eder, kim bilir.
O takdîrde o benden, daha fazîletlidir.”

Mü’minler arasında, varsa sevgi, muhabbet,
İşte odur, Allahın en sevdiği ibâdet.

Ve hattâ bu muhabbet, şartıdır “Îmân”ın da.
Yâni bu sevgi yoksa, yok olur o îmân da.

Bir mü’min, bir mü’mine, sırf müslümânlığından,
Ötürü buğz ederse, o, olamaz müslümân.)

Bir gün de buyurdu ki: (Çok sakının “Küfür”den.
Zîrâ küfr’ün cezâsı, yanmaktır ebediyyen.

Mü’minin, çok günâhı olsa da, o gün yine,
Sonsuz azapta kalmaz, “Îmân”ı hürmetine.

Ebedî seâdete kavuşabilmek için,
“Îmân” ile ölmesi lâzım gelir kişinin.

Birinin, çok nâdîde “İnci, mücevher”leri,
Olursa, koyacak yer bulamaz o şeyleri.

“Hırsız çalmasın” diye, arar türlü çâreler.
Hattâ kaçar uykusu bu yüzden çok geceler.

İşte “Îmânımız” da, böyle çok kıymetlidir.
Onu korumak için, tir tir titremelidir.

Öyle kötü devirde yaşıyoruz ki şu an,
“Îmân”ını, bir anda kaybedebilir insan.

Kişi, bir kelimeyle, nasıl ki “Mü’min” olur,
Bir kelime ile de, o îmânı kaybolur.

Dînin kıymet verdiği bir şeyi, tahkîr etmek,
Tahkîr ettiğine de, aksine kıymet vermek,

“Küfr-i hükmî” olur ki, gâyet tehlikelidir.
Yâni hükmen, o kişi, “Îmân”ını yitirir.

“İslâm bilgileri”ne ve “Din âlimleri”ne,
Hakâret etmek dahî, “Küfür”dür elbet yine.

Biri, "Kâfir olma"ya mâzallah etse niyet,
Niyet ettiği anda, “Kâfir” olur o elbet.

Küfre sebep olacak bir kelimeyi, insan,
Bile bile söylerse, “Îmânı gider” o an.

Bilmiyerek söylerse, yine tehlikelidir.
Çoğu âlime göre, bu da “Küfr”e sebeptir.

Küfre sebep olacak bir işi de, kim eğer,
Bile bile yaparsa, mâzallah “Küfr”e girer.

Bilmiyerek yapınca, çoğu âlime göre,
Çok tehlikeli olup, o dahî girer “Küfr”e.)
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
3 Kasım 2006       Mesaj #54
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
ANZAKLI ÖMERİN HİKAYESİ

Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için, Türk olmanın tadına varmak için, lütfen okuyun.

Bu hakiki hikayeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır.

Anzaklı Ömer'in Hikayesini 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor .Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..

-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
-Siz Türk müsünüz?
-Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı.
-Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?"
-Aldırma öylesine bir şey işte, dedi.
Ben yine ısrarla:
-Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
-Siz Türk müsünüz?
-Evet Türk'üm...."

İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:

"Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de..Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
-Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. '
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.

Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..

Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu..
Dedim ki kendi kendime:
-'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.."

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
-Bana adınızı söyler misiniz? dedi.
"Ömer" cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu:
-Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben
-Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı,doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
-Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
-"Olsun" dedim.
-"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?"
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..
-"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı:
-Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
-Beni yalnız bırakma olur mu?"
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum;
"Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettirdim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım... "

Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın..."
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
7 Kasım 2006       Mesaj #55
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
500 Yıl İbadet Eden Müminin Durumu!! (İbadetİne GÜvenme)



Resul- i Ekrem (sav):

"biraz önce Cebrail (as) yanıma geldi ve dedi ki:

"Ya Muhammed! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kullarından biri, genişliği ve uzunluğu otuz arşın olan denizde bulunan bir dağın tepesinde Rabbine beş yüz sene ibadet etti. Deniz onu her taraftan dört bin fersah kuşatıyordu.Allah Teala ona parmak gibi bir yerden , tatlı su akıtan, çoğalıp dağın eteğinde toplanan bir kaynak çıkardı.Bir nar ağacı , ibadet ettiği her günün gecesinde ona bir nar veriyordu.Akşam olunca abdestini tazeleyip bu narı alarak yiyordu.Sonra namaza kalkıp, eceli geldiğinde secdede iken ruhunu alması için yalvarıyordu."
"Allah onun duasını kabul etti. Biz melekler ona uğrarız, onun hakkında geleceğe ait şu bilgileri elde ederiz:

"O kıyamet günü diriltilip Allah'ın huzuruna çıkarılınca, Allah Teala:

"Kulumu rahmetimle cennete koyunuz" buyurur.kul :

"Ya Rabbi! Ömür boyu işlediğim amelimle cennete gireyim."

Allah Teala yine:

"Kulumu rahmetimle cennete koyunuz"

"Ya Rabbi ! Amelimle girmeyi isterim" deyince:

"Kulumun ameli ile benim verdiğim nimetimi kıyaslayınız" buyurur.Göz nimetinin, beş yüz senelik ibadetten daha ağır geldiği anlaşılır. Allah'ın kuluna verdiği sıhhat nimeti, şükrü eda edilmemiş olarak kalır.Allah Teala:

"Kulumu cehenneme atınız" buyurup cehenneme doğru sürüklenince:

"Ya Rabbi! Rahmetinle beni cennete koy" diye yalvarır.Allah Teala:

"Ey kulum! Sen hiçbir şey değilken seni kim yarattı?"

"Sen yarattın Rabbim!"

"Sana beş yüz sene ibadet etmek için , kim kuvvet verdi?"

" Sen Ya Rabbi"

" Seni koca denizin ortasında bir dağa indiren, sana tuzlu suların ortasında tatlı su çıkaran, senede bir defa meyve veren ağaçtan her gece bir nar bitiren, sen secde halinde ölmeyi arzu ettiğinde, duanı kabul eden kimdir?"

"Sensin Ya Rabbi!"

"İşte bunlar benim rahmetim iledir. Seni de rahmetimle cennetime koyacağım."

"Ey meleklerim! Kulumu cennete koyunuz.Ey kulum! Sen ne iyi bir kulsun buyurur ve onu cennetine koyar. Cebrail (as) sonunda:

"Ya Muhammed! Her şey Allah'ın rahmeti iledir" der.
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
7 Kasım 2006       Mesaj #56
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
MAĞARADAKİ KUŞUN SIRRI
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile Ebû Bekr 'radıyallahü anh' Mekke-i mükerremeden hicret ederken bir mağarada üç gün üç gece kaldılar. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' o mağaranın tavanında bir kuş gördü ki, yerinden hareket etmeyip, birşey yimez ve su içmez.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bu kuşa ben hayrânım. Zîrâ, biz bu mağaraya geleliden beri, bu kuş yerinden hareket etmedi. Bir nesne yimedi. Allahü teâlâ, kelâm-ı kadîminde,
(Allahü teâlânın rızk vermediği, yeryüzünde bir mahlûk yokdur.) buyurmuşdur.
Ebû Bekr-i Sıddîk, böyle düşünürken, o hâlde hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, havâda muallak durup, dedi ki,
- Yâ Muhammed! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki, "Ebû Bekrin hâtırına geleni bilirim. O kuşa emr eyledim ki, Ebû Bekr ile konuşsun. Ebû Bekre söyle ki, o kuş ile söyleşsin"; dedi.
Resûl-i ekrem hazretleri, Ebû Bekre, hazret-i Cebrâîlin sözünü açıkladıkda, Ebû Bekr 'radıyallahü anh' sevinip, ileri vardı. Dedi ki,
- Ey mubârek kuş! Allahü teâlâ hazretlerinin izni şerîfiyle, bana söyle ki, yiyeceğin ve içeceğin nedir.
O kuş ağlayıp, bir zemân kendinden geçip, yere düşdü. Sonra ayılıp, kalkdı. Tebessüm ederek dedi ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Bana bundan süâl etme! Bu bir sırdır. Hak sübhânehü ve teâlâ ile benim aramda olan sırrımı kimsenin bilmesini istemem.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi:
- Ey mubârek kuş! Eğer bana söylemeğe me'mûr oldun ise, söyle.
Kuş dedi.
- Ma'lûmun olsun ki, hazret-i Âdem aleyhisselâm yaratılmazdan iki bin yıl evvel, Hak sübhânehü ve teâlâ beni yaratdı. Yiyeceğimi ve içeceğimi iki kelime eyledi. Aç olduğum zemân birisini söylerim; tok olurum. Susuz olduğum zemân birini söylerim; kanarım.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki:
- O kelime nedir. Kuş dedi, o kelimenin biri budur ki, aç olduğum zemân sana buğz edene la'net ederim; tok olurum. Susuz olduğum zemân, sana muhabbet edene, istigfâr ederim, kanarım.
Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', bunu işitip, ağladı. Ümmetinden ba'zıları şakâvet edip, hazret-i Ebû Bekre buğz edeceklerine mahzûn oldu.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
9 Kasım 2006       Mesaj #57
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Adı “Abdullah” olup, künyesi “Ebû Bekir”.
Hazret-i Peygamberin yâr ve sevgilisidir.

“Abdülkâbe” idi ki önceleri adı hem.
Bu ismi, “Abdullah”a çevirdi Fahr-i âlem.

Lakab-ı şerîfinden bir tânesi “Atîk”tir.
Mânâsı, "Cehennemden âzâd olmuş" demektir.

Zîrâ Resûl-i ekrem, bakıp onun yüzüne,
Buyurdu ki: (Bu girmez, Cehennem ateşine.)

Biri dahî “Sıddîk”tır onun isimlerinden.
Yâni çıkmaz yalan söz, aslâ onun dilinden.

Mîrâc'dan döndüğünde nitekim Resûlullah,
Anlattı mîrâcını kâfirlere o sabah.

Ve lâkin inanmayıp, hep ettiler îtirâz.
Dediler ki: (Bir anda, göklere gitmek olmaz.)

Sonra inâtlarından toplandılar bir yere.
Dediler: (Söyliyelim bunu biz Ebû Bekr'e.

Bakalım bu habere, ne söyler Ebû Bekir?
Zîrâ o, tecrübeli ve akıllı kimsedir.)

“O da inanmaz” diye, bir ümitle geldiler.
Kapıya çıktığında, ona şöyle dediler:

(Yâ Ebâ Bekr, sen söyle, Mekke'den Kudüs'e dek,
Ne kadar zaman alır, bir defâ gidip gelmek?)

Dedi ki: (Birkaç defâ o yolda ettim sefer.
Çok iyi biliyorum, bir aydan fazla sürer.)

Kâfirler sevinerek, dediler ki: (Doğrudur.
Tecrübeli adamın cevâbı böyle olur.)

Gülerek, sevinerek, hem de alay ederek,
Onu, kendilerinin fikrinde zannederek,

Dediler: (Senin dostun, diyor ki, “Ben bu gece,
Göklere gittim geldim”, o sapıttı iyice.)

Hazret-i Ebû Bekir, o Resûl'ün adını,
İşitince, onlara verdi şu cevâbını:

(Eğer o söylediyse, evet gidip gelmiştir.
Zîrâ o, ömründe hiç yalan söylememiştir!)

Kâfirler, bu cevâbı alıp dona kaldılar.
Önlerine bakarak, oradan ayrıldılar.

Hazret-i Ebû Bekir, giyinip çıktı evden.
Peygamber-i zîşânın yanına gitti hemen.

Kalabalık içinde, yüksek bir sedâ ile,
Fikrini, şu şekilde arz eyledi Resûl'e:

(Mîrâcınız mübârek olsun yâ Resûlallah!
Malım, canım, her şeyim fedâdır sana Vallah.

Sonsuz hamd ve şükürler olsun ki Rabbimize,
Her şeyden habersizken, tanıttı seni bize.)

Yâ resûlallah, senin, doğrudur her kelâmın.
İnandım mîrâcına, fedâdır sana cânım!)

Mîrâca inanınca böyle cân-ü gönülden,
"Sıddîk" lakabı ile şereflendi o günden.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Kasım 2006       Mesaj #58
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Endonezya nasıl Müslüman oldu?

Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:
- Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendim.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?" diye hayret etti,
-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?

Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.
-Ne demekti hakkını helâl et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?
-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral,
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

Kaynak : Mehmet Paksu, İman Hayata Geçince
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
9 Kasım 2006       Mesaj #59
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
Ahde Vefa

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey
halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen
yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri
doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer
:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya
başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım
ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönenbir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesindenmeyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktıatıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de birtaş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadşlar beni yakaladı,durumbundan ibaret,dedi.

Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam,madem suçunu da kabul ettin...
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir
özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanımbabam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçükolduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz edersenizyetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz, bana üçgün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün
için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa
yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam
ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v)
efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni
Asr' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek
-Ey amr delikanlıyı duydun,
der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefili, der ve genç adam serbest bırakılır.


Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur,Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıylaAmr ibni Asr'a verilecek idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklifederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz
, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa
farketmez, cezayı infaz ederim.
Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyet
içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir
dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.

Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı
neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:

-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.

Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr'a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyı
tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr ibni Asr :
-Bu kadarinsanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.

Sıra gençlere gelir derlerki,
-Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine Hz Ömer
:
-Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da
vazgeçiyorsunuz?
Gençlerin cevabı dehşetlidir :

- Merhametsiz insan kalmadı deneyesiniz diye.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Kasım 2006       Mesaj #60
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ALLÂH'I BİLMEYE YÜZ DELİL

Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?

Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,

- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:

- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.

Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:

- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?

- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.

- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?

- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...

- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,

- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:

- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:

- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...

* * *

İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...

Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...


Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
2 Ekim 2006 / Misafir Din/İlahiyat
26 Ocak 2007 / Misafir Din/İlahiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar