Arama

Osmanlı İmparatorluğu Siyasal Tarihi

Güncelleme: 17 Kasım 2008 Gösterim: 19.893 Cevap: 0
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
17 Kasım 2008       Mesaj #1
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
OSMANLI İMPARATORLUĞU (1299-1922), üç anakaraya (Asya, Avrupa, Afrika) yayılan topraklanyla, barındırdığı nüfusla ve 600 yılı aşan yaşam süresiyle tarihin en büyük impara­torluklarından biridir.

Sponsorlu Bağlantılar
osmanlpe2


Siyasal Tarih
Osmanlı İmparatorluğu'nu kuran Türkler, 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya yerleşmeye başlayan Oğuzlar'ın Kayı boyun­dandır. Bir Kayı aşiretinin başkanı olan Er-tuğrul Gazi, I. Alaeddin Keykubad dönemin­de (1220-37) akıncı beyi olarak Anadolu Selçukluları'na hizmet etmiş, karşılığında da Söğüt-Domaniç yöresinin uçbeyliğine atan­mıştı. Ertuğrul Gazi birkaç yerel savaşta çevredeki Bizans tekfurlarına gücünü göster­dikten sonra uçbeyliği görevini daha çok sınırlan koruma yolunda sürdürmüştü. 1281'de ölümünden sonra aşiretin başına ge­çen oğlu Osman Gazi, başka aşiret beylerinin de desteğini alarak yeni topraklar kazanma­ya, siyasal güç elde etmeye girişti. Anadolu Selçukluları ile Bizans İmparatorluğu'nun içinde bulundukları bunalımlar da onun için uygun ortam yaratıyordu. Osman Gazi 1299'da bağımsızlığını ilan ettikten sonraki 20 yıl içinde hem Bizans'a hem de komşu beylik­lere gücünü kabul ettirdi. Yerine geçen oğlu Orhan Gazi babasının siya­setini sürdürdüğü gibi, Bizans'la kurduğu dostluk ilişkisinden de yararlanıp beyliğin gelişmesinde en önemli adımlardan birini gerçekleştirerek Rumeli'ye ayak bastı .

osxx2

Edirne'yi alan Osmanlılar I. Murad (Hüda-vendigâr) döneminde de Rumeli yönünde ilerlemelerini sürdürdüler. Burada elde ettik­leri güç Anadolu'daki komşu beylikler üzerin­de de etkili olmalarını sağladı. Bazı beylikleri akrabalıklar kurarak topraklarına kattılar. Karamanoğulları gibi güçlü beyliklerle de zaman zaman savaştılar. Balkanlar'da karşıla­rına çıkan güçlere karşı sürekli üstünlük sağlayan I. Murad'ın 1389'da I. Kosova Sava-şı'nda ölmesi durumu fazla değiştirmedi . Yıldınm Bayezid 1393'te Bulgaris­tan'ı tümüyle Osmanlı topraklarına kattıktan ve 1396'da Niğbclu'da Haçlı ordusunu yenil­giye uğrattıktan sonra, doğudan gelen yeni bir güç karşısında Anadolu'ya dönmek zorunda kaldı. 1390'lardan beri Ortadoğu'yu tehdit eden Timur'un 1402'de Orta Anadolu'ya ka­dar ilerleyip 1402'deki Ankara Savaşı'nda Yıldınm Bayezid'i yenerek tutsak etmesi, Osmanlı Devleti'ni parçalanma noktasına ka­dar getirdi . Bundan sonraki 10 yıl şehzadeler arasındaki taht kavgalanyla geçti ve Osmanlılar Anadolu Beylikleri üzerindeki denetimlerini yitirdiler.
1413'te I. Mehmed'in (Çelebi) kardeşlerini alt ederek tahta tek başına egemen olmasın­dan sonra devlet yeniden toparlanmaya başla­dı . I. Mehmed'in oğlu II. Murad Rumeli'deki ilerlemeye yeni bir hız kazandınrken, Fatih Sultan Mehmed'in 1453'te İstanbul'u alarak Bizans İmparatorlu-ğu'na son vermesi Osmanlı Devleti'ni yeniden güçlü bir devlet konumuna getirdi . Fatih Sul­tan Mehmed Anadolu Beylikleri'nin birçoğu­nu da Osmanlı topraklarına katarak hem doğu hem batı yönünde daha güvenli hareket etme olanağını elde etti. Osmanlılar II. Baye­zid ve Yavuz Sultan Selim döneminde daha çok doğuya önem verdi. Yavuz Sultan Selim önce İran'da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Safeviler'i yenilgiye uğrattı . Bunu Suriye ve Mısır'a egemen olan Memlûk yönetimine son verilmesi izledi . Yavuz Sultan Selim'in Kahire' de oturan halifeyi İstanbul'a getirip halifeliği devralması Osmanlılar'ın İslam dünyasındaki konumunu güçlendirdi.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Os­manlı İmparatorluğu en parlak yıllarını yaşa­dı. 11 kez sefere çıkılan Kanuni Sultan Süley­man döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları batıda Avusturya'ya, doğuda Hazar Denizi'ne, Afrika'da Fas'a kadar uzanıyordu. Osmanlılar denizlerde de parlak başarılar el­de ettiler. Barbaros Hayreddin Paşa ile Tur­gut Reis, Akdeniz'i bir "Türk gölü" durumu­na getirdiler. Şeydi Ali Reis de Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Ok-yanusu'nda önemli etkinlik gösterdi (bak. şeydi ali reis). Kanuni Sultan Süleyman dö
nemi kültür ve sanat bakımından da bir doruk noktası olarak kabul edilir .
Kanuni'den sonraki yıllarda Osmanlı İmpa­ratorluğu batıda ve doğuda elde ettiği toprak­lan korumak ve Avrupa'daki en güçlü düşmanı Avusturya ile savaşı sürdürmek için yoğun çaba harcadı. Öte yandan, başlangıcı Kanuni dönemine kadar uzanan Celali Ayaklanmala­rı iç düzeni büyük ölçüde sarstı . Sokullu Mehmed Paşa gibi güçlü vezirlerden sonra devlet yönetiminde de bozulma belirtileri görüldü.
17. yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorlu­ğu dıştan bakıldığında gücünü koruyor gibi gözüküyor, hatta batıda ve doğuda yeni top­raklar bile kazanıyorsa da, iç düzendeki bozulma artarak sürüyordu. Özellikle merke­zi yönetimin zayıflaması, İstanbul'da yeniçeri­lerin ve kapıkulu askerlerinin çıkardıkları ayaklanmalar devleti sık sık güç duruma 18. yüzyıla girilirken kuzeyde yeni bir güç olarak beliren Rusya da artık Osmanlı İmpa­ratorluğu için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. 1711'de Prut'ta Rusya'ya karşı kazanılan ba­san bu durumu değiştirmedi; 1718'de, Avustur­ya ve Venedik karşısında uğranılan yenilgiyi belgeleyen Pasarofça Antlaşması imzalandı Lale Devri olarak adlandırılan 1718-30 arasındaki yıllar Osmanlı İmparatorluğu için göreli de olsa bir barış dönemi oldu. Bu dönemde geleneksel yapının değişmesi yolun­da atılan adımlar İstanbul dışına pek taşmadı-ğı gibi, 1730'daki Patrona Halil Ayaklanması döneme kanlı biçimde son verdi . Lale Devri'ni izleyen yılların padişah­ları I. Mahmud (1730-54), III. Osman (1754-57) ve III. Mustafa (1757-74) dönemlerinde de gerileme sürdü. 1774'te başa geçen I. Abdülhamid Rusya ile ağır koşullar içeren Küçük Kaynarca Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı . I. Abdülhamid'in askeri alanda başlat­tığı yenilikler 1789'da başa geçen III. Selim tarafından daha büyük bir kararlılıkla sürdü­rüldü. Ama III. Selim'in Nizam-ı Cedid adıy­la başlattığı yenilikler, başta merkezi yöneti­min zayıflamasıyla ortaya çıkan ayanlar ol­mak üzere, güçlerini yitireceklerinden korkan devlet adamlarının, ulemanın ve varlıklarına son verileceğine inanan yeniçerilerin direni­şiyle karşılaştı . Nizam-ı Cedid dönemi 1807'de Kabakçı Mustafa Ayaklanması'yla son bulduysa da 1808'de başa geçen II. Mahmud yenileşme hareketine yeni bir hız kazandırdı. 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı kapata­rak askeri yenileşmenin önündeki en büyük engeli kaldırdığı gibi devlet kurumlarında da köklü reformlara girişti. Gerçi askeri alanda yenilgiler ve toprak kayıpları sürüyordu, ama yönetim bunları önlemenin ancak devleti bütünüyle çağdaş bir yapıya kavuşturmaktan geçtiğini anlamıştı. 1839'da başa geçen Abdülmecid bu yöndeki ilerlemenin ilk temel programı olan Tanzi­mat'ı ilan etti. Bu dönemin önde gelen devlet adamları olan Mustafa Reşid Paşa ile Âli Paşa birçok güçlüğe karşın Tanzimat reformlarını gerçek­leştirmede önemli adımlar attılar. Bu arada Osmanlı tarihinde ilk kez yöneticilerin dışında bir grup olarak ortaya çıkan aydınlar da devlet yöneti­miyle ilgili görüşler açıklamaya, eleştirilerde bulunmaya başladılar. Gene bu dönemde ortaya çıkan basın ilk kez kamuoyunun gücü­nü göstermeye başladı. Aydınların basın yo­luyla giriştiği muhalefet zaman zaman yöneti­cilerin sert tepkisine yol açtıysa da gittikçe güçlendi. Yöneticiler ara­sında da yandaşlar bulan aydınların hareketi 1876'da, meşrutiyet rejimine geçilmesini ön­gören Kanun-ı Esasi'nin ilanıyla temel amacı­na ulaştı.
Ama I. Meşrutiyet 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nda uğranılan ağır yenilgi ortamında ve bu rejime inanmayan II. Abdülhamid'in kararıyla son buldu. Bundan sonraki 30 yıl II. Abdülhamid'in/'İstibdat devri" olarak anılan mutlakıyetçi yönetimiyle geçti . Ama yurtdışında örgütlenen aydınla­rın kararlı muhalefeti bu kez de başarıya ulaştı. Genç subayların da katılmasıyla iyice güçlenen hareket 1908'de II. Abdülhamid'i meşrutiyeti yeniden yürürlüğe koymak zorun­da bıraktı.
II. Meşrutiyet döneminin siyasal gelişmele­rine damgasını vuran başlıca kuruluş İttihat ve Terakki Cemiyeti idi. Ama 1911-12 Trab-lusgarp Savaşı, 1912-13 Balkan Savaşı ve 1914'te başlayan I. Dünya Savaşı askeri olay­ları gene öne çıkardı. Talat, Enver ve Cemal paşaların önderliğindeki İttihat ve Terakki 1913'te yönetime el koyarak ülkeyi tek başına yönetti . Osmanlı ordusu başta Çanakkale olmak üzere birçok cephede başarılı savaşlar verdiyse de mütte­fikleri olan Almanya ve Avusturya-Maca-ristan ile birlikte İtilaf Devletleri karşısında yenilmekten kurtulamadı
Savaşın sonunda imzalanan Mondros Mü­tarekesi tam bir teslim belgesiydi . Ülkeyi galip devletlerin eline bırakan bu belgeye dayanarak başlatılan işgal)'-e karşı gösterilen tepki kısa sürede bir diren^ örgütlenmesine dönüştü. Mustafa Ke­mal'in Anadolu'ya geçmesiyle askeri örgüt­lenme de başarıldı ve yabancı işgaline karşı Kurtuluş Savaşı başlatıldı . Bu arada işgal altındaki İstanbul'da oturan Padişah Vahideddin galip devletlerle siyasal bir uzlaşma sağlayarak tahtını koruya­bileceğini sanıyor, ama karşısında devletin sonu demek olan Sevr Antlaşması'nı buluyor­du . Üç yıl süren Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşıp galip devletler de bu durumu kabul etmek zorunda kalınca, Anadolu'da yeni bir siyasal güç olarak beliren Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) karşısında İstanbul dışında varlığı kalmayan Osmanlı yönetiminin fiilen son bulduğu açıkça gözüküyordu. Nitekim TBMM 1 Kasım 1922'de aldığı bir kararla saltanatı kaldırınca Osmanlı İmparatorluğu da resmen tarihe karışmış oluyordu.

Devlet Yönetimi
Uzun tarih boyunca Osmanlı İmparatorluğu' nun yönetsel örgütlenmesi çeşitli değişiklikler geçirmiş, ama merkeziyetçi olma özelliğini hep korumuştur. 16. yüzyılda en olgun biçimi­ni alan yönetim düzeni II. Mahmud dönemine (1808-39) kadar varlığını sürdürmüş, Tanzi­mat'tan sonra ise baştan aşağı değişerek yeni bir kimliğe bürünmüştür.

Saray
Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetsel yapısın­da sarayın özel bir önemi vardır. Saray yalnızca yönetimin başı olan padişahın yaşadı­ğı yer değil, devlet işlerinin yürütüldüğü en önemli merkez ve devlet yöneticilerinin yetiş­tirildiği bir okuldur. Bu özelliklerine göre saray harem, enderun ve birun denilen üç bölüme ayrılırdı. Harem padişahın kadınları ve çocuklarıyla birlikte özel yaşamını sürdür­düğü en içteki bölümdü . Onun dışında yer alan enderun hem sarayın çeşitli hizmetlerini yürüten bölüm hem de çeşitli saray ve devlet görevlilerinin yetiştiği bir okuldu. En dışta yer alan birun ise sarayın dış hizmetlerinin yürütüldü­ğü bölümdü. Sarayı koruyan birlikler burada bulunur, sadrazam ve bütün yüksek devlet görevlileri buraya bağlı sayıldığı gibi, devlet yönetiminde en üst kararların alındığı divan da burada toplanırdı

Sadrazam ve Babıâli
Padişahın mutlak vekili olan sadrazam bütün devlet işlerinden de yalnız ona karşı sorum­luydu. Padişahın vekili olarak onun mührünü taşır, yargı ve maliye dışındaki işlerde yetkisi­ni istediği gibi kullanırdı. Sadrazamlar öncele­ri devlet işlerini kendi konaklarında yürütür­lerken 17. yüzyılda saraya yakın bir yerde yaptırılan ve Babıâli denen resmi bir yönetim yerine kavuştular. Sadrazamın yardımcısı du­rumundaki bütün görevliler de burada toplan­dı. Sadrazamın salı ve cuma günleri dışında her gün toplanan ayrı bir divanı vardı. Burada saraydaki divanda görüşülmesine gerek olma­yan önemdeki konular karara bağlanır, önemli görülenler saraydaki divana götürül­dü. Sadrazam padişahın mutlak vekili olma özelliğini biçimsel de olsa Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna kadar korumuş, ona bağlı olarak çalışan bürokratik daireler ise II. Mahmud döneminden (1808-39) başlayarak ayrı nezaretler (bakanlık) biçiminde yeniden örgütlenmiştir.

Maliye
Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetim yapısın­da özel bir yeri olan maliye doğrudan padişa­ha bağlıydı. Örgütün başında bulunan başdef­terdar (Rumeli defterdarı olarak da bilinirdi) devletin bütün gelirlerinden ve giderlerinden sorumluydu. Ayrıca padişahın özel hazinesini yönetir, para basımı işini de denetlerdi. Baş-defterdar bu işleri Anadolu defterdarı ile Arap ve Acem defterdarı başta olmak üzere merkezde ve eyaletlerde bulunan çok sayıda­ki görevliler aracılığıyla yürütürdü. Her yıl devletin gelirleri ve giderleri, yani bütçe konusunda padişaha bir rapor sunardı. Ayrıca mali konularda doğrudan padişahla görüşebil­mek yetkisine sahipti. Başdefterdarlık da II. Mahmud döneminde (1808-39) kaldırılarak yerine Maliye Nezareti kurulmuştur.


Yargı
Osmanlı İmparatorluğu'nda ayrıcalıklı bir ye­ri olan ilmiye sınıfının yürüttüğü yargı görevi, padişahın yetkisi içinde sayılan kamu hukuku düzenlemeleri dışında kalan alanlarla sınırlıy­dı. Bunlar da büyük ölçüde gerçek kişiler ara­sındaki ilişkilerden doğan aile, borçlar, mül­kiyet, ceza hukuku alanlarını kapsıyordu. İl­miye sınıfının başında bulunan şeyhülislam yargı işlerine karışmaz, yalnızca fetva (görüş) verirdi. Yargı, başında Rumeli kazaskerinin yer aldığı, sırasıyla Anadolu kazaskeri ile eya­let, sancak ve kaza kadılarından oluşan geniş bir yargıçlar topluluğunca yürütülürdü. Kaza kadılarının ayrıca bazı yönetsel görevleri de vardı. Bütün kadılar medreseden yetişir, öğ­renim durumlarına göre derece derece yükse lerek şeyhülislamlığa kadar ulaşabilirlerdi. İl­miye sınıfından olanların atanmaları ve yük­selmeleri kazaskerlerce yürütülür, padişahın ve sadrazamın elindeki idam yetkisi ilmiye sı­nıfı için kullanılamazdı. Yargılarını İslam hu­kuku kuralları içinde yü­rüten ilmiye sınıfı varlığını Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna kadar sürdürmüşse de, Tanzimat'tan sonra batıdan alınan yeni hukuk kurallarının ayrı mahkemeler eliyle uygulan­ması kadıların yargı alanını bir hayli daralt-mıştır. İlmiye sınıfının öbür kolunu oluşturan müderrisler ise başlıca öğrenim kurumu olan medreselerdeki öğretim etkinliğini yürütür­lerdi.

Ordu ve Donanma
Osmanlı ordusu başlangıçta aşiretlerden ge­len atlı birlikler ile gönüllü yaya askerinden oluşurken 14. yüzyıl ortalarından başlayarak büyük bir gelişme gösterdi. En gelişkin dö­nem sayılan 16. yüzyılda Osmanlı ordusu, bü­yük çoğunluğu İstanbul'da bulunan kapıkulu askerleriyle, eyaletlerden gelen tımarlı asker­lerden oluşuyordu. Kapıkulu ordusu başlıca
Yeniçeri Ocağı ve Sipahi Ocağı olarak ikiye ayrılır, ayrıca Topçu Ocağı başta olmak üzere Cebeci, Humbaracı, Top Arabacıları ve La­ğımcı ocakları da yardımcı ocaklar olarak ka­pıkulu ordusunun öbür bölümlerini oluşturur­du. Her yıl Rumeli ve Kafkasya'nın belirli bölgelerinden devşirme denilen bir sistemle toplanıp Acemi Ocağı'nda yetiştirilen kapıku­lu askerleri savaşta Osmanlı ordusunun vuru­cu gücü durumundaydı. Eyalet askerleri Os­manlı toprak düzenine göre örgütlenmiş, yal­nızca savaş zamanı göreve çağrılan bir orduy­du. Buna göre kendisine tımar verilmiş olan sipahiler, topraktan elde ettikleri gelire göre, savaş zamanı belirli sayıda asker getirmekle yükümlüydü. Sistemin iyi işlediği dönemde si­pahiler Osmanlı ordusuna büyük güç katmış­tı. Ama tımar düzeninin bozulmasıyla etkisini yitirmiş, giderek Celali Ayaklanmaları gibi büyük olaylarda olumsuz roller oynamıştır. Buna karşılık merkezdeki kapıkulu askerleri­nin sayısını artırmak zorunda kalan devlet ise, savaş olmadığı dönemlerde askerlerin ay­lıklarını ödeyemez duruma düşmüş, bu yüz­den çıkan ayaklanmalar devleti sarsmıştır. 18. yüzyılda savaş gücünü iyice yitiren orduyu yenileştirme girişimleri de kapıkulu askerlerinin tepkisiyle karşılaşmış, III. Selim'in Nizam-ı Cedid ve II. Mahmudün Sekban-ı Cedid adıyla kurmaya çalıştıkları yeni ordu dağıtıl­dıktan sonra gene II. Mahmud 1826'da kapı­kulu askerliğine son vermiş, modern ordunun temellerini atmıştır

osmanl1dt5

Osmanlı donanması ise, her yıl yenilenen ve daha çok hafif gemilerden oluşan bir deniz gücüydü. Donanmanın komutanı olan kaptanı derya İstanbul'da oturur, vezir rütbesin­de ise divan toplantısına da katılırdı. En bü­yükleri İstanbul ve Gelibolu'da bulunan ter­saneler de kaptan-ı deryanın buyruğu altında çalışırdı. Akdeniz'de etkinlik gösteren Türk korsanları da savaş zamanı donanmaya yar­dımcı olurlardı. 16. yüzyılda İstanbul'daki bü­yük donanmanın dışında Kefe'de (Kırım) ve Tuna Irmağı'nda iki ayrı donanma daha var­dı.

Eyalet Yönetimi
Osmanlı İmparatorluğu'nun taşra yönetimin­de temel birim önceleri sancaktı. Ama top­raklar genişleyince birkaç sancağın birleşme­sinden oluşan eyaletler kuruldu. 14. yüzyıl so­nunda yalnızca Rumeli ve Anadolu eyaletleri varken, 17. yüzyılda eyalet sayısı 32'ye ulaştı. Eyaletlerin başında beylerbeyi de denen vali­ler, sancaklarda da sancakbeyleri bulunurdu. Eyaletler merkezdekine benzer biçimde oluş turulmuş divanlar aracılığıyla yönetilirdi. Ay­rıca siyasal ve coğrafi nedenlerle tımar siste­minin uygulanmadığı, devlete yıllık bir vergi ödeyen salyaneli eyaletler ile Eflak-Boğdan, Bosna-Hersek, Erdel gibi özel yönetim biçim­leri olan imtiyazlı eyaletler de vardı. Bunların sayısı Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünü yi-tirmesiyle arttı. III. Selim ve II. Mahmud dö­nemlerinde eyalet yönetimi düzeninde yapı­lan değişiklikler yararlı sonuçlar sağlamadığı gibi, Tanzimat'ın ilk yıllarında getirilen dü­zenlemeler de başarılı olmadı. Ama Midhat Paşa'nın 1864'te Tuna vilayetini kurarak başlattığı modern örgütlenme 1871'de bütün imparator­luğa yaygınlaştırılınca etkili sonuçlar alındı. Buna göre eyalet adı vilayete (il) dönüştürü­lüyor, vilayetler de sancak, kaza (ilçe), nahiye (bucak) ve köyler biçiminde örgütleniyordu. Bugünkü yönetim düzeninin de temelini oluş­turan bu örgütlenmede vilayetler oldukça ge­niş tutulmuştu. Örneğin 1870'lerde Ankara vilayeti bugünkü Ankara, Yozgat, Kayseri, Kırşehir ve Çorum illerini kapsıyordu.

Ekonomik ve Toplumsal Yapı
Ortaçağda kurulmuş bütün devletler gibi Os­manlı İmparatorluğu'nda da temel ekonomik etkinlik tarımsal üretimdi. Toprağın devlet ta­rafından işlenmesi tımar denen bir sistem için­de bölümlenerek savaşta yararlığı görülen si­pahilere bırakılıyor, karşılığında da askeri, mali ve yönetsel hizmetler isteniyordu. Sipahi toprağı ekip biçen ve reaya denilen köylülerin her yıl elde ettiği ürünün bir bölümünü alıyor, ayrıca para ya da hizmet olarak ödenen başka vergileri de topluyordu. Öşür denen, üründen verilen pay dinsel temeli olan bir vergiydi. Öşür her ne kadar onda bir demekse ve İslam hukuku böyle alınmasını öngörmüşse de, uy­gulamada yer yer beşte bire kadar çıkmıştır. Toprağı terk etmemekle yükümlü olan reaya bu kuralı çiğnerse sipahi tarafından yakalanıp yeniden toprağa bağlanabilir, ayrıca ağır ver­gilerle de cezalandırılırdı. Müslüman olmayan köylülerden öşür yerine daha yüksek oranlar­da, haraç denen ürün vergisi alınırdı. Bunlar ayrıca kişi başına alınan cizye vergisini de ödemekle yükümlüydüler. Savaş gibi durum­larda reayaya para ve mal olarak olağanüstü vergiler de salınırdı. Buna karşılık sipahi rea­yanın malını ve canını korumakla yükümlüy­dü. Devlete karşı en önemli görevi, elde et­ YON). Özellikle de, 1838'de imzalanan Osmanlı-Ingiliz ticaret antlaşmasının yol açtığı gelişmeler ülkeyi bir yarı sömürge durumuna getirdi.



MsXLabs.org & Temel Britannica

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

19 Aralık 2014 / Misafir Soru-Cevap
19 Eylül 2012 / tenfar Soru-Cevap
2 Aralık 2011 / amyLee Soru-Cevap
24 Kasım 2011 / Misafir Soru-Cevap
26 Ocak 2012 / Misafir Soru-Cevap