Arama

Psikoloji ve Psikiyatri ile ilgili Haberler - Sayfa 2

Güncelleme: 12 Ağustos 2018 Gösterim: 66.225 Cevap: 95
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
5 Ağustos 2008       Mesaj #11
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Bilinç Altına İnmeye Sınırlama


İngiltere'de psikoterapi seanslarına yeni düzenleme getirme hazırlıkları, uzmanlar ile hükümet arasında yeni bir polemiğin fitilini ateşledi. Düzenlemeyle, ruhsal bozuklukları tedavi etmek için konuşma seansları düzenleyen ve hastanın bilinç altına inen terapistlerin, hastada görülen semptomlarla nasıl mücadele ettiğini, bağlı olduğu bir kuruma açıklaması zorunlu olacak. Ayrıca seansların nasıl ve hangi yöntemlere göre yapılacağına dair rehber niteliğinde bir uygulama kitapçığı da hazırlanacak. Böylece yanlış yöntemler kullanılarak hastaların sorunlarının daha da ağırlaşmasının önüne geçilmesi amaçlanıyor. Ancak, temeli ilk kez ünlü bilimadamı Sigmund Freud tarafından atılan ve hastanın bilinç altına inerek sorunların çözülmeye çalışıldığı psikanaliz yönteminin belirli bir düzenlemeye ve sınırlamaya tabi tutulacak olması, tepki çekti.
Sponsorlu Bağlantılar
Ad:  8.jpg
Gösterim: 551
Boyut:  26.5 KB

BİRÇOK VAKADA İŞE YARAMAZ
Yeni düzenlemeye muhalif bilimadamları, hastanın bilinç altına inmeden sadece spesifik semptomlara dayalı bir tedavi yönteminin bir çok vakada işe yaramayacağı görüşünde birleşiyor. Psikanalistler, "açık uçlu ve terapinin keşif yöntemini izleyen" doğasının, yasaların dışına çıkmak anlamına gelmemesi gerektiğini savunuyor. İngiltere'deki Freud yöntemleri Analiz ve Araştırma Enstitüsü Başkanı Darian Leader da konu hakkında şu yorumu yaptı: "Bu yeni sistem yalnızca beslenme bozuklukları ve depresyon gibi birtakım fiziksel semptomları olan sorunların çözümü için belki yetebilir. Ancak psikanaliz yönteminde terapinin ne noktaya gideceği, ne kadar seans devam edeceği, nasıl geri dönüşümler alınacağının ucu hep açıktır. Kavramsal terapi yöntemlerinin aksine yalnızca belirgin bir semptomu yok etme amacı taşımaz."

2011'DE UYGULAMAYA GİRİYOR
Henüz hazırlık aşamasındaki yeni uygulama önümüzdeki yıl kamuoyu ile paylaşılacak. 2011 yılında da uygulamaya sokulması bekleniyor. Düzenlemeye uymayan uzmanlaa ise, ceza verilmesi öngörülüyor. Düzenleme gereği psikanalistlere, farklı durumlarda nasıl bir terapi yöntemi izleneceklerini gösteren 450 farklı rehber hazırlanacak. Leader ise "Eğer bu kural uygulamaya konursa asla işlemez. Freud'un izinden giden psikanalistler için bu ülkede çalışmanın bir anlamı kalmaz" diyerek uyarıda bulunuyor.

PSİKANALİZ NEDİR?
Psikanaliz, Sigmund Freud'un çalışmaları üzerine kurulmuş bir psikolojik kuramlar ve yöntemler ailesidir. Bir psikoterapi tekniği olarak psikanaliz, hastaların zihinsel süreçlerinin bilinçdışı unsurları arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışır. Amaç, hastanın özgürlüğü kısıtlayan eski ilişki kalıplarından kurtulmasına yardım etmektir. Günümüzde ise, yöntemin bilimsel geçerliliği konusunda şüpheler bulunuyor.

TÜRK UZMANLAR NE DİYOR?
Uygulamada zorluk çıkabilir
İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Özdemir Aktan: İngiltere'deki gibi kriter getirme şeklinde bir yöntem, uygulamada bazı zorluklar çıkartabilir. Bu konuda bir standardizasyon yapılabilir mi kesin birşey söylemek zor. Tıpta hiçbir zaman yüzde 100 ya da yüzde 0 gibi rakamlar yoktur. Hele iş psikiyatri olunca bu daha da zordur. Çünkü özneye göre uygulanan yöntemin başarısı da farklılık gösterir.

Türkiye'de hiç kontrol yok
Psikiyatr Özkan Toktaş: Türkiye'de psikiyatr olup psikanaliz yöntemini kullanan oldukça az. Böyle bir durumda kişiler çok rahatlıkla yetkileri olmamasına rağmen tedaviyle uğraşabiliyorlar. Danışmanlık adı altında psikanaliz yaptığını söyleyebiliyor. Türkiye'de kurs bitirmiş herkes bunu yapabiliyor. Bizde ne bir kontrol var ne bir sorumluluk. Ciddi psikozlara bile sebep olsalar sorumlu kabul edilip haklarında dava açılamıyor.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:13
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
7 Ağustos 2008       Mesaj #12
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Google insanı aptal yapar mı?


Günümüzün büyük bir bölümü bilgisayar başında, intternette sörf yaparken geçiyor. İnternete araştırma yapmak, yeni bilgiler öğrenmek için de giren var başka maçlarla da... Google başta olmak üzere pek çok arama motoru istediğiniz bilgiyi tabii ki doğru ya da yanlış bir tıkla ayağınıza getiriyor. Zahmetsizce anında önümüze gelen bilgi hayatımızı kolaştırıyor; ancak uzmanlara göre bazı sağlık sorunlarına da yol açabiliyor. Amerikalı gazeteci Clive Thompson’un dediği gibi bu durum ‘düşünceye büyük bir iyilik’ ama her iyiliğin de bir bedeli var. İşte bu bedeli!
Sponsorlu Bağlantılar

Geçtiğimiz hafta Amerika’da yayımlanan Atlantic haber dergisi işte bu iyiliğin bedelini ‘Google bizi aptal mı yapıyor.’ başlığı ile kapağına taşıdı. Nicholas Carr’ın kaleme aldığı yazıya göre google, insanları düşünce tembelliğine itiyor. Bunu kendi hayatından örnekler vererek anlatan Carr, “Uzun yazıları okurken zihnimi toparlayamıyorum. 2-3 sayfadan sonra konsantrasyonumu yitiriyorum. Beynim laf dinlemez bir şekilde ağırdan almaya başlıyor.” diyerek açıklıyor. İnternet yazarı Bruce Friedman ise “Uzunca bir makaleyi okuma yeteneğimi tamamen kaybettim, webde birçok kaynaktan aynı anda birçok kısa pasajı tarıyorum. Artık Savaş ve Barış gibi kalın kitapları okuyamıyorum.” diyerek adeta Carr’ı destekliyor. University College London’daki akademisyenlerin yaptığı bir araştırma ise internetin ‘bilme’ye olan etkisi üzerine somut bir resim sunuyor. Araştırmaya göre popüler araştırma sitelerini ziyaret edenlerin çoğu bu siteleri bir tarama aktivitesi olarak kullanıyor. Bir kaynaktan diğerine zıplıyor ve hiçbir makalenin 2-3 sayfasından fazlasını okumuyor. Bu şekilde de okumanın yeni bir şekli ortaya çıkıyor: Online okuma. Bunda kişiler sadece başlıkları, içerikleri gösteren sayfaları ve özetleri hızlı bir şekilde tarıyorlar.
Dünyanın yeni yeni tartışmaya açtığı google ve arama motorları, bu dergide anlatıldığı gibi insanı gerçekten düşünce tembeli yapar mı? Ya da okuma, araştırma ve geliştirme alışkanlıklarını değiştirir mi? Konuyu bizim uzmanlarımızla görüştüğümüzde ortaya biraz farklı bir yaklaşım çıkıyor. Çünkü uzmanlara göre bizim ülkemizde hâlâ bilgi erişimi kısıtlı ve okuma alışkanlığı zayıf denilebilecek bir noktada. Hal böyle iken arama motorları düşünce tembelliğinden çok çalışkanlığa götürebilecek bir tablo çıkarıyor karşımıza. Google, google scholar (akademik çalışmalara erişilebiliyor) ve Wikipedia (online ansiklopedi) gibi arama motorlarıyla kütüphanelerde bile bulunamayan bilgiler bir tıkla anında karşınıza çıkıyor. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi Doç. Dr. Kemal Sayar’a göre burada mesele google değil, onu kullanma biçimimiz. Şayet google’ı kullanmayı bilirsek aradığımız bilgiyle ilgili asıl kaynaklara ve referanslara kolaylıkla ulaşabiliriz. Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Arif Verimli’ye göre arama motorları düşünsel bazda tembelleştirmez; ama yanlış bilgiye ulaştırabilir. Onun için interneti kullanan kişilerin uyanık olması ve bilginin doğruluğunu test etmesi gerekir. Prof. Dr. Kerem Doksat ise ‘Psikiyatri profesörü olmama rağmen müracaat ettiğim başlıca iki kaynağım var. Bunlardan biri pubmed (tıbbi makalelerin yayımlandığı bir internet sitesi), diğeri ise google.’ diyerek arama motorlarının düşünce tembelliği yaptığı tezine katılmıyor.

Sonuç olarak bizim uzmanlar arama motorlarının bilgiye ulaşma hızını ziyadesiyle artırdığı için bunun kötü sonuçlar doğuracağına pek inanmıyor. Ama yine de ‘google’dan her öğrendiğiniz bilgiye inanmayın, mutlaka daha ileri kaynaklardan tarayın’ mesajını veriyorlar.

Google’dan çok faydalanıyorum
Doç. Dr. Kemal Sayar (Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Klinik Şefi): Bizim gibi zaten düşünce tembeli olan bir ülkede google ateşleyici bir misyon üstlenebilir. Biz temel metinlere bile google vesilesiyle ulaşabiliyoruz. Ben bile google’dan çok faydalanıyorum. Ülkemizde hiç bulamayacağım materyallere, kitaplara google sayesinde ulaşabiliyorum. Ayrıca bilgisayardan bile olsa üç satır bir şey okumak, hiçbir şey yapmamak ya da lüzumsuz chat odalarında seviyesiz konuşmalar yapmaktan çok daha değerlidir.

Google'ı seviyorum
Prof. Dr. Kerem Doksat (Psikiyatrist): Arama motorlarına girip anahtar kelimeyi yazdığında ilgili bütün verileri önüne seriyor. Ben günde iki saat okuyan, iki ayda bir makale yazan biri olmama rağmen önemli kaynaklarımdan biri google. Bir bilgiye iki aylık bir çalışma sonucunda ulaşabilecekken iki dakikada ulaşabiliyorsam bu bir fırsattır, bir avantajdır. Bilgiye ulaşmak için bize aracı olan ve bilgiye ulaşma hızımızı artıran hiçbir şeyin kötü olabileceğine inanmıyorum. Ama orada ulaştığınız kaynakların doğruluğunu da mutlaka check edin. Ben kesinlikle google'ı seviyorum.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:14
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
12 Ağustos 2008       Mesaj #13
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  9.jpg
Gösterim: 797
Boyut:  5.4 KB

Korku Filmleri Niçin Güldürür?


Korku filmlerine insanlar farklı tepkiler verebiliyor. Kimileri bu filmleri izlerken çığlık atma derecesinde korku yaşarken, kimileri kendilerini gülmekten alı koyamıyor. Peki aradaki bu farkın sebebi ne?...
Korku filmlerinin bazı insanlara dehşet içinde çığlık attırırken, bazılarını da güldürmesinin sebebi anlaşıldı. Bilimadamları, endişeyle bağlantılı bir genin iki farklı versiyonunun, bazı insanların bu filmlerden etkilenmemesine yol açarken, diğerlerininse korkudan donup kalmalarını izah ettiğini belirledi.
İngiliz Telegraph gazetesine göre araştırmda elde edilen bulgular, korku filmleri tarihinde eşsiz bir yeri olan The Exorcist (Şeytan) adlı filme, 35 yıldır insanların niçin farklı tepkiler verdiğini açıklıyor.
1973 yılında çekilen ve tüm zamanların en korkunç filmi ünvanını alan The Exorcist, ürkütücü sahneleriyle bazı izleyicileri sinemada bayıltacak kadar etkili olurken, kimi izleyicileri de güldürmekten öteye gidemiyor.
Uzmanlar, beyinde endişeyle bağlantılı kimyasallar üzerinde etkili olan 'COMT' geninden iki aynı kopyaya sahip olan insanların, nahoş görüntülerle karşılaştıklarında kolayca rahatsız olduklarını belirledi. Bu genleri taşıyan insanların, ürkütücü sahnelerden irkilmeye çok daha meyilli oldukları saptandı.

Kimileri Heyecanlarını Kolayca Gizliyor
Diğer yandan sözkonusu genin farklı versiyondaki iki kopyasına sahip olan insanların ise heyecanlarını denetim altında tutmakta daha başarılı oldukları belirlendi.
Behavioural Neuroscience dergisinde yayımlanan araştırma sonuçlarına göre ikinci kümedeki insanlar, endişelerini kolayca gizleyebiliyor.
Almanya'da Bonn Üniversitesi tarafından yürütülen araştırmada, deneklere, tebessüm eden bebekler, sevimli hayvanlar gibi duygusal anlamda hoşa giden, ikinci aşamada elektrik kablosu ya da saç kurutma makinesi gibi 'nötr', üçüncü olaraksa bombalar ve yaralı insanların yer aldığı 'itici' resimler gösterilerek tepkileri ölçüldü.
Araştırmayı yürüten ekipten Christian Montag, gen farkının, insalardaki karmaşık endişe ve kaygı durumunu etkileyen çok sayıda faktörden biri olduğunu ancak bu alanda ilk adayların tanımlanmış olmasının, doğru yönde atılmış önemli bir adım olduğunu belirtti
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:14
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
12 Ağustos 2008       Mesaj #14
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Masaüstleri, kişiliğinizi ele veriyor

İnsan psikolojisi hakikaten karmaşık bir sistem üzerine kurulu. Bu sistem içerisindeki her bir unsur bize insanı anlama ve tanıma yönünde bir adım daha attırıyor. Bu yüzden en ayrıntı sayılabilecek şeyler bile değerleniyor. Nasıl insanın göz rengi, boyu gibi fiziksel özellikler o kişinin gözümüzde canlanmasını kolaylaştırıyorsa, onun ellerini kullanış biçimi, odasının düzeni veya düzensizliği de karakterini anlama noktasında bize yardımcı oluyor. İçinde bulunduğu ve dokunduğu her şeye sirayet eden insan, kullandığı eşyalarla da bize 'Ben buyum' diyor adeta. Bu araçların başında da bilgisayar geliyor.

Bilgisayar başında geçirilen zaman arttıkça, teknik bir bağımlılığı zorunluluk olmaktan çıkarıp onu kişiselleştirmeye başlıyoruz. Artık çantalarımıza kadar giren ve günün bilmem kaç saatini başında geçirdiğimiz bilgisayarların bizi yansıtmaması da söz konusu değil zaten. Özellikle de duvar kâğıtlarının. Bilgisayarı açar açmaz karşımıza geliveren boş ekranı az da olsa renklendirmek adına neler kullanmıyoruz ki. Çizgi film karakterlerinden çiçeklere, aile fotoğraflarından ünlü resimlere kadar pek çok şey duvar kâğıdımız olmaya aday. Hatta son dönemde insanlara sırf bu konularda hizmet veren binlerce site açıldı. Uzmanlar duvar kâğıtlarının bir insanın karakterinden izler taşıyabileceği noktasında farklı düşüncelere sahip.

Görüşlerini aldığımız danışman psikolog ve psikoterapist Mehtap Kayaoğlu, bir insanın kullandığı duvar kâğıtlarının onun kişiliğinin aynası olmasa da hayattaki duruşuyla ilgili bir fikir verebildiği düşüncesinde. Bu yüzden aile terapilerinde ebeveynlere çocuklarını bilgisayar başında gözlemlemelerini tavsiye ediyor. Özellikle gençlerin yaşları gereği duvar kâğıdı olarak arkadaşlarının ya da model aldıkları kişilerin resimlerini tercih ettiğini belirten Kayaoğlu, intihar girişimi olan depresif tiplerin adeta 'Beni keşfet' dercesine duvar kâğıtlarında daha karamsar ve girift resimler kullandıklarını belirtiyor. Psikiyatrist Kemal Sayar ise bu durumun erişkinler için ayırt edici bir özellik olmadığı kanaatinde. "Duvar kâğıtları daha çok gençler için ayırt edici özellik olabilir. Çünkü onlar için dış görünüş, simgeler çok daha önemli ve zamanın popüler eğilimlerini, kendi duygusal tercihlerini yansıtmada daha çok kullanıyorlar.

Hayatta henüz çok fazla şey yapmadıkları için simgeler sayesinde kendi kimliklerini oluşturduklarını düşünüyorlar." diyor. Yine de duvar kâğıdı kullanma ihtiyacı hissetmeyip bilgisayarı salt teknik bir araç kabul eden pek çok kişi var şüphesiz. Fakat simgesel ifadenin zaman zaman diğer ifade biçimlerinin önüne geçtiğini düşününce, özellikle bilgisayarla duygusal bir bağ kuranların ve belki de onu ağırlıklı iletişim aracı olarak kullananların duvar kâğıtlarının da kişisellik barındırdığı aşikâr oluyor. Biz de farklı meslek gruplarından kişilere bilgisayarla olan bağlarını ve duvar kâğıdı zevklerini sorduk.

Herkesin duvar kâğıdı kendine
Çalışmalarım gereği uzun süre ekran karşısında bulunmam gerekiyor. Doğal olarak ruh halimle görüntülerin değiştiği olmuştur. Şu var ki masaüstünde canlı, cansız v.b. resimleri görmeyi sevemedim hiç. Ekranı tamamen siyah ve kırmızı renkle kapladığım zamanlar da oldu. Bu da sadece o anki ruh halimi değiştirebilmek içindi. Genellikle ekranda düz gri rengin tonlarını tercih ettim. Ev ve iş bilgisayarlarımda gri ufak bir şekli döşeyerek oluşturduğum duvar kâğıdını uzun süredir tutuyorum. Sanırım bu son kullandığım gri şekil değiştirmeyi düşünmediğim duvar kâğıdı deseni olacak. Şu zamana kadar ekranını görüp kullandığı duvar kâğıdının kişiliğini yansıtmadığını düşündüğüm bir kişi bile olmadı. Sanırım filmlerde oluyor.

Ahmet Turan Alkan - Yazar:
Ortalama altı saat bilgisayar başında geçiyor galiba; öyle olunca ekran resmi ister istemez hayatımızın fiziki bir unsuru haline geliyor. Bu sebeple bilgisayarımda duvar kâğıdı kullanıyorum. Çünkü tercih ettiğim bilgisayar sistemi (Apple), Windows sistemlerinden çok önce, kullanıcıya bilgisayarını şahsileştirme imkânı sunuyordu. O zamandan beri, bomboş bir ekran yerine, zevkimden izler taşıyan bir ekran resmi olmasını tercih ediyorum. Bazen bir resmin altı ay durduğu olur, bazen birkaç günde değiştirim. Duvar kâğıtları, kravat gibi, tişört gibi, gömlek gibi şahsi bir aksesuar değil mi zaten?

Mehtap Kayaoğlu- Danışman Psikolog ve Psikoterapist:
Bilgisayar başında çokça vakit geçirenlerin onu kişiselleştirmek istemesi çok normal. Doğayla barışık olanlar doğa manzaralarını, daha içe dönük olanlar felsefi resimleri tercih edebiliyor. Bense bilgisayarıma duvar kâğıdı koymuyorum. Çünkü bilgisayar benim için bir araçtır. Benim gibi bilgisayarı teknik anlamda kullanan, kendi duygusal süreçlerini onda çok fazla yansıtma ihtiyacı hissetmeyenler pek duvar kâğıdı kullanma ihtiyacı hissetmiyorlar. Genellikle bilgisayarıyla duygusal bağ kuranlar, onu hayatının önemli bir yerine getirenler, duvar kâğıtlarını çokça kullanıyor.

Biray Dalkıran - Yönetmen
Günde altı saat bilgisayar başında olup sürekli o ekrana bakınca ister istemez duvar kâğıdı kullanma ihtiyacı hissediyorum. Özellikle senaryo yazarken bilgisayarımda tanıdık bir resim olsun istiyorum. Genelde kendi çektiğim fotoğrafları koyuyorum. Duvar kâğıdımı ruh halime göre haftada bir değiştiririm. Morale ihtiyacım olduğunda mum resmi, keyifliyken deniz, yalnız kaldığımda da Havva resmi koyuyorum.

Salih Memecan - Karikatürist:
Bilgisayar başında en az 4-5 saat geçiriyorum. Fakat bilgisayarımda duvar kâğıdı kullanmıyorum. Ama telefonumda modern bir resim var (Renkli benekler). Duvar kâğıtları kişiliği yansıtıyordur herhalde. Ben kullanmadığıma göre kişiliksiz mi oluyorum şimdi?
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:15
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
13 Ağustos 2008       Mesaj #15
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Şeker hafızayı güçlendiriyor

Araştırmacılar, şekerli içeceklerin ilkokul çağındaki çocukların hafıza ve konstanrasyonlarını olumlu etkileyerek geliştirdiğini ortaya çıkardı. Konunun incelendiği araştırmanın sonuçları, çok şekerli beslenme biçiminin hiperaktiviteye yol açtığı kanısıyla da çelişiyor.

Araştırmayı yürüten Prof. David Benton, "Şekerin hiperaktiviteye yol açtığına dair bir kanıt yok. Biz çalışmamızda, şekerin hafıza ve konsantrasyonu geliştirdiğini gösterdik" dedi. Beş ilâ on yaşları arasındaki çocukların beyinlerinin gelişimi için yetişkinlere oranla iki kat daha fazla miktarda glukoza ihtiyacı olduğunu anlatan Prof. Benton, diğer organların aksine beynin enerjiyi depolayamadığını ve doğrudan kan yoluyla aldığını söyledi.

Dokuz ve 10 yaşlarındaki 16 çocuğa yapay tatlandırıcı ya da glukozlu meyve suyu verilen araştırmada, glukoz tüketen çocukların hafıza testinde en az yüzde 10 oranında daha başarılı olduğu saptandı. Bilimciler yine de, zihinsel gelişimin büyük porsiyonlardan ziyade küçük düzenli atıştırmalarla mümkün olabileceğini savunuyor.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:16
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
13 Ağustos 2008       Mesaj #16
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  10.jpg
Gösterim: 471
Boyut:  39.8 KB

Gebelikte Ruhi Bozukluklara Dikkat


İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Başak Yücel, anne adaylarında doğuma dair korkular, bebeğin sağlığıyla ilgili sürekli endişe duyma ve bebeği istememe gibi duygular yaşanabileceğini belirterek, bu duyguların ısrarlı, yoğun ve hayatı engelleyecek düzeyde olması halinde, psikiyatrik yardım aranması gerektiğini bildirdi.

Doç. Dr. Başak Yücel, İHA muhabirine yaptığı açıklamada, ruh ve beden açısından Sağlıklı bir kadında gebelik döneminin, ufak tefek sorunları olsa da genellikle önemli ve hoş bir tecrübe olarak yaşandığını söyledi. Kadınlıkla ve annelikle ilgili önemli ruhi çatışmalar yaşamayan, doyumlu, mutlu, eşinin ve Ailesinin desteği yeterli olan bir kadın için, gebeliğin olumlu pek çok duyguyu içerdiğini vurgulayan Doç. Yücel, "Bununla birlikte, anne adayları arasında olumsuz duygular ve beklentiler içinde olanların sayısı az değildir. Doğuma ilişkin korkular, bebeğin sağlığıyla ilgili sürekli endişe duyma, kısıtlanmışlık duygusu, bebeği istememe gibi duygular yaşanabilir" diye konuştu.

Ayrıca, genel olarak kaygı düzeyinin artışı, duygusal dalgalanmalar, ağlama eğilimi, daha hassas ve etkilere açık olma gibi değişiklikler gözlenebileceğini ifade eden Doç. Dr. Başak Yücel, tüm bu sayılanların, hafif derecelerde, gelip geçici ve kısa süreli olarak bir çok gebe kadında görülebildiğini kaydetti. Doç. Yücel şöyle dedi:

"Ancak önemli olan, bu duyguların ısrarlı, yoğun ve kadının yaşamını engelleyecek düzeyde olmasıdır. Böylesine etkili yaşandığı zaman, gebelik zor ve sancılı dönem haline dönüşecektir. Bu durumda psikiyatrik yardım arama en uygun yoldur."

İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Başak Yücel, hamilelik döneminde, ağır ruhi bozuklukların gelişme riskinin düşük olduğunu belirterek, buna karşılık, doğumdan sonraki bir yıl içinde ağır ruhi bozukluk geçirme riskinin arttığını bildirdi.

PSİKİYATRİK DANIŞMAN ÖNERİSİ
Gebe olmayan kadınlara oranla daha seyrek olmakla birlikte, gebelik sırasında manik-depresif bozukluk atağı ve şizofrenik belirtilerin alevlenmesinin görülebileceğini söyleyen Doç. Yücel, "Bu nedenle, daha önce ruhsal bir bozukluk geçirmiş olan kadınların, gebeliği planlarken veya hamile kaldıktan sonra, bir psikiyatriste danışmaları uygun olacaktır. Unutulmaması gereken bir diğer nokta, geçmişte bir ruhsal bozukluk varsa, doğum sonrası alevlenme ihtimalinin bulunmasıdır" diye konuştu.
Doç. Yücel, gebelikte ruhi durumu olumsuz etkileyen faktörleri ise şöyle sıraladı:

"Küçük yaşta, isteği dışında ve hazırlıksız gebe kalmış olmak, eşin olmaması, eşin duygusal desteğinin olmaması, kadınlık rolü ve sorumluluğuyla ilgili güçlükler, ciddi bir fiziki hastalığın bulunması, sürmekte olan bir ruhi bozukluğun varlığı, maddi ve sosyal desteğin yetersizliği."

Doç. Yücel, hamilelik döneminde var olan ağır ruhi rahatsızlığın tedavi edilmemesi halinde, 'Annenin ve bebeğin yetersiz beslenmesi, doğum öncesi ve sonrası bakımı uygulayamama, kendine veya bebeğe zarar verme ve intihar' gibi olumsuzlukların ortaya çıkabileceği uyarısında bulundu.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:17
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
14 Ağustos 2008       Mesaj #17
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Tatil dönüşü depresyona dikkat

Yaz ayları çoğu insan için tatil aylarıdır. Ancak bu tatillerin dönüşlerinin kişiyi depresif duygulanıma hatta depresyona kadar sürükleyebilecek sonuçları olabilir. Bu riskli durumları iki ana başlık altında toplayabiliriz:

Tatilin beklenen kadar hatta kimi zaman daha iyi geçmesi
Tatili iyi ve istediği gibi yaşayan kişi bu tatil bittiğinde gerçekliğine döneceğini fark etmediği veya kabullenmediği takdirde sinirlilik, yorgunluk, tahammülsüzlük, konsantrasyon güçlüğü, uyku ve iştah düzensizliği gibi depresif duygudurum belirtileri gösterebilir.

Araştırmalar özellikle lüks (kendi günlük hayat standardının üstünde) tatiller sonrası bu tip belirtilerin daha fazla görüldüğünü; kişilerin bu tatiller dönüşünde yoğun adaptasyon sorunları yaşadığını göstermektedir. Tatil süresi uzadıkça kişinin kendi gerçekliğinden uzaklaşması da o kadar köklendiğinden, bu belirtilerin uzun tatillerle birlikte daha yoğunlaştığı gözlemlenmiştir. Bu belirtilerin oluşma riskini azaltmak için kişiler tatilin “yeni bir gerçeklik” değil sadece bir “ara” olduğunu baştan fark etmelidirler. Ayrıca, döndükleri zaman iş ve sorumlulukları dışında kendileri için yapacakları aktiviteler hazırlamaları (konser bileti almak, yeni bir yemek kursuna başlamak, bir davet organize etmek vs.) ve iş yüklerini mümkün olduğunca tatil öncesinden azaltıp sonrasına rahat bir program bırakmaya çalışmaları önerilebilir.

Tatilin beklendiğinden kötü ve/veya beklentileri karşılamayarak geçmesi
Bu durum özellikle kontrolde olma inancı, ve mükemmeliyetçi yapısı yoğun olan kişilerin tatilleri sonrasında depresif duygulanım içine girmelerine yol açabilir. Bu kişiler için “kötü” geçen tatil onların başarısızlığı ve eksikliğidir. Bu da kabulü oldukça zor bir durum olup depresif duygulara yol açma olasılığındadır. Bu tip kişilerin baştan beklentilerini yüksek tutmamaya çalışmaları, bekledikleri gibi geçmeyen tatilin kendi hatalarının olmadığını görmeye çalışmaları, başarılı oldukları alanları kendilerine hatırlatıp bu durumun genel geçer bir gerçeklik olmadığını fark etmeye çalışmaları, mümkünse yeni bir kısa kaçamak tatil planlamaları önerilebilir. Bu başlık altındaki depresif duygulanım ilkine göre daha derin ve yoğun olabilir çünkü bir kök salmış bir kişilik ve düşünce yapısının ürünüdür. Bir uzman yardımı bu durumda hem o andaki sorun hem de kişinin genel anlamdaki hayat kalitesinin artmasına fayda sağlayacaktır.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:17
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
14 Ağustos 2008       Mesaj #18
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Hangi Ruh Haliyle Ne Yemeliyiz?

Ad:  11.jpg
Gösterim: 447
Boyut:  14.8 KB
Hayal kırıklıkları, endişe, bezginlik, aşırı öfke, çekingenlik gibi durumlarda iştahınız da olumsuz etkilenir. İşte ruh halinize göre hangi besinleri tüketmeniz gerektiğinin listesi:

Kivi ile enerjik olun
Yorgunluğa karşı kivi: İştah, yorgunluktan olumsuz etkilenir. Kişi yemek bile yemek istemez. Böyle dönemlerde C vitamini yönünden zengin taze meyve ve sebzeler daha yararlı olur. Bu sebzeleri özellikle vitamin kaybına uğramaması için çiğ tüketin! Bu dönemde portakal, kivi, havuç, yeşil biber ve maydanozu beslenmenize ekleyin, içecek olarak kuşburnu ile bitkisel çayları kullanın

Bezginlere süt takviyesi
Bu dönemde özellikle kalsiyum açısından zengin süt, yoğurt ve peyniri bolca tüketin. C vitamini ihtiyacı da bu dönemde artacağı için taze meyve ve sebzeye hem sabah hem de akşam öğünlerinde ağırlık verin.

Öfkeye karşı ceviz
Çekingenlere balık: Beslenme listenize bu dönemde; fosfor açısından oldukça zengin olan balık, kurubaklagil ve bulgura ağırlık verin. Haftada 3-4 öğün istavrit, levrek, hamsi, çipura, palamut ve lüfer tüketebilirsiniz. Bu besinler çekingenlikten çabuk kurtulmanıza yardımcı olurken kendinize olan güveni tekrar kazanmanızı sağlar.

Aşırı sinirlenince fındık

Sinirliyken yağlı tohumlar, özellikle fındık, ceviz ve fıstık tüketilmesi uygundur. Kafeinli içeceklerden ve kırmızı etten mümkün olduğunca uzak durun.

Hayal kırıklığına kereviz
Sebzelerin hayal kırıklığını hafifletici özellikleri vardır. Özellikle enginar ile kereviz yaşadığınız hayal kırıklığını kısa zamanda atlatmanıza yardımcı olur.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:19
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
15 Ağustos 2008       Mesaj #19
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Kaşınmak neden rahatlatır

Kuzey Carolina’daki Wake Forest Üniversitesi’nden Dr. Gil Yosipovitch ve ekibi, kaşınmanın, beyindeki "nahoş duygular ve anılarla ilgili bölgeleri" geçici bir süre etkisiz duruma getirdiğini belirledi. Yosipovitch, kaşınma sırasında beyin aktivitesini izlemeye aldıkları araştırmanın, "kaşımanın, kaşınma hissini nasıl geçirdiğinin yanıtını veren" ilk araştırma olduğunu söyledi.
Araştırma kapsamında uzmanlar, 13 sağlıklı insanın bacaklarının alt kısmını 30 dakika süresince aralıklı olarak toplam 5 dakika yumuşak bir fırçayla kaşıdı. Bu sırada deneklerin beyinlerini MR yardımıyla izlemeye alan araştırmacılar, kaşıma işlemi sırasında beyindeki "acıyı algılama ve hatırlamayla ilgili" bölgelerin aktivitesinin azaldığını saptadı.
Kaşıma işleminin yoğunlaşması, beynin bu bölgelerindeki faaliyetini iyice düşürdü.
Yosipovitch, "kaşımanın, kaşınma hissi yaratan duyguları bastırarak rahatlama getirdiğini" sandıklarını bildirdi.
Araştırmacılar ayrıca, "kaşındıkça kaşınmak istemenin" de nedenini buldular.
Kaşınma eyleminin, beyindeki ağrı ve aynı zamanda kompulsif (tekrarlayan) davranışlarla ilgili bir bölgedeki aktiviteyi artırdığını saptayan uzmanlar, bunun "sürekli kaşınmak istemenin" yanıtı olabileceğini kaydettiler.
Deneyin, gerçekten "kaşınma isteği" duymayan insanlar üzerinde yapılması nedeniyle sınırlı sonuçlar verdiği, ancak bu sonuçların, sürekli kaşıntı yaratan egzama gibi kronik hastalıklara sahip kişilerin tedavisinde yararlı olabileceği belirtildi.
Araştırmanın sonuçları, "Journal of Investigative Dermatology" adlı dergide yayınlandı.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:19
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
16 Ağustos 2008       Mesaj #20
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  12.jpg
Gösterim: 539
Boyut:  17.5 KB

Tembellik doğuştan mı?

Kuzey Karolayna Üniversitesi’nden bilim adamları, fareler üzerinde yaptıkları bir araştırmada, 6 kromozom bölgesinin fiziksel eyleme yatkınlıkla büyük ölçüde ilgili olduğunu buldu.

Aynı ekip, başka bir araştırmadaysa epistazi (bir özelliğin, aynı özelliğin farklı olarak ortaya çıkmasını sağlayan birbirinin eşgeni olmayan genlerce etkilenmesi ya da eşgeni olmayan genlerin birbirlerini etkilemesi) adı verilen kalıtımsal bir etki sayesinde farelerde fiziksel eylem düzeyini denetleyen başka 17 genetik bölgeyi belirledi. İlgili genlerin, farelerde farklı davranışlardan sorumlu olduğu ve bazı farelerin az, bazılarınınsa daha dinamik olmasını sağladığı görüldü.

Araştırmacılar, bu sonuçların insanlar için tam olarak geçerli olmayabileceğini ancak fiziksel eyleme yatkınlığın derecesinin kalıtımsal olabileceği konusunda fikir verdiğini belirttiler. Daha önceki araştırmaların genlerdeki değişikliklerin, farelerin beyninde önemli farklılıklara neden olarak, hayvanların fiziksel etkinlik düzeylerine ışık tuttuğunu gösterdiğini söyleyen araştırmacılara göre, genlerin büyük bir bölümü, sinirler arasında iletimi hızlandıran maddelerden olan dopaminin düzenlenmesinden sorumlu.

Konuya ilişkin makaleler Physiological Genomics ve Journal of Heredity dergilerinde yayımlandı.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:20

Benzer Konular

23 Temmuz 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
17 Haziran 2016 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
1 Kasım 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
19 Mart 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap