Tâhâ 20/114
İlim, kısaca bilmek demektir. “Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanaat; bir şeyi olduğu gibi idrak etmek” diye de târif edilmiştir. Zıddı ise cehâlettir.
İslâm dini ilme ve ilim tahsiline, böylece zihin ve kalp âlemini tenvîre büyük ehemmiyet verir. Cehâleti ve karanlıkları ortadan kaldırmayı hedefler. Allâh Teâlâ ilk vahyettiği âyetlerde, Resûlü'ne ve onun şahsında bütün insanlara okumayı ve öğrenmeyi şöyle emretmektedir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alaktan (rahim duvarına tutunmuş asılı bir hücreden) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri O öğretti.” (el-Alak 96/1-5)
“Oku!” emrinin, ilk olarak inen âyetlerin içinde iki kez tekrar edilmesi, İslâm'ın ilme, ilim öğrenmeye ve öğretmeye verdiği ehemmiyeti gösterir. Bu âyetlerde ilmi öğretenin esasen ALLAH (c.c.) Teâlâ olduğu bildirilerek insana: “Rabbinin adını zikret, indirdiği âyetleri O'nun adına ve rızasına uygun olarak oku, engin mânalarını anla, kendini oku, kâinâtı oku ve ma'rifet-i ilâhîye ererek ihsan derecesinde bir kulluk hayatı yaşa!” telkininde bulunulmaktadır.
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz'i ilminin artması için duâya teşvik ederek:
“De ki: Ey Rabbim! İlmimi artır!” (Tâhâ 20/114) buyurmuştur. Bu mânada Peygamber Efendimiz; “ALLAH (c.c.)'a yaklaştıracak bir ilim öğrenmeksizin geçen günde, benim için hayır yoktur.” (Ali el-Müttaki, X, 136) sözüyle bu emre icabet ettiğini göstermiştir. Çünkü ilim bitip tükenmeyen bir hazine olup yalnızca sahibine değil diğer insanlara ve hatta bütün canlılara da fayda verir. Zira hak ile bâtılı ayırmanın en önemli vasıtası ilimdir. İlmin artması insana yük değil, aksine onu yücelten bir fazilettir. Bu mânada insanın ilmi arttıkça tevâzuu da artar; lüzumsuz düşünce, havatır ve vesveselerden kurtulur; gerçeği anlar ve elinden geldiğince iyi bir insan olmaya gayret gösterir. ALLAH (c.c.) Teâlâ, ilim ile meşgul olan ve öğrendiklerinin gereğini yerine getiren âlimleri üstün derecelere ve makamlara kavuşturacağı husûsunda:
“ALLAH (c.c.) içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” buyurmaktadır. (el-Mücâdele 58/11)
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hadis-i şeriflerinde âlimleri şöyle medhetmektedir:
“ALLAH (c.c.), hakkında hayır murâd ettiği kimseyi dinde ince anlayış sâhibi kılar.” (Buhârî , İlim, 10; Müslim, İmâre, 175)
“Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece ALLAH (c.c.)'ı zikretmek ve O'na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen talebe bundan müstesnadır.” (Tirmizî, Zühd, 14)
İnsanın öğrendiği ilmi başkalarına öğretmesi en büyük infak ve hayırlardan biridir. Meselâ talebe yetiştirmek, kitap yazmak ve yayımlamak, günümüzün modern imkânlarından faydalanarak ilmini kendisinden sonraki nesillere intikal ettirmek, hadis-i şerifte belirtildiği üzere kişinin amel defterinin kapanmamasına ve sevabının devamlı olmasına vesile olacak sâlih ameller zümresindendir. (Müslim, Vasiyyet, 14)
Safvan bin Assâl -radıyallâhu anh- bir gün mescidde bulunan Peygamber Efendimiz'in yanına gider ve:
– Yâ Resûlallâh, ilim öğrenmek için geldim, der.
Efendimiz:
“ – İlim öğrenmek isteyene merhaba! Melekler ilme olan sevgilerinden ötürü kanatlarıyla ilim tâlibinin çevresinde birinci kat semâya kadar halka oluştururlar.” buyurur. (Heysemî, I, 131)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bizleri daha samimi bir şekilde ilme talip olmaya teşvik için şöyle buyurmaktadır:
“Kim ilim tahsiline yönelirse, ALLAH (c.c.) o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. Melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile âlim için ALLAH (c.c.)'tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüş miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19)
Kur'an-ı Kerim ilmin, insana müspet vasıflar kazandıran, onu ALLAH (c.c.)'a karşı daha şuurlu hâle getiren bir keyfiyete sâhip olduğunu haber vermektedir. “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (ez-Zümer 39/9) âyet-i kerimesini siyâk ve sibâk (öncesi ve sonrası) itibariyle tetkik ettiğimizde, bu hakîkat bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır.
Bu âyetin yer aldığı Zümer suresinin başında “Dini ancak ALLAH (c.c.)'a hâlis kılarak, O'na kullukta bulunmak”tan bahsedilir. Daha sonra göklerin ve yerin yaratılışı, gece ile gündüzün peşpeşe gelişi, güneş ve ayın belli bir yörüngede akıp gitmeleri, insanın yaratılışı gibi ALLAH (c.c.)'ın varlığını gösteren ve üzerinde tefekkür edildikçe insanı marifetullaha eriştiren kevnî âyetlere yer verilir. Ardından marifetullah ve ALLAH (c.c.)'a kulluk hususunda insanların durumu beyan edilmekte ve “âlim” ile “câhil”in vasıfları sayılmaktadır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“İnsana bir zarar dokunduğunda, samîmî bir şekilde Rabbine yönelerek duâ eder. Sonra ALLAH (c.c.), katından ona bir nimet verdiğinde, daha önce Rabbine duâ etmekte olduğunu unutur da, (insanları) O'nun yolundan saptırmak için ALLAH (c.c.)'a ortaklar koşar. De ki: Küfrünle biraz eğlenedur. Çünkü sen cehennem ehlindensin!
Gece saatlerinde secde ederek ve ayakta durarak ibâdet eden, âhiret azabından sakınan ve Rabbinin rahmetini arzulayan kimse hiç (az önce zikri geçen kimse) gibi olur mu?
De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak selim akıl sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer 39/8-9)
Bu âyet-i kerimelerde:
1) Küfür ve nankörlük,
2) Sâdece başı dara düştüğü zaman ALLAH (c.c.)'a yalvarmak,
3) Rahata erdiği zaman kulluk ve yakarışı terketmek,
4) İnsanları ALLAH (c.c.) yolundan saptırmak için O'na ortaklar koşmak gibi menfî durumlar, cehâletin ve bilgiden nasipsizliğin tezâhürleri olarak bildirilmiştir.
Diğer taraftan:
1) Geceleri secde ve kıyâm hâlinde samîmi olarak kulluğa devam etmek,
2) ALLAH (c.c.) Teâlâ'nın âhiretteki hesap ve azabından korkup O'ndan sakınmak,
3) Rahmeti sonsuz olan Rabbinin merhametini ümit etmek gibi güzel hasletler de hakiki ilmin tezâhürleri olarak takdim edilmiştir. Bu vasıflara sahip olanlar okuma yazma bilmeseler de âlimdirler, zira insanın kurtuluşu ilimle amel etmeye bağlıdır.1
Birbirine zıt iki karaktere sahip bu insanlar mukayese edildikten sonra birinci gruptakiler “bilmeyenler”, ikinci gruptakiler ise “bilenler” olarak tavsif edilir. Daha sonra da bunların birbirine müsâvî olmadığı ilân edilir. “Bilenler” sınıfına dâhil olabilmenin yolları ise devam eden âyette (ez-Zümer 39/10) şöyle dile getirilir:
1) Dâima ALLAH (c.c.)'ın murakabesinde takvâ üzere bir hayat yaşamak,
2) İhsân sâhibi olmak,
3) Dini muhafaza için gerekirse hicret etmek,
4) Dinin yaşanması ve tebliği hususunda karşılaşılan meşakkatlere sabretmek.
Bütün bu âyetlerden anlaşıldığı üzere gerçek ilim, marifettir; hakikati kavramaktır. Bu ilim, insanın basiret ve firasetini açarak kâinatta var olan değişmez gerçeklerle irtibat kurmasını sağlar. Başka bir ifadeyle eserden müessire götürür. Bir ilim dalı kişiyi Hâkim-i Mutlak olan ALLAH (c.c.)'a götürüyorsa hakikî ilim sayılır. Aksi takdirde, zihni dolduran fakat kâinatın hakîkatlerine ulaştırmayan, kopuk ve mücerred bilgiler, Kur'an'ın tarifine göre ilim değildir.2
Kâinattaki fizikî kanunlarla ve müspet ilimlerle meşguliyet de böyledir. Bunlar insanı marifet-i ilahiyeye ulaştırmak için birer vasıta olmalıdır. Aksi takdirde bunlar da perde olmaktan öteye geçemezler. Bunun yanında ALLAH (c.c.)'ın emirlerini göz ardı ederek dünyevî rahat ve zevkleri için çalışıp “Benim yaptığım ALLAH (c.c.)'ın emridir.” diyenler, ilim öğreniyoruz diye meşru ve müsait olmayan ortamlarda okuyanlar, üstelik işledikleri fücur ve isyana âyet ve hadisleri de delil gösterenler, sonunda hatalarını anlayacaklardır.
Zâhiren kişinin bilgisi artıyor fakat manevî hallerinde bir terakki görülmüyorsa; burada tehlikeli bir durum var demektir. Hâlbuki insanın ilmi arttıkça, ALLAH (c.c.) Teâlâ'ya olan takvası, saygısı ve haşyeti de artmalıdır. Hakiki âlimler, Cenâb-ı Hakk'ı nasıl bilip tanımak gerekirse öylece bilirler. Gönüllerinde ALLAH (c.c.)'a sonsuz ta'zîm ve muhabbet hisleri taşırlar. Âyet-i kerimede:
“ALLAH (c.c.)'tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkar.” buyrulmaktadır. (el-Fâtır 35/28)
Peygamber Efendimiz de:
“Sizin ALLAH (c.c.)'tan en çok korkanınız ve en fazla takvâ sahibi olanınız benim . ” buyurmaktadır. (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm, 74)
Bütün bunlarla birlikte insanoğlunun ilmi ALLAH (c.c.)'ın ilmi yanında pek azdır. Nitekim Cenâb-ı Hak:
“Size ancak az bir ilim verilmiştir...” buyurmaktadır. (el-İsrâ 17/85) Ancak, verilen bu az ilimle amel edilip takvâya vâsıl olunabilirse, Allâh'ın lütuf ve ihsânıyla kul, ârif hâle gelir. Böylece mârifetten, yâni Allâh'ı hakkıyla ta****nıyabilmekten hisse almaya başlar ve ona esrâr-ı ilâhî açılır. Âyet-i kerîmede:
“Allâh'tan ittikâ edin ki Allâh size (ihtiyâcınız olan şeyleri) öğretsin.” (el-Bakara 2/282) buyrulur.3 Ha****dîs-i şe****rîf****te de bu mânayı teyiden:
“Öğ****ren****dik****le****riy****le amel ede****ne Al****lâh Te****âlâ bil****me****dik****le****ri****ni öğ****re****tir.” bu****y****rul****muş****tur. (Ebû Nu****aym, X, 15)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, faydalı ilmi teşvik ederken faydasız ilimden de ALLAH (c.c.)'a sığınmış ve ashabını bundan sakındırmıştır. Onları ilim ve hâl bakımından en faydalı olana yönlendirmiştir. Peygamber Efendimiz bir muallim olarak ashabına lüzumlu bilgileri öğretmesinin yanında onun terbiye ve tezkiye gibi mühim bir vazifesi daha vardır.