Ziyaretçi
Doğum kontrolü
NÜFUS ya da AİLE PLANLAMASİ olarak da bilinir, gebeliğin önlenmesi, kısırlaştırma, çocuk aldırma, çocuk düşürme gibi çeşili yöntemlerle insan doğurganlığının kısıtlanması, ailedeki çocuk sayısının ve doğumlar arasındaki sürenin isteğe göre belirlenmesi ve bu amaçla uygulanan yöntemlerin tümü.
Sponsorlu Bağlantılar
Bu terimin yaratıcısı, ABD’deki feminizm hareketinin öncülerinden Margaret Sanger’dır.
İnsanda ergenlik döneminin oldukça geç başlaması, gebeliğin uzun sürmesi, normal olarak her doğumda tek bir bebeğin dünyaya gelmesi ve emzirmenin bir yıla kadar uzaması nedeniyle üreme potansiyelinin düşük olması beklenirken, yeryüzünde beş günlük bir zaman dilimi içinde gerçekleşen doğumların sayısı aynı süredeki ölümlerin sayısından bir milyon kadar fazladır. Doğurganlığı belli üreme mevsimleriyle kısıtlanmamış olan bütün memelilerde, iki gebelik arasındaki süreyi ayarlayan fizyolojik mekanizmalar vardır.
Örneğin insanda ve bütün insansı maymunlarda emzirme, doğanın kendine özgü doğum kontrol yöntemlerinden biridir. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bazı göçebe toplumlarda kadınlar bebeklerini iki-üç yıl emzirerek bir anlamda bu doğal korunma yöntemini uygularsa da, günümüzde, çok etkili olmayan bu doğal yöntemlerin yerini çağdaş doğum kontrol yöntemleri almış ve insanoğlu kendi üremesi üzerinde daha etkili bir denetim kurmuştur.
TARİHSEL GELİŞME
Doğum kontrol yöntemlerinden söz eden en eski belge, İÖ 1550’den kalma bir Mısır yazmasıdır. Ebers Papirüsü adıyla bilinen bu tıp metinleri derlemesinde, gebelikten korunmak için çeşitli yöntemler önerilir. İS 1. yüzyılda özellikle Yaşlı Plinius ile Pedanios Dıoskorides’ in ele aldıkları bu konuyu 2. yüzyılda Ephesos’lu Soranos, Ebelik ve Kadın Hastalıkları Üzerine adlı yapıtında çok daha ayrıntılı biçimde incelemiştir. Daha sonraki dönemde, özellikle Ebubekir Razi, Ali bin Abbas el-Mecusi ve İbn Sina gibi İslam bilginleri de bu konuya değinmişlerdir. Bu eski kaynaklarda, cinsel birleşmeden sonra dölyolunun yıkanması ya da spermaların dölyatağına girişini engellemek üzere bal, şap, laktik asit kullanılması gibi mantıklı ama pek etkili olmayan yöntemlerin yanı sıra, birleşmeden sonra kadının yedi kez ters takla atması gibi yararsız ve gizemciliğe dayalı yöntemler de önerilmiştir.
1900’e gelindiğinde, doğum kontrol hapları dışında, bugün kullanılan yöntemlerin hepsi bulunmuştu. Bunlardan ilki, İtalyan anatomi bilgini Gabriel Fallopius’un 1564’te yayımlanmış bir yapıtında tanıttığı kaput ya da prezervatiftir. İlk prezervatifler hayvan bağırsaklarından yapılıyor ve gebeliği önlemekten çok, cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmak için kullanılıyordu. 19. yüzyılın ikinci yansında lastikten yapılmış prezervatiflerin üretilmesiyle bu araç halkın en benimsediği korunma yöntemi oldu.
Dölyoluna diyafram ve lastik başlık gibi araçların yerleştirilmesinden ilk kez 1823’te Alman hekim F. A. Wilde söz etmiştir. Dölyatağı boynuna yerleştirilen gebeliği önleyici araçların başlangıcı da, kayıtlara göre 1868’dir. Erkeklerin ve kadınların kısırlaştırılması ilk kez 19. yüzyılda uygulanmış, aynı yüzyılın sonlarına doğru gebeliği kürtaj ve vakumla zamanından önce sona erdirme yöntemleri gündeme gelmiştir. Bu yöntemlerin yararları ve zararları tartışılırken, hekimlerin çoğu, yumurtlamanın âdet kanamasından 14 gün önce gerçekleşiğine dikkati çekerek bugün de uygulanan takvim ya da ritim yöntemini önermişlerdir.
Doğum kontrolünün toplumsal ve siyasal yönleri
Toplumbilimlerinde doğum kontrolünün ilk savunucularından biri, insan nüfusunun besin kaynaklarından çok daha hızlı arttığını vurgulayarak geç evlenme ve cinsel perhiz gibi doğum kontrol yöntemleri öneren (1798) Thomas Malthus’tur. 19. yüzyılda başlarında Jeremy Bentham, Francis Place, John Stuart Mili ve Robert Dake Owen gibi düşünür ve yazarların desteklediği bu görüş, ekonomik nedenlerle kendi aileleri içinde de aynı sıkıntıyı duyan orta sınıf halkın ilgisini çekmekte gecikmedi. Malthus’un İngiltere’de başlattığı bu hareket kısa sürede Fransa, Almanya ve Hollanda’ya sıçrayarak, 1882’de Dr. Aletta Jacobs’ ın öncülüğüyle Hollanda’da dünyanın ilk aile planlama servisi kuruldu.
Bununla birlikte, doğum kontrolünü kadın haklarının bir parçası gibi görerek, bu konuyu önce kendi ülkelerinde, sonra dünya çapında örgütledikleri toplumsal bir harekete dönüştüren iki kadın ABD’li Margaret Sanger ile İngiliz Marie Stopes’tur. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde doğan bu harekette, ebelikten yetişen Sanger’ın çıkış noktası yoksulluğu ve aşırı nüfus artışının insanlar üzerindeki ekonomik baskılarını önlemekti; oysa, üniversitede botanik öğrenimi görmüş, orta halli bir ailenin kızı olan Stopes, kadınları çok çocuk doğurmanın getireceği fiziksel ve ruhsal yıpranmadan kurtarmayı amaçlıyordu.
Dünya nüfusu Malthus’un zamanında 1 milyarı, Sanger ve Stopes ilk doğum kontrol kliniklerini açtıklarında da henüz 2 milyarı aşmamıştı. II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, bir yandan tıp bilimlerindeki ilerlemeye bağlı olarak ölüm oranı hızla düşerken, bir yandan da yeniden kurulan barış ve refah ortamının etkisiyle doğum oranındaki artış büyük bir nüfus patlamasıyla sonuçlandı; 1960’ta dünya nüfusu 3 milyarı aşmış ve buna her 15 yılda 1 milyarlık bir artış eklenmeye başlamıştı. Üstelik en hızlı nüfus artışı, kişi başına iktisadi üretimin en düşük olduğu ülkelerde gerçekleşiyordu. Örneğin Hindistan’da her gün en az 35 bin bebek doğarken, ülkenin genel yaşam standartlarını aynı düzeyde tutmak giderek olanaksızlaşıyordu.
Bu nedenle doğum kontrolü, bir yandan istedikleri kadar ve istedikleri zaman çocuk yapma kararını ailelere bırakırken, bir yandan da devlet eliyle yürütülen nüfus planlamasının temel öğesi olmuştur. Nitekim birçok ülkede doğum kontrol yöntemleri, aile planlaması adı altında ve sağlık hizmetlerinin bir parçası olarak kamu kurumlannca yürütülmekte ve doğum kontrolü uygulayan ailelerin sayısı Üçüncü Dünya ülkelerinde hızla artmaktadır. Örneğin doğum kontrolü uygulayan evli çiftlerin sayısı 1970’te Tayland’da yüzde 15, 1976’da Meksika’da yüzde 30 iken, bu oran 1981’de Tayland’da yüzde 60’a, Meksika’da yüzde 40’ın üstüne çıkmıştır.
DOĞUM KONTROL YÖNTEMLERİ
insanlık tarihi boyunca uygulanan doğum kontrol yöntemleri, üreme etkinliğinin hangi aşamada kısıtlandığına bağlı olarak, doğumdan sonra (bebek öldürme), doğumdan önce (çocuk düşürme ya da aldırma) ve gebelikten önce (korunma) gibi üç grupta toplanabilir. En ilkel doğum kontrol yön temlerinden biri sayılan bebek öldürme, bazı toplamlarda zayıf ya da sakat doğmuş çocuklardan kurtulmanın tek çaresi olarak görülmüştür. Örneğin Eskimolar’da, yaşam koşullan son derece ağır olduğu için, bir erkeğin besleyemeyeceğı kız çocukları doğumdan hemen sonra öldürmesi olağan sayılır. Nüfus yoğunluğunun çok fazla olduğu Polinezya’da da bu çare geçerlidir.
Ayrıca, hukuk ve ahlak kurallarınca yasaklanmış cinsel ilişkilerden (örn. ensest, evlilik dışı gebelik) doğan ya da doğuştan sakat ve anormal olan çocukları öldürmek ya da ölüme bırakmak birçok toplumda yakın çağlara değin uygulanmıştır. Çocuk öldürmenin topluma sağlık, talih ve bereket getireceği inancı bazı ileri toplumlarda bile yaygındı. Örneğin eski Yunanistan, Mısır ve Roma’da özellikle ilk çocukların tanrılara kurban edilmesi geleneği yerleşmişti; Hindistan’ın birçok yöresinde bu gelenek 19. yüzyıla değin sürdürülmüştür.
Gebelik öncesi yöntemler.
Gebelik öncesi doğum kontrol (gebelikten korunma ya da gebeliği önleme) yöntemlerinin bir bölümü, emzirme, erkeğin dışarda boşalması, birleşmeden sonra dölyolunu yıkama, cinsel perhiz, prezervatif ve kadının yumurtlama dönemlerinde cinsel ilişkiden kaçınma gibi, genellikle eski ve çok güvenilir olmayan tıp dışı yöntemlerdir.
Doğum kontrol hapları.
Tıbbi yöntemler içinde en yaygın olanı, östrojen ve progesteron gibi doğal dişilik hormonlarının bireşimsel türevleri olan gebeliği önleyici hormonlardır. Bu hormonlar üç ayda bir kas içine şırınga edilerek kullanılabilirse de, en yaygın yöntem her gün ağızdan alınan doğum kontrol haplarıdır. Vücuttaki hormon düzeyini değiştiren ve hipofiz bezinin, yumurtalıkların dölyatağına yumurta göndermesi için yaptığı hormon uyarısını engelleyen birçok doğum kontrol hapı üretilmiştir.
Bu hapların bazılarında, gebelik sırasında yumurtlamayı durduran biyokimyasal mekanizmayı harekete geçirerek yumurtlamayı önleyen bireşimsel östrojen ve progesteron birlikte bulunur. Bazıları, yumurtlamayı yalnızca yarı zaman için durduran, ayrıca dölyatağmdaki endometriyum katmanının kalınlaşıp damarca zenginleşmesini ve spermaların hareketlenmesini önleyen bireşimsel progesteron içerir.
Genellikle, doğum kontrol haplarının her âdet çevriminde, bileşimine bağlı olarak 20 ya da daha fazla gün boyunca düzenli olarak alınması gerekir. Sabahları yutulan ve yüksek dozda östrojen ile progesteron ya da yalnızca progesteron içeren doğum kontrol hapları, cinsel birleşme sonrasında gebeliği önleyen pek az yöntemden biridir.
Doğum kontrol haplarının kadın sağlığı üzerindeki etkileri bugün bile canlı bir tartışma konusudur; kilo alma ve bulantı gibi bazı yan etkilerinin yanı sıra, bu hapları kullanan kadınların çoğunda pıhtılaşma eğiliminin arttığı saptanmıştır. Özellikle 35 yaşını aşmış, sigara içen ve pıhtılaşma bozukluğu, şeker hastalığı, yüksek tansiyon, orak hücreli kansızlık gibi metabolizma ve dolaşım hastalığı olan kadınlarda bu hapların kullanımı sakıncalı olabilir. Hormon dozunun azaltılmasıyla yan etkilerin hafiflediği görülmüş, hatta araştırmalar bu hapların dölyatağında bazı türden urların oluşumunu engellemek gibi birtakım yararlan olduğunu ortaya koymuştur. Şimdilik denetimsiz kullanılmaması önerilen doğum kontrol hapları ile kanser ve kısırlık arasındaki bağlantı araştırma konusudur.
Dölyatağı içi araçlar
1950’lerin sonlarında yaygınlaşan bu yöntemde, dölyatağının içine plastikten ya da metalden yapılmış, değişik biçimlerde araçlar yerleştirilir. Nasıl etki yaptıkları tam olarak açıklananamışsa da, döly atağının içini döşeyen endometriyum katmanında hafif bir iltihaplanmaya yol açarak yumurtlamayı, yumurtanın döllenmesini ya da döllenmiş yumurtanın endo- metriyuma yerleşmesini engelledikleri sanılmaktadır. Özellikle çocuk doğurmuş, belli bir yaşın üstündeki kadınlara önerilen ve genellikle spiral adıyla bilinen bu araçların başlıca üstünlüğü kolay uygulanması ve uzun süre etkili olmasıdır. Bununla birlikte, özellikle leğen boşluğunu döşeyen dokularda iltihaplanma sonucu kısırlık, hatta ölüm olaylarının sıkça görülmesi, âdet kanamalarını artırması, dış gebelik ve düşük olgularına yol açması nedeniyle, bu araçların çoğu 1980’lerde kullanımdan kaldırılmıştır.
Kısırlaştırma
En az yüzde 99 etkili olan kısırlaştırma, cinsel perhizden sonra en güvenilir doğum kontrol yöntemidir ve oldukça basit bir ameliyatla gerçekleştirilir. Erkeklerde, spermayı erbezinden kamışa (penis) taşıyan atmık kanallarının, kadınlarda ise yumurtanın geçtiği Fallop borularının kesilip serbest kalan uçlarının birleştirilmesiyle uygulanır. Gerek erkek, gerek kadında ameliyatla sağlanan kısırlığın kalıcı olduğu düşünülürken, 1970’lerde yapılan araştırmalar, yeni bir cerrahi girişimle doğurganlığı yeniden kazanma umudunu yaratmıştır.
Sperma durdurucu araçlar
Cinsel birleşme sırasında erkeğin prezervatif kullanması, kadında dölyatağı boynunun bir diyaframla, lastik başlıkla ya da dölyolu süngeriyle kapatılması gibi yöntemlerin amacı, spermaların dölyatağına girmesini engellemektir. Genellikle sperma öldürücü ilaçlarla birlikte kullanılan bu araçların büyük bir riski yoktur, ama bilinçli ve sürekli kullanmayı gerektirdiğinden uygulamada pek etkili olmaz. Kadınların kullanabileceği sperma durdurucu araçlar içinde bir hekimin ya da uzmanın yerleştirmesine gerek olmayan tek araç dölyolu süngeridir ve öbür sperma durdurucular kadar güvenilir olmamakla birlikte, etkisini 24 saat sürdürür.
Kazara engeli aşan spermaları yok eden sperma öldürücü ilaçlar, bu tür araçların etkisini yüzde 100 kadar artırır. Bu araçların bir başka yararı da, cinsel yolla bulaşan (zührevi) hastalıklardan korunmayı sağlamasıdır. Doğum kontrol haplarının ve dölyatağı içi araçların geliştirilmesinden önce çok kullanılan diyafram, öbür yöntemler gibi sağhğa zararlı olmadığı için yeniden gündeme gelmiştir.
Yumurtlama dönemlerini gözleme teknikleri
Kadında yumurtlama zamanını önceden kestirerek, aylık kanama çevriminde kadını en doğurgan olduğu yaklaşık altı gün içinde cinsel birleşmeden kaçınmak üzere başlıca üç yöntem uygulanır. Yaklaşık yüzde 70-90 düzeyinde etkili olabilen bu gözlem yöntemleri çok güvenilir olmamakla birlikte, doğum kontrol hapları ya da araçları kullanmak istemeyen kadınlar için çekicidir.
Kadın, âdet kanamaları çevrimini düzenli olarak takvime kaydederken, bir yandan da her gün ateşini ölçerek, vücut sıcaklığındaki hafif bir artıştan yumurtlama zamanını saptayabilir. Bu iki işleme yardımcı olan üçüncü bir yöntem de, kadının, dölyatağı boynundan gelen mukus salgısını inceleyerek yumurtlamanın başlangıcını belirlemesidir. Kuşkusuz en sağlıklı ve doğal korunma yöntemi olan bu takvim ya da ritim yönteminin başarısı, âdet çevrimlerinin düzenli, eşlerin de bilinçli ve dikkatli olmasına bağlıdır.
Hiç değilse şimdilik üremeyi dönüşsüz biçimde engelleyen kısırlaştırma sayılmazsa, doğum kontrol hapları, dölyatağı içi araçlar, sperma durdurucular gibi bütün bu yöntemlerin kullanımına son verildiğinde kişi üreme yeteneğini yeniden kazanır. Ne var ki, en ucuz ve en yaygın olan yöntemler genellikle en etkisizleridir.
Krem, köpük ya da jöle biçiminde kullanıma sunulan sperma öldürücüler, sperma durdurucu herhangi bir araçla birlikte kullanıldığında ancak yüzde 80 etkili olabilir; dölyolunun suyla ya da sperma öldürücü ilaçlarla yıkanması yalnızca dölyolu kanalında kalmış spermaları etkiler, dölyatağına girmiş olanlara hiçbir etkisi olmaz. Dışarda boşalma ise, asıl boşalma anından önce kamıştan gelen ersuyunun dölyatağına girmesini engelleyemez. Erkeklerde sperma oluşumunu durduracak ilaçların, kadınlarda da deri altına yerleştirilerek sürekli progesteron salgılayacak düzeneklerin üretimi için araştırmalar sürdürülmektedir.
Doğum öncesi yöntemler.
Gebeliğin önlenemediği durumlarda uygulanan bu yöntemler, henüz gelişmesini tamamlamamış olan dölütün zamanından (genellikle gebeliğin 20. haftasından) önce dölyatağından alınmasına dayanır. Gebeliği isteyerek sona erdirme, isteyerek düşük yapma, çocuk aldırma ya da çocuk düşürme gibi terimlerle adlandırılan bu yöntemler yalnız toplumsal ve ekonomik kaygılara bağlı doğum kontrol amacıyla değil, anne adayının yaşamını, fiziksel ya da ruhsal sağlığını tehdit eden durumlarda, ağır oluşum kusurları, zekâ geriliği ya da kalıtsal bozukluğu olan bebeklerin doğumunu engellemek amacıyla, hatta tecavüz ve ensest (kan bağı olan kişilerle cinsel ilişki) sonucu gelişmiş istenmeyen gebeliklerde de hekimin önerisiyle uygulanabilir. Gebeliği isteyerek sona erdirme girişiminin hangi koşullarda yasal olacağı, her ülkenin kendi yasalarına göre belirlenmiştir.
Bu amaçla uygulanan pek çok yöntem vardır. Gebeliğin ilk 12 haftasında döly atağını boşaltmak için kürtaj (dölyatağmın iç yüzeyinin metal aletlerle kazınması) ya da vakumla emme yöntemlerine başvurulabilir. 12-19 haftalık arası gebeliklerde, amnion sıvısına bir tuzlu su çözeltisinin şırınga edilmesi dölütün ölmesini ve dölyatağı kasılmalarının başlamasını sağlar; şırıngayla, fitil biçiminde ya da başka yollarla verilen prostaglandinlerde de aynı etkiyi gösterirse de, bu hormonların ciddi yan etkileri vardır. Üç ayı aşmış gebeliklerde, dölyatağına keşi yaparak (histerotomi) dölütü almaktan başka çare yoktur. İlke olarak, gebelik ne kadar ilerlemişse, dölütün alınmasından sonra anne için ölüm ya da ağır bir komplikasyon tehlikesi de o kadar fazladır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, tıp dışı yöntemlerle çocuk düşürme girişimleri pek çok kadının ölümüne yol açmaktadır.
Gebeliği isteyerek sona erdirmenin yasaklanması, serbest bırakılması ya da sınırlandırılması, yüzyıllar boyunca din adamlarını, düşünürleri ve yasa koyucuları uğraştıran toplumsal bir sorun olmuştur. Annenin yaşamını kurtarma kaygısı dışında herhangi bir nedenle çocuk aldırmaya karşı çıkan kesim, dinsel ve insani gerekçeler öne sürerek, dölüt ile yeni doğmuş bebek arasında ayrım yapmanın mantıksal bir temeli bulunmadığını savunur; bu görüşe göre dölüt de en az yeni doğmuş bebek kadar korunması gereken, yaşama hakkı olan ve ilerde toplumun üyesi olacak bir bireydir.
Çocuk aldırmanın serbest bırakılmasından yana olan kesim ise, hiç değilse gebeliğin ilk üç-dört ayı içinde dölütün insana benzer özelliklerinin yok denecek kadar az olduğunu, kamuoyunun haklı nedenlerle çocuk aldırmayı desteklediğini, bu konuda yasal ve tıbbi engeller konulduğunda kişilerin yasadışı ve tehlikeli yollara başvuracağını öne sürer. Bu tartışma sonucunda, kadınlara özgürlük hareketinin de desteğiyle, 19. yüzyılda alınmış olan cezai önlemler 20. yüzyılda birçok ülkede kaldırılmaya başlamıştır. 1920’de SSCB’de, 1950’lerde Japonya, İskandinavya ve Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda serbest bırakılan çocuk aldırma ya da düşürme yöntemi, 1960’lardan sonra gebeliği önleyici doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaşmasıyla giderek daha az uygulanmaktadır.
Türkiye’de doğum kontrolü.
Cumhuriyet hükümetlerinin nüfus artırmaya yönelik politikaları nedeniyle, 1960’lara değin Türkiye’ de doğum kontrol yöntemlerinin uygulanması yasaklanmıştı. 1960’ların başında, Nusret Fişek’in köylerde, Zekai T. Burak’ın Ankara Doğumevi’nde yürüttükleri çalışmalar, ana sağlığını ve doğum kontrolünü gündeme getirdi. Kamuoyundaki yoğun tartışmalar sonucunda, gebeliği isteyerek sona erdirme (kürtaj, vakumla emme, vb) ve kısırlaştırma dışındaki doğum kontrol yöntemleri 1965’te yasalarca serbest bırakıldı, aynı yıl, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’ na bağlı Nüfus Planlaması Genel Müdürlüğü kuruldu. Bu kuruluş 1983 yılında, dana önce kurulan Ana ve Çocuk Sağlığı Müdürlüğü ile birleştirilerek Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü’ne dönüştürülmüştür. 1965’ten bu yana, başta dölyatağı içi araçların uygulanması, hap ve prezervatif dağıtılması gibi çeşitli doğum kontrol çalışmaları resmî ve özel kurumlarca yürütülmektedir.
1970’lerde yalnızca resmî sağlık kurumlarında yılda 40-50 bin kadına dölyatağı içi araç uygulanmış, 1981’de bu sayı 100 bini aşmıştır. Türkiye’ de herhangi bir doğum kontrol yöntemi uygulayan ailelerin oranı 1963’te yüzde 22 iken, 1968’de yüzde 32’ye, 1973’te yüzde 38’e yükselmiştir. 1983’te gönüllü kısırlaştırma ve gebeliği isteyerek sonlandırmanm da yasallaşmasıyla, doğum kontrol yöntemlerinde daha geniş bir uygulamaya geçilmiştir.
Doğum oranı, belirli bir nüfus içindeki doğumların sıklığı. Genellikle bin kişiye düşen yıllık doğum sayısı olarak hesaplanır. 1985 ve 1986’da, dünyadaki doğum oranının binde 29 olduğu tahmin edilmekteydi. Bu oran gelişmiş sanayi ülkelerinde ortalama binde 15, öbür ülkelerde ortalama binde 31’di. Doğum oranının en yüksek olduğu kıta Afrika (binde 45), en düşük olduğu kıta ise Avrupa’dır. Türkiye’de 1985-90 arasında ortalama doğum oranı binde 29,2’ydi. Daha önceki yıllara ait doğum oranları, veri yetersizliği nedeniyle tahminden öteye gideme- mektedir. Gene de, 1930’lu yıllarda bu oranın binde 45 dolayında olduğunu söylenebilir. Ayrıca bak. doğurganlık ve üreyebilirlik; yaşam istatistikleri.
doğumsal bozukluk bak. doğuştan bozukluk
Doğurganlık ve üreyebilirlik, demografide, doğumların gerçekleşme sıklığı (doğurganlık) ve biyolojik üreme kapasitesi (üreyebilirlik). Her iki terim de bireyler, eşler ya da toplumsal bir grup için kullanılabilir. Bireylerde üreyebilirliği belirleyen başlıca biyolojik etkenler kalıtım, genel sağlık durumu, yaş, yumurtlama çevrimi, süt salgısı, gebelikler arasındaki süre, düşükler ve ölü doğumlardır. Eşlerin üreyebilirliğini bireysel özelliklerin bileşimi belirler. Nüfus gruplarında yaklaşık üreyebilirlik oranını belirleyebilmek için, kısırlığın ya da gebe kalabilme kapasitesindeki düşüklüğün görülme sıklığı ve doğum kontrolü uygulamadığı varsayılan nüfus içindeki doğurganlık oranı göz önüne alınır.
Bugün bütün toplumlarda üreme oranı, varabileceği en üst düzeyin altındadır. Doğurganlığı etkileyen toplumsal etkenler arasında gebelikten korunma, cinsel ilişkiden kaçınma ve çocuk düşürme gibi doğum kontrolü yöntemlerinin yanı sıra, evlenme, boşanma, yeniden evlenme olaylarının görülme sıklığı ile cinsel ilişkiye getirilen kısıtlamalar sayılabilir. Gelişmiş bazı sanayi ülkelerinde toplam doğurganlık oranı son derece düşüktür (bütün üretken dönemi boyunca kadın başına doğum sayısı 1,9). Bu oran Almanya’da 1,3, ÇHC’de 2,1, gelişmekte olan ülkelerde ortalama 4,2’dir. Türkiye’de 1978’de 4,33 olarak saptanan doğurganlık oranı 1985-95arasında 3,7’ye düşmüştür.
Kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen perlina; 14 Ağustos 2017 14:17