Arama

Şehitlerimiz Anısına... - Sayfa 2

Güncelleme: 7 Eylül 2015 Gösterim: 60.277 Cevap: 39
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Kasım 2005       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
> 1993. Malatya'dan iki sivil midibüse biniyorlar. Hepsi sivil giysili.
> Üniforma ve postalları çantalarında. Hiçbirinde silah yok, kendilerine
Sponsorlu Bağlantılar
> refakat eden tek bir askeri personel de. Saat 18.00. Bingöl'e 10 kilometre
> var. Dağlık, dar bir yol. Birden silah sesleri yankılanıyor. İlk virajı
> geçtiklerinde, 50 PKK'lının karşı yönden gelen Bingöl Tur'a ait bir
> otobüsü durdurup, çoğunluğu terhis olmuş ya da dağıtıma giden sivil
> erlerden oluşan 50 yolcuyu esir aldığını görüyorlar. Şoföre bağırırlar;
> 'Geri dön!' Şoför oralı olmaz. Zaten 4 saatlik yolda 3 mola vermiş...
> Otobüsün kapısını, 'Orada ben yoktum' diyen Şemdin Sakık, o zamanki adıyla
> 'Parmaksız Zeki' açıyor.
>
> OSMAN PARTAL ANLATIYOR
>
> Trabzonluyum. İki midibüsteki toplam 50 askerden biriydim. Van-Özalp'taki
> birliğime gidiyordum. Yol boyunca gereksiz molalar veren şoför bir ara
> lastik patladığını söyleyip durdu. Lastiğin patlamadığını, krikoya
> dokunmadığını gördüm. Aksın altına girdiğinde birileriyle konuşma
> yaptığını duydum. Galiba telsizle konuşuyordu. Şemdin Sakık, şimdi
> Hürriyet'te yayımlanan açıklamalarında 'Eylem planlanırken buradan
> askerlerin geleceğini bilmiyorduk' diyor. Yalan söylüyor. Çünkü ilk
> otobüsün en ön koltuğunda oturuyordum. Yolumuzu kestiklerinde şoförün
> kapısını bizzat Sakık açtı. Toprak rengi üniforması vardı üzerinde, aynı
> renk kasketi ters takmıştı. Omuzundaki tüfeğin namlusu yere bakıyordu.
> Şoföre, diğer otobüsün nerede olduğunu sordu. 'Arkada, geliyor' cevabını
> aldı. İki dakika sonra diğer otobüs düştü pusuya. Yani bizi bekliyorlardı.
>
> DOĞULU-BATILI DİYE AYIRDILAR
>
> Geceyarısına kadar teröristlerle yürüdük. Mola verildiğinde niçin
> kaçırdıklarını, amaçlarını sorduk. 'TC ateşkes ilan edince, iki gün içinde
> sizi serbest bırakacağız' dediler. Saat 01.00 sularıydı. Sakık'ı n
> talimatıyla tek sıra olduk. Şemdin Sakık nereli olduğumuzu sorup,
> Doğulu-Batılı diye bizi iki gruba ayırdı. Sakık, doğulu olmayan benim de
> içinde olduğum 34 kişinin eğitim kampına götürülmesini söyledi. Dağda
> koşar adım yürümeye başladık. Bize eşlik eden teröristler sürekli
> değişiyordu. Toplam 300 kişiydiler. Bir köye gittik. Kapısını çaldıkları
> evlerden başka teröristler çıkıp gruba katıldı. Kimi terörist evlere gidip
> istirahat etti. Bir ahıra soktular bizi öldürmek için. Sonra vazgeçtiler.
> Tekrar yürümeye başladık. Sabahı göremeyeceğimi düşünüyordum. Yıldızlara
> son kez bakıp annemi, babamı, köyümü düşündüm. Bir ırmaktan geçerken su
> içtik. Dağ yoluna çıktık. Davranışları sertleşti. Durdurdular. Saat 03.00
> sıralarıydı. Yolun kenarına dizilmemizi istediler. Kolkola girip
> sıklaşmamızı istediler. Yanımdaki arkadaşıma 'Devrem bizi vuracaklar'
> dedim.
>
> DEVREMİ ÖLÜ GÖRÜNCE BAYILDIM
>
> Tir tir titriyordum. Kalaşnikof, Bixi ve Kanvasların emniyetlerini
> açtılar. Sonumuzun geldiğini anladım, kelimeyi şahadet getirip kendimi
> yere attım. Taramaya başladılar. Dizime bir mermi isabet etti. Vurulanlar
> üzerime düşüyordu. Kafamı koruyordum. Hepimizin öldüğünden emin olmak için
> yüzlerce mermi yağdırdılar. Gittiklerini, seslerin uzaklaşmasından
> anladım. Altı yedi arkadaşım sağdı henüz. Diğerleri paramparçaydı. Can
> çekişenler, hırıldayanlar, ağlayanlar, inleyenler... Su istiyorlardı.
> 'Anne, anne' diye bağırıyorlardı. Öldüğümü zannediyordum. Kendimi
> çimdikledim, ölmemişim. Devremi beyni parçalanmış görünce bayılmışım.
>
> Bizi yan yana dizip 1570 mermi sıktılar
>
> Ayılınca şehit arkadaşlarımı sırt üstü çevirdim. Dokunduğum her uzuv
> elimde kalıyordu. Beyin, ayak... Yardım aramak için yukarı doğru koşmaya
> çalıştım. Kan kaybediyordum. Asfalta çıktım, bir kamyonla yakındaki Elmalı
> Karakolu'na gittim. Olanları anlattığımda dinleyen jandarmalar ağlamaya
> başladı. Helikopter, tanklar geldi. Şehitleri aldık. Olay yerinde 1570
> mermi kovanı bulundu. Yani silahsız erlerin herbiri için 50 mermi
> kullanmışlardı...
>
> Şoför biliyordu
>
> ERKAN OMAY ANLATIYOR
>
> Adanalı hemşerim Mehmet Tura'yla Manisa-Kırkağaç'ta acemi eğitimimi
> tamamladım. 24 Mayıs sabahı, jandarma komando olarak Siirt'teki
> birliğimize gitmek üzere Malatya'dan iki sivil midibüse bindirildik. 50
> askerin hiçbirinde silah yoktu. Bizi koruyan refakatçı da. Bingöl'e 10
> kilometre kaldığını belirten tabelayı geçtik, ilk dönemeçte silah sesleri
> duyduk. Saat 18.00'di. Karşı yönden gelen Bingöl Tur otobüsünü tarayan 50
> kadar PKK'lı, çoğunluğu bizim gibi asker olan yolcuları indirmişti. Şoföre
> geri dönmesi için bağırdım. Duymazdan geldi. Zaten tuhaf şekilde, 4 saatte
> 3 mola vermişti. Bizi indiren PKK'lılar 'Geleceğinizi biliyor, sizi
> bekliyorduk' dedi. O sırada feryat figan, yaşlı bir adam çıktı
> karanlıklardan. 'Oğluma ne yaptınız' diyordu. Adını söyleyince oğlunun
> otobüslerde olmadığı anlaşıldı. Çok yaşlı olduğu için babaya dokunmadılar.
> Geldiği gibi gitti. O baba sayesinde kurtulduk. Hepimizin öldüğü
> sanılıyordu. Askere gidip sağ kalanlar olduğunu söylemeseydi teröristler
> he pimizi öldürecekti.
>
> YANLIŞLIKLA 9 ŞEHİT DAHA
>
> Sürekli yürüyorduk. Ertesi gün 12.00'de silah seslerinden askerlerin
> yaklaştığını anladım. Asıl harekat 16.00'da başladı. Sikorsky ve F-16'lar
> uçuyordu tepemizde. PKK'lılar kazma kürek çıkarıp siper kazdı, kayalıklara
> saklandı.
>
> Bizi hedef olarak ortada bıraktılar. Askerimiz, yanlışlıkla içimizdeki 9
> eri şehit etti bu yüzden. Müthiş bir yağmur vardı. Bizi kalkan olarak
> kullanan Şemdin Sakık bir ara yanımıza geldi, sağ kaldığımızı görünce
> şaşırdı. Teröristler geri çekiliyordu. 13 kişi kalmıştık. Kurşuna
> dizilenlerin arasından kurtulan Osman Partal da aramızdaydı. Ellerimizi
> çözmeyi başardık. Kaçmaya başladık. Karşılaştığımız birkaç teröriste 'Bizi
> serbest bıraktılar' dedik. İnandılar. Birbirimizden ayrılmış, askerlerin
> bulunduğu yöne koşuyorduk. Bulduğum bir dala beyaz mendil bağladım, bir
> yandan bağırıyordum. Tükendiğim anda korucular ve askerlerden oluşan timle
> karşılaştım. Mavi berelileri görünce ağlamaya başladım. Komutan 'PKK'lı
> var mı içinizde?' diye sordu. Sonra sarılıp hepimizi tek tek öptü. Bingöl
> Cezaevi'ndeki bir koğuşa götürdüler bizi. Elbiselerimizi değiştirdik.
> Evlerimize telefon edebileceğimizi söylediler. Kafam durmuştu
> yaşadıklarımdan sonra. Evin telefon numarası bir türlü aklıma gelm ediği
> için arayamadım.
>
> ERKAN UMAY ANLATIYOR
>
> 10 kişilik yakın korumaları arasındaki, 'hemşire' diye hitap ettikleri
> kadın bizimle alay etti. Sakık, 'Sorunumuz rütbelilerle, size bir şey
> yapmayacağız' dedi. Her birimize nereli olduğumuzu sordu. Aramızda Denizli
> ve Konya'dan olanlar çoğunluktaydı. Hemşerilerden oluşan timler daha
> başarılı olur, tehlikelidir diye bir kenara ayırdılar. Şehit olan 33
> arkadaşımızın çoğunun bu iki ilden olmasının nedeni bu. Bu arada bir er
> 'Ben Kürt'üm' deyince PKK'lı 'Kürt-Türk fark etmez. Asker askerdir. Biz
> askere düşmanız' dedi. Tek sıra olmamızı istediler. En başta ben vardım.
> Mehmet Tura 6'ncıydı. Yan yana olalım diye gittim, 7'nci oldum. 'Baştan 6
> kişi gelsin' dediler. Diğer sıralardan aldıkları 6'şar kişiyle bir grup
> oluşturdular. 'Kolkola girin' deyip götürdüler. Arkadaşlarımız kolkola
> ölüme gittiler.
>
> SİLAHLAR 10 DAKİKA HİÇ SUSMADI
>
> Derken yer gök Kalaşnikof cayırtısına boğuldu. Kalaşnikoflar 10 dakika
> boyunca hiç susmadı. Mehmet'in bana son bakışını unutamıyorum. Sırada yer
> değiştirmesem, onun önünde dursam beni götüreceklerdi, Mehmet ölmeyecekti.
> Adana'da ticaret lisesinde sevdiği bir kız vardı. Terhis olur olmaz
> evleneceklerdi.
>
> Askerin üniformasını çıkartıp kendisi giydi
>
> ERKAN OMAY ANLATIYOR
>
> Sayıları 150'yi bulan PKK'lıların silah tehditi altında yürümeye başladık.
> Bir köyün alt tarafında durduk. 15 yaşındaki terörist '200 metreden
> sigarayı bile vururum' diyerek böbürleniyordu. İçimizde komando olup
> olmadığını sordu. Tişörtümde 'Kırkağaç-Komando' yazıyordu. Beyaz gömleğimi
> çıkarmamı istediler.Devrem Konyalı Adnan Gebeş'in verdiği parkayı giyip,
> bunu sakladım. Bu sırada teröristler el koydukları çantalarımızda bulunan
> üniforma ve postallarımızı giydi. Türk askeri kılığına büründüler.
> Ellerimizi sicimle bağladılar. Mehmet Tura'yla kaçmaya karar vermiştik.
> Tuvalet bahanesiyle elimi çözdürdüm. O sırada korkunç suratlı bir terörist
> gelip Kalaşnikofu ağzıma soktu. 'Bir daha kaçmayı aklından geçirirsen
> beynini dağıtırım' dedi. Sabahın 02'sine kadar yürüdük. Elebaşı Şemdin
> Sakık, Türk askeri üniforması giymiş, elindeki telsizle emir yağdırıyordu.
>
> Üstün başarılı işsiz
>
> Erkan Omay, Diyarbakır Askeri Hastanesi'nde bir hafta psikolojik tedavi
> gördü. Hava değişiminden sonra havancı jandarma komando olarak Eruh'taki
> birliğine katıldı. Sevkiyatın yine korumasız otobüslerle yapıldığını
> görünce tepki gösterdi, birliğine uçakla gönderildi. Katıldığı
> operasyonlarda çok sayıda üstün başarı belgesi aldı. Şu anda işsiz olan
> Omay, 'En ufak bir şey olsun, askere gönüllü giderim' diyor.

faryo - avatarı
faryo
Ziyaretçi
9 Aralık 2005       Mesaj #12
faryo - avatarı
Ziyaretçi
SON MEKTUP
“Anam
Sponsorlu Bağlantılar
Gecelerim gayrı sensiz, bilirsin
Anam,
Hecelerim gayrı densiz, bilirsin
Gözlerim kemsiz
Gözlerim gayrı sensiz, bilirsin, anam!...
Şafak otuz sekiz ya
Kolay sanmayasın dağ başında
Duman aşımda!...
Anam,
Nöbetimde; gecemde, gündüzümde
Seni özler dururum
Gün kararmasını bekler dururum!...
Anam,
Öyle, seni özledim.
Şafak vakti yufka açan ellerini
“Kalk! Oğul, sabah oldu” diyen dillerini
Saçını ağartan dertlerimi
Özledim anam, seni özledim, anam seni!
Gözünün bir bakışını
Kiliminin dokusunu, gayrı nakışını
Elin omzunda, başım dizinde
Toprağın başında geçirdiğim yazını,
Seni özledim! Anam, seni!..
Senden yadigâr kalan bir şey yok ki
Bakışların yok ki o güzel gözlerinden gelen!..
Bir eski resmin yok ki!
Avucumun içine güzel ellerinle yaktığın kına geçtiki
Geçmeseydi de gece karanlıklarında, gözyaşlarımla birlik olup
öpseydik kınanı!..
Gece ayazında,
Bir özleminin, bir de sigaramın dumanı tütüyor anam!
Ranzalar öyle rahat değil Ellerinle yazdığın döşeğim gibi değil anam
Zaten sırtlarım ağrıyor!
Sen ovardın, olsaydın yanımda
Sonra, gözlerine baksaydım doya doya!..
Şafak otuz yedi oldu ya anam bugün
Geçmek bilmiyor işte günüm
Ozanın dediği
Her günün bir yıl olması, bu olmalı her hâl
Anam, sabahın yufkanı ederken, kokusunu bu yana savur da sal
Belki kokusunu alırım, yüreğim belki sesini duyar, anam
Beni sorarsan halım iyi anam
Her şey iyi ya, hasretim var,
Zaten canımı canına katan, o anam!..
Seni özledim, anam, asker ocağında, seni!
Kahırlarım, dertlerin en büyüğü ana hasretiymiş, ana hasreti!
Ya, anam işte böyle
Tüfek omzunda
Otuz altı gün daha
Eğer vatan uğrunda, şehit olmaya çıkmazsak doğa
Gelirsem kapının önüne, çağırırsam adını, ana...
Vakit tamam, anam
Can parçam, yürek karam, anam
Sılayı, yari de, babamı özledim ya
En çok seni anam!
Ben gelmeden kara topraklara girme anam!
Şehit olursam da ağlama anam!
Haydi kalın selâmetle!...”

ve böyle bitiyordu 2. Kolordu 3.Alay 2. Tabur 3.Bölük 79/4 Şehit Er Enver Öztürk’ün mektubu

Asin GardaŞ Bu İtİ

Yiğit olanın lokması cana azıktır beyler
Kimse bana söylemesin buna yazıktır beyler
Ssoyu soysuz olanını sütü bozuktur beyler

Bunların soyu bozulmuş Türk'e düşman göbekten
Bu hesaptır sorulmalı Apo denen köpekten

Kan istediniz canlardan bitmedi inadınız
Oğuz size yar olmadı kudüz idi adınız
Senelerdir bu vatanın ekmeğini yediniz

Suyunuzu keseceğiz dağlardaki gölekten
Bu hesaptır sorulacak apo denen köpekten



İhanete yar mı olur yüce dağların karı
Üstünüze zalim geldi bu senenin baharı
Deli poyraz gibi öksüzlerin kaharı

Eleneceksiniz, eleneceksiniz beyler nce ince elekten
Bu hesaptır sorulacak apo denen köpekten

Dağlar, taşlar bu ovalar bilin ki TÜRK'ün yurdu
Aslımız insan neslidir, TÜRK'e semboldür kurdu
Soyu ermeni olanlar nerden bilecek kürdü?

İhaneti seyreyleyin perdedeki delikten
Bu hesap sorulacak apo denen köpekten

Feryad eylemez mi sandın yavrusuna bir ana
Sizler doymak bilmediniz akıttığınız kana
İnsan olan cana kıymaz nasıl kıydınız bu cana?

anası nenni söylerken kan damlıyor bebekten
bu hesaptır sorulacak apo denen köpekten

Alperenler alperenler şehadeti seslenirken çağrına
İbrahimin delileri nişan oldu bağrına
Mehmetçikler şehit düştü bu vatanın uğruna


!!! vatan mı istediniz lan !!!
!!! vatan mı istediniz lan beşikteki bebekten !!!
bu hesaptır sorulacak apo denen köpekten


Hainlerin yaptıkları yanlarına kalırmı ?
İhanetin affı olmaz sizi millet salar mı ?
Vatan, vatan şehitler toprağı seni toprak alır mı ?

Boynuna urgan dolayın sağlam olsun ipektan
Bu hesaptır sorulacak apo denen köpekten

Başı bozuk yaylalarda bol keseden savurdun
Ne dinin var ne imanın sen ne biçim gavurdun
Her korkaksın hem zavallı zoru gördün kıvırdın

Urgan bile dava eder boynundaki ilmekten
Bu hesaptır sorulacak apo denen köpekten

Şehit analarının gözündeki yaş bitsin
Vatanımın üstünden kara bulutlar gitsin


Asın gardaş bu iti şehitler rahat etsin

Bu sefai deli oldu senelerdir demekten
Bu hesap sorulacak apo denen köpekten



Türk Milleti bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı varolmalarının

yegane koşulu olarak kabul etmiş cesur insanların torunlarıdır.
Bu millet hiçbir zaman hür olmadan yaşamamıştır, yaşayamaz
ve yaşamayacaktır.

Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye Turkiye ATATÜRK
Son düzenleyen ByKatip; 11 Aralık 2005 22:51 Sebep: flood yok dostlar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Aralık 2005       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
[flash=https://www.msxlabs.org/msxteam/Buz_Kalpli/asjker.swf] width=600, height=480[/flash]

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ,
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ,
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.”
NeutralizeR - avatarı
NeutralizeR
ADM Webmaster
10 Aralık 2005       Mesaj #14
NeutralizeR - avatarı
ADM Webmaster
Gayrı anlatılmaz bu savaş bence
Dağ taş konuşmuştu kendi dilince
Hücum diye bir ses duydum ilk önce
Sonra Allah Allah dedi mehmedim

Ne ana ne sıla ne yar hayali
Bir gör mehmetteki kükremiş hali
Kırpmadı gözünü yağmur misali
Mermi yedi havan yedi mehmedim
Can askerim

Bu öyle bir iman öyle ihlaski
Secde eder cümle can ve bitki
Bir temmuz akşamı Allah şahit ki
Şaha kalkmış vatan idi mehmedim

Bu akşam yıldızlar sararmış gibi
Tepeler titreşir hava kış gibi
Bir dağın sırtında dağ varmış gibi
Omuzlamış bir mehmedi mehmedim
Can askerim

Son düzenleyen NeutralizeR; 5 Nisan 2007 22:15
Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever.
kwon - avatarı
kwon
Ziyaretçi
11 Aralık 2005       Mesaj #15
kwon - avatarı
Ziyaretçi
NeutralizeR teşekkurler kardesim diyecek hiç bir sözüm yok tek kelimeyle allah razı olsun
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Aralık 2005       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR ŞEHİT KIZINA

-Türküler Ve Alaz İçin-

Güzelim,sevdiğim,çocuğum,gülüm
Bir şehit kızısın sen.
Acılı, buruk bir türkü gibisin
Bu acımasız günlerin içinden

Tuhaf bir sıkıntıyla daralır şimdi
Küçücük,kuş kanadı yüreğin:
'Babam nerede,niye gelmiyor
Babama küstüm ben anneciğim...'

Baban artık hiç olmayacak yavrum
Sana çocuğum diyemeyecek bir daha
Güçlü,baba kucağının sıcaklığını
Duyamayacaksın minik vücudunda

Baban yiğit bir oğluydu halkının
Onun için öldürdüler
Sana halkımızdan armağan olsun
Getirdiğim kırmızı güller

Yıllar geçecek,alışacaksın
Bir ince sızı kalacak ondan,
Senin gözlerin gibi ışıltılı
Çiçekler fışkıracak babanın mezarından

Ve tıpkı serpilen bir çiçek gibi
Gelişip ışırken bilincin gitgide
Babanı yeniden kavrayacaksın
Baban yeniden doğacak seninle

Güzelim,sevdiğim,çocuğum,gülüm
Bir şehit kızısın sen
Acılı,buruk bir türkü gibisin
Bu acımasız günlerin içinden

ATAOL BEHRAMOĞLU
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Aralık 2005       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şehitlik mertebesi
‘Allah’ın fırkası’ ile şeytanın fırkası tarih boyunca hep bir mücadele içinde oldular. Her dönemde olduğu gibi Asr-ı Saadet döneminde de müşrikler iman edenleri hak yoldan döndürmek için her türlü yolu denediler. Onları ölümle tehdit ettiler, yurtlarından sürdüler, mallarını yağmaladılar. Mü'minler küfür tarafından saldırıya uğrarken, Allah (c.c.) tarafından bir bir mücadele ile ilgili âyetler indirilmeye başladı. Böylelikle ehl-i küfür ile mücadele mü'minler üzerine hak oldu. Artık mü'minlerin İslâm uğruna tüm mallarını ve canlarını ortaya koymalarının zamanı gelmişti. Ve böyle de oldu; Allah yolunda görülmemiş bir ihlâsla mücadele eden müminler bunu büyük bir şeref olarak gördüler ve hiç düşünmeden canlarını ortaya koydular. Zira savaşa çıkmak demek tabiiki ya Allah yolunda gazi olmak, ya da öldürülmek demekti. Fakat bu inkâr edenlerin zannettiklerinin aksine onlar için büyük bir şevk kaynağıydı. Çünkü şehitliğin sonunda kendilerine Allah katında çok büyük bir makam vadedilmişti. Nitekim Allah’ın bu vaadi Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir:
“Allah yolunda hicret edip öldürülen veya ölenlere gelince muhakkak Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Ancak (savaş) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenlerin ise; kesin olarak (Allah) amellerini giderip-boşa çıkarmaz.” (Hac Sûresi, 58)
Şüphesiz bu dönemde de şehitlerin konumu tamamiyle aynıdır. Çünkü sürdürülen mücadele aynı mücadeledir. Mü'minlerin Kur'ân’a bağlı olarak gösterdikleri dirayet, ihlâs, azim ve cesaret nasıl her dönemde aynıysa, iman etmeyenlerin kustukları kin ve nefret de her dönemde aynıdır. İçlerinde duydukları inanılmaz haset küfredenleri birbirine yaklaştırmış, müminlere karşı güçlerini ve imkanlarını birleştirmelerini sebep olmuştur. Böylelikle aynı amaç için bir araya gelen inkârcılar ve münâfıklar mü'minlere karşı savaş hazırlıklarına girişmişlerdir. Tabii ki kıyasıya yaşanan savaşların ardından müminlerden şehit düşenler olabilir. Fakat bu noktada inkâr edenlerin ve münâfıkların her zaman kapıldıkları çok büyük bir yanılgı ortaya çıkmaktadır: Mü'minleri öldürerek dünyadaki hayatlarına son veren bu kişiler, büyük bir zafer kazandıklarını zannederler. En büyük hataları da mü'minlerin ölen kardeşleri için üzüldüklerini ve bu ölümlerin onları yıldırdığını düşünmeleridir.
Halbuki durum hiç de zannettikleri gibi değildir. Çünkü şehitlik Allah katında çok üstün bir mertebedir. Resulullah Efendimiz ‘Şehidlerin en üstünü, ön safta düşmanla karşılaştığında yüzlerini çevirmeyip öldürülenlerdir...’ (Ahmed, 5/287) buyurmuştur. Bütün mü'minler Allah tarafından kendilerine böyle bir mertebenin verilmesi için dua ederler. Böylesine büyük bir şerefin kardeşlerine verilmesi ise onların müthiş şevklenmelerini ve aralarında müjdeleşmelerini sağlar. Bu olay mü'minlerin Allah yolunda savaşma azimlerini kat kat artırır. Âyetlerin gerçekleştiğini görmek ise onları İslâm’a daha da çok bağlar. Onlar Allah yolunda öldürülen şehitlerini asla ölülerden saymazlar. Zira Kur’ân-ı Kerim’de “Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.” (Bakara Sûresi, 154) diye bildirildiği üzere, onların diri olup Rableri katında rızıklandırıldıklarından emindirler.
Küfrün ve münafıkların akledemedikleri yönler tabii ki şehitlik karşısında mü'minlerin yalnızca şevklerinin artması değildir. Onlar kendi elleriyle şehitleri Allah katında en üst mertebeye ulaştırırlar. Dünya hayatında en çok nefret besledikleri, her türlü zulmü yapmayı içten arzu ettikleri mü'minleri öldürerek dünyadaki hayatlarına son verirler. Bu ise Allah yolunda şehit olanların dünyada kaldıkları sürece, kavuşmayı her an içten arzu ettikleri bir sondur. İşte müşrikler ve münâfıklar böylelikle kendi elleriyle öldürdükleri şehitleri kendi elleriyle en büyük nimetlere kavuşturmuşlardır. Fakat kendileri bu akılsızlıklarının şuurunda değillerdir. İşte bütün mü'minlerin sevinmesinin ve şevklenmesinin sebeplerinden biri de budur.
Kur’ân şehit olan müminlerin konumunu çok açık şekilde anlatır. Allah şehit olan ihlâslı müslümanları kendi katında ayrı bir eğitime tabi tutacağını, böylelikle de onların kötülüklerini örteceğini bildirir. Bu şerefli eğitimden sonraki mekanları ise kuşkusuz cennettir. Cenâb-ı Allah şehitlerin girmeyi şiddetle arzu ettikleri cennete kesin olarak gireceklerini de bildirmiştir. Onların cennete girme konusunda en ufak bir kuşkuları yoktur. Çünkü Allah kendi yolunda savaşa çıkarak şehit olanlara ve onlarla birlikte savaşan Müslümanlara önceden bu büyük müjdeyi vermiştir.
“...Allah yolunda öldürülenlerin ise; kesin olarak (Allah,) amellerini giderip-boşa çıkarmaz. Onları hidayete erdirecek ve durumlarını düzeltip-ıslah edecektir. Ve onları, kendilerine tarif edip-tanıttığı cennete sokacaktır.” (Muhammed, 4-6)
Şehitlik bir mü'min için dünya hayatında elde edilebilecek en şerefli, en saygıdeğer mertebedir. Allah bu mertebeyi herkese nasip etmez, mü'minlerden çok seçkin kullarına bağışlar. Çünkü şehitlik verilene büyük bir onur verilmiş demektir. Öyle ki Allah cennet ehlini sayarken peygamberlerin yanında şehit olan salihleri de sayar. Böylelikle onların cennetteki konumunu açıkça ortaya koyar. Bütün mü'minler gibi şehit olanlar da dünyada kaldıkları sürece Allah’ın rızasını kazanmaya çalışırlar. Bu amaçla tüm mallarını harcarlar, canlarını hiç düşünmeden ortaya koyarlar. Her geçen gün ahirete ve ölüme yaklaştıklarını bildiklerinden çabalarını ve salih amellerini sürekli artırırlar. Dünya hayatında küfürle böyle büyük bir mücadelenin içine giren mü'minler ya savaşta, ya seferde ya da hiç beklemedikleri bir anda küfrün saldırılarıyla şehit düşerler. Böylelikle dünya hayatındaki imtihanları da sona erer. Artık onlar için ahirette sunmak üzere ecir toplama imkanı ve salih amelde bulunma imkanı son bulmuştur. Fakat Allah bir ayetinde “Andolsun, eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, Allah’tan olan bir bağışlanma ve rahmet, onların bütün toplamakta olduklarından daha hayırlıdır.” (Al-i İmran Sûresi, 157) diyerek onların Cennete kavuşmak için en büyük ecri topladıklarını ve en büyük nimetlere kavuştuklarını bildirir. Şehitlerin kardeşleri ise aynı mertebeye erişebilmek için ölene kadar bu ciddi çabalarını büyük bir gayretle sürdüreceklerdir.
Sonuç olarak şehitlerin Allah yolunda öldürülmeleri, diğer mü'minleri asla ve asla hak yoldan döndüremez ve onları yıldıramaz. Tam tersine Kur'ân’daki tüm ayetlerin tecellilerini tek tek yaşayan müminlerin şevklerinde ve azimlerinde müthiş bir artış olur. Böylelikle küfrün dağılıp ayrılacakları zannına kapıldığı müminler birbirlerine daha da sıkı kenetlenirler. Ve Resulullah’ın açtığı yolda kesinlikle yılmadan ehl-i küfürle mücadele etmeye devam ederler. Zira kendilerine Allah’ın yazdıkları dışında hiçbir şeyin isabet etmeyeceğinden emindirler. Şüphesiz inkar edenler ne kadar güçlü olsalar da, münâfıklar ne kadar hain olsalar da ve bu iki topluluk ne kadar güçlerini toplayıp birlikte saldırsalar da yine de mü'minlere karşı bir üstünlük elde edemezler. Çünkü hiçkimse yardım etmese de Allah onlara yardım etmiştir. Şüphesiz yeryüzündeki en büyük güç ve kudret de Allah’a aittir. Peygamber Efendimizin bir hadis-i şerifi her dönemde Allah yolunda savaşan mü'minlerin daima üstün geldiklerini anlatmak için yeterli olacaktır: “Ümmetimden kıyamet kopuncaya kadar hak üzere savaşan bir grup devamlı bulunacaktır. Ne onları yardımsız bırakanlar onlara zarar verebilir, ne de muhalefet edenler” (Buhari 61/27).
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Aralık 2005       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yeni Zelendalı bir askerin günlüğünden ;
Türk,siperleriyle çok yakındı...Bizim siperlerimize o kadar yakındılar ki,ateş kesildiği zaman alçak sesle konuşurduk,ayaklarımızın ucuna basarak dolaşır ve hiç gürültü çıkarmamaya çalışırdık.Genellikle hava kararır kararmaz ateş kesilir,biraz daha rahat hareket etmeye başlardık.Gecenin orta yerinde ve aşağı yukarı her gün aynı saatte,Türk siperlerinden bir ses yükselirdi.Öyle gür,öyle içli ve dokunaklı bir sesti ki,dinlemeye doyamazdık...Yarım saat kadar süren bu konser,bir zaman sonra komşu siperlerde de duyulmuştu.Zaman zaman bizim siper,Türk ' ün konserini dinlemeye gelenleri misafir ederdi.Bu sese hepimiz hayrandık.Ancak ne söylerdi,bu tatlı ve içi yakan,ruhumuzu kavuran nağmeler ne söylerdi bilmezdik,fakat derinden derine etkilenirdik.
Bazen hafif bir esinti çıkar bu yanık nağmeleri başka yöne götürürdü.Biz kulaklarımızı dört açıp daha iyi duymak için,nerdeyse başımızı dışarıya çıkaracak hale gelirdik.Efsunlu bir sesti bu.
Gündüz savaştığımız insanın,gece söylediği müziği dinlemek ve ondan etkilenip duygulanmak ne ilginç bir işti...Ama gerçekti...
Bir akşam konser saati gelmişti,ama o alıştığımız ses duyulmuyordu.İkinci,üçüncü,dördüncü akşam,yine konser yoktu.Hepimiz merak içinde kalmıştıkçO gece,durumu öğrenmeye karar verdik.Türkçe bilen savaş muhabirine yazdırdığımız bir kağıdı taşa sarıp Türk siperlerine fırlattık.Bu kağıtta ki iki cümleyle,konserin niçin kesildiğini soruyor ve selam yolluyorduk Türklere...
Bir süre sonra,fırlattığımız taş,arka yüzü yazılmış kağıtla birlikte siperimize atılmıştı.Bu kağıtta ne yazıldığını biraz tahmin etmekle beraber çok merak ediyorduk.
Kağıtta ki tek Türkçe cümlenin ne dediğini anlamamız uzun sürmedi.Haberi getiren arkadaşımızın yüzünü hüzün bürümüştü.Tabii,cümleyi duyunca,hepimiz aynı hüzne gömülüverdik.Kağıtta ki cümle şöyleydi;
_ O arkadaşımızı,geçen hafta vurdunuz !

Nice isimsiz şehitlerimiz... Gazilerimiz ...
Ne alçak görünür şu fani hayat,
Baktıkça samimi uzletinize
Bir an da coşarak ağlarım;Heyhat...
Günahkar gözyaşım layık mı size ?...


Ve sen ey şehidoğlu ;

Sözüm sanadır,iyi dinle.
Bugün akan kanlı gözyaşlarından
Ve masum yavru çığlıklarından,
Sen sorumlusun!
Daha düne kadar senin olan coğrafyalardaki,
Katliamlardan da sen sorumlusun!
Bütün bu olanlara rağmen,
Sen hala gülebiliyorsan
Ve hala umursamıyorsan;
Sen sorumlusun!..
Unutma!
Senin dedelerin;
Mehteri ninni yapıp
Dedeleriyle övündükleri için değil;
Allah deyip yürüdükleri için devleştiler...
Onlar, komşuları açken tok yatmadılar.
Yeryüzü ağlarken gülmediler.
Kainatın Efendisi’ni kılavuz bilip,
Kendisinde zerre kadar şüphe olmayan
Kainatın kitabına sarıldılar.
Ve onlar; bir ümmetti;geldi geçti...
Sen kendine bakmalısın.
Çünkü sadece, yaptıklarından sorumlusun
Unutma!
Eğer bir solucandan farkın olmasını istiyorsan;
Durma...Yürü...
Takıl Gül’ünün kervanına...
Ben buradayım de.
Artık seni bekleyenleri bekletme.
Çünkü bu kainat, boşa yaratılmadı.
Çünkü bütün bu alem;
Oyun olsun diye yaratılmadı.
Ve sen ey insanoğlu;mahlukatın en şereflisi!
Başıboş bırakılmadın.
Yürek sızlatan bu boşvermişliğinden
Tez elden uyanmalısın.
Unutma!
Dün, dedelerin canlarını vererek Rabblerine yürüdüler.
Bugün sen, daha fazlasını yapmalısın.
Ve dâhi unutma!
Bayrağının celâlini,
Toprağının öfkesini,
Ancak bu şekilde dindirebilirsin!
Sakın ümitsizliğe kapılma.
Sakın engeller seni yıldırmasın.
Sen hele “Bismillâh” deyip bir çık yola...
Göreceksin! Senin ardında,
Âlemlerin Rabbi olan Allah var.
Yani; asla kaybetmeyeceksin
Eğer O varsa arkanda;
Korkma...
Ye’ se kapılma...
Sen; “ Geldim ” de sadece
Ve yürü ardına bile bakmadan...
Unutma!
Daha fethedilecek tam altı milyar İstanbul var.
Daha imar edilecek bir o kadar da Kâbe var...
Ve sen şehidoğlu !
Artık toprağına can verenleri incitmemelisin.
Fatih’i,Yavuz’u, Eyyub Sultan’ı incitmemelisin.
Tüm benliğin ve zerrelerinle; “ Lebbeyk ” demelisin.
Haydin şehidoğulları!
Bismillâh deyip yola koyulmaya.
Haydin;
Kalem kuşanıp, sevgi dağıtmaya.
Karşılıksız sevip, secdeye kapanmaya.
Unutma !
Yedi düvele karşı gövdesini siper eden
Ve imanıyla dillere destan olan sensin.
Kurtuluşu başka yerlerde arama !
Senin muhtaç olduğun kudret;

Damarlarında ki asil kan da ,
Evinin duvarında unuttuğun
Ve cenaze ardına mahkum ettiğin
Yeşil kılıfta mevcuttur!..


Kenan Özmen



( Şaman olmama rağmen,sevdiğim bir şiirdir.Yazarına esenlik dilerim )
Son düzenleyen Turkun-Kizi; 3 Ocak 2006 14:46
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Yaşayan varlıkların sahip olduğu en değerli şey candır. Türk dilinin, "Önce can, sonra cihan" şeklinde ifadeye döktüğü bu gerçek şüphe yok ki, bütün dillerde benzer ifadelere bürünmüştür. Varlık planına çıkmasında herhangi bir etkisi olmayan, kendini doğumla birlikte "hayatın içinde" bulan insan, hayatı yalnızca kendinin sahibi olduğu ve hiç kaybetmek istemediği bir değer olarak algılama eğilimindedir. Fakat her şeye rağmen ölüm kaçınılmaz bir olgu olarak hayatın karşısına dikilmektedir. İnsanlığın tarihi şekillendiren etmenlerin mayasında, hayatın ve ölümün ne olduğu sorusunu cevaplandırma çabaları yer alır. Hayatı ve ölümü var eden kuvvetin ne olduğu meselesi de bu sorunun esasını oluşturmaktadır. Bütün semavî dinler insanlara bu sorunun cevabını sunan ilahî sistemlerdir. İlahî vahyin insan planına yönelik son tecellisi olan Kur'an, son hak din olarak hayatı ve ölümü var eden kudretin, herşeyi var eden Allah olduğunu ilân eder. Bununla da yetinmez, insanlığı asıl yaratılış amacına yönlendirirken, bu konuda onun karşısına çıkacak engelleri ortadan kaldırır. Aklın önünü aydınlatır. Ona kullanacağı sağlam veriler sunar ve böylece sağlam sonuçlara ulaşmasını sağlamayı amaçlar. "Mutlak hükümranlık elinde olan Allah'ın şanı yücedir ve O'nun gücü her şeye hakkıyla yeter. O, hanginizin daha güzel işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir. Çok bağışlayıcıdır."(1) "O diriltendir, öldürendir. Ancak O'na döndürüleceksiniz."(2) Kur'an hayatın ve ölümün Allah'ın eseri olduğunu pek çok ayette vurgularken, hayat verme ve öldürmenin ise sadece tekniğine değinmektedir. İşin temelinde ruhun bedene "üflenmesi" ve bedenden ayrılması yatmaktadır. "Allah, yarattığı herşeyi güzel yapan ve ilk başta insanı çamurdan yaratan, sonra onun ****** bayağı bir suyun özünden yaratan, sonra da onu şekillendirip ve ona ruhundan üfleyen...dir"(3) "Allah ölen insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar. Diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda düşünen toplum için ibretler vardır."(4) Ne var ki, ruh hakkında da bilgimizin sınırlı olması sebebiyle, hayat ve ölüm olayı bir yönüyle insan için hep sır olarak kalacaktır. Kur'an bu noktayı şöyle ortaya koymaktadır. "(Ey Muhammed!) Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki, 'Ruh Rabbimin emrindendir. Size bu konuda pek az ilim verilmiştir."(5) Yaratıcı kudret, hayatın ve ölümün sırrı konusunda son sözü kendine saklamış, ama insana bazı işaretler vererek de onun merakını adeta kamçılamıştır. ALLAH DİLEMEDİKÇE HAYAT DA, ÖLÜM DE OLMAZ "Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye ölüm yoktur. O, vadesiyle yazılan bir yazıdır." Sebep ne olursa olsun, her şeyde olduğu gibi, ölümde de O'nun izni şart. Bu noktada, kader konusunun girift soruları ard arda sıralanabilir. Fakat, hangi açıklamalar yapılırsa yapılsın, ne tür yorumlara gidilirse gidilsin, varılacak sonuç aynıdır. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabb'inden gizli kalmaz"(7); "Hiçbir yaprak düşmez ki, Allah onu bilmesin." Hayat ve ölüm alanının müdahale edilemezliği bu kadarla da kalmaz. İnsanın gaybı bilme konusundaki çaresizliği ölümünün vakti konusunda da onun yakasını bırakmaz. "Hiçbir kimse nerede öleceğini bilemez"(9)

ÖLÜM-HAYAT İKİLEMiNDE ASLOLAN HAYATTIR
Her gün sayısız hayat ve sayısız ölüm gerçekleşiyor. Hayat "hazır" bulunduğu için üzerinde fazla durulmuyor. Fakat ölüm bir şeylerin elden, gönülden, aile hayatından çıkması demek. "Ele geçirdiği"nin pek farkında olmayan insan, "yitirdiği"ne dayanamıyor. O şaşkınlıkla ölüme "yok oluş" damgasını vuruyor. İşte bu, materyalist dünya görüşünün ölüm noktasında şekillenmesidir. Kur'an, ölümün materyalist yorumlanma biçimini, Mekke müşriklerinin diliyle şu şekilde ifadeye koyuyor: "Dediler ki hayat, dünya hayatımızdan başkası değildir. Ölürüz de, yaşarız da. Bizi zamandan başka bir şey helak etmiyor."(10) Aynı anlamdaki bir başka ayet te şudur: "Hayat ancak bizim dünya hayatımızdır. Ölürüz de, yaşarız da. Biz öldükten sonda diriltilecek değiliz."(11) Ölüme getirilen bu yoruma Kur'an'ın cevabı net ve kesindir. "Halbuki bu konuda onların hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece (öyle) zannediyorlar."(12) Demek ki, ölüm yok oluş değildir. Ölüm hayatın bir tür yapı değişikliğine uğramasıdır. İnsan planında hayat, Hz. Adem ile birlikte başlayan, ölüm ötesi hayatla süren bir çizgidir. Ortasında ölüm noktasının bulunduğu, yarısı bir renkte, diğer yarısı başka bir renkte olan bir çizgi. Değişik bir ifade ile, şimdiki konumumuza göre, hayatın bir beri yakası var, bir de öte yakası... İlahî nizam; hayatın beri yakasını önemser. Çünkü asıl hedef olan öteki yakaya çıkış, beri yakadan olacaktır. Bu sebeple, bireyin hayatı temel amaç itibariyle tüm insanların hayatlarına eş değerdedir. "Bundan dolayı İsrailoğullarına (Tevrat'ta) şöyle yazdık: "Kim bir kimseyi, bir cana, yahut yer yüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onun hayatını kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur." (13) Başkasını öldürmek gibi, kendi canına kıymak (intihar) da yasaktır, büyük bir günahtır.(14)

ÖLÜMÜ GÜZELLEŞTİREN AMAÇ:
ALLAH KELİMESiNiN YÜCELTİLMESİ
Hayata böylesine önem veren ve adından başlayarak her şeyi ile barış dini olan İslâm müslümanlara, sadece bir durumda, haksızlığı ve saldırıya uğradıkları zaman kendilerini ve inançlarını savunmak, böylece Allah'ın adının yücelmesi ülküsüne hizmet etmek amacıyla saldırgan tarafa karşı direnç göstermeyi, gerekirse savaşmayı, hatta bu uğurda ölmeyi istemektedir. Böylesine yüce bir amaç uğruna, gerektiğinde hayatını ortaya koyacak mümine elbette bir mükâfat verilmeli ve bu mükâfat, onun yaptığı iş oranında büyük ve yüceltici olmalıdır. Şehitlik makamı işte bu mükâfatın adıdır. Davalar önemlerini ve büyüklüklerini kendilerini oraya koyan etkenlerden ve güttükleri amaçtan alırlar. Müslüman için en büyük ideal, Allah kelimesinin yüceltilmesidir. İşte bu idealin gerçekleşmesi bazan insanın en kıymetli şeyini, canını feda etmesini gerekli kılar. Kur'an'ın ortaya koyduğu müslüman modeli, böyle durumlarda en küçük bir tereddüt göstermeden gerekeni yapar. Çünkü o, inanıp bağlandığı, hayat düsturu edindiği kitabın ve onu Allah'tan alıp tüm insanlığın yararlanmasına sunan yüce Peygamberin şehitler ve şehitlik makamı hakkındaki yüceltici ifadelerin, büyük müjdelerini bilmektedir. Bu sebeple o, Allah yolunda, din yolunda, kutsal değerler uğurunda ölmeye, şehitlik makamına ermeye aday bir insandır. IŞILTlLI KELİME: ŞEHİT Şehit kelimesini duyup da yüreğinde farklı bir ürperti yaşamayan, bir an da olsa manevî bir ruh haline bürünmeyen müslüman yok gibidir. Arapça bir kelime olan şehit "şehadet" kökünden türemiştir. Çoğulu, "şüheda" ve "eşhad" şeklinde yapılır. Sözlük anlamıyla "şehid" "bildiğini söyleyen", "kesin bir haberi getiren", "bir yerde hazır bulunan", "hazır olan", "bir olaya şahit olan" ve "şahitlik eden" gibi anlamlara gelmektedir. (15) Dinî bir terim olarak şehid ise; "Allah'ın rızasını kazanmak için O'nun yolunda savaşırken öldürülen müslüman" demektir. Kelimenin sözlük anlamıyla terim anlamı arasında şu noktalardan bağlantı vardır. Şehidin cennetlik olduğuna şahitlik edilmiştir. Şehid yüce Allah'ın huzurunda bulunmakta, yaşamaktadır. Ölümü sırasında melekler hazır bulunur. Şehid kelimesi -tekil olarak- Kur'an'da 35 yerde, "şehideyn" şeklinde ikil olarak bir yerde, "şüheda" şeklindeki çoğuluyla ise 20 yerde kullanılmıştır. Bu kullanımlardan tekil ve ikil olanların tamamı ile çoğul kullanımların 32 si sözlük anlamıyla şahit karşılığı olarak, üç tanesi ise, dini terim olan şehit anlamında kullanılmıştır. Şehid, aynı zamanda Yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Yukarıdaki sınıflandırmadan da anlaşılacağı üzere Allah'ın bu sıfatı şahit anlamındadır. Allah, her şeyi hakkıyla görür, her şeye şahittir, her yerde hazırdır. O'na gizli hiçbir şey yoktur. Kelimenin bu anlamda kullanıldığı ayetlerden biri de şudur: "De ki, Ey Kitap ehli! Allah yaptıklarınıza şehid iken (onları görüp dururken) niçin Allah'ın ayetlerini inkâr edersiniz?"(16) Yukarıda da değinmiştik: Davalar, yapılan işler önemlerini güttükleri hedeften alırlar. Gerçekleştirilmek istenen işin önemi ve büyüklüğü, işe ve onu yapan kişiye yansır. Din mukaddes değerler ve -bu değerlerin yaşandığı toprak olduğu için- vatan uğrunda canını feda eden müslüman, Allah katında peygamberlik mertebesinden sonra en büyük beşeri mertebe olan şehitlik mertebesini kazanırlar. Bu, "Eğer Allah'a (O'nun dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder."(17) şeklindeki ilahî denklemin sonucudur. Bu sonuç, Allah'ın şehitlere verdiği önemi yansıtan ayetlere imrendirici bir ışıltıyla yansır.

ŞEHİTLİĞE GÖTÜREN YOL: GAZA
Asıl olan insanların yaşamasıdır, öldürülmesi değil. Bu sebeple barışın bozulması, savaşmak sadece zorunlu hallerde başvurulabilecek yollardır. İşte Kur'an'ın belirlediği bu durumların gerçekleşmesi halinde, duruma göre gerekenin yapılması sırasında ölmek ya da öldürmek dahil her şeyi göze alarak mücadeleye girişmek, savaşmak ta kaçınılmaz bir görev olur. Bu şartlar altında yapılan savaşa İslâmî literatürde cihad ya da gaza, bu savaşa katılan müslümana da mücahit ya da gazi denir. Şu kadar var ki nefse karşı yapılan da dahil, her türlü mücadeleyi de ifade ettiği için cihat daha kapsamlıdır. Gazadan sağ dönebilen, Gazilik mertebesine; ruhunu teslim eden ise şehitlik unvanına kavuşur. Her iki halde de müslüman Allah ile "alış-veriş" halindedir. Allah müminlerin canlarını, cennet karşılığında satın aldı. Allah yolunda çarpışacaklar; öldürecekler ve öldürüleceklerdir.(18) "Ey iman edenler! Elem dolu azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Resûlüne iman edersiniz ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız. Eğer bilseniz, bu sizin için dana hayırlıdır."(19) Hz. Peygamberin de bu ve benzeri ayetlerin paralelinde pek çok hadisi vardır. Bir örnek: "Bir adam Resûlüllah'a gelerek, "hangi insan daha üstündür diye sordu. Allah'ın Resûlü: "Allah yolunda malıyla ve canıyla cihad eden kişi" diye cevap verdi." (20) Bu ve benzeri teşvikler, bütün sahabilerin gözünde, dünya hayatını, mal ve mülkü hatta hayatı son derece küçültmüştür. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resûlüllah şöyle buyurdu: "Bir kimse Allah'a inanır, Peygamberini tasdik eder ve ancak Allah yolunda cihad ederse (şehit olursa), Allah o kimseyi cennete koymaya, gazi olursa sevaba yahut ganimete ulaşarak evine döndürmeye kefildir. Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda yaralanan kimse, Kıyamet gününde, yara aldığı günkü haliyle gelir; rengi kan rengi, kokusu ise misk kokusudur. Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, müslümanlara zor gelmesinden korkmasaydım, Allah yolunda gazaya giden askerlerden hiçbir zaman ayrılıp geri kalmazdım." (21) İşte böylesine kutlu bir emeğin sonunda şehitlik mertebesine ulaşma şansı vardır. ŞEHİTLER ÖLMEZ Gaza ve cihad hamlesi şehitlikle taçlandırılınca, o mübarek insan, dünyada kalanların gözünde, ruhunu yitirmiştir, ölmüştür. Halbuki şehitler ölmez. Başkası değil, Allah böyle söylüyor: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma bilakis onlar diridirler. Rableri katında Allah'ın lutfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak, rızıklandırılırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiç korku olmayacağına ve üzülmeyeceklerine sevinirler." (22) Bu ayette sözü edilen şehitlerin Uhut şehitleri, Bedir şehitleri ve Bi'r-i Me'ûne olayında şehid olanlar olduğu söylenmiştir.(23) Buna göre şehitlerin içinde bulundukları nimetleri ve güzellikleri dile getiren belli kişiler hakkında inmiştir. Ancak ayetin iniş sebebinin özel olması hükmün genel olmasına engel değildir. Dolayısıyla her ayetin atıfta bulunduğu belli şehitler, hem de onlardan sonra şehit olanlar ve olacak olanlar da aynı niteliklere sahiptirler. Şehitlerin yüksek konumunu niteleyen bir başka ayet de şudur: "Allah yolunda öldürülenler için ölüler demeyin. Çünkü onlar diridirler, fakat siz farkına varamazsınız."(24) Bu iki ayetin vurguladığı temel niteleme, şehitlerin ölmedikleri, diri olduklarıdır. Fizikî şartlarla değerlendirildiğinde şehitlerin ölü olduklarına hükmetmek gerektiği söylenebilir. Nitekim, İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunun aksine bazıları şehitlerin diğer insanlar gibi öldüklerini, onların diri oluşlarının mecazî olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ama doğru olan ayetin anlamının mecazî değil, hakikat olduğudur.(25) Zira Kur'an, şehitlerin diri olduklarını haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda bizim bu diri oluşun nasıllığını kavrayamayacağımızı ifade etmektedir. Eğer söz konusu diri oluş mecazî anlamda olsaydı, ayet, "siz farkına varamazsınız" demezdi. Çünkü insanlar mecazen diri olmanın ne demek olduğunun farkındır. Evet biz, maddî ölçüllerimizle şehitlerin ruhlarını teslim edip aramızdan ayrıldıklarına şahit oluyoruz. Fakat bu fizikî şartların gerçekleşmesine rağmen, özel durumlarda (şehitlere has olarak) ölüm gerçekleşmeyebilmektedir. İşte Kur'an'ın "siz, farkına varamıyorsunuz" dediği bu durumdur. İbn Abbas'ın bildirdiğine göre Resûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kardeşleriniz Uhut'ta öldürülünce, Allah onların ruhlarını yeşil bir kuşun içine yerleştirdi. O kuşlar cennet nehirlerine varıp, cennet meyvelerinden yer. Sonra Arş'ın gölgesinde asılı duran altın kandillere dönerler. En güzel yiyecek, en tatlı içecek şeylerle karşılaşıp en göz kamaştırıcı yerlerde istirahat ettiklerinde şöyle derler: "Bizim cennette sağ olduğumuzu kardeşlerimize kim ulaştıracak ki, onlar da cennette çeşitli nimetlere kavuşacaklarını bilsinler de cenneti hafife alıp savaşmaktan çekinmesinler" Bunun üzerine Allah "Ben haber ulaştırırım dedi ve şu ayeti indirdi: "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Çünkü onlar, Rableri katında diridirler ve rızıklandırılmaktadırlar."(Al-i İmran, 169)(26) Hz. Peygarmber (s.a.s.) yukarıdaki hadisinde fizik şartlarını aşan bu olayı, günün bilgi ve kültür düzeyini dikkate alan bir anlatım içinde insanların algı düzeylerine indirgemeye çalışmıştır. Bunu yaparken de tamamen benzetme (temsil) ve teşhis (somutlaştırma) yolunu kullanmıştır. Bunun aksini yani hadisin zahiri lafza dayalı anlamının esas alınması gerektiğini söylemek, şehitlerin diri oluşlarının mahiyetini insanların bilebileceği anlamına gelmez.

ŞEHİTLİK MERTEBESİ NELER KAZANDIRIYOR?
Şehitlerin sahip olduğu bazı nitelikler ve özel durumlar vardır ki bunlar, şehitlik mertebesinin yüceliğini açık bir biçimde gözler önüne sermektedir. Şimdi bunlara kısaca değinelim: Şehitler cennettedir. Sevgili Peygamberimiz, "Şehid cennettedir."(27) buyurmuştur. Şehitlerin cennette büyük bir saygınlıkları vardır. Resûlüllah, bu saygınlığın derecesini şöyle dile getirmiştir: "Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar dirilerek savaşıp tekrar öldürülmeyi, ardından yine dirilerek savaşıp yine öldürülmeyi arzu ederdim."(28) Bu arada şunu belirtmeliyiz ki, Resûlüllah Efendimiz son peygamber olarak cennetteki en yüksek makamın sahibidir. Şehitlik makamının yüceliğini vurgulamak için bu anlatım yolunu seçmiştir. Bu sebeple hadisi, "Eğer en yüksek makam olan Peygamberlik makamında olmasaydım, şehitlik makamının kazandırdığı bu büyük ayrıcalığı defalarca yaşamak isterdim." şeklinde anlamak gerekir. Hz. Peygamber'in arzuladığı şeyi bizzat şehit nasıl arzulamaz? Yine Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor: "Yeryüzündeki her şeye sahip olsa da, cennete giren hiç kimse tekrar dünyaya dönmek istemez. Ancak şehit, gördüğü hürmetten dolayı dünyaya dönmeyi ve on kere şehit olmayı arzu eder."(29) Kul hakkı dışında bütün günahları affedilir. Resûlüllah efendimiz, şehidin, borç (kul hakkı) dışındaki bütün günahları affedilir."(30) buyurmuştur. Şehitler şefaat edeceklerdir. Sahabilerden Ebu'd-Derda'nın rivayet ettiğine göre Resûlüllah (s.a.s) "şehit, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder."(31) buyurmuştur.

ŞEHADET DÜNYASINDAN TABLOLAR
İslâm tarihi baştan başa, Allah yoluna can feda eden şehitlerin göz kamaştırıcı olaylarıyla doludur. Kalbi, gönlü, imanı devreye sokmadan, o büyük insanların yaptıklarını gereği gibi anlamak ve anlamlandırnak mümkün değildir. Onlar, başkalarının yaşamayı sevdiği kadar ölümü seven, gerçek hayatın ölüm ötesi hayat olduğu gerçeğini tam anlamıyla yakalayabilmiş farklı insanlardır. Dökülen temiz kanları, çağlayan duru ırmaklar misali uğruna öldükleri davayı sulayıp büyütmüş ve yaşatmıştır. Önce şehit ünvanının ilk defa ihdas edildiği dönemden, sahabiler döneminden örnekler verelim: Tepeden tırnağa silahlı bir adam Resûlüllah'a gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü! Size yardımcı olarak savaşayım mı, yoksa müslüman mı olayım?" dedi. Resûlüllah (s.a.s.): "Müslüman ol, sonra savaş" buyurdu. Adam Müslüman oldu, sonra savaştı ve şehit oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber; "Az iş yaptı çok mükafat kazandı."(32) buyurdu. Cabir (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, "Ya Resûlüllah! Allah yolunda öldürülürsem nerede olurum?" diye sordu. Resûlüllah: "Cennettesin" cevabını verdi. Bunun üzerine adam yemekte olduğu hurmaları atıp hemen savaşmaya koyuldu ve şehit düştü." Onların şehit olup cennete girmek için, kaybedecekleri vakitleri yoktu. Hemen cihada başlamalıydılar, belki kendilerine şahadet şerbetini içmek nasip olabilirdi. Zira şehitlik gerçekten bir nasip işi idi. Büyük İslâm komutanı Hz. Halid b. Velid'e hasret dolu şu sözleri söyleten bu "nasip"ten başka bir şey değildi. "Hayatım boyunca yüzden fazla savaşa katıldım. Vücudumda kılıç ve ok yarası bulunmayan bir karış yer yok. Fakat buna rağmen işte ben, korkaklar gibi yatağımda ölüyorum."(34) Sahabilerden Vehb b. Kabus el-Müzeni (r.a.) kardeşinin oğlu Haris b Akb ile birlikte, yurtlarından (Cebel-i Müzeyne) çıkıp, Hz. Peygamberi ziyaret amacıyla Medine'ye gelmişler, Resûlüllah'ın Uhut'ta savaşmakta olduğunu öğrenince derhal Uhud'a gitmişlerdi. Tam o sırada İslâm ordusu, çözülme halinde idi. Derhal savaşa başladılar. Vehb burada büyük bir kahramanlık gösterdi. Onun gösterdiği bu kahramanlık hem müslümanları hem de müşrikleri hayrete düşürdü. Müslümanların içine düştüğü bu zor durumda, Vehb, Hz. Peygamber'e yönelen iki müşrik hücumuna karşı koyup geri püskürtmüştü. Daha sonra yapılan üçüncü bir düşman grubunun saldırması üzerine Resûlüllah: -Ya bunlara kim karşı çıkacak? Diye sorunca, Vehb b. Kabus: -Yine ben ya Resûlellah! cevabını verdi. Hz Peygamber, Vehb'in bu sözünden memnun kalarak: -Ey Vehb! Kalk ve cennetle müjdelenenlerden ol" buyurdu. En büyük amacı Resûlüllah'ın huzurunda şehitlik mertebesine erişmek olan Vehb, derhal savaşa koyuldu ve bu sefer şahadet şerbetini içti. Daha sonra Resûlüllah cesedinin yanına gitti. Ruhuna selam ve dua ettiği sırada; "Ben senden hoşnudum." dedi. Hz. Ömer (r.a.), "Vehb b. Kabus gibi ölmeyi canıma minnet bilirim." derdi. (35) Burada, kutlu sahabiler döneminin sayısız örneklerinden sadece bir kaçını sunabildik. Birkaç örnek te, İslâm'a adanmış bir tarihten, sunmamız yerinde olacaktır. Tarihimizden: Burada vereceğimiz örnekler, somut olarak şehit olma olaylarını değil, müslümana gözünü kırpmadan ölmeye yönelten ruh halini yansıtmaktadır. Bedir'den Uhut'a, Hendek'e, oradan, Malazgirt'e, Çanakkale'ye, Sakarya'ya hakim olan ruh bu ruhtur. Selçuklu İslâm ordusu ile Bizans ordusu Malazgirt ovasında karşı karşıya 26 Ağustos 1071'e rastlayan bir Cuma günü Sultan Alparslan Cuma namazı vaktini bekleyerek taarruzu biraz geciktirdi. Topluca kılınan Cuma namazından sonra beyaz bir elbise giyinmiş olan sultan, atının kuyruğunu bizzat bağladı, ön saflarda ordusuna bir asker gibi savaşacağını belirtmek maksadı ile ok ve yayını bırakıp kılıç ve topuzunu eline aldı. Sonra ordusuna şu veciz konuşmayı yaptı: "Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün müslümanların minberlerde bizim için dua ettikleri şu saatte, kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya da şehit olur, Cennet'e giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada sultan ve emredilen asker yoktur. Zira, bugün ben de ancak sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan bir gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini Yüce Allah'a adayanlardan şehit olanlar Cennet'e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahirette ateş; dünyada alçaklık beklemektedir."(36) Anadolu'nun kapılarını Müslüman Türk'e, İslâm'a açan büyük zafer, Malazgirt zaferi işte bu ruh dünyasında kazanıldı. Çanakkale için de aynı şeyler söz konusudur. Bu sefer bir yabancının, bir Alman subayının tespitlerine kulak verelim: "Bu ağır sınama döneminde Türklerle birlikte hareket eden herkes, bu sessiz kahramanlık karşısında sınırsız saygı ve hayranlık duyar ki, o dürüst Anadolu insanına karşı bu duyguyu düşmanı bile esirgemeyecektir. Burada, diğer kültürlü uluslar tarafından şüphesiz gözlemlenen ama ruh dünyalarında kavranamayan bir "dine kendini adayış'' Türklerde açığa çıkmaktadır ve bu; aynı şeyin başka ulusta benzer ölçüde görülemeyeceği bir ruh halidir. Her halükârda Türk insanı gücünü bu özelliklerinden almaktadır."(37) Bir de, Çanakkale ruhunu iliklerine kadar yaşayan ince bir kaleme, Mehmet Akif'e kulak verelim. Akif: "Çanakkale Şehitlerine" adlı sanat harikası şiirinde, Alman subayının söylemeye çalıştıklarını, işin sahibi bir kimse olarak ne mükemmel bir biçimde dile getirmektedir. Şiirin nesre çevirisinden bir bölümünü aşağıda sunuyoruz: "Ey bu vatan toprağı için vurulup toprağa düşen asker! Dedelerinin ruhu göklerden inip seni o temiz alnından öpse yeridir. Sen, Bedir savaşının arslanları kadar şanlı bir askersin. Çünkü, onlar tevhidi kurtarmak için o gün nasıl canlarını vermişlerse, bugün de sen, aynı tevhid uğruna al kanınla toprağı sulayıp şehit düştün. Ey yüce şehit! Herkes gibi seni de bir mezara koymak isteyeceğiz. Ama sen o kadar büyüksün ki, sana dar gelmeyecek mezarı kazabilmemiz mümkün değil. "Gel seni tarihe gömelim" desem, oraya da sığmazsın. Tarih dediğimiz o kitap, değil senin varlığına, senin yaptıklarının hikayesine bile kafi gelmez. Öyle anlaşılıyor ki, senin yerin sonsuzluklar olacak. Sen ancak oraya sığarsın. Ey büyük şehit! Sen, sonsuzluklara gömülüp uyurken, ''Bu taşındır" diyerek Kabe'yi getirip başucuna diksem... Ruhumun duyduğu ilahi ilhamları bu taşa nakış nakış işlesem... Gök kubbeyi bütün yıldızlarıyla getirip kanayan lahdinin üzerine örtsem... Mor bulutlardan açık türbene bir tavan çatarak, yedi kandilli Ülker yıldızını uzatıp bu tavana taksam... Sen bu avizenin altında kanına bürünmüş yatarken, gece mehtabı alıp yanına getirsem ve türbedarın gibi sabaha kadar beklesem... Sabahları sonsuz ışıklarıyla ortaya çıkan güneşi sana avize etsem... Akşamları ufkun tüllenen kızıl mağribini yarana sarsam... Evet imkan olsa da bunların hepsini yapabilsem; yine senin şanlı hatırana Iayık en ufak bir şey yapabildiğimi söyleyemem.''(38) Anafartalar komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın şu sözleri, yukarıdaki duyguların ne kadar haklı bir sebebe dayandığını açıkca göstermektedir: "Size Bombasırtı Vakası'nı anlatmadan geçemeyeceğim. Müteakip siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına kamilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayan-ı gıbta bir itidal ve tevekkülle, biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakika sonra öleceğini biliyor. Ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılmak yok! Okuma bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim Cennet'e girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.(39) Şehitler ve şehitlik makamı için, Allah ve Resûlü'nün söyledikleri, bu konuda başka söz söylemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar açık. Bu iki kaynağın dışında söylenenleler, bunları söyleyenlerin, duygularını ve özlemlerini aktarmaya çalışmaktan başka bir şey olmasa gerek. Benim yapmaya çalıştığım da sadece bu.

1- Mülk, 1-2.
2 -Yunus, 56; Aynı anlam için bkz., Zümer, 80.
3- Secde, 7-9.
4- Zümer, 42.
5- İsra, 85.
6- Âl-i İmran, 145.
7- Yunus, 61.
8- En'am, 59.
9- Lokman, 34.
10- Casiye, 24.
11- Mü'minûn, 37.
12- Casiya 24.
13- Maide, 32.
14- Buharî, Sahih, Tıb, 56.
15- Rağıb el-İsfehani, el-Müfredat, 267 vd.
16- Âl-i İmran, 98.
17- Âl-i İmran, 160.
18- Tevbe, 111.
19- Saff, 11.
20- Buhârî, Sahih, Rikak, 34; Müslim, İmare, 122.
21- Buharî, Sahih, Cihad, 7; Müslim, İmare, 1O3, 107, Nesaî, İman, 34.
22- Âl-i İmran, 169-170.
23- Şevkanî, Muhammed b. Ali, Neylü'l-Evtar, (Daru'I-Mağrib, I-V. Beyrut, tarihsiz) I, 399.
24- Bakara, 154.
25- Şevkanî, age, aynı yer.
26- Ebû Davud, Sünen, Cihad, 27.
27- Ahmed ibn Hanbel, V, 58.
28- Buharî, Sahih, Cihad, 7; Müslim, Sahih, İmare, IO3.
29- Buharî, Sahih, Cihad, 21.
30- Müslim, Sahih, İmare, 119.
31- Ebû Davud, Sünen, Cihad, 21.
32- Buharî, Sahih, Cihad,13.
33- Buharî, Sahih, Meğazi, 17; Müslim, Sahih, İmaret, 143.
34- İbnu'l-Esir, Üsdü'l-Ğabe fî Ma'rifeti's-Sahabe, II, 95.
35- Bak., Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa (Doğan Güneş yay. I-IV, Toker Matb. İst.,1969) I.179-180.
36- Bak., İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I-X, 1, 257, (son üç cilt Enver Ziya Karal'a aittir). Dödüncü baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1982.
37- Carl Mülhman, Çanakkale Savaşı, Bir Alman Subayının Notları, (Terc, Sedat Ümran), Timaş Yay. İstanbul, 1998) s. 164-165.
38- İsmail hakkı Şengüler, Mehmet Akif Külliyatı, (I-IX, Hikmet Neşriyat, İstanbul, Baskı tarihi yok) III, 425.
39- Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal Paşa ile Mülâkât (Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981) s. 35.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN SON MEKTUBU
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!

Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:

Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.

Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...

Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.

Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?

Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.

İşte onun çobanından 10 paraya aldım.

Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.

Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?

Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."

Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.

Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.

O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.

Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.

Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.

Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim :

-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.

"Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!"

Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.

Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?

Kadir'e mektup yazdım.

Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat'iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.

Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim., bu dünya böyledir.

Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.

Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Oğlun

Hasan Etem

4 Nisan 1331

(17 Nisan 1915)