atatürk ve kültür ve eğitim için yaptıkları
Atatürk’ün sosyal inkılâpları üzerinde incelemeler yaparken, bu inkılâpların dayanak noktalarını oluşturan kültür ve eğitim anlayışını da belirtmek gerekir. Bu konuya girerken herşeyden önce Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel kültür ve eğitim anlayışına eğilmekte yarar görüyoruz. Bu bakımdan kısa bir özetleme yapacağız.
Osmanlılar Devrinde Kültür İkileşmesi
Tanzimat dönemine kadar Osmanlı düzeni, büyük ölçüde İslâm etkisi altında bulunuyordu. Osmanlılarda İslâmın dünya görüşü egemendi.
Tanzimat döneminin başlamasından sonra, Osmanlı düzeni üzerinde İslâm baskısının hafiflediği görülmektedir. Fakat bu hafifleme Osmanlı toplumunda Batının etkisiyle kültür ikileşmesini meydana getirmiştir. Osmanlıların toplum yaşamında beliren bu kültür ikileşmesi eğitim alanına da yansımış ve medrese ile mektep ikiliği biçiminde yerleşmişti. Medreseler İslâm dininin kesin egemenliği altında kalmışlardı. Bunlarda özgür düşünceye yer yoktu. Bağnaz bir görünümleri vardı. Bunlarda temel esas, İslâmın inanç ve ibadetleri ile şeriat esaslarını öğretmekti. Batıdan taklit suretiyle aktarılan Tanzimat mekteplerinde ise, ancak dar bir alanda özgür düşüncenin varlığı kabul olunabilir.
Kültür ikileşmesi, Osmanlı hukuk düzenine de yansıyordu, bir yanda, İslâm hukuku dediğimiz şeriat kuralları ve kurumları yürümektedir. Bir yanda da Batıdan taklit yoluyla aktarılan kurallar ve kurumlar işlemektedir. Bu kültür ikileşmesinin meydana gelişinde, İslamcıların ileri sürdükleri “maddî medeniyet” ve “manevî medeniyet” ayrımı etki yapmıştır. İslamcılar, bilimle teknolojinin “maddî medeniyet” olduğunu ve müslüman toplumlara aktarılabileceğini, fakat “manevî medeniyet”in, yani hukuk, ahlâk, ekonomi ve yaşam biçimlerinin, reddedilmesi gerektiğini iddia ediyorlardı. İslamcıların bu ağır baskısı karşısında Tanzimatçılar bir yandan ülkede yerleşip çağdaş olmayan kural ve kurumların da korunmasını ödün olarak kabul etmişler, bir yandan da, çağdaş kural ve kurumların görev yapmalarına yol açmışlardır.
İslamcıların “maddî medeniyet” ve “manevî medeniyet” diye yaptıkları ayrım, ikinci Meşrutiyetten sonra, Gökalp’in dilinde “hars” ve “medeniyet” ayrımına dönüşmüştür. Gökalp’e göre, “hars” yani kültür, ulusaldır ve bu bakımdan değişmez bir niteliği vardır. Halbuki medeniyet, bilim ve teknolojiyi içerdiğinden uluslararası bir karakter gösterir. Gökalp, kültürün ulusal olması dolayısıyla değişmesine karşıdır. Sadece başka ülkelerden medeniyet yani bilim ve teknoloji alınmakla yetinilmelidir. Ona göre ulusal niteliği olan kültür öğelerinden birisini başka bir toplumun kültürüne aşılamak olumlu bir sonuç vermez.
Atatürk’ün Kültür Anlayışı
Atatürk, Gökalp’ın “hars” ve medeniyet ayrımına karşıdır. Böyle bir ayrımın, toplumumuzun çağdaşlaşmasını durduracağını kabul etmektedir. Atatürk için kültür ve medeniyet ayrılığı yoktur; kültür ve medeniyet birdir. O, bu konuda şunları söyler : “Medenitin ne olduğunu hep başka başka tarif edenler vardır. Bence medeniyeti hars’tan ayırmak güçtür ve gereksizdir. Bu görüşümü açıklamak için hars ne demektir, tanımlayalım. Hars, insan toplumunun devlet hayatında, düşünce hayatında ve ekonomik hayatta yapabileceği şeylerin toplu sonucudur. Bir milletin medeniyeti dendiği zamanda, hars namı altında saydığım, insan toplumunun devlet, düşünce ve ekonomik olarak üç nevi faaliyetinden başka bir şey düşünülemez”.1
Bu konuşmadan da anlaşılacağı üzere, Atatürk’ün medeniyeti de içeren bir kültür anlayışı vardı. Şayet Atatürk, Gökalp’in hars ve medeniyet anlayışını reddetmemiş olsaydı, Gökalp’in ulusal saydığı alanlarda çağdaşlaşmayı gerçekleştiremezdi. Bu duruma göre, hukuk alanında çağdaş ülkelerden aktarma yapılamazdı. Zira, Gökalp’e göre, hukuk düzeni “hars”ın bir öğesi sayılırdı. Bu bakımdan ulusaldı ve bu alanda bir inkılâp yapılacak olursa, bu inkılâp toplum için yıkıcı olacaktı.
Atatürk döneminden önce yapılan reformlar, medeniyet ve kültür ayrımının etkisi altında kalarak, sadece teknolojinin taklit edilmesiyle sonuçlanıyordu. Teknolojinin dışında “hars” denilen şeyler aktarılamadığı için, taklitçilikten ileri gidilemiyordu. Oysa, çağdaş uygarlığın temel kaynağı, bu teknolojiyi doğuran dünya görüşü, yaşam biçimi ve zihniyetidir. Bunun için de çağdaş yaşayış biçimi benimsenmeden, çağdaş dünya görüşüne sahip olunmadan, toplumun değişmesi ve gelişmesi olanaksızdı.
Atatürk her türlü taklit hareketlerine karşıdır. Çağdaşlaşabilmek için yaratıcı olmak gereklidir. Bu da ancak teknolojiyi meydana getiren zihniyet ve yaşam biçimini elde etmekle gerçekleşir.
Atatürk’ün nitelik bakımından medeniyeti kültürden farklı görmemesi ve medeniyeti kültürün özel bir durumu olarak açıklaması, bugün Kültürel Antropolojinin de tartışmasız kabul ettiği bir prensiptir. Atatürk’ün ölümünden sonra çok gelişen Kültürel Antropoloji, Atatürk’ün sağlığında vurguladığı esasları bugün bilimsel bir sonuç olarak kabul etmektedir.
Atatürk, geleneksel kültürden çağdaş kültüre, inkılâpçı atılımlarla geçilebileceği görüşündeydi. Geleneksel kültür unsurlarının yerini, yenilerinin alacağını kabul ediyordu, örneğin, devletin geleneksel yönetim biçimi olan saltanat ve hilafet yerine, cumhuriyet geçmiştir, ikili kültür ve ikili eğitim yerine de, bir tek eğitim yani millî eğitim egemen olmuştur. Böylece, geleneksel kültürün eskimiş unsurları koparılarak yeni unsurlar getirilmiştir. Atatürk’ün bu görüşleri ölümünden sonra çok gelişen Kültürel Antropoloji tarafından bilimsel bir gerçek olarak kabul edilmiştir.
Atatürk, geleneksel Osmanlı kültürüne egemen olan şeriat düzeni yerine yeni unsurların geçebilmesi amacıyla lâiklik sistemini aktarmıştır. Nitekim bugün Türk toplumu, eskisi gibi müslüman bir toplumdur ama, lâik bir devlet yönetimine sahiptir. Atatürk’ün geleneksel Osmanlı kültüründen modern kültüre geçişi ve lâiklik sisteminin bu husustaki büyük yardımı, Türk Toplumunun değişiminde ve gelişiminde etkili olmuştur. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Türk yurttaşlarının çok büyük çoğunluğu, dünyadaki bütün Müslümanlar gibi, dinlerine içtenlikle bağlıdırlar. Fakat bu Müslümanlar inan ve ibadet bakımından lâik Müslümanlardır. Böylece Müslüman Türkler, eylemsel olarak, lâik devleti kurmuşlardır ve bu devleti sürdürmektedirler.
Atatürk’ün Eğitim Anlayışı
Atatürk’ün eğitim anlayışı, kültür değişimine ilişkin anlayışının bir sonucudur. Eğitimin çağdaş kültüre dayanması, eğitimde ulusallık ilkesini bozmayacaktır. Atatürk, Milli Kurtuluş Savaşına başlarken dayandığı ulusçuluk hareketi, bu bakımdan statik bir hareket değildir. îşte Atatürk’ün eğitim anlayışı bu temel esas üzerine dayanmaktadır. Böylece eğitim, çağdaşlaşmaya dayanan ulusal nitelik kazanacaktır. Dinsel öğeler, bu çağdaşlaşmayı engelleyemez.
Lâiklik hareketiyle Türk insanı, toplumun alınyazısını değiştirme gücünün kendi elinde olduğuna inanacaktır, islâm kültürü, bu gerçeğe katılmaz ve bu gerçeği benimsemez. Onun için gerek doğa, gerekse toplum, Tanrı tarafından düzenlenmiştir. Bu düzen değiştirilemez. Bu bakımdan, toplumun alınyazısını insanlar değil; Tanrı tayin eder. Atatürk’ün eğitim anlayışı, Türk insanının gerek doğal çevreye, gerekse toplum çevresine etki yapıp toplumun alınyazısına egemen olmasını ve bu hususta insan iradesinin üstün gelmesini amaçlar. Atatürk bu zihniyetin ışığı altında inkılâpçı atılımlarla Türk toplumunun eğitim aracıyla çağdaşlaşmasını sağlamak istemiş ve bu konuda mücadele vermiştir.
Atatürk’e gelinceye kadar bütün Osmanlı döneminde, medrese ve evkaf okullarında bir değişiklik yapılamamıştır. Zira bu kurumlar dinsel esaslara göre dondurulmuş bulunmaktaydı. Batıdan alınan Tanzimat okullarında ise, özgür düşünceye de yer verilmiş bulunuyordu. Bu bakımdan, Batıdan alınmış okulları sürdürerek medreseleri ve evkafın yönetiminde dinsel baskılarla devam eden ilkokulları da kaldırmak gerekliydi. Şu var ki medrese ve evkafın ilkokulları ile yeni okullar arasındaki farklı eğitim kaldırılamamıştır. Bunun sonucu, birbirinden ayrı zihniyette kuşakların yetişmesi olmuştur.
Her ne kadar Gökalp, evkafın yönetimindeki ilkokulların Eğitim Bakanlığınca denetlenmesini ileri sürmüş ve böylece öğretim birliği önermişse de, iktidarda bulunan ittihat ve Terakki Partisi, evkaf okullarıyla medreselerin kaldırılarak eğitimin birleştirilmesine yanaşmamıştır.
Millî Kurtuluş Savaşının zaferlerle sona ermesinden sonra, Atatürk “öğretimin Birliği” hareketiyle Evkaf ve Seriye Bakanlıklarını kaldırmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nde bulunan bütün okulların yönetimini ve denetimini Maarif Bakanlığına bağlamıştır. Fakat öğretimin Birleştirilmesi Kanununun yayınlanmasından sonra, medreselerin kapatılmamasını, sadece bunların üzerinde reform yapılarak varlıklarının sürdürülmesini isteyen ünlü aydın kişiler çaba harcadılar. Hatta bu kurumların adlarının “Hakimiyeti Milliye” veya “inkılâp Medreseleri” biçiminde değiştirilerek yürütülmesini istiyorlardı. Atatürk, bu önerileri reddetmiştir. Böylece eğitim kuruluşları, teolojik kuruluşlar olmaktan kurtarılmıştır. Lise ve ortaokul müfredat programlarından 1927 yılında din dersleri çıkarılmıştır. Doğu dilleri olan Arapça ve Farsça dillerinin öğretilmemesi için bu derslere Programda yer verilmemiştir. Şu var ki; Lise ve ortaokul müfredat programlarından din dersleri çıkarılmasına karşılık, köy okullarındaki din derslerine dokunulmamıştır. “Köy İlkokulları Müfredat Program”ın dan aşağıdaki esaslara saygı gösterilmek suretiyle devamında bir sakınca görülmemiştir. Din dersleri haftada bir saat gösterilecektir. Bu derslerde Tanrı’nın birliği, tarihsel gerçeklere bağlı olarak Peygamberimizin yaşamı anlatılacaktır, İslâmın temel esasları, modern ahlâk prensipleri olarak açıklanacaktır. Bu prensipler arasında şu esaslara yer verilecektir. Kimsenin dinine ve inancına karışılmaması anlatılacaktır. Çok çalışmak telkin edilecektir. Hayırlı insan olmaları istenecektir. Başka insanlarla iyi işlemler görmesi telkin edilecektir.
Atatürk döneminin kültür ve eğitim anlayışı, Türk toplumunun değişmesini, gelişmesini ve böylece çağdaşlaşmasını sonuçlandıracak bir karakter göstermekteydi. Fakat, Atatürk’ün ölümünden sonra gelen iktidar çevreleri, Türk toplumunu dinsel sömürülerden koruyamadıkları için, bugün tekrar kültür ikileşmesi hastalığı ortaya çıkmış ve ayrı kaynaklardan gelen birbirine karşıt iki kuşağın savaşım tehlikesi belirmiş bulunmaktadır.
atatürk ve sanat
Laik Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu M.Kemal Atatürk’ün Sanat Hakkında düşünceleri;
Bir milleti meydana getiren unsurların başında, dil, tarih ve kültür birliği gelmektedir. Bu unsurlar içerisinde en önemli yeri kültür tutmaktadır. Kültür bir milletin geçmişi ile geleceği arasında köprü olan, geçmişten getirdiği birikimleri geleceğe aktaran bir unsur olması bakımından da ayrıca önemlidir. Kültür kavramı ile yüzlerce tarif yapılmaktadır. Bunlar içerisinde kültürün en genel tarifi "Bir milletin bütün hayatını ilgilendiren her şey. "İşte bu her şey içerisinde sanat ilk sıralarda yer alır
Lider olmak bir sözüyle veya bir işaretiyle kitleleri peşinden sürüklemek, çok büyük zaferlere imza atmak her insana mahsus bir durum değildir. Mustafa Kemal Atatürk, yok olmak üzere olan bir ulusu yeniden şaha kaldırarak, ona gerçek kimlik ve kişiliğini kazandırması bakımından tarihin yetiştirdiği en büyük liderler arasında ilk sırayı alır.
Atatürk'ü bir çok yönüyle tanıtan, onun hayat anlayışı, liderliği. devlet adamlığı üzerinde duran yüzlerce eser kaleme alınmıştır. Bu eserlerin hemen tamamında Atatürk, çeşitli yönlerden değerlendirilirken. onun sanat anlayışı üzerinde de durulur.
Atatürk'ün dünyaya geldiği 1881 yılında Osmanlı Devleti, çeşitli iç ve dış sıkıntılarla karşı karşıya bulunuyordu. Devletin kendi bekasını sağlamak için aldığı tedbirler, çoğu zaman olumlu sonuçlar vermiyordu. Aydınlar ise, kaleme aldıkları eserlerinde çareler üretiyor, yön ve yol gösterici olmaya çalışıyorlardı.. Bu aydınlar arasında Namık Kemal Ziya Paşa ve Şinasi ilk sıralarda yer alıyordu. Bu aydınlarımız yeniliğin ve gelişmenin savunucuları olarak, gelenekçi anlayışa karşı amansız bir mücadeleye girdiler. Eserlerini halkı aydınlatmak, onlara yeni: bir ruh ve heyecan kazandırmak için kaleme alıyorlar, sanatı toplumun faydasına kullanmaya çalışıyorlardı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk gençlik yılları bu sanatçıların eserlerini okumak- ve onlardan ilham almakla geçer. Manastır Askeri İdadisinde bir ara şiir ve edebiyata ilgisi artar. Bunda arkadaşı Ömer Naci'nin de etkisi olmuştur. Ancak İdadi hocası, kendisini, şiir ve edebiyatla, askerlik mesleğini olumsuz etkileyeceği için uğraşmamasını tembihler. Bunun üzerine şiire ara verir .
Manastır İdadisinden mezun olduktan sonra Harp Okuluna kaydolan Mustafa Kemal bu okulun ikinci sınıfında kültür ve edebiyatla yeniden ilgilenir. O yıllara ait hatıralarında şöyle diyor;
"İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardırdım. Şiir yazmak hakkında İdadi hocasının ikazlarını unutmuyordum. Fakat güzel söylemekle yazmak hevesi sürekli vardı. Teneffüs zamanlarında hitabet talimi yapıyordum. Harp Okulundan mezun olan Mustafa Kemal'in bundan sonraki hayatı ağır mücadelelerle geçer. Cephelerde askerlik sahasındaki dehasını gösterir Çanakkale'de bir destanın yazılmasında başrol oynar ve en büyük savaş sanatçısı unvanına sahip olur. İkinci Dünya Savaşından sonra hiç hak etmediği halde yenik sayılan Türk devleti bir baştan bir başa işgal edilir. Artık tek çare kalmıştır; O da milletin kaderini, yine milletin azim ve kararından başka kimsenin kurtaramayacak olmasıdır.
Mustafa Kemal yaptıkları ile tarihte önemli gelişmelerin yaşanmasına neden olmuş bir lider olarak. askeri zaferleri hiçbir zaman amaç olarak görmemiştir. ''Zafer ancak kendinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için belli başlı bir vasıtadır. Gaye fikirdir" (2) diyen Mustafa Kemal. yurdun kurtuluşu daha tam anlamıyla sağlanmadan bile, ekonomik, kültürel ve sosyal hayatı yenileyici, düzenleyici esasları tespit etmeye. bunları tartışmaya ve uygulamaya başlar
Milli Mücadeleyi çok yönlü düşünen Atatürk, bu mücadele ile ülkenin düşman işgalinden kurtarılması yanında kalkınması, gelişmesi için cehaletle de mücadele eder. Bu mücadelenin boyutu Milli Mücadelenden daha fazla olmuştur. Uzun yıllar unutulmuş, geri kalmış, kaderine terkedilmiş Anadolu insanını, çağdaş bilimle donatılmış kafalara sahip kılmak isteyen Atatürk, önünde en büyük halledilmesi gereken engelin kültür sorunu olduğunu görür. Kültürün insanlık için vazgeçilmesi zor önemli ve esas unsur olduğuna inanan Atatürk bu görüşe paralel olarak bir "Milletin bizatihi mütehassis (duygulu) ve müteferrik (düşünür) olması lazımdır"(5) der.
Atatürk. tarihin derinliklerini çok iyi araştıran, geçmişte yapılanları bütün boyutlarıyla inceleyen, bunlar arasında sebep-sonuç ilişkisini kuran, bilimsel bir disipline sahip olan bir liderdir. Sadece kendi tarihini değil, başka milletlerin de tarihlerini inceleyerek orada olup bitenlerden çeşitli dersler çıkarmıştır.
Ülkenin geri kalınmışlık zincirinden kurtulması için, öncelikle onun ufkunu açmak olduğunu tespit eden Atatürk, bu işte en önemli unsurlar dan biri olan kültür ve sanatın gelişmesi için büyük gayret gösterir. Ülkenin, her yanında, kültürel ve sanat etkinliklerinin gerçekleştirilmesi için gerekli tüm tedbirleri alır ve uygular Çağdaş ve güzel sanatların toplumda kabul edilmesi için iyi bir zemin hazırlanması gerektiğini anlayan Atatürk, birbiri ardınca inkılâplar yapmaya başlar. Özellikle kadınların cephede olduğu gibi, sosyal hayatın her cephesinde erkeğin yanında yer alması için değişiklikler yapar Bu kararları kültür ve sanat hayatının gelişmesinde çok önemli hizmet görür.
Atatürk askerlik mesleğinin bile "Sanatkarlık" yönünü seven bir lider olarak, “Bir millet sanattan ve sanatkarlıktan mahrumsa, tam bir hayata malik olmaz"
diyerek sanatın millet hayatındaki yerine ve önemine dikkat çeker Aynı konuyla ilgili bir başka sözünde de; "Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkumdur. Birçok unsurlar o felaketin unsurlarını fark etmez. Fark ettiği gün de, ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak gerektiğini tahmin eyleyemez (7) diyerek, sanatın bir başka boyutuna, el sanatlarına dikkat çeker Bu da gösteriyor ki, sanatın İster el sanatları boyutu olsun. ister güzel sanatları boyutu olsun, her iki boyutu da, millet hayatında önemli bir. yer işgal etmektedir. "Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir"
sözü de bu düşünceyi doğrulamaktadır.
Esasen sanatın bir toplumun hayatında biçimleyici ve şekillendirici rolü günümüzde artık kabul edilmiş, anlaşılmıştır. Ancak geçmişte bu durum. için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Öncelikle sanatta köklü bir anlayış değişikliğini sağlamaya çalışan Atatürk'ün, sanatın toplum ve insan yetiştirmesinde önemli bir etken olduğu görüşü(9) hareket noktasını teşkil etmiştir.
Güzel sanatların, sanat yapıtlarının kültürel gelişmeyi sağlayan en önemli bir unsur olduğunu pek az lider görmüştür. Atatürk, "Sanatçı cemiyetle uzun ceht ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hissedendir"(10) diyerek bir sanatçıdan toplum için ne beklediğini de ortaya koymuştur. Bir başka konuşmasında, heykel yapmanın önemine dikkat çekerek, heykeltıraşlığın gelişmesini teşvik eder. "Bir millet ki, resim yapmaz, bir millet ki, heykel yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin tarihinin gelişme çizgisinde yeri yoktur. Halbuki bizim milletimiz, gerçek özellikleriyle gelişme içinde medeni olmaya layıktır(11). "
Kendi sağlığında bir çok heykeli dikilen Atatürk'ün, bu konuda bir isteği bulunmadığı, ancak sırf bu sanatın gelişip ilerlemesi için kendi heykelinin yapılmasına ve dikilmesine razı olduğu anlaşılmaktadır. Cumhuriyetin 10. yıldönümünde ise, Anadolu ya `Yurt Gezileri' adı altında ressamlar göndermiştir. Bu ressamlarımızın yaptığı eserler Ulus'ta 1947 yılında yanan Eski Maarif Vekaleti binasının çatı katında "Türk İnkılap Sergisi" adı altında sergilenmiş ve açılışı da bizzat Atatürk tarafından yapılmıştır.
Atatürk sanatın, özellikle de güzel sanatların gelişmesinde ve ilerlemesinde ufuk açıcı ve yol gösterici olmuş, sanatın her cephede gelişmesini sağlamıştır.
www.atam.gov.tr