Arama

Psikoloji ve Psikiyatri ile ilgili Haberler - Sayfa 4

Güncelleme: 12 Ağustos 2018 Gösterim: 63.373 Cevap: 95
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #31
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

İnternet bağımlılığının adı konuldu

CNNTÜRK'ün AA muhabirine dayanarak aktardığı habere göre, sendromun çok görüldüğü İngiltere'de yapılan bir araştırma, İngilizlerin yüzde 70'inin internete her gün bağlanmadığında mutsuz olduğunu gösterdi.
Ad:  16.jpg
Gösterim: 284
Boyut:  7.7 KB


Sponsorlu Bağlantılar
YouGov firmasının son araştırması, İngiliz kullanıcıların yüzde 44'ünün hayal kırıklığı hissederken, yüzde 27'sinin online olamadığı zaman daha çok stresli olduğunu ortaya koydu.

İngilizlerin yüzde 26'sı interneti yaşamlarını organize etmek için "son derece hayati" olarak nitelerken, bilgisayar kullanıcılarının yüzde 19'u ailesinden, yüzde 20'si ise sevgilisi ya da eşine ayırdığından fazla zamanı internet başında harcıyor.

Saplantılı internet kullanımı
İnternet ortamında "Onlinekolizm" olarak da nitelendirilen "Discomgoogolation" sendromu, yetişkinlerin yanı sıra çocuklar arasında da hızla yayılıyor. Ebeveynler, çocukları için yeni eğitim fırsatı sunduğunu düşündükleri için evlerinde internet bağlantısı olmasına sıcak bakıyorlar. Ancak çocukların, interneti sadece ev ödevleri veya araştırma için kullanmadığı, arkadaşlarıyla anlık ileti kurdukları, çevrim içi oyunlar oynayarak veya sohbet odalarında yabancılarla konuşarak saatler geçirdikleri tespit edildi.

Microsoft uzmanları şirketin internet sitesinde, çocukların "Discomgoogolation" sendromundan korunması için şu önerilerde bulunuyor:
  • İnternet bağımlılığın belirtilerini arayın. Çocuğunuzun internet kullanımının okuldaki performansını, sağlığını, ailesiyle ve arkadaşlarıyla ilişkilerini etkileyip etkilemediğini kendinize sorun. Çocuklarınızın çevrim içi ortamda ne kadar zaman geçirdiğini belirleyin.
  • Çocuğunuz internet bağımlılığı belirtileri gösteriyorsa, profesyonel bir danışmana başvurun. Saplantılı internet kullanımı, depresyon, öfke ve öz güven eksikliği gibi başka sorunların belirtisi olabilir.
  • Kendi çevrim içi alışkanlıklarınızı inceleyin. Kendi internet kullanımınız diğer etkinliklerinizle dengeli mi? Unutmayın, çocuğunuzun örnek alacağı ilk kişi sizsiniz.
  • İnternet kullanımını yasaklamayın. Çoğu çocuğun sosyal hayatının önemli bir parçasıdır. Bunun yerine, çocuklarınızın çevrim içi olarak ziyaret edebileceği sitelere ve neler yapabileceklerine yönelik internet kullanımıyla ilgili aile kuralları belirleyin ve bu kurallara uyulmasını sağlayın. Bu kurallar şunları içerebilir: her gün belirli bir süre çevrim içi olma; ödevleri bitirinceye kadar internette gezinememe veya anlık iletileri kullanamama; sohbet odalarına veya çevrim içi yetişkin içerikli sitelere girememe.
  • Bilgisayarı açıkta tutun. Bilgisayarı çocuğunuzun odasına değil, evin ortak kullanım alanlarından birine kurun.
  • Bir denge kurun. Çocuğunuzun diğer etkinliklere katılmasını destekleyin ve teşvik edin özellikle diğer çocuklarla zaman geçirmesini sağlayın. Çocuğunuzun çevrim dışında sosyalleşmesine yardımcı olun. Çocuğunuz yaşıtlarına karşı utangaç veya çekingense, onu sosyal beceriler dersi almaya teşvik edin. Çocuğunuzu bilgisayar dersleri veya hobi grupları gibi ortak ilgi alanları olan diğer çocuklarla tanışabileceği etkinliklere özendirin.

Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:29
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
9 Eylül 2008       Mesaj #32
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Antidepresan yerine sakız çiğneyin!

Avustralya'nın Swinburne Üniversitesi'nden Andrew Scholey ve ekibi, stresli ortamda, sakız çiğnemenin kişilerin davranışlarına olan etkisini araştırdı. Stresi artırıcı ve verimi engelleyici birçok faaliyeti yapmaları istenen yaş ortalaması 22 olan 44 kişi 2 gruba ayrıldı. Bu faaliyetleri yaparken sakız çiğnemesi istenen gruptakilerin stres oranının, sakız çiğnemeyenlere göre yüzde 10-17 az olduğu, stres hormonu kortizolün az salgılandığı görüldü. Araştırmacılar ayrıca sakız çiğneyenlerin faaliyetlerdeki genel başarısının diğerlerine göre belirgin oranda fazla olduğunu tespit etti. Araştırma sonuçları uluslararası bir kongrede sunulsa da araştırmanın bir bölümüne, dünyanın ilk sakız üreticisi Wrigley grubuna bağlı Wrigley Bilim Enstitüsü'nün mali destek vermesi dikkat çekti. Wrigley Bilim Enstitüsü'nün geçen yıl Japonya'da dokuz kişi üzerinde yaptığı bir araştırmada, sakız çiğnemenin beyindeki kan akımını yüzde 40 artırabileceğini ve hafızayı olumlu etkileyebileceğini göstermişti.
Sponsorlu Bağlantılar
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:29
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
12 Eylül 2008       Mesaj #33
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Orta kulak rahatsızlığı şizofreni gelişiminde rol oynayabilir

Yapılan çalışmada özellikle, sol taraflı orta kulak rahatsızlığının şizofreni ile ilişkili olduğu görüldü. Sol temporal beyin lobunun (sol-orta kulağın yakınında olan) şizofreni nöropatolojisinde rol oynadığı göz önüne alındığında, bu bulgu özellikle önem kazanıyor.

Baş yazar Peter Mason' ve arkadaşlarına (St Catherine's Hospital, Birkenhead, UK) göre; "Şiddetli orta kulak hastalığının ileriki yıllarda kişiyi şizofreniye yatkın kılacağını veya orta kulak hastalığı ile şizofreni arasında ortak bazı etyolojik faktörler olduğunu düşünmek hiç de mantıksız değil."

20. yüzyıl başlarında, kulak hastalığı ile delilik arasında olası bir bağlantı olduğu fikri oldukça ilgi çekmişti. 1890'da bile, kulak hastalığının deliliğe, hatta sekonder demansa yol açabileceğini öne süren yazarlar olmuştu. Bununla birlikte günümüzde bu konuya nispeten daha az ilgi gösterilmektedir.
Araştırmacılar İngiltere, West Lancashire'den 84 şizofren hastayı güncel bir çalışmaya dahil ettiler. Her hasta yaş, cinsiyet ve doğdukları mevsim açısından dört sağlıklı kontrolle eşleştirildi.

Pratisyen hekim kayıtlarından "orta-kulak rahatsızlığı" (otitis media, kronik süpüratif otitis media ve mastoidit) veya "başka kulak hastalığı" (otitis eksterna, kulak kiri ve yabancı cisimler) öyküsü elde edildi.

Analizde mental olarak sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında şizofren hastaların orta kulak rahatsızlık öyküsüne sahip olma olasılığının daha yüksek olduğu görüldü (göreli orantı=3.68). Sol taraflı orta kulak rahatsızlığında göreli orantı 4.15'e yükseldi.

Ayrıca, işitsel halüsinasyonları olan şizofreni hastalarının şizofreni öncesi orta kulak rahatsızlık öyküsüne sahip olma olasılıkları [özellikle serebral dominans tarafında orta kulak rahatsızlığı için (göreli orantı=10.00) ] halüsinasyonları olmayan arkadaşlarından anlamlı olarak daha fazlaydı.

Mason ve arkadaşlarının bu konudaki yorumu şöyle:" Bilindiği gibi, şiddetli mastoidit ve otitis media durumunda enfeksiyon; kemik nekrozu, konjenital ayrışma (dehiscence) ve kırık hatlar yoluyla temporal kemik aracılığı ile ve yanı sıra tromboflebit veya perivasküler kılıflar yoluyla intrakranyal olarak yayılabilir."

"Orta kulak rahatsızlığı şizofreni yatkınlığını arttırabilen bir başka etyolojik faktör olabilir."
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:29
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
20 Eylül 2008       Mesaj #34
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Bağışlamayı Öğreten Tedavi

'Onu asla affetmem, affedemem' diyorsanız, bir kez daha düşünün. Kötü anıları hafızadan silmek zor değil.
Ad:  17.jpg
Gösterim: 231
Boyut:  23.8 KB

"Amerika'da Stanford Üniversitesinde Frederic Ruskin isimli bir araştırmacının ekibiyle beraber yaptıkları bir bilimsel çalışmaya göre, San Francisco şehrinde oturan 259 kişi üzerinde yaptıkları araştırmada denekler, altı defa bir buçuk saatlik oturumlarla inceleniyor. Bu oturumlarda katılımcılara, bağışlamayı, affetmeyi öğretiyorlar tedavi metodu olarak.

Uygulanma şekli;
Denekler kötü hatıralarını konuşuyorlar, daha sonra kendilerine zarar veren kişileri zihinlerinde canlandırıyorlar. Psiko-drama denilen bu yöntem uygulanıyor ve daha sonra da konuşturuyorlar o kişileri"

MUHATABIN SANDALYESİNE OTURUN
Nevzat Tarhan'a göre muhatabı affetme öğretisi şu şekilde cereyan ediyor: "Bir insan kötü anıyla yaşadığı kişiyi hatırlar ve karşısında bir boş sandalye vardır ve onu o boş sandalyede oturuyor kabul eder ve onunla konuşur. Ondan sonra kendisi onun yerine geçer ve onun adına konuşur. Daha sonra tekrar kendi yerine geçerek konuşur." Bu çalışmanın bir uzman eşliğinde seanslar şeklinde yapıldığına dikkat çeken Tarhan, "bu çalışmanın sonunda uzman kendine zarar veren kişileri yönlendiriyor ve kendilerini affetmelerini sağlıyor. Ona karşı muhatabının muhtemel söyleyeceğini uzman söylüyor ve sonuçta uzman, o olayı tekrar hatırlamasını sağlayarak, onu çözüp affedebileceği bir yorum yaptırıyor hastasına" diyor.

AFFEDEN KİŞİ DE HASTALIK BELİRTİLERİ AZALIYOR

Tarhan, yapılan araştırmalara göre bu kişilerin deney sonrasında olayla ilgili daha az acı duyduğunu hissettiklerinin görüldüğünü belirtiyor. Tarhan bu affetme işleminden sonra bu kimselerde stresten kaynaklanan sırt ve mide ağrıları, uykusuzluk, depresif ruh hali gibi hem psikolojik hem de fiziksel belirtilerin azaldığının görüldüğünü belirtiyor.

AFFETMEYE HAZIR OLMAK
Prof. Dr. Nevzat Tarhan; bu deneklerin çoğunun gelecekte karşılaşabilecekleri muhtemel bir olayda yeniden affetmeye hazır olduklarını söylediklerine dikkat çekiyor. Dünyanın kavga değil paylaşım yeri olması gerektiğini belirten Tarhan; affetmeyi başaran kişilerin "Benzer bir olay yaşarsam, bunu çözdüğüm gibi onu da çözüp affedebilirim" diye düşündüklerini söylüyorlar.

Burada Tarhan esas dikkat edilecek noktanın, tabii 'önemli değil, affettim' diyerek yaklaşmamak olduğuna vurgu yapıyor ve affetmenin gerekçeleriyle beraber gerçekleşmesinin önemli olduğunun unutulmaması gerektiğini aktarıyor. Kişilerin zamanla 'Beni kızdıran bu insan şu anda burada yok. Onu ikna etmek, özür dilemesini sağlamak mümkün değil. Onu affetmem, benim için faydalı ve benim yararıma' sonucuna geliyorlar diyor.

Nevzat Tarhan bu yöntemi uygulamanın insanın doğasına iyi geldiğini, kaygılarını giderdiğini, üzerinde taşıdığı psikolojik yükü indirmesini sağladığını ifade ediyor ve bu nedenle kişileri affederken gerekçeleriyle birlikte affetmelidir diyor. Affetmenin affeden bağışlayan kişinin kendisine de iyi geldiğini aktaran Psikiyatri Uzmanı Tarhan son olarak bu yöntemi uygulamayı herkese önerdiğini sözlerine ekliyor.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:30
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
21 Eylül 2008       Mesaj #35
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Sakinler sola, gerginler sağa

ABD’de yapılan bir psikolojik deney sakin tabiatlı insanların solcu, barış yanlısı ve liberal partilere, kolay panikleyenlerinse muhafazakâr partilere oy verdiğini ortaya koydu

Siyasi duyarlılığın bazı psikolojik tepkilerle yakından bağlantısı bulunduğu, sakin yapıdakilerin sola, endişelilerin sağa oy verdikleri ortaya çıktı.

ABD’deki Rice, Nebraska-Lincoln, Illinois üniversiteleri ve Virginia Psikiyatrik ve Davranışsal Genetik Enstitüsü’nden bilim adamları, ilk deneyde yüzünde örümcek olan panik halindeki bir kişiye, kurtçuklarla dolu bir yara veya kanlı bir yüz gibi endişe verici görüntülere verdikleri tepkileri görmek amacıyla 46 kişiye test yaptı. Daha sonra katılımcıların, terleme gibi fiziksel tepkileri ölçüldü ve bu kişilerden siyasi düşüncelerine ilişkin sorulara yanıt vermeleri istendi.

İkinci deneyde ise ekip, katılımcıların kulaklıklarına beyaz gürültü olarak adlandırılan ani ve yüksek sesler dinleterek onları şaşırttı. Bu deneyde de hangi hızda göz kırptıkları test edildi.

ETKEN BELİRSİZ
Sonuç olarak yurtseverlik, idam cezası, Irak savaşı, askerî harcamalar gibi konulara sıcak bakan, muhafazakâr tutum sergileyenlerin, Amerikan solunun barışseverlik, silah denetimi, kürtaj hakkı, eşcinsellerin evlenmesi gibi geleneksel değerlerine yakın olduklarını söyleyenlere göre daha fazla fiziki tepki verdikleri görüldü. Daha düşük tepki verenlerin ise yabancı yardıma açık oldukları, pasifizm, göç ve silah politikaları konusunda da liberal oldukları ortaya çıktı. Ancak araştırmacılar, siyasi fikrin mi fiziki tepkiyi yoksa fiziki tepkinin mi siyasi fikri doğurduğunu bilemiyor.

Siyaset bilimi profesörü John Hibbing, “Siyasi davranışların kaynağını bulmak oldukça önemli. Genelde araştırmacılar sadece çevresel faktörlere odaklanıyor. Bu faktörler ünversitedeki çılgın bir oda arkadaşı, dinî bir insan ya da ailenizin sizi belirli bir şekilde yetiştirmiş olması olabilir. Biz bunun altında yatan başka bir şey olmalı diye düşündük. Belki belirli insanların diğer insanlara nazaran bir tehdit karşısında bir fiziksel tecrübesi vardır” açıklamasını getirdi. Hibbing deneyin sonuçlarını açıklamada da biraz çekinmiş: “En büyük korkumuz insanların ne diyeceği oldu. ‘Muhafazakârlar için korkak kediler ve liberaller içinse çok saf anlamıyorlar’ diyebilirlerdi. Biz bir grubun daha iyi olduğunu söylemiyoruz. Belki bir grup dünyayı diğerlerine göre daha farklı şekilde algılıyor, o kadar.”

Hibbing dışında siyaset bilimi profesörü Kevin Smith ve psikoloji profesörü Mario Scalora’nın aralarında bulunduğu ekibin yaptığı araştırma ‘Science’ dergisinde yayımlandı.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:30
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
1 Ekim 2008       Mesaj #36
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Gençlerin Yüzde 94.1'inin fobisi var

Türkiye’de gençlerin yüzde 94.1’inin fobisinin bulunduğu, en çok, ölümden, dini duygularını kaybetmekten, cehennem gitmekten ve depremden korktukları ortaya çıktı.

Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın geniş bir katılımla yaptığı “Gençlik ve Korku Araştırması” Türk gencinin “fobik” olduğunu ortaya koydu. Türk genci, korkuları nedeniyle diğer insanlarla ilişki kurmaktan bile kaçınırken, özellikle inanç konusunda korku duyuyor. İstanbul ve Ankara’da 18-30 yaşları arasında 2 bin 996 genci katıldığı ankette göre, gençlerin yüzde 94.1’nin fobisi bulunuyor. Ankete göre, gençlerin yüzde 12.3’ü ölüm ve sevdiklerini kaybetmekten korkarken, yüzde 11.4’ü dini duygularını kaybetmekten korkuyor. Gençlerin yüzde 11.1’i de depremden korktuğunu açıklarken, yüzde 10.9’luk kısmı da cehenneme gitmekten korkuyor.

-GENÇLER HAYVANLARDAN DA KORKUYOR-

Ankete göre, gençlerin yüzde 71.9’u hayvanlardan korkarken, yüzde 20.4’ü hiçbir hayvandan korkmuyor. Ankete katılanların yüzde 7.7’si de hayvanlardan korkup korkmadığı konusunda kararsız. Hayvanlardan korktuğunu belirten gençlerin yüzde 26.2’si yılandan, yüzde 25.9’u köpek balığından, yüzde 20.6’sı böceklerden, yüzde 14.1’i fareden korkuyor. Kedi ve köpeklerden korkanların oranı ise yüzde 5.1’i buluyor.

-“GENÇLER, KORKULARI NEDENİYLE İNSANLARLA İLİŞKİ KURAMIYOR”-
Anketin en ilginç sonuçlarından biri de gençlerin korkularının insanlarla ilişkilerini önemli ölçüde etkilediğini ortaya koyması oldu. Gençlerin yüzde 59.9 gibi büyük bir kısmı, korkularının toplum içinde insanlarla ilişki kurmasını engellediğini açıklarken, sadece yüzde 25.7’si korkularının ilişkilerine etki etmediğini savundu. Ankete katılanların yüzde 14.7’si ise korkularının insanlarla ilişkilerini engelleyip engellemediği konusunda ise kararsız kaldı.

-TÜRK GENCİ PANİKATAK-
Anket, Türkiye’deki dört gençten birinin panik atak sahibi olduğunu da gözler önüne serdi. Ankete göre, gençlerin yüzde 24.5’inin panikatağı bulunurken, yüzde 21.1’inde küçümsenme korkusu bulunuyor. Gençlerin yüzde 20.2’si topluluk önünde konuşmaktan korkarken, yüzde 18.2’si gibi büyük bir kısmı da ayıplanmaktan korkuyor.
Gençler, topluluk içinde cep telefonu ile konuşmaktan dahi rahatsızlık duyuyor. Gençlerin yüzde 27.2’si topluluk içinde cep telefonu ile konuşurken rahat hissettiklerini, yüzde 14.4’ü ise çok rahat olduğunu açıkladı. Buna karşın gençlerin yüzde 19.5’i cep telefonu ile konuşurken uzaklaşmak istediğini, yüzde 19.3’ü sıkıntılı olduğunu, yüzde 9.9’u korku duyduğunu, yüzde 9.7’si ise kaygılandığını bildirdi.

-TÜRK GENCİ TANIŞIRKEN SIKINTILI-
Ankete göre, gençler iyi tanımadığı ya da yeni tanıştığı kişilerle konuşurken, sıkıntı ve kaygı duyuyor. Gençlerin yüzde 28.2’si yeni tanıştığı kişilerle konuşurken rahat olduğunu, yüzde 15.3’ü ise çok rahat olduğunu belirtirken, yüzde 22.2’si sıkıntılı olduğunu söyledi. Gençlerin yüzde 18.9’u ise yeni tanıştığı kişilerle konuşurken kaygılanırken, yüzde 8.5’ku korktuğunu, yüzde 6.9’u ise kaçmak istediğini söyledi.

-GENÇLER KORKULARINDAN KURTULMAK İÇİN YARDIM ALIYOR-
Araştırmaya göre, gençlerin yüzde 73.1’i korkularından kurtulabilmek için yardım alıyor. Gençlerin yüzde 39.7’si korkularından kurtulmak için arkadaşlarından ve çevresinden yardım alırken, yüzde 27.6’sı ise ailesinden yardım alıyor. Rehber öğretmen ya da psikolojik danışmandan yardım isteyenlerin oranı yüzde 14.1’i bulurken, yüzde 5’i de psikiyatra giderek yardım alıyor. Gençlerin yüzde 3.9’u ise korkularından ilaçla kurtulma yolunu seçiyor.
Gençlerin yüzde 29.2’si ise aldığı yardımların işe yaramadığını düşünüyor.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:33
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
1 Ekim 2008       Mesaj #37
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

İlyada Destanında Depresyon İzi

Yüzyılın hastalığı olarak nitelendirilen depresyonun antik çağlardan beri insanlığının sorunu olduğu bildirildi.

Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Psikiyatri Anabilimdalı Öğretim Üyesi Yrd. Dr. Sinan Yetkin, yaptığı açıklamada, antik çağlardan itibaren depresyon örneklerine ait kayıtlar bulunduğuna, Manisa'nın Sipil Dağı'nda yer alan Niobe'nin taş yüzü depresyon sembolize ettiğini ifade etti.

Homeros'ın 3 bin yıl öncesinde yazdığı İlyada destanında Kral Ajax'ın aşırı hareketli durumu ile düş kırıklığı, çökkünlükleri, hızlı döngüsel geçişlerinden ve intihar etmesinden bahsedildiğini anlatan Yrd. Doç. Dr. Yetkin, şunları söyledi:

''Bu da olasılıkla hızlı siklus gösteren manikdepresif duruma ilk örnektir. Samuel'in kutsal kitabında Kral Saul'un öyküsünde depresif bir sendrom tanımlanmıştır. Depresyonun ona eziyet vermek için tanrı tarafından gönderilen kötü bir ruh olduğu belirtilmiştir. Tarih öncesi dönem tedavileri içinde Troyalı Helena'nın keder ve üzüntüleri azaltmak için nepenthes adlı bitkiden elde edilen bir morfin türevini antidepresan amaçlı kullandığı bildirilir. Bu belki de depresyonun kaydedilmiş en eski farmakolojik tedavisidir.''

HİPOKRAT'A GÖRE
Tıbbın babası olarak nitelendirilen Hipokrat'ın depresyon gibi ruhsal fenomenlerin beyinden kaynakladığını söylediğini kaydeden Yetkin, şöyle devam etti:

''Hipokrat'a göre, beynin balgam ve safradan etkilendiğini, balgamın etkilediği kişilerin sakin kişiler olmasına rağmen safranın etkilediği kişileri ise sakin durmadıklarını, daima şaka yaptıkları, hileye başvurduklarını tanımlamıştır. Melankolinin aşırı miktarda barsak ve dalakta biriken kara safra ile oluştuğu, toksit olan bu maddenin beyni etkilediğinden bahsetmiştir. Melankolinin uzun süreli stres yaratıcı durumlarda ortaya çıktığını söylemiştir.

Efesli Soranus hastaların tedavisinde bugün lityum içerdiğini bildiğimiz kaynak sularını kullanmıştır. Türk ve Arap dünyasında ise İbni Sina ve İshak İbni İbram gibi hekimler bu konuda önemli gelişim göstermişlerdir.''

DEPRESYONDAN KORUNMAK İÇİN

Deprasyondan korunmak için genel yaşam koşullarının iyileştirilmesinin çok önemli olduğunu sözlerine ekleyen Yetkin, ''Binlerce yıllardır var olan depresyon konusunda maalesef günümüz insanının birçoğunun yeterli bilgisi yok. Kültür seviyesi arttıkça hastalığın tedavisi için tıbbi yardım alanların sayısı artıyor'' dedi.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:33
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
9 Ekim 2008       Mesaj #38
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Yazdan kışa geçiş psikoloji bozuyor

Yapılan araştırmalar, depresyon tanısıyla tedavi gören hastaların yüzde 65'inin sonbahar ve ilkbahar aylarında psikiyatri kliniklerine başvurduğunu gösteriyor. Dr. Zafer Atasoy, güneş ışınlarının azaldığı ve tatilin bittiği sonbahar mevsiminin insan psikolojisini olumsuz etkilediğini söylüyor. Bu dönemde insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmediğini ifade eden psikiyatri uzmanı Atasoy, özellikle çocukların, gençlerin ve yaşlıların dikkatli olması gerektiğini kaydediyor. Depresyonun günümüzün en yaygın hastalıklarından biri olduğunu anlatan Atasoy, en büyük sıkıntının yazdan sonbahara geçişte yaşandığını belirtiyor. Azalan güneş enerjisinin beyin yapısını olumsuz etkilediğini ifade eden Atasoy, "Bu döneme uyum için daha fazla çaba sergilemek gerekiyor. Özellikle uyum becerileri yeterince gelişmemiş ya da çabuk etkilenen bebekler, çocuklar, gençler ve yaşlılar risk altında.'' diyor. Yaz tatilinin sona ermesi de hastalık şikâyetlerini artırıyor. Yoğun iş temposu ve okula ayak uyduramayan birçok insan, psikolojik rahatsızlık geçirmeye daha müsait hale geliyor. Ayrıca sonbaharın gelmesiyle duyguları dengeleyen melatonin hormonunun normalin üzerinde salgılanması, kişinin gün içerisinde ruh durumunun değişmesine neden oluyor. Psikiyatrist Zafer Atasoy, bu dönemde ortaya çıkan belirtileri şöyle sıralıyor: "Göreceli olarak duygusal cevaplarda şiddetlenme, kendini huzursuz hissetme, iştahta oynamalar, uyku düzensizlikleri, çalışma ve verimde düşüş.'' Mevsim depresyonu 17-25 yaş grubunda daha sık görülüyor. Bu dönemde bazı kişiler kendilerini güçlü, güzel, özel yeteneklere sahip hissedebiliyor, bu nedenle de kendisine ve çevresine zarar verebiliyor. Her şeye gülüp, kimseyi umursamadan şarkılar söyleyip oyunlar oynayan kişiler, birdenbire yerinde duramayacak şekilde gergin, hayattan nefret eden ruh durumuna girebiliyor. Sonbaharda intihar olaylarında da artış gözleniyor. Depresyondan korunmanın yolları: Uyku düzeninize dikkat edin. Dengeli ve yeterli beslenin. Hafif ve sulu gıdalar tüketin. Kafeinli içecekler yerine bitki çayları için. Ilık suyla banyo yapın. Yürüyüş ve egzersiz yapmayı ihmal etmeyin. Pozitif enerji alabildiğiniz insanlarla birlikte olun. Kalabalık ve karanlık ortamlardan kaçının. Fırsat buldukça güneş ışığından yararlanın.
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:34
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
4 Kasım 2008       Mesaj #39
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi

Kadınlar daha fazla kabus görüyor


İngiltere’de yapılan bir araştırma, kadınların erkeklerden daha çok kabus ve duygusal rüyalar gördüğünü ortaya koydu.

170 gönüllü üzerinde yapılan araştırmada, yakın zamanda gördükleri rüyaları anlatmaları istenen deneklerden erkeklerin yüzde 19’u, kadınların ise yüzde 30’u kabus gördüğünü söyledi.

Başka bir araştırma da, erkeklerin kadınlara nazaran daha rahat bir uyku çektiklerini gösterdi.

Kadınlardaki bu olumsuzluklara tek neden olarak, adet dönemlerinde vücut ısısındaki değişiklik gösterildi.

Edinburgh Uyku Merkezi Müdürü doktor Chris İdzikowski ise araştırmanın sonuçlarına şaşırmadığını belirterek, bu araştırmadan kadınların daha fazla kabus gördükleri mi yoksa bu kabusları daha iyi hatırladıkları mı sonucunun çıkarılması gerektiğine dikkat çekti
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:34
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
4 Kasım 2008       Mesaj #40
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi

Rüyalar renkli mi siyah beyaz mı?


Ad:  1.jpg
Gösterim: 124
Boyut:  14.1 KB

Çok ilginç bir araştırma yapıldı. Araştırmaya katılanlar siyah beyaz ve renkli tv seyircileri...
Yapılan bir araştırmada, siyah-beyaz televizyon döneminde büyüyenlerin, rüyalarını da siyah-beyaz gördükleri belirlendi.

Araştırma, siyah-beyaz filmler ve televizyon seyrederek büyüyen 55 yaş üzerindekilerden oluşan bir grup ile renkli televizyon ve film döneminde büyüyen 25 yaşın altındaki bir grupla yapıldı.

Araştırmaya göre, birinci grubun rüyalarını da "renksiz" görme olasılıkları artıyor. Renkli televizyon ve filmler seyrederek büyüyen ikinci gruptakiler ise renkli rüyalar görmeye daha meyilli.

Araştırmayı kaleme alanlar, araştırmalarının rüyaların renkli mi, renksiz mi olduğuna dair on yıllardır yapılan tartışmaya da son vermesi gerektiğini söyledi.

20. yüzyılın ilk yarısında yapılan araştırmalarda, rüyaların çoğunun siyah-beyaz olduğu iddia edilmişti. 1960'larda ve daha sonra yapılan çalışmalardaysa, rüyaların yüzde 80'inde biraz renk bulunduğu öne sürülmüştü.

Bu dönemin siyah-beyaz televizyondan renkliye geçiş dönemi olduğundan hareketle, televizyonun rüyaları etkilediği sonucu çıkarıldı. Ancak çeşitli araştırmalar arasındaki farklılık, araştırmacıları kesin sonuçlar ortaya koymaktan alıkoydu.

Dundee Üniversitesinden Eva Murzyn'in yaptığı son araştırmada, yarısı 25 yaşın altında yarısı 55 yaşın üstünde 60 kişiye rüyalarının rengi ve çocukluklarında film ve TV seyretme alışkanlıklarıyla ilgili sorular soruldu.

Verilerin analizi sonucunda, 25 yaş altındakilerin yüzde 5'inden azının rüyalarının siyah-beyaz olduğu, çocukluklarında renkli TV ve film izleyebilme olanağı bulanların da sadece yüzde 7,3'ünün siyah-beyaz rüya gördüğü ortaya çıktı.

Çocukluklarında siyah-beyaz filmler seyredenlerinse daha ziyade siyah-beyaz rüya gördükleri belirlendi.

Murzyn, "Çocukluğumuzda, seyredilen filmlerin rüyaların oluşumunda önemli etkisinin olduğu kritik bir dönem olabilir" dedi.

Ancak Murzyn, filmlere maruz kalınmasının sonucu olarak, beynin, uyanıldığında rüyaları bir şekilde yeniden oluşturup oluşturmadığını bilmenin imkansız olduğunu söyledi.


İNTERNET HABER
Son düzenleyen Safi; 18 Haziran 2016 06:35

Benzer Konular

23 Temmuz 2018 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
17 Haziran 2016 / _PaPiLLoN_ Psikoloji ve Psikiyatri
1 Kasım 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
19 Mart 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap