Varoluşçu Sanat
Varoluşçuluk (bak. Varoluşçuluk), Kıta Avrupası’nda savaş-sonrası çağın en çok tutulan felsefesiydi. İnsan, kendisini destekleyip rehberlik edecek ve önceden var olan bir ahlaki ya da dinsel sisteme sahip olmasızın, tek başınaydı dünyada. Bir yandan mecburen varoluşun yalnızlığı, faydasızlığı ve saçmalığının farkına varırken, öbür yandan kendini tanımlama, kendini her eylemle yeniden yaratma özgürlüğünü tadıyordu. Savaştan hemen sonraki yılların ruh haline böylesi temalar çok iyi denk düşüyordu ve 1950’lerin sanatsal ve edebi gelişmelerini (St. Gremain-des-Pres’in moda olan gençlik kültürü, Beat Kuşağı’nın karşı kültürü ve İngiltere'nin “Kızgın Delikanlılar”ı) derinden etkilemekteydi.
2. Dünya Savaşı'nın direniş hareketi Rezistans'ın kahramanları olan Fransız yazarlar Jean-Paul Sartre (1905-1980) ile Albert Camus (1913-1960) savaş sonrası dönemin entelektüel kahramanlarının ikisiydi. Sartre, varoluşçu felsefesini ilk olarak 1943’te Paris’te işgal altında yayınlanan Varlık ve Hiçlik kitabında ortaya koyarken, onun savaştan sonraki yıllarda, “varoluşsal taarruz” denen çalışmalarda Fransız yazar Simone de Beauvoir (1908-1986) izleyecekti. Camus, Sartre, De Beauvoir ve Jean Genet’in (1910-1986) kitapları, oyunları ve makaleleri sel gibi yağıyor, savaşın hüsranını yaşamış insanlara ilaç gibi geliyordu. De Beauvoir’in 1965’te belirttiği gibi, varoluşçuluk insanları “insani vakarlarını hala korurken dehşeti ve saçmalığı karşılayacak, belli bir mutlak davadan vazgeçmelerine gerek olmadan geçiş dönemindeki koşullarını kabul ettirmeye yatkın” görünmekteydi. Voroluşçuluk, sanatlara, özellikle edebiyat ve görsel sanata rengini çabuk katan bir felsefeydi. Dönemin yazarları -Andre Malraux (1901-1976), Maurice Merleau-Ponty (1908-1961), Francis Ponge (1899-1988), Samuel Beckett (1906-1989) ve diğerleri- ile sanatçıları arasında çok yakın bağlar söz konusuydu. Varoluşçuluğun dili (sahicilik, kaygı, yabancılaşma, saçmalık, tiksinme, dönüşüm, başkalaşım, endişe, özgürlük) sanat eleştirisinin de dili haline gelirken, yazarlar bu sözcükleri çalışmalarının yüz yüze olduğu deneyime aktarıyorlardı. Sartre ve diğerlerine göre, durmadan yeni ifade biçimleri arayan biri gözüyle bakılan sanatçı, insanın varoluşsal perişanlığını da sürekli olarak kayda geçirmekteydi.
Sanat eserlerine varoluşsal havası katan şey üslup değil, ruh hali ve düşüncedir. Soyut Ekspresyonistlerin, İnformel ve CoBrA sanatçılarının, Fransız Homme-Temoin (tanık olarak insan) grubunun, İngiliz Kitchen Sink Okulu’nun ve Amerikan Beatlerinin hepsi, varoluşsal, soyut ve figüratif çizgide sayılmaktadır. Kolayca bir gruba yerleştirilemeyecek pek çok sanatçı için de aynısı söylenebilir:
Onun katmanlı ve çentikli yüzeyleriyle malzemelerle oynaması, kesilmiş, budanmış uzuvlarıyla bozulmuş tenin görüntüsünü öne çıkarmaktaydı. Şiddetin böyle açıkça gösterildiği resimlerine rağmen Fautrier, insan figürünü tamamen silmeye de yanaşmıyordu. Figurasyonla soyutlamayı harmanlayan resimleri, hem kurbanların insan olan kökenini hem de toplu mezarlarda bulunan isimsiz kurbanların soyut niteliğini yansıtmaktaydı; ayrıca, başlarına gelen vahşetleri kayda geçirmenin yanı sıra kurbanların anısını yad etmeye yönelik takıntılı bir istek söz konusuydu. Hostages çalışmaları 1945’te Paris’te Galerie Rene Drouin”de ilk defa sergilendiğinde oldukça gürültü koparmıştı. Resimler sıkı raflara asılmıştı ve toplu katliamları simgeliyordu: pek çoğu da onlara şaşırtıcı bir erotik cazibe katan tozyu pastel boyayla renklendirilmişti. Sergi katalogunu kaleme alan Malraux, bu seriyi “çağın acılarını, hem de trajik kırıntılarına kadar parçalayıp göstermeye ve onları sonsuzluk dünyasına katmaya yöneliklik girişi” olarak değerlendirmişti.
Fautrier gibi Richier de “sahiciliği”nden (varoluşsal düşüncenin anahtar kavramlarından biriydi bu) dolayı övülmekteydi ve heykelleri, savaşın dehşetini ya da insanın onu aşma gücünü yansıtan içerikleriyle ya ümitvar ya da karamsar bulunuyordu. Richier’in figürlerinin hatları silinebilir ya da yok sayılabilirdi, fakat hepsi hayatta kalmışlığın örnekleriydi, hayata dair belli bir vakar ve anlam taşıyorlardı.
Varoluşsal acı Richier’in eserlerinde belirginken, Ekspresyonizme bağlamında, Richier’in sanatsal dilinin şiddetinde ve Sürrealizmde, sanatçının eserlerinin ustalığında da görülebilmekteydi; kaldı ki, savaş sonrası dönemin ruh haline en uygun düşen de bütün bu özelliklerin bir araya toplanmasıydı.
Genet, Sartre ve Ponge gibi yazarların pek çoğunun gözünde, varoluşsal sanatçının arketipi, eski bir sürrealist olan Giacometti’ydi. Onun geniş açık mekânlarda kaybolmuş kırılgan figürleri ve aynı konuyu takıntılı biçimde defalarca işlemesi insanın yalnızlığı ve mücadelesinin, sürekli olarak baştan başlama ve başa dönme gerekliliğinin ifadesiydi. 1958’de Genet şöyle yazıyordu:
Varoluşsal sefalet –ve varoluşçu sanatçı miti-, St.Germain-des-pres’in kafeleri, bodrum katları ve caz barlarındaki bilinçli gençlik tarafından benimsenince 1950’lerde moda halini almıştı. İçlerinde Bernard Buffet (1928-1999), Bernard Lorjou (1908-1986) ve Paul Rebeyrolle’nin (1926 doğumlu) bulunduğu Homme-Temoin grubunun sefaleti vurgulayan tarzı özellikle revaçtaydı.
Eleştirmen Jean Bouret’nin yazdığı 1948 manifestoları şöyleydi:
1950’lerin sonlarında varoluşçuluk artık yaygın bir fenomendi. 1959’da birçok Avrupalı “varoluşçu” sanatçı New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde Peter Selz’in küratörlüğünü üstlendiği bir sergide, soyut ekspresyonist Willem de Kooning gibi Amerikalı muadilleriyle bir araya gelmişlerdi. Serginin başlığı olan “İnsanın Yeni İmgeleri”, görsel sanatı yorumlamanın entelektüel çerçevesi olarak varoluşçuluğun popülaritesini göstermekteydi. Ama 1960’lara gelindiğinde yabancılaşmak ve bireycileşme dejenere olarak egosantrizme dönmüş durumdaydı; sanatı başkalarıyla ve kendi ortamlarıyla paylaşarak yaşamanın yollarını arayan yeni bir kuşak varoluşçu dünya görüşüne meydan okumaktaydı artık.
Sponsorlu Bağlantılar
2. Dünya Savaşı'nın direniş hareketi Rezistans'ın kahramanları olan Fransız yazarlar Jean-Paul Sartre (1905-1980) ile Albert Camus (1913-1960) savaş sonrası dönemin entelektüel kahramanlarının ikisiydi. Sartre, varoluşçu felsefesini ilk olarak 1943’te Paris’te işgal altında yayınlanan Varlık ve Hiçlik kitabında ortaya koyarken, onun savaştan sonraki yıllarda, “varoluşsal taarruz” denen çalışmalarda Fransız yazar Simone de Beauvoir (1908-1986) izleyecekti. Camus, Sartre, De Beauvoir ve Jean Genet’in (1910-1986) kitapları, oyunları ve makaleleri sel gibi yağıyor, savaşın hüsranını yaşamış insanlara ilaç gibi geliyordu. De Beauvoir’in 1965’te belirttiği gibi, varoluşçuluk insanları “insani vakarlarını hala korurken dehşeti ve saçmalığı karşılayacak, belli bir mutlak davadan vazgeçmelerine gerek olmadan geçiş dönemindeki koşullarını kabul ettirmeye yatkın” görünmekteydi. Voroluşçuluk, sanatlara, özellikle edebiyat ve görsel sanata rengini çabuk katan bir felsefeydi. Dönemin yazarları -Andre Malraux (1901-1976), Maurice Merleau-Ponty (1908-1961), Francis Ponge (1899-1988), Samuel Beckett (1906-1989) ve diğerleri- ile sanatçıları arasında çok yakın bağlar söz konusuydu. Varoluşçuluğun dili (sahicilik, kaygı, yabancılaşma, saçmalık, tiksinme, dönüşüm, başkalaşım, endişe, özgürlük) sanat eleştirisinin de dili haline gelirken, yazarlar bu sözcükleri çalışmalarının yüz yüze olduğu deneyime aktarıyorlardı. Sartre ve diğerlerine göre, durmadan yeni ifade biçimleri arayan biri gözüyle bakılan sanatçı, insanın varoluşsal perişanlığını da sürekli olarak kayda geçirmekteydi.
Sanat eserlerine varoluşsal havası katan şey üslup değil, ruh hali ve düşüncedir. Soyut Ekspresyonistlerin, İnformel ve CoBrA sanatçılarının, Fransız Homme-Temoin (tanık olarak insan) grubunun, İngiliz Kitchen Sink Okulu’nun ve Amerikan Beatlerinin hepsi, varoluşsal, soyut ve figüratif çizgide sayılmaktadır. Kolayca bir gruba yerleştirilemeyecek pek çok sanatçı için de aynısı söylenebilir:
- Fransız Jean Fautrier (1898-1964)
- Germaine Richier (1904-1959)
- Francis Gruber (1912-1948)
- İsviçreli Alberto Giacometti (1901-1966)
- Hollandalı Bram Van Velde (1895-1981)
- İngiliz Francis Bacon (1909-1992
- Lucien Freud (1922 doğumlu)
Onun katmanlı ve çentikli yüzeyleriyle malzemelerle oynaması, kesilmiş, budanmış uzuvlarıyla bozulmuş tenin görüntüsünü öne çıkarmaktaydı. Şiddetin böyle açıkça gösterildiği resimlerine rağmen Fautrier, insan figürünü tamamen silmeye de yanaşmıyordu. Figurasyonla soyutlamayı harmanlayan resimleri, hem kurbanların insan olan kökenini hem de toplu mezarlarda bulunan isimsiz kurbanların soyut niteliğini yansıtmaktaydı; ayrıca, başlarına gelen vahşetleri kayda geçirmenin yanı sıra kurbanların anısını yad etmeye yönelik takıntılı bir istek söz konusuydu. Hostages çalışmaları 1945’te Paris’te Galerie Rene Drouin”de ilk defa sergilendiğinde oldukça gürültü koparmıştı. Resimler sıkı raflara asılmıştı ve toplu katliamları simgeliyordu: pek çoğu da onlara şaşırtıcı bir erotik cazibe katan tozyu pastel boyayla renklendirilmişti. Sergi katalogunu kaleme alan Malraux, bu seriyi “çağın acılarını, hem de trajik kırıntılarına kadar parçalayıp göstermeye ve onları sonsuzluk dünyasına katmaya yöneliklik girişi” olarak değerlendirmişti.
Fautrier gibi Richier de “sahiciliği”nden (varoluşsal düşüncenin anahtar kavramlarından biriydi bu) dolayı övülmekteydi ve heykelleri, savaşın dehşetini ya da insanın onu aşma gücünü yansıtan içerikleriyle ya ümitvar ya da karamsar bulunuyordu. Richier’in figürlerinin hatları silinebilir ya da yok sayılabilirdi, fakat hepsi hayatta kalmışlığın örnekleriydi, hayata dair belli bir vakar ve anlam taşıyorlardı.
Genet, Sartre ve Ponge gibi yazarların pek çoğunun gözünde, varoluşsal sanatçının arketipi, eski bir sürrealist olan Giacometti’ydi. Onun geniş açık mekânlarda kaybolmuş kırılgan figürleri ve aynı konuyu takıntılı biçimde defalarca işlemesi insanın yalnızlığı ve mücadelesinin, sürekli olarak baştan başlama ve başa dönme gerekliliğinin ifadesiydi. 1958’de Genet şöyle yazıyordu:
“Güzelliğin, her insanın kendi içinde taşıdığı o belli yaradan başkaca bir kökeni yoktur… Giacometti’nin sanatı bence her varlıktaki, hatta her şeydeki bu gizli yarayı açığa çıkarmayı, böylece ona ışık tutulmasını sağlamayı hedefliyor.”Giacometti hakkında Sartre da yazmıştı. Nitekim, Giacometti’nin 1948’de New York’ta Pierre Matisse Gallery’de açtığı ilk savaş sonrası sergisi için kaleme aldığı “Mutlak Arayışı” başlıklı katalog metniyle, varoluşçu fikirlerin ABD’ye ve İngiltere’ye yayılmasına katkıda bulunmuştu.
Varoluşsal sefalet –ve varoluşçu sanatçı miti-, St.Germain-des-pres’in kafeleri, bodrum katları ve caz barlarındaki bilinçli gençlik tarafından benimsenince 1950’lerde moda halini almıştı. İçlerinde Bernard Buffet (1928-1999), Bernard Lorjou (1908-1986) ve Paul Rebeyrolle’nin (1926 doğumlu) bulunduğu Homme-Temoin grubunun sefaleti vurgulayan tarzı özellikle revaçtaydı.
Eleştirmen Jean Bouret’nin yazdığı 1948 manifestoları şöyleydi:
“Resim, tanıklık etmek için vardır ve hiçbir insan buna yabancı kalamaz”.Benimsenen üslup ise dramatik gerçekçilikti. Buffet’nin savaş sonrasının darlığı ve kederli günlerinde işlediği stilize doğrusal figürleri, kendisini bir gecede üne kavuşturmuş ve 1950’lerin en başarılı ressamları arasına sokmuştu. Varoluşçu fikirler 1950’lerde, esas olarak Sartre’ın Giacometti üstüne denemesinin okunmasıyla İngiltere’deki sanat eleştirisinin dili haline de gelmişti; İngiliz eleştirmen David Slyvester ve onun ilk önce Paris’te, daha sonra Londra’da yakınlaştığı, Bacon, Reg Butler ( 1913-1981), Eduardo Paolozzi (1924 doğumlu) ve William Turnbull (1922 doğumlu) gibi İngiliz sanatçılar çevresi bu deneyimi önemli bulmuşlardı. Bacon’ın resimlerinin teatralliği, şiddeti ve klostrofobik atmosferinden dolayı pek çok kişi onun en acılı varoluşçu sanatçı olduğunu iddia etmiştir. Benzer biçimde eleştirmen Herbert Read de, 1940’lara ilişkin hiper-gerçekçi portrelerinin kasvetli atmosferine bakarak Lucian Freud’un “Varoluşçuluğun Ingres”i olduğunu söyleyecekti.
1950’lerin sonlarında varoluşçuluk artık yaygın bir fenomendi. 1959’da birçok Avrupalı “varoluşçu” sanatçı New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde Peter Selz’in küratörlüğünü üstlendiği bir sergide, soyut ekspresyonist Willem de Kooning gibi Amerikalı muadilleriyle bir araya gelmişlerdi. Serginin başlığı olan “İnsanın Yeni İmgeleri”, görsel sanatı yorumlamanın entelektüel çerçevesi olarak varoluşçuluğun popülaritesini göstermekteydi. Ama 1960’lara gelindiğinde yabancılaşmak ve bireycileşme dejenere olarak egosantrizme dönmüş durumdaydı; sanatı başkalarıyla ve kendi ortamlarıyla paylaşarak yaşamanın yollarını arayan yeni bir kuşak varoluşçu dünya görüşüne meydan okumaktaydı artık.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!